Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 12:29 AM   #8
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

BURÛC

Âyette geçen بروج [burûc] sözcüğü, burc sözcüğünün çoğuludur. Burc, “yüksek köşk” demektir. Gökte toplanan yıldız kümelerine de burc adı verilmiştir. Âyette çoğul olarak kullanılmış olduğundan gökyüzünde birçok burcun olduğu anlaşılır. Bazı müfessirler 12 burc olduğunu ileri sürmüş ve bunları koç, balık, kova… burcları olarak adlandırmışlardır. Henüz kozmoloji tam gelişmeden burcların sayısını kesin ifade etmek doğru olmaz kanaatindeyiz.

İSTİSNÂ

Konumuz olan pasajlardaki [Hicr/18 ve Sâffat/10] âyetler, illâ istisnâ edatıyla başlamaktadır. Böyle olunca istisnâ edatından sonraki bölüm, daha evvelki yargıdan dışlanmaktadır. Âyetleri birlikte değerlendirirsek âyetlerin anlamı, “semâyı … şeytândan koruduk ama, vahye kulak veren [mele-i a'lâ'dan bir parça alan] ve kendisini şihâbın takip ettiği kişilerden korumadık” demek olur.

Maalesef günümüzdeki meal ve tefsirler bu anlamı tesbit etmede başarılı olamamışlardır. Âyetlerdeki الاّ [illâ] edatı yokmuş gibi davranılmış ve men ism-i mevsulü, şart edatı gibi değerlendirilerek söz konusu cümleye, “Kim kulak hırsızlığı yaparsa alev topu onu yakalayıverir” şeklinde “şart cümlesi” anlamı verilmiştir. Bunun nedeni, bize göre, “istisnâ cümlesi”nin anlamının havsalaya sığdırılamamış olmasıdır. Çünkü o dönemlerde bir insanın, kendisine parlak, delici bir alev makinesi yaparak onunla gökyüzüne çıkabileceği düşünülememiş, dolayısıyla Kur’ân'daki bu ifadenin buna işaret ettiği anlaşılamamıştır.

Sonuç olarak: Bizce şeytânın kovulduğu yer “uzay”dır/semâ”dır. Çünkü şeytânın temsil ettiği “ham fikir”, uzay hakkında bir şey üretemez. Ama insan Kur’ân'dan bir şeyler kaparak “ham fikr”i “tefekkür” boyutuna ulaştırırsa, kendisini uzaya götürecek bir alev topu [roket] yapabilir ve semâya gidebilir. Artık ona gökyüzü açıktır.

LA‘NET

اللعنة [la‘net] sözcüğü, “kovmak, uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan mahrum bırakmak” anlamındaki la‘n sözcüğünden türemiş isimdir. Eski Araplar bu sözcüğü, “ailenin veya sülalenin bir ferdinin dışlanması” anlamına kullanırlardı. لعين [la‘în] ve ملعون [mel‘ûn] sözcükleri de buradan gelmiştir. La‘net Allah tarafından olursa, “dünyada iyilikten, âhirette de lütuf ve merhametten mahrum bırakma”; insanlar tarafından olursa, “küfür, dışlama, sövme, hakaret ve beddua” anlamında kullanılır.

ALLAH TARAFINDAN İYİLİKTEN UZAKLAŞTIRILDIĞI İÇİN İBLİS'E “LA‘ÎN” ve “MEL‘ÛN” DENİR

Âyetlerden anlaşıldığına göre İblis'in lânetlenmesinin sebebi Âdem'e secde etmemesi değildir. Tam aksine İblis, racîm [kovulmuş] ve mel‘ûn [sürekli iyilikten uzaklaştırıcı] olarak yaratıldığı, programlandığı için Âdem'e secde etmemiştir.

Dikkat edilecek olursa, yaptıkları hatalar için kullarına tevbe imkânı vermiş olan Allah İblis'e tevbe hakkı vermemiş, zaten İblis de Âdem'e secde etmediği için tevbeye yönelmemiştir.

İblis'e, “Karşılık [Din] Günü”ne kadar süre verilmesi, onun bu fonksiyonlarını, Allah'tan aldığı güç ve izinle hiç değiştirmeden sürdüreceği anlamına gelmektedir. Bu da demektir ki, İblis, Rabbini tanımaktadır ve O'nun kendisine verdiği görevi yerine getirmektedir. Yani İblis, Allah'ın onu o şekilde yaratması sebebiyle kâfirdir. Bundan dolayı da, o şekilde yaratılmayıp kendi irâdesiyle kâfir olanlarla karıştırılmamalı, kesin olarak onlardan ayrı tutulmalıdır.

