Tekil Mesaj gösterimi
Alt 29. March 2011, 02:52 PM   #7
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

B) KABİLECİLİK ASABİYETİ:

1. Peygamber Asrında Kanbağı İlişkileri:

Kur'an'da peygamberin asrında ve çevresinde sosyal hayatın en önemli görüntülerinden birini oluşturan ve sosyal yapının büyük ölçüde kendisine dayandığı bir olgu olan; toplumun birimleri arasında oluşmuş bulunan "asabiyet" ile ilgili, bir kısmı açık, bir kısmı gizli, bir kısmı da işaretler taşıyan pek çok ayet vardır. Biz, "toplumun birimleri" kavramıyla toplumu oluşturan kabile, aşiret, boy ve aile gibi yapıları kastediyoruz. İşte bunlar arasında gerçekten önemli bir ilişki vardı. Bu ilişkinin bir nedeni ortak çıkarlardı. Onlar; milliyetçiliği, maddi ya da manevi menfaatlarını kollama ve birbirlerinin zarara uğramasına dayanamama gibi nedenlerle destekliyorlardı.

Bu asabiyet; toplumu oluşturan çeşitli grupsal güçler arasında bir dengenin kurulmasında, insanların birbiriyle savılmasında, haklarının gözetilmesinde, onurlarının rencide edilmemesinde ve hayatlarının korunmasında çok güçlü bir etken ve son zamanlarda güçlü bir rol oynayan önemli bir faktördü. Bu, onlarda öylesine güçlü bir şekilde yer etmişti ki, hicri üçüncü asra kadar ya da başka bir ifade ile Arap egemenliğinin yıkılmasına kadar olan süreçte İslam Tarihi içinde yer alan olayların ve bu olayların akış seyrinin yönünü belirlemede çoğu zaman güçlü bir rol oynamıştır. Ve bütün bu olaylar; Kur'an'ın eleştirmesine, ayıplamasına, sakındırmasına rağmen gerçekleşmiştir. Halbuki Kur'an, îslami bir toplumun kurulmasını hedefliyordu. Bu toplum, genel olarak din kardeşliği; toplumun, kendilerinin birleşmesinden meydana geldiği güçler, birimler arasında ortak menfaatin varlığı ve müslümanlarm birbirlerinin dostu olduğu ilkesi üzerinde kurulmuştu. Evet, gerçekte bu toplum genel yapısı itibariyle bir Arap toplumuydu, ama, burada kişinin kabilesi, boyu, kökeni, önceki ideolojisi, makamı, soyu, sınıfı... vesaire artık hiç bir anlam ifade etmiyordu. Halbuki daha önceleri toplumun temelini kabilesel ve ailevi bağlar gibi, dar çerçeveli asabiyet bağları oluşturuyordu. Şimdi ilgili ayetlere bir göz atalım:
1. Allah'ın ipine topluca sarılın, dağılmayın. Allah'ın nimetini hatırlayın ki; bir ara birbirinize düşmanlar idiniz de O kalplerinizin arasını buldu, O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. (Al-i İmran, 103)
2. Ey iman edenler, mü'nıinleri bırakıp da kafirleri veliler edinmeyin. Kendİ aleyhinizde, Allah'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz? (Nisa, 144)
3. Onlar, seni aldatmak isterlerse, kuşkusuz Allah sana yeter. O, yardımıyla seni ve müminleri destekledi. Ve onların kalplerini birbirine ısındırdı. Sen, yeryüzünde bulunan herşeyi harcasaydın bile onların kalplerini birbirine ısındıramazdırt. Ama Allah onları birbirine ısındırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal, 62-63)
4. İnkâr edenler birbirlerinin velisidirler. Eğer bunu yapmazsanız (birleşmezseniz) yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşalık olur. (Enfal, 73)
5. Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekatı verirlerse artık onlar, dinde sizin kardeşlerinizdir... (Tevbe, 11)
6. Ey İman edenler! Eğer imana karşı küfrü tercih edip seviyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır. (Tevbe, 23)
7. Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler. (Tevbe, 71)
8. Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluk bulamazsınız ki onlar, Allah'a ve Rasulüne karsı başkaldıran kimselerle bir sevgi bağı kurmuş olsunlar. Onlar, ister babaları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsalar dahi. (Mücadele, 22)
Ayrıca Bkz: (5/55-57; 8/72; 8/75; 49/10, 60/1)

Şimdi de sosyal asabiyetin (kabilecilik, aşiretçilik vb.) en belirgin tezahürlerini verelim:

Birinci olarak:
Akraba ve soydaşların asabiyeti: Sosyal birliğin küçük birimleri olan aile, boy ve yakın akrabalığı; onların ortak savunma, dayanışma ve çıkarları gibi değerler bir araya getiriyordu. Öyle ki her birey, kendi birliğinde bulunan diğer bireyleri korumak ve yardım etmek durumundaydı. Sıkıntı ve kriz anlarında, kendi¬sine karşı bir düşmanlık ortaya çıktığında onun yanında yer alıyordu, ona saldırandan ya da onun akrabasından, soydaşının intikamını almak zorundaydı. Sonra onlardan birisi başka bir aşirete bağlı bulunan birisine düşmanlık yapar, saldırır, öldürür, yahut zulüm ederse; intikamı, diyeti, o aşirete bağlı tüm bireylerden isteniyordu. Bunun yanında herkes bireysel ve toplumsal olarak bağlı bulunduğu aşiretin namını, şerefini, ortak maslahatlarını kollamak, kendisine düşen görevi yapmak, soydaşına saldıranlara karşı onu savunmak, kollamak zorundaydı. Daha açıkçası, soydaşlar ve akrabalar ister zalim, ister mazlum olsun yardımlaşmak mecburiyetindeydi. Eğilimleri ve inançları farklı da olsa. durum değişmezdi. Bunu aşağıdaki ayetlerden anlamak mümkündür:

1) Nisa sûresinde insanlara yönelik bir çağrı vardır. Burada, birbirlerini çağırdıkları soybağı ilişkilerini koparmaktan sakınmaları istenmiştir. Yani önem verdikleri, maddi ve manevi yaşamlarında kendilerini etkileyen akrabalık bağından:

"...adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını kesmekten) sakının." (Nisa, 1).

2) Muhammed sûresinde de münafıkları korkaklıklarından dolayı ayıplayan ve onların bu korkaklıklarının akrabalık ilişkilerini, bağlarını koparmalarından kaynaklandığını söylemeye müsait bir hatırlatmada bulunulmaktadır:

"Demek, iş başına gelip yönetimi ele alırsanız hemen yeryüzünde fesad çıkaracak ve akrabalık bağlarınızı da koparıp parçalayacaksınız? Öyle mi?" (Muhammed, 22)

Sanki bu ayette de, bir öncekinde olduğu gibi, akrabalık bağlarının kuvvet ve önemine işaret vardır.

3) En'am sûresinde, müfessirlerin, Peygamberin amcası Ebû Talib'in ve kendisinin çağrısını kabul etmeye yanaşmayan akrabasının Peygamber'i (s) savunmasına ilişkin olarak indiğini söyledikleri bir ayet vardır:

''Onlar, hem insanları ondan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini mahvediyorlar ama farkında değiller." (En'am, 26)

Kesinlik ifade edecek dereceye ulaşan mütevatir rivayetlerden biri de Peygamberin akrabasından; Haşimoğullarmdan ve Muttalib oğullarından büyük bir kesim atalarının dinine bağlılıklarını sürdürdükleri halde soybağı ve akrabalık asabiyeti saiki ile pratikte ona yardım ediyor, onu destekliyorlardı. Onların bu desteklerinin, müslümanların katı işkencelere maruz kaldığı ve büyük çoğunluğunun korumasız kaldığı için Habeşistan'a hicret etmek zorunda kaldığı bir sırada, Peygamberin Mekke'de kalmasında büyük rol oynadığı bir gerçektir.
Kur'an'ın Leheb sûresinde, Ebu Leheb diye adlandırılan Peygamberin amcası Abdu'l-Uzza'nm bunun dışında kalması, söz konusu yaklaşımı geçersiz kılmaz. Çünkü bu bireysel bir istisnadan ibarettir. Buna rağmen bazı rivayetler Ebu Leheb'in dahi bir keresinde kardeşi Ebu Talib'e taassubundan öfkelenerek destek çıktığını ve onun yanında yer aldığını, Kureyş liderlerine tehditte bulunarak, onun meclis üyeliğini ve himayesini kabul etmedikleri takdirde ona katılacağını açıkladığım kaydetmiştir. Ebu Talib'in vefatında da Peygamber'e gelip, istediğin yolda ve Ebu talib'in hayatta olduğu sırada yaptığın her şeyi yap demişti. Sonra da ölümüne kadar kimsenin ona bir zarar vermesine fırsat vermeyeceğine yemin etmişti.(10)
(10) Ibn Hışam (it, 332), Ibn Sa'd Q, 195) Bu ıkı rivayetin doğruluğu şüpheli ise de, Arapların ailevî bağlılıkları hususunda bir fıkır vermesi açısından önemlidir

4) Şura sûresinde de bazı ayetler vardır ki bunlardan o zamanki asabiyetin tasvirini ve görme gücünü anlama olanağı buluyoruz:

"(Öncelikle) en yakın hısımlarını uyarıp-korkut. Ve mü'minlerden sana tabi olanlara (koruyucu) kanatlarını ger. Eğer sana isyan edecek olurlarsa, artık de ki: "Gerçekten ben, sizin yapmakta olduklarınızdan uzağım." (214-216. Ayetler).

Peygamberin mesajı genel olmakla beraber bu özelleştirmenin kendisine has bir önemi vardır. Ve bu, o sıradak soybağı yakınlığının ve ona bağlılık asabiyetinin etkisini göstermektedir. Yine onun muhtevasından anlaşıldığına göre, Peygamberin yakın akrabalarının inkarcı bir tutum takınmalarının, çağrısının Mekkeliler tarafından hafife alınmasında ve reddedilmesinde büyük etkisi olmuştur. Zira onlar her şeyde yakın akrabasını desteklemeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Onlara göre Peygamber'e uyması gereken insanların başında yakın akrabaları olmalıdır. Çünkü zihinlerine egemen olan ölçüler; soybağı asabiyeti ve gereklerinin sağlamlaştırılarak, ona uyulması gibi kriterlerdi. Bunun da işlediğimiz tezi desteklediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

5) Tevbe sûresinde bir ayette, Peygamber ve müslümanlar ölü bulunan müşrik akrabaları için bağışlanma dileklerinde ayıplanmış, azarlanmıştır:

"Kendilerine, onların gerçekten cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra -yakınları dahi olsa- müşrikler için bağışlanma dilemeleri peygambere de iman edenlere de yakışmaz." (113. ayet)

Ayetlerden anlaşıldığına göre ailevi asabiyet, Peygamberi ve bazı müslümanları şirk üzere ölmüş ve kendileriyle soybağları bulunan bir takım insanlar için bağışlanma talep etmeğe itmiştir. Onlara yönetilen azarlamada, Kur'an'm hedef aldığı amacın pekiştirilmesi, yeni olan birliğin kriter alınması, yani İslam vahdetinin esas alınması gereği vurgulanmıştır...

6) En'am ve Nisa süresindeki bir takım ayetler, yakınlık ve soybağının etkisinde kalmadan adalet ve doğruluğu yerine getirmeyi emretmektedir. Bu, aile ve soybağma tutkunluğun aşırılığını kınamaktadır.
1. Söylediğiniz zaman, yakınınız dahi olsa, adil olun. (En'am, 152)
2. Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutanlar olun. (Onlar) ister zengin olsun ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Nisa, 135)

7) Sîret-i Nebeviye döneminde öyle durumlar oluyordu ki baba-oğul veya kardeşler, müslüman ve kâfir olarak karşılıklı saflarda çarpışmak zorunda kalıyordu. İşte bu durum, özellikle müslümanlar açısından önemli bir sorun oluyordu. Akrbalık ilişkilerine duyulan bağlılık zorluk çıkarıyordu. Ta ki durum, bu bölümün başında naklettiğimiz Tevbe, 23-24. ve Mücadele, 23. ayetlerinin nüzulünü gerektirdi. Müslümanlar kesin bir uslubla uyarıldı ve eleştirildi. Tüm bunlardan da, yakın akrabalık bağlarının toplumda ne denli güçlü ve köklü bir etkisi olduğu ortaya çıkmaktadır.

8) Mümtehine sûresinde, Allah'ın ve müslümanların düşmanları olan kâfirlerin dost edinilmesini yasaklayan birinci ayetten sonra gelen bir takım ayetler, soybağı yakınlıklarının Ve çocukların Allah katında hiç bir yarar sağlamayacağına dikkat çekmiş, İbrahim (a) ve onunla beraber bulunan müminlerin örnek alınması gerektiğine çağrıda bulunmuştur. Nitekim onlar, küfrü tercih eden kavimlerine düşmanlık ve şiddetli kin beslediklerini ilan etmişlerdi (Mümtehine, 1-4). Ayetlerin bu olayı örnek göstermesi onların yakınlarına olan tutkunluklarının etkisini azaltmak, müslümanların Peygamber döneminde bu tutkunluk yüzünden karşılaştıkları az önce sözünü ettiğimiz problemlerin katılıklarını hafifletmek, azaltmak amacına yönelikti:

"ibrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: "Biz sizlerden ve Allah'ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi tanımayıp inkâr ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin başgöstermiştir." Ne yakın akrabalarınız ne de çocuklarınız kıyamet günü size bir yarar sağlayamaz. (Allah) sizin aranızı ayıracaktır. Allah, yapmakta ol¬duklarınızı görendir." (Mümtehine, 3-4)

9) Arap gelenekleri arasında önemli yer tutanlardan biri de, ölen birisi için ölünün tüm haklarını talep edecek olan ve toplum tarafından kabul edilen bir kefilin veya kan sahibinin bulunma siydi. Bu sıfatla, söz konusu kişi tüm yetki ve güce sahip olurdu. İntikam almada aşırılığı engelleme amacı ile îsra sûresinde bir ayet bu geleneğe işaret etmiştir.

"Haklı bir neden olmaksızın Allah'ın haram kıldığı bir canı öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse onun velisine yetki vermişizdir; O da öldürmede ölçüyü taşırmasın. Çünkü o, gerçekten yardım görmüştür." (33. Ayet)

Veli ya da kan sahibi ancak ölünün yakın akrabasından olurdu. Fakat bazen bu, ölünün kardeşi, oğlu ya da babası olmayıp ailenin mümessili olarak kabile reisi olurdu. O da ölüyü kendi ölüsü, kanını da kendi kanı addederdi.
Ayette bu asabiyetin etkisine ve onun neden olduğu intikam duygusuna işaret edilmiş ve bunun, kısasın sınırını aşarak zincirleme intikamlara neden olduğu ifade edilmiştir.

10) Bu asabiyetin gelenekleri arasında değerlendirilebilecek bir mesele de "Akl" (diyet) hakkındaki uygulamadır. Akl: anlaşma sağlandığında ya da herhangi bir yargıç diyet ödenmesine hükmettiğinde, kan dökme yoluyla intikam alınmayarak, bir ölünün kan bedeli olan diyetin alınıp ölü tarafına verilmesiydi. Akl'de birinci merhale akraba ve birbirleriyle yakınlığı olan kişilerin, kendilerinden biri tarafından akıtılan kana karşılık istenen diyetin toplanmasında dayanışma ve yardımlaşma içine girmeleridir. Bu diyet aynı şekilde öldürülen kişinin soydaşlarına ve yakın akrabasına, yakın soydaşlara duyulan asabiyet geleneğinin ölünün kanını sahiplenme hakkı verdiği ve onu istemede gerçek bir güç kazandırdığı kişilere verilir ve onlar arasında dağıtılır.

İşte buradan hareketle erkekler, kendilerini mirasta hak sahibi kabul edip, kadınları ve çocukları dışarda bırakma eğilimini göstermekteydi. Çünkü Ödeme yapılacağı zaman da yalnız erkekler ödüyorlardı...
Nisa sûresinde hata ile Öldrülen kişinin diyetiyle ilgili bir ayet vardır. Buradan da, sözkonusu geleneğin kaydettiğimiz şekilde var olduğunu sezinleme imkanı vardır. Özellikle burada, öldürülen kişinin ailesine (ehline) diyetin teslim edilmesinin bir görev olarak kaydedilmesi bunu göstermektedir. Burada kullanılan "ehline" kavramı, baba, anne, oğul ve kız kardeş gibi yakın akrabanın kapsamından daha geniş bir anlam ifade etmektedir:

"Kim bir mü'mini hata sonucu öldürürse mü'min bir köleyi özgürleştirmesi veya ailesine (ehline) teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir. Onların sadaka olarak bağışlamaları başka. Eğer O, mü'min size düşman olan bir topluluktan ise, bu durumda da mü'min bir köleyi Özgürlüğüne kavuşturması gerekir." (92. Ayet)

Öte yandan Kur'an, küçümsenmeyecek bir yoğunlukla müslümanları yakınlarına iyilik yapmaya ve onlarla ilgilenmeye teşvik etmektedir. Mekki ve Medeni ayetlerinde bu meseleyi gündemde tutmuştur. Yanısıra müslümanlardan olan soydaşların mirasla ilgili hukukî işlerde birbirlerine daha yakın olduğunu ifade eder. Daha önceki bölümde naklettiğimiz Bakara, 177, 215 ve Nisa, 36. ayetleri bu tür ayetlerdendir. Aşağıda nakledeceğimiz miras ayetleri de aynı düşünceyi işlemektedir.

1. (Mirası) bölüşme sırasında yakınlar, yetimler ve yoksullarda hazır olursa, onları ondan rızıklandirm ve onlara güzel söz söyleyin. (Nisa, 8)
2. Şüphe yok, Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara "vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan, kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir; umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz. (Nahl, 90)
3. Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler, hoş-görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nur, 22) Ayrıca Bkz: (8/75; 17/26; 33/6)

Bu ayetlerde bir yandan soydaşlar arasında asabiyet, akrabalık ilişkilerinin sağlamlaştırılması bir kez daha vurgulanırken, öte yandan bu açıklamalar eşyanın yapısı ve tabiatıyla uyum arzetmektedir. Zira kendisinden sözettiğimiz olay insanın doğal yaşamına ilişkin bir olgudur. Temel olarak dönemlerin, şartların ve toplumların farklılaşmasıyla değişmez. Pek tabii olarak peygamberin toplumu ve asrı da bunun dışında değildi. Buradaki tek farklılık bu duyguların daha tutkun ve daha güçlü olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Bu da o zamanki asırda ve öncesinde bu toplumun yaşadığı sosyal ha¬atın tabiatıyla uyum arzeden bir şeydi.
Her kabilenin bireyleri diğer kabilelere karşı savaşlarda, kan davalarında, maslahatlarını ve ortak hak ve özgürlüklerini savunmada dayanışma içinde hareket ederlerdi. Öyle ki zalim de olsa mazlum da olsa yardımlaşıyorlardı. Nitekim her birey, kabilesinden birine yapılan düşmanlık ve saldırıyı kendisine yapılmış kabul ediyor ve intikam almayı bir görev olarak algılıyordu. İki kabile arasında herhangi bir savaş çıktığında her kabilenin bireyleri, durum ve neden ne olursa olsun, savunmada ve saldırıda dayanışmaya girerlerdi. İsterse eğilimleri ve duyguları farklı olsun, sonuç değişmezdi. Kur'an'da yer alan bazı ayetlerden bu tabloyu tesbit etmek mümkündür.

Bu tür ayetlerden bir kısmı, müslümanlarla aynı kabileden olan münafıkların, müslümanlarla müşrikler arasında çıkan savaşlardaki tutumlarına işaret etmektedir:
1. Ey iman edenler, küfre sapanlar ile yeryüzünde gezip dolaşırken veya savaşta bulundukları sırada (ölen) kardeşleri için: "Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi" diyenler gibi olmayın. Allah, bunu onlarm kalplerinde kahırlı bir özlem olarak kıldı. (Al-i İmran, 156)
2. Münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: "Gelin, Allah'ın yolunda savaşın, savunma yapın" denildiğinde, "Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi İzlerdik" dediler... (Al-i İmran, 167)
3. Derler ki: "Andolsun, Medine'ye bir dönecek olursak gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürecektir... (Müna-fikun, 8) Ayrıca Bkz: (3/168; 33/13)

Al-i İmran, 167. ayeti münafıklara Uhud Savaşına katılmaları çağrısında bulunmaktadır. Eğer Allah yolunda savaşmasalar da kabilesel asabiyet etkenine bağlı olarak savunma yolunda savaşmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Onların cevabı da eğer biz bir savaşın olacağını kesin bilseydik bu çağrıya kulak verir ve onlarla birlikte dayanışmaya girerdik şeklinde olmuştur.(11)

(11) Siret kitaplarında şöyle bir rivayet vardır: Kazman isimli bir şahıs Uhud günü müşriklerden birkaç kişiyi öldürmüş ve çok iyi savaşmıştı. Nihayet yaralandığında cephe gerisine taşınmış ve tedavi edilmişti. Kendisini ziyarete gelenlerden biri: 'sana müjdeler olsun ey Kazman!" demişti. Bunun üzerine: 'Beni ne ile müjdeliyorsunuz, Allah'a yemin ederim ki ben yalnız kavmime olan bağlılığımdan dolayı savaştım!"

Al-i imran 156, 168. ayetlerinde ise bazı sözlerin hikaye edildiğini görüyoruz. Biz münafıkların bu sözleri kendi kavimlerinden olan samimi kişilere, asabiyet saikiyle söylediklerini kabul ediyoruz. Münafıkûn süresindeki ayet ise, münafıkların bizzat savaşa çıktıklarını ve gazvelerden birine katıldıklarını göstermektedir. Bu esnada onlardan bazısı bir olaya öfkelenmiş ve söyleyeceklerini söylemiştir. Burada adamın dayanağı gönlündeki ve inancı değişik bile olsa, kabilesinin tüm bireylerini birbirine bağlayan güçlü kabilesel asabiyet bağına güvenidir. Çünkü o bu bağı, hep böyle etkili bir güç olarak tanryagelmiştir.(12) Ahzab ayeti ise, dış görünüş itibariyle de olsa, münafıkların Hendek Savaşında kendi kavimlerinin yanında yer aldığını, onlarla dayanışma içine girdiklerini ve Medine açıklarında müslümanlarla birlikte orduya katıldıklarını ifade eden bir anlam taşımaktadır.

(12) Burada "Şeytan" kavramı Suraka b. Nevfel için kullanılmıştır.

Daha önce naklettiğimiz Maide, 55-57, Enfal, 72. ve Mücadele, 23. ayetleri de bunu destekleyecek espiriler taşımaktadır. Orada müslümanlara, kâfirleri dost edinme, kesin ve sert bir biçimde yasaklanmıştır. Ayetin siyakından ve indiği sıradaki şartlardan anlaşıldığına göre dost edinilmesi yasaklananlar Kureyş'lilerdi. Zira bunlarla Muhacirleri kabilesel asabiyet bağları birbirine bağlıyordu. Yine anlaşılıyor ki, aralarında inanç ayrılığı ve Mekke'den hicret etmek zorunda bırakılmaya kadar zorlamak ve sıkıntı sözkonusuyken bile asabiyet duygusu hala güçlü ve canlıydı.

Nisa sûresinde bu asabiyetin ve etkisinin köklerine işaret eden iki ayet daha vardır:
1. Ancak sizinle aranızda antlaşma bulunan bir kavme sığınanlar, ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmaktan göğüslerine sıkıntı basıp da size gelenler (dokunulmazdır.) Allah dileseydi onları da üstünüze saldırtır, böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve barış (şartlarını) size bırakırlarsa, artık Allah sîzin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır. (Nisa, 90)
2. Diğerlerinin de sizden ve kendi kavimlerinden güvende olmayı istediklerini bulacaksınız (Ama) fitneye her geri çağırılışlannda içine baş aşağı dalarlar. Şayet sizden uzak durmaz, barış (şartların)ı size bırakmaz ve ellerini çekmezlerse artık onları her nerede bulursanız tutun ve onları öldürün. İşte size, onların aleyhinde apaçık olan destekleyici bir delil verdik. (Nisa, 91) Her iki ayette de müslümanların ulaştığı gücün görüntüsü segilenmektedir. Artık kabileler onların gücünden korkuyor ve kendilerine eğilim duymaya başlıyorlar. Her iki ayetin İşaret ettiği iki grubun bu istekleriyle beraber, birincisi kendisiyle müslümanlar arasındaki barış ve iyi ilişkilerin, müslümanlarla dayanışma içine girmeyeceği şartına bağlı olmasını istemiştir, ikincisi ise, tereddüt geçiren ve şaşkmlaşan bir tavır içine girmiştir. Acaba barış ve güveni tercih edip müslümanlann istediği şekilde iyi ilişkiler içine mi girmeli yoksa kabilesel asabiyet davetçisine katılıp müslümanlara karşı tutumunu açık bir düşmanlık tavrına mı dönüştürmeli-değiştirmeli?!!...

2. Kabilevî Paktlar:

Çoğu zaman iki kabile veya daha fazlası kendi aralarında anlaşır, sözleşirdi. Tek bir yumruk, dayanışma içinde bir güç oluşturur¬u. Böylece anlaşma yapan kabileler arasında bir asabiyet doğardı. Bu onları savaşlarda dayanışmaya iterdi. Kan olaylarında yardımlaşmalarını sağlardı. Savaş çağırıcısı çağırdığı zaman bu kabilelerin bireyleri toptan seferber olurdu, tek bir yumruk olmak için. Antlaşma yapan bu kabilelerden birine ya da bazılarına bir saldırıda bulunulduğunda hep birlikte yardıma ve intikam almaya koşarlardı. Bir kabile kanların bedelini yüklendiği zaman, paktı oluşturan diğer kabilelerden yardım istemeyi ve söz konusu diyete onların da ortak olmasını talep etmeyi kendisinde bir hak olarak görüyordu.

Kur'an'da bu tür paktlara ve bu paktların antlaşan kabileler arasında meydana getirdiği asabiyete işaret eden ayetler vardır. Bu ayetler, tablosunu çizmeye çalıştığımız bu asabiyet türünü desteklemektedir.

Yahudiler, Evs ve Hazreç ile anlaşmıştı. Onlardan bir grup Evs ile bir grup da Hazreç ile antlaşma yapmıştı. Her biri sözleştiği taraf ile, meydana gelen anlaşmazlık ve sürtüşmelerde dayanışmaya ve yardımlaşmaya girerdi. Buna Yahudiler bölümünde naklettiğimiz Bakara sûresi, 84-85. ayetlerini vererek işarette bulunmuş¬uk. Bu ayetlerde Yahudiler kendi yasalarına aykırı düştükleri, birbirleriyle savaştıkları ve bazısı bazısını esir aldığı için ayıplanmış-eleştirilmiştir. Yahudilerin bu durumlara düşmesi de ancak onlardan bir grubun, düşmanın bir kanadı ile, diğerinin de başka bir kanadı ile antlaşma ve sözleşme yapması, onların safında yer alması durumunda gerçekleşebilirdi.

Bazı ayetlerde Medine halkından olan münafıkların bu sözleşmlerine bağlı kaldıkları; Yahudilere de savaştıkları zaman yardım ede¬ceklerine ya da sürüldüklerinde onlarla dayanışma içinde olacaklarına söz vermiş olduklarına işaret edilmiştir. Bu da söz konusu bölümde naklettiğimiz Haşr, 11. ayette geçmektedir. Nitekim münafıkların buradaki sözleşmesi neticede kendilerini açığa çıkaran bir vasıta oldu.
Bununla beraber Evs ve Hazreç'in Yahudilerle sözleşmelerine bağlı kalma asabiyeti yalnız onların münafık olanlarına Özgü değildi. Aksine ihlaslı olanları uzun bir süre boyunca bunun etkisinde kal¬ılar. Nitekim bu olgu, müminlerin Yahudileri dost edinmelerini yasaklayan arka arkaya inmiş bir dizi ayetten de anlaşılmaktadır. Bu ayeterden bir kısmı, Yahudiler bölümünde naklettiğimiz Al-i Imran, 118-120, Maide, 51. ayetleridir. Bir kısmını da şimdi veriyoruz:
1. Müminler, mü'minlerı bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyİe yaparsa, Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakmma(nız) başka. Allah, sizi kendisiyle sa¬kındırır. Varış Allah'adır. (Al-i îmran, 28)
2. Ey iman edenler, mü'nıinleri bırakıp da kafirleri veliler edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister
misiniz? (Nisa, 144)

Yine daha önce naklettiğimiz Ahzab, 26-27. ayetleri de Yahudi bir kabile iJe Kureyş ve yandaşları arasında varılan bir antlaşmadan bahsetmektedir. Şöyle ki: Yahudi kabilesi (ki bu Beni Kureyza kabilesidir) Hendek diye bilmen muhasarada Müslümanlara karşı bunlarla antlaşmaya varmış ve sözleşmiştir.
1. Ahzab'dan onu inkar edenlerin yeri cehennemdir. (Hud, 17)
2. Kendilerine kitap verdiklerimiz, sana indirilen dolayısıyla sevinirler; fakat (müsliimanların aleyhine birleşen) gruplardan, (ahzâb) onun bazısını inkar edenler d© vardır... (Ra'd, 36)
3. Mü'minler (düşman) birliklerini (ahzâb) gördükleri zaman ise, (korkuya kapılmadan) dediler ki: "Bu Allah'ın ve Rasulüntin bize va'dettiği şeydir; Allah ve Rasulü doğru söylemiştir." Ve (bu) yalnızca, onların imanlarını teslimiyetlerini artırmış oldu. (Ahzab, 22) "Ahzab" kavramının herhangi bir konuda antlaşan gruplar, topluluklar ya da partilere ayrılmış kabileler olduğunda kuşku yoktur. Hud ve Ra'd ayetleri muhtelif grupların Nebevi çağrı karşısında birleştiklerini ifade eder gibidir. Yalnız Ahzab ayeti, delalet yönünden daha açıktır ve onların Kureyş ve birbiriyle antlaşip onun yanında yer alan kabileler olduğunu, Medine'ye karşı savaştıklarını ifade etmektedir. Ayrıca kabileler arasında antlaşmalar yapıldığım açıkça göstermektedir. Belki de bu birleşik cephe, Hicaz'da oluşturulan en büyük cepheydi, ya da en azından en büyüklerinden biriydi. Çünkü siret rivayetlerinin kaydettiğine göre sayıları onbine yaklaşmıştı. Bu ise o şartlarda ve o toplumda gerçekten büyük bir sayıdır.
Bu tür sözleşme ve antlaşmalar peygamberin gönderilişinden sonrada varlığını sürdürdü. Nitekim Yahudiler Peygamber'e (s) karşı Kureyş'le antlaşmıştı. Peygamber de Yahudilerle yaptığı antlaşmanın yanında, hala şirk üzere bulunan Arap kabileleriyle barışa eğilim duyan ya da antlaşmak isteyen kabilelerle sağlam ahidleşmeler ve sözleşmeler yapıyordu. Sonra bu antlaşmalarda sözü edilen maddelere sağlıklı ve titiz bir biçimde riayet ediyordu. Bunu pek çok ayet işlemektedir. Biz onları da burada vermeyi uygun görüyoruz. Çünkü işlenen konuya bazı yönlerden ışık tutmaları mümkündür:
1. Onlar ne zaman bir ahidde bulunmuşlarsa, içlerinden bir bölümü onu atıp bozmadı mı? Hayır, onların çoğu iman etmezler. (Bakara, 100)
2. Onlar kendilerinin küfre sapmaları gibi, sizin de küfre sapmanızı istediler. Böylelikle bir olacaktınız. Öyleyse onlar, Allah yolunda hicret edinceye kadar siz onlardan veliler edinmeyin. Şayet yine yüz çevirirlerse artık: onları futun ve her nerede ele geçirirseniz onları öl¬dürün . Onlardan ne bir veli (dost) edinin ne de bir yardımcı. Ancak sizinle aralarında bir anlaşma bulunan bir kavime sığınanlar... (Nisa, 89-90)
3. Allah katında yeryüzündeki canlıların en kötüsü, şüphesiz kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar. Bunlar, içlerinde antlaşma yaptığın kimselerdir ki, sonra her defasında ahidlerini bozarlar. Onlar korkup sakınmazlar. (Enfal, 55-56)
4. Ancak müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarmızdan bir şeyi eksiltmeyenler ve size karşı kimseye yardım etmeyenler başka; artık antlaşmalarım, süresi bitene kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah muttaki olanları sever. (Tevbe, 4) Ayrıca Bkz: (4/92; 8/72; 9/1)
Burada özellikle konumuzla ilgili bir mesele dikkati çekiyor; o da süresi tesbit edilmiş antlaşmanın varlığı. Biz bu tür kabilesel antlaşmaların peygamberlikten önce de yürürlükte olup olmadığını bilmiyoruz. Her ne kadar cevabın müsbet olmadığına meyletsek de. Zira eldeki bir takım Arapça rivayetlerde kabilesel antlaşmanın nesilden nesile sürdüğü, Önemli olaylar olmadığı sürece bozulmadiğı kaydedilmektedir. Bu bağ, sözleşmeyi yapan kabileler arasında nesilden nesile devralınan bir ilişki, sağlam ve köklü bir bağ oluyordu. Yahudilerin Medine'de Evs ve Hazrec ile yaptığı antlaşma yeni değildi. Daha önce atalardan oğullara geçen ve Peygamberin hicretine kadar yürürlükte kalan bir sözleşme idi. Kur'an'ın, bir yerde antlaşmanın varlığını sürdürmesiyle ilgili bu kadar kesin ve kararlı tavrı ile başka bir yerde bu ilişkinin koparılmasını emretmesi, üzerinde durduğumuz noktaya parmak basmaktadır. Peygamber müşriklerle yaptığı antlaşmalarda süre belirlemesinde, islam çağrısının gelişmesi, şartların lehine dönmesi ve gelecek imkanlarının gerektirdiği şeylerin gözetilebildiğini söylemek mümkündür.
Kabileler arası paktlardan kaynaklanan asabiyetin köklü olmadığını, ancak geçici olduğunu söylemek yerinde ve gerekli bir açıklama olur. Çünkü bu, kabile asabiyetinin ve yakın akraba asabiyetinin tam tersidir. Kabile asabiyeti köklüdür. Varlığını bir tek kabilenin bireyleri arasındaki birleşik tabii maslahattan almaktadır. Zaten bir kabileye bağlı bireyler çoğunlukla soydaşlar ve akraba olur. Zaman zaman birbirinden uzak da düşseler yine de sonunda bir tek üst atada birleşir ve kendilerini ona nisbet ederler. Sonra bir tek ailenin, ya da bir aşiretin yahut bir boyun bireyleri arasındaki tabii maslahattan alır varoluş gücünü. Bu öbeklerin her biri ayrı ayrı kanbağı ve yakın soybağı üzerinde oluşmuştur. Buna bağlı olarak bunlardaki asabiyet ve hakimiyet gücü, fertlerinin katılım oranı, etkilenme dereceleri farklı olmaktaydı. En güçlü asabiyet, soybağı ve akrabalık asabiyetiydi. Sonra kabile asabiyeti, daha sonra kabilesel antlaşma (pakt) asabiyeti gelirdi. Gelenek ve asabiyette gözlemlenen güç ve hamiyet farklılığı ve sıralaması aynı zamanda eşyanın tabiatıyla da uyum arzetmektedir. Bunu aynı zamanda naklettiği¬miz ayetlerden de anlamak mümkündür.

Buna ek olarak bazı araştırmacıların, Arapları bireysel, ferdiyetçi bir toplum olarak nitelemek suretiyle düşmüş oldukları bir hatayı düzeltmek istiyoruz. Çünkü bu onların sosyal tabiatı ve yaşayışlarıyla çelişmektedir. Araştırmacılar, bu bireyciliklerini onların önceki atalarının özellikle de bedevi hayat yaşayanlarının ahlakına ilişkin bir nitelik olarak görmektedirler. Bizim burada gösterdiklerimiz ilk Araplarda sosyal dayanışma geleneğinin ya da sosyal asabiyetin çok sağlam ve köklü olduğunu göstermektedir. Bunun, sosyal hayatlarının en güçlü temeli olmasa bile güçlü belirleyicilerinden biri olduğu kesindir. Ne ona karşı önemsemezlik gösterebilerler, ne de onun yerini tutacak bir sistem koyabilirler. Ayrıca, gerek soydaşlar ve yakın akraba arasında, gerek kabilenin bireyleri arasında ve gerekse birbirleriyle sözleşen-antlaşan değişik kabileler arasındaki sosyal asabiyet bedevi hayat yaşayan ya da genel olarak az çok oluşum ve gelişimin bedevilik devresinde bulunan ulus için tabii bir ihtiyaçtır. Zira böyle bir hayatta yahut gelişme döneminde bu tür bir sosyal bağ olmadan dengeyi, hukuku ve kanları korumanın başka yolu yoktur. Burada eğer eleştirilmesi gereken bir şey varsa o da Araplarda olan kapsayıcı sosyal asabiyetin, aile, aşiret, kabile gibi toplumsal Öbekleşmenin ilk merhaleleri sayılan kümelenmelerin istenenden daha fazla kökleşmesi ve onları aşma olanağı bırakmamasıdır. Daha önce bu bölümün başında değindiğimiz gibi bu yapı, İslam'ın ilk çağlarında çözülmeye ve dağılmaya sebep olan faktörlerden biri olmuştur.
Şunu da belirtmek herhalde doğru olacaktır. Araplarda bulunan bu yapılanma sırf Araplara ya da Bedevi Arapların tabiatına özgü bir özellik değildir. Bu insanlar için genel bir yapıdır. Bu merhaleden her toplum geçmiş bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz çözülmenin başka nedenleri, etkenleri de vardı. Bu etkenler onlarda yerleşmiş bulunan dar kalıplı kabilesel asabiyeti, siyasal ve hizipsel amaçlar uğruna kasıtlı olarak harekete geçirmiştir. Çünkü bu sırada Kur'an'ın çağrıda bulunduğu ve Peygamberin bu köklü asabiyet yerine, kendisinin kurmak için çalıştığı, sarsılması daha zor ve güç olan genel kapsamlı kardeşlik, toplumda istenen düzeyde yer etmemişti.

3. Velayet Asabiyeti:

Arapların adetlerinden biri de, bir kabilenin bireylerinden birinin başka bir kabilenin şahıslarından birine dost olması ve ona katılmasıdır; artık bu eylemden sonra, şahıs iltihak ettiği şahsiyetin soydaşı ve kabilesinden biri olurdu. Yeter ki iltihak edilen(kendisine sığınılan) adam bu işi onaylasın. Bundan sonra ilhak eden adam ilhak edilen adamın özel ve genel tüm asabiyetlerin, hak ve özgürlüklerin kendisi de hepsine sahip olurdu. İltihak eden adam bundan sonra falan adamın "Mevlâ"sı diye anılırdı. Bazı Kur'an ayetleri bu tabloya işaret etmiştir. Ahzab süresindeki bir ayet evlat edinmeyi, kişinin kendi asıl babasından başkasına nisbet edilerek çağırilmasını reddetmekte ve işi tabii olan seyrine oturtarak kişinin asıl babası bilinmiyorsa, evlat edinilen kişinin evlat edinenin mevlası olarak adlandırılmasına müsaade etmiştir:

"...Evlatlıklarınızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. Allah ise, hakkı söyler ve (doğru olan) yola yöneltir. Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın; bu Allah katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız, artık onlar dinde sizin kardeşleriniz ve dostlarınızdır." (Ahzab, 4-5)

Bu ayette, rivayetlerin varlığını tevatür ile haber verdiği "velâ" geleneğinin varlığını pekiştiren bir işaret vardır. Şuna da dikkat etmeliyiz ki: Ayette kullanılan "Mevla" kavramı bazan köleler için kullanılan "Mevla" kavramı anlamında değil; göstermeye çalıştığımız anlamdadır. Evlat edinme yolu ile oğul edinilenlerin babalarının bilindiği durumlarda kardeş ve Mevali olarak nitelendirilmesi, yaklaşımımız için kesin bir karine oluşturur.
Bu vela eylemi bazı zamanlar sözleşme ve antlaşma esası üzerinde gerçekleştirdi. Bu durumda yeli edinilen, veli edinenin bir parçası olurdu. Ve onun asabiyete dayalı tüm imtiyazlarına sahip olurdu. Mevlası da mütevellesine karşı aynı haklara sahip olurdu. Hâzin, bir grup insanın da şahitlik ettiği antlaşmalardan birini rivayet ve nakil olarak kaydeder. Antlaşmada biri diğerine "Kanım senin kanındır. Benim kanımı helal kılmak, senin kanını helal kılmaktır. İntikamım senin intikamındır. Savaşım senin savaşındır. Barışım senin barışındır. Sen benim mirasımı alırsın; ben de senin mirasını alırım. Sen benden, ben de senden isterim. Sen benim diyetimi ödersin, ben de senin diyetini öderim." derdi.
Hazin ve başka müfessirler aşağıdaki ayette geçen "Yeminlerinizin garanti verdikleri" cümlesinin;

"Anne-babanm ve yakınların geride bıraktıklarından her birine mirasçılar kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de kendi paylarını verin. Şüphesiz, Allah, herşeye şahid olandır." (Nisa, 33)

Anlamları arasında vela sözleşmeleri ve antlaşmaları da olduğunu ve hem mütevellinin hem de mütevella'nm birbirine Südüs/altıda bir ölçüde mirasçı olduklarını ve bu geleneğin peygamberin hicretinden sonra da geçerli olduğunu, bu ayetle uygulamanın pekiştirildiğini, daha sonraları ise mirasın, miras ayetlerinde belirtildiği şekilde akrabaya özgü kılındığını kaydetmişlerdir. Ahzab sûresinde bir ayet var ki, bazı müfessirler vela yoluyla miras almayı uygun gören ayetin bu olduğunu söylemişlerdir:

"Peygamber, müminler için kendi nefislerinden daha evladır ve onun zevceleri de onların anneleridir. Rahim sahipleri (akrabalar) da, Allah'ın Kitab'ında birbirlerine öteki muhacir (hicret eden)lerden daha yakındır. Ancak dostlarına maruf üzere yapacaklarınız başka; bunlar Kitap'ta yazılmış bulunmaktadır." (6. Ayet)

Burada belirtildiğine göre, akrabalar eğer mümin olursa miras almada diğerlerinden daha önde gelirler. Veli edinilen kimseye iyilik yapmayı kişinin isteğine bırakmaktadır. Başka bir ifade ile Mevlanın mirastan pay alması gerektiği şeklindeki çerçeveyi değiştirip, onun yerine bağış ve yardım çerçevesini koymaktadır. Durum bu olduğuna göre denebilir ki, bu ayet de böyle bir geleneğin ve ona bağlı imtiyazların, kaydettiğimiz şekilde var olduğuna işaret etmektedir.

Vela yalnız bireylerle sınırlı kalmıyordu. Çoğu zaman bir boy ya da bir aile başka bir kabileye iltihak ederdi. Hatta vela yolu ile bir kabilenin, toptan, başka bir kabileye katıldığı da oluyordu. Böyle durumlarda iltihak eden kabilenin bireyleri yeni kabilenin "Mevalisi" sayılırdı. Önceki birliklerinden aldıkları imtiyazları bırakır, yeni kabilenin imtiyazlarını alırlardı. Bunlar, savaşlarda, kan davalarında, diyetlerde ve diğer ortak maslahatlarda gösterilen asabiyetti. Siret, tarih ve biyografi kitaplarında yeralan pekçok isimden bahsedilirken, onların vela yoluyla bağlandıkları kabileler de zikredilmiştir. Mesela vela yoluyla Kureyşlidir, ya da vela yoluyla Sakaf kabilesindendir denir. Bundan kastedilen bizim açıkladığımız veladır. Yoksa kul, köle anlamındaki vela değildir. Umarım ki, şimdi naklettiğimiz Ahzab ayetinde geçen "evliya" kavramı toplu vela olayına bir çeşit karine teşkil etmektedir. "Mevla" kavramı Kur'an'da çok geçmektedir. Ve çoğunlukla bu kavramdan "yardımcı" ya da "müttefik" anlamı kastedilmektedir. İşte aşağıdaki Kur'an ayetlerinde, bu iki kavramın taşıdığı anlamı bizim Mevla kavramına verdiğimiz anlamla uyum içinde görebiliyoruz:
1. Allah'tan başka kendisine ne zararı dokunan ne yararı olan şeylere yalvarır. İşte bu, en uzak bir sapıklıktır. (Ya da), zararı yararından daha yakın olana yalvarır, ne kötü bir yardımcı (Mevla) ve ne kötü bir yoldaştır. (Hac, 12-13)
2. Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. O; ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır. (Hac, 78)
3. O gün bir dost (Mevla), dosttan herhangi bif şeyle yarar sağlayamaz. Ve onlara yardım da edilmez. (Duhan, 41)
4. îşte böyle; çünkü Allah, iman etmekte olanların Mevlasıdır; kafirlerin ise, koruyucuları yoktur. (Muhammed, 11)
5. Eğer sîzler (Peygamberin iki eşi) Allah'a tevbe ederseniz (ne güzel); çünkü kalpleriniz eğrilik gösterdi. Yok eğer ona karşı birbirinize destekçi olmaya kalkışırsanız, artık Allah, onun Mevlasıdır; Cibril de müminlerin salih olan(lar)ı da. Bunların arkasından melekler de bunun destekçisidirler. (Tahrim, 4)

Herhalde Duhan ayetinde burada belirtmeye çalıştığımız anlam güçlü bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü burada iki şahıs arasında velanın değiştiğine ve herbirinin diğerinin Mevlası diye isimlendirildiğine işaret vardır. O da bu gelenekteki temel olguyu, temel espriyi oluşturmaktadır.
Bir bireyin başka birine ya da bir kabilenin başka bir kabileye vela yoluyla iltihak etmesinde, genellikle iltihak eden, iltihak edilenden daha zayıftır. Kişi ya da kabilesi bu yolla kendisini savunmak, güçlendirmek ve onurlandırmak ister. îsra sûresinin ayetlerinden birinde bu anlam kastedilmiştir. Bu ayetin ilhamına göre Mevla edinmek ancak zayıf durumda kalan ya da muhtaç olunan, yahut da zillete düşüldüğü zamanlarda söz konusuydu. Aşağıda ayeti görüyoruz:
"Ve de ki: "Hamd, çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan, Allah'adır. Ve onu tekbir edebildikçe tekbir et." (İsra, 111)

Arapların İslam'dan sonra "Mevali" kavramını Arap olmayan tüm mûslümanlar için kullandıkları bilinmektedir. Bu genelleştirmenin, peygamberlikten önce Araplarda var olan bu geleneksel ifadenin içeriğinden kaynaklandığı ve ona dayandığı açıktır. Arap olan mûslümanlar, kendilerinden başkalarının islam'a boyun eğdiklerini görünce, onların da kendilerine iltihak ettiklerini ya da vela iltihakı ile kendilerine nisbet edildiklerini far kettiler. Böylece kendi geleneksel adetlerine bağlı olarak onların hepsi için bu ifadeyi kullandılar. Eğer Araplar, Mevaliye, üstün ya da güçlü adamın kendisinden daha aşağıda bulunan adama bakışı gibi yahud da uyulanm uyana baktığı gibi bakmışsa bu da yeni bir şey değildir. Çünkü vela antlaşması ya da vela bağı kavramından anlaşılan anlam budur.

4. Himaye Etme Asabiyeti:

Arapların geleneklerinden biri de bir kişinin başka birinden korunma istemesidir. Yani kendisinin himaye altına alınması, kendisine yöneltilen saldırılar ve zulmün engellenmesidir. Eğer kendisinden himaye istenen adam, himaye isteyen adamın istediğini kabul ederse bunu bir grup insanın yanında ilan eder ki herkes bunu bilsin. Bundan sonra, himaye isteyen onun zimmetine girer. Onun "himayesindedir" artık. Sanki onun akrabası veya kabilesinden biridir. Şimdi kabilesini ve ailesini nasıl himaye ediyorsa onu da öyle himaye eder. Aynı şekilde himaye edenle, asabiyet yönünden dayanışma içinde olan, özellikle soy ve akrabalık bağı bulunan herkes, başkalarının onu himaye etmesiyle, kendilerinin himayesine giren adamı kollamak zorunda kalır. Nasıl ki, himaye edene ve çevresine, himaye ve asabiyet gösteriyorsa himayelerine giren adamı da diğer insanlara karşı himaye etmek, savunmak zorundadır.

Himayede, genellikle asabiyet yönünden zayıf olan himaye talep eder. Bazan da asabiyetinden uzak düşen bir adam yabancısı olduğu bir yerde zulüm korkusuyla himaye isteyebilir.

Bazan himaye isteyen adam, himaye istediği adama ya da kabileye yardım talebi için şöyle derdi: Ben falan adamdan ya da falan kabileden sana sığınırım ya da senin himayene girerim. Ya da himayesini kabul ettiğinde kendisini falandan ya da falan kibeleden korumasını isterdi.
Bir şahıs, başka bir şahsı kim olduğunu ya da hangi şahıs veya kabileye karşı olduğunu bilmeden himaye etmezdi. Herkes gücünü ve kudretini biliyordu. Kendilerine karşı koyamayacakları güçlerle yüzyüze getirip, uçurumun kenarına atmazlardı. Çünkü onlar himaye zimmeti ve asabiyetini de önemli bir şey görüyorlardı. Onurları buna bağlıydı. Hatta ölüm kalımları da.

Himaye edilenin himayesi, kendisini himaye edenin himayesini iade edip bir grup insanın gözü önünde zimmetinden ve himayesinden çıkarmasına kadar sürerdi. Artık bundan sonra himaye eden himaye edilene bir sldırı olduğunda onu korumak, kollamak, durumunda değildi. Ya da himaye isteyen adam yabancısı olduğu bir yerdeyse oradan kendi memleketine kavuşuncaya ve kendi memleketinde kendisini himaye edecek asabiyetine ulaşıncaya kadar sürerdi.
Bir dizi Kur'an ayetinde "Himaye", ifade ettiğimiz anlamda kul¬lanılmıştır. Ve bu bizim çizmeye çalıştığımız tabloyu bir ölçüde doğrular. Bu ayetlerden biri Peygamber'e (s.), kendisinden himaye isteyen müşriklere himaye vermesine izin veren ve kendisinin zimmetinde ve himayesinde Allah'ın kelamını duyup onunla karşılaşmasını temin etmesini, sonra da güven duyacakları yere ulaştırılmalarını isteyen aşağıdaki ayettir:
"Eğer müşriklerden biri, senden 'eman isterse' ona eman ver; böyle yap ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır'. Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir." (Tevbe, 6)

Peygamber (s.) güçlenip Mekke'yi fethettiğinde ve müşriklerden Allah'ın ve Rasulünün beri olduğunu ilan ettiğinde, müşrikler Peygamberin (s.) gücünden korkmaya başladılar. Ona elçiler gönderdiler ve ne yapacaklarını şaşırdıklarını bildirdiler. Bunun üzerine bu ayet indi. Burada bir yerde asabiyeti olmayan ve himaye isteyen kişiye himaye vermenin bir tablosu söz konusudur. Nitekim bunu açıklamıştık. Bu ayetlerden biri de Bedir Gazvesiyle ilgilidir:
"O zaman şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş ve onlara: "Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım" demişti." (Enfal, 48)

Ayet, Kureyş'in kendi kervanını Peygamber'e (s.) karşı korumak amacıyla yola çıkmak istediğinde, bir şeyler söylendiğini hikaye etmektedir. Bu sırada Kureyş ile Beni Kinane arasında kan davaları olmuştu. Dışarı çıktıklarında onların da kendilerini arkadan vurmalarından endişe ettiler. Onlara, Şeytan Suraka bin Malik (bu adam Kinane'nin liderlerindendi): Ben, Kinane'ye karşı sizi himaye ediyorum. Siz onlardan asla hoşlanmayacağınız bir şeyle karşılaşmayacaksınız, dedi. Onlar da yola çıktılar. Bu, büyük Bedr hadisesiydi. "Ben sizin için himaye ediciyim" ifadesi geleneksel himaye ifadelerindendir. Kendisinden himaye istenilen adam himaye edeceği adamın Önüne düşer ve kendisinin falanın himayecisi olduğunu ilan ederdi...
Burada Allah'ın azameti ve kudretinin ispatı sadedinde üç ayet daha vardır. Fakat bunlar aynı zamanda "icâre" (Himaye) ve onun türevleri olan kavramları da ihtiva etmektedir. İcâre burada belirtmeye çalıştığımız himaye anlamını taşımaktadır:
1. De ki- "Eğer bilmekteyseniz, (söyleyin Her şeyin melekutu kimin elindedir (7 )Ki O, koruyup kolluyorken kendisi korunmuyor. (Mü'rai-mm, 88)
2. De ki: "Haber verir misiniz; eğer Aliah, beni ve benimle birlikte olanları yıkıma uğratır ya da bizi esirgerse, bu durumda kafirleri acıklı bir azabtan himaye edecek kimdir? (Mülk, 28)
3. De ki: 'Beni Allah'dan başka kimse himaye edemez ve O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam.' (Cin, 22)

"Himaye eder, himaye olunamaz" ifadesi de geleneksel himaye ifadelerindendir. Arap efendilerinden biri övülmek istendiği, gücü ve şerefine dikkat çekilmek istendiğinde bu ifade kullanılırdı. Yani bu cümle sözü edilen efendinin istediği kişiyi koruyabileceği, himaye edebileceği, fakat, hiç kimsenin ona meydan okuyup, dumanını himaye etmeye cesaret edemeyeceğini ifade etmiş olmaktadır.

5. Gelenekçilik ve Müslümanlardaki İzleri

Bu asabiyet bu adıyla bilinmiyordu. Yalnız kavram olarak biliniyordu. Bundan kasıt atalardan alışılagelen adet ve geleneklere karşı taassub içine girmek ve onlara katı bir şekilde bağlılık göstermektir. Bu olgu, peygamberlikten Önce Arap toplumunda köklü bir gelenekti. Öyle ki, asla yeri doldurulamayacak bir fazilet olarak kabul ediliyordu. İsterse, savaşlara, kanların akıtılmasına, zorluk ve felaket dolu durumlara neden olsun farketmezdi.
Kur'an'da, peygamberin çağrısından uzaklaşan ve ona karşı tuzaklar kuran müşriklerin hareketlerini eleştirme ve onları kınama mahiyetinde bu asabiyet anlayışına işaret eden bir dizi ayet vardır. Bu ayetler değişik yöntemlerle, uslublarla peygamberlikten önceki Arapların babadan, atadan miras alınan geleneklere nasıl sımsıkı bağlı olduklarını tablolar halinde sunmaktadır. Ne kadar yanlış ve anlamsız oldukları ortaya çıksa da onlardan vazgeçmediklerini, kötülükleri ve zararları açıklansa da adımladıklarını ifade etmektedir. Aşağıdaki ayetlerde bunu müşahede ediyoruz:
1. Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulmamış idiyseler? (Bakara, 170)
2. Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: 'Bu sizi babalarınızın taptığından çevirmek isteyen bir adamdan başka bir şey
değildir... (Sebe', 43) Ayrıca Bkz: (7/28; 31/21; 43/22)

Bu asabiyet onlarda o kadar güçlü bir hal almıştı ki onların di¬ni haline gelmişti. Onlar, yaptıkları, uydukları bu adet ve gelenekleri, Allah'ın emirleri olarak görmeye başlamışlardı. Nitekim A'raf'ın 28. ayeti ve aşağıdaki ayetler bunu hikaye etmektedir.
1. Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: 'Allah isteseydi ne biz ne de babalarımız ortak koşmazdık, bir şeyi de haram yapmazdık, onlardan önce yalanlayanlar da aynısını demişlerdi ve nihayet azabımızı tatmışlardı... (En'am, 148)
2. Şirk koşmakta olanlar dediler ki: "Eğer Allah dileseydi, O'nun dışında hiç bir şeye kulluk etmezdik, biz ve atalarımız O'na hiç bir şeyi haram da kılmazdık., (Nahl, 35)

Müşrikler uygulayageldikleri çeşitli dinî geleneklerin, Allah'ın dilemesi ve rızasıyla uyuşan şeyler olduğunu, eğer öyle olmasa Allah'ın onları yapmaktan kendilerini men edeceğini ileri sürerek kendilerini savunuyorlardı... Bakara, Maide, Sebe' ve Zuhruf ayetlerinde onların hikaye edilen sözlerinden anlaşıldığına göre onlar bu geleneklerini en doğru ve en yararlı yol olarak görüyorlardı. Çünkü babadan atalardan miras almışlardı. Peygamber'in çağrısının ise, onları daha doğru ve daha yararlı olarak gördüklerinden engellemeyi hedef aldığını anlıyorlardı.

Bu ayetler aynı zamanda, Mekkelilerin îslam çağrısına, onun sahibine ve zayıf müslümanlara karşı katı ve saldırı esasına dayalı tutumlarını da açıklamaktadır. Zira gelenekler asabiyetinin gücü, bu tavırlarına etki eden faktörlerden biriydi. Hatta bu geleneklere bağlılık taassubundan hareketle Peygamber'i destekleyen ve ona yardım eden akrabalarının çoğunun başında amcası Ebu Talib olmak üzere, İslam'a girmelerine engel olmuştur diyebiliriz. Onlar Peygamber'in doğruluğunu, güzel ahlakını ve iyi niyetini bilmelerine rağmen, gelenekleri onların doğru tarafta yer almalarına engel olmuştur. Onlar peygamberin kendilerini yanlış bir yola çağırmayacağına kesin inanıyorlardı. Söylediklerinin yalan olacağına asla ihtimal vermiyorlardı. Yanısıra onlar O'nun çıkışını büyük bir şeref olarak kabul ediyor, çağrısının başarıya ulaşmasını ve pek çok insanın onu kabul etmesini arzuluyorlardı. Ve yine onlar Mekkelilerin inkarcı bir tavır takınmalarında, kendi tutumlarının da küçümsenmeyecek bir etkiye sahip olduğunu farketmiyor değillerdi. Öyle ki aşırı gelenekçilik nedeniyle Rasulullah'ın amcalarından biri, atalarından devraldığı dinî geleneklerin baskısıyla akrabalık bağlarını da çiğneyerek kardeşinin oğlu (Rasulullah)'na karşı muhalefetin saflarına geçmiş ve ona komplo hazırlayanlarla bir olmuştur.

Kasas sûresinde müşriklerin bazı mu'tedil liderlerinin sözleri hikaye edilmiştir.
"Dediler ki, eğer seninle birlikte hidayete uyacak olursak yurdumuzdan atılırız." (57. ayet)

Yani anlaşılıyor ki onlar peygamberin çağrısının daha doğru olduğunu itiraf ediyorlardı. Fakat maddi ve manevi bir takım değer ve imtiyazlarını kaybetmek korkusuyla geleneklerinden ayrılmıyorlardı.
Müslüman olanların çoğu tehlikeyi önlemek ya da ecir elde etmek için müslüman oluyor, fakat gönüllerinde, adetlerinden, geleneklerinden ve atalarının bağlı bulunduğu şeylerden ayrıldıkları için bir utanma ve eziklik taşıyorlardı. Ancak uzun bir zaman geçtikten ve İslam genel bir yaygınlık kazandıktan sonra bu tür düşünce ve endişeleri bırakıp İslam'a iyice ısınmışlardı. Bunlar ya da bunlardan bazıları Kur'an tarafından "Müellefe-i Kulûb" diye adlandırılmıştır.

Tahmin ediyorum, evlad edinme konusunda naklettiğimiz ve Peygamber'in, evlad edinme yoluyla oğul edindiği kişinin boşadiğı hanımla evlenmesi konusunda inmiş bulunan Ahzab 36-40. ayetlerinde bu gelenekçilik asabiyetinin Peygamber çevresinde ve asrında ne kadar güçlü olduğunu ifade eden bir tablo vardır. Bu ayetleri dikkatli bir biçimde inceleyen biri görür ki burada birinci olarak işlenen konu Allah'a ve Rasulüne itaat etmenin zorunluluğunu, onlar bir işte hüküm verdiklerinde artık mümin için başka seçme hakkı kalmadığını bildirmektir. Açıktır ki, burada Allah'ın ve Rasulünün uzak kalınmasını emrettiği şeylerde onlara itaat etmek ve genel olarak uzaklaşılması gereken geleneklerden, özellikle de evlad edinme geleneğinden uzak durulması işlenmektedir. Ayetlerin üslubunda güçlü bir ifade vardır ki, buradan söz konusu geleneğin ne denli güçlü ve köklü olduğunu, tüm insanların gönlünde, iman edenlerin ve ihlash kimselerin kalbinde bile etkili olduğunu çıkarmak mümkündür, ikinci olarak; bizzat Peygamber'in kendisi bile bunu yapmakta tered¬düt geçirmiştir. Ondan başkasının da bu işe girişmeyeceği zaten buradan hemen farke dile biliyor. Peygamberin kendisi bile oğul edinme geleneğinin kaldırılmasında ve evlad edinenin, evlad edindiği oğlunun boşadiğı kadınla evlenmesinde, ters tepkilerin gelmesinden endişe etmiştir. Ayetler bir açıdan azarlama ve kınama ihtiva ederken, diğer yandan Peygamberi desteklemekte ve onu temize çıkarmakta¬dır. Bu da söz konusu geleneğin insanların gönlünde ne derece etkili yer ettiğini gösteren güçlü "bir delildir.
Hicretten sonra Peygamber'in seriyyelerinden biri, Haram ayların ilk gününde yanlışlıkla bir savaşa girişmişti. Müşrikler bunu kendileri için, müslümanlara karşı büyük bir koz olarak kullandılar. Zira müslümanlar bu kutsal ayın hürmetini çiğnemişlerdi. İşte müşriklerin çıkardığı bu gürültü ve yaygara aynı zamanda tüm müslümanlar üzerinde de etkili olmuştu. Müslümanlar, yapılan hareketi tenkide ve soruşturmaya başlayarak onların başlattığı hareketle kenetlenmişlerdi. Nitekim ayetlerden biri bu noktaya işaret etmektedir:

"Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: "Onda savaşmak büyük (bir günahtır). Allah katında ise, Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkar etmek Mescid-i Haram'a (ziyaretçilerin gitmelerine) engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır.) Fitne (küfür) ise öldürmekten beterdir. Eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler; sizden kim dininden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün yapıp etmeleri dünyada da, ahirette de, boşa çıkmıştır, onlar ateşin halkıdır, onda da sürekli kalacaklardır. Kuşkusuz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Bakara, 217-218)

Birinci ayette Haram Ay'da savaşma ile ilgili gerekçenin güçlü¬üğü, orada müşriklerin müslümanlara karşı ne denli tehlikeli işlere giriştikleri ve onlara karşı kötü niyetlere sahip olmalarının belirtilmesi, Allah'ın rahmetinden başka hiçbir amaçları bulunmayan Mücahidlerin eylemlerinin temize çıkarılması ve onların Allah'ın rahmeti ve bağışlamasıyla gönüllerinin huzura kavuşturulması bize bir yaklaşım kazandırmaktadır. Bu tablonun her tarafında, geleneklere duyulan asabiyetin ne kadar güçlü olduğu rahatlıkla okunmaktadır. Onun içindir ki, Hikmet gereği olarak, bu kadar güçlü ve hakimane bir üslub kullanılmıştır.
Bu ayetlerden ve başkalarından, Arapların, peygamberlikten Önceki geleneklerinin pek çoğunun öylece bırakılmasının hikmetini anlayabiliriz. Değiştirilmeyen bu gelenekler onların sosyal ve ailevi hayatlarıyla ilgiliydi. Şeytan taşlama, Safa ve Merve arasında Tavaf, Haceri Esved'i ellemek ya da selamlama, öpme, Arafat'ta ve Meş'ari Haram yanında vakfe yapma, kurbanları kesme, avlanmayi yasaklama, Haram aylara saygı gösterme, sınırsız cariyelerle ilişkide bulunma, köleliği hemen kaldırmama, dört kadınla evliliğe müsaade vesaire gibi uygulamalar, sözünü ettiğimiz gelenekçi tutum ve davranışlar ile daha iyi anlaşılır. Miras alman geleneklerin köklü biçimde yer etmesi, insanların onlara karşı taassubu, onları sosyal ve dinî yapılarının birer parçası olarak algılamaları bunların toptan reddedilişini ve kaldırılıp atılmasını zorlaştıracak dereceye getirmişti. Böyle bir hareket islam çağrrısınm tökezlenmesine, problemlerle karşılaşmasına ve insanların ona yönelip, onun bayrağı altına girmesine engel olabilirdi. Onun için sadece, iptal edilmesi zorunlu olan ve çağrının ilkeleri ve yüce hedefleryle çelişen, ya da duygu ve zevkin nefretle karşıladığı çirkinlik ve aşırılıkta olan yahut da genel maslahatla uyuşmayan eski gelenekler iptal edilmiştir... Kur'an babanın eşiyle evlilik, iki bacıyla bir arada evlilik, zina, kendisine dost tutma, sapık ilişkilerde bulunma, çıplak olarak tavaf etme, putların yanında kurban kesme, deniz avını haram sayma, kurbanların etlerinin yenmesini ve fakirlere yedirilmesini haram sayma gibi gelenekleri anında değiştirmiştir. Geri kalanlarını ise, düzeltmeyi, yararlı ve faydalı hale sokmayı, söz konusu temel ilkeler ve hedeflerle uyum sağlar duruma getirmeyi ya da en azından onlarla çelişmeyecek bir yapıya kavuşturmayı yeterli görmüştür, özellikle müslümanlar için çeşitli ve büyük yararları bulunan ve aynı zamanda Allah'ın vahyinin indiği bir yerde oluşan Hac geleneklerinin kendi haline bırakılması gerçekten anlamlıdır. Bunun yanında hukuki bazı temeller koydu. Bunların aracılığıyla daha yararlı, daha adil ve daha faziletli olanı seçmek mümkündür. Tabiî bu, o zamanki şartlarda en iyisiydi. Mesela zulüm etme, haksızlık yapma olasılığı bulunan durumlarda yalnız bir kadın ile yetinme, esirlerin insiyatifini iktidara bırakma, böylece ya onları bağışlama ve serbest bırakma ya da onların fidye vermelerini istemekle gelecekte köleliğin ortadan kalkmasına yardım etme vs. gibi.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
Miralay (30. March 2011), yeşil (7. November 2011)