Seytani günes dogmadan önce taslayabilmek için
yeni günün ilk yarim saatinde Müzdelife vakfemizi yapip dua ettik.
Hemen ardindan Mina’ya dogru yürümeye basladik.
Milyonlarin gece yürüyüsü idi bu.
Kafileler halinde...
http://hacforumu.com/index.php?topic=925.0
4 (dört) saat yürüdük.
Aklima
çocukken kuzu güttügüm geceler geldi.
Sürü bi ekin tarlasinin önünden geçerken, bazan,
köşede ekinlerin içine çömelmis bir kararti var gibi gelirdi bana.
Koyun hirsizi miydi ya da bekçi?
Tedirgin olurdum.
Ama kuzularin KIPIR KIPIR ot yiyisine de bayilirdim.
Müzdelife’den Mina’ya yürürken tipki öyleydim; tedirgin ama mutlu.
Zilhiccenin 10′u.
Yani gökteki ay 10 günlüktü;
nerdeyse dolunay.
Arti,
yol boyuna siralanan direklerde lambalar yaniyordu.
Ama ortalik yine de alaca karanlikti.
Kafilemizin filamasi vardı. Sürekli onu gözümün önünde tuttum.
Tabii öteki kafilelerin de filamalari vardı. Nereli olduklari belliydi.
Gecenin sessizliginde kafile baskanlari selamlasiyordu:
"Istanbul, merhaba! Hacciniz mebrur olsun!"
"Merhaba Konya, merhaba. Hacciniz mebrur olsun."
Kafile baskanimiz son derece babacandi.
Elinde megafon, oksar gibi uyariyordu:
Sağ taraftaki hacim! Sen fazla açildin. Kafileye dön! Allah razi olsun.
Öndekiler! Yavaslayin. Arkada yaslilar var; yetişemiyor. Yavas! Daha yavas.
Dur, dur. Hiç hareket etme. Bekle.
Yolcusuz otobüsler geçiyordu ara sira. Her halde yorgunluktan yigilip kalan hacilari toplamak için. Farlari, firtinalı havada çakan simsekler gibi ortaligi bir an aydinlatiyor, sonra yerlerini yine alaca karanliga birakiyordu.
Insana düs görüyormus duygusu veren
gizemli bi ortam.
Seytanin bölgesine bi tünelden giriliyor.
https://www.youtube.com/watch?v=8ie6cl8uK3I
Tünelin tavaninda dev gibi havalandirma motorlari var.
Öyle bir ugulduyorlar ki… Uuuuuu. Harrrr. Uuuuu.
Bana sanki şöyle bagiriyorlar gibi geldi:
Dikkat, dikkat! Seytanin bölgesine geldiniz. Tehlike! Tehlike!
Hacca tek basina gelen tanidigimiz bir kadin buldu bizi.
"Sizinle gelebilir miyim?" dedi.
"Tabii," dedim. "Rahat olun; ben size yardim ederim."
Büyük Seytan’a vardik. Taslarim elimde hazir.
Her tasi atarken ne diyecegime önceden karar vermistim.
Birinci tasi atarken örneğin "Giybete hayır!" diye bagiracaktim.
Iki: Yalana hayir!
Üç: Harama hayir!
Dört: Hos görüsüzlüge hayir!
Beş: Cimrilige hayir!
Altı: Kibire hayir!
Yedi: Sözünden dönmeye hayir!
Ama seytanin önünde müthis bi kargasa* vardi. Kaptiriverdim kendimi.
Hazirladigim bütün o sözler aklimdan uçup gitti.
Yalnizca "Al sana! Al sana! Al sana!" diyebildim.
Böylece
yanimizdaki hanim, esim ve ben
görevimizi yaptik.
Az ilerde kafilemizin filamasi dalgalaniyodu.
"Burdayim! Burdayim!" diye el sallayan bi dost gibi.
Hemen ona kostuk.
Kaldigimiz otel Sise'deydi. Cemerat'a 800-900 metre kadar mesafede.
Görevimizi tamamlamanin huzuru içinde
filamamizin ardinda
otelimize dogru yürüdük.
Ortalik agarmisti. Sabah namazimizi otelde kildik.
_________________________________________________
*Ahmet Hakan Coskun 2001 yilinda kendi yasadigi seytan taslama olayini, daha dogrusu seytani nasil taslayamadigini 16 ocak 2006 tarihli "Hürriyet"teki yazisinda anlatiyor:
…Seytan taslama kulesine yaklastigimda gördügüm manzara suydu: Iri yari adamlar kendilerinden geçmis bir sekilde önlerine gelene çarparak ellerindeki taşlari kuyuya atmaya çalisiyorlardı. Ortalik mahser yeri gibiydi. Kimsenin kimseye dikkat ettigi yoktu. Taslama bölümüne biraz yaklasinca bir terlik yiginiyla karsilastim. Taslama aninda yasanan büyük kargasa nedeniyle ayaklardan çikan terliklerdi bunlar. Terlik yiginini asip dengeyi bozmadan kuyuya yaklasmak imkansizdi. Buna ragmen bütün cesaretimi toplayip kalabaligin içine dalmaya çalistim. Olmadi. Kendinden geçmis adamlar geçit vermedi. Bir iki siyrik ve iki kritik sendeleme sonucu kendimi disariı zor attim.
Sonra da kendi kendime sunu söyledim: "Eğer bu gayri medeni ortamda Müslüman insanlarin ayaklarinin altinda can vermek ibadetse ben bu ibadeti yapmiyorum."
Yani
ölmeyi reddediyorum.