(İblis,) “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine and olsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. (A‘râf/16-17)

Eğer bu hususa dikkat edilmezse, konunun yanlış anlaşılması ve İblis'in Allah ile rekâbet ve inatlaşma durumunda olduğunun zannedilmesi ihtimali ortaya çıkabilir. Hatta İblis'in, İnsanların çoğunu şükreder bulmayacaksın ifadesinden yola çıkarak ve Kur’ân'ın insanların bir çoğunun iman etmeyeceğini, şükretmeyeceğini bildiren âyetlerine dayanarak, ayarttıklarının sâlihlerden çok olması sebebiyle İblis'in, bu konuda Allah'a karşı üstün olduğunu bile düşünenler çıkabilir. (Hâşâ!)

İblis, Allah'ın programlaması gereği zihinlerde, çevreden aldığı her etkiye karşı tepkiler ve ham dürtüler oluşturacaktır. Ancak, İblis'in insan üzerinde herhangi bir otoritesi veya zora dayalı bir egemenliği söz konusu olmayıp onun saldırılarına boyun eğmek veya direnmek insanın elindedir. Bu durumda insana düşen İblis'e lânet etmek değil, onun dürtülerine karşı sürekli akıllı davranmaktır. Çünkü İblis'e yapılacak beddualar, edilecek lânetler hiçbir netice vermeyecek, Rabbimizin bildirdiğine göre İblis, “Karşılık [Din] Günü”ne kadar çizgisini hiç değiştirmeden işlevini sürdürecektir.

(İblis,) “Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar beni bakıt” [beni karşında tut/mühlet ver] dedi. (Allah,) “Haydi sen belirli bir vakte kadar bakıtılanlardansın” [karşıda duranlardansın/mühlet verilenlerdensin] buyurdu. (Sâd/79-81)

RABB: Daha önce birçok kez açıkladığımız gibi, rabb sözcüğü, “terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa göre uygun olarak birtakım hedeflere götüren, tekâmülü [gelişmeyi] programlayıp yöneten” demektir. İblis'in, “Rabbim!” demesi de, bulunduğu konumun bizzat Allah tarafından programlandığını göstermektedir. İblis, “tepki”ye programlanmıştır. Başka bir ifade ile “tepki” İblis'in kaderidir, bu konuda özgürlüğü yoktur. Bu durumu iyi bilen İblis, kendisini böyle programlayan Allah'a saygılı davranarak, “Rabbim” diye hitap etmektedir. Yoksa İblis'in kendi irâdesiyle Allah'tan herhangi bir talepte bulunması söz konusu değildir.

NAZAR

Lisânu'l-Arab'a göre نظر [nazar] sözcüğü, “karşı karşıya gelmek” demektir. Nazar etmek için, gözle bakıp görmeye gerek yoktur, gözleri görmeyenler de nazar ederler. Buradan hareketle, bir işin yapılması için, bu işi yapacak kimsenin veya makamın karşısına çıkmaya, göz bebeğini ona yöneltmeye de nazar denilir olmuştur.

Bu durumda, “bir kimsenin karşısında beklemek, kapısının önünde durmak”, nazar etmek demek olduğu gibi, “Allah'ın huzurunda ümitvar olarak, nimetler umarak beklemek” de, Allah'a nazar etmek demektir.

SÜRELİ LA‘NET

Arapça'da الى [ilâ] edatı [harf-i cerri], intiha-i gâyeyi [mesafenin sonunu] gösterir. Âyetteki, ilâ yevmi'd-dîn ifadesi de, “din gününe kadar” demektir ve bu ilâhî lânetin, “Kıyâmet Günü”nde son bulacağı anlamına gelir. Yani lânet, dünya hayatında devam edecek ve İblis iğva işini kıyâmete kadar sürdürecektir. İblis âhirette de hazır bulundurulacak olmasına rağmen orada iğva vermeyecektir. Onun âhiretteki işi, sorgu ânında birlikte olduğu kişi aleyhine tanıklık etmek olacaktır (bkz. Kâf/21, 23 ve 27 âyetleri). Âhirette Allah'ın hitaplarını hiç itiraz etmeden aynen kabul edecek olan İblis, sorgulama sonunda maddeden oluşmuş sahibi ile beraber cehenneme girecektir. İblis'in cehennemdeki durum ve konumu hakkında ise Kur’ân'da herhangi bir bilgi verilmemiştir. Dikkat çekicidir ki, Kur’ân'daki cehennem sahnelerinde hep insan vardır.

(İblis,) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım, ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesnâ” dedi. (Sâd/82-83)

İblis'in bu âyetlerdeki ifadesi, azdırma yetkisi ve gücünün kendisine bizzat Allah tarafından verildiğini, kendisinin sırf bu iş için yaratıldığını göstermektedir. İblis'in her hâlükârda işlevini yapacağını belirttiği bu ifadesindeki kasem [yemin], aslında Allah'ın kendisine verdiği görevi yine Allah'tan aldığı güç ve destek ile yerine getireceğine dair O'na verdiği bir söz mahiyetindedir. Yoksa İblis'in bu ifadesi, birçok eserde açıklandığı gibi Allah'a isyan anlamına gelmez. Bu ifadelerin Allah'a bir karşı çıkış olarak değerlendirilmesi, İblis'i Allah'a rakip olarak görmeyi ve insanların çoğunun doğru yoldan çıkması nedeniyle onun Allah'a karşı gâlip geldiğini kabul etmeyi gerektirir.

…ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesnâ… (Sâd/83)

Yapılan bu istisnâ ile, İblis'in dürtülerinden مخلصين [muhleslerin/arıtılmış, arı-duru hâle getirilmiş kimselerin] etkilenmeyeceği açıklanmıştır. Muhles kimselerin kim olduklarına dair verilen örnekler ise, sadece bu sûrede sayılan isimlerden [Dâvûd, Süleymân, İbrâhîm, İsmâîl...] ibaret değildir. Meselâ, Yûsuf peygamberin de muhles olduğu bildirilmiştir:

Gerçekten o [Yûsuf], Bizim arıtılmış kullarımızdandı. (Yûsuf/24)

Ancak Rabbimizin Kur’ân'da muhles olarak belirttiği peygamberlerden başka hiç kimsenin muhles olmayacağını düşünerek bu niteliği sadece peygamberlere özgü saymak isâbetli bir kanaat değildir. Fitnelenen, belâ ve musibetlerle sınanmaya sabreden, arınma isteğiyle kendini eğitip olgunlaştıran, tefekkür ve akletme gibi zihnî donanımlarını güçlendirerek kendini yetiştiren herkes muhles olup İblis'in iğvalarından korunabilir.

Âyette, “azdırma” olarak ifade edilen İblisçe dürtüleri ve somut sonuçlarını, bireysel ve sosyal hayatta karşılaşılan her türlü suç, kusur ve hataları inceleyerek görmek mümkündür. Gerek ölçüp biçmeden akla ilk geleni yapmaktan, gerekse dürtüleri kontrol etme başarısını gösterememekten dolayı pek çok insanın çeşitli zararlara uğradığı çokça gözlenmiş bir durumdur. Rabbimiz, İblis'in iğvalarına uyanların kayıpları hakkında geçmişten şöyle somut bir örnek vermektedir:

And olsun ki Sebe kavmi için oturdukları yerde bir ibret vardı: Sağ ve soldan iki bahçe! (Onlara,) “Rabbinizin rızkından yiyin de O'na şükredin, ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rabb!” (denildi.) Fakat onlar (şükürden yüz çevirdiler) bakmadılar. Biz de üzerlerine Arim selini salıverdik ve o güzelim iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki harap bahçeye çevirdik. Bunu onlara nankörlüklerinin cezası yaptık ve Biz hep böyle çok nankör olanları cezalandırırız. Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş-geliş düzenledik. (Onlara,) “Buralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyet içinde gezip yürüyün” (dedik). Buna karşı onlar, “Ey Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve nefislerine zulmettiler. Biz de onları efsanelere çevirdik ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda çok şükredecek her sabırlı için elbette ibretler vardır. Yine yemin ederim ki, İblis onlar hakkındaki zannını hakikaten doğru buldu da içlerinde mü’minlerden ibaret bir gruptan başkası ona uydular. Hâlbuki İblis'in onlar üzerinde hiçbir saltanat kudreti yoktu. Fakat Biz âhirete imanı olanı belli edecek, ondan şüphe içinde bulunandan ayırdedecektik. Öyle ya Rabbin her şeyi gözetleyendir. (Sebe/15-21)

(Allah) buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum: “And olsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım.” (Sâd/84-85)

Yüce Allah 84. âyette, daha önce İblis'in, ihlâslı kulların istisnâ edileceğini bildiren ifadesini doğrulamaktadır.

85. âyetteki منك [minke/senden] sözcüğü, “senin cinsinden” anlamına gelir. Buna göre, İblis'in cinsinden olanlar ile, İblis nitelikli insanlar ve onların sana uyanlarından ifadesiyle de, “insan soyundan İblis'e uyanlar” kasdedilmektedir. Âyetteki, hepinizden vurgusu ise, İblis nitelikli insanların ve bunlara uyanların hiç birisinin yakalarının bırakılmayacağını, cehennemin istisnâsız olarak bunların hepsiyle doldurulacağını belirtmektedir. (Hatırlanacak olursa, İblis'in de, sevk ettiği kişi ile birlikte cehenneme sürüleceği, Kaf sûresi'ndeki âyetlerde bildirilmişti.)

Rabbimizin karşılıklı diyalog yöntemi ile bu pasajda verdiği mesaj, başka sûrelerde de yer almıştır:

Bir zamanlar Rabbinin meleklere, “Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş (işlenebilen) bir çamurdan bir beşer yaratıcıyım. Ben, ona biçim verdiğimde ve ona rûhumdan üfürdüğümde, siz hemen onun için secde ederek yere kapanın” demişti. Bunun üzerine meleklerin hepsi topluca secde ettiler. İblis hariç. O, secde edenlerle beraber olmaya dayattı. (Allah) dedi ki: “Ey İblis! Ne oluyor sana da, secde edenlerle beraber olmuyorsun?” (İblis cevap olarak,) “Kuru balçıktan, şekil verilmiş (işlenebilen) bir çamurdan yarattığın bir beşere secde etmem için olmadım [yaratılmadım]” dedi. (Allah,) “Öyle ise oradan çık! Sen, artık kesinlikle racîmsin ve kesinlikle Din Günü'ne kadar lânet sadece senin üzerindedir” dedi. (İblis,) “Rabbim! Öyle ise onların yeniden dirilecekleri güne kadar beni karşında tut [bana mühlet ver]” dedi. (Allah,) “Öyleyse sen kesinlikle bilinen vaktin gününe kadar karşıda tutulanlardansın [mühlet verilenlerdensin]” dedi. (İblis) dedi ki: “Rabbim! Beni Sen azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka azdıracağım!” (Allah) dedi ki: “İşte bu Benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur. Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Şüphesiz ki onların hepsine vaad edilen yer de cehennemdir. Onun için yedi kapı vardır. O kapıların her biri için onlardan bir parça ayrılmıştır.” (Hicr/28-44)

Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere, “Âdem'e secde edin” dedik; İblis hariç onlar hemen secde ettiler; o secde edenlerden olmadı. (Allah,) “Sana emrettiğim zaman, seni secde etmekten ne alıkoydu/seni secde etmemeye götüren şey nedir?” dedi. (İblis de,) “Ben, ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın” dedi. (Allah,) “Öyleyse oradan hemen alçal, senin için orada büyüklük taslamak olmaz, hemen çık, sen kesinlikle aşağılıklardansın” dedi. (İblis,) “Yeniden diriltilecekleri güne kadar bana süre ver” dedi. (Allah,) “Sen süre verilmişlerdensin” dedi. (İblis,) “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine and olsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. (Allah,) “Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, and olsun ki, sizin hepinizden cehennemi dolduracağım” dedi. (A‘râf/11-18)[15]

35. Ve Biz, “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskan ediniz, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin ve şu ağaca yaklaşmayın [mal/altın-gümüş vs. tutkunu olmayın], yoksa zâlimlerden olursunuz” dedik.

36. Bunun üzerine şeytân onları oradan kaydırdı, içinde bulunduklarından çıkardı. Ve Biz, “Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır” dedik.

Bu âyetlerde ise, temsîlî olarak insanın çıkar tutkusu açıklanıp bunun törpülenmesi istenmektedir.

36. âyetteki, Birbirinize düşman olarak inin ifadesinden, “mal, mülk, biriktirme, yağma, yığma tutkunuz yüzünden düşmanlaşarak, seviyesiz bir hayat sürün” neticesi çıkmaktadır. Zira mal düşkünü olanlar, kendi aralarında düşmanlaşırlar ve bulundukları konumu kaybedip kötü duruma düşerler.

Âyetteki, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır ifadesiyle de, insanın yaşamı süresince ve öldükten sonra hücrelerinin yok olmayacağı” bilgisi verilmektedir. Bu konuyla ilgili Hûd sûresi'nde geniş açıklamalar yapmıştık.[16]

Bu âyetlerin, A‘râf ve Tâ-Hâ sûrelerindeki benzeri ifadelerle ilgili olarak yaptığımız açıklamayı burada naklediyoruz:

Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere, “Âdem'e secde edin” dedik; İblis hariç onlar hemen secde ettiler; o secde edenlerden olmadı. O [Allah], “Sana emrettiğim zaman, seni secde etmekten ne alıkoydu/seni secde etmemeye götüren şey nedir?” dedi. (İblis de,) “Ben, ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın” dedi. O [Allah], “Öyleyse oradan hemen alçal, senin için orada büyüklük taslamak olmaz, hemen çık, sen kesinlikle aşağılıklardansın” dedi. O [İblis], “Yeniden diriltilecekleri güne kadar bana süre ver” dedi. O [Allah], “Sen süre verilmişlerdensin” dedi. O [İblis], “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine and olsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. O [Allah], “Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, andolsun ki, sizin hepinizden cehennemi dolduracağım” dedi. Ve [Allah], “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskân edin, dilediğiniz yerden de yeyin ve şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz” (dedi). Derken o [İblis], onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi. Ve “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek/melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan menetti” dedi. Ve “Elbette ben size öğüt verenlerdenim” diye onlara yemin etti/kanıtlar ileri sürdü. Böylece onları aldatarak zillete düşürdü. Ağacı tadınca, çirkinlikleri kendilerine belli oldu ve cennet yapraklarından üst-üste yamayıp üzerlerine almaya başladılar. Rabb'leri onlara seslendi: “Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi ve size, ‘Bu şeytân kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?” (Onlar/her ikisi,) “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak zarara uğrayacaklardan oluruz!” dediler. (Allah,) “Birbirinize düşman olarak alçalın, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar kalmak ve faydalanmak vardır” dedi. (Allah,) “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız” dedi. Ey Âdemoğulları! Size çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Ve takvâ elbisesi; o, daha hayırlıdır. İşte bu, düşünüp öğüt alırlar diye Allah'ın âyetlerindendir. Ey Âdemoğulları! Şeytân, ana-babanızı, kendi çirkinliklerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir fitneye düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytânları, inanmayanlara velîler [yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar] yaptık. (A‘râf/11-27)

Ve andolsun Biz bundan önce Âdem'e ahit verdik [ondan söz aldık] de o aklından çıkardı [yapmadı] ve Biz onda bir azim [kararlılık] bulmadık. Ve Biz bir zaman meleklere, “Âdem için boyun eğin!” dedik de İblis hariç hepsi boyun eğdiler, o dayattı. Sonra da Biz, “Ey Âdem! Şüphesiz bu [İblis] sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun, kesinlikle senin acıkmaman ve çıplak kalmaman oradadır [cennettedir]. Ve sen orada susamazsın ve güneşin sıcağında kalmazsın” dedik. Sonunda şeytân ona vesvese verdi. Dedi ki: “Ey Âdem! Sana sonsuzluğun ağacı ve eskimez/çökmez mülk/saltanat için rehberlik edeyim mi?” Bunun üzerine ikisi de o ağaçtan yediler. Hemen çirkinlikleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve aleyhlerine cennet yaprağından örtüp yamamaya başladılar. Âdem Rabbine âsi oldu da şaşırdı/azdı. Sonra Rabbi, onu seçti de tevbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi. O [Allah], (o ikisine,) “Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan alçalın. Artık Benden size bir kılavuz geldiği zaman, kim benim kılavuzuma uyarsa, işte o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz” dedi. (Tâ-Hâ/115-123)

Kur’ân'daki bu temsîlî anlatım, İsrâîliyâtın etkisiyle yanlış anlaşılmıştır. Aradaki farkı gösterebilmek, Kitab-ı Mukaddes'in değiştirildiğini anlayabilmek için Tekvin 1-3. bablarını okumakta yarar görüyoruz:

DÜNYANIN YARATILIŞI

Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı'nın Rûhu suların üzerinde dalgalanıyordu. Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa “Gündüz”, karanlığa “Gece” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu. Tanrı, “Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Tanrı kubbeye, “Gök” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu. Tanrı, “Göğün altındaki sular bir yere toplansın ve kuru toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana “Kara”, toplanan sulara “Deniz” adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, “Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar ve türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin” diye buyurdu ve öyle oldu. Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar ve tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu. Tanrı şöyle buyurdu: “Gökkubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin.” Ve öyle oldu. Tanrı, büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı. Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gökkubbeye yerleştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu. Tanrı, “Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun” diye buyurdu. Tanrı, büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan bütün canlıları ve uçan varlıkları türlerine göre yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, “Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, yeryüzünde kuşlar çoğalsın” diyerek onları kutsadı. Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu. Tanrı, “Yeryüzü türlü türlü canlı yaratıklar, evcil ve yabanıl hayvanlar, sürüngenler türetsin” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı türlü türlü yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, “İnsanı Kendi sûretimizde, Kendimize benzer yaratalım” dedi, “denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.” Tanrı insanı Kendi sûretinde yarattı. Böylece insan Tanrı sûretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsadı ve, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun. İşte yeryüzünde tohum veren her otu ve tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere –soluk alıp veren bütün hayvanlara– yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.” Ve öyle oldu. Tanrı, yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu.[17] Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Tanrı, yapmakta olduğu işi yedinci gün bitirdi. O gün işi bırakıp dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak ayırdı. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.[18]

ÂDEM İLE HAVVA

Göğün ve yerin yaratılış öyküsü:

Rabb Tanrı göğü ve yeri yarattığında, yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü Rabb Tanrı henüz yeryüzüne yağmur göndermemişti. Toprağı işleyecek insan da yoktu. Yerden yükselen buhar bütün toprakları suluyordu. Rabb Tanrı Âdem'i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu. Rabb Tanrı doğuda, Aden'de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem'i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacı ile iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Aden'den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon'dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon'dur. Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle'dir. Asur'un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat'tır. Rabb Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Âdem'i oraya koydu. Ve ona, “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin” diye buyurdu, “ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.” Sonra, “Âdem'in yalnız kalması iyi değil” dedi, “ona uygun bir yardımcı yaratacağım.” Rabb Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların, hepsini topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Âdem'e getirdi. Âdem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı. Âdem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir yardımcı bulunmadı. Rabb Tanrı Âdem'e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, Rabb Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem'e getirdi. Âdem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir” dedi, “ona ‘kadın’ denilecek, çünkü o adamdan alındı.” Bu nedenle adam anasını-babasını bırakıp karısına bağlanacak ve ikisi tek beden olacak. Âdem de, karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı.[19]

İNSANIN GÜNAHI

Rabb Tanrı'nın yarattığı yabanıl hayvanların en kurnazı yılandı. Yılan kadına, “Tanrı gerçekten, ‘Bahçedeki ağaçların hiç birinin meyvesini yemeyin’ dedi mi?” diye sordu. Kadın, “Bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz” diye yanıtladı, “ama Tanrı, ‘Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz’ dedi.” Yılan, “Kesinlikle ölmezsiniz” dedi, “çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.” Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi. Kocası da yedi. İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar. Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen Rabb Tanrı'nın sesini duydular. O'ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler. Rabb Tanrı Âdem'e, “Nerdesin?” diye seslendi. Âdem, “Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim” dedi. Rabb Tanrı, “Çıplak olduğunu sana kim söyledi?” diye sordu, “Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?” Âdem, “Yanıma koyduğun kadın ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim” diye yanıtladı. Rabb Tanrı kadına, “Nedir bu yaptığın?” diye sordu. Kadın, “Yılan beni aldattı, o yüzden yedim” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Rabb Tanrı yılana, “Bu yaptığından ötürü Bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lânetlisi sen olacaksın” dedi, “karnın üzerinde sürünecek ve yaşamın boyunca toprak yiyeceksin. Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın.” Rabb Tanrı kadına, “Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim” dedi, “ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek.” Rabb Tanrı Âdem'e, “Karının sözünü dinlediğin ve sana, ‘Meyvesini yeme’ dediğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lânetlendi” dedi, “yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. Toprak sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin. Yaratılmış olduğun toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın ve yine toprağa döneceksin.” Âdem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların anasıydı. Rabb Tanrı Âdem'le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi. Sonra şöyle dedi: “Âdem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu. Şimdi yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.” Böylece Rabb Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Âdem'i Aden bahçesinden çıkardı. Onu kovdu; yaşam ağacının yolunu denetlemek için Aden bahçesinin doğusuna Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi.[20]

Talmud'daki anlatım ise daha saçmadır. Zira ona göre Allah, yeryüzüne kötü-inkârcı insan geleceğini meleklerden saklar, onlara yalan söyler. (Hâşâ)

37-39. Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı [kendine vahyedildi; zihnine yerleştirildi]; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da O [Allah], onun tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul edenin, çok merhametli olanın ta kendisidir.

Bu âyetlerde insanlığın hayatının bir başka aşamasına dikkat çekilmiştir. Buna göre bilgilenmiş insana birtakım kelimeler, mesajlar verilmiş, o da bunlarla hatalı davrandığının farkına varıp tevbe etmiştir. Bunun üzerine ona, Ve kendilerine, Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar talimatı verilmiştir. Âyetlerden anlaşıldığına göre bu talimatlar, insanlığa gelen ilk vahiylerdir.

Âdeme verilen kelimeler, 39. âyetin muhtevasıdır.

Âdem'in tevbe etmek için Rabbinden aldığı kelimeler hakkında ileri sürülen görüşleri şöyle sıralayabiliriz:

* Âdem'in Rabbinden aldığı kelimeler, A‘râf sûresi'nde onun ve eşinin lisânıyla aktarılan şu sözlerdir: Rabbimiz! Biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız.

* Bundan maksad, Allah'ın, Âdem'e haccın rükünlerini öğretmesi ve Ka‘be'yi yedi kez tavaf etmesini, sonra iki rekat namaz kılıp bağışlanma dilemesini emretmesidir.

* Bundan maksad, Âdem'in Arşın bacağı üzerinde, “muhammedu'r-rasûlullah” ifadesini yazılı olarak görmesi ve o'nun hakkı için kendisine şefaat edilmesini istemesidir.

* Âdem'in Rabbinden aldığı kelimelerle kasdedilen, onun şöyle demesidir: “Seni hamdinle tenzih ederim Allahım, Senden başka ilâh yoktur, ben kötülük yaptım, nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur, çünkü Sen mağfiret edenlerin en hayırlısısın. Seni hamdinle tesbih ederim Allahım, Senden başka ilâh yoktur, ben bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen tevbemi kabul buyur. Çünkü Sen tevbeleri çokça kabul edensin, merhameti sonsuz olansın.”

* Muhammed b. Ka‘b da sözü geçen bu kelimelerin şunlar olduğunu söylemektedir: “Senden başka ilâh yoktur, Seni hamdinle tenzih ve tesbîh ederim. Bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen benim tevbemi kabul buyur. Şüphesiz Sen çokça tevbeleri kabul eden, çokça merhametli olansın. Senden başka ilâh yoktur. Seni hamdinle tesbîh ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, Sen bana merhamet buyur. Çünkü şüphesiz Sen gafûrsun, rahîmsin. Senden başka ilâh yoktur. Seni hamdinle tesbîh ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, bana merhamet buyur. Şüphesiz Sen merhametlilerin merhametlisisin.” Sözü geçen bu kelimelerin, aksırdığı zaman söylediği “elhamdulillâh” sözleri olduğu da söylenmiştir.[21]

Âyetin sonundaki, Sonra da O [Allah], onun tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul edenin, çok merhametli olanın ta kendisidir ifadesiyle, Hristiyanlıktaki, Âdem'in suçunun tüm soyuna da sirâyet ettiği inancı reddedilerek, ilk atanın suçunun bağışlandığı ve kimseye sirâyet etmediği vurgulanmaktadır. Ayrıca, kimsenin bir başkasının suçunu yüklenmeyeceğini bildiren onlarca âyet vardır.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla