Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 12:23 AM   #7
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

YEDİ GÖK

Âyetteki, yedi gök ifadesini, bugünkü astronomik teorilere bağlamadan çokluktan kinaye olarak algılamak en doğrusudur.

29. âyetteki, O, her şeyi en iyi bilendir ifadesiyle insanlar, bu işlerin bilgisizce olamayacağı, bu işi, ancak çok bilgili birinin yapabileceği gerçeğine işaret edilerek bu ölçüdeki bir bilginin de sadece Allah'a mahsus olduğu kabulü ile inanmaya davet edilmektedir.

30. Ve bir zaman Rabbin, meleklere, “Ben yeryüzünde bir halîfe kılıcıyım [yapacağım]” demişti. Onlar [melekler], “Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi kılacaksın [yapacaksın]? Oysa biz, Seni överek tesbîh ediyor ve Seni takdîs ediyoruz” demişlerdi. O [senin Rabbin], “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim” demişti.

31. Ve O [senin Rabbin], Âdem'e o isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere sundu ve “Hadi, haber verin Bana şunların isimlerini, eğer doğru kimseler iseniz” dedi.

32. Onlar [melekler], dediler ki: “Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin! Senin, bize öğretmiş olduğunun dışında bizim için bilgi diye bir şey yoktur. Şüphesiz Sen, en iyi bilenin, en iyi yasa koyanın ta kendisisin.”

33. O [senin Rabbin], dedi ki: “Ey Âdem! Haber ver onlara; onların adlarını.” Sonra da o [Âdem], onlara, onların adlarını haber verince, O [senin Rabbin], “Dememiş miydim Ben size! Şüphesiz Ben, göklerin ve yerin gaybını bilirim. Ve Ben, sizin açığa vurduklarınızı ve sakladıklarınızı bilirim” dedi.

Bu âyet grubunda, insanların evrendeki konumuna ilişkin temsîlî bir açıklama yapılmakta; insanın ilk yaratılışı değil, dünyadaki bilgilenme ve güçlenme süreci anlatılmaktadır. Bu açıklamalar, temsîlî anlatım tekniğiyle canlı bir piyes sahnesi gibi sunulmuştur. Bir sahne, sahnede de aktörler [Allah, melekler ve Âdem] vardır, aralarında konuşuyorlar.

Bu bölüm iki sahneden oluşuyor:

SAHNE 1

Allah:

-- Ben yeryüzünde bir halîfe kılıcıyım [yapacağım].

Melekler:

-- Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi kılacaksın [yapacaksın]. Oysa biz, Seni överek tesbîh ediyor ve Seni takdîs ediyoruz.

Allah:

-- Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim.

Allah Âdem'i, bilgilenme sürecinden geçirmiş, ona eşyayı ve isimlerini tanıtmıştır. İsim, müsemmayı [adı taşıyan varlığı] ifade eder. Demek oluyor ki Allah, Âdem'in aklını-fikrini, zekasını geliştirmiş, o da varlıkları tanımış ve onların özelliklerine göre birer isim vermiştir. Varlıkların isimleri, anlam ve ses itibariyle varlıkların özelliklerine göre verilir. Meselâ; taş, kaya, demir (aslı, temur'dur), çelik gibi isimler, bir yandan onların sertlik özelliğini ifade ederken, diğer yandan da sert harflerle [seslerle] telaffuz edilmiştir. “Yağ” ise, yumuşak bir varlık olduğundan yumuşak seslerle isimlendirilmiştir. İnsanlığın diline kazandırılan yeni isimlerin tümü, o varlığın özelliğine uygun olarak verilmektedir. Varlığın özelliği bilinmediği takdirde, varlığa verilen isim uygun düşmeyecektir. Artık, insan türü [Âdem] bilgili, bilgilenen bir konumdadır. Bu sürecin ne kadar zaman aldığı Kur’ân'da bildirilmemiştir. Bu süreç belki yüzbinlerce, belki milyonlarca yıl sürmüştür. Bu bilgilenme, daha evvel “Rûh üfürme olarak açıklanmıştı.[11]

SAHNE 2

Allah, Meleklere:

-- Hadi, haber verin Bana şunların isimlerini, eğer doğru kimseler iseniz.

Melekler:

-- Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin! Senin, bize öğretmiş olduğunun dışında bizim için bilgi diye bir şey yoktur. Şüphesiz Sen, en iyi bilenin, en iyi yasa koyanın ta kendisisin.

Allah:

-- Ey Âdem! Haber ver onlara; onların adlarını.

Âdem, hepsinin ismini bildirir.

Allah:

-- Dememiş miydim Ben size! Şüphesiz Ben, göklerin ve yerin gaybını bilirim. Ve Ben, sizin açığa vurduklarınızı ve sakladıklarınızı bilirim.

Sahne burada kapanır.

Pasajın doğru anlaşılması için öncelikle خليفة [halîfe] sözcüğünün iyi bilinmesi gerekir. Halîfe, “birinin ardından onun yerine gelen, geçen” demektir. Bununla ilgili geniş açıklama Sâd sûresi'nin sonunda mevcuttur.[12] Buradan, insanlardan evvel dünyaya egemen olan bazı varlıklar olduğu anlaşılıyor. Allah onların egemenliğini sona erdirip onların yerine insanı dünyaya egemen kılmıştır.

Âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre insan, bilgilenmezden evvel yeryüzünde kan döken ve fesat çıkaran bir yaratık konumundaymış. Bu demektir ki bilgiden uzaklaştığında insan yine kan döken ve fesat çıkaran bir varlık konumuna dönmektedir.

Âdem'in bilgilenmesi, başka âyetlerde, “Âdem'e rûh üfürülmesi” olarak geçer. Rûhun üfürülmesi hakkında detaylı bilgi daha evvel verilmişti.[13] Meleklerde bilgilenme istidadı yoktur, zira Allah onları robotvari yaratmıştır. Dolayısıyla onlar, yaratılış programı çerçevesinde varlıklarını sürdürürler.

Buradaki meleklerin –ki ملك[milk] kökünden türemiştir– “doğal güçler” olduğunu unutmayalım. Melek kavramı ile ilgili detaylı bilgi birçok yerde verilmişti.

34. Ve hani Biz, meleklere, “Âdem'e secde edin [boyun eğin, teslim olun]” demiştik de İblis dışında melekler hemen secde etmişti [boyun eğmişti, teslim olmuştu]. O [İblis] yan çizdi, büyüklendi. Ve o kâfirlerden idi.

Bu âyette ise, Sâd, A‘râf, Tâ-Hâ, Hicr ve İsrâ sûrelerinde detaylı olarak sunulan başka bir temsîlî anlatıma gönderme yapılmaktadır. Konu Sâd sûresi'nde detaylı bir şekilde verilmişti. Sâd sûresi'ndeki pasajın tahlilini burada da naklediyoruz:

Hani Rabbin bir zaman meleklere, “Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer yaratıcıyım. Onu tesviye edip, rûhumdan kendisine üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın” demişti. (Sâd/71-72)

71-85. âyetlerin oluşturduğu pasaj da bağımsız bir necm olup insan soyunun ilk yaratılış aşamalarına dair özellik arzeden noktalar Kur’ân'da ilk kez bu pasajda yer almıştır. Daha sonra A‘râf, Hicr, İsrâ, Kehf ve Bakara sûrelerinde de değinilen bu konuya, Kur’ân'ın iniş sırasına göre ilk defa bu sûrede yer verildiğinden, biz de ayrıntılı tahlilimizi burada yapacak ve konu ile sonraki karşılaşmalarımızda buraya atıfta bulunacağız.

Hemen belirtmek gerekir ki, insanoğlunun yeryüzündeki sorumluluk sınavının nasıl başladığı ile ilgili olay, burada ve konunun yer aldığı diğer sûrelerde temsîlî olarak anlatılmıştır. Olayın bir tiyatro sahnesi gibi canlandırılarak anlatılması, evrenin, dünyanın ve canlıların varoluş aşamaları hakkında bilgi sahibi olmayanların konuyu iyi anlamalarını sağlamaya yöneliktir.

Konunun Allah, melekler, Âdem ve İblis arasında geçen diyaloglarla anlatılması, olayın tamamen temsîlî olduğunu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah'ın bir insanla bu tarz konuşması veya Kendi yarattığı bir şeyin O'na isyan etmesi, bizzat Kendisinin Kur’ân'da bildirdiğine göre mümkün değildir.

71. âyette ifade edilen “çamurdan yaratılış”, “tesviye”, “rûhun üfürülmesi” ve “meleklerin secdesi”, bir anda olup bitmiş olaylar değildir. Kur’ân'da verilen ayrıntılara göre, bu olaylar milyarlarca yıllık bir süreçte gerçekleşmiştir. Yani, bu anlatımlardan, “Allah, melekleri ve İblis'i çağırdığı bir toplantıda, birkaç dakika içinde hemen Âdem'i yaratacağını söyledi ve yaratıverdi. Sonra meleklere secde etmelerini söyledi, onlar da derhal secde ettiler. Ama İblis secde etmedi” şeklinde, her şeyin çok kısa bir zamanda gerçekleştiği anlamında bir sonuç çıkarılmamalıdır.

Bunun üzerine meleklerin tümü hep birlikte secde ettiler. (Sâd/73)

Pasajın bu bölümünde İblis ve insan ilişkisi açıklanmaktadır. Bu ilişkiyi anlamak, insanın zihnindeki sorulara cevap bulması ve bu konuyla ilgili sorunlarını çözmesi bakımından çok önemlidir. Bu ilişki anlaşılmadığında cevapsız kalan sorular, konuyu anlamadan geçiştiren kişilerin hayat boyu aynı durumda kalmalarına yol açmaktadır. Bu sebepledir ki, İnsan-İblis ilişkisinin doğru anlaşılması çok önemlidir. İlişkinin doğru anlaşılması için de öncelikle bu ilişkiyi açıklayan sözcüklerin ve kavramların doğru anlamlarının bilinmesi gerekir.

Rûh ve rûhun üfürülmesi/üflenmesi konusu Kadr sûresi'nde; melek kavramı Necm ve Kadr sûrelerinde; İblis konusu da Tekvîr sûresi'nde tahlil edildiği için, konunun esasını teşkil eden İblis, melek ve rûh hakkındaki bilgilerin oralardan yeniden okunması yararlı olacaktır.

SECDE

السّجدة [secde] denince ilk olarak, namazın erkânından olan ve ibâdet kastı ile alnın yere konulması şeklinde yapılan eylem akla gelmektedir. Dolayısıyla da secde etmek eyleminden, “ibâdet etmek” anlamı çıkarılmaktadır. Hâlbuki secde sözcüğünün esas anlamı, “boyun eğmek, itaat etmek” demektir. İbâdet ve saygı için alnın yere konması ise, itaat ve boyun eğmenin sadece bir simgesidir.[14]

ÂDEM'E SECDE EDEN MELEKLER

Necm sûresi'nin tahlilinde melek sözcüğünün sözlük anlamı olarak “kuvvet, yönetim gücü, elçi, haber verici” anlamlarına geldiğini; terim olarak da Allah'ın bütün emirlerine uyan, O'na hiç isyan etmeyen varlıkları ifade ettiğini belirtmiş, ayrıca Kur’ân'daki melek sözcüğünün değişik şeyler için kullanıldığını; insanın yararına çalışmakla görevlendirilmiş değişik zihinsel fonksiyonlara, irâdesiz canlılara ve doğal güçlere de “melek” dendiğini örnekleriyle aktarmıştık. Bu konuda verdiğimiz bilgiler ışığında, Âdem'e secde eden meleklerin, halk kültürüne yerleşmiş şekli ile sürekli namaz ve niyazda olan melekler olmadığı; insandaki akıl, zekâ, ar, hayâ, hâfıza, dikkat gibi zihinsel fonksiyonlar ile yağmur, bulut, rüzgâr, soğuk, sıcak, ağaç, nebat gibi insan dışında doğada mevcut diğer canlılar ve güçler olduğu hemen anlaşılmaktadır. Çünkü bu sayılanların hepsi Âdem'e [insana] boyun eğmişlerdir [secde etmişlerdir], hâlen de eğmektedirler ve kıyâmete kadar da eğmeye devam edeceklerdir. Şöyle ki:

İnsana rûh/bilgi üfürüldüğü zaman, insan bu bilgiyle doğadaki tüm canlı ve cansız varlıkları kontrol edebilir bir güce sahip duruma gelmiş ve bilgilendiği zamandan itibaren bilgisi oranında doğaya hükmetmeye başlamıştır. Hayvanları evcilleştirmiş, onların etinden, sütünden, yumurtasından, gücünden yararlanmış hatta en vahşîlerini bile kafeslerde, hayvanat bahçelerinde seyir amacıyla emri altına almıştır. Rüzgâra değirmen taşlarını döndürtmüş, gemilerini yüzdürmek için yelkenleri şişirtmiştir. Akıp giden ırmakların suyunu barajlarla kontrol altına almış, içmede ve sulamada kullandığı bu sudan elektrik üretmiştir. Doğadaki madenlerden her alanda sayısız yararlar sağlamış, ormandaki ağaçlar ise insanın arzusu doğrultusunda yakacak, mobilya, kâğıt olmuştur. Havadaki oksijen sayesinde yaktığı ateş ile kendisini ısıtmış, yemeğini pişirmiş ve daha pek çok alanda kendine yarar sağlamıştır. İnsanın doğadaki birçok şeyi kontrol edişine dair verilebilecek örnekler saymakla bitmez. İnsanın doğaya hâkim oluşu ile ilgili bütün bu örnekler, doğa varlıklarının ve güçlerinin [meleklerin], Âdem'e [insana] boyun eğip itaat ettiğini [secde ettiğini] gösteren birer delil niteliğindedir. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır ki, o da Âdem'in “bilgilendirilmiş insan” olduğudur.

Sonuç olarak, melekler/yönetim güçleri sıradan insana değil, kendisine rûh üfürülmüş [Rabbimizin sonsuz bilgisine nisbetle az bir bilgi ile bilgilendirilmiş], yani Adam/Âdem olmuş insana secde etmektedirler [boyun eğmektedirler].

İblis etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden [görmezden gelenlerden] oldu. (Allah,) “Ey İblis! O Benim iki elimle/kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Büyüklendin mi? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” buyurdu. (Sâd/74-75)

İKİ EL İLE YARATMA

75. âyetteki iki elimle ifadesi, kesinlikle Allah'ın elleri olduğu anlamına gelmez. Ne var ki, birçok düşünür burada ve başka âyetlerde geçen “iki elim”, “gözlerimiz” veya “yüz” ifadelerinden, Allah'ın el, yüz ve göz gibi organları olduğuna inanmıştır.

Bu ifade, insanın önemli, faziletli ve şerefli bir varlık oluşuna delâlet eder. Çünkü bir kral bile sıradan işlerini hizmetkârlarına yaptırırken, önemli işlerini bizzat kendisi yapar. Kralın böyle yapması, onun o işe ne kadar önem verdiğini gösterir. Âyetteki iki elimle ifadesi de, Yüce Allah'ın insanın yaratılışını emrinde olanlara bırakmadığını ve bizzat Kendisinin yaptığını bildirerek insanın önemli ve değerli bir varlık olduğunu vurgulamaktadır. Bu önemlilik ve değerlilik vurgusu, insanın sadece zihinsel fonksiyonlarına yönelik olabileceği gibi, hem zihinsel fonksiyonlarına hem beden yapısına yönelik de olabilir.

İki el ile yaratma ifadesinin, “özel bir itina ile yaratmak” manasından kinâye olduğunu düşünmek de mümkündür. Çünkü insan, bütün normal sebeplerin üstünde en yüksek seçimle, yani Allah'ın seçimi ile yaratılmıştır.

Bazıları da bu ifadeyi “kudret” manasıyla te’vîl etmişler ve iki el ifadesindeki tesniyenin [ikilemenin], sadece tekit [pekiştirme] için olduğunu, çünkü Âdem'in yaratılışında Allah'ın kudretinin tecellilerinin tekitli ve kat kat bulunduğunu söylemişlerdir.

İBLİS'İN KÂFİRLERDEN OLUŞU

İblis, ilk yaratılışından beri kâfirlerdendir, yoksa Âdem'e [insana] secde etmediği için kâfir olmamıştır. Arap dilinin özelliklerini bilmeyenler, kulaktan dolma bilgilerle İblis'in Âdem'e secde etmediği için kâfir olduğunu sanmaktadırlar. Oysa âyetin orijinali konunun bu şekilde anlaşılmasına engeldir. Az seviyede bile olsa Arap diline vakıf olanlar hemen fark ederler ki, âyette ف [fe] değil, و [vav] bağlacı kullanılmış ve, وكان من الكافرين [ve kâne mine'l-kâfirîn/ve o kâfirlerden idi/o, kâfirlerdendir] denilmiştir. Şâyet ف [fe] bağlacıyla من الكافرين فكان [fe kâne mine'l-kâfirîn/...de kâfirlerden oldu] denilmiş olsaydı, ancak o zaman İblis'in kâfirleşmesi, secde etmemesine bağlanabilirdi. Nitekim Rabbimiz Kur’ân'da Kendisini nitelerken yüzlerce yerde, وكان اللّه عليما حكيما [ve kânellâhu alîmen hakîmâ], وكان اللّه غفورا رحيما [ve kânellâhu gafûran rahîmen] tarzında ifadeler kullanmıştır. Bu ifadelerin hiç biri, “Allah şimdi alîm, hakîm oldu” veya “Allah şimdi gafûr, rahîm oldu” şeklinde anlaşılmaz, “Allah alîmdir, hakîmdir”, “Allah gafûr'dur, rahîm'dir” şeklinde anlaşılır.

İBLİS'İN DAYATMA GEREKÇESİ

Rabbimiz, İblis'in neden büyüklendiğini bilmiyormuş ve bu davranışının sebebini İblis'ten öğrenmek istiyormuş gibi, Büyüklük taslamak mı istedin, yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun? diye sorular yöneltmiştir. Allah'ın zaten bildiği bir konuda böyle sualler sorması, bize göre, temsîlî diyalog yöntemi ile işin hakikatini anlatmak içindir. Bu nedenle bu ifadelere çok dikkat edilmelidir. Allah'ın bu suali, büyüklenmesinin yeni bir davranış mı, yoksa eskiden beri süregelen bir davranış mı olduğunu bizzat İblis'e söyletmeye yöneliktir. Nitekim diyalogun sonunda İblis bu soruyu yanıtlamıştır:

(İblis) dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” (Sâd/76)

Görüldüğü gibi, İblis cevap olarak büyüklenmesinin yeni bir şey olmadığını, insanın çamurdan [maddeden], kendisinin ise ateşten [enerjiden] yaratıldığını, dolayısıyla yaradılıştan gelme üstünlüğü sebebiyle böyle davrandığını söylemiştir. Dikkat edilirse, İblis'in bu tezi [enerjinin maddeden daha hayırlı ve daha iyi olduğu iddiası] Rabbimiz tarafından reddedilmemiştir. Bu da demektir ki, İblis doğruyu söylemiştir. Bir başka ifade ile, burada enerjinin maddeden üstün olduğu bizzat Rabbimiz tarafından açıklanmaktadır.

Bu konuya A‘râf ve Hicr sûrelerinde tekrar değinilecektir.

(Allah,) “Hemen çık oradan, artık sen kesinlikle racîmsin” dedi, “ve elbette lânetim [hayırdan uzak tutmam], karşılık gününe kadar senin üzerindedir.” (Sâd/77-78)

RACÎM

رجيم [racîm] sözcüğünün mastarı رجم [recm] olup, bu sözcüğün ilk anlamı, قتل [öldürmek] demektir. Öldürmeye recm denmesinin sebebi, Arapların öldürecekleri kimseyi taşlamak sûretiyle öldürmelerindendir. Sonradan her öldürme işine recm denilir olmuştur. Kur’ân'da ve dolayısıyla dinde yeri olmamasına rağmen, zina suçlularına verilen cezanın adı da buradan gelmektedir.

Recm sözcüğü ve türevleri Kur’ân'da 14 kez yer almasına rağmen hiçbir yerde “öldürmek” anlamında kullanılmamıştır. “Öldürmek” anlamı dışında ise recm sözcüğü, “taş atmak”, “lânet etmek”, “sövmek, yermek”, “hicran”, “tart etmek, kovmak”, “zann ve zanna dayalı söz söylemek” anlamlarında da kullanılır olmuştur.

Şeytân için bu anlamların hepsi de uygun görülmüş ve ism-i mef‘ul anlamıyla şeytâna; “taşlanmış şeytân”, “lânetlenmiş şeytân”, “kovulmuş şeytân”, “sövülmüş şeytân” gibi isimler verilmiştir.

Bizce buradaki racîm sözcüğü, 77. âyetin başındaki, Hemen çık oradan ifadesinin delâletiyle, “kovulmuş” anlamındadır ve konumuz itibariyle şeytânı tanımlayan en uygun ifade de, “kovulmuş şeytân”dır.

ŞEYTAN NEREDEN KOVULMUŞTUR

Bu konu Kur’ân'da Hicr/16-18 ve Sâffat/6-10'da yer almaktadır. Bu âyetler, eski müfessirlere göre müteşâbih olduğu için iyi anlaşılamamış ve bu konuda mantıksız, akıl ve din dışı açıklamalar ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki, günümüzdeki meal ve tefsir çalışmalarının hepsi de konuyu aşağı-yukarı aynı anlamda ve eski tefsircilerin anlayışları doğrultusunda açıklamışlardır. Ortaya çıkan bu yanlış inanç ve anlayışları kısaca özetleyerek okuyucuyu bu görüşler hakkında bilgilendirmenin yararlı olacağı kanısındayız:

Bu anlayış ve inanışlara göre, Kur’ân inmeye başlamadan önce şeytânlar diledikleri gibi göklerde dolaşırlar, meleklerin arasına sızarak onların Allah'tan öğrendikleri gayba [geleceğe] ait bilgileri kaparlar, bu bilgilerin içine biraz da yalan katarak kâhinlere anlatırlar, kâhinler de bu bilgileri halka anlatırlarmış. Böylece peygamberler ile şeytânlar arasında bir sürtüşmedir devam edip gidermiş. Bazılarına göre o zamanlar gökyüzünde yıldız yokmuş, bazılarına göre de yıldızlar varmış ama kovalamaca yokmuş. Sonradan yıldızlar yaratılmış ve şeytânlar gökyüzüne sokulamaz olmuş. Fakat yine de içlerinden bazıları, meleklerden bir şeyler öğrenmek için onların aralarına sızmaya çalışırmış. İşte, meleklerin arasına sızmaya çalışan bu şeytânlara yıldız fırlatılırmış ve alev topu hâlinde üzerilerine gelen yıldızı gören şeytânlar gerisin geri dünyaya kaçarlar, elleri boş kalırmış. Burada net olmayan şöyle bir nokta varmış: Acaba yıldızlar yeni mi yaratılmışlar yoksa eskiden beri varlarmış da şeytânlara karşı silâh olarak yeni mi kullanılmaya başlanmışlar?

İbn Abbâs'a göre, şeytânlar önceleri göğe çıkmaktan men edilmemişti. Bundan dolayı göklerde dolaşıyor, meleklerden gaybın haberlerini duyuyor ve haberleri kâhinlere ulaştırıyorlardı. Kâhinler de aldıkları bu kelimelere dokuz daha katarak bunları yeryüzündekilere anlatıyorlardı. Bu kelimelerin dokuzu bâtıl birisi hakk idi. Îsâ peygamber doğunca, onlar üç kat gökten men edildiler. Peygamberimiz doğunca da bütün göklerden men edildiler. Dolayısıyla bu şeytânlar, kulak hırsızlığı yapmak istedikleri her seferinde ateş parçaları ile taşlanmakta, uzaklaştırılmaktadırlar.

Özetlediğimiz bu inançlar ve özellikle İbn Abbâs'a isnad edilen açıklamalar doğrultusunda âyetlerin Türkçe'ye nasıl hatalı bir şekilde çevrildiğinin tipik örneği, çağımızın muteber ilim adamlarından Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın mealidir:

Şânım hakkı için, Biz semâda burclar yaptık ve onu ehl-i nazar için tezyin eyledik [süsledik], hem onu her şeytân-ı racîmden hıfzettik [koruduk]; ancak kulak hırsızlığı eden olur, onu da parlak bir şihâb takip etmektedir. (Hicr/16-18)

Bakınız Biz o dünya semâyı [yakın göğü] bir zinetle donattık: kevâkib [yıldızlar]. Hem, mütemerrid [itaate yanaşmaz] her şeytândan koruduk; onlar mele-i a‘lâ'yı dinleyemezler, tard için her taraftan sıkıya tutulurlar; –ve onlara ayrılmaz bir azab vardır– ancak bir çalıp çarpan, onun da peşine bir şihâb-ı sâkıb takılır. (Sâffat/6-10)

Biz bu âyetlerin aşağıdaki şekilde çevrilmesi gerektiği kanaatindeyiz:

Hiç kuşkusuz, gökte burclar oluşturduk ve seyredenler için onu süsledik. Ve onu Şeytân-ı Racîm'in hepsinden koruduk; az da olsa vahye kulak veren ve kendisini apaçık bir alev takip edenler hariç. (Hicr/16-18)

18. âyetin, 17. âyetin devamı olması münasebetiyle iki âyeti tek bir cümle hâlinde ifade edersek cümle şöyle şekillenir: “Ve onu, az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alevin takip ettiklerinin haricindeki tüm Şeytân-ı Racîm'lerden koruduk.”

Yani semâ, “azıcık da olsa vahye kulak veren ve kendini açık alev takip edenlerin dışındaki tüm Şeytân-ı Racîmlere” kapalıdır. Az da olsa vahye kulak kabartanlara ise açıktır, onlara serbesttir, onlardan korunmamıştır.

Gerçekten Biz en alt semâyı zinetlerle; yıldızlarla süsledik. Âsi inatçı şeytânın tümünden koruduk; onlar mele-i a‘lâ'ya hiç kulak vermezler ve her taraftan taşlanırlar, kovulmak için... Ve onlara sürekli azab vardır, ancak bir kırıntı kapan ve kendisini şihâb-ı sâkıb takip eden hariç. (Sâffat/6-10)

Sâffat/7-10 âyetleri tek bir cümle olduğu için bunları toplu hâlde ifade etmek mümkündür: Biz semâyı, mele-i a‘lâ'dan bir kırıntı kapan ve kendisini şihâb-ı sâkıb takip edenler hariç, sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve mele-i a‘lâ'ya hiç kulak vermeyen şeytân-ı marid'in tümünden koruduk.

Âyetin özetini alırsak, gökyüzü, “şeytân-ı mârid”e kapalı olup, mele-i a‘lâ'dan azıcık bilgi kırıntısı sağlayan ve kendilerini delici alevin takip ettiklerine açıktır.

Âyetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, âyetlerde yer alan bazı sözcüklerin açılımlarının yapılması gerekir:

AZ DA OLSA VAHYE KULAK VERMEK [KULAK HIRSIZLIĞI]

Hicr/18'deki istereka fiili, genellikle “kulak hırsızlığı yapan” diye çevrilmiş olup, Kur’ân'da sadece bu âyette geçer. Fiilin üç harfli hâli olan seraka'nın anlamı; “çaldı, hırsızlık etti” demektir. Konumuz olan beş harfli kalıptaki anlamı ise, “kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı, çaktırmadan gözüyle izledi” demektir. Yani, istirak, “hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler öğrenmek” demektir.

Bu fiil konumuz olan âyette, men istereka's-sem’a [sem’a kulak kabartan] cümlesi içinde yer almıştır. Burada sem’ sözcüğü tümleç yapılmış olduğundan, isteraka fiili, “dinleme yoluyla az bir bilgi edinen” (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse) veya “(göz ucuyla) az bir şey öğrenen” demektir.

Cümlede geçen sem’a sözcüğü, “vahy”i/Kur’ân”ı işaret etmekte ve aşağıdaki âyetler de bu yargıya delâlet etmektedir:

Ve yine derler ki: “Eğer kulak vermiş olsaydık veya akletmiş olsaydık, saîr/cehennem halkı arasında olmazdık.” (Mülk/10)

Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (vahye kulak) vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar/şaşkındırlar [aşağıdırlar]. (Furkân/44)

Bu konu ile ilgili olarak ayrıca, şu âyetler de tetkik edilebilr: A‘râf/100, Yûnus/67, Nahl/65-69, Rûm/21-24, Secde/26, Enfâl/21-22, Kehf/101, Kâf/37.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla