Tekil Mesaj gösterimi
Alt 19. July 2016, 01:22 AM   #17
Hasan Akçay
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 813
Tesekkür: 0
155 Mesajina 223 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
Hasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud of
Standart

IKI NUMARALI MAHKEME
alinti:

ÖNSÖZ

İKİ NUMARALI MAHKEME 1963 yılının yaz aylarında Kara Harb Okulunda çalıştı. Harb Okulu öğrencilerini yargıladı. İsmet İnönü hükümetini silah zoruyla devirmeye kalkışmaktan 75 Harbiyeliyi dört yıl ikişer ay hapis cezasına çarptı.

Bir de Bir Numaralı Mahkeme vardı. Ama o, Mamak'ta çalıştı. Darbe girişiminde ele başılık eden Harb Okulu öğrencileri ile emekli albay Talat Aydemir ve emekli binbaşı Fethi Gürcan gibi darbeci subayları yargıladı. Bu iki subay ölüm cezasına çarpıldı, asılarak idam edildi.

İKİ NUMARALI MAHKEME Mamak'takilerin değil, Harb Okulu'nda yargılanan "bin dört yüz elli dokuz harbiyeli"nin öyküsü. Duruşmalar sırasında tuttuğum notların üstüne kurulmuştur. Olayın henüz dumanı tüterken yazılan bu defter bu günlerden o günlere değil, o günlerden o günlere bir bakıştır. Belki biraz çocuksu ama son derece içten bir bakış.

25 Haziran 1965 tarihli AKŞAM gazetesinde Çetin Altan o harbiyelilerin davranışını "çocuksu iyi niyet"e yorar ve ekler: "Türkiye'de hiçkimse acemiliğini onlar kadar ve o yaşta ödememiştir."

Gerçekten öyleydi. Bıyığı yeni yeni terlemeye başlayan birer çocuktuk. Ülkenin yazgısıyla oynayan koca koca adamlar değildik. Ama bazı koca koca adamlar kendi siyasi oyunlarını oynarken ayaklar altında biz kaldık. HARBİYELİ ALDANMAZ diye bağıra bağıra aldandık; hüngür hüngür ağladık ve kahkahalarla güldük. "Çocukça ve iyiniyetle".

İlhan Selçuk ise 17 Aralık 1964 tarihli CUMHURİYET gazetesinde "bazı tarih gerçeklerinin üstüne ışık serpmek"ten söz ediyor. İyi güzel de o gerçeklerin üstüne kimin feneri tutulacak? Sanırım olaya bir de ayaklar altında kalan o "çocuklar"ın gözüyle bakmakta yarar var.

Belki bu defter o işi yapar. Öyle ki okunduğunda kulaklara o çocukların ağlama sesleri ve kahkahaları gelir. Ve inşallah bir gün tam demokrasi ülkemizde yerleşir; bu öykü, masal olur.



*

KAÇMAYI AKLIMDAN BiLE GEÇiRMEDiM

1962-1963, okul yaşantımın son ders yılı olacaktı.
Yıl sonu sınavları yapılıyordu.
Bir hafta önce başlamıştı. Bir hafta sonra bitecekti.

24.00'e kadar sınıfta ders çalışma izni vardı. Arkadaşların çoğu o vakte kadar çalışıyordu ama benim ilkem yıl içinde düzenli çalışıp yıl sonunda rahat etmekti. Onun için her zamanki gibi 22.00'de yattım.Yenice uyumuşum. "Alarm var!" feryatlarıyla uyandım. "Kalkın arkadaşlar! Haydi arkadaşlar!" Herkes telaş içinde kalkıp gidiyordu. Koğuşta yalnızca iki ya da üç kişi kalmıştık. Ben de acele giyinip aşağı indim.

Depoda kendi silahımı bulamadım. Rast gele bir silah aldım. Palaska da bana uymadı. Elime gelen birini takıştırıp dışarı koştum. Bölüğüm iç avludaki toplanma yerinde yoktu. Okul kapısı ise sonuna kadar açıktı. Nöbetçi yoktu. Bölüğe Meclis yolunda yetiştim.

Oldukça düzgün bir yürüyüş kolu içinde gidiyorlardı.
Kısım çavuşu bir bağ mermi verdi.

"Nolmuş? Nereye gidiyoruz?"
"Şimdilik biz de bilmiyoruz."

Herkes birbirini uyarıyordu:

"Aman arkadaşlar!
Silahınızı güvene alın; namluyu havaya tutun."

Mermi de aldığımıza göre bu bir eğitim yürüyüşü değildi.

Az sonra "Conguroglu'nu gördün mü? Talat Aydemir gelmiş," gibi sözler dolaşmaya başladı. Durumu anladım.Talat Aydemir bir yıl önce Harb Okulu komutanıydı. Conguroglu ise onun maiyetindeki bir subay. 22 Şubat 1962'de İsmet İnönü hükümetini devirmeye kalkıştıkları için emekli edilmişlerdi. Simdi demek bir darbe girişimi daha başlatıyorlardı. Ve biz onlarla birlikte hareket ediyorduk.

Daha önce kendi aramızdaki söyleşilerde ihtilalden söz ederdik.
Ben şakaya vurup "Öyle bir şey olursa kaçarım!" derdim. Ama o anda kaçmayı aklımdan bile geçirmedim.

Parola: harbiyeli
Isareti: aldanmaz


*

HARBiYELi ALDANMAZ.

26 Şubat 1962’de Başbakan İsmet İnönü Mecliste bir konuşma yapar; "Harbiyeliler aldatılmıştır," der. Bazı harbiyeliler ertesi gün Taksim’deki Atatürk anıtına çelenk koyup İnönü’nün bu sözünü protesto ederler. Çelengin üzerindeki yazı: HARBİYELİ ALDANMAZ.

Fotoğraftaki gazete haberi:

"HARBİYELİ KANDIRILAMAZ" – Sömestr izinlerini geçirmek üzere şehrimize gelmiş bulunan Harbiye talebeleri dün Taksimdeki Atatürk anıtına üzerinde "Atatürk ve Türk ulusu, Harbiyeli aldanmaz" ibaresi bulunan bir çelenk koymuşlardır. Resimde, Harbiyelilerin çelengi görülüyor.

*

UZAYLILAR

Saat 24:30. Uykuyla uyanıklık arasındaki zaman.
Yaprak kımıldamıyor.
Evlerinde herkes uykuda olmalı. Yalnız biz kıpır kıpırdık. Dünyayı ele geçirmek üzere olan uzaylılar gibi.

Genel Kurmay'ın önüne gelince ateş yedik. Kendimizi yerlere attık. Yenice yağmur yağmıştı. Üstümüz başımız fena battı. Bir kaç saniye sonra ateş kesildi. Ve biz ordan sanki az önce ateş edilmemiş ve bir daha da edilmezmiş gibi elimizi kolumuzu sallaya sallaya yolumuza devam ettik.

İçişleri Bakanlığı’nın önüne gelince "Başımızda kimse yok mu?" diye arandık. Conguroglu varmış; yok olmuş. "Arkadaşlar! 22 nci Kısım, Tarım Bakanlığı’nın önüne!" dendi. Oraya gittik.

Bakanlığın doğusundaki yapı, Yüksek Denetleme Kurulu. Cadde yukarda kalıyor. Yani orda bir bakıma siper var. 22 nci Kısımdan İsmet Öztürk’le orda siper aldık. Ortalık şimdilik sakin. "Kimse var mı?" diye seslendik. Bakanlığın önünde epey arkadaş varmış. Yapının üst katındaki bir pencerede ışık yandı. İsmet işkillendi.

"Yahu, kim ki o?"
"Bilmem."
"Bize ateş etmesin?"
"Yok canım."

Sesimi yükselttim:

"Bizim kimseye zararımız yok.
Hem arkadan vurmak olur o. Yakışır mı!
O bize ateş etse bile ben ona ateşetmem."

"İşi amma da iyi ayarlamışlar!" diyorduk.

Az ilerdeki kavşakta birileri arabaları durduruyor,
denetliyor, geri çeviriyordu.
Orda bir de tank vardı. Sahipsiz.

Tek tük silah sesi duyuluyordu.

Sonra önümüzden asker dolu GMC'ler geçti; karşımızdaki ağaçların arasına girdiler. İsmet ve ben bakanlığın önündeki arkadaşların yanına geçtik. Coğunluğun yanında olmak insana güven veriyordu.

Biraz sonra sürüne sürüne Adnan Midyat geldi. Heyecanlıydı. "Bize ateş ettiler," dedi. Adnan karşılık vermek istemiş ama "bu meret" tutukluk etmiş. Mermi yatağını, tetiği kurcaladı. Silah birden ateş aldı. "Vay canına yahu," dedi. "Orda ateş almamıştı." Bizim bulunduğumuz yerden çıkan tek silah sesi bu oldu.

Sınıf arkadaşım Erdoğan Gülsoy da ordaydı. Morali bozuktu. "Bu iş yaş," diyordu. "Bir kere karşılıklı ateş edilmeye başlandı mı o işten hayır gelmez. "Karşımızdaki ağaçların arasından birden ateş edilmeye başlandı. Sanki Erdoğan'ı haklı çıkarmak için.

Yüksek Denetleme Kurulu ile Tarım Bakanlığının arasında bir sokak var. Ordaki bir kapının girintisine sığındık. Erdoğan çömük ben ayakta beklemeye başladık.

"Burdan çıkmayalım," dedim. "Ne zaman bizi almaya gelen olur o zaman çıkalım." Epey bekledik. Sabaha doğru bir ses duyduk. Önce uzaktan. Sonra ses giderek yaklaştı: "Ateş etmek yok! Ateş etmek yok! Onlar sizin kardeşleriniz. Harbiyeliler sizin kardeşleriniz." Giderek yaklaştı: "Gelin evlatlarım. Gelin yavrularım." "Hadi Erdoğan."

Çıktık.


*

SiLAH VE NAMUS

Ordan burdan gelenlerle yirmi kişi kadar olduk. Seslenen, bir albaydı. Sırtında kışlık palto, onun altında yazlık giysi. Yanında subaylar, ardında avcı koluna göre dizilmiş eli tomsonlu erler. "Verin silahlarınızı." Bir kaç arkadaş verdi. Hüseyin Dirhem de silahını uzattı. Ama birden heyecanlandı.

"Ben silahımı vermem!"
"Neden?"
"Silah benim namusumdur!"

Albay babacandı.

"Evladım," dedi. "Ben de askerim. Namusunu bana teslim etmez misin?"
"Hayır!"
"Al, ben sana tabancamı vereyim."

Tabancasını uzattı. Hüseyin onu da almadı. "Benim silahım var," dedi.

Albay silahlarımızı almayı bıraktı. Toplananları da geri verdi.
Silahların mekanizmalarını istedi. Onları itirazsız verdik.

Bir GMC yanaştı. "Binin," dedi. Ali İhsan Yılmaz davranınca silahı kazayla ateş etti. Albay dövünmeye başladı: "Evladım, birbirinizi vuracaksınız. Silahları bunun için istedim." Neyse, baska bir aksilik olmadı. Hareket ettik.


*

ARA YORUM 1:
Güler misin ağlar mısın?

Bir sürü avukatımız vardı ama kendi savunmamı kendim yapmaya kararlıydım. Onun için duruşmalar sırasında sürekli notlar aldım. Aklanıp köyüme gelince onları işte böyle temize çekiyorum.

Okul komutanı bizi serbest bırakırken uyardı: "Gittiğiniz yerlerde halk size soğuk davranacak. Dikkatli olun; sırtınızdaki giysinin onurunu lekelemeyin." Şimdi burada onun merakı içindeyim. Komutan haklı olabilir mi?

Köylülerim beni önce bir yokluyor: "Talat Aydemir başaramadı. Yazık."

"Ne yani?" diyorum. "Aydemir'in ihtilal yapma yetkisi mi var? Kimden almış o yetkiyi? Albaymış. Olsun. Emekli edilmiş. Sen neysen o da o. İhtilal yapmaya senin hakkın var mı? Hem başarsa ne olurdu? Yol olurdu; eline silah geçiren ihtilal yapmaya kalkardı. Suriye'ye dönerdik."

Beni bu kadar uzun konuşturmuyorlar bile. "Yok, canım!" diyorlar. "Biz Aydemir haklı, demiyoruz. Ona ceza vermek haklı. O kadar öğrencinin başını yaktı. Onlara acıyoruz. Onlar emir kulu. Öğrencilerin ne günahı var? Bunca yıl dirsek çürüt; oku. Tam subay çıkmak üzereyken umutların yıkılsın. İnsanın içi yanıyor."

Ama bana acınması hiç hoş değil. Acınacak nerem var benim! Şu dünyada acından ölen mi var? Allah bir kapıyı kaparsa başka bir kapıyı açar.

Bir de benim tanıdığım Nurcular var. Onlar Cumhuriyet okullarına karşıdır. "Aha," diyor birisi. "Okudunuz da n'oldu? Laik öğretim çürük meyvalı bir agaçtır. Silkelediler işte yine. Sapır sapır döküldünüz."

Tabii onlar biraz gazete okuyor. Ankara'da olup bitenden haberleri var. Geçen gün "Belki bizi okuldan atarlar," dedim. Bir birlerinin yüzüne bakıp bilgiç bilgiç başlarını salladılar. Daha ben gelmeden anama "Hasan okuldan atılacak," demişler. Anam onlara ermiş gözüyle bakıyor. "Bildiler, bildiler!" diyor. "Bööle olceeni bildiler." Haberi gayptan aldıklarına inanıyor. Babamın bunlara öfkesi burnunda. "Bilemezler!" diye bağırıyor. "Gaybı yalnızca Allah bilir." Onlar da babama ateş püskürüyor. Beş vakit namazında niyazında olan babamı nerdeyse dinsiz ilan edecekler.

Gerçekte halkın HEPSİ aynı tavrın içinde değil. Herkes kendi siyasî eğilimine göre tavır alıyor. İsmet Paşa’cılar var; Demokrat Partililer, Nurcular …

Bense ne yapacağımı bilemiyorum,
güleyim mi ağlayayım mı?

Hani (sepetçi) Mustafa dayım namazdan önce camide anlattıydı. Sabah dağa giderken alaca karanlıkta arabasının tekeri çukura düşmüş. Onu kurtarayım derken dingilin ucu dizine çarpmış. Öyle canı yanmış ki basmış kahkahayı. Bir yandan da "İyi ki kimse görmüyor!" dermiş içinden.

Babam çok gergin.
İkide bir soruyor: "Hasan, haber var mı? Emir geldi mi?"
Sofrada yemek bekler gibi okuldan emir bekliyor.
Tarlalarından birini satıp bana bisiklet aldı.



*

KiMDEN YANAYIZ?

Kamyonu bir binbaşı sürüyordu. Genel Kurmayın önüne geldik. Ordan yine ateş ediliyordu. Durmak zorunda kaldık. Binbaşı, elinde tabanca, indi. "Arkadaşlar," dedi. "Şu anda neler hissettiğinizi biliyorum çünkü ben de harbiyeliyim. Şimdi sizi teker teker bırakacağım. İstediğiniz yere gidin. Ama benim başımı yakmayın. İki küçük çocuğum var. Beni emekli ettirip onların ahını almayın."

Bir arkadaş kamyondan atlayacak oldu. Binbaşı, "Yoo," dedi. "Daha değil! Bekleyin. Zamanı gelince ben söylerim."

Sonra binbaşı yok oldu. Sürücü mahalline bir teğmen bindi.
Geri döndük. Çankaya'ya doğru hızla yol almaya başladık.
Ama kesin olarak nereye gittiğimizi bilmiyorduk.

Dokunsalar ağlayacak gibiydik. Arkada kalan arkadaşlara ihanet ettiğimizi düşünüyorduk. Burnumuzu soktuğumuz işin pisliğini hissediyorduk. Utanıyorduk. Korkuyorduk. Çünkü yarınımız artık belirsizdi. En yüreklimiz Ali Nihat Erhan olmalıydı. Bölük baş çavuşumuz. Onun da dizlerinin bağı çözülmüş gibiydi; dişleri takır takır bir birine vuruyordu.

Bir yerde durduk. Kamyonun çevresini tomsonlu erler aldı. Bir yüzbaşı karşıladı bizi.

"Niye geldiniz, yahu?"
"Getirdiler, efendim."
"İyi. Hoş geldiniz."

Silahlarımızı aldılar. Artik kimse vermem demiyordu. Silahını veren, bir odaya giriyordu. Biri "Efendim, erler karışmasın bana!" diye bağırdı. "Ben bir ay sonra subay çıkacağım." Yüzbaşı erlere, "Siz çekilin," dedi. İbrahim Nazlısöz: "Yüzbaşım! Erler dipçikle vuruyor. Vuruyor, yüzbaşım!" Erler uzaklaştırıldı.

Burası Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı imiş. İçi sandalye dolu bir odadayız. Bir derslik. Sandalyelere perişan oturduk. Başımıza tomsonlu bir teğmen koydular. Vakit ilerledikçe teğmene "Durum nasıl?" diye soruyorduk. Karışıkmış. "Kimin ne mok yedigi belli değil. Buraya gelmekle en iyisini siz ettiniz."

Bazı arkadaşlar, "Sigaramız yok," dediler.
Bir yüzbaşı kendi sigara paketini ortaya attı.

Teğmen yedek subaydı. Sivilde kaymakammış. Hukuk mezunuymuş. Hukuk fakülteleri ve dersler hakkında sorular sorduk. Harb Okulundan atılırsak gireriz diye.

Ortalık ağarınca uçaklar dolaşmaya başladı. Biri geldi gümbür diye bir şey bıraktı. Kendimizi yerlere attık. Teğmen, silahını üstümüze doğrultup "Kıpırdamayın, yakarım!"diye bağırdı. Ortalık yatışınca bir öğrenci, "Noluyor, teğmenim?" dedi. Bizi vuracak mıydınız?"

"Kaçana şakam yok."
"Kim kaçacak, teğmenim? Siz kovsanız bile giden kim?"

Sonra öğrendik; darbe girişimi sırasında Muhafız Alayı ÜÇ ŞEHİT vermiş. Alayın komutanı tanık olarak dinlenirken yargıç sordu: Olayda can kaybınız nasıl oldu? Tanık: Bir subayla iki erim UÇAKLARIN ATEŞİYLE şehid oldu.

Sonra gelenlere soruyorduk: "Dışarda durum nasıl?" Onlar bizden perişan. Üst baş yırtılmış, çamur içinde. Bet beniz atmış. Biz onlara şaşkın şaşkın bakıyoruz onlar bize. "Uçaklar Genel Kurmaya sabah 7.00'ye kadar süre tanımış. Teslim olmazsa bombalayacaklarmış."

Hangi taraf kazanırsa kazansın halimiz dumandı çünkü biz hiç kimseden yana değildik. İhtilalcilere göre "hain"dik, hükümete göre asi. Yüz numaraya baş vuru sırasına göre iki erin gözetiminde gidebiliyorduk. Erin biri önde, biri arkada. Çevredeki erler yüz numaraya giden arkadaşa fena sövüyormuş. Erlere, "Harbiyeliler hemşerilerinizi vurdu," demişler.


*

DAYAK

Odaya savaş giysili bir yüzbaşı girdi. Belinde tabanca, ayağında botlar. Yüzünden düşen bin parça. "Kalkın ayağa!" diye bağırdı. Kalkış o kalkış. Bir daha"Oturun!" demedi. Kimliğimizi tesbite başladı.

Bir yandan tesbit bir yandan dayak.

"Sen nerelisin?"
"İzmir'li."
"Ulan sen Rum tohumusun, ulan!"

Ve yumruk, tekme, tokat. Payını alan dışarı çıkıyor.

"Sen nerelisin?"
"Kars'lı."
"Ulan, senin ananı Ruslar mı sin kaf?"

Isparta'lıları şehit Ali İhsan Kalmaz'ın kentinden diye, Malatya'lıları İnönü'nün kentinden diye, babası çiftçi olanları "Baban senden ihtilal yapmanı mı istedi?" diye, babası subay olanları "Baban sana ihtilal yapmayı mı öğretti?" diye dövdü. Dayak yiyen Harbiyeli hüngür hüngür ağlıyordu.

"Ulan sen katilsin!"
"Hayır, değilim."
"Katilsin, katilsiiiin!"

Dayak yiyenin çevresinde sekiz tane tomsonlu er. Öz saygının yerlerde süründüğü an.

Kepimi yüzüme bastırdım.
Ağlıyayım diyorum ağlıyamıyorum.
Başımı kaldırıp bakamıyorum.

Herkes bir an önce sırasını savmak için öne atılıyor. Ben gerilerdeyim. Biri kapıdan, "Yüzbaşım, sizi çağırıyorlar," dedi. Yüzbaşı, işini teğmene bıraktı; "Simdi gelirim," deyip gitti. Teğmen alabildiğine nazikti. Sıramı savmadan yüzbaşı geliverirse diye herkesin içi cız ediyordu.

Ve sıra bendeyken çıkageldi.

Cebimde ne varsa boşalttım: bir dolmakalem, cüzdan, mendil, babamdan gelen bir mektup, tarak. Kimlik tesbitim bitti. "Mektubu bırak, ötekileri al," dedi. Aldım. "Çık!" dedi. Yüzüne bakıyorum, tokatı ne zaman çakacak? I-ıh, tokat yok. Elimi kalçama götürdüm bir tekme bekliyerek. I-ıh, tekme de yok. Çıktım. Ama dayak yemişten beter oldum. Dayak bekleyip dövülmemek te zor.

Ondan sonra kimseyi dövmedi.
Sonradan öğrendik, Alay Komutanı, "Harbiyelileri dövmeyin!" demiş.

Nerdeyse öğlen oldu. Saat 10. Alayin yemekhanesine götürdüler bizi.
Bize meydan dayağı atanlar, üstüne bir de kahvaltı verirler mi?

Konu Hasan Akçay tarafından (19. July 2016 Saat 03:44 PM ) değiştirilmiştir.
Hasan Akçay isimli Üye şuanda  online konumundadır   Alıntı ile Cevapla