Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. January 2010, 01:45 PM   #3
Apollonius
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2010
Mesajlar: 57
Tesekkür: 97
34 Mesajina 72 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25
Apollonius has much to be proud ofApollonius has much to be proud ofApollonius has much to be proud ofApollonius has much to be proud ofApollonius has much to be proud ofApollonius has much to be proud ofApollonius has much to be proud ofApollonius has much to be proud of
Standart

KURAN ve SAVAŞ AHLAKI

Kuran’ın savaşa yaklaşımının etik açıdan kabul edilir olup olmadığı hakkında pek çok tartışma yapılmaktadır. “Öteki”ne karşı -barış durumu dışındaki yaklaşımlar- birazdan da göstereceğimiz gibi dört farklı şekilde olabilir. Kuran’ın yaklaşımının kabul edilebilir olmadığını savunan bir kişi, diğer alternatiflerden hangisinin daha doğru olduğunu göstermelidir. Kuran’ın savaş karşısındaki tavrının -tarih boyunca yaşamış tüm Müslümanlarınkinin değil- etik açıdan kabul edilebilir ve sağduyuya en uygun yaklaşım olduğu kanaatindeyiz. Bahsettiğimiz dört farklı yaklaşım şöyledir:

1- Rasyonel veya makul bir sebep olmaksızın savaşmak: Bu durum, daha önce gösterdiğimiz gibi Kuran’a aykırıdır. Tarihte, Thugslar, bu davranış tarzına uygun bir örnek teşkil ederler. Onlar, tanrıça Kali’ye adak olarak yakaladıkları, yakınlarından geçen birçok masumu öldürdüler.[39] Thugsların varlıklarını sürdürdükleri 1200 yıl boyunca bir milyon kadar insanı öldürdükleri zannedilmektedir.[40]

2- Rasyonel sebepler için savaşmak: Genelde ekonomik çıkarlar gibi rasyonel sebeplerin savaşların en önemli nedenini oluşturduklarında şüphe yoktur. Rasyonel sebepler için savaşanlar, adalet veya adaletsizlik kaygılarını bir yana bırakarak, esas amaç olarak güç kazanmak ve kazanılan gücü elde tutabilmek için savaşmışlardır. Tarih boyunca bu yaklaşım, yaygın olarak uygulanmış olmasına rağmen, genelde felsefi açıdan onaylanmamıştır. Machiavelli bu tip bir yaklaşımı açıkça destekleyerek ünlü olmuştur[41] ve ondan sonra da birçok felsefi yaklaşımda benzer fikirler ifade edilmiştir (örneğin Sosyal Darwinizm’de). Kuran’ın yalnızca saldırı karşılığında savaşma izni veren ayetleri ( 22-Hac-39 gibi) bu yaklaşıma onay vermez. Ancak şimdiye kadar incelediğimiz örneklerde görüldüğü gibi, dinin siyasi amaçlar için kullanılması sonucunda Kuran’ın otoritesi, fakihlerin, nasih-mensuh iddialarını ve mevzu hadisleri kullandıkları yorumlarıyla aşılmıştır.Halkın savaşa teşvik edildiği birçok durumda hep çıkara dayalı rasyonel sebepler, dinsel retorikle örtülmüş ve savaşın makul sebeplere dayandığı savunulmuştur.

3- Her şartta pasivizm: Kuran, mutlak bir pasivizme karşı olmakla beraber bağışlamayı cezalandırmaya üstün tutar. Bunu aşağıda alıntılanan ayetlere bakarak anlayabiliriz:

İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman, görürsün ki seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.[42]

41- Fussilet, 34

Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir.[43]

42- Şura, 43

Kuran bağışlamayı üstün tutar, fakat her durumda pasif kalmayı onaylamaz. Bireysel olarak uygulanan -Gandi örneğinde olduğu gibi- veya küçük bir topluluğun uyguladığı pasiflik ile, bir toplumun toptan yok edilmeye çalışıldığı sırada uygulanan pasiflik farklı perspektiflerden ele alınmalıdır. Müslümanlar, saldırıya uğradıklarında ve yok edilmek istendiklerinde savaşa çağrılmışlardır. Mutlak pasivizm, saldırganların azgınlığını arttıracaktır ve çocukların, kadınların ve yaşlıların öldürülmesine izin verilmesi anl***** da gelir. Bu yüzden böyle bir pasivizm hem sağduyuya aykırıdır, hem de etik açıdan da sorunludur.

4- Makul sebepler için savaşmak: Kuran ayetleri makul bir sebebin varlığı durumunda savaşa izin vermiştir ve bu makul sebep saldırıya uğramaktır. (Müslüman olmayan herkese karşı savaşı meşru görenler, makul neden arayışını anlamsızlaştırmışlar ve böylece istediklerine savaş açma konusunda özgürlüğe kavuşmuşlardır.) Kuran’ın saldırıya bağlı olarak savaş açma tavrı etik açıdan, yukarıda sayılan mevcut şıklar içinde, sağduyuya en uygun ve en tutarlı olandır. Uluslararası hukukta dahi meşru-müdafaa insanların en doğal hakları arasında sayılır. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. maddesine göre saldırıya uğrayanların meşru-müdafaa hakkı vardır.[44]

Kuran’da, savaş sırasında olsa bile, neden insanların öldürülebileceğine dair ifadelerin geçtiğini merak edenler olmuştur. Gerçekçi bir dinin, savaş gibi istenmeyen fakat kimi zaman kaçınılamayan bir durumla ilgili açıklamalar yapması çok önemlidir. İslam öldürmeyi yasaklamıştır; dolayısıyla eğer Kuran’da savaş, öldürmenin serbest bırakıldığı istisnai bir durum olarak gösterilmeseydi, o zaman İslam’ın mutlak bir pasivizmi desteklediği sonucuna varılabilirdi.

Kuran’da, savaşın, önce karşı tarafın saldırması şartına bağlanmasının dışında da, “savaş” konusunu ilgilendiren önemli hususlar vardır. Bunların en önemlilerinden biri Kuran’da Hz. Muhammed dışında kararlarına vahiy ile onay verilen hiçbir insanın bulunmadığının bilinmesidir. Bu yüzden, hiçbir insan diğerlerinden epistemolojik olarak farklı bir konumda olduğunu iddia ederek savaş açılması ile ilgili kararlarının tartışılmaz olduğunu savunamaz. Tarih içinde farklı dinlerden pek çok dini otorite, toplumun geri kalanından farklı bir epistemolojik durumda olduklarını iddia etmişlerdir. Örneğin Kilise, Kutsal Ruh’un (Cebrail) koruması altında olduğunu söyleyerek, kendi epistemolojik konumunun halktan farklı olduğunu ileri sürmüş ve tüm karar ve görüşlerinin doğruluğunu böylelikle temellendirmeye çalışmıştır. Kuran’da böylesi bir tavra onay olmamasına rağmen İslam dünyasında da benzer iddialarda bulunanlar olmuştur. Bazı insanların evliya olduklarına ve bu kişilerin epistemolojik durumları dolayısıyla halkın asla erişemeyeceği bir takım özel bilgilere sahip olduklarına inanılmış, bu kişilerin her kararının tartışmasız olarak kabul edilmesi gerektiği savunulmuştur. Evliya olma iddialarının yanında bir kişi, bir de Mehdi olarak kabul edilirse, o zaman kendisine duyulan bağlılık çok daha fazla artar. Bu tip inanışlar, özel konumda olduğuna inanılan bu kişilerin savaş ilanlarının tartışılmaz olarak doğru kabul edilmesine; bu savaşların, Kuran’a uygun/aykırı veya adil/adaletsiz olduğu tartışmalarının ihmal edilmesine sebep olmuştur ve bundan sonra da olabilir.

Mehdi diye bir şahsın dünyanın sonuna doğru geleceği ve kafirlere karşı savaşıp İslam’ı muzaffer edeceği inancı hem Sunnilikte hem de Şiilikte vardır. Şiiler -genel olarak- bu şahsın 1100 yıldan uzun bir süredir saklanan bir kişi olduğunu iddia ederler. Şiilikte Mehdi konusu o kadar önemlidir ki, Ayetullah Humeyni’nin devrim yapacak güce sahip olmasında bile Humeyni’nin Mehdi ortaya çıkana dek ona vekalet ettiğine dair inancın rolü olmuştur. Sunnilikte ise binlerce ayrı cemaatin liderleri kendilerini Mehdi ilan etmişlerdir. Mehdi olduğuna inanılan şahıs, takipçileri üzerinde büyük bir siyasal güç kazanır. Weberci perspektiften bakıldığında, Mehdiler’in karizmatik otoritenin en mutlak modelini oluşturdukları görülür. Terörizmin kökenlerine dair tüm tartışmalarda her zaman ismi anılan Hasan Sabbah da bu inancı istismar etmiştir.[45] Oysa, Kuran’da Mehdi ile ilgili tek bir ayet yoktur. Hadisler üzerine yapılan modern araştırmaların birçoğu Mehdi hadislerinin mevzu olduğunu ve siyasal amaçlar için ortaya atıldıklarını kanıtlamıştır.[46] Usame bin Ladin’in de Mehdi olabileceğine dair bazı fısıltıların yayıldığını hatırlatırsak, her halde konunun önemi daha iyi anlaşılabilir.[47] Sonuç olarak, Kuran, Hz. Muhammed’den sonra hiçbir insanın epistemolojik olarak özel pozisyonda olduğuna onay vermez. Dolayısıyla, bazı insanlara üstün epistemolojik özellikler atfederek adil olmayan bir savaşın açılması meşrulaştırılamaz.

Savaş ahlakı açısından savaşın başlatılma şartlarının yanı sıra, savaşın nasıl sürdürüleceği (jus in bello) de önemlidir. Bir savaş makul nedenlerle başlatılmasına rağmen savaş içinde haksız eylemlerde bulunulabileceği gibi, bir savaş makul olmayan nedenlerle başlatılmasına rağmen adil bir şekilde sürdürülebilir. Kuran’ın şu ayeti, savaşın sürdürülme şekline dikkat edilmesi konusunda göz önünde bulundurulmalıdır:

Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, ancak aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.[48]

2-Bakara, 190

Görüldüğü gibi Kuran savaş başlatanlara karşı savaşma izni verirken, savaş başladıktan sonra her yolun mübah olduğunu söylemez, aksine savaş sırasında da aşırı gidilmemesini öğütler. Her savaş yeni bir fenomen oluşturmaktadır. Eski savaş araçlarıyla yeni savaş araçlarının farklılığı da savaşın nasıl sürdürüleceği tartışmasını güçleştirmektedir. Kuran’ın savaşın sürdürülmesiyle ilgili belli ana prensipler dışında detaylar vermemesi, dönemin şartlarına uygun metotlar geliştirme esnekliği verir. “İslam ve savaş” konusunu karşılaştırmalı ahlak çalışmaları açısından ele alan John Kelsay’in de söylediği gibi: “Modern savaşın nasıl sürdürülmesi gerektiğine dair şartlara İslam dünyasının yaptığı katkı halen gelişme halindedir.”[49] İlerleyen sayfalarda ele alacağımız Kuran’da, bütün “ötekilerle” antlaşmalar yapılabileceğini gösteren ifadeler, savaşın sürdürülmesi ile ilgili konuyla birleştirilebilir.

Kuran’da savaşın başlatılması ve sürdürülmesi ile ilgili prensipler olduğu gibi, karşı tarafın barış istemesi durumunda savaşın devam ettirilmemesi de söylenir. Bu konuyla ilgili iki ayet şöyledir:

Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah'a tevekkül et.[50]

8-Enfal, 61

Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanları sever.[51]

60-Mümtehine, 8

İslam’ın, “Hiçbir devletin makul sebepler dışında rasyonel sebepler için savaşma hakkı yoktur.”[52] diyen John Rawls ile -ki savaş ahlakı üzerine çalışanların çoğu da aynı fikirdedir- aynı doğrultuda emirler vermiş olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, İslam ile Müslümanlar arasında net bir ayrım yapmak zorundayız. Müslümanlar her ne kadar İslam dininin takipçileri olsalar da, sonuçta onların da -birçok zaman birçoğunun dini vazifelerinin önüne geçen- rasyonel çıkarları vardır; aslında toplumu çoğu zaman mobilize eden siyasal elitin çıkarları olmuştur. Savaşın nedeni rasyonel sebepler olduğu birçok durumda da fakihler, müftüler savaşların dini nedenler için gerekli olduğunu bildiren fetvalar vermişlerdir. Bu fetvaları almak önemliydi, çünkü böylelikle savaşacak halkın gözünde savaşı meşrulaştırıyorlardı ve ayrıca insanları mobilize etmek için İslam’ın ontolojisinden ve eskatolojisinden de yararlanıyorlardı. İslam’ın ontoloji ve eskatolojisine göre herşeyi yaratan, herşeye gücü yeten bir Tanrı vardır; Tanrı, bu dünyadan sonra ahirette ebedi bir yaşam hazırlamıştır ve de herkesin ahiretteki yaşantısındaki yerini bu dünyada yaptıkları belirleyecektir. İslam’a göre Allah adına yapılan savaşta ölen şehitler ahirette cennet ile müjdelenmiştir. Sonuç olarak İslam, dünyevi çıkarlar üzerine kurulmuş hedeflerin üstesinden gelecek aşkın hedefleri ontolojisi ve eskatolojisinde barındırmaktadır. İslami inanışa göre, şehitler kısa dünyevi hayatlarını feda ederek mükemmel bir ebedi yaşama sahip olma olanağı kazanırlar. Kendi güç hesapları için savaş yapmak isteyenler, bu ontoloji ve eskatolojiyi kullanarak kitleleri savaş için mobilize etmeye çalışmışlardır. Sonuç olarak, cihad bir ikna etme mekanizması olarak kullanılmıştır ve cihadın bir retorik olarak kullanıldığını söyleme sebebimiz de budur.


KURAN’A GÖRE ANTLAŞMA YAPMAK ve İLETİŞİMSEL EYLEM

Hobbes’un anlayışını takip eden Kant, “Bir arada yaşayan insanlar arasında doğal durum (status naturalis) bir barış durumu değil, ama her zaman ilan edilmiş olmasa bile, her an patlayabilecek gibi görünen bir savaş durumudur. Böyle olunca, kalıcı bir barış durumunun kurulması gerekir.”[53] der. Savaşların, insanlığın acı ama kaçınılmaz gerçekleri olduğu bir dünyada, verimli bir iletişim olmadan savaşların üstesinden gelmek ve barış ortamının oluşmasını sağlamak imkansızdır. Dolayısıyla, İslam’ın “ötekiler” ve özellikle de düşman ile iletişim kurmak konusundaki görüşlerini anlamak son derece önemlidir.

Hz. Muhammed putperestlerle Hudeybiye Antlaşması’nı imzalamış ve çevresindeki Müslümanların bazı hoşnutsuzluklarına rağmen bu antlaşmayı uygulamıştır.[54] Ancak putperestler antlaşmayı bozdukları zaman Müslümanlar da antlaşmaya uymayı durdurmuşlardır. Bu durumda bile, Müslümanlar, antlaşmayı bütün putperestlere karşı bozmamışlar, putperestlerden antlaşmaya uymaya devam edenlere karşı antlaşmaya uygun olarak davranmaya devam etmişlerdir.[55] Bu durum şu ayette açıkça görülmektedir:

Ancak müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarınızdan, antlaşmadan bir şeyi eksiltmeyenler ve size karşı hiç kimseye yardım etmeyenler başka; artık antlaşmalarını, süresi bitene kadar tamamlayın. Şüphesiz, Allah muttaki olanları sever.[56]

9-Tevbe,4

Kuran’daki, Müslümanların sözlerini/yeminlerini yerine getirmelerini öğütleyen ayetler de Müslümanların imzaladıkları antlaşmalara sadık kalmalarının önemini göstermesi açısından önemlidir. Aşağıdaki ayet buna örnektir:

Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur.[57]

17-İsra,34

Müslümanların yaptıkları antlaşmalara uymaları o kadar büyük önem taşır ki, başka Müslümanlara yardımda bulunacakları zaman bile, önceden yaptıkları antlaşmaları göz önünde bulundurmaları gerekir. İlgili iki ayet şöyledir:

Ancak sizinle aralarında antlaşma bulunan bir kavime sığınanlar ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmak istemeyip bundan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler dokunulmazdır. Allah dileseydi, onları üstünüze saldırtır, böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve barışı size bırakırlarsa, artık Allah, sizin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır.[58]

4-Nisa,90

Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile hicret edenleri barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiç bir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle aralarında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı görendir.[59]

8-Enfal,72

Kuran’ın antlaşmalara yaptığı vurgunun günümüz meseleleri için çok büyük önem taşıyabileceği yeterince anlaşılamamıştır. Bu makalenin yazılış sebeplerinden biri de bu vurgunun yapılabilmesidir. Kuran ayetlerinden, Peygamber’e düşmanlık edenler ile bile antlaşma yapıldığı ve Müslümanların bu antlaşmanın şartlarına uyduğu gözükmektedir. Bundan çıkarılması gerekli prensip, Müslümanlar için kendisi ile asla anlaşma yapılamayacağı iddia edilecek hiçbir düşmanın olmadığıdır; düşmanın kimliği, anlaşma yapılmamasının sebebi olarak kabul edilemez.

İslam’a göre Peygamber Allah’ın özel korumasında idi ve onun düşmana karşı haklılığı vahiy (Kuran) yoluyla Allah tarafından onaylanmaktadır. Onun dışında hiçbir kimsenin, epistemolojik olarak özel bir duruma sahip olduğu fikri Kuran ile desteklenemez. Bundan çıkarılacak sonuç ise hiçbir insanın kitleler üzerindeki karizmasının, Kuran’ın barışı savaşa tercih eden beyanlarının önüne geçmemesi ve barış ortamının kurulmasında ve korunmasında bir aracı olabilecek olan antlaşmaları durdurmaması gerektiğidir. Bu şahısın tarihten gelen karizmatik bir şahıs olması veya yaşayan karizmatik bir şahsiyet olması durumu değiştirmemelidir.

Ayrıca her anlaşmazlık yeni bir fenomendir; var olan anlaşmazlıklar ile Kuran’da anlatılan olaylar arasındaki benzerlikler mutlaka göz önünde bulundurulmalı ve değerlendirilmelidir. Ancak, bu olayların hiçbirinin Kuran’da anlatılan tarihsel fenomenlerle tamamen aynı olmadığı unutulmamalıdır. Zaruret durumunda savaş ilanı ancak Kuran’daki temel prensiplerin uygulaması temelinde mümkündür. Fakat, Peygamber’in dönemindeki savaş ilanları ile, bunun dışında savaşın gerekli olduğunu iddia eden kişisel yorumlar aynı kesinlikte doğru değildir, çünkü ikincisinde Tanrısal bir vahiy yoktur. Kuran ile Müslümanlara gelen vahiy kesildiğine göre, artık hiçbir cihad ilanı Peygamber’in dönemindeki cihad ilanı gibi tartışma-üstü olamaz. Bu durumdan çıkarılacak sonuç ise, Müslümanların, savaşın gerekli olduğunu iddia eden yorumlara karşı eleştirel bir bakış açısı geliştirmeleri gerektiğidir. Bu bakış açısı, siyasal ve şahsi menfaatler uğruna dini kavramların retorikleştirilerek kullanılmasını önleyebilmek için son derece gereklidir.

Müslümanlar, ontolojileri ve vahiye olan epistemolojik yaklaşımlarından dolayı, evrensel gerçeklerin varlığına inanırlar; bu noktada Müslümanların yaklaşımı Habermas’ın aşkın ontolojik gerçeklikleri kabul etmeyen yaklaşımından farklıdır. Fakat Müslümanlar da bilir ki kabul ettikleri evrensel gerçekler, herkesçe kabul edilmiş gerçekler olmayacaktır. O zaman Müslümanların ‘’ötekiler’’ ile bir iletişim kurması mümkün müdür? Yukarıda alıntıladığımız ayetler bunun mümkün olduğunu ve hatta gerekirse düşmanla bile iletişim kurulabileceğini gösterir. Antlaşma yapmak, ‘’öteki’’ ile dil yoluyla temas kurmak, ‘’ötekinin’’ ‘’öteki’’ olarak kalmasını kabul etmek (bu Şafi anlayışına tamamen terstir), ‘’ötekinin’’ farklı ontolojisine ve epistemolojisine rağmen uzlaşmak ve uzlaşılan hususlara sadık kalmak demektir. Felsefede “iletişimsel eylem” kavramı en çok Habermas ile ünlenmiştir; ona göre “iletişimsel eylem” için dil, çözüme varmak için araç olarak kullanılmalıdır ve taraflar anlaşmaya varmayı amaçlamalıdırlar.[60] Anlaşmaya varmak, iletişimsel sürecin sonucunda ulaşılması istenen amaçtır. Bu yüzden, “ötekiler” ile antlaşma yapılabileceğinin Kuran’da vurgulanmış olması özellikle önem taşır, çünkü böylelikle anlaşma öncesi sürecin meşruluğu ve gerekliliği apaçık belli olur.


KAYNAK OLMAK İLE MOBİLİZE EDİCİ UNSUR OLMAK ARASINDAKİ FARK

Rapoport, dinlerin şiddeti hem azaltan hem de üreten yönleri olduğunu söylerken haklıdır.[61] Yine de birçok kişinin aksine, tarihteki savaşların birçoğunun kaynağının dinler olduğu iddiasının haksız olduğunu düşünüyoruz. İlk olarak dikkat edilmesi gereken nokta, yazılı tarihin büyük kısmının savaşlar tarihi oluşudur ve olması muhtemelken durdurulmuş muhakkak birçok savaş vardır, fakat bunlardan tarih kitaplarında bahsedilmez. Eğer çıkmış olan savaşların suçu dinlere yüklenecekse, engellenmiş olanlar için de dinlerin övülmesi gerekmez mi? Dinsel kurumların savaşlardan sorumlu oldukları dönemde barıştan da sorumlu olmaları gerekmez mi? Dinlere yapilan savaşların günahını yükleyenler, durdurulan/engellenen savaşların övgüsünü dinlerden esirgerler; zaten tarih kitapları engellenmiş savaşlara dair bilgileri hemen hemen hiç ihtiva etmediğinden, bu, pek de mümkün değildir. Yalnızca gerçekleşmiş savaşların tarihi bilindiğinden, mantıksal olarak farklı bir bakış açısı geliştirmek zordur. Ayrıca, hatırlanması gereken bir nokta da bilinen tarih içinde dinlerin toplum üzerinde en az etkili olduğu dönem olan 20. asrın, savaşlarda ölen insan sayısının en fazla olduğu dönem olduğudur. İnsanlık tarihinin büyük bölümünde insan yaş***** yön veren en önemli unsur din olmuştur. Bu yüzdendir ki,savaşların gerçek nedenleri ne olursa olsun savaşacak kitleleri mobilize etmek için dinsel retorik kullanılmak zorunda kalınmıştır. Pek çok durumda bu retorik olmasa savaş imkansız olurdu. Tarihçilerin sayısız olayda gösterdiği gibi, dinsel retorikle yapılmış birçok savaşın ardındaki kaynak sebep, ekonomik ve siyasal gücü arttırmak arzusu olmuştur. Hans Morgenthau’nun “siyasal gerçekçilik” (political realism) teorisi ile ortaya koyduğu gibi insanların rasyonel, objektif ve duygusal olmayan güç hesapları savaşın gerçek kaynağı olmuştur.[62]

Dini ahlakın, siyasal gerçekçiliğin etik kaygıları göz önünde bulundurmayan yaklaşımına engel oluşu, genelde “din adamlarının” yorumlarıyla aşılmış ve bu “din adamlarının” siyasal otorite ile olan yakın ilişkileri bunda önemli rol oynamıştır. Kant “ahlaklı siyasetçi” (moral politician) ile “siyasal ahlakçı”nın (political moralist) ayrımını yapar. Bunlardan ilki siyasal prensipleri ahlaka uygun olacak şekilde yorumlayan kişidir. Diğeri ise ahlaki kuralları kendi avantajına uyacak şekilde değiştirir.[63] “Siyasal ahlakçılar”ın temel hedefleri “siyasal gerçekçiliğin” gücü koruma ve arttırma ilkeleridir. Retorik olarak kullanılan dini kavramlar “siyasal ahlakçılar”ın elinde “siyasal gerçekçiliğin” araçları olarak kullanılmışlardır. Dolayısıyla, savaşların din adına yapıldığı sanılan pek çok örnekte aslında dinsel retoriğin kitleleri sadece mobilize etmek için kullanıldığını söyleyebiliriz. Etik değerlerin galip geldiği örnekler de olmasına rağmen, yukarıda da belirtildiği gibi, tarihin esas olarak savaşlar tarihi olması, bu örneklerin pek de fazla dikkat çekmemesine neden olmuştur. Bizce, dünyevi menfaatlerden daha önemli çıkarlar olduğunu söyleyen dinsel yaklaşım, gerektiğinde güç kazanmak için savaşılması gerektiğini ve bu dünyada güç kazanma hedefinin, etik değerler gibi duygusal yaklaşımlar göz önünde bulundurulmadan gerçekleştirilmesi gerektiğini söyleyen “siyasal gerçekçiliğin” yaklaşımından, dünya barışını kurma hedefinde daha çok avantaj sağlar. Bu yüzdendir ki barışın sağlanmasına ve korunmasına yarayacak olan kurumların oluşturulması için gerekli olan iletişimsel süreçte, şiddetin ana kaynağı olan “siyasal gerçekçilerin” ekonomik çıkar gibi rasyonel hesaplarının dünya barışını tehlikeye atmaktan çekinmeyen yaklaşımına karşı tüm büyük dünya dinlerinden yararlanılması bir gerekliliktir.

İslam’ın şiddet eylemlerinde kaynak unsur mu mobilize edici unsur mu olduğu konusunun iyi ayırt edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Birçok kişinin bu ayrımı yapmadan, İslam’ın mobilize edici unsur olarak kullanıldığı pek çok olayda İslam’ı şiddetin kaynağı olarak gösterdiğini gözlemliyoruz. İslam’ın şiddetin kaynağı olması demek, şiddetin sadece İslam onu emrettiği için meydana gelmesi demektir. Nitekim İslam “namaz kılın”, “oruç tutun” gibi emirleri ve “domuz eti yemeyin” gibi yasakları ile birçok eylem ve yasak konusunda Müslümanların kaynağıdır; bahsedilen emir ve yasakların “yeter sebebi” İslam’dır. Müslümanların bahsedilen davranışları yerine getirmelerini ve yasaklardan uzak durmalarını sağlayan tek kaynak İslam’dır. Ancak, Müslümanların yaptıkları savunma savaşlarını dikkate almazsak, diyebiliriz ki yaptıkları neredeyse her savaşın arkasında ekonomik veya siyasal bir sebep olmuştur. Hatta Müslümanların savunma savaşı olarak yaptıkları birçok savaşta bile, İslam’ın, “namaz kılmak” ve “oruç tutmak” emirlerinde olduğu anlamda kaynak olduğunu söyleyemeyiz. Saldırıya uğrayan birçok toplumun Müslüman olmasa dahi kendisine bir saldırı yapıldığında savunma savaşına gireceği rahatlıkla söylenebilir. Ayrıca, belli bir takım siyasal veya ekonomik sorunlar yaşanmış olmasaydı, İslam adına yapıldığı söylenen savaşların çoğu da gerçekleşmiş olmazdı.Demek ki İslam bu savaşların “yeter sebebi” değildir. Aslında, İslamcı retorikle yapılan savaş ve şiddet eylemlerinin çoğunda İslam kaynak değildir; fakat mobilize edici unsur olarak kullanılmıştır..

Medeniyetler arasında iletişimin kurulması yolunda irdelenmesi gerekli teolojik, ahlaki ve felsefi sorunsalların yanı sıra, problemlerin merkezindeki somut sorunlar da çözülmeye çalışılmalıdır. Huntington’a göre, medeniyetler arasındaki ana problem ekonomik değil, kültürel ve dinidir, yani farklı dinlerden olmak medeniyetlerin çatışmasının nedenidir.[64] Bu tip bir yaklaşım, Batı ile Müslüman ülkeler arasındaki problemlerin ekonomik boyutunun yeterince anlaşılamamasına neden olur. Habermas, Huntington’ın yaklaşımını reddeder, çünkü o, küreselleşmenin getirdiği iletişimsel sorunların nedeninin kültürel değil ekonomik olduğu kanısındadır.[65] Müslüman ülkeler, dünyanın en zengin doğalgaz ve petrol yataklarına sahip olmalarına rağmen, dünyanın en fakir ülkeleri arasındadırlar. Dünya nüfusunun yüzde 22’sinin Müslüman olmasına rağmen dünyadaki gelirin yalnızca yüzde 3.8’i Müslümanlarca üretilmektedir.[66] Ekonomik olarak sömürüldüklerini ve Filistin’de haksızlığa uğradıklarını düşünmeleri Müslümanların önemli bir bölümünde Batı’ya karşı bir nefret hissi oluşturmuştur. (Bu makalede Müslümanların ekonomik olarak sömürülüp sömürülmedikleri yahut Filistin’de haksızlığa uğratılıp uğratılmadıkları tartışılmıyor. Ancak, bu konulardaki yaklaşım ne olursa olsun, Müslümanların çoğunun genel zihniyeti anlaşılmadan, sorunları çözecek bir iletişimsel süreç oluşturulamayacağı açıktır.) Nefret hissi medeniyetler arası iletişimi tahrif etmekte ve şiddet eylemleri gerçekleştiren devletler yahut gruplar tarafından bu hissiyat kullanılmaktadır.

Müslüman devletlere yönelik olan veya İslam adına yapılan şiddet eylemlerinde -Habermas’ın da dikkat çektiği gibi- en temel sorunun ekonomik meseleler olduğunu söyleyebiliriz. İnanç ve kültür mirası perspektifinden bakıldığında, her ikisi de İbrahimi gelenekten gelen Batı ve İslam medeniyetleri birbirlerine dünyanın diğer birçok medeniyetinden daha yakındırlar. Eğer bazı İslami gruplar Batı’ya karşı -Huntington’ın ima ettiği gibi- yalnızca din ve kültür farklılığından dolayı şiddet uyguluyor olsalardı, dini anlamda kendilerinden çok daha farklı olan Japonya’ya yahut Çin’e daha önce saldırmaları gerekmez miydi? Ya da, bazı ülkelere yalnızca Hıristiyan yahut Batılı oldukları için şiddet uyguluyor olsalardı, Amerika ve İngiltere’ye karşı takındıkları tavrı İsviçre ve Brezilya’ya karşı da takınmaları gerekmez miydi? Huntington’a göre, Batı için temel problem İslami kökten-dincilik değil, İslam’ın kendisidir. Onun yaklaşımını paylaşanlar, Müslüman dünyanın kültürünü zorla değiştirmeye veya kendi kültürlerini her yolu deneyerek empoze etmeye kalkışabilirler, fakat bu tip çabalar sadece yeni şiddet eylemlerinin tetiklenmesine sebep olacaktır. Abdul Aziz Said ve Meena Sharify Funk’ın bir makalelerinde dedikleri gibi: “ Huntington’ın modeli düzenli, güven içinde ve istikrarlı bir dünya için tüm dünyanın Batı’nın normlarına ve değerlerine uyması gerektiği koşulunu öne süren kültürel-üstünlükçü iddialar ile dopdoludur. Eğer diğerleri ayak uydurmayı başaramazsa, o zaman problemler ve/veya çatışmalar kaçınılmaz olur.’’[67] Diğer yandan, Habermas gibi düşünenler ise ekonomik sorunları çözmeye çalışırlar. Sorunun kaynağı yanlış tespit edilirse uygulanacak tedavi de yanlış olacaktır. Birçok kişi İslam’ı gerçek sorun olarak göstermeye çalışmaktadır ve “medeniyetler çatışması” tezi,bir medeniyetler çatışması meydana getirmenin aracı olarak kullanılmaktadır.
Apollonius isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Apollonius Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
dost1 (27. January 2010)