Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 10:47 PM   #1
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart Beled Suresine giriş..

35 (90). BELED SÛRESİ MEKKÎ, 20 ÂYET

Hakkı Yılmaz'ın Beled (Belde,Şehir) Sûresi
-1.Bölüm.
05 Ekim 2017 tarihinde yayınlandı

Beled (Belde,Şehir) Sûresi-1.Bölüm.
Rasulullah’ın şahsına münhasır âyetler.
Parantez cümlesi, âyet sonunda okunmalı.
Beled sûresinde Kasem fiili kullanılmıştır.
İnsanın sıkıntı içinde yaratıldığı nasıl ispatlanır?
Baba-Oğul deyimi nasıl anlaşılmalıdır?
Hüzün yılları. (Tecrid, ambargo)
Kebed:Ciğer acısı.
Hıll: Hulül etme.(İçinde yaşama) Ayrıca Helâl anlamı da olabilir.
O İnsan tipi. (Güç yetiremez mi sanıyor?)
İbret alınacak bir anekdot. (Hafız dede)
Kur’ân âyetleri hayatta olan insanlara hitap ediyor.
Tağa: Haddi aştı. (Mağrur insan tipleri)
Yığın yığın mal ne için heder edilir? (Malvarlığını düşmanlık için harcayanlar.)
Lübed: Keçe.
İki göz,bir dil,iki dudak: Akıl ve bilgi kaynağı.
Necdeyn:Belirgin iki yol. (Kehf 29-31,Hûd 28)


Hakkı Yılmaz'ın Beled (Belde,Şehir) Sûresi-2.Bölüm
13 Ekim 2017 tarihinde yayınlandı.

1. Akabe: Sarp yokuş. (Dünya perestler için çetin bir yol)
2. İktihâm: Kendisi için zor yola girişmek.
3. Cennetin bedeli= Can ve mal. (Tevbe 111-113, Saff 10-13)
4. Fekkü rakabe: Köle azad etmek. Rakabe:Boyun.
5. Her insan yaptıkları ile rehindir. (Ashab-ı yemin olanlar kurtulmuştur.)
6. Kölelik hakkında kısa bir açıklama.
7. İradesini şeyhine veya patronuna bağlayanın durumu.
8. Köleliğin kaynağı şirktir.
9. Sürünen yetimin doyurulması.(Çalışacağı iş yok)
10. Akrabalığın korunması.(Akrabalık din kardeşliğinden önce gelir)
11. Mirasta yetîm hakkı. (Veraset vergi sisteminde düzenleme yapılmalı.)
12. Yetimler, nasıl üvey evlât edinilir?
13. İnfak: Nafakalandırma. (Âl-i İmran 92)
14. Ebû Bekir hakkında tarihçi İbn-i İshak dan bilgi.
15. Sabır ve merhametin tavsiyeleşilmesi.
16. İşteşlik=Grup Terapisi. (Nisâ 124, Nahl 97, Kehf 105)
17. Kapıları kapatılmış ateş. (Âyetleri ört-bas edenlerin durumu) (Kehf 29)
18. Beled sûresinin güncel mesajı.



GİRİŞ
Adını 1. âyetteki البلد [el-Beled] sözcüğünden alan sûrenin gerek 1-4. âyetlerinde Peygamberimize verilen mesaj, gerekse 13-16. âyetlerinde bütün insanlığa verilen mesajlar göstermektedir ki, sûrenin indiği dönem, Müslümanların kuşatma altında tutuldukları sıkıntılı bir dönemdir.
Diğer Mekkî sûreler gibi bu sûrenin konusu da “hesap ve ceza gününe inananlar” ile “inanmayanlar”ı, gösterdikleri özellikleri itibariyle birbirlerinden ayırmak ve inananların inançlarını kuvvetlendirmektir. Ayrıca “sıkıntılara göğüs germek” konusu da Peygamberimize yönelik farklı bir üslûpla işlenmiştir.
Kitaplar dolusu anlatımla ifade edilebilecek meseleler, Beled sûresi'nde kısacık cümlelerle ve etkili bir şekilde ifade edilmiştir. Bu yönüyle sûre, “icaz” sanatının muhteşem örneklerinden biridir.

RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA

MEAL:

1-4Düşündüğünüz gibi değil; bu kentte yaşayan insanların tümünü, ilk insandan bu yana üremiş gelmiş insanların tümünü kanıt gösteririm ki Biz, insanı gerçekten bir sıkıntı içinde oluşturduk. Sen de bu insanlardan birisin; sen de sıkıntı içinde olacaksın.
5O, kendisine karşı kimse asla güç yetiremez mi sanıyor;
6“Ben, yığın yığın mal heder ettim” diyor! 7O, kimsenin kendisini asla görmediğini mi sanıyor?
8,9Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?
10Ve Biz ona belirgin iki yolu gösterdik.
11Fakat o, o sarp yokuşa saldırmadı.
12Ve o sarp yokuşun ne olduğunu sana ne bildirdi?
13Köleyi özgürleştirmektir 14,15veya salgın bir kıtlık gününde yakında bulunan bir yetime 16veya topraklara düşmüş; sürünen yoksula, işsize yemek yedirmektir. 17Sonra da iman edip de sabrı tavsiyeleşenlerden ve merhameti tavsiyeleşenlerden olmaktır.
18İşte bunlar, mutluluk, yüksek mertebe sahipleridir.
19Âyetlerimizi örtbas edenler de uğursuzluk-şomluk yâranının ta kendileridir. 20Üzerlerinde kapıları sımsıkı kapatılmış bir ateş vardır.

TAHLİL:

1-4Düşündüğünüz gibi değil; bu kentte yaşayan insanların tümünü, ilk insandan bu yana üremiş gelmiş insanların tümünü kanıt gösteririm ki Biz, insanı gerçekten bir sıkıntı içinde oluşturduk. Sen de bu insanlardan birisin; sen de sıkıntı içinde olacaksın.

1-4.ayetlerin lafzi manası, “Hayır! Bu beldeye, –ki sen de bu beldeye girmektesin– babaya ve doğana yemin ederim ki, Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık.” Şeklinde olup biz mecazi anlamları meal olarak sunduk.

Hayır!
Sûrenin لا [lâ=hayır] edatı ile başlamasından anlaşılmaktadır ki, ortada tartışılmakta olan bir mesele ve bu meseleyi tartışan kimseler vardır. Kıyâmet sûresi'nin tahlilinde de söylediğimiz gibi, cümlenin başındaki lâ [hayır] edatı, tartışılan konuda ileri sürülen yanlış düşüncenin reddine yöneliktir. Tartışılan konunun ne olduğu, sûrenin ikinci bölümü olan 5-20. âyetlerden anlaşılmaktadır. Buna göre, sahip oldukları fazlalıklar, mal-mülk, evlât ve benzeri sebeplerle dünyaya aşırı bağlanan insanlar, kimsenin kendilerine güç yetiremeyeceğine ve kendilerini hesaba çekemeyeceğine inanmakta ve inananlarla bu konuda tartışmaktadırlar. İşte bu yüzden sûre de inançsızların bu fikirlerini reddeden lâ [hayır] edatı ile başlamıştır.
Bu beldeye, babaya ve doğana yemin ederim ki,

Bu kasem cümlesinin kasem bölümünü oluşturan belde, baba ve doğan, kasem cümlesinin cevap bölümünde ileri sürülen, Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık tezine kanıt gösterilmiştir.
Kasem cümlesinin ilk öğesi olan bu cümle hakkında, “Mekke'nin veya bazı kimselerin faziletine dikkat çekilmiştir” deyip geçmek yerine, kasem cümlesinin temel özelliği göz önünde tutularak cümlenin daha iyi tahlil edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

BELED: بلد [beled] sözcüğü Arap dilinde “memleket, şehir, büyük köy [içinde toplanılan, yaşanılan bölge], göğüs, iki kaşın arasındaki kılsız bölge, arazi, kabir” gibi anlamlarda kullanılır. Sözcüğün bu cümlede, “yerleşim alanı” anlamında kullanıldığı tartışmasızdır.

Klâsik kaynakların çoğunda cümlenin kasem cümlesi olduğu dikkate alınmadan, el-beled sözcüğünün başındaki ال [el] edatı “ahd” anlamında kabul edilmiş ve söz konusu beldenin, “Mekke” şehri olduğu ileri sürülmüştür. Maalesef sonradan oluşturulan dirâyetsiz eserlerde de bu kabul aynen sürdürülmüştür. Oysa kasem cümlesinin tüm ögeleri ile kasem cümlesinin mesajı dikkate alındığında bu görüşün yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Doğru olanı, cümledeki el edatının istiğrak için olduğunun kabul edilmesi ve البلد [el-beled] sözcüğünün dünyadaki tüm yerleşim birimlerini sembolize ettiğinin anlaşılmasıdır. Zira kaseme cevap bölümünde ileri sürülen tez, yani Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık tezi, sadece Mekke'de değil, dünyanın her yerinde geçerlidir. Dolayısıyla, insanların sıkıntı içinde yaratılması sadece Mekke şehrine özgü değildir. İnsanların sıkıntı içinde oldukları o belde, dünyanın her tarafındaki beldelerdir, yani beldelerin tümüdür.

BABA ve DOĞAN [ÇOCUK]: Âyette geçen baba ve doğan sözcükleri, klâsik eserlerde yine kasem cümlesinin esas özelliğine aykırı olarak açıklanmıştır:

Baba, “Âdem”, doğan da “onun zürriyeti”dir. (Allah bunlara, yeryüzünde yarattığı en ilginç varlıklar olmaları nedeniyle kasem etmiştir.)
Baba, “İbrâhîm ve İsmâîl”, doğan da “Peygamber”dir. (Çünkü Cenâb-ı Hakk, burada Mekke'ye yemin etmiştir. Mekke'nin banisi İbrâhîm, (en şerefli) sakinleri ise İsmâîl ve Hz. Muhammed'dir.)
Baba “Hz. İbrâhîm”, evlad [doğan] ise “Hz. İbrâhîm'in bütün nesli”dir. (Çünkü o'nun nesli, Arabı da, Acemi de içine alır. Zira İbrâhîm'in tüm zürriyeti, Şam, Mısır, Beyt-i Makdis [Kudüs] ve Arap topraklarının faziletli bölgelerinde oturmuşlardır. Rûmlar da bunlardandır. Çünkü Rûmlar, İsâ b. İshâk'ın çocuklarıdır.)

İbn-i Abbâs gibi bazı Kur’ân bilimcileri ise âyetin orijinalindeki mâ edatını “nefy” için kabul etmişler ve ifadeyi “doğuran ve doğurmayan” şeklinde anlamışlardır.
Bize göre bu ifade ile “bütün babalar ve bütün çocuklar” kastedilmiştir. Çünkü kasem ve kasemin cevabı olan tez dikkate alındığında, sıkıntı içinde olan, istisnâsız herkestir; tüm babalar, doğanlar ve doğuranlardır.

Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık.

Hiçbir insanın tamamen güven ve mutluluk içinde olmadığı, insanın devamlı zahmet, meşakkat, tehlike dolu çetin aşamalardan geçtiği, çünkü insanın meşakkat içinde yaratıldığı anlamına gelen bu ifade, kasemin temel mesajıdır. Ancak âyetteki mesajın iyi anlaşılması, كبد [kebed] sözcüğünün iyi anlaşılmasına bağlıdır.

كبد [KEBED]: Bu sözcük, ilk olarak bir kimsenin başkasının ciğerine vurmasını anlatan كبده [kebedehu] ifadesiyle ve bir kimsenin ciğerinin ağrımasını ya da şişip genişlemesini anlatmak için kullanılan كبد الرّجل كبدا فهو كابد [kebede'r-raculu, kebden fe huve kâbidun] fiil çekimleriyle kullanılmıştır. Ancak daha sonra her türlü sıkıntı ve yorgunluğu ifade etmek için kullanılır olmuştur. Nitekim Arapça'daki مكابدة [mukâbede=zahmet, sıkıntı] sözcüğü de buradan türemiştir. Mecâz ve istiare yönüyle birçok anlamlarda kullanılsa da كبد [kebed] sözcüğü genellikle, “bir şeyin dehşeti, şiddet ve kuvveti” anlamında kullanılır. Hatta sütün katılaşıp sertleşmesi [yoğurt olması] anlamına gelen تكبّد اللّبن [tekebbede'l-lebenu] ifadesinde de كبد [kebed] sözcüğü kullanılmıştır.

Sözcüğün aynı zamanda “istiva, istikâmet, dümdüz oluş, çetin ve güçlü yaratılışlı” anlamlarına geldiğini söyleyenler de vardır. Ancak bu anlamlar sözcüğün türetildiği kök anlamından değil de muhtemelen yöresel kullanımından ortaya çıkmış olabilirler. Zaten kasem cümlesinin ifade ettiği anlam ile tam bir çelişki oluşturacağından, bu anlamların bu âyet için uygun görülmesi mümkün değildir.
كبد [kebed] sözcüğü ile ifade edilen sıkıntının ne olduğu konusunda aşağıdaki türde görüşler ileri sürülmüştür:
* İyi şeylere karşı şükretme, kötü şeylere karşı da sabretme sıkıntısı ile ibâdetleri yerine getirmedeki sıkıntılara göğüs germe gibi dinî sıkıntılar ve zor görevlerdir.
* Ölüm, kabir karanlığı, ölümden sonra diriliş, Allah'a arz olunma ve cennete veya cehenneme gidinceye kadar geçirilen sıkıntılar gibi âhiretteki sıkıntılardır.

Ne var ki, bu görüşlerin kabul edilmesi mümkün değildir. Zira bu görüşlerde ileri sürülen sıkıntılar, İnsan sıkıntı içinde yaratılmıştır tezine kanıt teşkil edemezler, referans gösterilemezler.
İyi düşünülürse, ana rahmine düştüğü andan itibaren meşakkat, sıkıntı ve risk içinde olan insanın çilesiz ânı yoktur; o çile çekerek büyür ve yaşar. İnsanın doğması, doğurması, okuması, okutması, sosyal ilişkileri, hayat mücâdelesi, biyolojik, fizyolojik ve zihinsel sorunları hep çiledir. Zengin insan da dertlidir, fakir insan da... Kral da dertlidir, köle de... Baba da dertlidir, evlât da... Hasta da dertlidir, sıcaktan veya soğuktan şikâyet eden sağlam insan da... Bu zincir böyle uzar gider.
Mademki dünya meşakkat ve sıkıntıdır, hiç olmazsa âhiret hayatı bu sıkıntılardan uzak olmalı, insan orada huzurlu ve mutlu olmalıdır. Zaten dünyada meşakkat ve sıkıntı içinde yaşayanların, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi bir de âhirette aynı meşakkat, sıkıntı, çile ve azapla karşılaşacaklarını düşünmemeleri akıllıca bir davranış olmasa gerektir. Diğer taraftan, dünyada çekilen sıkıntı ve çileler sonunda kısmî de olsa bazı rahatlamalar söz konusu olabilmektedir. Meselâ, gençliğinde çalışan ve çeşitli sıkıntılarla boğuşan insan belli bir yaşa geldiğinde emekli olur ve artık yaşlılığında aynı sıkıntılara katlanmak zorunda kalmaz. Öyleyse insanın ancak bir takım sıkıntı ve meşakkatlerden geçerek amaçlarına ulaşabilmesi, yaratıcının, Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık sözleriyle belirttiği ilâhî bir ilkedir ve kurduğu düzenin değişmez bir vasfıdır.
Bu ilâhî ilke aynı zamanda insanın öldükten sonra mutlaka diriltileceği anlamına da gelmektedir. Çünkü Allah'ın insanı sadece sıkıntılar içinde yaşaması ve çile çekmesi için yaratıp programlamış olması, O'nun rahmetine uygun düşmez. Şu hâlde meşakkat ve sıkıntı yurdu olan bu dünyadan sonra başka bir dünyanın daha olması gerekir. Hiç şüphesiz, bu ikinci dünya âhirettir.

ki sen de bu beldeye girmektesin

Kasem bölümünün içinde bir parantez içi cümle [cümle-i mu'terize] olarak yer alan bu ifadenin iyi anlaşılabilmesi için önce حلّ [hıll] sözcüğünün iyi anlaşılması gerekmektedir. Hıll sözcüğünün çeşitli anlamlarına göre bu ifadenin ne manaya geldiği şu şekillerde sıralanabilir:

1) حلّ [hıll] sözcüğünün “hulûl etme, girme” anlamına göre ifade, “Sen bu beldedesin, oraya girmiş [hulûl etmiş] ve orada konaklamışsın” demektir.

2) Hıll sözcüğünün حلال [helâl] anlamına göre ifade;
A) Kâfirlerin bu beldeye saygı duyup orada herhangi bir saygısız harekette bulunmamalarına rağmen, Allah'ın peygamberlik görevi vererek ikramda bulunduğu Peygamberimize eziyet etmeyi helâl saymaları, başkalarına gösterdikleri saygıyı o'na göstermemeleri ve hatta imkân bulsalar o'nu öldürmeyi bile düşünmeleri yüzünden “Sen onlara helâlsin” demektir.
B) Peygamberimiz yönünden, “Sen bu beldede, Beytullah'a olan saygından ötürü, yapılması haram olan şeyleri hiç yapmadın” demektir.

Katâde ise âyete şu manayı vermiş ve meseleyi şöyle açıklamıştır:
“Sen günahkar değilsin, Mekke'de dilediğin kimseleri öldürmen sana helâldir”: Çünkü Allah Teâlâ, Mekke'nin kapılarını Hz. Muhammed (s.a.s)'e açmış ve Mekke'yi o'na helâl kılmıştır. Böyle bir fetih, o'ndan önce hiç kimseye nasip olmamıştır. Böylece istediğini helâl, dilediğini haram kılmış ve istediği gibi hareket etmiştir. Böylece Kâbe'nin örtüsüne tutunmuş olan Abdullah b. Hatel ile Makîs b. Sababe ve diğerlerini öldürtürken, Ebû Süfyân'ın evine girenleri öldürmeyi haram saymıştır.
Bize göre bu âyet için yukarıdaki anlamlardan tercih edilmesi gerekeni, Sen bu beldedesin, oraya girmiş [hulûl etmiş] ve orada konaklamışsın anlamıdır ki, bu takdirde verilen mesaj şöyle olmaktadır: “Sen de bu ortamda yaşayan babasın, oğulsun. Sen de sıkıntılar içinde yaratıldın, bu konuda senin de bir ayrıcalığın yok, yani bu sıkıntıları sen de çekeceksin.” Bu takdire göre, sıkıntı ve meşakkate dayanmanın insanlığın yaradılışından gelen bir özellik olduğu, peygamberlik makamında bile olsa her insanın bu ilkeye tâbi olduğu bildirilmiş olmaktadır.
Görüldüğü gibi, bu âyetle Rabbimiz câhiller ve kötü niyetliler tarafından Peygamberimize yüklenebilecek “olağanüstü nitelikleri olan insan” anlayışının önüne adeta set çekmiştir. Ne var ki, âyetin bu mesajı tam ters yöndeki yorumlarla mecrasından çıkarılmış ve Peygamberimiz neredeyse olağanüstü niteliklerle donatılmış ikinci bir ilâh konumuna getirilmiştir.

5O, kendisine karşı kimse asla güç yetiremez mi sanıyor;

Peygamberimizi muhatap alan kasem cümlesinden sonra, bu âyetle beraber, âhiret konusunu işleyen yeni bir pasaj başlamıştır. Alak sûresi'nden beri adı verilmeden karakterize edilen yalanlayıcı insan tipi yine karşımızdadır. İnançsızlara uyarı, müminlere de müjde içeren mesajlar devam etmektedir. Bu konunun bu kadar çok tekrarlanmasından, meselenin ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır. Bu pasajın, geçmiş sûrelerdeki aynı içerikli pasajlar ile birlikte okunması, sûrenin daha iyi anlaşılmasına kolaylık sağlayacaktır.

İnkârcının kendisine hangi konuda karşı gelinemeyeceğine inandığı âyette açıklanmamıştır. Acaba inkârcı,
A) “Kendisinin bütün işlerin üstesinden geldiğini ve yapmak istediği bir şey hususunda hiç kimsenin kendisine karşı gelemeyeceğini düşünüp hiç kimsenin kendisinin durumunu değiştiremeyeceğini mi sanıyor?”
B) “Yoksa öldükten sonra onu diriltmeye ve yaptıklarına karşılık vermeye hiç kimsenin kadir olamayacağını mı sanıyor?”

Her iki manaya göre de âyetin başındaki soru, “istifham-ı inkâri” denilen “cevabı beklenmeyen soru” kategorisine girer. Bu durumda cümlenin anlamı şöyle takdir edilebilir: “Sakın öyle sanmasın! Allah onu diriltmeye, yaptıklarının hesabını sormaya ve dünyada da onu rezil etmeye güç yetirendir. O nedenle kendisinin üstünde başka bir güç olmadığına inanmazlık etmesin!”
Âyette o diye bahsedilen kimse, inançsız insandır. Her ne kadar o zamiri, tüm insan cinsi için kullanılıyor olsa da, konu akışı dikkate alındığında bu zamirle başka âyetlerde de sürekli karakterize edilmiş olan mağrur ve kibirli bazı insanların kasdedildiği anlaşılmaktadır.

Çeşitli kaynaklar bu âyetlerin iniş sebebi olarak Ebu'l-Eşedd, Üseyd b. Keledete'l-Cümahî, Amr b. Abdivedd, Velîd b. Muğîre, Ebû Cehl b. Hişâm, Hâris b. Âmir b. Nevfel b. Abdimenaf gibi değişik kişileri göstermiştir. Kaynaklara göre adları değişen bu kişilerin değişmeyen ortak özellikleri “mağrurluk”larıdır.

6Ben, yığın yığın mal heder ettim” diyor!

لبد [LÜBED]: لبد [lübed] sözcüğü, “üst üste yığılmış, istif edilmiş, keçe gibi birbirine geçmiş” demektir. Nitekim Araplar, çok olduğu için tükenmesinden korkulmayan mala,مال لبد [mâlün libedün] derler. Biz de bu sebeple âyetteki مالا لبدا [mâlen lübeden] ifadesini “yığın yığın mal” olarak çevirmiş bulunuyoruz.

Câhiliye dönemindeki Araplar, kendi anlayışlarına göre saygınlık göstergesi ve övünç vesilesi olarak saydıkları konularda çok mal harcamaktan kaçınmazlardı. Meselâ, şairlere büyük ödüller vermek, evlenme ve ölüm törenlerinde binlerce kişiye yemek yedirmek, kumarda kazanılan para veya malı develer keserek kutlamak gibi gösterişe yönelik harcamalar ile festival tarzı eğlenceler, yarışmalar ve benzeri merasimler için yapılan harcamalar bunlardandı. Bu tür harcamalar o dönemin cömertlik alâmeti ve büyüklük işareti sayılır, şairler de böyle harcamada bulunanlara birbirleriyle yarışarak kasideler yazarlardı. Bu husus göz önüne alınmak sûretiyle âyet, “Bu kâfir, mal varlığı ile kibirlenerek ‘yığın yığın mal sarf etmeme rağmen benim için fark etmez, çünkü çok malım var’ diyor” şeklinde veya “Peygamber'e düşmanlık için çok mal harcadığını söylüyor” şeklinde anlaşılabilir.
Bu âyetin, din yolunda sarf edilen malların boşuna bir harcama olduğunu iddia eden ve Peygamber'e (dolayısıyla dine) itaat edilmemesini sağlamak için gayret eden Hâris b. Nevfel'in bir sözüne karşılık olarak indiği yolunda bir görüş daha vardır. Mukâtil b. Süleymân, sırf Peygamberimize eziyet vermek için söylenen ve tarihî kaynaklarca bu âyetin iniş sebebi olarak gösterilen Hâris b. Nevfel'e ait bu sözleri şöyle nakletmektedir:

Hâris b. Nevfel bir günah işlediği zaman Resûlullah'tan fetva isterdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de ona keffâret vermesini emrederdi. Hâris, “Muhammed'e itaat ettiğimden beri keffâret ve o'na uyma yolunda çok mal telef ettim” demişti.

7O, kimsenin kendisini asla görmediğini mi sanıyor?

Yani, büyüklük taslayanlar Allah'ın onları gözetlediğini anlamıyorlar. Hâlbuki Allah onların bu serveti nasıl elde ettiklerini, niçin kullandıklarını, hangi niyetle, ne maksatla ve ne miktarda harcadıklarını en ince ayrıntısına kadar görmektedir.
Bu âyet, 6. âyetin tahlilinde belirttiğimiz gibi, gerek mallarını Peygamber'e düşmanlık için harcayanlara, gerek kendi anlayışlarına göre bir saygınlık elde etmek için harcayanlara ve gerekse sarf etmediği hâlde “Birçok mal heder ettim” diye yalan ile öğünenlere, aslında Allah'ın onları gördüğünü ve bu hareketlerinin cezasını vereceğini haber veren bir tehdittir.
Büyük İslâm bilginlerinden Kelbî ise bu âyet ile ilgili olarak şöyle demiştir:

Bu kimse aslında hiçbir şey harcamamış bir yalancı idi. Bundan dolayı Hakk Teâlâ, “Bu kimse, ne yaptığını ve ne yapmadığını, neyi harcadığını ve neyi harcamadığını Allah Teâlâ'nın görmediğini mi sanır? Hayır, aksine Allah onu görür ve ondan sadır olan hâlin, söylediğinin aksi olduğunu bilir” demek sûretiyle yalanlarını ifşa etmiştir.

8,9Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?
10Ve Biz ona belirgin iki yolu gösterdik.

Bu âyetlerde Yüce Allah, sıkıntı içinde yarattığı insana –özellikle de kuvveti ve malı ile iftihar eden o mağrur insana– lütfettiği nimetlerden bazılarını hatırlatıp yaratılış gayesini göstermekte ve onun her hâlini bilen olarak, yaptıklarının karşılığını vermeye gücünün olduğuna işaret etmektedir.

İKİ GÖZ, BİR DİL VE İKİ DUDAK: Burada sayılan organlar mecâzîdir. Aynı organlar hayvanlarda da olmasına rağmen, onlar Allah'ı tanıyamazlar, âhireti idrak edip inanamazlar, yani sorumluluk bilincinde değillerdir. İnsan ise gözlerini açıp çevresine baktığında gerçeğin işaretlerini görebilir ve yanlış ile doğru arasındaki farkı anlayabilir. Dili ve dudaklarıyla kişiliğini ortaya koyabilir, hissettiğini açıklayabilir. Çünkü bu organların arkasında düşünme ve anlama yeteneği vardır. Dolayısıyla bu organlardan asıl maksat, “akıl ve bilgi kaynağı”dır.

NECDEYN [İKİ BELİRGİN YOL]: نجد [necd] sözcüğü, “dağın tepesi, açık ve işlek yol, yüksek yer, minder, döşeme gibi oturacak yerler, ağaçsız mekân, deneyimli usta kılavuz, yiğitlik, çok terlemek, meme” gibi anlamlarda kullanılır. Burada ise pasajın genel anlamı itibariyle sözcüğün, “açık ve işlek yol [belirgin yol]” anlamını kabul etme zorunluluğu vardır. Nitekim İbn-i Abbâs dışında hiçbir bilgin, bu âyetle ilgili olarak, sözcüğün “meme” dışında diğer anlamlarını dikkate alarak bir açıklama yapmamıştır.
Âyette geçen نجدين [necdeyn] sözcüğü, “iki belirgin yol” anlamına gelmektedir. Bu yollar, hayır ve şer; iman ve küfür, hakk ve bâtıl olarak isimlendirilebilen ve birbirlerinin zıddı olan iki yoldur. Rabbimizin iki yolu ifade eden birçok sözcük içinden necdeyn sözcüğünü seçmesi, bu yolların sıradan iki yol olmayıp dağın doruğu gibi çok uzaktan da görülebilen, çok belirgin iki yol olduğunu belirtmek içindir.
Bu açıklamalardan sonra âyetin takdiri şu şekilde yapılabilir: “Biz insana sadece akıl ve düşünme yeteneği vererek onu kendi kendine yol bulsun diye bırakmadık, aynı zamanda ona yol da gösterdik. Ona önünde bulunan iyilik ve kötülük, doğruluk ve sapıklık gibi birbirinden belirgin şekilde ayrılabilen iki yolu açıkladık ki, düşünerek ve irâdesi ile dilediğini seçsin.”
Bu iki yol Kur’ân'da pek çok yerde değişik ifadelerle dile getirilmiştir:

1-10Kur’ân'ı ve onun yaydığı sosyal aydınlığı, Kur’ân'ı izleyen Elçi ve mü’minleri, Kur’ân ışığı ile aydınlanan toplumları, Kur’ân ışığından yoksun kalan toplumları, bilginleri ve bilginleri yücelten bilgileri, kara cahilleri ve kara cahilleri bu hâle getiren ilke ve anlayışları, benliğini bulmuş kimseleri ve benlik bulduran etmenleri –ki O, ona taşkınlık yapma ve kendini koruma içgüdülerini/günah işleme ve “Allah'ın koruması altında olma yeteneklerini ilham etti– kanıt gösteririm ki, benliğini arındıran gerçekten kurtulmuştur. Onu bilerek reddeden de kesinlikle zarara uğramıştır. (Şems/7-9)


29Ve de ki: “O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin / inanmasın.” Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma/ sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/29)


256Dinde zorlamak/tiksindirmek yoktur; iman, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten; iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûta küfreder; onu tanımaz Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Bakara/256)


28-31Nûh, “Ey toplumum! Hiç düşündünüz mü, ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana Kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa?! –Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?”– (Hûd/28)


Ve Kâfirûn/6, Yûnus/99, Teğâbün/2, Zümer/7, Zümer/15, Fussılet/40, İnsan/2-3, Nahl/9, Secde/13, Mâide/48, Nahl/93, Yûnus/108, İsrâ/15, Nahl/36, Şûrâ/20, Hûd/15-16, İsrâ/18. ayetler.


11Fakat o, o sarp yokuşa saldırmadı.


AKABE: عقبة [‘akabe] sözcüğü, “bâdire, sarp ve çıkılması zor olan yokuş, tehlikeli geçit” demektir.

İKTİHÂM: اقتحام [iktihâm] sözcüğü, “kendisi için zor ve meşakkatli bir işe yönelmek, çetin bir işe girişmek” demektir. Nitekim Arapça'da kullanılan, قحم يقحم قحوما اقتحم اقتحاما تقحّم تقحّما [kahame, yekhumu, kuhûmen, iktehame, iktihâmen, tekahheme, tekahhumen] sözcüklerinin hepsi de, kişinin büyük işlere giriştiğini, zor görevlere teşebbüs ettiğini, zorlukları göğüslediğini ifade eder.
Pasajın söz akışından, Rabbimizin 10. âyette insana gösterdiğini söylediği iki belirgin yol'dan birisinin ‘akabe [zor olan, çetin yol],diğerinin de kolay yol olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda âyet, “o kişi zor işe teşebbüs etmedi, kolay yolu tercih etti” anlamına gelir.
İki belirgin yol'un birincisi olan ‘akabe, “yükseklere giden, fakat zor geçitleri olan meşakkatli bir yol”dur. İnsanın bu yolu aşıp yükseklere çıkabilmesi için nefsine, heveslerine ve şeytânın vesveselerine karşı devamlı bir mücâdele vermesi gereklidir. İkinci yol ise kolaydır. İnsanın bu yola düşmesi için sıkıntıya girmesi gerekmez; kendini serbest bırakıp nefsinin bağlarını gevşetmesi yeterlidir. Böylelikle dalâlete düşen insan, kendisine gösterilen iki yoldan kolayını seçmiş olur ve kendisini uçuruma götürünceye kadar bu yolu izler.
Bu âyet bir taraftan inançsızların pasifliğini, basitliğini vurgularken diğer taraftan da müminlere cennetin yolunu göstermektedir. Ne var ki, gösterilen bu yolun çetin ve zor aşamalardan geçtiğini, cennetin ucuz veya bedelsiz olmadığını da ihtar etmektedir. Cennete varabilmek için kişi ile cennet arasındaki o sarp yokuşun mutlaka aşılması gerekmektedir. Bu da demektir ki, insan cennete ulaşmak istiyorsa para, mal veya emeğini o sarp yokuşu aşmak için harcamalı, nefse kolay gelen, ama insanı kötü ve zararlı bir âkıbete götüren yollarda harcamamalıdır.
Klâsik eserlerde ‘akabe'nin, “âhiretteki yollar”, “cennetle cehennem arasında bir yol”, “cehennemin üstüne konulan bir yol” olduğu şeklinde bazı rivâyetlere de yer verilmiştir. Bize göre, –aşağıdaki âyetlerden de kolayca anlaşılacağı gibi– ‘akabe [sarp yokuş], Kur’ân'da bildirilmiş olan “Allah düşmanlarıyla [hevâ, ins ve cinnden şeytânlar ile] mücâdele yolu”dur.

Konu dost1 tarafından (25. February 2014 Saat 02:31 PM ) değiştirilmiştir. Sebep: Düzeltmeler yapmak.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
ÖmerFurkan Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (6. July 2010)