Tekil Mesaj gösterimi
Alt 15. December 2012, 09:42 AM   #36
gavs
Katılımcı Üye
 
gavs - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 52
Tesekkür: 5
15 Mesajina 23 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 22
gavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud of
Standart

Tasavvuf'un Aslı Hakikat Ve Marifethullah İncileri - Ömer Öngüt


(1. Bölüm)

“Allah kendi nurundan Hz. Peygamberi yarattı.” Yalanı (S.22)

"Nur üstüne nurdur." (Nur: 45)

Yani Allah-u Teâlâ kendi nurundan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattı. Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtının hepsini de Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurundan yaratmıştır. Onlardaki nur Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru idi.

Tâ Âdem Aleyhisselâm'dan beri o nur onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nurun sahibine kadar geldi. Zaten onun nuru idi, nur nura kavuştu.



Ömer Öngüt'e göre Nakşi silsilesi ve son veli (S.44)


1 - Hâtem-i Nebi Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm

2 - Hazretti Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-

4 - Selmân-ı Fârisi -radiyallahu anh-

4 - Kasım Bin Muhammed -radiyallahu anh-

5 - Cafer-i Sâdık -radiyallahu anh-

6- Bâyezıd-i bestâmî -kuddise sırruh-

7- Ebu'l Hasan Harkânî -kuddise sırruh-

8- Ebu Ali Farmedî -kuddise sırruh-

9-Yusuf Hemedâni -kuddise sırruh-

10-Abdülhâlik Gücdüvâni -kuddise sırruh-

11-Arif Rivegerî -kuddise sırruh-

12-Mahmud Fağnevî -kuddise sırruh-

14-Ali Râmitenî -kuddise sırruh-

14-Muhammed Baba Semmâsî -kuddise sırruh-

15-Seyyid Emir Külâl -kuddise sırruh-

16- Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh-

17-Alâeddin Attar -kuddise sırruh-

18-Yakub Çerhî -kuddise sırruh-

19-Ubeydullah Ahrar -kuddise sırruh-

20-Muhammed Zâhid -kuddise sırruh-

21-Derviş Muhammed Semerkandî -kuddise sırruh-

22-Hâcegî Muhammed İmkenegi -kuddise sırruh-

24-Hace Muhammed Bâkibillâh -kuddise sırruh-

24-İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî Serhendî –kuddise sırruh-

25-Muhammed Masum Serhendî -kuddise sırruh-

26-Muhammed Seyfeddin Serhendî -kuddise sırruh-

27-Nur Muhammed Bedâûnî -kuddise sırruh-

28-Mazhar-ı Cân-ı Canan -kuddise sırruh-

29-Abdullah Dehlevî -kuddise sırruh-

40-Mevlânâ Hâlid Ziyâeddin-i Bağdadi -kuddise sırruh-

41-Tâhâ'l Hakkâri -kuddise sırruh-

42-Tâhâ'l Harîrî -kuddise sırruh-

44-Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh-

44-Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh-

45-Hâtem-i Veli



Gizli ilimler uydurması (S.58)

Kurmay olmayan bir subayın paşa olamayacağı gibi, zahirî ilimlerin yanında batını ve ledünî ilimleri de tahsil etmeyen, gizli ilimlere vâkıf olmayanlar Fenâfirrasul ve Fenâfillâh'a ulaşamazlar.



Melekut aleminde büyük isim verilen kişi yalanı (S.76)

Bu zata melekut aleminde Azim yani büyük kişi ismi verilir.Bütün halk onun kalbinin ayakları altınada durur ve onun gölgesinde gölgelenir.Bu hallerden heyecana kapılma.



“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” Uydurması (S.79)

"Şeyhi Olmayanın Şeyhi Şeytandır" sözü:

Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- ve Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi birçok şeriat ve tarikat büyüklerinin eserlerinde:

"Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır "



Maddi ve manevi arş diye ikiye ayırma sapıklığı (S.87)


Hakk'ın tahini ile vazife verilen kimse, emirle o makama getirilmiştir.

Allah-u Teâlâ ona tasarruf vermişse, O'nun izni ile tasarruf eder. Tasarruf vermemişse Allah-u Teâlâ onda tasarruf eder, latifelerini yürütür.

Taksimat bütün kâinata "Maddî Arş'tan gelir. Manevî bütün taksimat da "Manevî Arş "tan gelir. Bu da insan-ı kâmil'dir.

O "Rahmeten lil-âlemîn" değildir amma "Rahmeten lil-âlemîn"in vekili olduğu için o nuru saçmaktadır.

Bilerek veya bilmeyerek manevî hayat suyunu alanlar ondan alırlar. Bütün âlemlerin o kalpten alışı, aslında O'ndan alışıdır. Çünkü o depoya O vermiştir. "Manevî Arş"a müridin nasibini ayırmış ve ona bağlamıştır.



Velilerin Allah'tan emir almaları için bir araya gelmeleri yalanı (S.119)

Muayyen Toplantılar:

Allah-u Teâlâ'nın sevdiği ve seçtiği veli kullarından vazifeli olanlar muayyen zamanda toplantılar yaparlar. Bu toplantıların ekserisi Mekke-i Mükerreme'de ve Ravza-i Mutahhara'da olduğu gibi; emrolunduğu çeşitli yerlerde, hatta hiç akla gelmeyecek yerlerde de yapılır.

Onlar bu toplantılara emirle iştirak ederler ve çıkacak hükmü, verilecek emri beklerler.

O hüküm Allah-u Teâlâ'dan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden de zamanın kutbuna, naibine gelir.

Bu toplantılara Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iştirak ettiği zaman kutbun hükmü yoktur, orada Resulullah Aleyhisselâm'ın hükmü vardır, o emir verir. Daha sonra nâib tebligatı yapar ve emrin idrâsına geçilir. Hükme göre hareket ederler, hiç kimse emirsiz kendi başına hareket edemez.

Onlar hizmetçidir, verilen emre bakarlar. Ve yalnız emredileni yapmaya sahib-i salâhiyettirler. Ve fakat umumi salâhiyet olmadan hususi salâhiyetin hiç hükmü yoktur. Şu kadar var ki kendilerine verilen salâhiyet dahilinde müzakere yaparlar. Kendi aralarındaki mevzularda görüşürler, konuşurlar. Ancak emir olan bir hüküm üzerinde istişare yapılmaz.

O emir Allah-u Teâlâ'nın hükmünü taşıdığı için bu hükümlere itiraz olmaz. En küçük bir müdahaleye salâhiyetleri yoktur. Veyahut değiştirilmesi için kalbinden dahi zerre bir arzu geçse nakıstır.

Niçin? Hizmetçi olduğu için. Onlar Allah-u Teâlâ'nın ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem-in hizmetçileridir. Yalnız emre bakar ve emredileni yapar.



“Velilerin hayırlısı beşyüzdür.” Uydurması (S.120)

MEVKİ VE MERTEBELER

Yüzyirmidörtbin peygambere mukabil her asırda yüzyirmidörtbin veli bulunur.

Bu veliler dört kısımdır:

1 Kendisinin veli olduğunu bilir, halk da bilir.

2 Kendisi bilir, halk bilmez.

4 Halk bilir, kendisi bilmez.

4 Kendisi de bilmez, halk da bilmez.

Niçin kendisi bilmez? Çünkü o onu kendisine yakıştırmaz da onun için. Allah-u Teâlâ onu perdelemiş ve saklamıştır.

Bu velilerin hepsi vazifeli değildir, vazifeli olanların sayısı azdır.

Bunların en hayırlısı beşyüzdür. Bu beşyüzün içinden kırk kişi süzülür. Kırk kişinin içinden yedi kişi süzülür. Yedi kişinin içinden beş kişi süzülür. Beş kişinin içinden üç kişi süzülür. Üç kişinin içinden de bir kişi süzülür.

O bir kişi ahirete intikal ettiği zaman, onun yerine üçten birisi seçilir ve böylece her boşalan yere bir sonraki mertebeden takviye edilir. Ve nihayet en son olarak vefat eden bir velinin yerine de avamdan bir kimse geçirilir ve bu yüzyirmidörtbin veli her zaman için mevcuttur. Artar eksilmezler.

Bunlar vazifelerine göre; "Kutup", "Nücebâ", "Ebdâl", "Evtâd",
"Imâmeyn", "Gavs", "Ümena", "Nükebâ", "Meczûb"... gibi isimler alırlar. Onların hayatları sırdır, Allah bilir, her yerde emniyettedirler.



Evliyaları derecelendirme Allah'a iftiradır. (S.124)


EVLİYÂULLAH'IN DERECELERİ

Evliyâullah çeşitli isim ve meslekte tanınırlar. Bazı ulemâ bunları derecelerine göre tarif etmişlerdir:

Allah-u Teâlâ'nın mahlûkatı içinde bir kişisi vardır, kalbi İsrafil Aleyhisselâm'ın kalbi üzerindedir.

Mahlûkatı içinde üç kişisi vardır, kalpleri Mikâil Aleyhisselâm'ın kalbi üzerindedir.

Mahlûkatı içinde beş kişisi vardır, kalpleri Cebrail Aleyhisselâm'ın kalbi üzerindedir.

Mahlûkatı içinde yedi kişisi vardır, kalpleri İbrahim Aleyhisselâm'ın
kalbi üzerindedir.

Allah-u Teâlâ'nın mahlûkatı içinde kırk kişisi vardır, kalpleri Musa Aleyhisselâm'ın kalbi üzerindedir.

Allah-u Teâlâ'nın mahlûkatı içinde üçyüz kişisi vardır, kalpleri Âdem Aleyhisselâm'ın kalbi üzerindedir.

Nihayet Allah-u Teâlâ'nın beşyüz veli kulu vardır.

O bir öldüğü zaman üçten birini geçirir.

Üçten öldüğü zaman beşten yerine geçirir.

Beşten öldüğü zaman yediden yerine geçirir.

Yediden öldüğü zaman kırktan yerine geçirir.

Kırktan öldüğü zaman üçyüzden yerine geçirir.

Üçyüzden öldüğü zaman beşyüzden yerine geçirir.

Beşyüzden öldüğü zaman Allah-u Teâlâ dilediğini geçirir.

Her asırda yüzyirmidörtbin mevcut vardır.

Her türlü belâyı Allah-u Teâlâ onlar sebebiyle defeder.

Ebdâl dört şeyle ebdâldır; az konuşmak, az yemek, az uyumak, insanlardan ayrı kalmak.

Onlara ebdâl denmesinin sebebi, kayboldukları zaman yerlerine ruhanî bir suret, bedel olarak bırakıldığı içindir.



Her bir Veli sınıfı ve özelliği uydurması (S.124-124)

Her Bir Veli Sınıfının Özelliği:

Kutub: Bütün kemâliyeti şahsında toplamış, Gavsul-âzâm bir zattır. Her devirde bir tanedir.

Nücebâ: Hakk'tan gayrısına bakmayan, yaratıkların yüklerini taşıyıp sıkıntılarını gidermeye çalışan, ibadet ve tâata düşkün, cömert, sabırlı, haya sahibi, her şeylerini Hakka vermekten zevk duyan zatlardır.

Ebdâl: Kuruntu ve hayalden uzak, itidal ve istikamet üzere olan, az uyuyup erkenden ibadet için kalkan, kemâl ve fazilet ehli zatlardır.

Aynı bunun gibi; ikinci bir hâtem olan Hâtem-i veli'nin gönderileceğini i veli kullarına bildirmiştir. Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği birçok veli kullan, Hâtem-i veli'nin âhir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlar ve bildiriyorlardı.

Böyle bir kimsenin geleceği halk için meçhul, fakat onlar için açıktı. Eserlerinde bu noktaya parmak basıp izahla bir şekilde ayrı ayrı anlatıyorlardı.

Nitekim Hâtem-i veli'nin geleceği mevzusuna bin küsur sene önce yaşamış olan Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok eğilmiş, birçok vasıflarını olduğu gibi bir bir sıralamış, hatta sırf bu mevzuda "Hatm'ül-evliya" isminde bir kitap yazmıştır. İlk ifşaatta bulunan da odur. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de alâmetleri ile l beraber Hazret-i Mehdi'nin geleceğini bildirmiş, onun hakkında birçok Hadis-i şerifler beyan etmiştir.

Nitekim Naim bin Hammad'ın Ka'b'dan rivayet ettiği Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Mehdi'nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi'nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu bayraklıların çıkmasıdır." (İmâm-ı Suyûtî, Kitab'ü-1 Arfil Verdi Fî Ahbâr'il Mehdi, sh: 99. Kitabın 7. bölümündeki 14. Hadis-i şeriftir.)


“Veliler Allah'ın gelinleridir.”uydurması (S.125)


Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri:

"Veliler Allah-u Teâlâ'nın gelinleridir." buyurmuşlardır. Gerçekten de öyledir. Çünkü o sevdiğini bulmuş, sevdiğine kavuşmuş.

Bu durum dünyada olduğu gibi mahşerde de, sıratta da böyledir.

Musa Aleyhisselâm'a denizi yol yapan Hazret-i Allah, bu sevgili kullan da cehennemin üstüne yol yapar.


Hakim-i Tırmızi ve Ömer Öngüt Allah adına yalan söylüyor. (S.127-128)


Hâtem-i evlîyâ, âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.

Nitekim Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:

"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem'ül-velâye'den başka adaleti (hakkaniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah'ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliya âhir zamanda; Allah-u Teâlâ'nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü'n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur."

Dikkat edilirse "Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse bulunmaz. " buyuruyor.

Bu söz sadece Türkiye'yi değil dünyayı kapsıyor. Bu nur, değil Türkiye'ye, bütün dünyaya yayılıyor.

Bu beyanı ile Hz. Mehdi gelmeden evvel adaleti ayakta tutmakla, her ikisini bitirmiş oluyor.

Çünkü Allah-u Teala adaleti onunla ayakta tutacak.Daha doğrusu Allah-u Teala onu öne sürmüş. Tek kelime ile o robot gibidir, tecelliyat-ı ilahiye Allah-u Teala'nındır. O'nu O öne sürmüş ve onda tecelli etmiştir.

Allah-u Teala öyle murad etmiş,dinini üstünlüğünü ve adaletini onunla ayakta bulundurmayı dilemiş.



Şeyh Ali Efendi tarikatı adına yalan söylüyor. (S.144)

Bu hususta bir temsil:

Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin büyük mahdumu Şeyh Ali Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

"Kâbe-i muazzama'nın ön safında bulunuyorduk, sabah namazı kılacaktık. Oturduğumuz yerde beklerken:
'Acaba bu safta veli var mı?' diye içimden geçti.
Yanımdaki zat kulağıma eğildi ve:
'Seninle yedidir.' dedi.
Her taraf dolu olmasına rağmen birinci safta boş bir yer vardı. Oraya hiç kimse oturmuyordu. 'Acaba bu yerin sahibi kim ki oraya kimse oturmuyor?' dîye merak ettim.
Derken bir ara baktım ki esmerce uzun boylu bir zât geliyor. Herkes ona yol açtı, o da boş yere oturdu. Anladım ki yer onunmuş.

Bu meyanda bir hacı ihtilâm olmuş. Dışarı çıkacak, fakat hem izdiham var, hem de vakit pek yakın. Bir şaşkınlık içinde iken, o zât ona gelmesini işaret etti, o da geldi. Cübbesinin kolunu açtığı zaman, baktım ki içinde gusül ihtiyacını giderecek her şey var. Adam içeriye girdi, temizlendi ve çıktı. Namazdan sonra dağıldık. O zat bir daha oraya gelmedi, kaç gün baktıysam da göremedim. Bir gün: 'Seninle yedidir.' diyen zâtla çarşıda karşılaştım. 'Efendim, o gün o harikulade kerameti gösteren zât bir daha görünmedi.' dedim. 'Evet' dedi, o öldü, hem de imansız olarak öldü. O gün safın başında idi, insanlara tepeden şöyle bir baktı, kalbinden geçti ki burada benden büyüğü var mı? Allah-u Teâlâ da onun bu halinden hoşlanmadı ve imanını selbetti.' dedi."




Ömer Öngüt üç sahabeye iftira ediyor. (S.146)

Şöyle ki:

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- hilafeti döneminde Medine-i münevvere'de Cuma hutbesi okurken, Suriye taraflarında Nihâvend'de savaş halinde bulunan Sâriye -radiyallahu anh-e:
"Yâ Sâriye! Dağa çık dağa!" diye bağırmış, bu sözü gerek o anda mescidde bulunanlar ve gerekse yüzlerce kilometre uzaktaki kumandanı Hazret-i Sâriye -radiyallahu anh- işitmiş, bu ikaz onun savaşı kazanmasına sebep olmuştur. (Keşf'ül- Hafâ. 2, 480)

Attab bin Beşir -radiyallahu anh- ile Usayd bin Hudayr -radiyallahu anh- karanlık bir gecede Resulullah Aleyhisselam'ın huzurundan ayrılmışlar, birisinin bastonunun ucu, evlerine varıncaya kadar önlerini kandil gibi aydınlatmıştı. (Buhârî)

Halid bin Velid -radiyallahu anh-, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nübüvvetinin hak olduğunu ispat edebilmek için, kâfirlerin kibir ve inatçılığına karşı, kâmil bir iman ve kalp kuvveti ile okuduğu Besmele-i şerife'nin ardından hiç tereddüt etmeden bir kâse zehir içtiği halde hiç tesir etmemiştir. (Taberânî)



Beşer kisvesini bürünen insan-ı kamil uydurması (S.204)


Allah-u Teâlâ âlemlerde tasarruf ettirdiği kimselere dilediğini duyurur, O'da dünya alemindeki mutasarrıflara bu hakikatları duyurur. Çünkü onların Allah-u Teâlâ ile o nisbette yakınlığı yoktur. Onlar emirle, o tasarrufla.

O her an Allah-u Teâlâ iledir. Kendisi istemediği halde emir tahtında döndürülmüştür. İnsanları irşad için beşeriyet kisvesine bürünmüştür. Görünüşte halk ile, fakat bâtını Hakk ile meşguldür. Yeryüzünde Allah-u Teâlâ'nîn emriyle tasarruf eder.


Tasavvuf'un Aslı Hakikat Ve Marifethullah İncileri - Ömer Öngüt

(2. Bölüm)


Aziz Mahmud Hüdayi Şahsında bir tasavvuf masalı (S.246-248)

NUMUNE BİR NEFİS TEZKİYESİ

Aziz Mahmud Hüdâyî: -kuddise sırruh-

Milâdî 1541 yılında Şereflikoçhisar'da dünyaya geldi. Medrese tahsilini İstanbul'da tamamladı. Hocası Nâsırzâde ismindeki zât Edirne'ye müderris, Mısır ve Şam'a kadı tayin edildiği yıllarda onu da yanından ayırmadı. 1574'te Mısır'dan dönüşünde Bursa Ferhâdiye medresesine müderris ve Câmi-i Atik mahkemesi'ne nâib tayin edildi. Üç sene sonra, hocasının vefatı ile Bursa kadılığına getirildi.

Kadılığı esnasında bir gece rüyasında kıyametin koptuğunu, sırat ve mizan kurulduğunu, sâlih kişiler olduklarını zannettiği pek çok kimsenin, hususiyetle çok sevdiği hocası Nâsırzâde'nin de cehennemlikler arasında bulunduğunu gördü.

Bu korkunç rüyanın verdiği dehşet ve teessür içindeki günlerde mahkemeye bir dâva getirildi.

Boşanma dâvası ile huzuruna gelen bir kadın, kocasının her sene Hacc'a niyet ettiği halde gitmediğini ve o sene yine Hacc'a niyet ettiği halde gitmediğini ve o sene yine Hacc'a niyet edip eğer gitmezse kendisini üç talâkla boşayacağını söylediğini, fakat arefe gününe kadar gitmediği halde kurban bayramı günlerinde birkaç gün ortadan kaybolduktan sonra meydana çıkarak Hacc'a gidip geldiğini söylemek suretiyle yalan konuştuğunu, bu itibarla talâkın gerçekleşmesini istedi.

Yanında bulunan kocası ise, arefe gününe kadar memleketinden ayrılmadığını kabul etmekle beraber, Hacc'a gidip geldiğini, hatta orada görüştüğü arkadaşlarından dönüşlerinde şahitlik yapmalarının istenebileceğini söyleyerek talâkın gerçekleşmediğini savundu.

Dâva, kadı Mahmud efendi tarafından hacıların dönüşüne kadar tehir edildi.

Hacılar döndükten sonra ise, kocanın iddiasında doğru olduğu hacı arkadaşlarının şahitlikleri ile anlaşıldı. Bunun üzerine kadı Mahmud efendi talâkın vâki olmayacağına dair hükmü ilân etti.

Kararı açıklamakla beraber bu işin nasıl olduğunu ve gidiş-gelişin ne şekilde gerçekleştiğini adamdan gizlice öğrenmek istedi.

O da eskici Mehmed dede adı ile anılan bir zâtın manevî delaletiyle tayy-i mekâna nail olduğunu söyleyince, Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri Mehmed dedeye başvurarak inabe talebinde bulundu.

Mehmed dede ise: "Nasibin bizden değildir, Hazret-i Üftade'dendir, varın ona müracaat edin." deyince dünyevî meşgalelerini terkederek Üftade -kuddise sırruh- Hazretlerine intisab etti.

Hazret-i Üftade -kuddise sırruh- ondan; önce mal ve mülkten, ikinci olarak memuriyetten feragat etmesini ve üçüncü olarak da nefsini ayaklar altına almasını istedi. O da bütün bunları tereddütsüz kabul ederek şeyhinin irşad halkasına katıldı.

Şeyhine verdiği sözleri yerine getirerek önce mal ve mülkünü fakirlere dağıttı, sonra da memuriyeti terk etti. Arkasından da nefsini ayaklar altına alabilmek için çok sıkı bir riyazete başladı.

Hazret-i Üftade -kuddise sırruh- bir gün müridine:

"Haydi evlâdım! Bir sırık ciğeri omuzuna alarak Bursa sokaklarında dolaşıp satmalısın."

Diye emretmiş, Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri de hiç tereddüt etmeden sırığı samur kürkün üzerine almış ve Bursa sokaklarında: "Ciğerci... Ciğerci!..." diyerek satmaya başlamıştı.

Bu hâli gören ahâli: "Kadı çıldırmış!" diyerek aleyhinde bir sürü dedikodular uydurdular. Fakat o, bu şekilde nefsini kırıp ruhunu yükseltmek için, bu söylenenlerin hiç birine aldırmadı.

Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri ciğer satma vazifesini kemâl-i ihtimamla yerine getirdikten sonra onu dergahın helalarını temizlemeye memur etti. Bir gün abdesthaneleri yıkarken kulağına davul-zurna ve dümbelek sesleri geldi. Meğer kendisinin yerine, yeni tayin olunan kadı geliyormuş ve halk onu karşılamakla meşgul imişler. Hazret halkın bu âdetini bildiği için, sesleri duyunca kendi kendine:

"Yeni kadı geliyor hâ!... Biçare Mahmud, sen böyle bir mesleği bıraktın, şimdi abdesthanelere hizmetkâr oldun!"

Diyerek nefsinin iğfaline kapıldı. Hatırından bir an bunlar geçince derhal toparlandı ve:

"Mahmud! Sen şeyhine, nefsini ayaklar altına alacağına dair söz vermedin mi?"

Diyerek kalbinden geçen bu hâle tevbekâr olmuş ve elindeki süpürgeyi atarak taşları sakalıyla süpürmeye başlayacağı bir anda şeyhi yetişmiş ve:

"Evlâdım! Sakal mübarek şeydir, onunla böyle bir şey yapılmaz." diyerek omuzundan yakalamış, sonra da:

"Maksat bu mertebeyi atlatmaktı." buyurmuş, sâdık müridini içeriye alıp dergâha götürmüştü.

Kemâliyet lâf ile değil, yaşama iledir. Bunlar bu yolda hep birer vartadır, birer imtihandır. Şeyhine karşı teslimiyet ve merbudiyet sayesinde bu imtihanlar atlatılabilir. Bütün bunlar ilâhî takdirin tecelliyâtıdır. Allah-u Teâlâ bu lütfü ona bahşedecekti, takdirinde vardı, imtihanın neticesinde takdir olunan bu lütfa nail oldu.

Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri şeyhinin taht-ı terbiyesinde her geçen gün manevî tecellilere nail oluyor, ruhu olgunlaşıyordu. Nefsini tezkiye ile kalbini tasfiyeye muvaffak olan Hazret, artık nebatatın bile teşbihini duyar hâle gelmişti. Üç yıl gibi kısa bir zamanda seyr-ü sülûk'unu tamamladı ve irşada mezun oldu.

Şeyhinin vefatından sonra Rumeli'ye gitti. Trakya ve Balkanlarda bir süre kaldıktan sonra İstanbul'a geldi. Bu arada Üsküdar'da kendi dergâhını inşa etti.

Halktan sultanlara kadar uzanan geniş bir tesir sahası meydana getirdi. Dergahı her zümreden insanlarla dolup taştı. Akın akın gelenler, hasta kalplerine şifâ olan sohbetlerine kavuştular. Devrin padişahları ona hürmette kusur etmediler.

Milâdi 1628 yılında seksenyedi yaşında olduğu halde vefat etmiştir. Cenazesi büyük bir merasimle kaldırılmış ve zaviyesinde bizzat kendisinin yaptırdığı türbeye defnedilmiştir.

Hususiyetle mensupları, sevenleri ve türbesini ziyaret edenler hakkında:

"Denizde boğulmasınlar, âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler ue imanlarını kurtarmadıkça gitmesinler."

Şeklindeki duası, türbesini ziyaretçisi en çok olan türbeler arasına sokmuştur.



İmam-ı Rabbani yazılarına kudsiyet veriyor. (S.420)

Yazılan bu marifetlerin hepsinin Allah-u Teâlâ tarafından ilham edilmiş olduklarını, şeytanî vesveselerin hiç karışmadığını umarım. Bunun doğruluğuna delil olarak şunu da söyleyeyim ki, bu bilgileri yazmak istediğim ve Allah-u Teâlâ'nın mukaddes zâtına sığındığım zaman, melâike-i kiram'ın sanki şeytanları buralardan kovdukları görüldü. Bu mekânın çevresine girmelerine müsaade etmiyorlardı. Her işin hakikatini en iyi bilen Allah-u Teâlâ'dır.



Ömer Öngüt'e göre Vahdet-i Vücut sapıklığı (S.462)


Vahdet-i Vücud'a Mazhar Olanlar:

Vahdet-i vücud nedir? Buna mazhar olan kimlerdir?

Vahdet-i vücud, Hazret-i Allah'tan başka hiçbir mevcut olmadığını görene ve bilene mahsustur. Başkası bilemez, göremez, konuşur. Konuşsa da yalan ve yanlış konuşur.

Vahdet-i vücud'dan bahseden kimsenin "İsm-i Azam" ı bilmesi lâzımdır.

İsm-i Azam'ı mı merak edersin? Allah dediğin zaman ve O'ndan başka hiçbir mevcut olmadığını gördüğün zaman, onu söylemiş olursun.

"La ilahe illallah" da İsm-i Âzam'dır ve fakat O'ndan başka bir mevcut olmadığını gördüğün zaman... Demek ki görülüyormuş. İşte o zaman gerçek mânâda Kelime-i Tevhid'i söylemiş olursun. İman-ı kâmil de budur. O'ndan başka bir şey görmediğin zaman iman kemâle erer.

Bu esrar-ı ilâhi'yi ancak marifetullah ehlinden dilediği kimseye bildirmiş, her veli kuluna dahi beyan etmemiştir. Yüz senede bir gönderdiği kullarından bazısına açmıştır. Bunun içindir ki bu, pek az kişinin bilebileceği iştir.

Bildirdiklerinin dahi tecelliyatlan ayrı ayrı olduğu için kişi kendi bilgisini ortaya koymuştur.

Bunlar pek az gelmiştir, fakat bunların dahi tecelliyatlan ayrı ayrıdır.



Ömer Öngüt Vahdet-i Vücudu kabul ediyor. (S.462)


Vahdet-i Vücud'unTecellisi:

Bu gibi esrar-ı ilâhî ne zaman tecelli eder?

Bir insanın gerçekten yaratılışı bir damla kerih sudur. O suya, o pisliğe inmesi lazımdır. Bütün vücudun ifna olup, yok ve hiç olduğu zaman, Allah-u Teâlâ dilerse O'nun göstermesi ile Azâmet-i ilâhî'yi görür. Azâmet-i ilâhî'yi görünce kendisinin bir zerre hakir olduğunu görür ve bilir. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar.



Fenafişşeyh-Fenafirresul-Fenafillah uydurması (S.466)


Nasıl ki tasavvufta "Fenâfişşeyh" olmadan "Fenâfirrasul" olmuyorsa,"Fenâfirrasul" olmadan "Fenâfillâh" olmuyorsa, "Fenâfillâh" olmadan da "Vahdet-i vücud"a geçilmiyor. Fenafillâh'ta hiç olur, hiç olduğunu bilir



Mürid'in şeyhine köleliği (S.480)

İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bir müride lâzım olacak edepler hususunda "Mektubat" adlı eserinde buyurur ki:

"Kâmil ve mükemmel bir şeyhe kavuştuktan sonra, bütün arzuları onun eline bırakmalı, gassalin elinde teneşirdeki meyyit gibi olmalıdır. İlk fena hâli Fenâfişşeyh'te başlar, bu ise Fenâfillâh'a çıkmaya vesiledir."(61. Mektup)

"Bu tarikat-ı aliye'de talibin ilerlemesi, bağlı olduğu şeyhin tasarrufu ile olur. Onun tasarrufu olmadan hiç ilerleyemez. Zira nihayetin başlangıca yerleştirilmesi, onun mübarek teveccühünün eseridir. Anlaşılmayan, bilinmeyen mânâlara kavuşmak, hep onun yüksek tasarrufunun bir neticesidir."

"Bu büyükler birisini bu yola almaya ve sadakatli bir talibe kısa zamanda şuur ve huzur vermeye güçlü oldukları gibi, bunları geri almaya da güçlüdürler. Bir edebin terki sonunda kalplerinin bir incinmesi sâliki müflis bir hâle getirir." (221. Mektup)

"Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve ihsanı ile kâmil ve mükemmel bir şeyhe kavuşulursa, onun mümtaz varlığını ganimet bilmeli, her şeyi ile ona teslim olmalı, saadetini onun rızâsına kavuşmakta aramalı, onun razı olmadığı şeyleri kendisi için felâket bilmelidir. Yâni bütün arzusu onun rızâsına kavuşmak olmalıdır.

Tâlib, gönülden her şeyi çıkarıp bütün varlığı ile şeyhine teveccüh etmelidir. Huzurunda ondan izin almadan, o emretmedikçe nafilelerle ve zikirle dahi meşgul olmamalıdır. Onun yanında iken ondan başka kimseye bakmamalı, kimseyle konuşmamalı, kimseye iltifat etmemelidir.



Hakim-i Tırmızi Son veli Allah adına yalan söylüyor. (S.548)

Adalet Kırbacı:

Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Sîret-ül evliya" isimli eserinde ise, Hâtem-i veli'nin vazifesini, yapacağı cihadın mâhiyetini ve hakikat ile dalâlet arasında bir berzah olarak gönderileceğini ifşa ederek şöyle buyurmaktadır:

"İşte o evliyanın seyyididir. Arz ehlinin emniyeti, gök ehlinin nazar yeri, Allah'ın has kulu, O'nun nazargâhı ve halk içindeki adalet kırbacıdır. Onları O'nun kırbacı ile terbiye eder. Reddeden halkı O'nun nâmına O'nun yoluna davet eder. Allah'ı birleyenlerin kalplerindeki gizli satırları okur, Hakk ile bâtılın arasını ayırt eder." (Kitâb-u Sîret'il-evliyâ, sh: 94)

Allah-u Teâlâ bu zât-ı muhtereme neler bildirmiş!



Öngüt ve Davud-ı Kayseri Allah'a ve resulüne iftira ediyor. (S.540)


"Haber verme bakımından nübüvvet bitmişse de, velayet ve tasarruf bakımından devam etmektedir. Çünkü Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'dan sonra gelen veliler O'nun tasarrufunu taşımaktadırlar.

Hazret-i Muhammed Aleyhissetâm, onlar vasıtasıyla halk içinde tasarruf etmektedir.

Nasıl ki nübüvvet, hariçte peygamberlerden müteşekkil bir dâire meydana getiriyor ve bu dâire Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ile tamamlanıyorsa, velayet de hâriçte velilerden meydana gelen bir daire teşekkül eder ve bu daire, Son veli ile tamamlanır.

Hâtem'ül-evliyâ, hakikatte Hâtem'ül-enbiyâ'dan başka bir şey değildir. (Yani Hâtem'ül-evliyâ, velayet suretiyle çeşitli vücudlar aracılığı ile tasarrufuna devam etmiş ve onun nübüvveti, nasıl Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm suretinde tamamlanmışsa, velayeti de Son veli'de tamamlanacaktır.)



“Son veli son resül ile denkleşir.” Yalanı (S.648)


Sadreddin-i Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbü'l-Fukûk"

isimli eserinde Hâtem'ül-evliyâ ile Hâtem'ül-enbiyâ arasındaki şer'î bağlılığın mâhiyetini beyan etmek üzere şöyle buyurmuşlardır:

"Hâtem'ül-evliyâ, Hâtem'ür-rüsul'ün şeriatına tâbi olduğu için şeriatı zahirde ondan alır. Bâtında ise vahiy meleğinin Hâtem'ür-Rüsul'e onu aksettirdiği yerden, aynı kaynaktan alarak, şeriat hususunda Hâtem'ür-rüsul ile denkleşir." (Kitâbü'l- Fukûk fî Müste'nedâti Hikemü'l-Fusûs, sh. 41)
Tasavvuf'un Aslı Hakikat Ve Marifethullah İncileri - Ömer Öngüt, Hakikat Yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul-2001


son

__________________
Enam sur. 116: Yeryüzündeki insanların çoğunluğunauyarsan, seni Allahyolundan saptırırlar. Sadece sanıya uyarlar onlar ve sadece saçmalarlar.
gavs isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla