Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 12:30 AM   #9
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

TEVBE

Âyetler ışığında kulun tevbesini şöyle tanımlayabiliriz: Tevbe, “bilinçlenerek, kararlılıkla kusurları terk edip, Allah'a itaate yönelme”dir. Kısacası tevbe, kişinin hayatında gerçekleştirdiği bilinçli bir devrimdir, “Tevbe yâ Rabbi “ demek gibi sözden ibaret değildir.

Tevbe, mağfiret ve istiğfâr konuları ile ilgili sûrenin sonunda geniş açıklamalarımız yer almaktadır.

40. Ey İsrâîloğulları! Size nimet olarak verdiğim nimetimi hatırlayın, Benim ahdime vefa gösterin ki Ben de sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve sadece Benden korkun/sadece Bana ibâdet edin.

41. Yanınızdaki şeyi [Tevrât'ı] tasdik edici olarak indirdiğim şeye [Kur’ân'a] iman edin, O'nu, inkâr edenlerin ilki siz olmayın. Benim âyetlerimi çok az bir bedelle satmayın. Ve sadece Bana takvâlı davranınız.

42. Ve siz bile bile hakk'ı bâtıla karıştırmayınız, hakkı gizlemeyiniz.

43. Salâtı [eğitim-öğretimi, sosyal yardım kurumunu] dikiniz/ayakta tutunuz, zekâtı veriniz, rükû edenlerle birlikte siz de rükû ediniz.

44. Siz insanlara birr'i buyuracaksınız da kendinizi umursamayacak mısınız? Oysaki Kitab'ı okuyup duruyorsunuz. Hâlâ akletmeyecek misiniz?

45-46. Bir de sabırla, salâtla [eğitim-öğretimle, sosyal destek kurumlarıyla] yardım isteyin. Şüphesiz bu [salât ve sabırla yardım isteme], saygılı olanlardan; gerçekten Rabb'lerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O'na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir.

Bu âyetlerde, Medîne'deki Yahûdiler İslâm'a davet edilmişlerdir. Onların davet edildikleri ilkeler, Tevrât'ta bulunup da zâyi ettikleri ilkelerdir. Burada İsrâîloğulları'na verilen nimetler genel olarak hatırlatılmış, sonra da detaya girilmiştir.

Rasûlullah artık elçilik görevini Medîne'de sürdürmekte, vahyi orada tebliğ etmektedir. Medîne halkının önemli bir bölümünü de İsrâîloğulları oluşturmaktadır. O nedenle sûrenin İsrâîloğulları ile ilgili bu bölümünün iyi anlaşılabilmesi için, arka planın bilinmesi gerekir.

Mekke'de Rasûlullah'ın muhatapları genellikle müşrik Kureyşliler idi. Medîne'de ise tevhid, peygamberlik, vahiy, âhiret ve melekler gibi inançlara yabancı olmayan, kendilerini İbrâhîm soyundan kabul eden, Mûsâ'ya gelen Kitab'a da inandıklarını iddia eden Yahûdiler vardı. Ama ellerindeki kitap, din bilginleri tarafından tahrif edilmiş, içeriği çıkarları doğrultusunda oluşmuş bir kitaptı. Ortada hakk dinden bir şey kalmamıştı. Hakk din, bunların çıkarcılığı ile çeliştiği için gizli ve aşikar Rasûlullah ile mücadeleye kararlıydılar.

İşte bu ortamda Rasûlullah, onlara tebliğe ve onlarla mücadeleye hazırlanacaktır.

Burada İsrâîloğulları'na emredilen, Size nimet olarak verdiğim nimetimi hatırlayın, Benim ahdime vefa gösterin ki Ben de sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve sadece Benden korkun/sadece Bana ibâdet edin. Yanınızdaki şeyi [Tevrât'ı] tasdik edici olarak indirdiğim şeye [Kur’ân'a] iman edin, onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın. Benim âyetlerimi çok az bir paraya satmayın. Ve sadece Bana takvâlı davranınız. Ve siz bile bile hakk'ı bâtıla karıştırmayınız, hakkı gizlemeyiniz. Salâtı [eğitim-öğretimi, sosyal yardım kurumunu] dikiniz/ayakta tutunuz, zekâtı veriniz, rükû edenlerle birlikte siz de rükû ediniz. Siz insanlara birr'i buyuracaksınız da kendinizi umursamayacak mısınız? Oysaki Kitab'ı okuyup duruyorsunuz. Hâlâ akletmeyecek misiniz? Bir de sabırla, salâtla [eğitim-öğretimle, sosyal destek kurumlarıyla] yardım isteyin şeklindeki emirler, Kur’ân'ın muhtelif yerlerinde yer almıştır.

İSRÂÎLOĞULLARI

İsrâîl kelimesi Arapça olmayan bir kelimedir. O bakımdan bu kelime munsarif [çekimli fiil] değildir. Yedi türlü söylenişi vardır: Birincisi Kur’ân-ı Kerîm'de kullanılan şekil olan İsrâîl'dir. Bu ise hafif hemze şeklinde medli “İsrâîl” şeklinde söylenir. Bunu Şennebûz, Verş'ten nakletmiştir. Diğer bir okuyuş, hemzesiz olarak yâ'dan sonra medli “İsrâyîl” şeklindedir, A‘meş ve Îsâ b. Ömer bu şekilde okumuştur. Hasen ve Zührî ise hemzesiz ve medsiz olarak (“İsrail” şeklinde) okumuşlardır. Yâ'sız, fakat esreli bir hemze ile “İsrâîl” şeklinde, üstünlü bir hemze ile “İsrâel” şeklinde de okunmuştur. Temimliler ise “İsrâîn” şeklinde nûn'lu okurlar.

İsrâîl kelimesi, “Allah'ın kulu” anlamındadır. İbn Abbâs der ki: “İbrânice'de isrâ ‘kul’, îl de ‘Allah’ demektir.” İsrâ kelimesinin “Allah'ın seçtiği”, il kelimesinin ise “Allah” demek olduğu söylendiği gibi, isrâ kelimesinin “sağlam yapmak ve bağlamak”tan geldiği de söylenmiştir. Buna göre İsrâîl, “Allah tarafından sağlam bir şekilde güçlü olarak yaratılmış” gibi bir anlam ifade eder. Bunu Mehdevî zikretmektedir. es-Süheylî der ki: “Hz. Ya‘kûb'a ‘İsrâîl’ adının verilmesi, o'nun Yüce Allah için hicret ettiği vakit bir gece yürümesinden dolayıdır. Bundan dolayı o'na ‘İsrâîl’ adı verilmiştir, yani, ‘Yüce Allah'a geceleyin giden ve yürüyen’ anlamındadır.” Bu son açıklamaya göre ismin bir bölümü İbrânice, bir bölümü de Arapların söyleyişine uygun olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[22]

AHDE VEFA

Burada İsrâîloğulları'na hitâben, Benim ahdime vefa gösterin ki… denilmiştir. Kur’ân'da İsrâîloğulları'ndan alınan ahitlerle ilgili birçok ifade bulunması hasebiyle, buradaki ahdin ne olduğu hususunda birçok görüş ortaya çıkmıştır. Bizce bu ifade, tüm emir ve yasakları içerir:

Ve hani Biz, İsrâîloğulları'nın mîsâkını [kesin sözünü] almıştık: “Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzelliği söyleyiniz, salâtı ikâme ediniz ve zekâtı veriniz.” Sonra çok azınız müstesnâ olmak üzere yüz çevirdiniz. Ve siz yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83)

Biz, buradaki ahdin, Peygamberimizin çağdaşı olan İsrâîloğulları'nı da çok yakından ilgilendiren bir ahit olduğu kanaatindeyiz. O nedenle, bu ahdin “bu pasajda özel olarak zikredilen emirlerle birlikte Allah Elçisi'nin geleceği ve İsrâîloğulları'nın ona uymaları gerektiği emrinin Tevrât'ta yer alması” olduğunu düşünüyoruz.

Allah, İsrâîloğulları'ndan söz almıştı. İçlerinden on iki nakib [müfettiş/başkan] göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce borç verirseniz, andolsun ki sizin günahlarınızı örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, gerçekten dosdoğru yoldan sapmış olur. (Mâide/12)

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine harâm kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun.” (A‘râf/157-158)

Andolsun ki Biz, İsrâîloğulları'nın sözleşmesini aldık ve kendilerine elçiler gönderdik; ne zaman ki onlara elçi, nefislerinin hoşlanmadığı bir şeylerle geldi, bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler. Ve onlar, bir fitne olmayacağını sandılar da körleştier ve sağırlaştılar. Sonra Allah onların tevbesini kabul etti. Sonra yine onlardan çoğu körleşti, sağırlaştı. Ve Allah, onların yaptıkları şeyleri en iyi görendir. (Mâide/70-71)

HAKKI BÂTILA KARIŞTIRMAYIN

Âyetteki, hakkı bâtılla karıştırmayınız emri, “siz de Kitap'ta bulunan hakkı bâtıla karıştırmayın”; yani, “kitabı değiştirmeye kalkmayın, Muhammed'in elçiliğini inkâra yeltenmeyin, Yahûdilik ve Hristiyanlık'ı İslâm'a karıştırmayın” şeklinde anlaşılabilir.

Pasajın girişinde İsrâîloğulları'na verilen nimetlere değinilmişti. Bu nimetler, ileriki âyetlerde, hani bir zaman… ifadeleriyle tek tek zikredileceği için onların burada listelenmesine gerek görmüyoruz. Burada zikredilen nimetler, Kasas, Tâ-Hâ, Şu‘arâ, Yûnus, İbrâhîm, Câsiye sûrelerinde de geçmişti.

47. Ey İsrâîloğulları! Size verdiğim nimeti ve şüphesiz Benim sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın.

48. Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların [hiçbir kimsenin] yardım olunmadığı güne takvâlı davranın.

İsrâîloğulları'na hitâbın devam ettiği bu âyetlerde de verilen nimetler hatırlatılarak nankörlük etmemeleri hususunda uyarı yapılmakta; kimsenin kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiç kimseden şefaat ve fidyenin kabul edilmediği ve hiç kimsenin yardım olunmadığı âhiret gününe karşı dikkatli ve tedbirli davranmaları ve hazırlık yapılmaları emredilmiştir.

Ayrıca âyette, İsrâîloğulları'nın, âlemlere fazlalıklı kılındığı ifade edilmektedir, ki bu husus başka bir âyette de zikredilmiştir:

Andolsun ki Biz onları [İsrâîloğulları'nı] bilerek âlemler üzerine seçkin kılmıştık. (Duhân/32)

Bundan maksat, onların kendi dönemlerindeki toplumlara siyasî, askerî, iktisadî bir güç ve nüfus çokluğu ile fazlalıklı kılınmalarıdır. Nitekim Mâide sûresi'nde bu duruma Mûsâ'nın ağzından açıklık getirilmiştir:

Ve hani Mûsâ kavmine, “Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani O [Allah], içinizden peygamberler kıldı. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi” dedi, “Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes [temizlenmiş] toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz.” (Mâide/20-21)

Âhirette fidye ödeyerek kurtulmanın ve Allah'tan başka kimsenin şefaat-yardım etmesinin mümkün olmadığını ifade eden onlarca âyet vardır. Bunların bir kaçını hatırlatıyoruz:

Ey iman etmiş kimseler! Kendisinde hiçbir alış-verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Ve kâfirler, zâlimlerin ta kendileridir. (Bakara/254)

Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden adl [fidye] kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmadığı güne takvâlı davranın. (Bakara/123)

Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları hâlde de ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın –onu fidye verseler bile– asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âl-i İmrân/91)

Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve onunla [Kur’ân ile] hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla helake düşerse, onun için Allah'ın astlarından bir velî [yakın kimse] ve şefaatçi söz konusu olmaz. Her türlü dengi denkleştirse de [suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de] ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile helake düşen kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır. (En‘âm/70)

Şefaat hakkında yaptığımız geniş açıklamalara bakılabilir.[23]

Kur’ân'dan öğrendiğimize göre müşrikler, şirk koştukları kimseler ve nesnelerin, kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarına, şefaat ederek kendilerini kurtaracaklarına inanıyorlardı. Geçmiş sûrelerde bunların yüzlerce kez uyarıldıklarına şâhit olduk. Burada İsrâîloğulları'na da Mekke müşriklerine yapılan uyarı yapılmaktadır. Çünkü onlar da peygamberlerin torunları oldukları için ebedî kurtuluşa ereceklerine inanıyorlardı.

49. Ve hani Biz, bir zaman sizi, sizi azabın en kötüsüne çarpıtan, oğullarınızı boğazlayan, kadınlarınızı sağ bırakan Firavun'un yakınlarından kurtarmıştık. –Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir bela vardı.–

50. Hani bir zamanlar da, siz bakıp dururken, Biz, denizi size yarıp da sizi kurtarmıştık ve Firavun'un yakınlarını suda boğmuştuk.

Bu âyetlerde, Medînede yaşayan İsrâîloğulları'na, geçmişte verilen nimetlerden bir kısmı ve kendilerinde tecelli eden Allah'ın rahmeti hatırlatılmaktadır.

Bu paragrafta anlatılan olaylar, bu hitaplara muhatap olan Yahûdilerin binlerce sene evvelki atalarıdır. Bununla, bir yandan onlara geçmişten ibret almaları mesajı verilirken, bir yandan da ahlâk, karakter, kıble [hedef; strateji] ve tavır yönünden ataları ile Medîne'deki Yahûdiler arasındaki hiçbir farkın bulunmadığına dikkat çekiliyor. Nitekim hiçbir Yahûdi bu hitabı yadsımamıştır.

Âyetteki, Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir bela vardı ifadesini, hem, “İsrâîloğulları'nın çektiği işkencelerde bela vardı, hem de “azaptan kurtarmamızda bela vardı” şeklinde anlamak mümkündür. Hatta her ikisini birden kabul etmek daha uygun olur. Zira Allah insanları, hem iyiliklerle hem de kötülüklerle belâlandırmakta/sınamaktadır:

Her nefis [kimliği olan varlık] ölümü tadıcıdır. Ve fitne olmak üzere, sizi Biz, şerr ve hayır ile belâlandırırız. Ve siz yalnız Bize döndürüleceksiniz. (Enbiyâ/35)

Burada kısaca değinilen olaylar, A‘râf, Tâ-Hâ, Şu‘arâ, Yûnus sûrelerinde detaylı olarak yer almıştı. Bu olay, Kitab-ı Mukaddes'te de [Çıkış, bab: 8-22] yer almaktadır.

Ve Biz, Mûsâ'ya, “Kullarımı geceleyin yola çıkar, şüphesiz siz takip edilenlersiniz” diye vahyettik. Derken Firavun da şehirlere toplayıcıları gönderdi: “Şüphesiz bunlar, sayıları azar azar, bölük pörçük bir topluluktur. Ve onlar bizim için elbette öfkelidirler. Biz ise, elbette hazırlıklı, tedbirli bekleyen bir cemaatiz.” Sonunda Biz, onları [Firavun ve kavmini] bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve şerefli makamdan çıkardık. İşte böyle! Ve sonra onlara İsrâîloğulları'nı mirasçı yaptık. Sonra onlar [Firavun ve adamları] güneş doğarken onların ardına düştüler. İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ'nın ashâbı, “Şüphesiz biz, kesinlikle kıstırıldık” dediler. O [Mûsâ], “Hayır, hayır... Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir” dedi. Sonra Mûsâ'ya, “Vur asan ile denize!” diye vahyettik. Sonra o [deniz] yarıldı da, her parça ulular ulusu bir dağ gibi oluverdi. Ötekilerini de oraya yaklaştırdık. Ve Mûsâ ve beraberindekilerin hepsini kurtardık, sonra da ötekileri suda boğduk. Şüphesiz bunda kesinlikle bir âyet vardır. Ama çokları iman etmiş değillerdi. Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle azîz [mutlak gâlip] ve rahîm'in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir. (Şu‘arâ/52-68)

Ve İsrâîloğulları'nı denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri azgınlık ve düşmanlıkla onları hemen takip etti. Nihâyet boğulma ona yetişince, “Gerçekten, İsrâîloğulları'nın inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de inandım, ben de teslim olanlardanım” dedi. –Şimdi mi? Hâlbuki daha önce isyan etmiştin ve de bozgunculardan olmuştun.– Artık Biz senden sonra geleceklere ibret olasın diye, bugün seni zırhınla birlikte kurtaracağız. Ve şüphesiz insanlardan bir çoğu kesinlikle Bizim âyetlerimizden gâfildirler. (Yûnus/90-92)

Âyetteki, hani Biz, bir zaman sizi, sizi azabın en kötüsüne çarpıtan ifadesindeki, azabın en kötüsü ile, “İsrâîloğulları'nın, işlerin en ağırında, en kötüsünde köle olarak çalıştırılmaları” kasdedilmiştir. Buna İbrâhîm sûresi'nde de değinilmiştir:

Ve hani Mûsâ kavmine demişti ki: “Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O, sizi, sizi işkencenin kötüsüne çarpıtan, oğullarınızı boğazlayan ve kadınlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinden kurtardı. Ve işte bunda Rabbinizden size çok büyük bir bela vardır. Ve hani Rabbiniz ilan etmişti: ‘Andolsun ki şükrederseniz elbette size artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir.’” (İbrâhîm/6-7)

Hani bir zaman Biz, size azabın kötüsünü yapan; oğullarınızı öldüren, kızlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinin elinden de sizi kurtarmıştık. Bunda da sizin için Rabbiniz tarafından büyük imtihan vardır. (A‘râf/141)

Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve ehlini grup grup kıldı; onlardan bir tâifeyi güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi. (Kasas/4)

51. Ve hani Biz Mûsâ'ya kırk geceyi vaad vermiş sonra da, siz, zâlimleşerek, o'nun arkasından buzağı edinmiştiniz.

52. Sonra Biz, şükredersiniz diye bundan sonra sizi affetmiştik.

İsrâîloğulları'na târihî hatırlatmalar devam ediyor: Burada İsrâîloğulları'nın, Mûsâ'nın geçici bir süre aralarından ayrılmasının ardından altını ilâhlaştırarak [altın buzağıya taparak] müşrikleştikleri dönem hatırlatılmaktadır. Bahsi geçen olaylar, A‘râf ve Tâ-Hâ sûrelerinde de yer almıştı. A‘râf sûresi'ndeki pasajı naklediyoruz:

Ve Mûsâ ile otuz geceye sözleştik ve süreyi bir on gece ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit tam kırk geceye tamamlandı. Ve Mûsâ, kardeşi Hârûn'a, “Kavmim içinde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma!” dedi. Ne zaman ki, Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na konuştu. (Mûsâ,) “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi. (Rabbi o'na) dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm [tevbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi. (Allah) dedi ki: “Ey Mûsâ! Mesajlarımla ve kelâmımla seni insanlar üzerine seçtim. Şimdi sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!” Ve Biz o'nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir detay yazdık. “Haydi, bunları kuvvetle al, kavmine de en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o fâsıkların yurdunu göstereceğim.” Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen şu hakksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimizden uzak tutacağım.” –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil oluşlarındandır [umursamayışlarındandır].– Âyetlerimizi ve âhiretteki karşılaşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar kendi yaptıklarından başka bir şey ile mi cezalandırılırlar? (A‘râf/142-147)

52. âyette bahsi geçen İsrâîloğulları'nın şirk suçlarının affı, ölmeden evvel şirkten vazgeçmeleri sonucu olan dünyadaki aftır. Zira şirk, tevbesiz affedilmez. Eğer onlar, şirk üzere ölselerdi, âhirette affa mazhar olmazlardı:

Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. (Nisâ/116)

Burada değinilen olaylar, Kitab'ı Mukaddes'te de [Çıkış, bab: 24-31] yer almaktadır.

53. Ve hani Biz, doğru yolu bulursunuz diye, Mûsâ'ya, o kitabı ve Furkân'ı vermiştik.

Bu âyette ise İsrâîloğulları'na verilen en büyük nimete, Tevrât nimetine –ki onda iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini ayırdeden ilkeler bulunmaktadır– değinilmiştir. Bu husus başka sûrelerde de yer almıştı:

Ve andolsun ki, Mûsâ ve Hârûn'a Furkân'ı ve gaybda Rabb'lerine haşyet duyan, Sâ‘at'ten [kıyâmetin kopmasından] içleri titreyen takvâ sahibleri için bir ışığı ve öğüdü verdik. (Enbiyâ/48-49)

Sonra Biz, Rabb'lerine kavuşacaklarına inansınlar diye iyilik, güzellik üretenlere tamam olarak, her şeyi genişçe açıklamak ve kılavuz ve rahmet olmak üzere Mûsâ'ya Kitab'ı verdik. (En‘âm 154)

Ve Biz o'nun için o levhalarda her şeyden bir nasihat ve her şey için bir detay yazdık. “Haydi, bunları kuvvetle al, kavmine de en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o fâsıkların yurdunu göstereceğim.” (A‘râf/145)

Ve andolsun ki Biz, ilk nesilleri helâk ettikten sonra Mûsâ'ya, öğüt alırlar diye, insanlar için apaçık deliller, kılavuz ve rahmet olarak Kitab'ı [Tevrât'ı] verdik. (Kasas/43)

Burada İsrâîloğulları'na, Mûsâ'ya Tevrât'ı verdiğimiz gibi Muhammed'e de Kur’ân'ı, yani Tevrât'ın bir benzerini verdik; tetkik edin de Tevrât'ı kabullendiğiniz gibi Kur’ân'ı da kabullenin” mesajı verilmektedir.

54. Hani bir zamanlar Mûsâ kavmine, “Ey kavmim! Şüphesiz siz o buzağıyı edinmekle [altına tapmakla] kendi kendinize zulmettiniz. Gelin hemen Yaratıcınıza tevbe edin de benliklerinizi değiştirin. Böylesi, Yaratıcınız nezdinde sizin için hayırlıdır” demişti. Sonra da O [yaratıcınız] tevbenizi kabul etti. Şüphesiz O [yaratıcınız], tevvâb'ın, rahîm'in ta kendisidir.

Bu âyette Medîneli Yahûdilere, ataları İsrâîloğulları'nın yaşadığı önemli hâdiseler hatırlatılarak, atalarının başlarına gelenlerin kendi başlarına da gelmemesi için uyarı yapılmaktadır.

Âyette yer alan, فاقتلوا انفسكم[faqtulû enfusekum] ifadesi, genellikle “kendinizi, öldürün” veya “birbirinizi öldürün” şeklinde anlaşılmıştır. İşte klasik eserlerdeki nakiller:

Rivâyet edildiğine göre Yûşâ b. Nûn, ayaklarını dikmiş bir şekilde oturmuş oldukları hâlde onların yanlarına çıktı ve, “Bu oturuşunu bozan yahut kendisini öldürecek olana bakan veya eliyle ya da ayağıyla kendisini korumaya çalışan mel‘undur” dedi. Öldürülenlerden hiçbir kişi bu oturuşunu bozmadı ve kişi hemen yakınında bulunanı öldürmekle işe başladı. Bunu en-Nehhas ve başkaları zikretmiştir.

Birinci görüşe göre, buzağıya tapanların kendilerini öldürmeleri ile cezalandırılma sebebi, buzağıya tapanların tapmaları esnasında münkeri değiştirmeyip bir kenara çekilmeleridir. Hâlbuki onlara düşen görev buzağıya tapanlarla çarpışmak ve savaşmak idi. İşte münker, kulları arasında yayılıp da herhangi bir şekilde değiştirilmeyecek olursa, herkesin cezaya çarptırılması Allah'ın bir sünnetidir.

Cerîr (b. Abdullah el-Becelî) şöyle rivâyet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: “Bir topluluk arasında mâsiyetler işlenir de o topluluk güçlü ve onlara karşı kendilerini koruyabilecek durumda oldukları hâlde herhangi bir şekilde (münkeri) değiştirmezlerse, mutlaka Allah onların hepsini kuşatacak bir ceza gönderir.” Bunu İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. Bu hususa dair açıklamalar da inşaallah ileride gelecektir. Öldürme işi alabildiğine yayılıp çoğalınca, öldürülenlerin sayısı da 70.000'i bulunca, Allah onları affetti. Bu İbn Abbâs ve Ali'nin (r. anhum) görüşüdür. Yüce Allah'ın öldürme cezasını sona erdirmesinin sebebi, kendilerini öldürmek hususunda bütün gayretlerini ortaya koymalarıdır. Gerçekten de şânı yüce Allah bu ümmete İslâm nimetinden sonra, tevbeden daha üstün bir nimet vermemiştir.

Katâde, Nefislerinizi öldürün buyruğunu, “nefislerinizi geri çevirin, durumunu değiştirin” anlamına gelecek şekilde okumuştur. Yani, öldürmek sûretiyle bu tökezlemesinden nefislerinizi kurtarın demektir.[24]

Âyetin orijinalindeki ifade, فاقتلوا فتوبوا الى بارئكم[fetûbû ilâ bâri’ikum faqtulû] şeklinde olup, nefislerin öldürülmesi'nin, tevbe ile gerçekleşeceğini bildirmektedir. Nefis, tevbe ile nasıl öldürülür?

قتل [QATL]

Qatl sözcüğü, hakikat anlamıyla “öldürmek” demektir. Burada “tevbe ile qatl” söz konusu olduğuna göre, قتل[qatl] sözcüğünün hakikat manasına alınması mümkün değildir. O nedenle qatl kelimesi, mecâzî anlama hamledilmelidir.

قتل[qatl] sözcüğü, mecâzen “tahavvül” [değişim, hâlden hâle geçme] demektir. Şaraba su katan kimseye, قتل الشّراب[qatele'ş-şerâbe/şarabı katletti] denir. Çünkü şaraba su katarak, onun sertliğini ve sarhoş edici özelliğini değiştirmiştir. Âşık olup da aşkın serserileştirdiği kimseye ve işlerde deneyim kazanmış, acemiliği üzerinden atmış kişiye de رجل مقتّلة[racülün muqattelün] denir.[25]

Âyetten anlaşılan o ki, burada İsrâîloğulları'ndan istenen, tevbe ederek Allah'ın istediği gibi olgun kul olmalarıdır.

55. Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti.

56. Sonra Biz, şükredesiniz diye sizi ölümünüzün ardından dirilttik.

57. Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık ve üzerinize kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. –Ve size verdiğimiz rızıkların hoş olanlarından yiyin.– Onlar, Bize zulmetmediler, lâkin onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.

Bu âyetlerde de Yahûdiler, atalarının hayatlarından başka bir kesit nakledilerek uyarılmaktadır. Onlar işi yokuşa sürüp, olmayacak şeyler isteyerek Mûsâ'ya, Ey Mûsâ! biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız demişler, Allah da onları âniden yıldırım çarparcasına çarpıvermiş mahv u perişan olmuşlardı. Bu olaya bir başka sûrede şöyle değinilir:

Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde buzağı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153)

Mûsâ da Allah'ı görmeyi istemişti:

Ne zaman ki, Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na konuştu. (Mûsâ,) “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi. (Rabbi o'na) dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, sana döndüm [tevbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi. (A‘râf/143)

56. âyette bahsi geçen ölme ve dirilme, hakiki ölme ve dirilme değil, mecâzî ölme ve dirilmedir. Onların işi yokuşa sürmeleri sonucu Allah onları birtakım sıkıntılara maruz bırakmış, tevbe edince de sıkıntılarını giderip eski düzeylerine getirmiştir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla