Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. May 2013, 09:25 PM   #2
merdem
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 1.606
Tesekkür: 667
710 Mesajina 1.305 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23
merdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud ofmerdem has much to be proud of
Standart Zikir ve insanda inanç geninin kodlanması

Sunus olarak benim hosuma gitti, gayet net olarak izah edilmis. Can sikmadan okunur bir sekilde oldugu icin sizlerle paylasmak istedim.

Daha önceleri de belirttigim gibi degerli Kardeslerim, forumu disaridan ziyaret eden Kardeslerimiz de faydalanabilsinler.

Selam ve dua ile.

****

Muhittin Bozkurt, İktibaslar



ZİKİR VE İNSANDA İNANÇ GENİNİN KODLANMASI




Ayet cımbızlama ve tahrifat tekniğinin kullanıldığı başka bir ayet ise Enbiya suresi 7. ayetidir.

“Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkekler dışında elçi göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, o halde zikir ehline sorun.” Bu ayetin, “Zikir ehline sorun” kısmında “zikir” kelimesiyle ilgili bir tahrif söz konusudur. Zikir kelimesinden hareketle ellerinde zikirmatikler ile 99’luk boncuk olan, halvete/uzlete çekilip toplumun sorunlarından habersiz yaşayan ve toplumun dinamiklerine bigane kalan kişilerin kastedildiği sanılmaktadır. Böylelikle bu tür kişiler Allah’ın evliyası unvanı alarak toplum içinde itibarlı bir yer edinecek ve dinsel bir sınıf yaratıp kendi ağlarına düşürdüğü mazlumları maddi ve manevi yönden sömüreceklerdir. İnsanların din konusunda bilgisiz ve yetersiz olmaları, dinde sınıfsal yapı kuranların ekmeğine yağ sürmekte ve din sahasında rahat bir şekilde at oynatmalarını sağlamaktadır. Her işte akıllarını çok iyi işleten insanlar, nedense din konusunda azda olsa bir çaba içine girmemeleri gerçekten çok düşündürücüdür. “Muz saati”, “cennet vaadiyle müritlerle cinsel ilişki” gibi sapıkça hareketler, insanların din konusundaki bilgisizlik ve yetersizlikleri sebebiyledir. Şimdi konuyu dağıtmadan Ayet cımbızlama ve tahrif teknikleri kullanılarak tahrif edilen zikir kelimesinin Kur’an’da hangi anlamlarda kullanıldığını görelim:

“İşte bu sana ayetlerden ve hikmetlerle dolu Zikir’den okuduğumuzdur.(Ali İmran suresi, 58)”,

“Şüphe yok o zikri(Kitabı) biz indirdik biz, her halde biz onu muhafaza da edeceğiz.(Hicr suresi, 9)”

“Dediler ki: “Ey kendisine Zikir (Kur’an) indirilen kimse! Sen mutlaka delisin!”(Hicr suresi, 6)”

Bu ayetler açık bir şekilde Zikrin; “hatırlatma, anma, kitap, öğüt” olduğunu göstermektedir. Enbiya suresi 7. ayetindeki “zikir ehline sorun” emir ve tavsiyesi kendilerine kitap verilmiş olanlar olduğu gün gibi ortadadır.

“Zikr, hatırlatmadır.” dedik. Bir şeyi hatırlamamız için, o şeyin bilgisine daha önceden sahip olmamız gerekir. Aksi halde bir hatırlatma eyleminden bahsedemeyiz. Onun yerine bir bilgilendirmeden, bir öğrenmeden bahsedebiliriz ki, bu zikrin alanından ziyade ilmin alanına girer. Gelen bütün elçilerin özelliklerinden başat olan uyarıcılık ve müjdeleyiciliğin yanında bir de hatırlatıcı görevleri/özellikleri vardır.

“Hatırlat, çünkü sen hatırlatıcısın.”(88/21)

“Sen öğüt verip hatırlat; çünkü gerçekten öğütle hatırlatma, müminlere yarar sağlar.”(51/55)

Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi Peygamber’in hatırlatıcı bir görevi bulunmaktadır. Allah insanı yaratmış ve ona belli bir düzen, fıtrat, ilahi nizam yüklemiştir. İnsanların bu düzenleri/fıtratları/ilahi nizamları bozulunca, insanların özüne dönmesi/fıtratına dönmesi için elçiler göndermiştir. Bu gelen elçiler yeni bir şey getirmekten ziyade önceden var olan ilahi düzenlerine/fıtratlarına insanların dönmeleri için onlara rehberlik yapmıştır. Özetle elçilerin görevleri insanın içinde varolan gizil güçlerini (iyilik, adalet, barış, yardımseverlik gibi) onlara hatırlatmaktır. Nitekim Rahman suresinin ilk 4 ayeti çok ilginçtir, belki de hiç tefekkür etmediğimiz bir gerçeği de dile getirir:

“Er-rahmân.

Öğretti Kur’an’ı,

Yarattı insanı,

Ve ona beyanı öğretti.”(55/1-4)

Burada ilginç olan Rahman’ın önce Kur’an’ı öğretmesi daha sonra insanı yaratması ve ona öğrendiklerini, duygu ve düşüncelerini beyan etme gücünü vermesidir. Düz mantıkla düşünüldüğünde Allah’ın önce insanı yaratması gerekirdi ve insanı yaratıktan sonra da ona Kur’an’ı öğretmesi ve beyan etme gücünün verilmesi gerekirdi.

Kur’an, mushaf demek değildir. Mushaf elimizde tuttuğumuz kabı olan, sayfaları olan kitaptır. Kur’an ise, o kitaptan çıkardığımız manadır. Kur’an/zikir-mushaf/kitap ayrımını iyi yapmak lazımdır. Bu yazı okundukça kitap(Mushaf)-Kuran(zikir) ayrımının ne kadar önemli olduğu görülecektir. Şimdi Kur’an’ın “zikr”(hatırlatma, öğüt, anma) anlamına geldiğini şu ayetlerle anlayabiliriz:

“…şüphe yok ki Allah, sizin için bir zikir indirmiştir.”(65/10)

“İşte bu sana ayetlerden ve hikmetlerle dolu Zikir’den okuduğumuzdur.”(3/58)

“Siz, haddi aşanlardan/zulme sapanlardan oluşan bir toplumsunuz diye, o zikri(Kur’an’ı) sizden uzak mı tutalım?”(43/5)

Bu ayetler ve bunun dışında birçok ayet daha zikir kelimesinin Kur’an’ı ifade için kullanıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kur’an’ın isimlerinden biri zikir; yani hatırlatıcı.

Zikir aynı zamanda bütün vahiylerin de ortak adıdır. Nitekim Tevrat’ta bir zikirdir, İncil’de bir zikirdir. Kitap/mushaf bozulabilir, değiştirilebilir ama zikri bozmak değiştirmek imkânsızdır. Bu minvalde düşünüldüğünde Tevrat’ın ve İncil’in mushaf olarak bozulduğunu, tahrif olunduğunu söyleyebiliriz. Lakin son ilahi kitapla beraber, yani Kur’an’la beraber onların zikirlerinin de korunduğunu da söylememiz gerekir. Kur’an ilahi mesajların en son ve en güncel sürümüdür diyebiliriz. Nitekim Allah birçok ayette Kur’an’ın kendisinden önceki Tevrat ve İncil’i tasdiklediğini bize haber vermektedir. Tevrat’ın, İncil’in zikrinin bozulmadığını kitaplarının/mushaflarının bozulduğunu söyledik. Bu durum Kur’an’ı Kerim için de geçerlidir. Kur’an’ın kitabı/mushafı değiştirilebilir, bozulabilir ama zikri asla bozulmaz; bunu diğer önceki zikirleri de koruyan Allah üstlenmiş ve bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Hiç kuşkusuz, o zikri(Kur’an’ı) biz indirdik, biz; her hal ve şartta onu muhakkak koruyacak olan da biziz.”(15/9)

Hristiyan ve Yahudilerin: “Allah gönderdiği iki kitabının bozulmasını, tahrif edilmesini önleyemedi de bunu Kur’an’la mı başardı?” gibi ciddiyetten uzak, absürt iddiaları onların kitap/mushaf-zikir (Kur’an/Tevrat/İncil/vahiy/mana) ayrımını yapamamalarından kaynaklanıyor. Nitekim İncil’i okuyanlar da bilir ki, İncil’de de Allah’ın İncil’i koruyacağına dair ayet vardır. Aynen Hicr suresi 9. ayetteki gibi. Hicr suresi 9. ayette dikkatle bakıldığında orada korunan/muhafaza edilen kitap/mushaf değil, zikir’dir, yani manadır.

Kur’an’ın zikir olduğunu anladık da, Tevrat’ın ve İncil’in de zikir olduğuna dair deliliniz nedir, diye sorulabilir.

Kur’an’ın önündekilerini tasdik eden bir kitap olduğunu hepimiz biliyoruz. Şu ayetler de bu gerçeği dile getirmektedir: 3/3, 35/31, 6/92 vs.

Kur’an-ı Kerim’in bu kitapları tasdiklemesi düşünülemez buradaki mana zikirlerinin tasdik edilmesidir. Çünkü hepimiz yine Kur’an’dan biliyoruz ki, Tevrat ve İncil kitapları/mushafları bozulmuş, tahrif edilmiştir. Kur’an’ın bozulmuş, tahrif olmuş dolayısıyla hükmü ortadan kalkmış kitapları tasdik etmesi kabul edilecek bir durum değildir. Eğer Tevrat ve İncil’in bozuk halleri tasdik ediliyorsa Muhammed Nebi’nin Hıristiyan ve Yahudileri Kur’an’a çağırması beklenmezdi. Ama durum elbette böyle değildir. Allah’ın gönderdiği mesajda/vahiyde/zikirde bir değişim yoktur, onun için gönderdiği kitaplardaki mesajlarda da birbirine aykırılık olmaz. Kur’an diğer kitapların mesajlarını/manalarını bozulmamış olan zikirlerini tasdik eder, bunu böyle düşünmek gerekir. Aynı zamanda Kur’an’ın o kitapların(Tevrat, İncil, Zebur vs.) bozulmamış mesajlarını tasdiklemesi bütün bu vahiylerin/mesajların, kitapların Allah’ın göndermiş olmasıyla da alakalı bir durumdur. Yani geçmişten beri vahyi/mesajı gönderen Allah’tır ve bütün kitaplar onun tarafından indirilmiştir. Onun için Kur’an, önündekileri tasdikleyici (Allah tarafından indirildiğine şüphe duyulmayan) bir kitaptır.

Şimdi Kur’an’dan önce indirilen kitapların da zikir olduğuna dair delillerimize geçelim. Kur’an-ı Kerim’deki şu ayetler Tevrat ve İncil’in de “zikir” kapsamına girdiğini bize göstermektedir:

Biz senden önce de elçi olarak kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.(21/7)

Biz senden önce de elçi olarak kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.(16/43)

Buradaki “zikir ehli”nden kasıt ellerinde zikirmatikler, boncuklar ya da çakıl taşı olanlar değildir. Buradaki zikir ehli, Kur’an’dan önceki Tevrat, İncil ve diğer ilahi kaynaklı kitapların sahipleridir. Burada neden Tevrat, İncil ve diğer kitaplar yerine “zikir ehli” kullanıldığı çok anlamlıdır. Kitapları/mushafları tahrif edilen; yani yanlışta olan birilerine danışarak bir doğruyu tasdiklemek ne derece güvenilir bir yoldur ya da muhataplarını ne kadar tatmin edebilir ki? Burada Allah bilinçli bir şekilde (Allah’ın her işi zaten bilinçli) mushaf/kitap(ehl-i kitap) yerine “Zikir ehlini” kullanıyor. Böylece Tevrat, İncil ve diğer ilahi kitapların bozulduğu şekliyle kabul edenlerden değil, Tevrat, İncil ve diğer ilahi kitapların mesajlarının hak olarak devam ettirenlere sormaları, danışmaları emredilmektedir. Buradaki ince çizgiyi, nüansı ayırmak gerekiyor. O dönemde ehl-i kitabın bir kısmının mümin olduğunu şu ayetler açıklıyor:

“Ehli kitab da imana gelse idi elbette haklarında hayırlı olurdu, içlerinden iman edenler varsa da ekserisi dinden çıkmış fasıklardır.” (3/110)

Ama hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır. (3/113)

Ehl-i kitaptan öyleleri var ki, Allah’a, hem size indirilene, hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah’a boyun eğerek iman ederler. Allah’ın ayetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.(3/199)


Şimdi asıl konuya dönersek, zikrin ilahi kitaplardaki mana olduğu ve hatırlatılması icap ettiğini, insanların yeryüzünde kendi özlerine/fıtratlarına aykırı hareket etmeye başladıklarında Allah’ın elçiler göndererek İnsanlara hatırlatma (ez-zikr) indirdiğini söyledik. Zikrin hatırlatma olduğunu söylemiştik, bir şeyin hatırlatılması için, o şeyin bilgisine daha önceden vakıf olmak gerekir, yoksa bir hatırlatmadan söz edilemez. Eğer insanlar ilk kez o bilgiyle karşı karşıyaysa bu duruma hatırlanma denmez, bilgilenme/öğrenme denilebilir ki, doğrusu da budur. Oysaki biz, bütün ilahi menşeili kitapların “Ez-Zikr” olduğunu dolayısıyla hatırlatıcı olduğunu söyledik.

Burada karşımıza iki görüş çıkıyor:

1. Görüş: insanlar yaratılmadan önce insanların DNA’larına bir bilginin(İslam fıtratı) yerleştirildiği ve elçiler, elçilerin getirdiği kitaplar insanların bu DNA’larındaki bilgiyi ortaya çıkarmaya, hatırlatmaya yöneliktir. Özetlemek gerekirse bilinçaltında var olan bir bilginin bilinç düzeyine çıkarılması, hatırlanması söz konusudur. Nitekim şöyle bir söz çok meşhurdur: “Hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür.” İnsanın unutkan bir yapıya sahip olduğunu ve birçok şeyi unuttuğunu biliyoruz. Ama bu unutma, o bilgilerin tamamen hafızadan silinmesi demek değildir. Unutma, sadece hafızadaki bilgiler kullanılmadığı/tekrarlanmadığı için -tabiri caizse- o bilgilerin üzerinin tozlanmasıdır. İnsan; fıtratındaki güzelliği, iyiliği, selameti, insani özelliklerini kaybedince/unutunca Allah hemen devreye girerek İnsanı bu yok oluştan, bu girdaptan, bataklıktan, unutkanlıktan kurtarmak için, elçiler ve kitaplar gönderiyor. Elçiler ve getirdiği kitaplar, insanlara insan olduklarını hatırlatıyor ve fıtratlarına(özlerine) dönmelerine yardımcı oluyor.

Bu görüşün dayandırılabileceği ayetler şunlardır:

“Er-rahmân. Öğretti Kur’an’ı, yarattı insanı ve ona beyanı öğretti.”(55/1-4)

Bu ayetlerde insanların yaratılmadan önce Kur’an’ın öğretildiği (İnsan DNA’larına ilahi bilginin kodlanması) sonra da insanın yaratıldığı gerçeği söz konusudur. Bu ayetteki Kur’an’ın öğretilmesi insanın içine yerleştirilen iyilik, güzellik, selamet, barış, vicdan adına her şey olarak anlamlandırılabilir. Nitekim insanların temiz bir fıtrat üzerine yaratıldığını ve bu fıtrat gereği insanların Allah’ı bildiği ve BİR’lediğini biliyoruz. Bir insana tebliğ dolayısıyla ilahi mesaj ulaşmamışsa bile o insanın aklını, kalbini ve vicdanını işleterek yerin, göğün ve bu ikisi arasındaki her şeyin bir yaratıcısı olduğu gerçeğini çok rahatlıkla bulabilir. Ancak dini yükümlülüklerini/ritüellerini/menasiklerini bilmemekle beraber evrensel ölçüde geçerli olan adalet, barış, merhamet, yardımseverlik, infak, zulme karşı olma gibi erdemleri/ilkeleri kendi hayatında uygulayabilir.

“O halde sen yüzünü, bir Hanif olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değiştirme olamaz. Doğru ve eskimez din işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar.”(30/30)

Son zamanlarda haberlerde görmüşsünüz belki Amerikalı bilim insanları, insan beyninde “Tanrı/inanç Geni”nin bulunduğu ve bu inanç geni sayesinde insanların bir Tanrı’ya tapınma ihtiyacı hissettiğini söylüyorlar. Buradan hareketle tapınma ihtiyacı, insanın içinde önceden var olan bir özellik olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim Rum suresi 30. ayet bu gerçekliğe işaret ediyor: “Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrat.”

Allah insanları bir fıtrat üzerine yaratmıştır, Bu fıtrat hanifliktir. Haniflik, mayamızdaki yaratıcıyı bilme ve BİR’leme kodudur ve bu kod manevi genlerimize biz doğmadan önce yerleştirilmiştir. Bir başka deyişle haniflik, şirksiz/ortaksız Allah’a tapınmadır. Ona gönülden boyun eğme, onun himayesini kabul etme, O’nun dışındaki her ilaha LÂ diyebilmektir. Buradaki Allah’a tapınma akılsızca/şuursuzca yapılan bir durum/olgu/ritüel değildir. Nitekim İbrahim Nebi’nin bir hanif olduğunu ve Muhammed Nebi’nin de onun milletine/dinine uyması emredilmekte/hatırlatılmaktadır. İbrahim Nebi halkının tapındığı putları kırmış, tevhid şuuruna sorgulayarak, düşünerek varmış bir gönül yiğididir. İbrahim Nebi’nin bu durumunun Kur’an’da anlatılması ve bize bir örneklik olarak sunulması yaşanmış bitmiş bir olaydan ziyade her insanın hayatında var olan bir gerçekliği dile getirmektedir. Bu gerçeklik, her insanın doğumuyla başlayan ve sorgulayarak, araştırarak Allah’ı bildiği ve BİR’lediği bir tevhid serüvenidir. Allah, insanların kendisine körü körüne inanmalarını ya da atalarından gördüğü gibi hiç sorgulamadan, düşünmeden itaat etmesini istemez. Nitekim birçok ayette Allah’ın gönderdiği elçilerin atalar diniyle mücadele ettiğini görüyoruz.

Yaratıcı elçiler ve kitaplar göndermeseydi dahi, insanlar bu fıtratları dolayısıyla tek bir yaratıcının varlığını bilebilirdi. Şu var ki, insanlar elçiler sayesinde hem bu yaratıcıyı bilme ve Bir’leme hem yaratıcıyı gereği gibi takdir etme hem de din adına konulan bütün ritüellerin/menasiklerin nasıl olması gerektiğinin bilgisine kavuşmuştur. Bu yaratılış ilkesi/fıtratı/yaratılış kanunu sayesinde Hıristiyan ya da Yahudi bir aileden doğan insanların, Müslüman bir aileden doğan insanlardan çok da dezavantajlı olmadığı gerçeğine götürür bizi. Kur’an’da imanın akrabalık bağıyla bir ilişkisi olmadığının örnekleri birkaç ayette vurgulanır. Örnek vermek gerekirse Lut (a.s)un karısının, Nuh (a.s) un karısı ve çocuğu, Muhammed Nebi’nin amcası ve bazı akrabalarının kendisine inanmadığını, aksine Firavun’un karısının da imanlı olarak öldüğünü biliyoruz. Nitekim Müslüman bir aileden doğduğu halde kaç kişi Allah’ı, Peygamberi, kitabı ve dini gereği gibi takdir ediyor? Allah asla adaletsiz değildir, İnsanları hayatlarının birçok döneminde Allah’ın: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” insanların da: “Rabbimizsin buna tanıklık ederiz.” hitabıyla yüz yüze getiriyor ve fıtratlarındaki gerçeği bulmalarını/hatırlamalarını sağlıyor.

Fıtratın, yaratılış kanunu olduğunu ve insanların temiz bir fıtrat üzerine doğduğunu söyledik. Herhangi bir inanca sahip olmadıklarını söyleyen insanların ya da yanlış inanç sahibi insanların da adaletle hükmetmesi, mazlumun yanında yer alması, iyiliği, güzelliği, barışı, adaleti, eşitliği, infak etmeyi emretmesi bu tür duyguların özlemi içinde olması tamamen yaratılışları/fıtratları gereğidir. O ilahi öz insanların içinde her daim vardır. Yeter ki insan, gönül dünyasını, bilincini, idrakini temizleyip arındırsın. O öz bütün parlaklığıyla ortaya çıkacak ve insanların hem bu hayatlarını hem ahiret hayatlarını bir nur gibi aydınlatacaktır.

Delil gösterilebilecek başka bir ayet de Araf süresi 172. ayettir:

Hani Rabbin, âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp onları öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: “Rabbiniz değil miyim?” Onlar: “Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz.” demişlerdi. Kıyamet günü, “biz bundan habersizdik” demeyesiniz. (7/172)

Bu ayeti değerlendiren tefsir âlimleri, bu ayetteki Rabb ile âdemoğullarının bellerinden çıkarılan zürriyetlerin konuşmasını simgesel olarak kabul etmişlerdir. Yani buradaki anlatım tamamen mecazidir. Buradaki anlatım mecazi olmakla beraber bize bir hakikati de satır aralarında haykırmaktadır. Yukarıdaki ayetlerde(55/1-4, 30/30) de gördüğümüz üzere Allah, insanı bir fıtrat/öz /yaratılış kanunu ile yaratmıştır. Bu fıtrat/öz/yaratılış kanunu sayesinde insan Rabbinin varlığını bilebilir ve Rabbinin her şeyi hak olarak yarattığını, ortaksız olduğunu görebilir. Çünkü hem kendi nefislerimiz, hem de çevremiz yaratıcının varlığının delilleri (41/53) olabilecek yüzlerce örnekle doludur. İnsan, yaratıcıyı bilme bilgisiyle dünyaya gelmiştir. Nitekim Araf suresi 172. ayetteki o simgesel diyalog da bu gerçekliği dile getirmektedir. Yoksa bu diyalogu karşılıklı yapılan bir ahit/sözleşme gibi düşünmemek gerekir. İnsanın bu dünyaya gelişi, bu dünyada var olan ayetlerden/işaretlerden/delillerden hareketle bir yaratıcının varlığının bilinmesi ve o yaratıcının BİR’lenmesi bu sözleşmeyi/ahitleşmeyi yerine getirmektedir. Rabbe verilen bu sözün tutulması ancak onun gösterdiği yolda yürümekle, onun emir ve yasaklarını bilmekle mümkündür.

2. Görüş: Bu görüş ise insanların doğuştan değil de, daha sonra ademin (insanın) bir beşerken vahiyle insan olma serüveninde kendisine yüklenen bilgi (eşyanın isimlerinin öğretilmesi) ya da kendisine ruhun (ilahi öz/bilgi) üflenmesiyle bu manevi kod insanın ilk atasının genlerine yerleştirilmiş ve bu bilgi kuşaktan kuşağa aktarılarak bütün insanların DNA’larına geçmiştir. Elçiler ve getirdikleri kitaplar bu bilginin hatırlanması için Allah tarafından gönderilmişlerdir. Şimdi bu görüşü destekleyen ayetlere geçelim:

Bir zamanlar Rabb’in meleklere: “Ben, yeryüzünde bir halife atayacağım.” demişti de onlar şöyle konuşmuşlardı: “Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi atayacaksın? Oysaki bizler, seni hamd ile tespih ediyoruz; seni kutsayıp yüceltiyoruz.” Allah şöyle dedi: “Şu bir gerçek ki ben, sizin bilmediklerinizi bilmekteyim.”(2/30)

Ve Âdem’e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere göstererek şöyle buyurdu: “Hadi, haber verin bana şunların isimlerini, eğer doğru sözlüler iseniz.”(2/31)

Hani Rabbin meleklere, “Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin” demişti. (15/28-29)

“Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin.” (38/72)

Bu ayet pasajından anlaşılacağı üzere tekâmüle ulaşan bir insandan bahsedebiliriz. Allah yeryüzünde bir halife atamaya karar verince, melekler hayret içinde kalıyorlar ve şu savunmayı yapıyorlar: “Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi atayacaksın? Oysaki bizler, seni hamd ile tespih ediyoruz; seni kutsayıp yüceltiyoruz.” Oysa onların bilmediği bir şey var. Bu yeryüzünde halife olarak atanan insanın bir özelliği var, Allah ona eşyanın bilgisini öğretmiş ve aynı zamanda idrak sahibi, kararlar alıp-veren bir canlı olarak yaratmıştır. İnsanı diğer canlı-cansız varlıklardan ayıran ve onu önemli bir konuma getiren ya da aşağıların aşağısına sürüklenmesinin sebebi de özgürce iradesini kullanabilmesidir. Burada asıl üzerinde durulması gereken Melekler, insanların yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağını nereden bilmektedir?

Melekler çok büyük ihtimalle insanların vahiyle tanışmadan önceki (eşyanın isimlerinin öğretilmesi, Allah’ın ruhundan üflemesi, insanın emaneti yüklenmesi) yaşantılarından haberdardırlar ve insanlar henüz beşer haldedirler. Allah’ın emaneti insana vermesiyle/vahyetmesiyle/ruhundan üflemesiyle insandaki büyük değişim başlamıştır ve tertemiz fıtratları o zaman oluşmaya başlamıştır. Artık insan beşerden insanlığa terfi etmiştir. Şöyle bir tespit de yapılırsa yanlış olmaz kanaatindeyim: İnsan beşer haldeyken; yani henüz Allah onu halife olarak atamamışken manevi kişiliğinde iyilik, güzellik, selamet, barış gibi bütün iyi özellikleri barındıran bir fıtrata zaten sahipti. Allah, ona vahyederek bu temiz fıtratını ortaya çıkarmıştır. Yukarıda vahyin zikir olduğu dolayısıyla hatırlatma özelliğinin bulunduğunu zaten söylemiştik. Buradan da böyle bir sonuç çıkarmak sanırım zorlama bir yorum olmayacaktır. (Yine de en iyisini Rabbim bilir.)

Bu her iki görüş birbirine karşıt olan görüşler değildir, aksine birbirini tamamlayan, bir doğrunun iki tarafıdır diyebiliriz. Gerek bilginin (İslam fıtratı) doğuştan insanın DNA’larına kodlandığı görüşü, gerekse insanın henüz beşerken Allah’ın vahyetmesiyle bu bilginin insana verildiği görüşü, değişmeyen bir hakikatin birbirini tamamlayan iki tarafı olduğunu söyleyebiliriz. Buradan hareketle İnsanların bir fıtrat üzere yaratıldığı ve bu fıtratın vahiyle(zikr) ile insanlara hatırlatıldığı, yeniden öğretildiği gerçeğine götürür bizi. Nitekim Âdem (a.s)’ a isimlerin öğretilmesi, kendisinde var olan özelliklerin ortaya çıkarılmasıdır. Meleklerin bilmediği ama Allah’ın bildiği insanların yaratılmış oldukları bu fıtrattır.

Sonuç olarak buradan anlaşıldığı üzere insanlar yaratılmadan önce Kur’an/zikir bilgisi insanın DNA’larına kodlanmış olmalıdır. (Bu Kur’an/zikir bilgisi insan DNA’sına kodlanmamış olsa dahi insan DNA sının bu kodlanmaya uygun bir yapıda yaratıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.) Biz buna “FITRAT” diyoruz. Muhammed Nebi’nin: “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar.” demesi çok doğru, yerinde söylenmiş bir sözdür. Nitekim çocuklar yaramazlık yapmakla beraber safiyane hareket eden mahluklardır. Yani özlerinde temizlik, iyilik, güzellik, hayır, barış, selamet vardır. Yetişme tarzlarına bağlı olarak yeni baştan şekillenirler ve kendilerine yeni bir yol, bir kişilik çizerler.

Doğuştan gelen bilgilerin olmadığını, Aksine bütün bilgiler, düşünce ve kavramların deneyden ileri geldiğini savunan ve insan zihnini boş bir levhaya benzeten John Locke(1632-1704) gibi deneycilere (ampirizm) rağmen, Batı-Yunan felsefecilerinin görüşlerini incelediğimizde insanın doğuştan bir bilgiyle kodlandığı ve bu bilgilerin dünyada deneyimlenerek hatırlandığını savunan filozoflar vardır. Bu filozoflardan biri olan Sokrates’e (M.Ö. 469-399) göre bilgi doğuştan gelir. Doğuştan gelen bu bilgi akıl ile ortaya çıkar/hatırlanır. Sokrates bu bilginin hatırlanması/açığa çıkması için muhataplarına sorular yöneltir ve düşünmelerini sağlar. Böylece işleyen akıl, önceden kodlandığı bilgileri bulabilir/hatırlayabilir. Sokrates denediği bu yöntemi ebe olan annesinin yaptıklarına benzetirdi: “Annem, nasıl var olan bir bebeğin dünyaya gelmesine yardımcı oluyorsa, öğretmen de öğrencisine yeni bir şey öğretmez; ancak onun aklında var olan bilgileri gün ışığına çıkarır. Çünkü bilgiler aklımızda doğuştan vardır” derdi. Böylece genel-geçer bir bilginin var olduğunu ve insan bilgisinin doğuştan geldiğini savunurdu.

Sokrates’in öğrencisi Platon (M.Ö. 427-347) da bilginin doğuştan geldiğini savunan rasyonalist filozoflardandır. Platon doğru bilginin kaynağını idealar kuramından yararlanarak açıklamaya çalışır. Bu kurama göre birbirinden tümüyle farklı olan İki ayrı varlık alanı vardır. Biri nesneler dünyası diğeri idealar dünyasıdır. Birincisi sürekli olarak oluşan, değişen ve yok olan nesnelerin dünyasıdır. İkincisi ise öncesiz ve sonrasız (ezeli ve ebedi) olan ideaların dünyasıdır. Nesneler dünyasının sürekli değişkenlik göstermesine rağmen, idealar dünyasının ise asıl ve değişmez olduğunu, nesneler dünyasındaki her şeyin aslında idealar dünyasının yansıması/gölgesi olduğunu savunur ve bu tezlerini de mağarada elleri ayakları zincirlenen ve mağaranın duvarındaki gölgeler dışında başka bir şey görmeyen insan örneğiyle ortaya koyar. Platon’un bu fikirleri ve idealar kuramı sebebiyle İslam düşünürleri ona “Eflatun” ismini koymuştur.
merdem isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla