Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 12:19 AM   #5
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

TAHLİL:

1. ا[elif/1], ل [lâm/30], م [mîm/40].

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, “Hurûf-ı Mukatta‘a” [kesik harfler] denilen bu harflerin neyi ifade ettiği henüz bilinmemektedir. Bir uyarı veya gelecek âyetlere dikkat çekme ünlemi olabilecekleri gibi, Kur’ân'ın içyapısına ait önemli bir yapı taşı da olabilirler. Ayrıca, Kur’ân indiği dönemde henüz rakamların icat edilmediği, rakam yerine EBCD harflerinin kullanıldığı dikkate alındığında, bu harflerin belirli sayıları ifade ediyor olması da mümkündür. Ancak bu durumda da söz konusu sayıların matematiksel olarak neyi ifade ettikleri henüz bilinmemektedir. İleriki dönemlerde yapılacak çalışmalar sonucunda bu harflerin doğru şekilde te’vîl edilebileceği kanaatindeyiz.

Ebced hesabına göre sûrenin başındaki harflerin sayı değerleri şöyledir:

ا[elif/1],

ل[lam/30],

م[mim/40].

2-4. İşte bu kitap; kendisinde hiç kuşku yoktur, gaybda iman eden, salâtı ikâme eden, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden muttakiler –ki bunlar, âhirete de kesinlikle inanırlar– için bir kılavuzdur.

5. İşte bunlar, Rabb'lerinden bir kılavuz üzerindedirler. Yine işte bunlar, felâha erenlerin [kurtulanların-kazançlı çıkanların] ta kendileridir.

Bu âyet grubunda Kur’ân'a ve Kur’ân'ın oluşturduğu muttaki kitleye değinilmiştir. Ayrıca burada, Kur’ân'da ريب[rayb/tutarsızlık, çelişki ve şüphe] olmadığı belirtilmiştir, ki bundan, “Kur’ân'ın, âlemlerin Rabbi tarafından indirildiğinde şüphe bulunmadığı, insanlara güzeli-doğruyu sunduğu, onda tutarsızlık, çelişki, gerçek dışı bir şeyin olmadığı” sonucu çıkarılabilir.

Kur’ân'ın nitelikleri hakkında birçok yerde bilgi verilmiştir:

Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre siz getirin, Allah'ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz. Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun. (Bakara/23-24)

Ve andolsun ki Biz, düşünüp öğüt alsınlar diye pürüzsüz Arapça bir Kur’ân [okuma] olarak; takvâlı davransınlar diye bu Kur’ân'da insanlar için her türlüsünden örnek verdik. (Zümer/27-28)

Hamd [tüm övgüler], katından şiddetli azaba karşı uyarmak, sâlihâtı işleyen mü’minlere, şüphesiz kendileri için, içinde sürekli kalıcılar olarak güzel bir mükâfât bulunduğunu müjdelemek ve “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarmak için, kuluna, gözetici olarak, kendisi için hiçbir pürüz kılmadığı Kitab'ı indiren Allah içindir. (Kehf/1-4)

Ve eğer Biz onu [zikri] yabancı dilde bir Kur’ân [okuma] yapsaydık, elbette onlar, “Âyetleri detaylandırılmalı değil miydi? Yabancı dil mi, Arapça mı!” diyeceklerdi. De ki: “O, iman eden kimseler için bir kılavuz ve bir şifadır.” İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve o [zikir; Kur’ân], onlar üzerine bir körlüktür. Onlara çok uzak bir mekândan seslenilmektedir. (Fussilet/44)

Sonra da Kur’ân'ın gaybda iman eden, salâtı ikâme eden, kendilerine Allah tarafından verilen rızıklardan infak eden, Kur’ân'a ve Kur’ân'dan önce indirilen kitaplara iman eden ve âhirete de kesinlikle inanan muttakilere; samimi müslümanlara rehber olduğu vurgulanmıştır. Ardından da muttakilerin; zarar etmeyen, fenalık görmeyen, zafer kazanan kimseler olduğu ifade edilmiştir.

Burada, Kur’ân'ın muttakiler için rehber olduğu; başka âyetlerde ise muttaki, fâsık, fâcir, müşrik, kâfir herkese rehber olduğu ifade edilmektedir; ki bundan kasıt, bu kitaptan ancak muttakilerin yeterince yararlanacağı, diğerlerinin yararlanamayacağıdır.

Takvâ ve muttaki kavramları hakkında A‘râf sûresi'nde yaptığımız açıklamaları burada da naklediyoruz:

Takvâ sözcüğü, وقاية [viqâye], توقية [tevqiye], وقاءة [viqâe] köklerinin mastarı olan وقي [veqâ] sözcüğünden türemiştir. Veqâ, “bir şeyi korumak, himaye etmek, ona zarar verecek şeylerden çekinmek, bir şeyi başka bir şeyle bir tehlikeye karşı korumaya almak, zararlı şey ile korunacak şey arasına bir engel koymak” anlamına gelir. Sözcük Kur’ân'da da bu anlamda kullanılmıştır:

Şüphesiz, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız. Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur ve onlara aydınlık ve sevinç rastlar. (İnsan/10-11)

Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir ateşten koruyun. Onun üzerinde, Allah'a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır. (Tahrîm/6)

O nedenle gücünüz yettiğince Allah'a takvâlı davranın, dinleyin ve itaat edin. Ve mallarınızdan, kendinizin iyiliğine olarak bağışlayın. Kim de nefsinin açgözlülüğünden korunursa işte onlar, başarıya ulaşanların ta kendileridir. (Teğâbün/16)

Veqâ fiilinin mezidatından [harfleri artırılmış kalıplarından] olan اتّقاء [ittiqâ] sözcüğü ise, “korumayı kabul etmek, acı ve zarar verecek şeyden sakınıp kendini korumaya almak, sakınmak” demektir. Bu sözcük de Kur’ân'da sözlük anlamıyla kullanılmıştır:

Ey inanmış olan kişiler! Allah'a takvâlı davranın; her kişi yarına ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, işlediklerinizden haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir. (Haşr/18-19)

Ve inkârcılar için hazırlanmış ateşten korunun. (Âl-i İmrân/131)

Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun. (Bakara/24)

Taqvâ sözcüğü, ittiqâ sözcüğünün ismi olup sözlükte “kuvvetli himayeye girmek, korunmak, kendisini koruma altına almak” anlamına gelir.

Taqvâ ve ittiqâ sözcükleri, sözlük anlamları ekseninde kavramlaşmış ve Kur’ân'da hep sözlük anlamlarına yakın manalarda kullanılmıştır. Bu sözcüklerin türediği veqâ fiili ve türevleri Kur’ân'da 258 yerde geçmektedir.

Kur’ân'ın en önemli kavramlarından olan taqvâ ve ittiqâ, kulun Rabbi karşısındaki durumunu en iyi anlatan sözcüktür. Kur’ân'da birçok âyette insanlara Allah'tan ittikâ etmeleri söylenmiş, birçok peygamberin de kavimlerini, Allah'tan ittikâ etmez misiniz? diye uyardıkları anlatılmıştır. Çünkü insan için en önemli şey, bir yaratıcının varlığı, yaratılışın sebebi ve kendisinin yaratıcı karşısındaki durumudur. İnsan, öncelikle kendini varedeni tanımakla ve O'nun razı olacağı bir yaşam sürmekle yükümlüdür. İnsan, her şeyin sahibi olan Allah tarafından başıboş, kendi hâline bırakılmamış; hayatının hesabını vermek üzere O'na döndürülecektir. Bu sebeple Kur’ân, Allah fikrini ve O'na ait ulûhiyeti ısrarla gündeme getirerek âlemlerin Rabbi olan Allah'ı bütün sıfatları ve O'na ait en üstün yücelik makamları ile tanıtmakta ve insana bu yücelik karşısında kendisine çeki-düzen vermesini, kendisini iyi amellerle koruma altına almasını tavsiye etmektedir. Amaç, insanın, O'nun her yerde kendisini gördüğünün ve yaptığı her şeyin kayıt altına alındığının bilincinde olan bir varlık olmasını; Allah'ın yüce makamı karşısında çekinmesini; O'na kuvvetli bir imanla bağlanmasını ve yaptığı hatalardan dolayı O'na sığınmasını sağlamaktır. Kısaca, insanı muttakî /ittikâ eden/takvâ sahibi bir varlık yapmaktır.

Bugüne kadar yapılan takvâ tanımlarının hepsinde de –değişik kelime ve ifadelerle olsa da– aynı anlamlar gözetilmiştir. Bu nedenle tanımlar arasında herhangi bir çelişki yoktur. Meselâ, kimi “Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçmak”; kimi “Yapılması günah olanı yapmaktan, terk edilmesi günah olanı terk etmemekten çekinmek”; kimi “Allah'ın cezalandırmasından korkarak O'nun verdiği bir nûr ile O'na itaat etmek”; kimi de “Allah'ın dışındakileri Allah'a tercih etmemek” şeklinde tanımlamıştır.

Biz de şöyle bir tanım yapabiliriz: “Taqvâ, ‘insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak âhirette kendisine zarar ve acı verecek şeylerden sakınması, ya da günahlardan uzak durması ve iyiliklere sarılması’dır.”

Ancak konu ile ilgili diğer Kur’ân âyetleri de göz önüne alınarak daha geniş bir tarif de yapılabilir: “Taqvâ, ‘iman etmek, şirkten uzak durmak, Allah'ı unutmamak, Allah ve elçilerine boyun eğmek, inkârcılarla mücâdele etmek, bollukta ve darlıkta sahip olunan mallardan bağışta bulunmak, salâtı ikâme etmek, namaz kılmak, zekât vermek, verilen sözde durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, ana-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tevbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkeye sahip olmamak, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmek’tir.”

Bütün bu tariflere dayanarak özlü bir ifade ile taqvâ'nın, “iman ve onun yansıması” olduğunu söylemek de mümkündür.

Bu noktada taqvâ ile ibâdet arasındaki bağlantının belirtilmesinde yarar vardır. “İlâhî emir ve yasakları yerine getirmek” demek olan ibâdet, “zarar verecek davranışlardan sakınmak” demek olan taqvâ'nın kendisi değildir, ama kişiyi takvâya ileten davranışlardır.

Muttakilerin özelliği sayılırken şu nitelikler önplana çıkarılmıştır:

GAYBDA İMAN-GAYBA İMAN

Âyetteki, بالغيب[bi'l-ğaybi] ifadesini, “gayba iman” ve “gaybda iman” olarak çevirmek mümkündür. Zira ب[be] edatı, “ilsak” anlamında kullanıldığı gibi, “zarf” anlamında da kullanılır. Kur’ân'da bunun birçok örneği vardır. Burada konu, ileriki âyetlerden de anlaşılacağı üzere “gaybda iman”dır. Yani, iki yüzlü olmayıp, hem göz önünde hem de tenhada, kimsenin görmediği yerlerde gerçekten imanlı olmaktır.

Ğaybda iman ilgili Kaf ve Fâtır sûrelerinde geniş açıklamalar yapmıştık. Burada ilgili âyetleri hatırlatmakta yarar vardır:

Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer ağır yüklü bir kimse, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan hiçbir şey yüklenilmeyecek; –bir akrabası olsa bile.– Şüphesiz sen ancak Rabb'lerine karşı gaybda haşyet duyan ve salâtı ikâme edenleri uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah'adır. (Fâtır/18)

İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan, Rahmân'dan gaybda [tenhada, kimsenin kendini görmediği yerlerde] iken haşyet duyan ve dönen bir kalp ile gelen [gönülden bağlı olan] herkes için söz verilendir. (Kaf/32-33)

İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler haşyet ederler [derin hayranlık ve saygı duyup O'ndan uzaklaşmaktan korkarlar]. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır. (Fâtır/28)

Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerdekine şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet gelmiştir. (Yûnus/57)

Bu paragrafta rızkın Allah tarafından verildiği, verenlerin de Allah'ın verdiğinden verdiklerine dikkat çekilmiştir. Rızık ve rızık olarak verilenlerin Allah yolunda harcanmasına dair Kur’ân'da yüzlerce âyet mevcut olup hatırlamaya yönelik olarak birkaçını zikrediyoruz:

Ey insanlar! Size gökten ve yerden rızk veren Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Allah'tan başka bir yaratıcı mı var? O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O hâlde nasıl döndürülüyorsunuz! (Fâtır/3)

Şüphesiz Allah, çok rızık verenin ta kendisidir, çok çetin kuvvetin sahibidir. (Zâriyât/58)

Veya eğer O [Allah], rızkını kesiverse, size rızık verecek o kimse kimdir? Aslında onlar azgınlık ve nefrette direnip durmaktadırlar. (Mülk/21)

Ve yeryüzünde hiçbir dâbbeh/canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. O [Allah], onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. (Hûd/6)

Sizden birinize ölüm gelip de, ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye [ecele] kadar geciktirsen, ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam’ demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. (Münâfikûn/10)

Ey inanmış olan kişiler! Kesinlikle, hahamlardan, rahiplerden bir çoğu insanların mallarını hakksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve kesinlikle altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar; hemen onlara acıklı bir azabı müjdele! (Tevbe/34)

“Allah'ın verdiği rızıktan, hayr için harcamak” demek olan infak, fert ve toplumu tehlikeden korur, sosyal patlamayı engeller. İnfakın olmadığı toplumlarda yoksulluk ve açlık; bundan da kıskançlık ve düşmanlık meydana gelir ve neticede sosyal patlama kaçınılmaz olur:

Ve Allah yolunda bağış yapın, ellerinizi [kendinizi] tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri-güzelleştirenleri sever. (Bakara/195)

İnsanın sevdiği şeylerden Allah yolunda harcaması ise insanı, cennetliklerin nitelikleri olan birr ve takva mertebesine ulaştırır:

Sevdiğiniz şeylerden bağışlamadıkça asla “birr”e eremezsiniz. Ve siz her neyi bağışlarsanız da şüphesiz Allah onu iyi bilir. (Âl-i İmrân/92)

Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun keffâreti, ehlinize yedirdiğinizin evsatından [en hayırlısından/en iyisinden] on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin keffâretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah âyetlerini sizin için böyle açığa kor ki, belki şükredersiniz [karşılığını ödersiniz]. (Mâide/89)

Ve Rabbinizden bağışlanmaya ve eni göklerle yer kadar olan, bollukta ve darlıkta infak eden, öfkelerini yutan ve insanları affeden muttakiler için hazırlanmış olan cennete yarışın. –Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever.– (Âl-i İmrân/133-134)

Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların/mallarını bağışlayanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin/bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti… Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir. (Bakara/265)

Mallarını gece ve gündüz [her zaman], gizlice ve açıkça infak eden kimseler; işte onların, Rabb'leri nezdinde mükâfâtları vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur, onlar, üzülmezler de. (Bakara/274)

Ey iman etmiş kimseler! Kazandıklarınızdan, gerek sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden infak edin. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız pis şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve şüphesiz Allah'ın ğanî ve hamîd olduğunu bilin. (Bakara/267)

Âyetteki, …sana indirilene… ifadesiyle, vahiylerin tümüne iman etmek gerektiğine işaret edilmiştir. Bir insanın, mü’min ve muttaki olabilmesi için ilk peygamberden son peygambere kadar indirilmiş tüm vahiylere inanması gerekir. Nitekim Mekke döneminde Peygamber'e şu direktifler verilmişti:

İşte bunun için sen davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların hevalarına uyma ve de ki: “Ben Allah'ın kitaptan indirdiğine inandım ve ben aranızda adaleti gerçekleştirmemle emrolundum. Allah bizim Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız yalnızca bize, sizin yaptıklarınız da yalnızca size aittir. Sizinle bizim aramızda hiçbir delile yer yoktur. Allah, bizim aramızı toplayacaktır. Dönüş de yalnız O'nadır. Ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey; artık onun hükmü Allah'a aittir. İşte bu, benim Rabbim Allah'tır. Ben yalnız O'na tevekkül ettim ve ben yalnız O'na yöneliyorum” de. (Şûrâ/15, 10)

Elçi, kendi Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler: “Biz Allah'ın elçileri arasında ayırım yapmayız.” Ve “Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır” dediler. (Bakara/285)

Deyin ki: “Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e ve İsmâîl'e ve İshâk'a ve Ya‘kûb'a ve esbâta [torunlarına] indirilene, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya verilene ve peygamberlere Rabb'lerinden verilene iman ettik; onlardan hiç birinin arasını ayırmayız [hiç birini diğerinden ayırmayız] ve biz ancak O'nun için islâmlaştıranlarız.” (Bakara/136)

De ki: “Biz Allah'a, bize indirilene [Kur’ân'a], İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a ve torunlarına indirilene, Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve peygamberlere Rabb'lerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz yalnız O'na teslim olanlarız.” (Âl-i İmrân/84)

Muttakilerin, “salâtı ikâme eden kişiler” olarak nitelendiğini görmekteyiz. Salât ve salâtın ikâmesi ile ilgili Ankebût sûresi'nin sonunda “Salât ve Namaz” başlıklı müstakil yazımıza bakılabilir.[2] Burada kavramlar ile ilgili özet bir tanım yapmakla yetiniyoruz:

الصّلوة [SALÂT]

Salât sözcüğünün anlamını, “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak” şeklinde özetlemek mümkündür. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, buradaki sorunlar, sadece bireysel sorunları değil, toplumsal sorunları da kapsamaktadır. Dolayısıyla الصّلوة [salât] sözcüğünün anlamını, “yakın çevrede bulunan muhtaçlara yardım” boyutuna indirgemek doğru olmayıp, “topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun sorunlarını sırtlamak, üstlenmek, toplumun sorunlarını gidermek” boyutunu da içine alacak şekilde geniş düşünmek gerekir. Yapılacak yardımın, sağlanacak desteğin gerçekleştirilme şeklinin ise “zihnî” ve “mâlî” olmak üzere iki yönü bulunmaktadır: A) Zihnî yönü ile salât; eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam yola iletmek; B) Mâlî yönü ile salât; çeşitli iş imkânları ve hastalıkta, emeklilikte, âfetlerle karşılaşıldığında devreye giren güvence sistemleri ile bireylerin mâlî sıkıntılarına yardım etmek, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de toplumun sıkıntılarını gidermek demektir.

إقام الصّلوة [İQÂMİ'S-SALÂT/SALÂT'IN İKÂMESİ]

Kur’ân'da, salâtın ikâmesi ile ilgili, emir ve haber cümlesi niteliğinde yüzlerce ifade olup, bunlar genellikle “namazı doğru kıl, namazlarını dosdoğru kılarlar” şeklinde çevirilegelmiştir. Bizim yaptığımız tahlil bu çevirilerin, ifadenin anlamını yansıtmak açısından yetersiz kaldığını, hatta yanlış olduğunu göstermektedir.

إقام [iqâm] ve الصّلوة [es-salât] sözcüklerinden oluşan ifadedeki salât sözcüğünün anlamı yukarıda açıklandığı için, burada iqâm sözcüğünü tahlil edeceğiz:

Q-v-m harflerinden oluşan iqâm sözcüğü, “oturmak” fiilinin karşıtı olan qıyâm sözcüğünün if‘âl babından mastarıdır ve lügatlerde bu kalıbın anlamı, “ayağa kaldırmak, dikmek, ayakta tutmak” olarak belirtilmiştir.

Buna göre, إقام الصّلوة[iqâmi's-salât] tamlamasının anlamı da, “zihnî ve mâlî yardım ve destekle sorunların üstlenilip giderilmesi ve devam ettirilmesi, yani ayakta tutulması” demek olmaktadır.

Bunu somutlaştırarak ifade etmek gerekirse, zihnî yönü ile salâtın ikâmesi, “eğitim ve öğretim için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açılması ve bunların [maarif sisteminin] ayakta tutulması”; mâlî yönü ile salâtın ikâmesi ise, “iş alanları açılması, Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemlerinin teşkil edilmesi, yoksul ve yetimlerin desteklenerek –bekâr ve dulların evlendirilmesi de dâhil– her türlü sorunlarının sırtlanması, her türlü sıkıntılarına çare olunması için kurumlar oluşturulması, bu sistem ve kurumların sürekli yaşatılarak ayakta tutulması” demektir.

Muttakilerin bir niteliği de, âhirete kesinkes inanmalarıdır. Zira âhirete iman, hakk dinin en önemli ilkelerinden biridir. Tüm kötülüklerin, âhirete inanmamaktan [din gününü yalanlamaktan] kaynaklandığı onlarca âyette yer almıştır:

Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. (Mâûn/1-3)

Aslında o insan, önünü fücûrla geçirmek istiyor: Soruyor: “Kıyâmet günü ne zamanmış?” (Kıyâmet/5-6)

Hâlbuki âhiret vardır ve aklını kullanan kimseler için dünyadan daha değerlidir:

Derken onlardan sonra bir nesil gelip onların yerlerine geçti. Kitab'a mirasçı oldular. (Onlar) bu dünyanın değersiz kazanımlarını alırlar, “Bize ileride mağfiret olunur” diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir meta gelirse, onu da alıyorlardı. –Allah'a karşı hakktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Hâlbuki onda olanı ders etmişlerdi [okuyup öğrenmişlerdi]. Âhiret yurdu takvâ sahipleri için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?– (A‘râf/169)

Ve basit hayat [dünya hayatı], sadece eğlence ve oyundur. Son Yurt [Âhiret Yurdu] ise, takvâlı davrananlar için kesinlikle daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız? (En‘âm/32)
ÂHİRETE İMANIN FAYDALARI
Âhiret, rahatına düşkün ve dünya nimetlerini arzulayan bir yapıda yaratılmış olan insanı, bu uğurda işleyeceği suçlar konusunda caydırıcı bir unsurdur. Çünkü menfaati için her türlü sorumsuz davranışta bulunabilecek yapıdaki insan, ancak bir mükâfat ve ceza yurdunun varlığı sayesinde kendisini denetleyebilmekte, böylece dünya yaşamındaki kötülükler frenlenmektedir. Nitekim tâğûtların tuğyanının sebebi, âhirete inanmamalarıdır:

Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. (Mâûn/1-3)

İnsanın yaptıklarının karşılığını bu dünyada tam olarak gördüğünü söylemek mümkün değildir. Zira birçok iyi davranış, görülmediği veya görmezden gelindiği için karşılıksız kalır, birçok iyi insan da zulme uğrar, su-i istimale maruz kalır ve bu yüzden ümidini kaybeder. Âhirete inanan insan ise ümitsizliğe düşmez, isyan etmez, kendisinin de kötü olması gerektiğini düşünmez, kişisel cezalandırmaya kalkışmaz; bunun bir imtihan vesilesi olduğunu kabul ederek sabreder.

Âhiret inancı, dünya hayatının çekilmezliği ve anlamsızlığı düşüncesini ortadan kaldırır, geçici olandan sürekli olana geçme özlemi oluşturur.

Âhiret inancı, ufku açar; uzun vâdeli düşünmeyi, planlamayı ve hedef edinmeyi sağlar; böylece inanan kişi, dünya hayatını âhirete göre planlar.

Dünyada yapılan bir davranışın âhirette karşılığının olacağı inancı, insanda bir iç disiplin oluştururlar.

6. Şüphesiz şu, inkâr etmiş kimseler; onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir; inanmazlar.

7. Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; onların gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir.

Burada, gerçek mü’min ve muttakilerin zikrinden sonra, küfür ve fücûr ehli tescilli; belirli kâfirler konu edilmiştir. Burada vurgulanan, kalbi paslanmış kimselerin iman etmeyeceği hususudur, ki bu durum Mekkî âyetlerde birçok kez yer almıştı:

Ve Biz onların önlerinden bir set, arkalarından bir set kıldık. Böylece Biz kendilerini sarmışızdır. Artık onlar görmezler. Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar inanmazlar. (Yâ-Sîn/9-10)

Kâfirûn sûresi'nin tahlilinde “küfr” ve kâfir” sözcükleri ile ilgili şu bilgileri sunmuştuk:

Âyette geçen كافر [kâfir] sözcüğü, Kur’ân'ın anahtar kavramlarından biri olduğu için özellikle incelenmesi yararlı olacaktır. Gerek كافر [kâfir] ve gerekse aynı kökten türeyen كفر [küfr] sözcüklerinin sözlük ve terim anlamları şöyledir:

كفر [küfr] sözcüğünün sözlükteki birincil anlamı, “örtmek” tir. Karanlığı ile her şeyi örttüğü için geceye, كافر [kâfir/örten] dendiği gibi, erişilen nimetlere teşekkür etmeyerek yapılan nankörlüğe de küfr denir.

كفر [küfr] sözcüğünün terim anlamı ise, “Allah'ın varlığını ve birliğini, peygamberlik kurumunu ve peygamberleri, din gününü ve âhireti inkâr etmek”tir. Bu anlamıyla imanın zıddı olan inançsızlığı ifade eder.

كافر [kâfir] sözcüğü, كفر [kefere] fiilinin ism-i fâili olup sözlük anlamı olarak, “nimeti örten, inkâr eden; nimete nankörlük eden, uzak kalan; nimetten kaçınan kimse” demektir.

Kâfir sözcüğünün terim anlamı ise, “imanı olmayan, inkâr eden kimse”dir.

Kısaca, كافر [kâfir], “küfr” denen zihinsel eylemin fâili/yapıcısı/işleyicisidir. Bu durumda asıl üzerinde durulması gereken sözcük, كفر [küfr] sözcüğüdür.

Kur’ân'da كفر [küfr] ve türevleri pek çok âyette geçmektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, İslâm'da iman konuları bir bütün teşkil ettiğinden, kâfir olmak için iman umdelerinden birini inkâr etmek yeterlidir:

Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, “Biz bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve Elçisi'nin arasını ayırmaya kalkışan ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler var ya, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. (Nisâ/150-151)

Ve hani Biz, sizin mîsâkınızı almıştık; kanlarınızı dökmeyeceksiniz, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız. Sonra siz tanıklık ederek ikrar verdiniz. Sonra, siz, işte o kimselersiniz; nefislerinizi öldürüyorsunuz ve sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhinden günah ve düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak gelirlerse de onlar için fidyeleşirsiniz. Hâlbuki o; onların çıkarılmaları size harâmlaştırılmıştır. Peki, siz Kitab'ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanların alacağı karşılık dünya hayatında bir rüsvaylıktan başka nedir? Kıyâmet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gâfil [duyarsız] değildir. (Bakara/84-8)

İnsanı dinin sınırları dışına çıkaran küfürlerin en kötüsü, tartışmasız olarak Allah hakkındaki küfürlerdir. Allah'ı, yüceliğine uygun olmayan bir şekilde nitelemek; isim, sıfat ve emirlerinin herhangi birini hafife almak; Allah'a noksanlık isnat etmek şeklindeki küfürlerden en büyük olanı ve bağışlanmayacağı bildirileni, Allah'a ortak tanımaktır:

Onlar Allah'ın astlarından fayda da, zarar da vermeyen şeylere taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır da. (Furkân/55)

Şüphesiz ki, “Allah ancak Meryem oğlu Mesih'tir” diyenler kâfir olmuşlardır. (Mâide/17)

Şüphesiz, “Meryem oğlu Mesih, Allah'ın kendisidir” diyenler kâfir olmuşlardır. (Mâide/72)

“Allah, şüphesiz üçün [üç tanrının] üçüncüsüdür” diyenler kâfir olmuşlardır. (Mâide/73)

Ve Yahûdiler, “Uzeyr Allah'ın oğludur” dediler. Hristiyanlar da “Mesih, Allah'ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla daha önce yaşayan inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar. (Tevbe/30)

Şüphesiz Allah, Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah uydurmuş [işlemiş] olur. (Nisâ/48)

Hemen belirtilmelidir ki, şirki terkederek tevbe eden ve af dileyenler artık mü’min sıfatı kazanacaklarından, bu gidişatlarını bozmamaları kaydı ile Allah onları geçmişteki şirklerinden dolayı affedeceğini bildirmiştir:

Allah ve Elçisi müşriklerden beridir [uzaktır, ilişkili değildir]. Derhal tevbe ederseniz o, hakkınızda hayırdır, yok aldırmazsanız biliniz ki Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. (Tevbe/3)

Bir başka küfür de peygamberlik müessesesini kabul etmemek veya herhangi bir peygamberin peygamberliğini [elçiliğini] inkâr etmektir:

Deyin ki: “Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e ve İsmâîl'e ve İshâk'a ve Ya‘kûb'a ve esbâta [torunlarına] indirilene, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya verilene ve peygamberlere Rabb'lerinden verilene iman ettik; onlardan hiç birinin arasını ayırmayız [hiç birini diğerinden ayırmayız] ve biz ancak O'nun için islâmlaştıranlarız.” (Bakara/136)

Küfr ve kâfir kavramlarının örneklerini çoğaltmak mümkündür. Ancak daha fazla teferruata girmenin amaç dışına çıkmak olacağını düşünerek şimdilik bu özetle yetiniyoruz.

Bu âyet grubunu iyi anlayabilmek için, Tîn sûresi'nde yaptığımız açıklama ile Mutaffifîn sûresi'ndeki paragrafa göz atmak gerekir:

Hayır, hayır… Onların kazandıkları, kalpleri üzerine pas olmuştur. (Mutaffifîn/14)

Bu âyette, yine müşriklerin âhireti yalanlamaları, özellikle de Kur’ân için, Daha öncekilerin masalları demeleri reddedilerek gerçek ortaya konmaktadır: İşin aslı onların kalpleri pas tutmuştur. İşledikleri ameller kalpleri üzerinde pas tabakası oluşturmuştur. Kalplerini örtmüş işe yaramaz hale getirmiştir.

İyi ya da kötü bir şeyin sürekli yapılması insanda bir alışkanlık, tutku meydana getirir; Sürekli o işi yapmak ister. Hatta, elinde olmadan sürekli yapar durur. Sürekli kötülük yapması hâlinde bu durum insanda, alışkanlık hâline gelir; kişi alışkanlığının tutsağı olur. Hayatını bu tutsaklıkla devam ettirir gider. İşte burada konu elden kâfirler de kötülük ede ede kötülüğü alışkanlık hâline getirip, gönülleri paslanmış, başka şey yapamaz olmuşlardır.

Kalplerin pas tutması ile ilgili Tin sûresi'nde “Allah'ın Kalpleri Mühürlemesi” başlığı altındaki detaya bakılabilir.[3]

8-9. İnsanlardan bir kısmı da; inanan kişiler olmamalarına rağmen, “Allah'a ve âhiret gününe inandık” derler. Allah'ı ve inanmış kimseleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki onlar, sadece kendilerini aldatırlar da bilincine ermezler.

10. Onların kalplerinde hastalık vardır da Allah, onlara hastalığı artırdı. Yalan söylemekte olduklarından dolayı da onlar için acı bir azap vardır.

11. Onlara, “Yeryüzünde kargaşa çıkarmayın” denildiğinde de, “Biz ancak düzelten kişileriz” derler.

12. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, kargaşa çıkaranların ta kendileridir, fakat bilincine ermiyorlar.

13. Ve onlara, “İnsanların inandığı gibi inanın” denilince, “Biz, o aklı ermezlerin inandığı gibi mi inanacağız!” derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar.

14. Onlar, inanmış kimselere rastladıkları zaman da, “İnandık” dediler. Şeytânlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, “Şüphesiz biz sizinle beraberiz, biz sadece alay edenleriz” dediler.

15. Allah, onlarla alay eder ve tuğyanları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir.

Bu âyetlerde, toplumdaki inkârcıların bir başka grubu tanıtılmaktadır. Bunlar, inanmadıkları hâlde insanları aldatmak ve onlardan çıkar sağlamak için inanmış gözüken ikiyüzlülerdir. Burada imanın sadece söylemden ibaret olmadığı vurgulanarak onlara, “inanacaksanız adam gibi inanın!” denilmiştir.

İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle, bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de fitnelendirmiştik. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da mutlaka bildirecektir. (Ankebût/2-3)

İman-amel ilişkisi hakkında sunduğumuz detaya bakılabilir.[4]

14. âyette zikri geçen şeytânlar, “Medîne'deki kâfirlerin akıl hocası olan kimseler”dir.

İKİYÜZLÜLERİN ALLAH'I ALDATMASI

Aslında Allah'ı aldatmak, aklen de naklen de imkânsızdır. O nedenle, “Allah'ı aldatmak” ifadesiyle, “kamuyu ve Elçi'yi” aldatmak” kasdedilmiştir. Bununla ilgi Kur’ân'da örnekler mevcuttur:

Şüphesiz, şu, sana beyat eden [bağlılık yemini eden] kimseler, ancak Allah'a beyat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. O nedenle, kim sözünden dönerse, artık sadece kendisi aleyhine olmak üzere dönmüştür. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse, Allah ona hemen büyük bir ödülü verecektir. (Fetih/10)

Yine, biliniz ki, eğer siz Allah'a iman etmiş, hakk ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği o gün [Bedir Günü], kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz, biliniz ki, herhangi bir şeyden ganimetleştirdiklerimiz; artık onun beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar [savaşan gaziler], yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir. (Enfâl/41)

Şüphesiz Allah'a ve Elçisi'ne eziyet verenler; Allah onlara dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır. (Ahzâb/57)

Âyette zikredilen ikiyüzlülerin, Allah'ı ve iman edenleri aldatması konusuna gelince, bu, şu şekillerde söz konusu olmaktadır:

* Bunlar çevrelerinde mü’min gözükerek itibar görmek sûretiyle,

* Rasûlullah ve mü’minlerden sırlar çalmak sûretiyle,

* Kâfirlere uygulanacak yasalardan kendilerini korumak sûretiyle,

* Savaş ganimetlerinden pay almak sûretiyle,

* Dini, maddî ve manevî çıkarlarına âlet etmek sûretiyle.

İkiyüzlülerin kendilerini aldatması ise, bu suçları nedeniyle, onlara verilecek cezanın artırılmasıdır. Bu sebeple, onlar gerçekte, sadece kendilerini aldatmış olurlar. Ayrıca Allah onların her türlü planlarını tersine çevirir. Onların düzenleri hakkında bilgi verir. Bu hususta şu âyetler yeteri kadar açıktır:

Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak anarlar. (Nisâ/142)

Ve onlar kötü plan yaptılar, Allah da kötü plan yaptı [onların kötü planlarını boşa çıkardı]. Ve Allah, plancıların [kötü planları boşa çıkaranların] en hayırlısıdır. (Âl-i İmrân/54)

Şüphesiz onlar, oldukça tuzak kuruyorlar. Ben de bir tuzak kurarım [onları cezalandırırım]. (Târık/15-16)

Ve onlar böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir tuzak kurduk [bir ceza ile cezalandırdık]. (Neml/50)

Allah ve Rasûlü'ne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların karşılığı, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama/arka arkaya kesilmesi, ya da yeryüzünden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir zillettir. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. (Mâide/33)

13. âyetteki, İnsanların inandığı gibi inanın ifadesindeki insanlar sözcüğü ile kimlerin kasdedildiğini anlamak için biraz fikir yürütmek gerekir. Âyetteki, النّاس [en-nâs] sözcüğünün başındaki ال[el] takısı, “ahd-i hâricî” anlamına alınırsa, “Elçi ve o'nunla beraber olan kişilerin iman ettikleri gibi iman edin” anlamına ulaşılır. Öyleyse buradaki insanlar, “Peygamber ve o'nunla birlikte inanmış olan insanlar”dır.

15. âyette, Allah, onlarla alay eder ve tuğyanları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir buyurulmuştur ki bundan, “Allah'ın onları cezalandırması”nı anlamak durumundayız. Buna, belağat ilminde müşâkele sanatı denir. Daha önce müşâkele sanatından bahsetmiştik:[5]

Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse artık onun ücreti Allah'a aittir. Şüphesiz ki O, zâlimleri sevmez. (Şûrâ/40)

Harâm ay [dokunulmazlık ayı], harâm aya karşılıktır. Ve bütün harâmlar [dokunulmazlıklar; bağlayıcı hükümler], kısastır [birbirine karşılıktır]. O hâlde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Ve bilin ki Allah, takvâ sahipleriyle beraberdir. (Bakara/194)

O kişiler [yüz dönenler], mü’minlerden, sadakalardan kendi gönülleriyle bağışta bulunanlara ve güçlerinin yettiğinden fazlasını bulamayanlara dil uzatan, sonra da onlarla alay eden kimselerdir. Allah, onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır. (Tevbe/79)

Biz onların söylediklerinin seni mutlaka üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama o zâlimler Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlar. (En‘âm/33)

Ve eğer onlara sorsaydın, kesinlikle “Biz sadece dalmıştık, oyun oynuyorduk” diyecekler. De ki: “Allah, âyetleri ve Elçisi ile mi alay ediyordunuz?” (Tevbe/65)

Şüphesiz suç işleyen o kimseler, inanan kimselerden bir kısmına gülüyorlardı. Onlara uğradıkları zaman da birbirlerine kaş-göz işareti yapıyorlardı. Kendi yakınlarına döndükleri zaman da zevklenenler olarak dönüyorlardı. Ve onları [mü’minleri] gördükleri zaman, “Şüphesiz işte bunlar, kesinlikle sapıklardır” diyorlardı. Hâlbuki onlar [mü’minler], bunların [suç işleyenlerin] üzerine bekçi olarak gönderilmemişlerdi. İşte bugün de inanmış kimseler, koltuklar üzerinde “bu kâfirler işleye geldiklerinin cezasını buldular mı?” diye bakarak, kâfirlere gülecek. (Mutaffifîn/29-36)

Buradaki alayı, kıyâmet günündeki alay olarak anlamak da mümkündür.

Bu âyetlerde insanlar, “münâfık” olarak nitelenmektedir. İlk kez geçmesi sebebiyle bu kavramla ilgili kısa bir bilgi sunmak yararlı olur:
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla