Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28. September 2008, 01:43 AM   #4
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

BU KONUYA AİT MESNETSİZ SÖYLENTİLER

eş-Şa`bî dedi ki: Bu karıncanın iki kanadı vardı. Dolayısıyla bu da uçan kuşlardan sayılmıştır. Bundan dolayı Sü*leyman (a.s) bu karıncanın dilini bilmişti. Durum böyle olmasaydı, onun di*lini anlayamazdı.
Ka`b dedi ki: Süleyman (a.s) Taif vadilerinden es-Sedîr vadi*sinden geçti ve bu arada yolu karıncalar vadisine uğradı. Bu arada kurt ka*dar büyük, topal bir karınca tek bir ayağı üzerinde yükselerek "Ey karınca*lar!" diye [âyet-i kerimede belirtildiği şekilde] seslendi.
ez-Zemahşerî dedi ki: Süleyman bu karıncanın sözlerini üç millik mesa*feden duydu. Bu karınca topal olduğu halde tek ayak üzerinde yürürdü. De*nildiğine göre bu karıncanın adı Tâhiye imiş.
es-Süheylî dedi ki: Süleyman (a.s)`ın konuşmasını duyduğu karıncanın is*mini zikretmişler ve Harmiyâ olduğunu söylemişlerdir.
Şöyle de söylenmiştir: Bu olayın cereyan ettiği vadi Yemen`de idi. Bu söz*leri söyleyen karınca da alışılmış türden küçük bir karınca idi. Bu açıklama el-Kelbî`ye aittir.
Nevf eş-Şamî ile Şahik b. Seleme dedi ki: Bu vadideki karıncalar, kurt ka*dar büyüktüler. Bureyde el-Eslemi, “koyun kadardılar” demiştir.(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an )

Halkına uyarıda bulunan [yönetici] karıncanın konumuz olan 18. ayetteki ifadesinden, Süleyman (as) ve ordularının kendilerini farkında olmadan çiğneyebileceklerini, bunu kasten yap*mayacaklarını dile getirdiği anlaşılmaktadır. Bu ifadesiyle karınca onların zulmeden kimse*ler olmadıklarını ima etmiş ve Süleyman peygamberi övmüş olmaktadır.
“Kuşların mantığı”, “hüdhüd” ve “Karınca Vadisi’ndeki karıncalar” ile ilgili anlatımı “mucize” gözüyle görmek ve Allah’ın kudretiyle ifade etmeye yeltenmek yanlıştır. Çünkü bu anlatılanlarda mucizeden söz edebilmek için gerekli şartlar mevcut değildir. Tüm İslâm bilginlerinin üzerinde ittifak ettikleri tespitlere göre, mucize ancak aşağıdaki şartlar gerçekleştiği takdirde söz konusu edilebilmektedir:
1- Mucize, Allahu Teâlâ`nın fiili olmalıdır. Çünkü Allah, fâil-i muhtar`dır; yani dilediğini yaratır. Ancak, kendi tarafından yaratılan bir fiilin doğruluğunu tasdik eder. Meselâ, Musa`nın (as) elindeki asayı yılana çevirmek, İsa`nın ölüyü diriltmesi gibi mucizelerdeki fiiller, Hak Teâlâ’nın irade ettiği ve yarattığı fiillerdir. Bunların peygamberlere nisbeti mecazîdir.
2- Mucize, bilinen tabiat kanunları ve âdetler üstü bir harika olmalıdır. Ancak o zaman o fiil Allah katından bir tasdik derecesine ulaşır. Tabiat kanunlarına ve kâinatın normal nizamına göre meydana gelen “güneşin doğması” gibi hadiselerde bir olağanüstülük yoktur.
3- İtiraz edilmesi imkânsız olmalıdır. Çünkü icazın [mucize oluşun] fonksiyonu, karşı çıkan muarızların aczini ortaya koyarak onları susturmaktır.
4- Mucize, Allah`ın tasdikine bir delil olarak, peygamberlik iddiasında bulunan zatın elinde meydana gelmelidir.
5- Gösterilen mucize peygamberin iddiasına, yani yapacağını ilân ettiği şeye uygun olmalıdır. İddiasına uymayan başka bir harika gösterse, mucize sayılmaz.
6- İddiasına uygun olarak gösterdiği mucize, kendisini tekzip ederek yalanlamamalıdır.
7- Mucize, iddiadan önce veya çok sonra olmamalı, peygamberlerin sözünü [iddiasını] müteakip hemen meydana gelmelidir.(el-Cürcânî, Şerhu`l-Mevâkıf, III, 177–179)
Yukarıdaki şartlar dikkate alındığında, bu surede Davut ve Süleyman peygamberle ilgili anlatılanların mucize olarak değerlendirilmesi mümkün değildir.

19. Ayet:

Sonra da o [Süleyman], dişi karıncanın sözünden [kararından] dolayı gülerek tebessüm etti. Ve “Rabbim, bana, anne-babama lütfettiğin nimetine şükretmemi, hoşnut olacağın salihi işlememi gönlüme getir ve rahmetinle beni salih kullarının içine kat” dedi.

“Tebessüm” sözcüğünün aslı “şimşeğin çakmasıyla bulutun parlaması” demektir. Sessiz olarak, dudakların arasından dişlerin görünecek şekle gelmesi de “tebessüm” sözcüğüyle ifade edilir ki, bu, mutluluğun dışa vurması, dıştan fark edilmesi anlamına gelir. (Lisanü’l-Arab; c:1, s: 423)

GÜLEREK TEBESSÜM

Ayette geçen “gülerek tebessüm etti” ifadesi, tebessümün en üst sınırını belirtmekte, yani Süleyman peygamberin memnuniyetini anlatmaktadır. Bilindiği gibi aşırı gülme ve kahkaha, toplumsal yaşamda pek hoş karşılanmayan bir davranıştır.

SÜLEYMAN PEYGAMBERİN GÜLME SEBEBİ

Süleyman peygamberin gülme sebebi, Karınca Vadisi’ndeki bayan yöneticinin kararından / kavlinden (hukuk dilinde “ القولkavl”, “karar, hüküm” demektir) kaynaklanmaktadır. Çünkü Karınca Vadisi halkı onlara engel olmaya kalkmamış, zorluk çıkarmamıştır. Süleyman peygamber, bu vadiden savaşarak, maddî ve manevî kayıplar vererek geçebileceğini sanıyor olmalıydı ki, yöneticinin kararı ile rahatça ve sorunsuz olarak geçme imkânının ortaya çıkması onu çok mutlu etmiştir. Bu mutlu sonuç karşısında “Rabbim, bana, anne-babama lütfettiğin nimetine şükretmeme, hoşnut olacağım barışçıl bir iş yapmama imkân ver. Ve rahmetinle beni barışsever kullarının arasına sok” diye dua etmiştir.

BU OLAYA AKLÎ BİR YAKLAŞIM

Kıssada söz konusu edilen karıncaların gerçek karınca olduğunun ileri sürülmesi ve Süleyman peygamberin onlarla ilgili durumunun “mucize” ile açıklanmaya çalışılması karşısında bu yaklaşımın bir an için doğru olduğunu kabul edelim. Bu durumda konunun akılcı bir yaklaşımla şöyle değerlendirilmesi gerekir:
Süleyman peygamberin karıncanın söylediklerini duymasının ve anlamasının peygamberliği sebebiyle gösterdiği bir mucizeyle mümkün olduğunun kabulü durumunda, karıncanın üzerlerine doğru gelenin “Süleyman ve ordusu” olduğunu bilmesinin ve kendilerini ezip perişan edeceklerini anlamasının da bir mucize olarak değerlendirilmesi gerekir. Oysa karıncanın da Süleyman peygamber gibi bir mucize gösterdiği ileri sürülemez. Kaldı ki, ortada herhangi bir mucizevî durum da yoktur.
Bizim görüşümüz şudur: Kıssada Süleyman peygamberin Karınca Vadisi halkının bayan yöneticisi ile neler görüşüp konuştuğu bize anlatılmamış, sadece görüşmelerden sonra Karınca Vadisinin bayan yöneticisinin halka duyurduğu, “Süleyman ve ordusuna karşı çıkılmayacağı, onlara geçip gitmeleri için yol verileceği” kararı aktarılmıştır.

20, 21. Ayetler:

Ve o [Süleyman] kuşları gözden geçirdi de sonra; “Hüdhüd`ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplardan mı oldu? Onu mutlaka çetin bir azap ile azaplandıracağım yahut onu boğazlayacağım yahut da bana apaçık bir delil / güç getirecek” dedi.

KUŞLARIN TEFTİŞİ

Hatırlanacak olursa, 17. ayette Süleyman peygamberin ordusunun bir kısmının kuşlardan ve onların bakıcılarından oluştuğu açıklanmış idi. Dolayısıyla 20. ayette sözü edilen “gözden geçirme” işlemi, hem çeşitli konularda kendilerinden yaralanılan kuşların, hem de onlardan sorumlu bakıcıların teftişi anlamına gelmektedir. Ancak burada asıl teftiş edilenler, mecazî anlam itibariyle “kuşçular”dır. Süleyman peygamber seferdeki ordunun iletişimini sağlayan ve yol boyunca ordunun av ve su ihtiyacını karşılamakta kullanılan kuşları sevk ve idare eden görevlileri denetlemiş, kuşların ve kuşçuların sefere hazır olup olmadıklarını kontrol etmiştir.

HÜDHÜD

Bir kuş cinsinin ismi olmasına rağmen “Hüdhüd” sözcüğü burada o kuş için kullanılmamıştır. Bize göre, Süleyman peygamberin teftiş sırasında göremediği Hüdhüd kuşun kendisi değil, müşebbeh ile müşebbehünbih arasında kurulan alâka sebebiyle o kuşun bakıcısıdır. Benzer şekilde, doğan, şahin, kartal gibi kuş cinslerinin isimleri de bugünkü toplumlarda insan ismi olarak kullanılır hâle gelmiş, bazı kuş cinslerinin isimleri ise sembolleşmiştir. Meselâ “sarı kanaryalar” denilince ülkemizde “sarı renkli kanarya kuşları” değil, bir futbol takımı anlaşılmaktadır. Bu tür isimlendirmelere her toplumda çokça rastlanmakta olup bunlar mecazî, müteşabih anlatımlardır. Dolayısıyla, Süleyman peygamberin teftiş sırasında göremediğini söylediği Hüdhüd’ün ordunun su ihtiyacını gidermekle, ordunun gideceği güzergâhtaki su ve su kaynaklarını araştırmakla görevli kişinin müstear adı olması ve bu ismi de görevini yaparken “Hüdhüd kuşundan [Çavuşkuşu / Upupa Epops]” yararlanması sebebiyle almış olması mümkündür. Nitekim bir kimseye yaptığı işe uygun ad koyma, lâkaplarla anma geleneği günümüz toplumlarında da hâlâ sürdürülmektedir. Örnek olarak, ordularda ordunun su ihtiyacını gidermekle görevli memurlara “Saka” (Aslı sakkâ’ olup su getirip götüren, su işleriyle uğraşan kimse demektir) adı verilir. Bu isim, aslında bir kuş cinsinin [carduelis carduelis] ismidir ve o kuşa bu ismin verilme sebebi de gagası ile çevreye su sıçratmasıdır.
Diğer taraftan, Hüdhüd’ün aşağıdaki 22–26. ayetlerdeki konuşmalarından, onun kuşların bilgi ve sorumluk sınırlarının ötesinde, iradeli, akıllı hatta din bilgisi kuvvetli biri olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Hüdhüd bu ayetlerde iman, küfür, tevhit, şirk gibi konularda ve ancak akıllı, bilinçli ve imanlı insanların harcı olacak şekilde konuşmaktadır. Bunlardan başka bir de Süleyman peygamberin Hüdhüd’ü cezalandırmak istemesi dikkate alınınca, Hüdhüd’ün bir kuş olmayıp bir insan olduğu kanaati kesinleşmektedir
Süleyman peygamberin 21. ayetteki “onu muhakkak keseceğim” ifadesi ise, bakıcının kuş ismi taşımasındandır. Bugün de kızgınlık duyulan kişilere karşı yöneltilen tehditler, lâyık görülen cezalar ifade edilirken, onların meslekleriyle alâka kurulabilmektedir. Meselâ, bir kaptanın denizde boğulması, bir pilotun uçaktan atılması, bir kasabın satırla doğranması, bir berberin usturayla çentilmesi, bir fırıncının fırında pişirilmesi akla hemen geliveren ceza ve tehdit ifadeleridir. Süleyman peygamberin buradaki ifadesi de, kuşlara yönelik olarak söylenebilecek bir ifade olup yukarıda söylediğimiz gibi sırf bakıcının kuş ismi taşıması sebebiyledir.

22–26. Ayetler:

Derken, çok beklemeden o [Hüdhüd] geldi de: “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim. Şüphesiz ki, onlara [Sebelilere] hükümdarlık eden, kendisine her şeyden verilmiş ve çok büyük bir tahta sahip olan bir kadın buldum. Onu ve kavmini, Allah’ın astlarından Güneş’e secde ederler buldum. Şeytan da göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar hidayete eremiyorlar. -Allah; kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, büyük arşın sahibidir.-” dedi.

SEBE

Sebe, Güney Arabistan`da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de şimdiki Kuzey Yemen`in merkezi Sana`nın kuzeydoğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma`rib kenti idi. Main krallığının yıkılışından sonra, M.Ö. yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve bin yıl boyunca Arabistan`da hüküm sürdüler. Daha sonra, M.Ö. 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Bunlar da Arabistan`da Yemen ve Hadramut, Afrika`da Habeşiştan`ı idare etmiş olan Güney Arabistan`ın meşhur başka bir milleti idi. Sebeliler bir taraftan Afrika kıyıları, Hindistan, Uzak Doğu ve Arabistan`ın iç kısımlarının dâhil olduğu yerlerde cereyan eden tüm ticarî faaliyetleri, diğer taraftan da Mısır, Suriye, Yunanistan ve Roma`ya yönelik ticareti ellerinde tutuyorlardı. Eski çağlarda servet ve refahları ile meşhur olmaları işte bundandı. Hatta öyle ki, Yunan tarihçilerine göre o devirde dünyanın en zengin kimseleri bunlardı. Ticaret ve alışverişin yanında, ulaştıkları bu refahın başka bir nedeni de ülkelerinin birçok yerinde barajlar inşa etmiş ve sulama maksadıyla yağmur sularını toplamış olmalarıydı. Bu tesislerle ülkeyi gerçek bir bahçeye çevirmiş bulunuyorlardı. Yunan tarihçileri, Sebeliler ülkesinin olağanüstü yeşilliklerine dair ayrıntılı bilgileri bize kadar ulaştırmışlardır. (ANSİKLOPEDİLER)
Hüdhüd’ün ayetteki “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim” ifadesinden, Süleyman peygamberin Sebe’ hakkında hiç bilgisi olmadığı değil, Sebeliler hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığı anlaşılmalıdır. Zira Süleyman peygamberin babasının [Davud peygamberin] mezmurlarında “Sebe’”den bahsedilmektedir:

Mezmurlar; 72/1- 12:

1- Ey Tanrı, adaletini krala, doğruluğunu kral oğluna armağan et.
2- Senin halkını doğrulukla, mazlum kullarını adilce yargılasın!
3- Dağlar, tepeler, halka adilce gönenç getirsin!
4- Mazlumlara hakkını versin, yoksulların çocuklarını kurtarsın, zalimleriyse ezsin!
5- Güneş ve ay durdukça, kral kuşaklar boyunca yaşasın]
6- Yeni biçilmiş çayıra düşen yağmur gibi, toprağı sulayan bereketli yağmurlar gibi olsun!
7- Onun günlerinde doğruluk serpilip gelişsin, Ay ışıdığı sürece esenlik artsın!
8- Egemenlik sürsün denizden denize, Fırat`tan yeryüzünün ucuna dek!
9- Çöl kabileleri diz çöksün önünde, düşmanları toz yalasın.
10- Tarşiş`in ve adaların kralları ona haraç getirsin, Saba ve Seva kralları armağanlar sunsun!
11- Bütün krallar önünde yere kapansın, bütün uluslar ona kulluk etsin!
12- Çünkü yardım isteyen yoksulu, dayanağı olmayan düşkünü o kurtarır.


SEBE’ HÜKÜMDARININ SAHİP OLDUĞU İMKÂNLAR

Hüdhüd’ün Sebe’ hükümdarı için kullandığı “Kendisine her şeyden verilmiş” ifadesi bir mübalağa olup bu ifadeden, krallığa ülkenin ihtiyacı olan her şeyden bir miktar verilmiş olduğu anlaşılmalıdır. Hatırlanacak olursa, böyle mübalâğalı bir ifade 16. ayette de Süleyman peygamber için kullanılmış idi.

SEBE’ MELİKESİNİN TAHTI

Hüdhüd, Sebe melikesinin tahtını “ العظيمazîm [çok büyük]” olarak nitelemek suretiyle, ülkenin genişliğini, zenginliğini ve idarecisinin üstün seviyeli ve dirayetli birisi olduğunu anlatmak istemiştir. Ancak bazıları bu ifadeyi “fiziksel büyüklük” ve “güzellik” olarak anlamış ve ortaya bu anlayışa uygun abartılı nakiller çıkmıştır:

İbn Abbas dedi ki: Bu kadının tahtının uzunluğu seksen zira`, eni de kırk zira` idi. Yukarı doğru yüksekliği de otuz zira` idi. İnci, kırmızı yakut ve ye*şil zebercetle süslü idi.
Katâde dedi ki: Ayaklan inci ve cevherdendi, üstündeki örtüler ise ince ve kalın ipektendi. Üzerinde de yedi tane kilit vardı.
Mukatil dedi ki: Tahtı seksene seksen zira` idi, yerden yüksekliği de sek*sen zira` idi. Mücevherlerle süslenmişti,
İbn İshak dedi ki: Ona kadınlar hizmet ederdi. Beraberinde ona hizmet etmek için altı yüz kadın vardı. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an )

Hüdhüd’ün Sebe’ hakkında verdiği bu bilgiler, yukarıda söylediğimiz gibi onun din ve siyaset yönünden donanımlı bir kimse olduğunu göstermektedir.

27, 28. Ayetler:

O [Süleyman] dedi ki: “Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. Şu mektubumu götür, onu kendilerine bırak, sonra onlardan biraz geri çekil de bak, neye dönecekler.”

Süleyman peygamberin ayetteki ifadesine dikkat edilecek olursa, onun Sebe’ ülkesinin zenginliğiyle ilgilenmediği, yalnızca şeytanın onları Allah’a secdeden engelleyerek güneşe taptırdığı ile ilgilendiği görülmektedir.
Süleyman peygamber, Sebe’ halkını saptırmış olan şeytana karşı bir girişim başlatmış ve yolladığı mektupla halkı şeytana karşı tavır almaya yöneltmiştir. Süleyman peygamberin mektubu götürecek olan görevliye verdiği talimat, “Onu kendilerine bırak, sonra onlardan biraz geri çekil de bak” şeklindedir. Bu ifadede kullanılan “kendileri” ve “onlardan” zamirlerinin çoğul olması, mektubun sadece Melike’ye değil, tüm Sebe’ halkına yönelik olduğunu anlatmaktadır.
Kur’an’da sadece bu kadar bilgi verilmişken bazıları Hüdhüd’ün mazgal deliğinden Melike’nin odasına girdiğini, mektubu onun yanına attığını, sonra da pencerede saklanıp neticeyi gözlediğini ileri sürmüşlerdir.

29–31. Ayetler:

O [Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ melikesi]: “Ey ileri gelenler! Şüphesiz ki bana kesinlikle çok saygın / şerefli bir mektup bırakıldı. Şüphesiz ki o [mektup] Süleyman’dandır ve ‘Bana karşı büyüklük taslamayın, teslimiyet göstererek / Müslüman olarak bana gelin!’ diye Rahman ve Rahîm Allah adınadır” dedi.

Süleyman peygamberin mektubunda yer alan “Bana karşı büyüklük taslamayın” cümlesi, Allah’a karşı büyüklük taslamayı ifade etmektedir. Çünkü mektup, elçi tarafından Allah adına yazılmıştır. Zaten ayetin teknik yapısından çıkan gerçek anlam da budur. Rabbimiz bu mesaja benzer bir ifadeyi başka bir ayette şöyle bildirmiştir:

Duhan 17–21: Ve ant olsun ki, Biz onlardan önce Firavun kavmini fitnelendirdik. Ve onlara çok saygın bir elçi gelmişti: “Allah’ın kullarını bana geri verin. Şüphesiz ben sizin için gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah’a karşı üstünlük taslamayın. Şüphesiz ki ben size apaçık bir güç getiriyorum. Ve Şüphesiz ben, beni taşlamanızdan dolayı benim Rabbime, sizin Rabbinize sığındım. Eğer siz bana inanmazsanız hemen yanımdan uzaklaşın.”

Burada mektubun içeriği kadar, niteliği ve Hüdhüd’ün bu mektubu nasıl taşıdığı da önemlidir ve üzerinde durmayı gerektirmektedir. Çünkü piyasada bu konuya dair birçok abartılı nakil mevcuttur:

ABARTILAR

Rivayet olunduğuna göre, Hüdhüd oraya ulaştığında bu kraliçenin etrafının duvarlarla kapatılmış olduğunu gür*dü. Belkıs`ın güneşe ibadeti dolayısı ile doğduğunda güneşin girmesi için duvarda bırakmış olduğu bir küçük boşluğa gitti. Rivayete göre Belkıs uy*kuda iken mektubu bıraktı. Belkıs, uyandığında mektubu gördü ve bundan dola*yı korkuya kapıldı. Uykudayken birilerinin yanına girdiğini zannetti. Uyku*dan kalktığında kendisinde bir değişiklik görmedi. Güneşin durumunu öğ*renmek üzere duvardaki boşluğa bakınca, Hüdhüd’ü gördü ve böylelikle du*rumu anladı.
Vehb ile İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: Onun güneşin doğuş yerine ba*kan bir duvar boşluğu vardı, güneş doğdu mu secde ederdi. Hüdhüd bu boşluğu kanadıyla kapattı, güneş yükseldi. Belkıs bunun farkına varmadı, gü*neşin doğuşunun geciktiğini anlayınca, ayağa kalkıp oraya baktı. Hüdhüd de mektubu ona attı. Mektubun üzerindeki mührü görünce, titredi ve boyun eğ*di. Çünkü Süleyman (a.s)`ın mülkü mühründe idi. Mektubu okuduktan son*ra kavminin ileri gelenlerini topladı ve (âyette) daha sonra gelecek olan söz*lerle onlara hitabetti.
Mukatil de dedi ki: Hüdhüd mektubu gagasıyla taşıdı. Etrafında askerle*ri ve kumandanları bulunduğu sırada kadının tepesinde duruncaya kadar uç*tu. Herkesin gözü önünde bulunduğu yerde kanatlarını çırpıp durdu. Kadın da başını kaldırıp ona bakınca mektubu göğsünün üzerine bıraktı. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an )

Yukarıda verilen nakillerdeki abartıların boyutlarını görmek için konuya akılcı yaklaşmak ve önce şu soruların cevaplarını aramak gerekmektedir: Bu mektup neyin üzerine, hangi yazı ile ve hangi yazı malzemesi ile yazılmıştır? Fazla araştırma yapmaya gerek kalmadan, bu soruların cevaplarını “yazı”nın tarihî gelişimi ile ilgili bilgiler arasında bulmak mümkündür.
Olayların geçtiği çağda kullanılan yazı çivi yazısı veya hiyeroglif, yazı malzemesi de taş levha, kil tablet, papirüs veya hayvan derisidir. Çinliler tarafından M.S. 1. yüzyılda icat edilecek olan kâğıt henüz o dönemde mevcut değildir. Bu faktörler yüzünden Süleyman peygamberin Melike’ye yazdığı mektup Hüdhüd kuşunun taşıyamayacağı bir hacimde olmak durumundadır. O çağdaki hangi yazı malzemesi üzerine yazılırsa yazılsın, bu mektubu güvercin büyüklüğündeki bir kuşun Filistin’den Yemen illerine taşıyabilmesi mümkün değildir. Arkeolojik araştırmalar sonucu bu mektup bulunup gerçek anlaşılıncaya kadar bizim ağırlıklı kanaatimiz şu yöndedir: O günkü yazı malzemelerinden birine yazılmış olan bu mektup muhtemelen Yemen’e at, eşek, deve gibi o zamanın ulaşım araçlarından biriyle ve Hüdhüd’ün himayesinde gönderilmiş olmalıdır.

32. Ayet:

O [Melike] dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bu işimde bana fetva verin. Siz bana tanık olmadan hiçbir işi kestirip atmam.”

Bu ayette “şûra” yönteminin güzel bir örneği anlatılmaktadır. Süleyman peygamberden Allah adına İslâm’a girme daveti içeren mektubu alan bayan yönetici, durumu derhal şûra üyelerine bildirmiştir. Ayetteki ifadesinden, kraliçenin şura üyelerine son derece itibar ettiği anlaşılmaktadır.
Ayette “ileri gelenler” olarak çevirdiğimiz “mele’” sözcüğü aslında “depo” demektir. İleri gelenler burada, yönetim bilgileriyle dolu olmaları sebebiyle mecazen “depo” sözcüğüyle adlandırılmışlardır. “Mele’” sözcüğü ile ilgili geniş açıklamamız Sad suresinin tahlilinde verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c.2. s.321, 322 )

DANIŞMA [MÜŞAVERE]

Bu ayette işaret edilmek suretiyle önemi belirtilen şûra, Rabbimiz tarafından peygamberimize, dolayısıyla da bizlere açıkça emredilmiştir:

Âl-i Imran 159: İşte sen (o zaman), sırf Allah’ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için mağfiret dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et. Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever.

Şûra 38, 39: Ve onlar, Rabblerinin çağrısına cevap verirler, salatı ikame ederler; onların işleri de kendi aralarına şûra iledir. Ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak ederler.
Ve onlar, kendilerine bağy [bir zulüm ve saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşırlar.

Müşavere özellikle savaşta çok eskiden beri uygulana gelen bir usuldür. Çünkü şûradan güç doğar.

33. Ayet:

Onlar [ileri gelenler] dediler ki: “Biz, kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaş erbabıyız, buyruk ise senindir; artık ne emredeceğini düşün!”

İleri gelenlerin buradaki ifadeleri, onların beden güçlerine, alet edevatlarına, silâhlarına güvendiklerini göstermekte ve savaştaki yiğitliklerini, sebatlarını anlatmaktadır. Rivayetçiler bu konuyu da abartmışlardır:

İbn Abbas dedi ki: Onlardan herhangi birisi, gücünün bir göstergesi ola*rak atını koşturur, nihayet en hızlı koştuğu bir sırada bacaklarını kapatır ve gücü ile atını durdururdu. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an )

34, 35. Ayetler:

O [Melike]: “Hiç şüphesiz ki krallar bir memlekete girdikleri zaman hemen orayı bozarlar ve halkının ulularını hakir kılarlar. Onlar da böyle yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de, bakalım gönderilenler [elçiler] ne ile dönecekler?” dedi.

İleri gelenlerin savaş yanlısı fikirlerine karşı Melike’nin meseleye sulh ile bir çıkış yolu bulmak istemesi, tüm insanlığa ve tüm zamanlara ibret olacak niteliktedir.
Bu ayetler açık ifadelerle başka ülkelere giren zalim işgalci ve sömürgecilerin o ülke halkına karşı uyguladıkları baskı ve şiddeti en mükemmel bir şekilde nakletmektedir. Bu anlayış tarih boyunca hiçbir zaman değişmemiştir. Beş bin sene evvelki emperyalist zihniyet ile bugünkü emperyalist zihniyet ve bunların kullandıkları yöntemler arasında fark gözükmemektedir. İşgaller hiçbir zaman müstemlekelerin yararına olmamış, işgal edilen ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının ele geçirilmesi işgalcilerin değişmez amaçları olmuştur. Sömürgecilerin bu amaçlarına ulaşması ise sömürgelerdeki halkların yok olması anlamına gelmektedir. Şöyle ki:
Sömürgeler önce yerli işbirlikçilerin de yardımıyla kendi imkânlarından pay alamaz duruma getirilir. Bu yolla kuvvetsiz bırakılan, zayıflayan sömürge her türlü direncini kaybeder. Kendisine refah, güç sağlayacak kaynaklardan yoksun bırakılan sömürge için artık yok olma süreci başlamış demektir. İkinci aşamada ülkenin saygınlığını sağlayan bağımsızlık ilkeleri yok edilir. Bunlar yapılırken bir taraftan da ülke halkına kölelik, dalkavukluk, ihanet, jurnalcilik gibi aşağılık davranışlarla köşe dönme felsefesi benimsetilir. Böylece halkın iyice yozlaşıp soysuzlaşması sağlanır. Artık her türlü insanî değerini yitiren bir halkta sömürücü emperyalistlerin kültürlerine karşı hayranlık uyandırmak çok kolaydır. Hayranlıkla başlayan bu süreç zamanla asimilasyonu getirir, asimilasyon tamamlandığında ise o toplum artık ecelini tamamlamıştır; tarihten silinir, yok olur gider.

36, 37. Ayetler:

O [Elçi] Süleyman’a gelince, o [Süleyman]: “Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? İşte, Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Bilakis siz, hediyenizle böbürlenirsiniz. Onlara geri dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları kesinlikle hor ve hakir olarak çıkarırız!” dedi.

Ayetlerden anlaşıldığına göre, Sebeliler Süleyman peygamberin karar değiştireceğini sanarak ona bir takım hediyeler göndermişlerdir. Ne var ki, Süleyman peygamber kendi adına değil de Allah adına hareket ettiği için, gönderilen bu hediyelerle ilgilenmemiştir. Onun amacı, Allah’ın astlarından güneşe tapan bu topluluğa doğru yolu göstermektir. Hiç bir Allah elçisinin tebliğine karşılık bir ücret alması mümkün olmadığı gibi, Süleyman peygamberin de Sebelilerden hediye kabul etmesi söz konusu değildir.
Kur’an’da Melike’nin gönderdiği hediyelerin neler olduğundan söz edilmemesine karşılık, rivayet mekanizması yine boş durmamış ve hediyelerin ne kadar altından, ne kadar gümüşten oluştuğu hakkında listeler üretilmiştir.
Bu olayda, “dinde zorlama yoktur” ilkesine göre dileyenin Allah’a, dileyenin de aya, güneşe tapabileceği; buna karşılık, Süleyman peygamberin ise gönderdiği mektupla dinde zorlama yaptığı düşünülebilir. Fakat bu düşünce doğru değildir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ayetteki Şeytan da göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar hidayete eremiyorlar” ifadesidir. İfadeden kolayca anlaşıldığı gibi, orada bir şeytan vardır ve o şeytan halkın özgür iradesiyle davranmasını engelleyerek onları Allah’tan uzaklaştırmakta ve güneşe taptırmak için faaliyet göstermektedir. Allah’a savaş açmak anlamına gelen bu durum ise müdahale edilmesi ve ortadan kaldırılması gereken bir fitnedir.
Ayette şeytan olarak nitelenen kişinin kimliğine ait henüz bir bilgimiz yoktur.

38, 39. Ayetler:

O [Süleyman] dedi ki: “İleri gelenler! Onlar teslim olanlar olarak bana gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirir?”
Cinlerden bir ifrit: “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim” dedi.

Bu ayetlerde, gönderilen hediyeleri reddettikten sonra Süleyman peygamberin Melike’nin tahtını kimin getireceği hususunda kurmaylarıyla yaptığı görüşmeler nakledilmektedir.
39. ayette cinlerden bir ifritin “Sen makamından kalkmadan” şeklindeki ifadesi, klâsik kaynaklardaki ve bu kaynakları peşinen doğru kabul edenlerin eserlerindeki gibi “sen yerinden kalkmadan” anlamında olmayıp “sen iktidar koltuğundan kalkmadan”, yani “sen iktidarda iken, sen iktidardan düşmeden, senin iktidarın döneminde” demektir.
“ مقامMakam” sözcüğü, “ قومkavm [oturur durumdan ayağa kalkma]” sözcüğünün ism-i mekân kalıbı olup sözcüğün esas şekli “ مقومmakvem”dir. Dolayısıyla “ مقامmakam” sözcüğünün anlamı “kalkılan, ayakta durulan yer” demektir. Bu sözcük tek başına kullanıldığında, verdiğimiz sözcük anlamına; izafetli kullanıldığında ise “mevki, konum” anlamına gelir. Sözcüğün Arapçadaki kullanımı aynen Türkçede de söz konusu olup “makam arabası”, “makam odası”, “başbakanlık makamı”, “savcılık makamı”, “şahitlik makamı”, “adlî makamlar”, “idarî makamlar”… gibi hep izafelidir.
“ قومKavm” sözcüğünün karşıt anlamlısı “ جلوسcülûs [ayakta duranın oturması]” sözcüğü olup “bir makama tayin olma, göreve başlama, makam koltuğuna oturma” anlamında kullanılır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu döneminde padişahların tahta çıkışlarına “cülûs-u hümayun” denmiş ve bu olaylar için “cülûs törenleri” düzenlenmiştir.
“Makam” sözcüğü Kur’an’da 14 yerde geçmektedir. Sözcük altı yerde yalın hâlde ve “yer” anlamında kullanılmıştır. Diğer sekiz yerde ise izafetli olarak “mevki, konum” anlamında kullanılmıştır. Konumuz olan 39. ayetten başka, sözcüğün “mevki, konum” anlamında kullanıldığı ayetler şunlardır: Bakara/125, Âl-i Imran/97, Rahman/46, Naziat/40, Maide/107, Yunus/71, İbrahim/14. Bunlardan iki tanesinin meali aşağıdadır:

Âl-i Imran 97: Onda apaçık deliller; İbrahim’in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir.

Rahman 46: Ve Rabbinin makamından korkan kimseler için iki cennet vardır.

Sonuç olarak, 39. ayette izafetli kullanılmış olan “makam” sözcüğü de, yukarıda meallerini sunduğumuz ayetlerdeki “makam” sözcükleri gibi “mevki, konum” anlamındadır.

“ عفريتİfrit” sözcüğü, özet bir ifadeyle, “akranlarını ezip geçen, onları zelil kılan kötü adam” demektir. (Lisanü’l-Arab, c.6, s.326-331, “afr” mad.) İsrail ülkesindeki yabancılardan olan bu kişinin (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:392-397) ayetteki “Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim” ifadesi, “Onu taşıyabilirim, hiçbir şeyi kırmadan, dökmeden, olduğu gibi getirebilirim; alıp kaçmam, ihanet etmem” anlamına gelmektedir.



40. Ayet:

Kitap’tan yanında bilgi olan kimse: “Ben onu sana bakışın kendine dönmeden önce getiririm” dedi. Sonra o [Süleyman] onu [Melike’nin tahtını] yanında durur bir hâlde görünce: “Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni belâlandırmak için Rabbimin fazlındandır. Ve kim şükrederse hiç şüphesiz kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse hiç şüphesiz ki Rabbim çok zengin ve Kerim’dir.”

“Kitaptan bilgisi olan kişi”nin ayette nakledilen “ قبل ان يرتدّ اليك طرفكKable enyertedde ileyke tarfuke”şeklindekiifadesi, klâsik meal ve tefsirlerde görüldüğü gibi “gözünü açıp kapamadan”demek olmayıp “senin bakışın kendine dönmeden önce” demektir. Yani; “Sen bu işi kafandan silmeden önce; sen şimdi aklına Sebe’ melikesi ve ülkesini taktın, başka bir şey düşünmüyorsun ve gözün hiçbir şey görmüyor; başka bir konuyla ilgilenmiyorsun, kendine dönüp bakmıyorsun ya, işte ben bunu sen kendine bakmadan yani bunu kafandan silmeden, gündemden düşürmeden sana getiririm” demektir.
“İfrit” ve “bilgin kişi”nin özel kimlikleriyle ilgili olarak da mesnetsiz birçok rivayet üretilmiştir. Bunların şu ya da bu kişi olmalarının bir önemi yoktur. Asıl önemli olan ve dikkate alınması gereken, ayetlerin temel mesajlarıdır. Ayrıca bu ayetlerin keramet ve mucize gibi şeylerle hiçbir ilgisi yoktur. Dolayısıyla bu ayetlerin kerametin varlığına delil gösterilmesi ve velâyetin nübüvvetten üstün olduğu iddiası yanlış ve abestir.
Kur’an’da olayların gelişimlerindeki zaman aralıkları belirtilmemiş ve tahtın ne zaman, nasıl ve kim tarafından getirildiği hususlarında bilgi verilmemiştir. Ancak tahtın Süleyman peygambere getirilişinin “bilgin kul”un konu edildiği ayette yer almasına bakılarak onun “bilgin kul” vasıtasıyla getirilmiş olduğu söylenebilirse de, “bilgin kul”un konuşması ile tahtın getirilişi arasında geçen zaman konusunda bir şey söylemek mümkün değildir. Muhtemeldir ki, tahtın getirilişi bir anda olmamış, uzun bir süreçte gerçekleşmiştir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla