Tekil Mesaj gösterimi
Alt 1. January 2011, 02:01 PM   #10
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.017
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Râbıtanın Tarihi ve Kaydettiği Aşamalar


Râbıta ne kadar bir geçmişe sahiptir, ya da bugünkü anlamda ilk kez ne zaman söz konusu edilmiştir? Bu inanış tarzı kim ya da kimler tarafın*dan Nakşibendî doktrinine yerleştirilmiştir?

Aslında bu ve benzeri soruların cevabını Nakşibendî Tarîkatı'nın, kaydettiği evrimin akışı içinde aramak lazımdır. Çünkü bizzat bu tarîkatın ruhanileri ve ileri gelenleri tarafından bu konuda söylenmiş olan sözlere bakılacak olursa Tarîkat, tarih boyunca aşamalarla çeşitli adlar almış ve içinde faaliyet gösterdiği muhitlerin gelenek ve anlayışlarıyla yeni yeni içerikler kazanmıştır.

Müteveffa eski Ağrı Milletvekili ve «Doğu»'nun ünlü Nakşî şeyhlerinden Muhammed el-Küfrevî'nin torunu ve O'nun temsilcisi Kasım Kufralı (Küfrevî), 1949 yılında yazdığı «NAKŞİBENDÎLİĞİN KURULUŞ VE YAYILIŞI» adlı eserin önsözünde aynen şunları söylemektedir:

«İlk şeyhlerinin Türkistan ve Maverâünnehrli olmaları dolayısıyla Nakşibendîliğe bu muhitin anane ve âdetleri de girmişti. Tesirleri türlü şekillerde tezahür eden bu gelenekler dolayısıyla Nakşibendîliğin Türk fikriyâtı bakımından da tetkiki gerekiyordu.»

Nitekim Kasım Kufralı bunları tetkik etmiş, (incelemiş) ve birçoğunu ortaya çıkarmıştır; ki bunların en önemlisi Nakşibendî Tarîkatı'nın hangi tarihlerde kurulduğu konusudur. Çünkü Nakşibendîler, «Silsile-i Sâdât» diye adlandırıp, birbirine bağladıkları birkaç düzine insandan oluşan hayâlî bir tarîkat zinciri aracılığıyla bu teşkilatı her ne kadar Hz. Ebubekr'e kadar bağlıyorlarsa da Kufralı bunu âdetâ yalanlarcasına (yine bu kitabının önsözünde) şunları kaydetmektedir:

«Mevcut eserlere dayanılarak Nakşibendîliğin teessüs tarihi Gazneliler zamanına kadar çıkarıldığı için, tarîkatın bu hanedân zamanından itibaren hakiki hüviyetini ihraz etmeye başladığı, Hâce[1] Yusuf el-Hemedânî devrine kadar geçirdiği istihâle tetkike mebde' ittihaz edilmiştir.»

Nakşibendîliğin âdetâ cenneti haline getirilmiş bulunan Türkiye'de «bu tarîkatın bağlıları, neden son zamanlarda râbıta üzerinde titizlikle durmaya başladılar?» sorusuna gerçek anlamda bir cevap bulabilmek için -yukarıdaki alıntılardan da anlaşıldığı üzere- bu tarîkatın tarihini irdelemekle ancak mümkün olabilecektir. Her ne kadar Nakşibendîliğin tarihi (bu çalışmada) amaç değilse de konunun ana çekirdeğini oluşturan râbıta hakkındaki ayrıntıların su yüzüne çıkarılabilmesi açısından bu mistik akımın geçmişini biraz eşelemek burada az çok önem taşımaktadır.

Nakşibendîliğin, genelde Türklere mahsus bir İslâm modeli olduğunu söylemek yanlış olmaz. (Sırf Kurân-ı Kerîm'e ve Rasulullah (s)'ın Sünnetine bağlı Müslüman azınlığın dışında kalan) Anadolu’daki hemen bütün Türkler, bilerek veya bilmeyerek İslâm’ı bu model içinde benimsemişlerdir. Hatta ve hatta Türkiye'deki «dindar» Kürtler’in, Arapların ve diğer Müslümansı azınlıkların da İslâmî anlayışı, egemen kitle olan Ortodoks Sünni Türklerin etkisi altında Nakşibendîleşmiştir. Bu bakımdan kurallarıyla, âyinleriyle ve dış dekoruyla topluma aşıladığı zihniyet ve ona verdiği yön bakımından, Nakşibendîliğin serüvenini araştırarak râbıtanın tarihi hakkında tesbitler yapmak daha doğru olur.

Bu tarîkatın gerçek anlamda Türklerin milli dini olduğunu en çarpıcı şekilde kanıtlayan aşağıdaki sözlerin bizzat Şah-ı Nakşibend tarafından söylendiği Nakşibendîliğin en güvenilir bir kaynağında yer almaktadır.

«Ol hâbı ana dedim. Buyurdularki: " – Ey oğul ! Sana meşayih-i Türkden nasib erişse gerektir.»[2]

Nakşibend'in, gördüğü bir rüyayı büyükannesine anlattığı zaman O'nun, bu düşü nasıl yorumladığını anlatan yukarıdaki sözler bugünkü Türkçe ile şöyledir:

«O rüyayı ona söyledim. Buyurdular ki: " –Ey oğul! sana Türk şeyhlerinden bir pay ulaşsa gerektir. » Yani Türk şeyhleri seni eğitecek ve sana yön vereceklerdir.

Bu iki cümleden bile çok rahatça anlaşılmaktadır ki: Türklük ideali, Nakşibend'in doğduğu ta Miladî 1318 yıllarından itibaren İslâm'ı sırf bu millete mahsus bir din kalıbına dökmek için Nakşibendî Tarîkatı'na çok önemli bir rol yüklemeye başlamıştır.



Bu ipucundan hareketle iz sürülürse çok net bir şekilde görülecektir ki doğrudan doğruya İslâm'ı Kur'ân'dan anlamak ve O'nu, orijinal nitelikleriyle alıp hayata geçirmek, daha o zaman Türkün milli idealine sığmamıştır. Çünkü tarîkat kapısından girerek İslâm'la tanışan Türk insanı, genellikle «Ben önce Türküm, ondan sonra Müslümanım» diye düşünmüştür. Bu özellik aynı zamanda İranlılar için de söz konusudur. Nitekim, İranlılar için Şiîlik, nasıl ki bir İslâm modeli haline gelmişse Türkler için de Nakşibendîlik bir İslâm modeli haline gelmiştir. Bu nedenle, İranlı Şiî’nin vicdanında «Âyetullah» denen kutsal kişiliğin yeri ne ise Nakşibendî Türkün vicdânında da «Efendi Hazretleri»'nin yeri odur.

Arı İslâm'ın eski Türkler arasında salt bir Arap dini olarak algılanmış olması gibi çok güçlü bir ihtimalin varlığını eğer düşünecek olursak, elbette ki dil ve kültür farklılıklarından kaynaklanan birtakım sorunların, İslâm'ın Nakşibendîleştirilmesinde büyük etken oluşturduğuna da inanmamız gerekir. Dolayısıyla «Alternatif bir İslâm şekli»'nin elde edilebilmesi için elbette ki çeşitli malzemelere gereksinim vardı. Nitekim eski Türk rûhânîlerinin yaptığı iş, bu malzemeleri bulmak olmuştur. İşte bunlardan biri de «râbıta»'dır.

Tarîkata çok sonraları girmiş olan râbıta hakkında kanıtsal bilgilere ulaşabilmek ise, bu konuda gerek bizzat Nakşîler tarafından, gerekse karşıtları tarafından kaleme alınmış yazıları incelemekle ancak mümkün olabilir. İşte şimdi de sıra bu belgelerde...





--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Bu kelime Farsça’dır. Efendi, reis, öğretmen, başkan ve önder gibi anlamlarda kullanılır. Ancak Türkçe’ye zaman içinde girmiş olan binlerce Arapça Farsça ve çeşitli dillerden sözcüklerin uğradığı sonuçta olduğu gibi bu kelimenin de hem yazılış, hem söyleyiş biçimi bozulmuştur. Yukarıdaki alıntıda görüldüğü üzere, yalnız eğitimsiz insanlar değil, bilakis okumuş, sözde kültür almış birçok kimse de artık bu kelimeyi (bir galat-ı Meşhûr olarak) «Hoca» şeklinde yazmakta ve okumaktadır. Yukarıdaki alıntıda yazar, bu sözcüğü her ne kadar aslına uygun biçimde yazmak istemişse de Farsça’daki yazılışına uygun olarak okunabilmesi için Latin harfleriyle (Hâce değil), «Khuwâce» şeklinde yazılması gerekir.

[2]. Bk. Nefehât Ter.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
Miralay (2. January 2011), Muhabbetci (18. January 2011)