Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 01:04 AM   #41
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

“ER-RİBA”NIN YASAKLANMA SEBEBİ

Bu soruya cevap ararken hatırdan çıkarılmaması gereken bir âyet vardır:

Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. (Necm/39)

Yukarıdaki âyette, emeksiz-risksiz elde edilen kazancın bir değeri bulunmadığı bildirilmektedir. Başka âyetlerde ise, bu tür kazanç elde etmek, “malların hakksız yolla yenmesi” olarak tanımlanmakta ve “insanların kendilerini öldürmesi” olarak nitelenmektedir:

Aranızda mallarınızı da bâtıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını, bilerek ve günah ile yemek için, hâkimlere aktarmayın. (Bakara/188)

Ey iman etmiş kişiler! Mallarınızı kendi aranızda yaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere, aranızda hakksız yolla yemeyin, kendilerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhametlidir. (Nisâ/29)

Bir şeytân emri, bir tehlike olduğuna dikkat çekilen bu tür davranışlardan, insanların kendilerini ancak infak yaparak kurtarabilecekleri bildirilmiştir:

Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size aşırılığı [çirkin hayasızlığı] emreder. Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder. Ve Allah vâsi'dir [ilmi ve rahmeti sonsuz geniş olandır], en iyi bilendir. (Bakara/268)

Ve Allah yolunda infak yapın, ellerinizi [kendinizi] ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin, güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri, güzelleştirenleri sever. (Bakara/195)

Bunlardan başka Allah, mal ve servetin, belli bir zümrenin kontrolünde bulunmasını da istememektedir:

Allah'ın, o kent halkından, Rasûlü'ne verdiği ganimetler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirler –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir,– yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması çok çetin olandır. (Haşr/7-8)

Yukarıdaki âyetlerden anlaşılacağı üzere Yüce Allah, mal ve servet verdiği kimselerin, ellerinde tuttukları fazlalıkları muhafaza etmelerine veya daha da arttırmalarına imkân veren davranışlardan kaçınmalarını, kendilerine verilen bu fazlalıkları infak yoluyla harcamalarını, kişilerin gerçek kazançlarının ancak çalışıp didinerek elde edilenler olması sebebiyle boşu boşuna karşılıksız kazanç sağlama girişiminde bulunmamalarını istemekte, aksi davranışların ise “insanların kendi kendilerini tehlikeye atmaları”, hatta “birbirlerini öldürmeleri” anlamına geleceği ihtarını yapmaktadır.

Bu noktada, her müslümanın, Allah'ın helâl kıldığı “alış-veriş”in ve harâm kıldığı “riba”nın kapsamları üzerinde iyice düşünmesi gerekir. Çünkü, ribadan vazgeçmeyenlerin, “Allah ve Elçisi'nin kendilerine savaş açmış olduğu kimseler” olarak ilân edilmesi sebebiyle mesele büyük önem taşımaktadır. Allah ve Elçisi'yle savaşan birinin ise, Allah ve elçilerinin mutlak gâlip gelecek olmaları sebebiyle, mahv u perişan olacağı kesindir:

Allah, “Elbette Ben ve elçilerim gâlip geleceğiz” yazmıştır. Şüphesiz Allah kavî'dir, azîz'dir. (Mücâdele/21)

“ER-RİBA”NIN KAPSAMI?

Bu önemli konudaki kapsam belirleme tahliline, Kur’ân'ın indirildiği dönemde uygulanmakta olan riba çeşitlerinden başlamakta yarar görüyoruz.

İster paraya, ister mala bağlı olsun “nesi’e ribası”nın bütün işlemlerinde, verilen ve geri alınan para veya mal miktarları arasındaki fark, vade sebebiyle oluşturulduğundan, yani bu riba çeşidi, vadeye bağlı bir ödünç verme işleminden kaynaklandığından, bu kapsamdaki işlemlerden sağlanan kazançlar tam anlamıyla “karşılıksız fazlalık” hükmündedir, dolayısıyla da “er-riba”dır. Örnek olarak, ödünç olarak verilen para karşılığında ana paranın haricinde alınan her türlü fazlalık, nasıl “er-riba” ise, elindeki 10 kile buğdayı ödünç verip, altı ay sonra 12 kile buğday almak da “er-riba”dır.

“Fazlalık ribası”nın söz konusu olduğu mal takasında ise, ortaya bir “karşılıksız fazlalık”ın [er-riba'nın] çıkması, mantığa uygun görünmemektedir. Çünkü ister farklı, ister aynı cinsten olsun iki malın takas edilmesinde işlem, o malların ederleri ölçü alınarak yapılacağı için, böyle işlemlerde taraflardan herhangi biri lehine “karşılıksız fazlalık” oluşması anlamsızdır. Meselâ, 1 kg. hurmanın ederi 20 TL, 1 kg. sofralık zeytinin ederi 10 TL ve 1 kg. yağlık zeytinin ederi 5 TL ise, elindeki 1 kg. hurma ile zeytin almak isteyen kişi, ya 2 kg. sofralık zeytin veya 4 kg. yağlık zeytin alacaktır. Böyle bir işlemde miktarlar arasındaki farkların “karşılıksız” olduğunu söylemek mümkün değildir. Veyahut, elindeki 1 kg. sofralık zeytini yağlık zeytinle takas etmek isteyen kişi, 2 kg. yağlık zeytin talep edecektir. Çünkü ederi yüksek olan malın sahibinin, kendi malının bir ölçeğine karşılık, ederi düşük olan maldan daha fazla ölçekte mal talep etmesi kadar doğal bir şey yoktur. Kaldı ki, ederi yüksek olan malın sahibi, böyle bir takası tercih etmeyip alış-veriş yoluyla önce kendi malını para ile satsa, sonra da diğer malı başkasından parayla satın alsa, ederi düşük olan maldan yine aynı ölçekte alacaktır. Yani, ortada herhangi bir aldatma veya aldanma yoksa, bu takas ticarî bir alış-veriştir. Dolayısıyla da, aynı cins malların takası sırasında, miktarlar arasında kalite sebebiyle ederi yüksek mal sahibinin lehine oluşan farkın “er-riba” olarak değerlendirilmesi mümkün değildir.

Bizce “er-riba”nın en başta gelen ögesi, ister parayla ister malla olan ödünç verme işlemlerinde alınan fazlalıktır. Faizin, harâm kılınan riba kapsamı içinde olduğu hususu tartışmasız olmasına rağmen, bazıları günümüzdeki faizli muamelelerin, “zaruret hâli” istisnâsı gibi mütalâa edilip edilmeyeceğini tartışmaya açmışlar ve faizi; “paranın, enflâsyon karşısında değer kaybını önler” veya “paranın kirasıdır” gibi birtakım düşüncelerle yasak kapsamı dışına çıkarma gayreti içine girmişlerdir. Allah'ın yasaklamış olmasına aldırmayan bazı kişiler ise faizin, ekonomik gelişmenin en önemli araçlarından biri olduğunu iddia etmişlerdir. Hâlbuki faizin nasıl bir belâ olduğunu anlamak için yakın târihimize bakmak yeterlidir:

Osmanlı Devleti, ilk kez 1854'te Kırım savaşı'nın getirdiği mâlî yükü hafifletmek amacıyla istikraz [tahvil çıkarma] yoluyla dış borç aldı. Dış borçlar, yatırım alanı arayan Avrupa sermayesinin özendirmesi ve bazı yenilikler için yapılan harcamalar nedeniyle hızla arttı. 1854-74 arasında 15 kez istikraz yoluyla dış borç alındı. Borcun toplamı 5.297.676.000 altın franka, bunların yıllık faizi de 300.000.000 franka ulaştı. Osmanlı Devleti bu borçların faizlerini bile ödeyemez duruma düşünce, Ekim 1875'te, vadesi gelen taksitlerin yarısını ödeyeceğini açıkladı. Ama bu taksitleri de ancak üç ay ödeyebildi ve Mart 1876'da ödemeler bütünüyle durdu. Osmanlı hükümeti daha sonra Galata bankerlerinin verdiği kısa vadeli borç ve avanslardan oluşan iç borç ödemelerini de durdurdu. 22 Kasım 1879'da imzalanan anlaşmayla bu borçların faiz ve anaparası karşılığı olarak damga, müskirat, balık avı, tuz ve tütün resmi 10 yıl süreyle alacaklılara bırakıldı.[294]

Osmanlı İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi, devletlerin borcunu ve o borcun faizini, ondan yararlanmayan halk ödemektedir. Hatta, batan kredi kurumlarının borçlarının devlet kasasından ödenmesi sûretiyle, bir kısım mevduat sahiplerinin kurtarılması yükü de tamamen halka yüklenmektedir. Bunlar ise, “zulüm”den başka bir kelime ile açıklanması mümkün olmayan durumlardır.

“er-Riba”nın bir numaralı unsuru olan faiz, bireyler üzerinde de maddî-manevî öldürücü etkiler doğurmaktadır:

* Faiz, insanları çalışmaktan alıkor.

Çünkü imkânı olan kimseler, paralarını faize vermek sûretiyle emeksiz, risksiz kazanç sağlayacaklarından, çalışmaya gerek duymazlar. Bu durum, toplumsal hareketliliğin düşmesine ve verimliliğin azalmasına yol açar. Zira borçlu çalışır ve kazanır, ama onun çalışarak elde ettiği kazançtan, faiz alan kişi de çalışmadan beslenir. Oysa bir ülkenin refahının artması, ancak her alanda daha fazla çalışmak ve daha fazla üretmek ile mümkün olabilir.

* Faiz, yardımlaşma ve dayanışmayı ortadan kaldırır.

Faiz gibi emeksiz ve risksiz kazanç, genellikle insanları bencilliğe iter. Dolayısıyla, mal ve servet sahipleri, ihtiyacı olan kardeşlerine yardım etmek yerine faize yatırmayı tercih ederler. Allah'ın emrettiği “ihtiyaç sahiplerine yardım” yolunun açılması için, faizle elde edilecek kazanca itibar edilmemesi gerekir.

* Faiz, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar.

Yüksek oranlı ve uzun süreli enflâsyon dönemlerinde spekülâtif yatırım yapanlar hariç, borç alıp faiz ödeyenin zengin olduğu görülmüş bir şey değildir. Çünkü faiz oranları, elinde parası olanlar tarafından belirlenir ve bu kişiler faiz oranlarını, içinde bulunulan ekonomik ortamın imkân verdiği kazanç oranlarındaki aslan payını kendileri alacak şekilde belirlerler. Yani faiz oranları, o ortamda sağlanabilecek ortalama rantın daima büyük kısmına tekabül eder. Dolayısıyla, faizle borç alan yatırımcının zengin olmasına değil, ancak geçinmesine, başka bir ifade ile ancak borçlanmayı sürdürebilmesine izin verilir. Eğer borç alan yatırımcı değil de ihtiyaç sahibi, yani fakirse, bu kişinin faiz ödeyerek daha da fakirleşeceği zaten ortadadır. İşte bu yüzden; toplumda küçük bir azınlığın refah, çoğunluğun ise yoksulluk içinde yaşamalarını sağlayan ve sürekli kılan bir ortamın sebebi olduğu için faiz, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapar. Ama iş bununla bitmez, bu tarz bir düzenin, çoğunluğu teşkil eden dar gelirliler bakımından giderek cehenneme dönüşmesi kaçınılmazdır. Çünkü böyle toplumlardaki faizci zenginler, zenginleştikçe hayatlarından ve servetlerinden daha fazla endişe eder hâle gelirler ve onları koruyabilmek için de daha değişik zulüm yollarına başvururlar.

* Faiz, şükretmeye engel olur, kişiyi Allah'a karşı nankör yapar.

Allah tarafından fazlalıklı kılınmış varlıklı kimselerin, bu fazlalıklarının karşılığını zekât, sadaka ve infak yollarıyla ödeyerek Allah'a şükretmeleri gerekir. Ama kolay, emeksiz ve risksiz bir kazanç olan faizin cazibesine kapılan insan, Allah'ın kendisine verdiği nimetlerin karşılığını Allah'ın gösterdiği adreslere iletmek yerine faize meyleder ve tuzağa düşüp bu görevleri yerine getirmez. İnsanın bu yanlışa düşme ihtimalinin yüksek olduğunu çok iyi bilen Rabbimiz, Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm çok nankör ve günahkâr kimseleri sevmez (Bakara/276) ifadesiyle, faizi de kapsayan ribanın kimseye hayır ve bereketinin olmayacağı, çünkü Kendisinin onu yok edeceği tehdidi ile birlikte sadaka ve infakın dünya ve âhirette kat kat iade edileceğini vaad etmiş, böylece insanların nankörlüğü değil, şükrü tercih etmeleri gerektiğini bir kez daha hatırlatmıştır. Aynı mesele Kur’ân'da, “Allah'ın yaklaşma dediği ağaçtan Âdem'in tatması ve hemen istifçiliğe başlaması” şeklinde temsilî olarak da anlatılmıştır.

Faiz, başta psikolojileri olmak üzere kişilerin iş hayatlarının, geçimlerinin ve aile düzenlerinin alt üst olmasına yol açmaktadır. Böyle bireylerin toplum içinde giderek çoğalması da toplumu adım adım tehlikeye yaklaştırmaktadır. Faizin kölesi hâline gelmiş bir toplum ise, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini tüketmesi sonucunda sömürgeleşmeye maruz kalmaya mahkumdur. Evet faiz, fakirlerin köle, ülkelerin de sömürge hâline gelmesinde en büyük etkenlerden biridir.

Ancak, “er-riba”, faize indirgenemez. Çünkü yukarıda saptadığımız gibi “karşılıksız” ve “risksiz” her fazlalık yasaklamıştır. Dolayısıyla Müslümanların, sadece faizden uzak durup, “er-riba” kapsamına giren diğer karşılıksız fazlalıkların harâm olmadığını düşünerek kendilerini kandırma hatasına düşmemeleri gerekir. Fakat ne yazık ki insanlar için “er-riba” vazgeçilmez hâle gelmiş, bu tatlı kazancı bırakmak istemeyenler, “er-riba”yı faize indirgemek ve yedikleri “er-riba”yı da muamele-i şer’iyye denilen uygulamalarla faiz görüntüsünden çıkarmak sûretiyle, yaptıklarının, Allah'ın yasakladığı “er-riba” kapsamında olmadığına kendilerini inandırmışlardır.

Eğer söylenenler doğru ise, muamele-i şer’iyye denilen ve “Alacaklı tarafın borçludan, faiz sayılmayacak bir menfaat elde etmesini temin için yapılması gereken işlem” olarak tarif edilen bu çeşit uygulamalara dayanak teşkil eden fıkhî çözümlerin (!) bulunuşu, 700'lü yıllara kadar gitmektedir. Çeşitli usûller ihtiva eden bu uygulamalardan biri şöyledir: Para sahibi, vadeli olarak vereceği 10 dirheme karşılık 13 dirhem almak istiyorsa, o zaman borçlanacak olan tarafa, 13 dirheme bir mal satar ve teslim eder. Borçlanacak olan kişi de o malı üçüncü bir şahsa 10 dirheme satar ve teslim eder. Sonra bu üçüncü şahıs da o malı ilk sahibine 10 dirheme satar, parayı peşin alıp malı teslim eder. Sonra biraz önce aldığı malın bedeli olmak üzere 10 dirhemi, borçlanacak olan kişiye verir. Böylece mal, ilk sahibine, yani karşı tarafa borç vermek isteyen kişiye 10 dirhem karşılığında dönmüş ve karşı tarafın ona vadeli 13 dirhem borcu olmuş olur.[295]

Görüldüğü gibi, “alacaklı, borçlu, menfaat elde etme” gibi, ödünç verme işlemlerine has kavramlar olan bu uygulamalar, özünde şikeli alış-verişlerle borçlunun alacaklıya faiz kadar fazla ödemesini sağlamaktan başka bir şey değildir. Sadece ödemeler, faiz adıyla yapılmamaktadır. Hukuk dilinde “kanunu dolanma” denilen bu tür davranışlarla Allah'ın koyduğu yasağı dolandığını zanneden bazı kıt akıllı sapkınlar günümüzde de varlıklarını sürdürmektedirler. Meselâ, bankacılık sisteminin varlık sebebinin faiz olmasına rağmen birtakım çevreler “faizsiz bankacılık” diye bir kavram icat ederek, bu iddia ile kurdukları şirketlerden, kendilerine para yatıranlara “kâr payı” adı altında ödemeler yapmaktadırlar. Bu kâr payları, isteyene üç aylık, isteyene altı aylık, isteyene de yıllık olarak ödenmekte ve ne enteresandır ki, dönemlere göre yapılan ödemeler herkes için hep aynı tutarda olmaktadır. Yani, bu faizsiz bankaların, topladıkları paralarla ortak oldukları şirketlerin hepsi; tahsilâtlarını hep aynı dönemlerde yapmakta, dolayısıyla da kârlarını, ilan ettikleri ödeme dönemlerine uygun olarak elde etmekte ve hep aynı oranda kâr etmektedirler. Oysa, bu şirketlerin hepsinin; kârlarını ve giderlerini öngörerek dağıtılabilir kazanç olarak hesaplamaları mümkün olsa bile, tahsilâtlarını bu faizsiz bankaların ilan ettikleri kâr dağıtım dönemlerine uygun bir şekilde yapmaları ve kârlarını dağıtılabilir hâle getirmeleri mümkün değildir. Bu durumda, bu şirketlerin kâr payı adı altında yaptıkları ödemelere, “karşılıksız fazlalık”tan başka bir şey denemez. Bu yargımızı doğrulayan bir diğer husus da, bu faizsiz bankaların birçok şirkete ortak olduklarını ilân etmelerine rağmen, sanki bir tek şirketin kârını dağıtıyormuş gibi, hep aynı oranda kâr payı dağıtmalarıdır.

“er-Riba”nın bir diğer önemli unsuru da spekülâsyondur. Spekülâsyonu, “ileride fiyat değişikliğine uğrayacak malların aradaki fiyat farkından yararlanarak kâr etmek amacıyla önceden satın alınması” şeklinde tarif eden Ekonomi Ansiklopedisi, spekülâsyona sebep olacak fiyat değişikliği beklentilerinin başlıcaları arasında savaş, kıtlık ve enflâsyonu saymıştır. Görüldüğü gibi spekülâsyonda kâr beklentisi, herhangi bir çalışmaya veya hizmete değil, sadece fiyat artışına dayanmaktadır. Üstelik bu fiyat artışlarının da, birçok kişinin mahvına yol açacak afetler sebebiyle gerçekleşmesi beklenmektedir. Böyle bir kazanç umarak yapılacak alış-verişten sağlanan kârın, Allah'ın helâl kıldığı alış-veriş kârı cinsinden bir kâr olmayacağı ortadadır.

Özünde yine spekülâsyon gibi fiyat artışından kâr sağlama anlayışı olan, ama ondan çok daha çirkin başka bir “er-riba” unsuru daha vardır ki bu, “istifçilik” veya “karaborsacılık” denen rezilliktir. Bunu, spekülâsyondan daha çirkin kılan özelliği, yapılan mal alımlarının, piyasada o malın kıtlığına yol açarak fiyatının artmasını doğrudan etkileyecek miktarlarda olmasıdır.

Adına ister spekülâsyon densin, ister istifçilik densin, bunların “er-riba” kapsamına girmelerinin sebebi; her iki davranışın da, emeksiz olarak kazanç sağlamaya yönelik oluşlarıdır.

Bu açıdan bakıldığında, Allah'ın kendilerine bahşettiği fazlalıkları yabancı ülkelerin paralarına yatırarak, ileride kendi ülkesinin parası aleyhine gelişecek kur farklarından kazanç sağlamayı umanların veya faaliyet alanlarına bakıp muhtemel kârlarını değil de, piyasada oluşacak fiyatlarını hedefleyerek şirketlere, borsa kanalıyla ortak olanların, vicdan muhasebesi yapmalarında yarar vardır. Çünkü ne kur farkı beklentisi ile yapılan döviz alımlarının spekülâsyondan bir farkı vardır, ne de borsa gibi, büyük sermaye sahiplerinin oyuncağı hâline gelmiş bir kumarhaneden alınan hisse senetleri gerçek anlamda bir ortaklık hükmündedir.

Ülkemizde son zamanlarda uygulamaya konmuş bir diğer “er-riba” işlemi de, Vadeli İşlemler Borsası denilen kuruluş bünyesinde yapılmaktadır. Görünüşte ileriye matuf alım veya satım sözleşmeleri mahiyetinde olan bu işlemlere konu olan materyal, mal cinsinden olabileceği gibi, değişik ülke paraları cinsinden de olabilmektedir. Sözleşmelerin tarafları ise alım veya satım emirlerini verenler ile onlara böyle bir ortamı sağlayan kuruluşlardır. Bu işlemlerde alım veya satım emirlerini verenler, kesinlikle gerçek alıcı veya satıcı değildirler. Onlar, sözleşmede belirtilen gün geldiğinde, sözleşmedeki malları ne gerçekten alırlar, ne de satarlar, sadece sözleşmede yazan paraları öderler veya tahsil ederler. Özetle bu işlemler gerçek alış-verişlerle ilgili olmayıp, birtakım nesnelerin ileride oluşacak fiyatlarının tahmini üzerinden oynanan bir çeşit kumardır ve bu işlemlerin, Allah'ın helâl kıldığı alış-veriş ile hiç alâkaları yoktur. Ancak, Kapitalizm dininin önemli unsurlarından olan borsalar hakkında; ileride oluşacak fiyatların bilinmemesi sebebiyle borsa işlemlerinde bir riskin söz konusu olduğu, riski olan işlemlerden sağlanacak kazancın ise, baştan belirlenen faiz işlemlerindeki ile aynı sayılamayacağı yolunda birtakım fikirler ileri sürülmektedir. Bizce bu görüş sahiplerine öncelikle, “Tamamen riskten ibaret olan kumar, bu mantığa göre helâl mi sayılacak?” sorusu sorulmalı, sonra da helâl kazancı, “er-riba” işlemlerinden sağlanan kazançtan ayıran esas özelliğin risk değil, “bir emek karşılığı olması” olduğu hatırlatılmalıdır.

BANKACILIK ve İSLÂM

Bankalar, birikim sahiplerinden faiz karşılığında topladıkları fonları, iskonto, ödünç verme ve diğer mâlî işlemlerde, kendi hesaplarına ve yine faiz karşılığında kullanmayı esas iş edinmiş finansman kurumlarıdır. Yani faiz, bankaların yegâne hayat kaynağı, vazgeçilmez unsurudur. Faiz aynı zamanda da, Kapitalizm dininin ekonomik düzeninde sistem çarklarının dönmesi için gerekli olan dişlilerden biridir. Bu ilişki içinde bankalar, kapitalist ekonomilerin olmazsa olmazı durumundadır.

İslâm'da ise “er-riba”, dolayısıyla da “er-riba”nın bir numaralı unsuru ve en kötü türü olan faiz, tartışmasız olarak harâm kılınmıştır. Bu duruma göre aslında, sistem çarklarının dönmesi için faizin gerekli olduğu kapitalist düzenin ve bu düzenin yürümesini temin için faiz temeli üzerine kurulmuş bankacılık sisteminin İslâm'la bağdaşması mümkün değildir. Fakat ne yazık ki tam tersine, halkının büyük çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerin hemen hepsinde kapitalist sistem tercih edilmiş ve o ülkelerdeki Müslümanlar da, özünde birbirlerine taban tabana zıt olan İslâm dini ile Kapitalizm dinini birlikte yaşar hâle gelmişlerdir. Hâl böyle olunca, iki din arasındaki zıtlıkların giderilmesi için bazı kuralların yumuşatılmalarına ihtiyaç duyulmuş, ama her nedense bütün yumuşatmalar, “gelişmenin gereği”, “uygulanması kaçınılmaz” gibi söylemler ileri sürülerek hep İslâm dininde yapılma cihetine gidilmiştir. Bu yöndeki gayretler öyle akıl almaz şekil ve boyutlara varmıştır ki, kelimelerin anlamları değiştirilmiş, otorite olarak tayin edilen kişilere fetvalar verdirilmiş ve sonunda İslâm dini, Allah'ın vahyettiğinden çok farklı bir şekilde uygulanır hâle gelmiştir.

Faiz konusundaki gayretler ise âdeta saldırıya dönüşmüştür. Bir taraftan ulema sıfatlı kişiler yukarıda örneğini verdiğimiz gibi, birtakım aldatmacalarla faize fıkhî çözümler (!) üretmişler, diğer taraftan kapitalist zihniyet sahipleri, “Verilen ödünç paranın borçlunun elinde uzun müddet kalması, fazladan alınacak paranın [faizin] bir karşılığıdır. Çünkü borç verilen para, eğer o müddet içinde borç verende dursaydı o kişi, onunla ticaret yaparak kazanç sağlayabilirdi” veya “Borç alan kişi, aldığı para ile ticaret veya yatırım yapıp kazanç sağlıyorsa, kazancının belirli bir oranını paranın esas sahibine ödemesinin ne sakıncası olur?” türünden sözlerle, insanların zaten bulandırılmış akıllarını iyice çelmeye uğraşmışlardır. Gerek ulema sıfatlıların, gerekse kapitalist zihniyetlilerin konuya yaklaşımları; faizi, helâl kılınan alış-veriş kârına benzeterek onunla eşdeğer kılmaya, yani Allah'ın koyduğu yasağı yasaklıktan çıkarmaya yönelik olup, Allah ve Elçisi ile yapılan savaş hükmündedir. Bir başka ifade ile bu şeytân çarpmış kişilerin, Allah ve Elçisi ile savaşı göze almalarının tek sebebi, Kapitalizm dininin vazgeçilmez unsuru olan faizi Müslümanlara uygulattırabilmektir. Ancak, Allah'ın emrine uyup aklını çalıştıran Müslümanların hemen fark edecekleri gibi, fıkhî çözümlerdeki uygulamalar ile kapitalist zihniyet sahiplerinin kabulleri arasında ciddî bir çelişki vardır. “Muamele-i şer’iyye”lerde borçluya mutlaka zararlı bir alış-veriş yaptırılmasına karşılık, faizi, “borç verenin ticaretten yoksun kalmasının karşılığı” veya “borç alanın elde ettiği kârdan borç verene hakkaniyete uygun olarak ödenmesi gereken pay” olarak gören zihniyet ise, zararı hiç hesaba katmamaktadır. Yani, borç alan kişi, aldığı borçla yaptığı işten zarar etse, bu durum “muamele-i şer’iyye”ye uygundur, ama bunun faizli sistemde kabul edilmesi asla mümkün değildir. Çünkü faizli sistemde, verilen para karşılığı adı konmuş bir fazlalığın ödenmesi kesin hükümdür ve borç alan kişi zarar etse bile, gerekirse her şeyini satıp hem borcunu hem de faizini ödemek zorundadır. Aslında faizli sistemin bu uygulaması, benzetme yerindeyse, ödünç aldığı yumurtayı kıran birisinden, “bu yumurta civciv, tavuk veya horoz olacaktı” mantığıyla civciv, tavuk veya horoz parası almaktan başka bir şey değildir.

Allah'ın koyduğu yasağı, birtakım yorumlarla sulandırıp Müslümanlara faizli muamele yaptırma çabasında olanlar, “Harâm olan faiz, fakire verilen ödünç paradan alınan faizdir. Bankaya para yatırıp da bankadan faiz alınmasında sakınca yoktur. Zira banka ve bankacı fakir değildir” tarzında bir başka fikir daha ortaya atmışlardır. Tabii ki bu düşüncenin de İslâm açısından kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü Allah, yasağı, ödeyecek olanın güçlü olup olmaması şartına göre koymamıştır. Yani faiz, ister zengin, ister fakir, ister banka; kimden alınırsa alınsın yasal bir kazanç değildir. Ayrıca bankalar, topladıkları parayı ödünç verme işinde kullanmakta olduklarından, bankaya bu amaçla para yatıranlar da, Allah tarafından harâm kılınan bir işlemin [paradan para kazanma işleminin] tarafı olmuş durumuna düşmektedirler.

Konuya, bankalardan kredi alanlar açısından bakıldığında, faizin o istenmeyen çirkin sonuçları daha net olarak görülmektedir. Eğer bankadan borç para alan kişi dar gelirli ise, krediyi herhangi bir ihtiyacını görmek üzere alıyor demektir ve gördüğü ihtiyacının ederinden daha büyük parayı geri ödemek sûretiyle emek ve kazancından, faiz kadar fazlasını bankaya kaptırmaktadır. Eğer bankadan kredi alan ve bu krediyi yatırımda kullanan kişi zengin ise, bankaya ödediği faiz giderini yaptığı işin maliyetine yansıtmakta, böylece de aldığı faizi hiç kusuru olmayan tüketiciye ödetmektedir.

Görüldüğü gibi can damarı faiz olan bankacılık, aslında dolaylı veya dolaysız olarak halka zarar vermekte, yani zulmetmektedir. Buna göre de, faizcilik esası üzerine kurulu olan bankalara para yatırmak; kötülüğün, zulmün artmasına ve devam etmesine vesile olmak anlamına gelmektedir. Hâlbuki İslâm dininin ana hedefi, insanları zulümden; soygun ve sömürüden kurtarmaktır. Dolayısıyla, faizin ve faize dayalı bankacılık sisteminin İslâm'la bağdaşması mümkün değildir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla