Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 12:34 AM   #13
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Bu, eğitimcilerin, toplum için yaralı işler yapmaya gayret edenlerin dikkat etmek zorunda oldukları ilk ilkelerden biridir. Nitekim Yüce Allah ilk vahiylerden itibaren bu hususta uyarılarda bulunmuştur:

Allah, hakksızlığa uğrayanların dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ve Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir. (Nisâ/148)

“Her ikiniz gidin Firavun'a. O, gerçekten azdı. Sonra ona öğüt alması ve haşyet duyması için yumuşak söz söyleyin.” (Tâ-Hâ/43-44)

Ve Allah'a çağırıp/yakarıp sâlihi işleyen ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir yakın'dır. (Fussilet/33-34)

Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı ikâme et [zihnî ve mâlî desteği oluştur ve ayakta tut]; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. (Hûd/114)

84. âyette, Hani Biz, sizin mîsâkınızı almıştık; kanlarınızı dökmeyeceksiniz, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız. Sonra siz tanıklık ederek ikrar verdiniz. Sonra, siz, işte, o kimselersiniz; nefislerinizi öldürüyorsunuz ve sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhinden günah ve düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak gelirlerse de onlar için fidyeleşirsiniz. Hâlbuki o; onların çıkarılmaları size harâmlaştırılmıştır ifadeleriyle kasdedilenler, Rasûlullah'ın Medîne'de muhatap olduğu İsrâîloğulları, Evs ve Hazrec kabileleridir. Bunlar, İslâm'ı kabul etmeden bir süre önce bu durumdaydılar:

Şöyle ki: Evs ile Hazrec kabileleri putlara tapıyorlardı. Aralarında, başka Arap kabileleri arasında görülmemiş derecede bir düşmanlık vardı.

Üç kabileden oluşmuş Medîne Yahûdileri de bu iki kabileden birinin müttefiki idiler. Yahûdi kabilelerinden Kaynukaoğulları ile Nadîroğulları Hazrec kabilesinin, Kurayzaoğulları ise Evs kabilesinin müttefiki idiler. Bu iki kabile arasında savaş çıkınca Yahûdi kabileleri de müttefikleri olan kabilenin yanında savaşa katılıyor, karşı tarafla vuruşuyorlar; karşı tarafta yer alan ırkdaşları ve dindaşları olan Yahûdileri öldürdükleri de oluyordu. Oysa, Allah'ın kendilerinden aldığı mîsâka göre birbirlerini öldürmeleri yasaktı.

Yine kendi müttefikleri savaşta gâlip gelince karşı taraftaki ırkdaşlarını-dindaşlarını yurtlarından sürüyor, mallarını yağmalıyor ve esir alıyorlardı. Oysa bunların tümü Allah'a vermiş oldukları söz gereğince yasaktı. Bir süre sonra savaşın etkileri yok olmaya yüz tutunca fidye karşılığında esirleri kurtarmaya girişiyorlar, bu aşamada gerek karşı tarafta savaşmış ırkdaşlarının-dindaşlarının gerek müttefiklerinin, gerekse de müttefiklerinin düşmanı olan Arap kabilesinin elindeki esirleri serbest bıraktırıyorlardı. Bunu Tevrât'ın şu hükmünün gereğini yerine getirmek için yapıyorlardı: “Nerede İsrâîloğulları'ndan bir köleye rastlarsan onu satın alıp azat etmelisin.”[54]

Bu durumlarına değinildikten sonra Medîneli Yahûdilere, Peki, siz Kitab'ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanların alacağı karşılık dünya hayatında bir rüsvaylıktan başka nedir? Kıyâmet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gâfil [duyarsız] değildir denilerek uyarı ve tehdit yöneltilmiştir. Bu tehdidi başka âyetlerde de görüyoruz:

Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, “Biz bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve Elçisi'nin arasını ayırmaya kalkışan ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler var ya, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. (Nisâ/150-151)

Bu âyetlerde, Allah'ın kitabının bir kısmına inanan bir kısmına inanmayan; bir kısmını uygulayan, bir kısmını uygulamayan tüm insanlara uyarı ve tehdit yöneltilmektedir.

86. âyette ise onlara, İşte onlar, âhiret karşılığında basit yaşamı satın almış kimselerdir denilerek, dünya hayatının, âhirete tercih edilmesi yanılgısına vurgu yapılmıştır. Kur’ân'da, insanları bu yanılgıdan kurtarmaya yönelik yüzlerce âyet vardır. Konumuz olan âyetteki ifade, daha evvel 16. âyette ikiyüzlüler için kullanılmıştı:

İşte onlar, hidâyet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir de onların ticaretleri kâr etmedi ve onlar doğru yolu bulamadılar. (Bakara/16)

87. Ve andolsun ki, Mûsâ'ya Kitab'ı verdik. Ve o'ndan sonra birbiri ardı sıra elçiler gönderdik. Meryem oğlu Îsâ'ya da açık açık deliller verdik ve kendisini Rûhu'l-Qudüs ile destekledik. Peki siz, bir elçinin size, nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiği her seferinde büyüklük tasladınız mı?! Sonra da bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz.

88. Ve onlar, ‘Bizim kalplerimiz kılıflıdır [örtülüdür]’ dediler. Aksine; Allah, inkârlarından dolayı onları lânetlemiştir. Bundan dolayı pek azı iman eder!

89. Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap gelince de –ki bunlar daha önceleri inanmayanlara karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın lâneti kâfirler üzerinedir.

90. Onların, kendilerini karşılığında sattıkları şey, Allah'ın kullarından dilediğine Kendi lütfundan indirmesini kıskanarak, Allah'ın indirdiği şeyleri inkâr etmeleri ne çirkindir! İşte bu yüzden gazap üstüne gazaba uğradılar. Küçültücü azap da yalnızca kâfirler içindir.

91. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman, onlar “Biz, kendimize indirilene iman ederiz” dediler. Ve onlar, o [Allah'ın indirdiği], kendilerinin beraberindekileri doğrulayan bir hakk olmasına rağmen, ondan [kendilerine indirilenlerden] ötesini inkâr ediyorlar. De ki: “Peki eğer mü’minler idiyseniz niçin daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyorsunuz?”

92. Ve andolsun ki Mûsâ size açık-seçik kanıtlarla gelmişti. Sonra siz, zâlimler olarak arkasından buzağıyı [altının ilâhlığını] edindiniz.

93. Ve hani sizden mîsâk almış ve Tûr'u üstünüze yükseltmiştik: “Size verdiğimizi [Kitab'ı] kuvvetlice alın ve dinleyin.” Demişlerdi ki: “Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık.” Ve inkârları yüzünden buzağı [altının ilâhlığı] kalplerine içirilmişti. De ki: “Eğer inananlar iseniz/inanıyorsanız, inancınızın size emrettiği şey ne çirkindir!”

Bu âyet grubunda Medîne'deki Yahûdilere hitap edilerek, İsrâîloğulları'nın geçmişten beri elçilik müessesesine bakışları ve birçok olumsuz özellikleri ortaya konulmuştur.

Allah Mûsâ'dan sonra da İsrâîloğulları'ndan birbiri ardına birçok elçi göndermiştir. Ama her seferinde onlar, elçilerin getirdiği mesajlar hoşlarına gitmediğinden büyüklük taslamışlar; elçilerin bir kısmını yalanlamış, bir kısmını da öldürmüşlerdir.

Kendilerine iletilen mesajlar karşısında, Bizim kalplerimiz kılıflıdır [örtülüdür] deyip anlamazlıktan gelerek bir kenara çekilmişlerdir.

Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden Kur’ân gelince de onu inkâr ettiler. Onlara, “Allah'ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman, onlar “Biz, kendimize indirilene iman ederiz” dediler. Ama bu dedikleri de yalandır. Öyle olsa hiç elçileri öldürürler miydi?!

Kur’ân'ı inkâr etme gerekçeleri, hasettir. Aslında onlar, bir peygamberin gelmesini çok istiyor ve bekliyorlar; hatta bu sayede zafer kazanacaklarını ümit ediyorlardı.

Mûsâ açık kanıtlarla gelmesine rağmen, yine altına tapmaktan vazgeçmemişler, azapla yüzyüze iken bile sahtekârlık yapmışlar; Tûr'da ölüm tehlikesi altında kendilerinden söz alınırken bile, Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık diyerek cinaslı söz kullanıp hâinliklerini ortaya koymuşlardı. İşte bu yüzden de İsrâîloğulları gazap üstüne gazaba uğramışlardı.

Bu âyetlerde, bir yandan İsrâîloğulları'nın geçmişi bildiriliyor, diğer yandan da tüm insanlığa bu kavimle ilgili ihtiyatlı olmaları mesajı veriliyor. Zira altın-çıkar tutkusu onların kalblerine işlemiştir.

87. âyette zikredilen Mûsâ'dan sonra gelen elçiler, Kur’ân ve Kitab-ı Mukaddes'e göre Yûşâ, İsmâîl, Sem’un, Dâvûd, Süleymân, İşaya, Ermiya, Uzeyr, Hezekyal, İlyâs, Elyesâ, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahyâ ve Îsâ peygamberlerdir.

Yine 87. âyetteki, Meryem oğlu Îsâ'ya da açık-açık deliller verdik ve kendisini Rûhu'l-Qudüs ile destekledik ibaresinde geçen Rûhu'l-Qudüs, “Allah'ın vahyi/İncîl”dir. Meryem sûresi'nde, “Rûh”, “Rûhu'l-Qudüs” ve “Cebrâîl”le ilgili geniş bilgi verilmişti.[55]

İsrâîloğulları'nın kendilerine gelen elçilere yaptıkları muamele, 61. âyette yer almış ve detayı orada sunulmuştu. Kitab-ı Mukaddes'e göre de İsrâîloğulları'nın târihi, öldürme ve eziyet olayları ile doludur. Bkz. II. Târihler, 16:1-14; I. Krallar, 19:1-10; I. Krallar, 22:26-27; II. Târihler, 24:20-21; Yeremya, 15:10; Yeremya, 18:20-23; Yeremya, 20:1-18; Yeremya, 20:36-40; Matta, 23:37; Markos, 6:17-29; Matta, 27:22-26.

Burada İsrâîloğulları'nın olumsuz iki yönü daha açıklanmıştır:

A) Mesajlar kendilerine iletildiğinde, ‘Bizim kalplerimiz kılıflıdır [örtülüdür]’ deyip, anlamazlıktan gelerek bir kenara çekilmeleridir ki bu durumlarına Nisâ sûresi'nde de dikkat çekilmiştir:

Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, ‘Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir’ demeleri nedeniyle (onları lânetledik.) Hayır; Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine] damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar. (Nisâ/155)

B) Ölümle burun buruna iken bile hâinlik edebilecekleridir ki bu husus bu pasajda şöyle ifade edilmiştir: Ve hani sizden mîsâk almış ve Tûr'u üstünüze yükseltmiştik: ‘Size verdiğimizi [Kitab'ı] kuvvetlice alın ve dinleyin.’ Demişlerdi ki: ‘Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık.’

Bu âyetin bir benzeri de Nisâ sûresi'nde yer almaktadır:

Yahûdileşmişlerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygamber'e karşı), “İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık”, “dinle, dinlemez olası”, “râ‘inâ” derler. Eğer onlar, “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat küfürleri [gerçeği kabul etmemeleri] sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar. (Nisâ/46)

93. âyetin orijinalindeki عصينا[‘asaynâ] fiili, genellikle “isyan ettik” diye çevirilir. Oysa ki İsrâîloğulları'nın ölümle burun buruna oldukları bir zamanda böyle demeleri uzak bir ihtimaldir.

عصينا[‘asaynâ] sözcüğünün kökü, عصى'dır [‘asy'dır]. ‘Asâ [baston, deynek] sözcüğünün etimolojisi incelendiğinde şu bilgilere ulaşıyoruz:

عصى'nın [‘asâ'nın] aslı, “toplanma ve uyuşma/kaynaşma” demektir. Esmâî, bazı Basralılardan şöyle nakleder: “‘Asâ'ya, ‘asâ denilmesinin nedeni, elin ve parmakların, o nesnenin üzerinde toplanmalarıdır. Bu söz Arapların, “toplumu hayra topladım, şerre topladım” deyimlerinden alınmıştır.”[56]

Öyleyse sözcük, عصى[‘asy] mastarından alındığında “sıkıca sarılmak”, عصيان [‘ısyân] mastarından alındığında “asi olmak, başkaldırmak” anlamına gelir.

Bu âyet, Nisâ/46. âyetinin delâletiyle değerlendirilecek olursa, bu hâin toplumun sesteş sözcük kullanarak insanları aldattıkları anlaşılır.

94. De ki: “Allah yanında ‘son yurt’ başkalarının değil de yalnızca sizin için ise, eğer doğrulardan iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz.”

95. Hâlbuki elleriyle işledikleri yüzünden onu ebediyyen temenni etmezler. Allah ise o zâlimleri çok iyi bilendir.

96. Ve sen kesinlikle onları insanların yaşamaya en hırslısı; şirk koşmuş olan kimselerden de daha hırslı bulacaksın. Onların her biri bin sene ömürlendirilmeyi arzular, oysa ömürlenmek kendisini azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah, onların yapmakta oldukları şeyleri çok iyi görücüdür.

Bu âyet grubunda, sapık inançları ortaya konan Yahûdilere birtakım sorular yöneltilmiş, böylece yanlış inançtan doğru inanca dönmeleri istenmiştir.

94-95. âyette, “son yurdun/cennetin” sadece kendilerine ait olduğunu iddia Yahûdilere, “Madem son yurt sadece size aittir, öyleyse haydi ölümü temenni edin, ölün de cennete kavuşun” teklifinde bulunulmakta; ardından da, işledikleri suçların cezası ve yaşama hırsı sebebiyle ölümü asla temenni etmedikleri, aksine binlerce sene yaşamak istedikleri bildiriliyor. Sonra da onlara, Allah'ın, zâlimleri çok iyi bildiği ve gördüğü; ne kadar uzun yaşarlarsa yaşasınlar, uzun ömrün kendilerini azaptan kurtaramayacağı ihtar ediliyor.

Yahûdilerin söz konusu kuruntuları başka âyetlerde de dile getirilmiştir:

Bir de onlar, “Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin.” Hayır, aksine kim iyi davranan olarak yüzünü Allah'a teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. (Bakara/111-112)

De ki: “Ey Yahûdileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız kendinizin, Allah'ın velîleri olduğuna inanıyorsanız, o hâlde, eğer doğru kimseler iseniz ölümü isteyin.” Oysa onlar, ellerinin öne sürdüğü şeyler yüzünden, onu [ölümü] asla istemezler. Allah, zâlimleri çok iyi bilendir. (Cuma/6-7)

Ve Yahûdiler, Hristiyanlar, “Biz Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgilileriyiz” dediler. De ki: “Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle O [Allah] size azap ediyor?” Bilakis, siz O'nun yaratıklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü de Allah'ındır. Dönüş de yalnızca O'nadır. (Mâide/18)

97-98. De ki: “Kim cibrîl'e düşmansa, bilsin ki şüphesiz Allah, onu [cibrîl'i], Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Kim ki, Allah'a, meleklerine, elçilerine, cibrîl'e, mîkâl'e düşman olursa bilsin ki, şüphesiz Allah da inkârcılara düşmandır.”

Bu âyetlerde yine Rasûlullah'ın çağdaşı Yahûdilere hitap edilerek yanlış inançlarını değiştirmeleri istenmiştir.

97. âyetteki, Kim cibrîl'e düşmansa, bilsin ki şüphesiz O [Allah], onu [cibrîl'i], kendisinden öncekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine Allah'ın izniyle indirmiştir. Kim ki, Allah'a, meleklerine, elçilerine, cibrîl'e, mîkâl'e düşman olursa bilsin ki, şüphesiz Allah da, inkârcılara düşmanıdır ifadesinden anlaşıldığına göre bu âyetler o dönemde vukû bulmuş bir olay nedeniyle inmiştir.

Bu âyetlerin sebeb-i nüzûlü hakkındaki nakiller şöyledir:

Yahûdiler Peygamber'e (s.a), “Kendisine herhangi bir meleğin Rabbinden risalet ve vahiy getirmediği hiçbir peygamber yoktur. Sana bunu getirenin kim olduğunu bize söyle ki biz de sana tâbi olalım” demişler. Hz. Peygamber de, “O Cebrâîl'dir” deyince şu karşılığı vermişler: “Cebrâîl savaş ve çarpışmayı getiren kimsedir. O bizim düşmanımızdır. Eğer sen bunun yerine şu yağmuru ve rahmeti indiren Mîkâîl olduğunu söylemiş olsaydın, sana uyardık.” Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi, bir sonraki âyetin sonuna kadar inzâl buyurdu. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir.[57]

Sonra İbn Cerîr der ki: Başkaları, Yahûdilerin bu sözü söylemelerinin sebebi olarak Hz. Peygamber konusunda onlarla Ömer ibn el-Hattâb arasında cereyan eden bir münazara olduğunu söylemişlerdir. Nitekim bu konuda Muhammed ibn el-Müsennâ... Şa‘bî'den nakletti ki o şöyle demiş:

-- Hz. Ömer Revha'ya indiğinde bazı kişilerin taşların üzerinde namaz kıldıklarını gördü ve “Bunlar kimdir?” diye sordu. Orada bulunanlar, “Onlar Rasûlullah'ın (s.a) burada namaz kıldığını zannediyorlar” dediler. O da bundan hoşlanmadı ve dedi ki: “Rasûlullah (s.a) namaz vaktinde vâdiye erişti ve orada kıldı, sonra kalkıp göçtü ve orayı terk etti.” Sonra Hz. Ömer onlarla konuşmaya başladı ve dedi ki:

-- Ben Yahûdilerin dinî kitaplarının okunduğu güne şâhit olmuştum ve Tevrât'ın Kur’ân'ı nasıl tasdik ettiğini, Kur’ân'ın Tevrât'ı nasıl tasdik ettiğini hayretle görüyordum. Bir gün ben onların arasında bulunuyordum ki şöyle dediler:

-- Ey Hattâb'ın oğlu! Senin arkadaşlarından bize senden daha sevimli olan yoktur.

Sordum:

-- Neden?

Şöyle cevap verdiler:

-- Sen bize geliyor ve bizi kuşatıyorsun.

Ben de şöyle karşılık verdim:

-- Size geliyor, Kur’ân'ın Tevrât'ı nasıl tasdik ettiğini, Tevrât'ın da Kur’ân'ı nasıl tasdik ettiğini hayretle müşahede ediyorum.

Hz. Ömer der ki: Hz. Peygamber oradan geçtiğinde dediler ki:

-- Ey Hattâb'ın oğlu! İşte arkadaşınız yürüyor, hakk o'nun yanında.

Hz. Ömer diyor ki: O zaman kendilerine şöyle dedim:

-- Kendisinden başka ilâh olmayan Allah adına söylerim size, O'nun hakkında siz neyi gözetiyorsunuz ve O'nun kitabı hakkında size ne emânet edilmiştir? Biliyor musunuz ki, o Allah'ın Rasûlü'dür.

Onlar sustular. Bilginleri ve uluları kendilerine dediler ki:

-- Ömer size çok ağır davrandı, ona cevap verseniz.

Onlar da şöyle dediler:

-- Sen bizim bilginimiz ve ulumuzsun, ona sen cevap ver.

O da dedi ki:

-- Eğer söz söylediğim Rabb adına, bizim söylememiz gerekirse biz o'nun Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyoruz.

Hz. Ömer der ki: Bunun üzerine ben, kendilerine şöyle dedim:

-- Vay size, öyleyse niçin kendinizi mahvettiniz?

Şöyle karşılık verdiler:

-- Biz mahvolmadık.

Ben şöyle devam ettim:

-- Nasıl olur bu, siz hem o'nun Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyor, hem de kendisine tâbi olup tasdik etmiyorsunuz.

Onlar şöyle karşılık verdiler:

-- Bizim meleklerden bir dostumuz, bir de düşmanımız var. O, peygamberliğini meleklerden bizim düşmanımız olanla birleştirdi.

Sordum:

-- Sizin düşmanınız ve dostunuz kimdir?

Cevap verdiler:

-- Düşmanımız Cebrâîl, dostumuz da Mîkâîl'dir.

Tekrar sordum:

-- Cebrâîl neden düşmanınız, Mîkâîl neden dostunuz?

Cevap verdiler:

-- Cebrâîl ağırlık, zorluk, katılık, şiddet ve azap meleğidir. Mîkâîl ise, şefkat, rahmet, hafiflik meleğidir.

Sordum:

-- Rabb'leri katında onların mertebesi nedir?

Cevap verdiler:

-- Birisi Rabbin sağında, diğeri de solunda bulunur.

Bunun üzerine dedim ki:

-- Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemîn ederim ki, birisine düşman olan diğerine de düşman olur, birisine dost olan diğerine de dost olur. Cebrâîl'in Mîkâîl'in düşmanıyla, Mîkâîl'in de Cebrâîl'in düşmanıyla dost olması uygun düşmez.

Hz. Ömer der ki: Sonra kalktım, Hz. Peygamber'in ardından gittim ve o'nu falancanın evinin kapı aralığından çıkarken yakaladım. Rasûlullah (s.a) dedi ki:

-- Ey Hattâb'ın oğlu! Sana biraz önce indirilmiş olan âyetleri okuyayım mı?

Ardından da, De ki: “Kim Cebrâîl'e düşmansa…” âyetini okumaya başladı. Âyetleri okuyunca dedim ki:

-- Anam-babam sana kurban olsun ey Allah'ın Rasûlü! Seni hakk ile gönderen Allah'a kasem ederim ki, ben de sana onu haber vermek için gelmiştim, ancak latîf ve habîr olan Allah bu haberi benden önce sana ulaştırdı.

İbn Ebî Hatim der ki: Bana Ebû Sa‘îd... Âmir'den haber verdi ki, o şöyle demiş: Hz. Ömer Yahûdilerin yanına gitti ve sordu:

-- Tevrât'ı Mûsâ'ya indiren Allah adına size söylerim, siz Hz. Peygamber'in geleceğini kitaplarda görüyor musunuz?

Onlar şöyle cevap verdiler:

-- Evet.

Ömer tekrar sordu:

-- Öyleyse sizi Hz. Muhammed'e tâbi olmaktan alıkoyan şey nedir?

Onlar şöyle karşılık verdiler:

Allah hiç bir peygamber göndermemiştir ki, beraberinde ona yoldaş olan bir melek bulunmasın. Muhammed'in (s.a) de yoldaşı Cebrâîl'dir (a.s). Ona gelen bu melek, bizim düşmanımızdır. Mîkâîl ise dostumuzdur. Eğer o'na Mîkâîl gelmiş olsaydı müslüman olurduk.

Hz. Ömer tekrar sordu:

-- Tevrât'ı Mûsâ'ya indiren Allah adına size söylerim, bu iki meleğin âlemlerin Rabbi katında mertebesi nasıldır?

Onlar karşılık verdiler:

-- Cebrâîl sağında, Mîkâîl de solundadır.

Bunun üzerine Ömer şöyle dedi:

-- Ben şehâdet ederim ki her iki melek Allah'ın izniyle inerler. Mîkâîl'in, Cebrâîl'in düşmanına dost olması; Cebrâîl'in de Mîkâîl'in düşmanına dost olması imkânsızdır.

Bu sırada Hz. Peygamber (s.a) oradan geçiyordu. Yahûdiler dediler ki:

Ey Hattâb'ın oğlu! İşte senin arkadaşın gidiyor.

Hz. Ömer kalktı ve Rasûlullah'ın yanına geldi. Bu sırada Allah, De ki: “Kim Cebrâîl'e düşmansa...” âyetini inzâl buyurdu.[58]

Bu rivâyetler, Cebrâîl ve Mîkâîl'in iki melek olduğu kabulüne göre kurgulanmıştır. Hâlbuki Kur’ân ifadeleri böyle bir anlayışa izin vermez. Çevirimizde de görüldüğü üzere Cebrâîl, indiren değil, inendir; dolayısıyla da, “Kur’ân”dır.

Cebrâîl için, Meryem sûresi'nin sonundaki “Rûh, Rûhu'l-Kudüs ve Cebrâîl” başlıklı tahlilimize bakılabilir.[59] Burada, cebrâîl'in, “Allah'ın onarması, reform yapması” anlamına geldiğini, vahyin farklı bir ifadesi, yani “Kur’ân” olduğunu belirtmekle yetiniyoruz.

98. âyette, Kim ki, Allah'a, meleklerine, elçilerine, cibrîl'e, mîkâl'e düşman olursa bilsin ki, şüphesiz Allah da, inkârcılara düşmanıdır buyurularak, “mîkâl”den bahsedilmektedir. “Mîkâîl”le ilgili de birçok fikir üretilmiştir. Biz bunlardan sadece Kurtubî'nin ifadelerine yer veriyoruz:
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla