Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 12:43 AM   #23
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

İNSAN TİPLERİ

Allah, hacc vazifesi ile insanların inanç ve yaşam tarzlarının değişeceğini, İbrâhîmî bir gelişme olacağını bildirdikten sonra, bu eğitim sonucu oluşan durumlar hakkında, İşte insanlardan bazısı, ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!’ diyen kimselerdir. Onun için de âhirette bir nasip yoktur. Yine onlardan, ‘Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve âhirette de bir güzellik ver ve bizi ateşin azabından koru!’ diyenler vardır. İşte onlar, kendileri için kazandıklarından bir nasip olanlardır. Ve Allah, hesabı çok çabuk görendir buyurarak, insanların iki tipine dikkat çekmiştir. Bunlardan ilki dünyacılar, ikincisi ise hem dünya hem de âhiret için Allah'a yönelenlerdir. Sırf dünya için çalışanların yarınları boş kalacak, dünya ve âhireti talep edenler ise hem dünyada hem de âhirette mutlu olacaklardır.

Bu âyet grubunda mükemmel bir dua örneği zikredilmiştir: Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik-iyilik ve âhirette de bir güzellik-iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru!

Âyetteki hasene [güzellik-iyilik], “sıhhat, emniyet, yeterli rızık, iyi evlat, iyi eş ve düşmanlara karşı güç” olarak değerlendirilebilir.

204. İnsanlardan kimi de vardır ki, onun basit yaşam hakkındaki sözü senin hoşuna gider ve o, kalbindekine Allah'ı şâhit tutar. Ve o, düşmanlığı en yaman olanıdır.

205. O, dönüp gitti mi/yetkilendi mi de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez.

206. Ona, “Allah'a takvâlı davran!” dendiği zaman da kendisini izzet [büyüklük, güç], günah işlemeye sürükler. İşte öylesine cehennem yeter. O, ne kötü bir döşektir!

207. İnsanlardan kimi de vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için kendini satar. Ve Allah, kullarına çok şefkatlidir.

Yukarıda sırf dünyayı isteyenler ile dünya ve âhireti isteyenler tanıtılmıştı. Bu âyetlerde ise farklı iki tip daha tanıtılmaktadır:

A) İmanını açığa vurup küfrünü gizleyen, olduğundan farklı görünen, muhatabının hoşnutluğunu kazanmak için tatlı diller döken münâfık tipi, ki O düşmanlığı en yaman olandır ifadesiyle, bunlara karşı tedbirli olunması gerektiğine dikkat çekilmiştir.

Bunların diğer nitelikleri de şunlardır:

* Onun, basit yaşam hakkındaki sözü hoşuna gider ve o, kalbindekine Allah'ı şâhit tutar.

* O, dönüp gitti mi/yetkilendi mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için çalışır.

* Ona, “Allah'a takvâlı davran!” dendiği zaman, izzet [büyüklük, güç], kendisini günaha sürükler.

Bu paragrafın iniş sebebi ile ilgili nakiller ise şöyledir:

es-Süddî ve ondan başka müfessirler şöyle demektedirler: Bu âyet-i kerîme el-Ahnes b. Şerik hakkında nâzil olmuştur. Onun asıl adı Ubey'dir. el-Ahnes ise ona verilen bir lakaptır. Çünkü o Bedir günü antlaşmalıları olan Zühreoğulları'ndan 300 kişi ile birlikte Rasûlullah (s.a) ile savaşmaktan saklanmış idi (el-Ahnes, “saklanan kimse” demektir). Nitekim bu hususa dair açıklamalar Âl-i İmrân sûresi'nde gelecektir. Bu, tatlı sözlü, güzel görünüşlü bir kimse idi. Daha sonra Peygamber'in (s.a) yanına gelip müslüman olduğunu açıkladı ve, “Allah benim doğru söylediğimi bilir” dedi. Daha sonra da kaçıp gitti. Yolda müslümanlara ait ekin ve eşeklere rastgeldi; ekini yaktı, eşekleri de kesti. Mehdevî der ki: İşte, Çokça yemin eden aşağılık ve değersiz her kişiye itaat etme. Ayıplayıp duran onun-bunun sözünü taşıyan kimsenin (Kalem/10-11) buyrukları ile Arkadan çekiştiren, yüze karşı da alay eden her kişinin vay hâline (Hümeze/1) buyrukları onun hakkında nâzil olmuştur.[118]

İbn Abbâs da der ki: Bu âyet-i kerîme er-Raci gazvesi'nde şehid edilen Âsım b. Sâbit, Hubeyb ve diğerleri hakkında ileri-geri konuşan birtakım münâfıklar hakkında nâzil olmuştur. Bu münâfıklar şöyle demişlerdi: “Şunlara yazıklar olsun. Ne evlerinde oturdular, ne de arkadaşlarının [Muhammed'in (s.a)] onlara verdiği görevi yerine getirdiler.” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme münâfıkların niteliklerini belirtmek üzere nâzil oldu. Daha sonra İbn Abbâs, Yüce Allah'ın, İnsanlardan öyle kimseler vardır ki Allah'ın rızasını arayarak kendi nefsini satar (Bakara/207) buyruğunu açıklarken, er-Raci gazvesi'nde şehid düşenleri söz konusu eder.[119]

Başkaları da, onun sözü hoşuna gider sözünün maksadının şu olduğunu söylemişlerdir: Ahnes ibn Şureyk, Bedir Günü, Zühreoğulları'na (savaştan) geri dönmelerini, kaçmalarını işaret etmiş ve onlara, “Muhammed sizin yeğeninizdir. Eğer o yalancı ise, diğer insanlar sizin yerinize o'nun hakkından gelir. Eğer doğru söylüyorsa, siz o'nun sayesinde insanların en bahtiyarı olursunuz.” Bunun üzerine Zühreoğulları, “Senin görüşün gerçekten güzel” dediler. Ahnes, sözünü şöyle sürdürdü: “Askerlere hareket emri verildiğinde, ben sizinle beraber geri kalırım; o zaman siz bana uyun.” Sonra o.Zühreoğulları'ndan 300 kişiyi Hz. Peygamber'le savaşmaktan caydırdı. İşte bu sebepten ötürü, o, “Ahnes” [caydıran, geri bıraktıran] adını aldı. Esas adı, Übeyy ibn Şureyk idi. Bu haber Hz. Peygamber'e ulaşınca o'nun hoşuna gitti.” Bana göre bu haber zayıftır, çünkü bu hareket tarzı kınanmayı ve zemmedilmeyi gerektirmez. Hâlbuki Allah Teâlâ'nın, İnsanlardan öylesi vardır ki onun dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider. Ve o, kalbindekine Allah'ı şahid tutar sözü zemm makamında getirilmiş bir ifâdedir. Binaenaleyh, sözü yukarıdaki manaya hamletmek mümkün değildir. Hatta birinci görüş daha doğrudur.[120]

İkinci rivâyet, İbn Abbâs ve Dahhâk'tan rivâyet edilen şu haberdir: Kureyş kâfirleri, Hz. Peygamber'e, “Biz müslüman olduk! Bunun için bize ashâbından bir grup alim gönder” diye haber yolladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara bir topluluk yolladı. Onlar Batn-ı Recî'de konaklayınca, bu haber kâfirlere ulaştı. Bunun üzerine onlardan 70 kişi at bindiler ve bu müslüman topluluğunu kuşatarak, onları öldürüp astılar. İşte bunun üzerine de, onlar hakkında bu âyet nâzil oldu.[121]

Süddî der ki: “Bu âyet, Ahmed ibn Şüreyk el-Sakîfî hakkında nâzil oldu. O Rasûlullah'a gelerek, içinden inanmadığı hâlde müslüman olduğunu izhâr etmişti.” İbn Abbâs'tan nakledilir ki: Bu âyet Recî vakasında öldürülmüş olan Hubeyb ve arkadaşları hakkında söz söyleyip onları kınayan münâfıklardan bir topluluk hakkında nâzil olmuştur. Allah münâfıkları zemmetmiş, Hubeyb ve arkadaşlarını medhetmiştir. İnsanlardan öylesi de vardır ki, kendisini Allah'ın rızâsına satar. Denildi ki: “Bu âyet bütünüyle mü’minler ve münâfıkları içine alacak umumiyettedir.” Katâde, Mücâhid, Rebî ibn Enes ve bir başka kişi de böyle demiştir. Sahîh olan da budur.[122]

Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi sebebin hususi olması, hükmün umumi olmasına engel değildir. Bu âyetlerde karakterize edilen kimseler, her zaman ve her yerde bulunabilir. Burada, bu tiplere karşı tedbirli ve uyanık olunması istenmektedir.

Âyetteki, Ve o, kalbindekine Allah'ı şâhit tutar ifadesinden, onun, iki de bir “Allah benim doğru söylediğimi bilir” dediği anlaşılmaktadır. Bu münâfık karakteri bu sûrede iki yerde daha konu edilmişti. Ayrıca, Münâfikûn sûresi'nde de detaylı olarak gelecektir. Biz Münâfikûn sûresi'nin ilk âyetlerini takdim ediyoruz:

Münâfıklar/ikiyüzlüler sana geldikleri zaman, ‘Biz gerçekten şehâdet ederiz ki, sen kesin olarak Allah'ın elçisisin’ dediler. Allah da bilir ki sen elbette O'nun elçisisin. Allah, şüphesiz münâfıkların yalan söylediklerine şâhitlik eder. Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip Allah'ın yolundan alıkoydular. Doğrusu ne kötü şey yapıyorlar. Bu, onların iman etmeleri, sonra inkâr etmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar. Onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Söyledikleri zaman da onlara kulak verirsin. (Oysa) sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp sakının. –Allah onları kahretti–; nasıl da çevriliyorlar. Onlara, “Gelin Allah'ın Rasûlü sizin için mağfiret [bağışlanma] dilesin” denildiği zaman, başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslamışlar olarak yüz çevirmekte olduklarını görürsün. (Münâfikûn/1-5)

Âyetteki, O, dönüp gitti mi/yetkilendi mi de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için çalışır ifadesiyle de, kendisinden korkulması gereken bu düşmanın neler yaptığı ve yapabileceği beyân edilmektedir. O, mü’minlerden uzaklaştığında veya bir şekti sahibi olduğunda yeryüzünü kargaşaya boğar, geçim kaynaklarını kurutur, toplumu ayakta tutan dinamikleri yok eder.

İnsanlardan bir kısmı da; inanan kişiler olmamalarına rağmen, “Allah'a ve âhiret gününe inandık” derler. Allah'ı ve inanmış kimseleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki onlar, sadece kendilerini aldatırlar da bilincine ermezler. Onların kalplerinde hastalık vardır da Allah, onlara hastalığı artırdı. Yalan söylemekte olduklarından dolayı da onlar için acı bir azap vardır. Onlara, “Yeryüzünde kargaşa çıkarmayın” denildiğinde de, “Biz ancak düzelten kişileriz” derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, kargaşa çıkaranların ta kendileridir, fakat bilincine ermiyorlar. Ve onlara, “İnsanların inandığı gibi inanın” denilince, “Biz, o aklı ermezlerin inandığı gibi mi inanacağız!” derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar. Onlar, inanmış kimselere rastladıkları zaman da, “İnandık” dediler. Şeytânlarıyla baş başa kaldıklarında ise, “Şüphesiz biz sizinle beraberiz, biz sadece alay edenleriz” dediler. Allah, onlarla alay eder ve tuğyanları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir. (Bakara/8-15)

Âyette, bu kişiler hakkında bir de, Ona, “Allah'a takvâlı davran!” dendiği zaman da kendisini izzet [büyüklük, güç], günah işlemeye sürükler buyurulmuştur. Bu psikolojik olguya Sâd sûresi'nde de dikkat çekilmişti:

Sâd/90. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki, fakat o inkâr edenler bir gurur ve bölünme [muhalefet, ayrılıkçılık] içindedirler. Onlardan önce nice kuşakları helâk ettik Biz. Onlar da çağırıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi. Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler, “Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı kılmış? Bu gerçekten şaşılacak [çok tuhaf] bir şey!” dediler. Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler (ve dediler ki): “İlâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten, istenen [sizden beklenen] bir şeydir! Biz bunu son [başka bir] dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Zikir [öğüt] aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?” –Aksine onlar Benim Zikrimden şekk [yetersiz bilgi] içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.– Yoksa çok güçlü ve çok bağış yapan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? Öyle ise sebeplerin içinde yükselsinler! (Onlar) burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordudur! (Sâd/1-11)

B) 207. âyette profili çizilen ikinci grup kişiler ise, Allah'ın rızasına ermek için kendini satan, yani, “Allah yolunda malını-mülkünü harcayan ve canını ortaya koyan kişiler”dir.

Âyetin sebeb-i nüzûlü hakkındaki nakiller şunlardır:

Denildiğine göre bu âyet-i kerîme Süheyb er-Rûmî hakkında nâzil olmuştur. Rasûlullah'ın (s.a) yanına hicret etmek üzere yola koyulunca Kureyş'ten bir grup onu takip etti. Devesinden indi ve ok torbasında bulunan bütün okları çıkardı. Yayını aldı ve şöyle dedi: “Andolsun ki aranızda en iyi ok atanın ben olduğumu biliyorsunuz. Allah'a yemin ederim, bu torbamdaki bütün okları tek tek atmadıkça yanıma ulaşamayacaksınız. Sonra da, elimde kaldığı sürece kılıcımla çarpışıp duracağım. Ondan sonra da istediğinizi yapınız.” Ona şöyle dediler: “Sen bizim yanımıza bir sefil olarak gelmişken, senin zengin olarak bizi bırakıp gitmene fırsat vermeyeceğiz. Bunun yerine Mekke'de malının bulunduğu yeri bize söyle, biz de senin arkandan gelmeyeceğiz” dediler ve bu hususta ona söz verdiler. O da istediklerini yaptı. Rasûlullah'ın (s.a) huzuruna gelince Yüce Allah'ın, İnsanlardan öyle kimseler vardır ki Allah'ın rızasını arayarak kendi nefsini satar âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Rasûlullah (s.a) ona, “Yahyâ'nın babası, yaptığın alış-veriş oldukça kârlıdır” dedi ve ona bu âyet-i kerîmeyi okudu. Bunu Rezîn rivâyet etmiştir. Sa‘îd b. el-Müseyyeb (r.a) de böyle demiştir.[123]

Müfessirler de der ki: Müşrikler Süheyb'i yakalayıp ona işkence ettiler. Süheyb onlara, “Ben yaşı ilerlemiş bir kimseyim. Sizden veya sizden başkasından olmamın size bir zararı olmaz. Malımı alıp beni dinimle başbaşa bırakmaya ne dersiniz?” dedi. Onlar da bunu kabul ettiler. Buna karşılık onlardan bir binek ve yol masrafını vermelerini de şart koşmuştu. Medîne'ye çıkıp gitti, Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) ve bir grup müslüman onu karşıladı. Hz. Ebû Bekr ona, “Yahyâ'nın babası ticaretin kârlı oldu” deyince; Süheyb ona, “Senin ticaretin de asla ziyan etmesin. Böyle demene sebep ne?” diye sordu. Hz. Ebû Bekr de ona, “Senin hakkında işte Allah bunu indirdi” dedi ve âyet-i kerîmeyi ona okudu.[124]

İbn Abbâs'ın rivâyetine göre bu âyet, Abdullah ibn Ced’ân'ın kölesi olan Süheyb ibn Sinan, Ammâr ibn Yâsir, annesi Sümeyye, babası Yâsir, Hz. Ebû Bekr'in kölesi Bilâl, Habbâb ibn el-Eret ve Huveytıb'ın kölesi Abis hakkındadır. Müşrikler bu kimseleri yakalayarak, onlara işkence ediyorlardı. Süheyb, Mekkelilere, “Ben yaşlı birisiyim. Benim, malım-mülküm çok. Sizden veya sizin düşmanlarınızdan yana olmam size herhangi bir zarar vermez. Ben bir söz söyledim, bu sözümden de geri dönmeyi istemiyorum. Ben size malımı-mülkümü verip, karşılığında sizden dinimi satın almak istiyorum” der. Onlar da buna razı olarak, yolundan çekilirler. Böylece Süheyb, Medîne'ye hicret eder. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olur. Süheyb Medîne'ye girince, Hz. Ebû Bekr onu karşılayarak ona, “Alış-verişin kârlı olsun!” dedi. Bunun üzerine Süheyb ona, “Senin alış-verişin de. Sen de zarar etme ama, ne oldu ki?” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr, “Allah senin hakkında, şunu indirdi” dedi ve âyeti ona okudu.

Habbâb ibn el-Eret ve Ebû Zerr'e gelince, bunlar kaçarak Medîne'ye geldiler. Sümeyye ise, iki devenin arasına bağlanıp, parçalandı. Sonra da, kargıyla öldürüldü. Yâsir de öldürüldü. Diğerleri de, kendilerine yapılan işkence sebebiyle, müşriklerin istedikleri şeylerin bir kısmını vererek canlarını kurtardılar. Bunlar hakkında, Mekkelilerin işkencesiyle, Azâb edildikten sonra hicret edenler yok mu? Biz onları dünyada muzafferiyyet ve ganimetler nasib etmek sûretiyle, güzellikle sınayacağız. Âhiret ecri ise daha büyüktür (Nahl/41) âyeti nâzil olmuştur.[125][BLOK

Bu profil de genel olup, her zaman ve her yerde bulunan ve bulunacak olan kimselere yöneliktir. Ki Allah'a gönül verenler her zaman Rabb'lerine kulak verip mal ve canlarını Allah için harcamaya hazırdırlar.

Şüphesiz Allah, inananlardan canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir sözüdür. Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu büyük başarının ta kendisidir. (Tevbe/111)

Ey inanmış olan kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve O'nun Elçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ey iman etmiş olan kimseler! Allah'ın yardımcıları olun! Hani Meryem oğlu Îsâ havarilerine, “Allah'a gidişte benim yardımcılarım kimdir?” demişti de, havariler, “Biz Allah'ın yardımcılarıyız” cevabını vermişlerdi. Bunun ardından İsrâîloğulları'ndan bir zümre iman etmiş, bir zümre de küfre sapmıştı. Nihâyet Biz, iman sahiplerini düşmanlarına karşı güçlendirdik de onlar üstün geldiler. (Saff/10-14)

Ey iman etmiş kimseler! Benim düşmanımı ve sizin düşmanınızı velîler edinmeyin. Onlar, size hakktan gelen şeyleri inkâr ettikleri hâlde, siz onlara sevgi ulaştırıyorsunuz. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Elçi'yi ve sizi çıkarıyorlar. Eğer Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı kazanmak için çıktınızsa, onlara sevgi mi gizliyorsunuz? Oysa Ben sizin gizlediğiniz şeyleri ve açığa vurduğunuz şeyleri bilirim. Ve sizden kim bunu yaparsa artık o, kesinlikle yolun doğrusundan sapmıştır. (Mümtehine/1)

158. Şüphesiz Safâ ve Merve Allah'ın alâmetlerinden birkaçıdır. Onun için her kim Beyt'i kasdeder, Beyt'e gider veya umre yaptırılırsa buralarda dolaşmasında kendisine bir sakınca yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah, karşılık verendir, en iyi bilendir.

Bu âyette, Allah evi olan Ka‘be'ye öğretmen veya öğrenci olarak giden [hacceden] kimselerin, Safâ ve Merve tepelerinde dolaşmalarında sakınca olmadığı, buraların da, Allah'ın diğer alametleri gibi birer emanet oldukları bildirilmektedir.

Âyeti tahlile başlamadan önce âyetin iniş sebebi ile ilgili klasik kaynaklarda yer alan rivâyetleri takdirlerinize sunuyoruz:

ÂYETİN ANLAŞILMASINA ve NÜZÛL SEBEBİNE DAİR RİVÂYETLER

Buhârî'nin Âsım b. Süleymân'dan rivâyetine göre şöyle demiş: Enes b. Mâlik'e Safâ ile Merve hakkında sordum. Şöyle dedi: “Biz bunların (arasında tavaf etmenin) câhiliyye işlerinden olduğu görüşünde idik. İslâm gelince onlardan uzak durduk. Yüce Allah da, Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah'ta alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur buyruğunu indirdi.”

Tirmizî'nin rivâyetine göre Urve şöyle demiş: Ben Âişe'ye şöyle dedim:

-- Safâ ile Merve arasında tavaf etmeyen kimse aleyhinde bir şey olduğu görüşünde değilim ve ben ikisi arasında tavaf etmemeye de aldırmıyorum.

Bana şöyle dedi:

-- Kızkardeşimin oğlu! Ne kadar kötü bir söz söyledin. Rasûlullah (s.a) da müslümanlar da (ikisi arasında) tavaf ettiler. Müşellel'deki tâğût olan Menât için ihlal eden [hacc için telbiyede bulunan] kimseler. Safâ ile Merve arasında tavaf etmezlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah, Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur buyruğunu indirdi. Eğer durum senin dediğin gibi olsaydı, “Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur” denmesi gerekirdi.

ez-Zührî der ki: Ben bunu Ebû Bekr b. Abdurrahmân b. el-Hâris el-Hişâm'a zikrettim de bunu beğendi ve, “Şüphesiz ki bu, bir ilimdir” dedi. Ben ilim ehlinden birtakım kimseleri şöyle derken dinledim: Safâ ile Merve arasında tavaf etmeyen Araplar şöyle derlerdi: “Bizim bu iki taş arasında tavaf etmemiz bir câhiliyye işidir.” Ensâr'dan olan başkaları ise şöyle dediler: “Bizler, Beytullâh'ı tavaf etmekle emrolunduk, Safâ ile Merve arasında tavaf etmekle emrolunmadık.” Bunun üzerine Yüce Allah, Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir buyruğunu indirdi. Ebû Bekr b. Abdurrahman der ki: “Gördüğüm kadarıyla bu âyet-i kerîme hem bunlar, hem berikiler hakkında inmiştir.” (Tirmizî) der ki: “Bu hasen sahih bir hadistir.”

Buhârî de bu manada bu hadisi rivâyet etmiştir. Oradaki rivâyette Yüce Allah, Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir buyruğunu indirdi; denildikten sonra şu ifade yer almaktadır:

Âişe dedi ki: “Rasûlullah (s.a) her ikisi arasında tavaf etmeyi bir sünnet olarak uyguladı. Herhangi bir kimsenin ikisi arasında tavaf etmeyi terketmesi yakışmaz.” Sonra bunu Ebû Bekr b. Abdurrahman'a haber verdim de şöyle dedi: “Şüphesiz ki bu bir ilimdir, daha önce bunu işitmemiştim.” İlim ehlinden birtakım kimselerin –Âişe'nin zikrettiklerinden başka– şunu söz konusu ettiklerini dinledim: Menat için ihrama giren birtakım kimseler Safâ ile Merve arasında tavaf ediyorlardı. Allah Kur’ân-ı Kerîm'de Beyt'in tavafını söz konusu edip Safâ ile Merve'den söz etmeyince şöyle dediler: “Ey Allah'ın Rasûlü! Biz Safâ ile Merve arasında tavaf ediyorduk. Allah Beytullâh'ın etrafında tavaf etme emrini indirdiği hâlde Safâ'dan söz etmedi. Safâ ile Merve arasında tavaf etmemizin bizim için bir mahzuru var mıdır?” Bunun üzerine Yüce Allah, Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir âyetini indirdi. Ebû Bekr der ki: “Benim işittiğim şu ki, bu âyet-i kerîme her iki kesim hakkında nâzil olmuştur: Cahiliyye döneminde Safâ ile Merve arasında tavaf etmekten çekinen kimseler ile daha sonra İslâm geldikten sonra Yüce Allah Beyt'in tavafını emredip de Safâ (ile Merve)yi söz konusu etmediğinden dolayı Beyt'in tavafından sonra bilinen şekilde söz edinceye kadar ikisi arasında tavaf etmekten çekinen kimseler hakkında nâzil olmuştur.”

Tirmizî Âsım b. Süleymân el-Ahvel'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Enes b. Mâlik'e Safâ ile Merve hakkında sordum da şöyle dedi: “Safâ ile Merve, câhiliyye döneminin şeâirinden [alâmetlerinden] idi. İslâm gelince ondan uzak durduk. Bunun üzerine Yüce Allah, Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder ve umre yaparsa onlar arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur buyruğunu indirdi.” (Devamla) dedi ki: “Bu ikisi arasında tavaf (yani, sa‘y) tatavvudur.” (Nitekim Yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır Gönül isteğiyle kim bir hayır işlerse gerçekten Allah şükredenlerin ecrini veren ve her şeyi çok iyi bilendir. Tirmizî der ki: “Bu hasen, sahih bir hadistir.” Bu hadisi Buhârî de rivâyet etmiştir.

İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Cahiliyye döneminde şeytânlar bütün gece boyunca Safâ ile Merve arasında sesler çıkartırlardı. Bu ikisi arasında putlar da vardı. İslâm gelince Müslümanlar, “Ey Allah'ın Rasûlü!” dediler, “Biz Safâ ile Merve arasında tavaf etmeyiz. Çünkü bunlar şirk (koşulan) varlıklardır.” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

eş-Şa‘bi der ki: “Câhiliyye döneminde Safâ üzerinde Îsâf, Merve üzerinde de Nâile adında birer put vardı. Tavaf yaptıklarında bu putlara sürünürlerdi. Müslümanlar bundan dolayı her ikisi arasında tavaf etmekten imtina ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.”[126]

İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: “Safâ ve Merve tepelerinin üzerinde birer put vardı. Câhiliyye Arapları onların etrafında tavaf ediyor, onlara ellerini-yüzlerini sürüyorlardı. İslâm gelince, müslüman olanlar, bu iki put yüzünden onlar arasında tavaf etmekten hoşlanmadılar. Cenâb-ı Allah bunun üzerine bu âyeti indirdi.”[127]

Sa‘yın dinî bir hüküm kılınmasının hikmeti, meşhur olan şu hikâyedir: Hz. İsmâîl'in annesi Hacer, hem kendisinin hem de oğlu İsmâîl'in susaması neticesi başı dara düştüğünde, Allah Teâlâ hem onun için hem de yavrusu için yerden su fışkırtarak, Hacer'in yardımına koşmuş ve böylece mahlûkâtına, dünya yurdunda her ne kadar Allah dostları çeşitli belâlarla mübtelâ olsalar da, Kendisine yalvarıp yakaran kimseleri genişliğe çıkarmasının yakın olduğunu bildirmiştir. Çünkü O, kendisinden yardım isteyenlere yardım eder. O hâlde, Hz. Hâcer ile İsmâîl'in hâllerine bir bak, Allah onlara nasıl yardım ve dualarını kabul etmiş, daha sonra da onların yaptıkları fiilleri bütün mükelleflere kıyâmete kadar bir taat kılmış, Allah'ın, yolunda muhsin olanların [iyi kullarının] mükâfâtlarını zâyî etmeyeceği bilinsin diye, onların yollarını bütün mahlûkat için uyulacak bir yol kılmıştır. Bütün bunlar, Cenâb-ı Allah'ın daha önce kullarını biraz korku, biraz açlık, biraz da mal, can ve ürünlerden noksanlaştırarak imtihan edeceğini, bütün bunlara sabredenlerin her iki dünyada mutluluğa ve saadete erişip en yüce maksadı elde edeceklerini haber vermesinden dolayı bir gerçektir.[128]

Anlatıldığına göre Safâ'ya bu adın veriliş sebebi seçilen [mustafa] Hz. Âdem'in bu tepe üzerinde durmasıdır. Onun bu adından dolayı buraya da Safâ denilmiştir. Hz. Havva ise Merve üzerinde vakfe yaptığından buraya da kadın ismi verilmiştir. Bundan dolayı da bu tepenin adı müennestir [dişildir].[129]

Kitap Ehlinin iddia ettiğine göre bu Îsâf ve Nâile Ka‘be'de zina etmişler, Yüce Allah da onları iki taşa dönüştürmüş ve onlardan ibret alınsın diye Safâ ile Merve üzerine koymuştur. Aradan uzun zaman geçtikten sonra Allah dışında bunlara ibâdet edilir olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[130]

SAFÂ İLE MERVE'NİN MANASI

Buna göre safâ ve es-safâtu kelimeleri, sanki aynı manadadırlar. Müberred, “Safâ, ‘kendisine çamur gibi şeyler bulaşmamış veya toprak karışmamış her kaya’ya denir. Bu kelimenin kökü ise, ‘saf olmak’ manasına gelen safâ-yasfû fiilidir” demiştir. Merve kelimesine gelince, bunun hakkında Halil şöyle demiştir: “‘Pürüzsüz, bembeyaz, çok sert taşlar’a, merve denir.” Başkaları da, “O, küçük bir taş manasına gelir. Cem-i kıliet olarak mervâtun şeklinde, cem-i kesret olarak ise mervun şeklinde cemilenir.” Ebû Züeyb şöyle demiştir. “Öyle ki, hâdiseler karşısında ben sanki hissiyat safası ile her gün dövülen beyaz kara parçası gibiyim.”[131]

SAFÂ

Safâ, “büyük ve pürüzsüz, topraksız, düzgün kaya parçası”na verilen addır. Çamur ve toprağın karışmadığı her kaya parçası için kullanılır. Fiil kalıbında kullanıldığında, “saf ve duru olmak” manasına gelir. Bu sözcüğün safvan kalıbı, Bakara sûresi'nde yer almıştır:

Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez. (Bakara/264)

Ancak konumuz olan âyetteki Safâ, özel isim olup, Mekke'de Ka‘be'nin doğusunda bulunan bir tepenin adıdır.

MERVE

“Pürüzsüz, beyaz ve sert taş” demek olan Merve de, “Safâ” gibi özel isim olup Mekke'de Ka‘be civarındaki başka bir tepenin adıdır.

ŞE‘ÂİR

شعائر [şe‘âir] sözcüğü, “bilmek, akletmek, idrak etmek” anlamındaki شعر [şa‘r] kökünün türevlerindendir. Şi‘r sözcüğü de buradan gelir. Şi‘r'e bu ismin verilmesi, her konuda bilgi kaynağı olmasındandır. Bu sözcüğün türevlerinden şe‘ar, ağaç ve ağaçlık, sık orman, ağaçlı bahçe gibi ağaç eksenli olarak kullanılır. Yine bu sözcüğün, “iç çamaşırı, atın çulu, arpa, terazi dirhemi, develere işaret vurma” gibi daha birçok anlamlarda kullanılan türevleri de vardır.

شعار[şi‘âr], شعيرة[şe‘îra] (çoğulları, شعائر [şe‘âir] sözcüğü), “alâmet” [bilgi sağlayan/belirti] demektir, ki bu sözcük savaşta veya seferde askerlerin arkadaşlarını, bölüklerini, takımlarını bulmaları, kaybetmemeleri için koydukları bir belirtinin adıdır.[132]

Şe‘âir sözcüğü, Kur’ân'da bu âyetin dışında Mâide/2, Hacc/32, 36. âyetler olmak üzere üç yerde daha geçer. Hepsinde de, شعائر اللّه[şe‘ârillah/Allah'ın alametleri; Allah'ı tanımaya, bilmeye alamet olan her şey] anlamındadır. Ama her ne hikmetse kelimenin anlamı, araya bir “itaat” sözcüğü eklenmek sûretiyle “Allah'a itaatin alâmetleri, nişâneleri, sembolleri” şeklinde yaygınlaşmıştır. Oysa âyetlerde, “Allah'ın alâmetleri” diye geçmektedir. Âyette, من[min] edatı getirilerek, شعائر اللّه من [Allah'ın âyetlerinden bir kaçıdır] buyurulmuştur.

Safâ ile Merve'nin Allah'ın alâmetlerinden oluşu, şu âyetin delâletiyle daha iyi anlaşılmaktadır:

Görmedin mi gerçekten Allah gökten bir su indirdi? Biz onunla renkleri başka başka meyveler/ürünler çıkarıverdik. Dağlardan da yollar var; beyazlı, kırmızılı çeşitli renklerde [renklerin değişik tonlarında]. Ve kapkara topraklar/yollar da var. İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler haşyet ederler [derin hayranlık ve saygı duyup O'ndan uzaklaşmaktan korkarlar]. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır. (Fâtır/27-28)

Görülüyor ki yeryüzündeki varlıkların farklılığı, mutlak bir irâdenin, mutlak bir gücün ve mutlak bir yaratıcının varlığına kanıttır. Eğer varlıklar birbirinden farksız olsalardı, onlar mukayyed [kurala bağlı, sınırları belirli] bir irâdenin, mukayyed bir kudretin eserleri olurlardı. Safâ ve Merve de yapısal farklılığı ile Allah'ın sayısız alâmetlerinden ikisidir.

Âyetteki, Buralarda dolaşmasında kendisine bir sakınca yoktur ifadesinden anlaşıldığına göre, üzerlerinde şirk koşulması/kirletilmesi sebebiyle mü’minler, Safâ ve Merve tepelerinde dolaşmanın sakıncalı olduğunu düşünmüş olmalılar ki âyette, buralarda dolaşmalarında bir sakınca olmadığı, buraların da diğerleri gibi Allah'ın alametleri olduğu ifade edilmiştir.

Buradan, kilise ve havra gibi geçmişi kirli olan yerlerin, temizlendikten sonra mescid ve okul yapılmasında, oralarda dolaşılmasında sakınca olmadığı anlaşılıyor.

Bu âyetle ilgili olarak şu hususa da dikkat edilmelidir: Âyette, oralarda tavaf etmede buyurulmaktadır. Tavaf, “dolaşmak”, yani “bu tepelerde dolaşmak” demektir. Ne var ki Kur’ân'daki sözcüğün anlamı değiştirilerek, “iki tepe arasında yürümek, koşmak” şeklinde, uzun zamandır uygulanıp duran bir ritüel ortaya çıkarılmıştır.

Yukarıda yapılan “hacc” ve “umre” sözcüklerinin tahlilini –bu âyette de geçmeleri sebebiyle– tekrar veriyoruz:

HACC

Hacc, “kasdetmek” demektir. حجّ الينا فلان[hacce ileynâ fulânun/filan kişi bizi kasdederek bize ayak bastı (geldi)] denilir.[133] Zebidî ise buna ilave olarak, حجّ [hacc], ‘ayak basmak, kanıtla gâlip gelmek, bir yere defalarca gitmek” gibi açıklamalarda bulunur.[134]

Bu açıklamalar netleştirilirse, hacc, fiil olarak, “bir şeyi zihne yerleştirmek ve onu yapmaktır” denilebilir. Bu sözcük, âyetlerde olduğu gibi Beyt, Ka‘be gibi kelimelerle tamlama yapıldığında, “Ka‘be'yi kafaya koyup oraya gitmek” manasına gelir. İsim olarak ise, “Ka‘be'de yüksek ilâhiyât öğretim ve eğitimini kafaya koyup oraya gitmek, orada İbrâhîmî eğitim ve öğretimle İbrâhîmleşmek; bir tevhid eri olmak” demektir.

UMRE

Ömür [hayat] sözcüğünün türevlerinden olan umre kelimesinin, “imar, mimar, tamir, tamirat” gibi birçok türevi Türkçe'ye de geçmiştir. Kalıbı itibariyle “bir kere/kısa süreli ömürlenmek” anlamında olan bu kelime, isimleştiği zaman da “bir kere/kısa süreli ömürlenme” anlamına gelir. Bu isim hâli Kur’ân'da [Bakara/196'da] iki kez yer almıştır.

Umre sözcüğü, Ka‘be, beytullah, hacc kavramlarıyla tamlama yapıldığında, “Ka‘be'den [yüksek ilâhiyât okulundan] kısa süreli yararlanma” demek olur ki, bu da bir nevi, “kurs, konferans, kongre, sempozyum niteliğindeki bir etkinlikle kısa süreli yararlanma, inanç ve amel açısından revize olma” demektir.

Âyetteki, أو اعتمر[ev i‘tamera] –ki biz “umre yaptırılırsa” diye çevirdik– sözcüğü, kalıp olarak mutavaat [uyum] anlamı içerir. Burada hacc kastıyla değil de bilvesile/biri tarafından “kısa süreli ömürlendirilirse” demektir. Ki bu da haccedenlerin, yardımcılarını, hizmetçilerini, misafirlerini vs. kapsar.

Hacc, aylar boyu sürecek bir süreç iken, umre için süre öngörülmemiştir.

Âyetteki, Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah, karşılık verendir, en iyi bilendir ifadesiyle de, bu eğitime önem verilmesi, sık sık yapılması teşvik edilmektedir.

133. Yoksa siz Ya‘kûb'a ölüm hâli gelip çattığı zaman, oğullarına, “Benden sonra neye kulluk edeceksiniz?” dediği zaman, onların; “Biz, bir tek ilâh olarak senin ilâhına ve ataların İbrâhîm, İsmâîl ve İshâk'ın ilâhına kulluk edeceğiz. Ve biz, sadece O'nun için islâmlaştıranlarız” dediklerine tanıklar mı idiniz.

134. Onlar, gelip geçen bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinedir, sizin kazandıklarınız da kendinizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu olmazsınız.

Bu âyetlerde, İbrâhîm soyunun durumu bildirilmektedir: Ya‘kûb peygamber ölüm döşeğinde, Benden sonra neye kulluk edeceksiniz? demek sûretiyle tevhidden ayrılmamayı öğütler, çocukları da, Biz, bir tek ilâh olarak senin ilâhına ve ataların İbrâhîm, İsmâîl ve İshâk'ın ilâhına kulluk edeceğiz. Ve biz, sadece O'nun için islâmlaştıranlarız demek sûretiyle hem tevhidden ayrılmayacaklarını, hem de insanların İslâm ile müşerref olmasını sağlamaya çalışacaklarını, dedeleri İbrâhîm'in mirasını devam ettireceklerini bildirirler.

Merhum Mevdûdî bu âyetle ilgili şu malumatı verir:

Kitab-ı Mukkaddes'te, Hz. Ya‘kûb'un (a.s) ölümüyle ilgili tüm ayrıntıların anlatılmasına rağmen, o'nun bu son isteğine değinilmemektedir. Talmud'da ise ayrıntılı bir şekilde ele alınmaktadır ve özü hemen hemen Kur’ân'dakiyle aynıdır: “Ya‘kûb dünyadan ayrılacağı zaman oğullarını çağırdı ve onlara dedi ki: “Rabbiniz olan Allah'a ibâdet edin; O atalarınızı kurtardığı gibi, sizi de bütün zorluklardan kurtaracaktır. Çocuklarınıza Allah'ı sevmeyi ve O'nun emirlerine uymayı öğretin; çünkü Allah âdil olanları ve her işinde doğru yolda yürüyeni korur.” Ya‘kûb'un oğulları cevap verdiler. “Babamız! Bize emrettiklerinin hepsini yapacağız. Allah, bizim yardımcımız olsun.” Ya‘kûb şöyle dedi: “Eğer O'nun yolundan sağa ve sola sapmazsanız, Allah sizinle olacaktır.”

Hz. Ya‘kûb (a.s) Rodwell'de “Midr Rabbah”dan naklen aynı şeyi zikretmektedir: “Bir tek olan Kutsal Varlık hakkında kalbinizde hiç şüphe var mı?” Onlar şöyle dediler: “Ey İsrâîl babamız, dinle. Senin kalbinde şüphe bulunmadığı gibi bizimkinde de şüphe yoktur. Çünkü Rabb, bizim Allah'ımızdır ve O tektir.”[135]

134. âyette, yükümlülük ve sorumluluğun kişiselliği bildirilmekte, İbrâhîm'in, oğullarının ve torunlarının hidâyet üzere olmalarının başkalarına yarar sağlamayacağı, nesebin kimseyi kurtarmayacağı, herkesin kendi amelinin karşılığını göreceği gerçeği beyân edilmekte; böylece Yahûdilerin ataları sayesinde yarar sağlayacakları inancı reddedilmektedir.

De ki: “O [Allah] her şeyin Rabbi iken, ben Allah'tan başka Rabb mi arayayım?” Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece O [Allah], ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünün halifeleri kılan, verdikleriyle sizi belâlandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (En‘âm/164-165)

Artık Sûr'a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy-sop ilişkisi yoktur. İstekleşemezler de [kimse kimseden bir şey isteyemez]. (Mü’minûn/101)

O [bu iş], sizin kuruntularınızla ve Ehl-i Kitab'ın kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah'ın astlarından bir yakın kimse ve bir yardımcı bulamaz. (Nisâ/123)

Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsrâ/15)

De ki: “Allah'a itaat edin Elçi'ye de itaat edin.” Artık, eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, o'nun üzerine olan, sadece kendisinin yüklendiğidir. Sizin üzerinize de, size yüklenendir. Eğer o'na itaat ederseniz, hidâyete erersiniz. Elçi'nin üzerine olan da, sadece apaçık tebliğdir. (Nûr/54)

De ki: “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yapıp durduklarınızdan sorumlu olmayız.” (Sebe/25)

Ve iman eden, zürriyetleri de iman ile kendilerine tâbi olan kimseler; işte Biz, onların zürriyetlerini de kendilerine kattık. Kendilerinin amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes kendi kazandığıyla rehindir. (Tûr/21)

Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. (Necm/39)

135. Ve onlar, “Yahûdi veya Hristiyan olunuz ki, hidâyet bulasınız” dediler. Sen de ki: “Bilakis, hanif [dönen biri] olarak şirk koşmamış olan İbrâhîm'in milletine!”

Bu âyette, Yahûdi ve Hristiyanların, Yahûdi veya Hristiyan olunuz ki, hidâyet bulasınız demeleri konu edildikten sonra onlara, Bilakis, hanif [dönen biri] olarak şirk koşmamış olan İbrâhîm'in milletine! denilerek, takip edilmesi gereken yol gösterilmektedir.

Klasik kaynaklarda âyetin iniş nedeni ile ilgili şu açıklamayı görüyoruz:

Muhammed İbn İshâk der ki: Bana Muhammed ibn Ebû Muhammed, Sa‘îd ibn Cübeyr veya İkrime yoluyla İbn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş: Abdullah ibn Surya el-A’ver Rasûlullah'a (s.a) dedi ki: “Hidâyet bizim üzerinde bulunduğumuz yoldan başkası değildir. Ey Muhammed! Sen bize uy ki hidâyete eresin.” Hrıstiyanlar da aynı şekilde söyleyince Allah (azze ve celle) bu âyeti inzâl buyurdu.[136]

Yahûdilik ve Hristiyanlık; İbrâhîm, İshâk ve Ya‘kûb peygamberlerden sonra sözde din bilginleri tarafından oluşturuldu. Onun için, hidâyete erebilmenin yolu bunlara uymak değil, ana kaynağa, İbrâhîm'in milletine/dinine, o'nun inanç ve yaşam tarzına uymaktır. İbrâhîm'in yolunda olmayanların doğru yolda olmaları mümkün değildir.

Peki İbrâhîm'in dini/milleti, yaşam tarzı nedir? İşte cevabı:

Şüphesiz İbrâhîm içtenlikle Allah'a boyun eğen, hanif [dönmüş], O'nun [Allah'ın] nimetlerine şükreden başlı başına bir ümmet idi. Ve o, müşriklerden olmadı. Ve O [Allah], o'nu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı. Ve Biz o'na [İbrâhîm'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o, âhirette de kesinlikle sâlihlerdendir. Sonra sana, “Hanif olan ve müşriklerden olmayan İbrâhîm'in milletine tâbi ol” diye vahyettik. (Nahl/120-123)

Demek oluyor ki, Muhammed'in tebliğ ettiği din, İbrâhîm'in dininin ta kendisidir.

136. Deyin ki: “Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e ve İsmâîl'e ve İshâk'a ve Ya‘kûb'a ve esbâta [torunlarına] indirilene, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya verilene ve peygamberlere Rabb'lerinden verilene iman ettik; Onlardan hiç birinin arasını ayırmayız [hiç birini diğerinden ayırmayız] ve biz ancak O'nun için islâmlaştıranlarız.”

137. Artık, eğer onlar [mü’minleri Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler], sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, artık kesinlikle hidâyeti buldular. Yok eğer yüz çevirirlerse, onlar sadece parçalanmışlık içindedirler. İşte onlara karşı sana Allah yeter. Ve O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

Bu âyetlerde, nasıl iman edilmesi, müslümanın nasıl olması gerektiği anlatılıp, İsrâîloğulları'nın da gerçek imana davet edilerek şöyle denilmesi istenmektedir: Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e ve İsmâîl'e ve İshâk'a ve Ya‘kûb'a ve esbâta [torunlarına] indirilene, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya verilene ve peygamberlere Rabb'lerinden verilene iman ettik; Onlardan hiç birinin arasını ayırmayız [hiç birini diğerinden ayırmayız] ve biz ancak O'nun için islâmlaştıranlarız.

Bütün peygamberlere ve onlara indirilenlere inanmak, onlar arasında hiçbir ayrım gözetmemeyi gerektirir.

Âyetteki esbât kelimesiyle, “Ya‘kûb'un çocukları” kasdedilmiştir. Bunların sayısı oniki olup her birisinin soyundan bir ümmet gelmiştir.

137. âyette Ehl-i Kitaba, “onlar da sizin gibi ayırım yapmadan inanırlarsa (yani, Muhammed peygambere de inanırlarsa) hidâyete ererler. Aksi takdirde Allah onların hakkından gelir” mesajı verilmektedir.

Tüm peygamberlerin mesajı aynı olduğu gibi, kaynağı da aynıdır. O nedenle birini kabul edip diğerini kabul etmemek bir çelişkidir:

Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona, “Gerçek şu ki Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana ibâdet edin” diye vahyetmiş olmayalım. (Enbiyâ/25)

O [Allah], dinden Nûh'a tavsiye ettiği şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrâhîm'e, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya tavsiye ettiğimiz şeyi şeriat kıldı: “Dini ayakta tutun [yerleştirin] ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini Kendine seçer ve kalpten yöneleni de ona kılavuzlar. (Şûrâ/13)

138. Allah'ın boyasına! Boyaca Allah'tan daha güzel olan kimdir? –Ve biz, sadece O'na ibâdet edenleriz.–

Bu âyet birkaç şekilde açıklanabilir:

A) 135. âyette, Ehl-i Kitabın Müslümanlara, Yahûdi veya Hristiyan olmalarını, aksi hâlde doğru yolda olamayacaklarını söyledikleri nakledilmiş, ardından da, “Bilakis İbrâhîm'in milletine!” denilmişti. O bakımdan bu âyet, 135. âyetteki “İbrâhîm'in dini”nden bedel olabilir. Böylece İbrâhîm'in dini, Allah'ın boyası [dini] olarak açıklanmış olmaktadır.

B) Bu âyetin bir tahzir cümlesi olup, insanlığı uyardığı söylenebilir. Zira, tahzir cümlesinde, işin muacceliyetinden dolayı emir fiili söylenmeden tümleci söylenir. Örneğin, yolda dikkatsizce yürüyen bir kimseye, arkadan bir araba yanaştığında, “Kenara, kenara!” veya “Araba, araba!” denir ki bu, “çabuk kenara çekil” ve “araba geliyor dikkatli ol” demektir. Bu cümle tahzir cümlesi kabul edildiğinde âyetin anlamı, “Allah'ın boyasına koşun, Allah'ın dinine girin” demek olur.

Dinin/İbrâhîm'in milletinin, “boya” olarak nitelenmesi, mecâzîdir. Çünkü boyanın etkisi kumaşta nasıl ortaya çıkarsa, dinin öngördüğü inanç ve ameller de din mensupları üzerinde öylece görülür. Araplar, “Falanca falancayı, falanca şeyde boyuyor” derler, bununla da, “boya elbiseden nasıl ayrılmaz, onunla birlikte kalırsa, o adam da, falancayı o işe sokuyor ve ondan ayrılamaz hâle getiriyor” anlamını kasdederler.

C) Bu ifade, Hristiyanlardaki vaftiz uygulamasına bir reddiye de olabilir. Bilindiği üzere Hristiyanlar çocuklarını renkli bir suya batırarak vaftiz ederler. O suyun, onları gerçek Hristiyan yaptığına inanırlar. Bu sebeple âyet, insanın, renkli sulara batırılmak sûretiyle hidâyete ermiş olmayacağına işaret olabilir.

139-140. De ki: “Allah, sizin Rabbiniz ve bizim Rabbimiz olmasına rağmen, O'nun hakkında mı bizimle çekişiyorsunuz? Bir de bizim amellerimiz yalnızca bize, sizin amelleriniz de yalnızca sizedir. Ve biz sadece O'nun için arındıranlarız. Yoksa siz, “Şüphesiz İbrâhîm, İsmâîl, İshâk, Ya‘kûb ve torunları da hep Yahûdi veya Hristiyan idiler” mi diyorsunuz?” De ki: “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Kendi yanındaki, Allah'tan gelen bir şâhitliği saklayandan daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gâfil de değildir.”

Bu âyetlerde de İsrâîloğulları muhatap alınmış, onların asılsız iddia ve inançları reddedilmekte, ardından da ellerindeki kitapta bulunan gerçeği sakladıkları için tehdit edilmektedirler. Sakladıkları gerçek ise, –146. âyette görüleceği gibi– Kur’ân'ın ilâhî bir kitap, Muhammed'in de Allah'ın elçisi olduğunu kendi oğullarını bildikleri gibi bildikleri gerçeğidir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla