Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:45 PM   #3
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

6.Gerçekten de insten; çok iyi tanıdığımız kimselerden bazı kimseler, cinden; tanımadığımız yabancı kimselerden bazı kişilere sığınırlar idi. Böylece de, o yabancı kimseler, onların azgınlıklarını, ahmaklıklarını artırırlardı.

Dikkat edilirse “ins” ve cinn” sözcükleri bu ayette “ins-cin” kalıbında kullanılmamıştır. Bu sebeple her iki sözcük de kendi özgün anlamlarıyla, yani “ins” sözcüğü “çok iyi tanıdığımız kimseler” ve “cinn” sözcüğü de “tanımadığımız yabancı kimseler” olarak çevrilmiştir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da, surenin kahramanı olan “cinn”lerin [yabancıların] kendilerini “ins” olarak, tanımadıkları ve kentlerinde ajan olarak dolaşan yabancıları da “cinn” olarak nitelemeleridir. Anlaşıldığına göre, surenin kahramanı olan “cinn” [yabancı] grubunun tanıyıp bildiği insten bazı kişiler, bu grubun tanımadığı [cinnden] bazı kişilere sığınmakta ve onlardan yardım görmekte, akıl almaktadırlar.

RİCAL

“رجال Rical” lügatte “kişiler, kimseler” demektir. Bazıları buradaki “rical” sözcüğünü özelleştirip sözcükle “vadinin sahibi cinnler”in kastedildiğini iddia etmişlerdir. Nitekim bu ayetlerle ilgili olarak klâsik kaynaklardaki açıklamaların başında, İbn-i Abbas’a atfedilen hayli mantıksız bir bilgi verilmekte ve “cinne sığınma” eylemi bu mantıksız bilgi ile ilişkilendirilmektedir. Verilen bilgi, Cahiliye döneminde Arapların ıssız ve ürkütücü yerlerden geçerken veya böyle yerlerde konaklama yaparken “Bu vadinin sahibi olan cinne sığınıyoruz” dedikleri9 ve bu sayede başlarına gelebilecek kötülüklerden korunduklarına inandıkları yönündedir.

Bize göre cahil Arapların bu inanç ve davranışlarının konumuzla bir alâkası yoktur. Çünkü ayette, kendisine sığınılan cinnin bu sığınanları etkileyip sapıklıklarını arttırdığından bahsedilmektedir. Nitekim 7. ayette de görüleceği gibi, cinn kendisine uyanların inançlarını bozmakta, Allah’ın kimseyi peygamber göndermeyeceğine veya kimseyi ölümünden sonra diriltmeyeceğine inandırmak suretiyle onların sapıklıklarını arttırmaktadır. Dolayısıyla ayette bahsi geçen “sapıklık arttıran cinn” ile cahil Arapların korku ile sığındıkları “metruk harabelerin var olmayan cinni” arasında herhangi bir ilişki kurmak çok yanlıştır.

Biz, ayette bildirilen bu “inanç bozan cinn”in, Ebucehil, Velid b. Muğıyre gibi Mekke ileri gelenleri tarafından peygamberimizi etkisiz kılabilmek için çevredeki kentlere, toplumlara gönderilen ajanlar olabileceği kanaatindeyiz.

7.Gerçekten de onlar sizin inandığınız gibi, Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine/ diriltmeyeceğine inanmışlardı.

Bu ayetteki “ ظنّzann” sözcüğü, Arapçanın klâsik kuralı gereği “yakin [kesin bilgi]” anlamındadır.10

Ayette, insanı rüşde kılavuzlayan Kur’an’ı dinleyerek hakikati kavramış olan cinnler [yabancılar], kendilerine yabancı olan ama içlerinde faaliyet gösteren karanlık kişilerin neler yaptıklarını, sürekli saçma şeyler ortaya atarak halkı nasıl yanlışa yönelttiklerini açıklamaktadırlar.

Ayette geçen “ يبعث احداّyeb’ase ehaden” ifadesini iki farklı anlamda değerlendirmek mümkündür. Çünkü “ بعثbeas” sözcüğü “öldükten sonra diriltme” anlamına geldiği gibi, “ölmüş toplumu peygamber göndererek canlandırma” anlamında da kullanılır.

Buna göre ifadenin:

* “Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine inanmışlardı” veya

* “Allah’ın asla kimseyi diriltmeyeceğine inanmışlardı” şeklinde çevrilmesi ve anlaşılması yanlış olmaz. Ancak, Kur’an’da toplam olarak 68 yerde geçen “beas” sözcüğü çoğu yerde “elçi göndermek” anlamına gelmektedir.

213.İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.

(Bakara/ 213)

103.Sonra o elçilerin/ o toplumların arkasından Mûsâ’yı alâmetlerimizle/ göstergelerimizle Firavun’a ve ileri gelenlerine gönderdik de onlar, alâmetlere/ göstergelere haksızlık ettiler. Hele bir bak, o bozguncuların âkıbetleri nasıl oldu!

(A’râf/ 103)

75.Kafile dediler ki: “Onun cezası, kimin yükünde çıkarsa, işte kendisi, onun cezasıdır/o, alıkonur, bedelini kendisi öder. Biz yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara işte böyle ceza veririz.”

(Yusuf/ 75)

94.Ve insanlara yol gösterimi/Kur’ân gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleri engel olur.

(İsra/ 94)

8.Ve gerçekten biz göğe dokunduk da onu kuvvetli bekçiler ve parlak alevlerle doldurulmuş bulduk. 9.Ve hiç şüphesiz ki biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. Peki, şimdi her kim duyum almak için uğraşsa, kendine, gözetleyen parlak bir alev buluyor. 10.Biz de, yeryüzündekilere kötülük mü istendi, yoksa Rableri onlara bir doğruluk mu diledi bilmiyoruz.

Bu ayetlerdeki ifadeden anlaşıldığına göre, Kur’an dinleyerek gerçekleri görmüş ve imana gelmiş olan yabancılar, özeleştiri yaparak Kur’an ile tanışmadan önceki durumlarını dile getirmektedirler. Çünkü konuşmacı olan cinn, daha önce müneccimlik yaptıklarını, umutlarını yıldızlardan alacakları bilgilere bağladıklarını, bu amaçla sürekli rasathanelere oturup beklediklerini, ama göklerin yıldızlarla ve meteorlarla dolu olduğunu, bunlara bakarak istedikleri bilgileri elde edemediklerini, sonuç olarak da hiç kimse için yarının ne getireceğini öğrenemediklerini sayıp dökmektedir.

İşin aslı bu olmasına rağmen bu ayet gurubu hakkında mantık dışı açıklamalar yapılmıştır:

Süheyli’nin naklettiğine göre, Şeytan daha önce yedi kat semaya girip çıkıyordu. İsa’nın doğumuyla ona üç tanesi yasaklandı. Muhammed’in doğumuyla da yedisinin tamamı yasaklandı. Başka rivayetlere göre de Muhammed elçi olunca büyük bir meteor yağmuru meydana geldi. Bu, Taif sakinlerini korkuttu. Ama onların kabile reislerinden biri dedi ki: Eğer bunlar, gecenin karanlığında kendilerine bakarak yolumuzu bulduğumuz yıldızlar ise, bu dünyanın sonu demektir. Aksi halde korkmamız gereken, başka bazı şeyler olmaktadır ve Allah bir şey irade etmiştir.11 Razi de şunları kaydetmektedir:

Cinlerin Göğü Yoklamaları

Yedinci Nev: Cenâb-ı Hakk’ın, “Biz ciddi bir surette göğe erişmek istedik, fakat onu sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak bulduk” (Cinn/8) ayetinin beyan ettiği husustur.

لمس(lems), mess anlamında olup “tecessüs etti, araştırdı, yokladı” manasında istiare yoluyla kullanılmıştır. Çünkü dokunan kimse, arayan ve tanımak isteyen kimsedir. Nitekim Arapçada “Dokundu; dokundu, araştırdı…” denilir. Ki, bunun bir benzeri de “cess” köküdür. Nitekim Arapça’da “Onu gözleriyle takip ettiler; onun hakkında tecessüste bulundular” denir. Buna göre ayetin manası, “Biz, semaya çıkıp da oradakilerin sözlerini dinlemek istedik” şeklinde olur. Hares (الحرس), tıpkı Hadem (الخدم) kelimesinin hizmetçiler anlamına gelmesi gibi, manasında tekil bir isimdir. İşte bundan dolayı müfret olan “ شديداşediden” kelimesiyle nitelenmiştir. Şayet bunun anlamı gözetilmiş olsaydı, o zaman “ شدادا şidaden” denilirdi.

Gökten Kovulmaları

Sekizinci Nev: Cenâb-ı Hakk’ın, “Halbuki, hakikaten biz, dinlemek için, göğün bazı kısımlarında oturacak yerler bulup oturuyorduk. Fakat şimdi, kim dinleyecek olursa, kendisini gözetip duran bir şihabın karşısında bulur” (Cinn/9) ayetinin beyan ettiği husustur. Bu ifade, “Biz dinliyorduk, ama şu anda her ne zaman dinlemek istesek şihablarla kovuluyor ve taşlanıyoruz” demektir.

Şihab

Ayetteki “ شهابا رصدا şihaben rasaden” tabiri hususunda şu izahlar yapılabilir: a- Mukâtil, “Şihabların taşlaması, meleklerin de gözetmesi ile karşılaşırız” manasını vermiştir.

b- Mananın böyle olması halinde kelamın takdirinin “ شهابا رصدا şihaben rasaden” şeklinde olması gerekir. Çünkü “gözetleyiciler” شهاباşihaben’den başka birşey olup راصد râsıd[gözetleyen] kelimesinin çoğuludur.

c- Ferrâ da “Kendisini taşlamak için, gözetleyen bir şihab” anlamını vermiştir ki, buna göre “ رصدا rasaden” kelimesi “ شهابا şihaben” kelimesinin sıfatı olup mef’ûl anlamında bir masdardır.

d- “ رصدا rasaden” kelimesinin ism-i fail anlamında “ راصدا rasıd” olması da mümkündür. Çünkü o cinler için hazırlanmış olunca, sanki onları gözetleyen ve bekleyen gibi olmuş olur. Bil ki biz, bu meseleyi, Mülk/5. ayetinin tefsirinde tafsilatlı bir biçimde ele almıştık.

Şihablar bi’setten önce yok muydu?

Buna göre şayet, “Şuhûblar, Hz. Peygamber (s.a.s)’in peygamber olarak gönderilmesinden önce de vardı. Delili ise şunlardır:

1- Eski felsefecilerin tamamı, şuhublann akmasının sebepleri hususunda pek çok şey söylemişlerdir. Bu, bunların Hz. Peygamber (s.a.s)’in nübüvvetinden önce de mevcut olduğunu gösterir.

2- Mülk Suresi’nin 5. ayeti. Çünkü Cenâb-ı Hak bu sûrede yıldızların yaratılması hususunda iki gayeden, yani tezyîn ve şeytanların taşlanmasından bahsetmiştir.

3- Bu akma batma işi cahiliye şiirinde de yer almıştır. Nitekim Evs b. Hicr “Derken, peşinden, yağmuru sicim sicim eleyen bir birikintisi gelen bir inci gibi kayıverdi, akıverdi” derken, Avf b. el-Hır o da, “Kervan bize, sevgilisiz geliyor. Ya da, kendisini kanın izlediği bir inci gibi burcun (batımı)” beytinde yine şihabdan bahsetmiştir.

Zührî de, Ali İbn Hüseyin’in İbn Abbas’tan şunu rivayet ettiğini söylemektedir: “Bir gün Allah’ın Resulü, Ensâr’dan olan bir topluluk içinde oturuyordu. Derken, bir yıldız aktı da etrafı aydınlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), “Sizler bu gibi şeyler hakkında cahiliyye döneminde ne derdiniz?” diye sorunca, onlar da, “Bizler, (herhalde şu anda), “Büyük bir zat doğdu veya öldü” derdik” dediler. Biz bu hadisi, Cenâb-ı Hakk’ın Mülk 5. ayetinin tefsirinde sonuna kadar yazıp ele almıştık.

Bunlar sözlerine devamla şöyle demektedirler: “Bütün bu sebeplerle, ‘şuhub’un Hz. Peygamber (s.a.s) peygamber olarak gönderilmeden önce de mevcut olduğu sabit olmuştur. Binaenaleyh, bu hadisenin Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamber olarak gönderilmesine tahsis edilmesinin manası ve hikmeti nedir denilirse, buna şu iki mukaddime ile cevap verebiliriz:

Birinci Mukaddime: Bu şihablar Hz. Peygamber (s.a.s)’in peygamber olarak gönderilmesinden önce mevcut değildi. Bu, İbn Abbas (r.a) ile Ubeyy İbn Ka’b’ın görüşüdür. Ibn Abbas’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Cinler göğe çıkıyor ve vahyi dinliyorlardı. Fakat onlar (gökten) bir kelime duyduklarında, ona dokuz tane de ilavede bulunuyorlardı. O tek kelime doğru ve haktı. Ama ilaveler, bâtıl [yalan] idi. Hz. Peygamber (s.a.s) peygamber olarak gönderilince, o şeytanlar [cinler] gökte oturup vahiy dinledikleri o yerlerden kovuldular. Bundan önce ise, o yıldız (kaymaları) görülmüyordu. Bunun üzerine İblis, onlara, “Bu ancak yeryüzünde meydana gelen (önemli) bir hadiseden dolayı olmuştur” dedi ve askerlerini, araştırmak için dört bir tarafa gönderdi. Derken onlar, Resûlüllah (s.a.s), ayakta namaz kılıyorken buldular gördüler…”

Ubeyy b. Ka’b (r.a) da şöyle demiştir: “Hz. İsa (a.s) göğe kaldırıldığından beri, hiç yıldızla taşlama olmadı. Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderilince, yıldızlarla taşlama başladı. Böylece Kureyş, daha evvel görmediği bir hadiseyi görmeye başladı. Dolayısıyla da, “Artık dünyanın sonudur” zannıyla, hayvanlarını salıvermeye, kölelerini azad etmeye başladı. Bu durum, onların büyüklerinden birine ulaştı ve o, “Bunu niçin yaptınız?” deyince, onlar da, “Yıldızlar atıldı [kaydı] ve onları gökte birbiriyle çarpışıyor olarak gördük” dediler. Bunun üzerine o, “Sabredin. Eğer bu bilinen bir yıldız ise, zaman insanların yok edileceği zamandır. Yok, eğer bilinmeyen bir yıldız ise, ortada yeni meydana gelen bir hadise vardır” dedi. Onlar da araştırmaya başladılar ve (koyan-çarpan) o yıldızın, tanınmayan bir yıldız olduğunu anladılar. Durumu o adama haber verdiler. Bunun üzerine o, “Hüküm vermekte acele etmeyin. Böyle bir şey, yeni bir peygamber geldiğinde olabilecek bir şeydir” dedi. Aradan çok geçmeden Ebû Süfyan, mallarının başında olarak geldi ve o topluluğa, Muhammed b. Abdullah (a.s)’ın ortaya çıkıp kendisinin peygamber olarak gönderildiğini [vazifelendirildiğini] iddia ettiğini haber verdi.”

Belki de bu kimseler, evvelki semavî kitapların tahrif edildiğini söylemişler; şeytanları yıldızlarla taşlama mucizesini, sonrakilerin bu kitaplara kattıklarını iddia etmişlerdir. Keza cahiliyye devrine ait nakledilen şiirlerin ise uydurma olduklarını ileri sürmüşlerdir.

Şihabların Artırılması

İkinci Mukaddime: Doğruya en yakın görüşe göre, bu şihablar, Hz. Peygamber (s.a.s)’den önce de mevcuttu. Fakat o, peygamber olarak gönderildikten sonra iyice artırılmış ve en mükemmel, en güçlü hale gelmiştir. İşte bu, ayetin lafzının kendisine delalet ettiği görüştür. Çünkü ayette, “Fakat onu, sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak buldular” buyrulmuştur ki, bu, sonradan meydana gelen hususun doldurma ve çoğaltma olduğunu gösterir. Ayetteki, “Halbuki hakikaten biz, dinlemek için onun bazı kısımlarında, oturacak yerler bulup oturuyorduk” cümlesi de aynı manayı ifade etmekte olup “Biz orada, bazı oturma yerlerini, bekçilerden ve şihablardan boş olarak buluyorduk. Ama şu anda bütün oturma yerleri doldu” demektir. Buna göre, cinleri belde belde dolaşıp bu hadisenin sebebini araştırmaya sevkeden şey, şihablarla püskürtmenin iyice artması ve kendilerinin kulak hırsızlığından tamamen menedilişleridir.

Dokuzuncu Nev (çeşit): Hak Teâlâ’nın şu ayetinin beyan ettiği şeydir:

“Doğrusu biz, yerdekiler için bir şer mi murad ediliyor, yoksa Rableri onlar için bir hayır mı murad ediyor, bilmiyoruz” (Cin, 10).12

LEMS

“ لمسLems” sözcüğü “dokunmak, elle yoklamak”13 demektir. Dokunmak eylemi genellikle bilgi almak, bir nesnenin sertlik, yumuşaklık, sıcaklık, soğukluk yönünden niteliğini öğrenmek amacıyla yapıldığı için, sözcük burada mecazen “bilgi almak maksadıyla gökteki yıldızlarla kurulan temas”ı, yani yıldızların incelemeye alınmasını ifade etmektedir.

EL’AN (ŞİMDİ)

Bu sözcük gökyüzü için değil, “cinn”ler [yabancılar] için kullanılmış olup onların iman etmiş hâllerini ifade etmektedir. Yani, eskiden, gerçek imana ermeden, Allah’ı tanımadan, tevhidi öğrenmeden önce, yıldızlara bakarak bir takım hesaplarla gaybe ait bilgileri öğrendiklerini iddia eden kâhinler tarafından kandırılan bu grup, şimdi, dinledikleri Kur’an sayesinde hem Allah’ı tanımışlar hem de kâhinlerin yıldızlardan bir şey öğrenemediklerini ve onların sadece yalan söylediklerini anlamışlardır. Çünkü kâhinlerin (şimdiye kadar) herkesi, Allah’ın gökte melekleri ile sohbet ettiği, yarının [geleceğin] kimin için iyi, kimin için kötü olacağını konuştuğu, onlarla beraber plan program yaptığı masallarıyla uyuttukları ve gökte yapılan bu plânların emirleri altındaki cinnler tarafından kulak hırsızlığı yapılarak, yani kimseye çaktırmadan dinlenerek kendilerine aktarıldığı palavrasıyla sömürdükleri, Kur’an sayesinde ortaya çıkmıştır. Şimdi artık Kur’an dinleyenler bilmektedirler ki, gayb bilgisi sadece Allah’a mahsustur ve bu bilginin Allah’ın izni dışında öğrenilmesi asla mümkün değildir.

Gizlice dinlemek suretiyle gaybden haber alındığı yalanıyla yapılan sahtekârlık Hicr suresinin 16–18. ve Saffat suresinin 6–10. ayetleri içinde de söz konusu edilmiştir. Gerçi Hicr ve Saffat surelerindeki kulak hırsızları Kur’an’da “Şeytan-ı Racim [İblis] ve “şeytan-ı marid” olarak nitelenmiştir ama, konuyu suistimal edenler bunları da duyum almak için oturulan yerlere oturan cinnlerle aynı telâkki etmişlerdir. Hicr suresinin 16–18. ayetlerinde ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla