hanifler.com Kuran odaklı dindarlık

hanifler.com Kuran odaklı dindarlık (http://www.hanifler.com/index.php)
-   55.En'amSuresi (http://www.hanifler.com/forumdisplay.php?f=491)
-   -   55.En'am Suresi (http://www.hanifler.com/showthread.php?t=893)

dost1 25. April 2009 09:23 PM

55.En'am Suresi
 
EN\'AM SÛRESİ’NE GİRİŞ
Adını 136, 138 ve 139. ayetlerde geçen “dört bacaklı, iki tırnaklı, geviş getiren ve ot yiyen hayvanlar” anlamındaki “الأنعام en’am” sözcüğünden alan sure, Mekke’de 55. sırada inmiştir. Ancak bazı kaynaklar surenin 20, 91, 94, 114 ve 151. ayetlerinin; bazı kaynaklar 91, 92 ve 98. ayetlerinin; Razi ise 20, 23, 91, 93, 114, 141, 151, 152 ve 153. ayetlerinin Medine’de indiğini ileri sürmüşlerdir. (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Süyuti, el-İtkan)
Buna karşılık, surenin bir defada indiğini ve peygamberimizin sureyi vahiy kâtiplerine topluca yazdırdığını kaydeden nakiller de mevcuttur. Ancak surede birbirinden farklı, bağımsız necmlerin bulunması bu nakilleri doğrulamamaktadır.
Kendisinden önce inmiş tüm surelerin özeti durumundaki surenin ağırlık merkezini peygamberlik kurumu oluşturmaktadır. Surede ayrıca tevhit, adalet, öldükten sonra dirilme ve hesap verme konuları üzerinde de önemle durulmuş, o dönemin yanlış inanış ve anlayışları şiddetle reddedilmiştir.

[url]https://youtu.be/EpFTlxbxwpc[/url] Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 337. Bölüm Enam Suresi 1. Bölüm

[url]https://youtu.be/cH9XhaZDvuE[/url] Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 338. Bölüm Enam Suresi 2. Bölüm

[url]https://youtu.be/qyr6K5CbOWE[/url] HakkıYılmaz Kuran ve İslam 339. Bölüm Enam Suresi 3. Bölüm

[url]https://youtu.be/TxD0y3AxSlk[/url] Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 340. Bölüm Enam Suresi 4. Bölüm.

[url]https://youtu.be/1ok7TBPoqPA[/url] HakkıYılmaz Kuran ve İslam 341. Bölüm Enam Suresi 5. Bölüm.

[url]https://youtu.be/e5yGNXcr3vI[/url] Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 342. Bölüm Enam Suresi 6. Bölüm.

[url]https://youtu.be/SzykvTBbzRo[/url] Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 343. Bölüm Enam Suresi 7. Bölüm

[url]https://youtu.be/69vTXQNTSOc[/url] Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 344. Bölüm Enam Suresi 8. Bölüm.

[url]https://youtu.be/55u-Z0mxAs8[/url] Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 345. Bölüm Enam Suresi 9. Bölüm.

MEAL:

Rahman Rahim Allah adına

1 - Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı kılan [var eden] Allah`a mahsustur. Sonra da şu küfretmiş kişiler Rabblerine eşit / denk tutuyorlar.
2 - O, sizi bir balçıktan yaratmış olandır. Sonra “ecel”i gerçekleştirmiştir. Ve adı belirlenmiş ecel, onun katındadır. Sonra siz hâlâ kuşkulanıp duruyorsunuz.
3 - Ve O, göklerdeki ve yerdeki Allah’tır. O, gizlinizi ve açığınızı bilir. Kazandığınız şeyleri de bilir.
4 - Onlarsa Rabblerinin ayetlerinden bir ayet gelmeye görsün, mutlaka ondan yüz çevirmişlerdir.
5 – Sonra da onlar, kendilerine hakk gelince onu kesinlikle yalanladılar. Artık alaya aldıkları şeylerin önemli haberleri yakında kendilerine gelecektir.
6 - Görmediler mi ki Biz, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökyüzünü üzerlerine bereketlerle gönderip altlarında ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların sonrasından başka bir nesil oluşturduk.
7 – Ve Biz eğer ki sana kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak, onlar da ona elleriyle dokunsalardı, kesinlikle o küfretmiş olan kişiler “Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir” derlerdi.
8 - Ve onlar “Bu peygambere bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz bir melek indirmiş olsaydık, iş, mutlaka bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.
9 – Eğer Biz onu [Peygamberi] bir melek yapsaydık, yine de onu bir adam şeklinde yapardık ve katmakta olduklarını onlara elbette katardık [onlar yine düştükleri kuşkuya düşerlerdi].
10 - Ve hiç kuşkusuz senden önce de elçiler ile alay edildi. Sonra da onlardan alay eden kişileri alay ettikleri şey kuşatıverdi.
11 - De ki: “Yeryüzünde dolaşın sonra da yalanlayanların sonu nasıl olmuş, bakın!”
12 - De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kim içindir?” De ki: “Allah içindir.” O [Allah], rahmeti kendi nefsi üzerine yazmıştır. Sizi mutlaka, kendisinde asla şüphe olmayan kıyamet gününe toplayacaktır. Kendi nefislerini zarara sokan kimseler; işte onlar iman etmezler.
13 – Ve gecede, gündüzde barınan her şey O’nundur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
14 - De ki: “Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah’tan başka veliy mi edineyim?” De ki: “Ben İslâm kişilerin ilki olmakla emrolundum.” Ve sen sakın Allah’a ortak koşanlardan olma!
15 - De ki: “Ben kesinlikle, eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.”
16 - O gün, kim ki ondan [şirkten] döndürülürse, kuşkusuz O [Allah] ona rahmet etmiştir. Ve işte bu, apaçık kurtuluştur.
17 – Ve eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu kendisinden başka açacak yoktur. Ve eğer O sana bir hayır dokundursa da kuşkusuz O, her şeye gücü yetendir.
18 – Ve O, kullarının üstünde Kahir’dir. Ve Hakîm’dir ve Habîr’dir.
19 - De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur`an vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.”
20 - Şu kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu [peygamberi], kendi oğullarını bildikleri gibi, bilirler. Şu kendi nefislerini kayba uğratanlar; işte onlar iman etmezler.
21 – Ve Allah’a karşı yalan uydurandan veya ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki bu zalimler kurtuluşa eremezler.
22 - Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere: “Hani nerede o batılca inandığınız ortaklarınız?” diyeceğiz.
23 - Sonra, onların fitneleri “Rabbimiz, Allah`a kasem olsun ki, ‘biz müşriklerden değildik’ demekten başka bir şey değildi.”
24 - Bak, kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler! O uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kayboldu.
25 - Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, bütün ayetleri görseler de ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek “Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” derler.
26 – Ve onlar, ondan men ederler ve kendileri ondan uzak dururlar. Ve onlar bilinçsizce, yalnızca kendilerini helake sürüklüyorlar.
27 – Ve onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman, “Ah, ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve müminlerden olsaydık!” deyiverdiklerini bir görsen!
28 - Aksine, işin aslı daha önce gizleyip durdukları açığa çıktı. Geri çevrilselerdi yine men edildikleri şeye mutlaka dönmüşlerdi. Evet onlar gerçekten yalancıdırlar.
29 – Ve onlar; “Şu bizim iğreti hayatımızdan başka bir hayat yoktur, biz diriltilecek de değiliz” demişlerdi.
30 – Ve Rabblerinin huzurunda durduruldukları zaman onları bir görsen! O [Rabbleri]: “Bu, bir gerçek değil miymiş?” dedi [der]. Onlar: “Rabbimize yemin ederiz ki gerçektir” dediler [derler]. O [Rabbleri]: “Öyleyse küfretmiş olmanız nedeniyle azabı tadın!” dedi [der].
31 – Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar, kesinlikle hüsrana uğramışlardır. Saat [Kıyamet anı] ansızın gelince, onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak derler [diyecekler] ki: “Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!” –Dikkat edin yüklenip durdukları [günahları] ne kötüdür!–
32 – Ve basit hayat [dünya hayatı], sadece eğlence ve oyundur. Son Yurt [Ahiret yurdu] ise, takvalı davrananlar için kesinlikle daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?
33 – Biz onların söylediklerinin seni mutlaka üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama o zalimler Allah`ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlar.
34 – Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, gönderilmişlerin [elçilerin] haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.
35 – Ve eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi gücün yetiyorsa yerin içinde bir delik, ya da gökte bir merdiven ara da onlara bir ayet getir! Allah dileseydi, kesinlikle onları hidayet üzerinde toplardı. O hâlde sakın cahillerden olma!
36 - Ancak dinleyenler icabet eder. Ölüleri; onları da Allah diriltir. Sonra yalnızca O`na döndürülürler.
37 – Ve onlar dediler ki: “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” De ki: “Şüphesiz ki, Allah bir mucize indirmeye kadirdir, fakat onların çoğu bilmezler.”
38 - Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh [kıpırdayan canlı] ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler [önderli topluluklar] olmasın. Biz Kitapta hiçbir şeyi tefrit yapmadık [noksan, yetersiz bırakmadık]. Sonra onlar Rabblerine toplanacaklardır.
39 – Ayetlerimizi yalanlayan şu kimseler de karanlıklar içindeki sağır ve dilsizlerdir. Her kim dilerse Allah onu şaşırtır, kim de dilerse onu doğru yol üzerine kılar.
40 - De ki: “Kendinizi gördünüz mü [hiç düşündünüz mü], Allah’ın azabı size gelse veya saat [kıyamet vakti] gelse, Allah`tan başkasına mı yalvarırsınız? -Eğer doğru kimselerseniz.-
41 - Aslında yalnızca O’na [Allah’a] yalvarırsınız da O, dilerse çağırdığınız şeyi açar [kaldırır] ve siz ortak koştuğunuz şeyleri ağzınıza almazsınız.
42 - Ve ant olsun, senden önceki ümmetlere [önderli toplumlara] elçiler gönderdik de onları yalvarsınlar diye dayanılmaz zorluk [yoksulluk] ve sıkıntılarla çeviriverdik.
43 - Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi [süsledi].
44 - Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki, kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular.
45 - Böylece zulmeden topluluğun kökü kesildi. -Ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah`adır.-
46 - De ki: “Gördünüz mü [düşündünüz mü]; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah`tan başka getirebilecek ilah kimdir?” Bak, Biz ayetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra da onlar sırt çevirip engelliyorlar?
47 - De ki: “Kendinizi gördünüz mü [düşündünüz mü], Allah’ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, zalimler kavminden başkası mı helake uğratılmış olur?”
48 – Ve Biz gönderilenleri [elçileri], ancak müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere göndeririz: Artık kim iman eder ve düzeltirse, artık onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklar da.
49 – Ayetlerimizi yalanlayanlara da, yapmakta oldukları fasıklıklar yüzünden azap dokunacaktır.
50 - De ki: “Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilmem ben. Size ‘ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum.” De ki: “Kör ile gören eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?”
51 - Ve Rabblerinin huzurunda haşr edileceklerinden korkanları, takvalı davranmaları için onunla [sana vahyedilenle] uyar. Onların O’nun astlarından Yakın Kimseleri ve şefaatçileri yoktur.
52 – Ve Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rabblerine dua eden kimseleri kovma! Onların hesabından sana hiçbir şey [sorumluluk] yoktur, senin hesabından da onlara hiçbir şey yoktur. Ki onları kovup da zalimlerden olasın!
53 - Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?
54 – Ve ayetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen: “Selam olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tövbe eder ve düzeltirse; şüphesiz ki O [Allah], Gafur’dur, Rahîm’dir” de!
55 – Ve Biz ayetleri işte böyle detaylandırıyoruz. Ve suçluların yolu ortaya konsun / sana belli olsun diye.
56 - De ki: “Şüphesiz ki ben; sizin, Allah’ın astlarından yalvardıklarınıza ibadet etmekten yasaklandım.” De ki: “Ben sizin hevalarınıza uymam. O zaman [eğer uyarsam] sapıtmış olurum ve ben, doğru yola erenlerden olmamış olurum.”
57 - De ki: “Ben Rabbimden apaçık bir delil üzerindeyim. Siz ise onu yalanladınız. O çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda değildir, hüküm ancak Allah’a aittir, gerçeği O anlatır / gerçekleştirir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.”
58 - De ki: “Sizin çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda olsaydı, benimle sizin aranızdaki iş kesinlikle gerçekleşmiş gitmişti. Ve Allah, zulmedenleri en iyi bilendir.
59 - Gaybın anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.
60 – Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
61 – Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler.
62 - Sonra kendi gerçek Mevlâları Allah’a döndürülürler. Dikkatli olun, hüküm ancak O`nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir.
63 - De ki: “Siz, ‘bizi bundan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden olacağız’ diye gizli ve yakararak O’na yalvarıp dururken, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?”
64 - De ki: “Sizi ondan ve her sıkıntıdan Allah kurtarır. Sonra da siz ortak koşarsınız.\"
65 - De ki: “O, üstünüzden ve ayaklarınızın altından azap göndermeye yahut sizi fırkalara ayırıp kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yetendir.” Bak, onlar iyice anlasınlar diye ayetlerimizi nasıl evirip çeviriyoruz [inceden inceye açıklıyoruz].
66, 67 – Senin kavmin ise, o [azap / Kur’an / ayetlerin iyice açıklanması], hakk olmasına rağmen onu yalanladı. De ki: “Ben sizin üzerinize vekil değilim. Her önemli haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır, siz de yakında bileceksiniz.”
68 – Ve ayetlerimiz hakkında boşa uğraşanları gördüğün zaman, onlar ondan başka söze dalıncaya kadar hemen onlardan yüz çevir. Ve eğer şeytan bunu sana terk ettirse de hatırladıktan sonra o zalimler topluluğu ile beraber oturma.
69 – Takva sahibi olan kişilere de o zalimlerin hesabından bir şey yoktur. Fakat takva sahibi olmaları için bir hatırlatma!
70 - Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş / oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve onunla [Kur’an ile] hatırlat / öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla helake düşerse, onun için Allah’ın astlarından bir veliy [yakın kimse] ve şefaatçi söz konusu olmaz. Her türlü dengi denkleştirse de [suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de] ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile helake düşen kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.
71, 72 - De ki: “Allah’ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi yakaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin ‘bize gel’ diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları varken şeytanların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hâle getirdiği kimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim? De ki: “Şüphesiz Allah’ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla ve ‘salatı ikame ediniz ve O’na takvalı olunuz’ diye emrolunduk. Ve O [Allah], sadece Kendisine toplanacağımız kimsedir.”
73 – Ve O, gökleri ve yeri hakk ile yaratandır. Ve O, “Ol!” dediği gün hemen olur. O’nun sözü haktır. Sur’a üflendiği gün de mülk ancak O`nundur. O, gizliyi ve açığı bilendir. O, Hakîm’dir, Habîr’dir.
74 – Ve hani İbrahim, babası Azer’e, “Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.
75 – Ve Biz [kanıt elde etmesi] ve kesin inananlardan olması için İbrahim`e göklerin ve yerin melekûtunu böylece gösteriyorduk.
76 – Bu nedenle o [İbrahim], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, “Bu, benim rabbimdir\" dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi.
77 – Sonra Ay`ı doğarken görünce de “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Ant olsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi.
78, 79 – Sonra Güneş`i doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene / yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi.
80-82 – Ve kavmi onunla tartıştı. O [İbrahim]; “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. -Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.- Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz?
Ve Allah, haklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği hâlde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi.
Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]... İşte onlar; güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır.
83 – Ve işte bunlar, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz kanıtımızdır. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin Hakîm’dir ve Alîm’dir.
84 - Ve Biz ona İshak’ı ve Yakub’u da bağışladık. Hepsine doğru yolu gösterdik. Daha önce de Nuh’a ve onun soyundan Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a da doğru yolu göstermiştik. Ve Biz güzellik, iyilik üretenleri böyle karşılıklandırırız.
85 - Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas`a da (doğru yolu gösterdik). Hepsi salihlerdendir.
86 - İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut`a da (doğru yolu gösterdik). Hepsini de Biz âlemlere fazlalıklı kıldık.
87 – Ve bunların babalarından, soylarından ve kardeşlerinden de (fazlalıklı kıldık). Ve onları seçtik, doğru yola kılavuzladık.
88 - İşte bu, Allah`ın kılavuzluğudur. O, onunla kullarından dilediğine kılavuzluk eder. Ve eğer onlar ortak koşsalardı, kesinlikle yapmış oldukları şeyler boşa gitmişti.
89 - İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi bunlar, ona inanmayacak olurlarsa, Biz kesinlikle bunu inkâr etmeyecek bir kavmi vekil kılmışızdır.
90 – İşte bunlar, Allah’ın kılavuz olduğu kimselerdir. Artık sen de onların kılavuzuna [vahye] uy. De ki: “Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüttür.”
91 – Ve onlar, “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” demekle, Allah’ı hakkıyla takdir edemediler [gereği gibi tanıyamadılar]. De ki: Musa`nın insanlara aydınlık ve kılavuz olmak üzere getirdiği, sizin parça parça kâğıtlar kıldığınız, bir kısmını belli ettiğiniz, birçoğunu gizlediğiniz; siz ve babalarınızın, sayesinde bilmediğiniz birçok şeyleri öğrendiğiniz Kitap`ı kim indirdi? Sen de ki: “Allah!” Sonra onları boş uğraşlarında oynar hâlde bırak.
92 - İşte bu da Bizim kentlerin anasını [Anakent’i] ve yanı başındaki kişileri uyarman için indirdiğimiz, kendinden öncekini doğrulayıcı, mübarek [bolluk dolu] bir Kitaptır. Ahirete inananlar ona da inanırlar ve onlar desteklerine de koruyucudurlar [desteklerini de sürdürürler].
93 – Ve Allah’a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zalim kim olabilir? O zalimleri ölümün şiddetleri içindeyken, melekler de onlara ellerini uzatmış, “Nefislerinizi [canlarınızı] çıkarın. Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O’nun ayetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen!
94 – Ve ant olsun ki, siz, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız / teker teker Bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ve içinizde kendilerinin ortaklar olduğuna inandığınız şefaatçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Ant olsun aranızda kesilme olmuş ve yanlış inandığınız şeyler kaybolmuştur.
95 - Şüphesiz ki Allah, taneyi ve çekirdeği yarıp çıkarandır: Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır. İşte Allah! Nasıl da döndürülüyorsunuz?
96 - Tanyerini yarıp çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, Güneş ve Ay’ı hesap ile kılmıştır. Bu, Aziz’in [Güçlü Olan’ın], Alîm’in [En İyi Bilen’in] takdiridir [belirlemesidir].
97 – Ve O [Allah], kara ve denizin karanlıklarında kendisiyle yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için kılandır. Şüphesiz Biz, bilen bir toplum için ayetleri ayrıntılı olarak açıkladık.
98 – Ve O, sizi bir tek nefisten inşa edendir. Sonra da bir karar yeri ve emanet yeri... -Biz kesinlikle ayetleri, iyi anlayan bir toplum için ayrıntılı olarak açıkladık.-
99 – Ve O [Allah], gökten suyu indirendir. Böylece Biz onunla her şeyin bitkilerini çıkardık. Ondan da birbirine benzeyen ve birbirine benzemeyen birbiri üzerine binmiş taneler; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımları, üzümden bağları, zeytini ve narı çıkarıyoruz. Bunlar meyvelendikleri zaman meyvelerine ve olgunlaşmasına bakın! İşte Bunlarda kesinlikle inanan bir toplum için ayetler vardır.

dost1 25. April 2009 09:24 PM

100 – Ve onlar, cinnleri [görünmez güç ve varlıkları] Allah’a ortaklar kıldılar. Hâlbuki onları O yaratmıştır. Bilgileri olmadan da oğullar, kızlar uydurdular. -O’nun şanı onların nitelediği şeylerden münezzeh ve yücedir.
101 – O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun sahibesi [eşi] olmadığı hâlde, nasıl olur da O’nun çocuğu olur? Ve O, her şeyi yaratmıştır. Ve O, her şeyi en iyi bilendir.-
102 - İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse, O’na kulluk edin. O, her şey üzerine vekildir [yönetendir].
103 - Gözler O’na erişemez, O ise gözlere erişir; O, çok lütuf sahibidir, her şeyden haberlidir.
104 / 68 - Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim!
105 - İşte böylece Biz, sana “Sen ders görmüşsün [bunları bir yerlerden okuyup öğrenmişsin] desinler ve açığa koyalım diye ayetleri evirip çeviriyoruz [geniş geniş açıklıyoruz].
106, 107 – Sen kendisinden başka ilah diye bir şey olmayan Rabbinden sana vahyedilene uy. Ortak koşanlardan da yüz çevir. Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine vekil de değilsin!
108 – Ve onların Allah’ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı giderek Allah`a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların dönüşü Rabblerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir.
109 – Ve onlar [müşrikler], kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah`a yemin ettiler. De ki: “Mucizeler ancak Allah katındadır.” Onlara mucizeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz?
110 – Ve Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız.
111 - Ve eğer Biz şüphesiz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah’ın dilemesi dışında- yine inanmayacaklardı. Velakin onların çoğu cahillik ediyorlar.
112, 113 - Böylece Biz her peygamber için cinn ve ins şeytanlarını düşman kıldık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, ahirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan memnun olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde bulunur / fısıldar]. -Ve şayet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!-
114 / 66 – Ve O, size Kitap’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı / hakk, batıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’an’ın] şüphesiz Rabbinden hakk ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen [onların bu Kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri husu*sunda] sakın şüphecilerden olma.
115 – Ve Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O`nun sözlerini değiştirebilecek biri yoktur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
116 – Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.
117 - Şüphesiz ki senin Rabbin, kendi yolundan kimlerin saptığını en iyi bilenin ta kendisidir. Ve O, doğru yolda olanları daha iyi bilendir.
118 – Artık, eğer Allah`ın ayetlerine iman edenler iseniz, üzerine Allah’ın adı anılanlardan yiyin.
119 – Ve size ne oluyor da, kendisi size, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri genişçe açıklamış olduğu hâlde Allah`ın adı anılanlardan yemiyorsunuz? Ve şüphesiz birçokları bilmeden keyiflerine uyarak saptırıyorlar. Şüphesiz ki, senin Rabbin, sınırı aşanları çok iyi bilenin ta kendisidir.
120 - Günahın açığını ve gizlisini terk edin! Şüphesiz günah kazanan kimseler, kazanmış oldukları şeyler sebebiyle cezalandırılacaklardır.
121 - Ve üzerine Allah’ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. Ve şüphesiz o fısktır [tam bir yoldan çıkıştır]. Ve şüphesiz şeytanlar kendi velilerine sizinle mücadele etmeleri için vahyederler [gizlice telkinde bulunurlar]. Ve eğer onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz müşrikler oldunuz demektir.
122 - Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir.
123 – Ve Biz böylece, her kentte ileri gelenleri, orada hileler çevirsinler diye oranın suçluları yaptık. Hâlbuki bunlar, kötülüğü yalnızca kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar.
124 – Ve onlara bir ayet geldiği zaman, “Allah`ın elçilerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla inanmayacağız” dediler. Allah elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, çevirdikleri hilelerinden dolayı Allah katında bir zillet ve çetin bir azap dokunacaktır.
125- Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle, Allah, ricsi [pisliği; zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine kılar [bırakır, atar].
126 – Ve işte bu, dosdoğru olarak Rabbinin yoludur. Kesinlikle Biz, hatırlayıp öğüt alan bir topluluk için ayetleri geniş bir şekilde açıkladık.
127 - İşlemiş oldukları şeyler nedeniyle Rabbleri katındaki selam [huzur, güvenlik ve esenlik] yurdu yalnızca onlarındır. Ve O [Rabbleri], onların Veliysidir.
128 – Ve O [Allah], onların hepsini topladığı gün: “Ey cin topluluğu! Kesinlikle insten çoğalttınız.” Ve insten onların velileri de “Rabbimiz! Biz birbirimizden kazanç sağladık. Nihayet biz, bizim için vakitlendirdiğin ecelimize ulaştık” derler. O [Allah]; “Ateş, sizin durağınızdır. Orada, Allah’ın dilemesi müstesna, ebedî olarak kalacaksınız” der. Şüphesiz Rabbin Hakîm’dir, En İyi Bilen’dir.
129 - Ve işte Biz böylece, kazandıkları günahlardan dolayı zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına veliy yaparız [yakınlaştırırız].
130 - Ey cinn ve ins topluluğu [tüm insanlar]! Size ayetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar, “Kendi aleyhimize şahidiz” dediler. Basit yaşam onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin ta kendisi olduklarına şahitlik ettiler.
131 – İşte bu; Rabbinin, halkı gafil iken ülkeleri zulüm ile helak edici olmayışıdır.
132 – Ve hepsi [cinn ve insin tümü; herkes] için yaptıklarına göre dereceler vardır. Ve senin Rabbin onların yaptıklarından gafil [duyarsız] değildir.
133 - Ve senin Rabbin, Ğanîy’dir [hiçbir şeye muhtaç değildir], merhamet sahibidir. Sizi, başka kavimlerin soyundan getirdiği gibi, dilerse, sizi de giderir [yok eder] ve sizden sonra yerinize dilediğini halife yapar.
134 – Şüphesiz sizin vaat olunduğunuz şeyler kesinlikle gelecektir. Ve siz, aciz bırakanlar [bunu engelleyecek birileri] değilsiniz.
135 - De ki: “Ey kavmim! Gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, Şüphesiz ben de yapıyorum. Yakında yurdun sonunun kim için olduğunu bileceksiniz. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler.”
136 – Ve onlar, O’nun [Allah`ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah`a bir hisse kıldılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte, ortakları için olan şey [hisse] Allah`a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!
137 – Ve onların ortakları, kendilerini mahvetsinler ve dinlerini karıştırıp bozsunlar diye müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi güzel gösterdi. Ve Allah dileseydi bunu yapmazlardı. O hâlde onları ve onların uydurdukları şeyleri bırak!
138 – Ve onlar, yanlış inanışları sebebiyle, “Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar sırtları yasaklanmış hayvanlardır” dediler. Ve bir kısım hayvanları Allah’a yalan uydurarak üzerlerine O’nun adını anmazlar. O [Allah], onları iftira ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır.
139 – Ve onlar; “Bu hayvanların karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır. Eğer ölü olursa o zaman onlar onda ortaklardır” dediler. O [Allah], onların nitelemelerini onlara ceza olarak verecektir. Şüphesiz O, Hakîm’dir Alîm’dir.
140 - Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah`ın kendilerine verdiği rızkı, Allah`a iftira ederek haram kılanlar kesinlikle zarara uğradılar. Onlar, kesinlikle sapmışlardır ve onlar hidayete ermişler değillerdir.
141 - Ve O [Allah], asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde kılandır. Meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü de onun hakkını verin ve israf etmeyin. Şüphesiz O [Allah], israf edenleri sevmez.
142 – Ve O, hayvanlardan yük taşıyanları, döşek yapılanları yaratandır. Allah`ın sizi rızklandırdığı şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.
143 - Sekiz eş: Koyundan iki, keçiden de iki. De ki: “O [Allah], iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp bürüdüğünü mü [yavruları mı]? Eğer doğrular iseniz bana ilme dayanarak haber verin.”
144 - Ve deveden iki, sığırdan da iki. De ki: “O [Allah], iki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp bürüdüğünü mü [yavruları mı]? Yoksa Allah’ın size böyle vasiyet ettiğine şahitler mi oldunuz [O’nun yanında mıydınız]?” Böyle hiçbir bilgiye dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah`a karşı yalan uyduran kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah, o zalimler topluluğuna kılavuz olmaz.
145 - De ki: “Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş, veya akıtılmış kan, yahut domuzun eti -ki şüphesiz o [domuzun eti] ricstir [kirlidir, rahatsızlık vericidir]- yahut Allah`tan başkası adına kesilmiş bir fisk olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Artık kim çaresiz kalırsa, tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere (bunlardan yiyebilir).” İşte şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
146 – Ve Biz Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun yağlarını da onlara haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz elbette doğrularız.
147 – Artık eğer seni yalanladılarsa, hemen de ki: "Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Ve O’nun azabı suçlular toplumundan geri çevrilmez.”
148 – Allah’a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.”
149 - De ki: “İşte, en kesin ve üstün delil, Allah’ındır. O nedenle eğer O [Allah] dileseydi, elbette hepinize kılavuz olurdu.”
150 - De ki: “Haydi, Allah bunu kesinlikle haram etti diye tanıklık edecek şahitlerinizi getirin.” Buna rağmen eğer onlar şahitlik ederlerse de sen onlarla beraber şahitlik etme. Ayetlerimi yalanlayan ve ahirete inanmayan kimselerin hevalarına da uyma. Ve onlar Rabblerine denk tutmaktadırlar.
151 - De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle / fakirleştiriliriz korkusuyla] çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmayın. Haksız yere Allah`ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size vasiyet ettikleridir.
152 - Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar [malına] en güzel biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olun ve Allah`a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O’nun [Allah’ın] size vasiyet ettikleridir.
153 – Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun. Ve yollara uymayın da sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, takvalı davranırsınız diye O’nun [Allah’ın] size vasiyet ettikleridir.
154 - Sonra Biz, Rabblerine kavuşacaklarına inansınlar diye iyilik, güzellik üretenlere tamam olarak, her şeyi genişçe açıklamak ve kılavuz ve rahmet olmak üzere Musa’ya Kitap’ı verdik.
155-157 – Ve bu [Kur`an], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa [Yahudi ve Hıristiyanlara] indirildi; biz ise, onların ders yapışlarından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk]” veya “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve takvalı davranın. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız.
158 - Meleklerin gelmesinden, yahut Rabbinin gelmesinden, ya da Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: “Bekleyiniz; şüphesiz biz de bekleyicileriz.”
159 – Şüphesiz şu, dinlerini parça parça edip grup grup olanlar; sen hiçbir şeyce onlardan değilsin. Şüphesiz onların işi Allah’adır. Sonra O [Allah], onlara yapmakta oldukları şeyleri haber verecektir.
160 - Kim iyilik getirirse, artık ona onun [getirdiğinin] on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.
161 - De ki: “Şüphesiz Rabbim, beni doğru yola kılavuzladı; dimdik ayakta duran bir dine, hanif İbrahim’in milletine. O [İbrahim], ortak koşanlardan olmamıştı.”
162, 163 - De ki: “Benim salatım [sosyal desteğim], ibadetim, hayatım ve ölümüm sadece kendisinin ortağı olmayan âlemlerin Rabbi Allah içindir. Ve ben böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.”
164, 165 - De ki: “O [Allah] her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka Rabb mi arayayım?” Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece O [Allah], ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünün halifeleri kılan, verdikleriyle sizi belalandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

dost1 25. April 2009 09:25 PM

TAHLİL:

1 - Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı kılan [var eden] Allah`a mahsustur. Sonra da şu küfretmiş kişiler Rabblerine eşit/denk tutuyorlar.

Sure, “hamd”in [tüm övgülerin] Allah’a ait olduğu gerçeğinin ilanıyla başlamış ve hemen arkasından Allah’ı başkaları ile denk, eşit tutan kâfirler kınanmıştır.
Hamd edenlerin kime hamd etmesi gerektiğini bildiren cümlede geçen “gökleri ve yeri yaratan” ifadesinden; göklerin direksiz yükseltmiş olması, Güne*ş, Ay ve milyarlarca yıldızdan oluşan bu sistemde herhangi bir bozukluk ve düzensizliğin bulunmaması, üzerinde sayısız canlı ve cansız şey yaratılmış olan yeryüzünde sağlam kazık şeklinde dağlar oluşturulması, yollar açılması, nehirler akıtılması, denizler var edilmesi gibi Yüce Allah’ın sayılamayacak kadar çok ayetlerinin tümü anlaşılmalıdır. Yani, bir kısmı önceki surelerde bulunan, bir kısmı da ilerideki surelerde gelecek olan yüzlerce ayette yer alan işaretlerin, mucizelerin tümü dikkate alınmalıdır.
Burada “karanlıklar” ve “nur [ışık]” kavramları hakiki anlamlarıyla değil, mecazi anlamlarıyla konu edilmiştir. Zira hakiki anlamdaki karanlık “ışığın yokluğu” demek olup “karanlıklar” şeklinde çoğul olarak zikredilmez. Ayette “karanlıklar” sözcüğünün çoğul, “nur [ışık]” sözcüğünün ise tekil olarak yer almasının sebebi, “nur”un [ışığın] Kur’an’ı simgelediği için tek olması, “karanlıklar”ın ise İblis’ten, şeytandan, düşmandan, kısacası cehaletten kaynaklanan küfür, şirk, nifak gibi birçok çeşidinin bulunmasıdır. Yani, “nur” Allah’ın vahyidir, Kur’an’dır, “hakk”tır ve tektir; buna karşılık karanlık, batıl ise birçoktur ve bu yüzden ayette “ ظلمات zulumat [karanlıklar]” olarak ifade edilmiştir. Bunun başka bir örneği Bakara suresinde geçmektedir:

Allah, inananların veliysidir [yakın kimsesidir]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların yakın kimseleri tağuttur ki, kendilerini nurdan karanlığa çıkarır. Bunlar cehennem ashabıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar. (Bakara/257)


Konumuz olan ayetin son kısmındaki “Sonra da şu küfretmiş kişiler Rabblerine eşit/denk tutuyorlar” ifadesiyle gerek o günün gerekse tüm zamanların insanlarına: “Durum böyleyken nasıl olur da daha başka tanrılar edinir ve önlerinde secde ederek, kendilerine kurbanlar keser ve ihtiyaçlarınızı sunar ve yardımlarını dileyerek onları yeri göğü yaratanla bir tutarsınız, onları övgülersiniz?” mesajı verilmiştir.

2 - O, sizi bir balçıktan yaratmış olandır. Sonra “ecel”’i gerçekleştirmiştir. Ve adı belirlenmiş ecel, onun katındadır. Sonra siz hâlâ kuşkulanıp duruyorsunuz.

İnsanın dünü, bugünü ve yarınına değinilen bu ayette, ilk yaratılışın “madde”den olduğu, her insan için bir süre belirlendiği, belirlenen bu sürenin bilgisinin sadece Allah’ın katında olduğu ve hiç kimse tarafından bilinemeyeceği bildirilmektedir. Ayetin son kısmında, tüm bu gerçeklere rağmen hâlâ kuşkulanan insanlar olduğu ifade edilerek bu insanlar kınanmaktadır.
Ayette birkaç kez geçen “ ثمّsonra” edatı zamanda değil, kelamda [sözün akışında] sonralığı ifade etmektedir. Bu nedenle, “sonra” anlamına gelen bu edattan, önce yaratılışın, arkasından ecelin gerçekleştirildiği ve bunlardan sonra da insanın kuşku duymaya başladığı anlaşılmamalıdır. Çünkü Yüce Allah bunların hepsini Rabb sıfatı gereği önceden programlamıştır.
Bazıları, ayette geçen “bir balçıktan” ifadesini “meni” olarak anlamışlar ve bu doğrultuda izahlar yapmışlardır:

Meşhur olan görüş şudur: Bundan murat şudur: Allah Teâlâ insanları çamurdan yaratılmış olan Adem`den meydana getirmiştir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "O, sizi çamurdan yaratandır" buyurmuştur.
Bana göre bu hususta bir başka izah da şudur: İnsan meniden ve hayız kanından yaratılmıştır. Bu ikisi de kandan neşet etmektedirler. Kan ise gıdalardan meydana gelmiştir. Gıdalar ise ya hayvanî olur ya da nebatî.., Eğer hayvanî ise, bu canlının meydana gelmesindeki durum, insanın meydana gelmesindeki durum gibi olur. Geriye bunun bitkisel olması hali kalmıştır. Binaenaleyh, insanın da bitkisel gıdalardan yaratılmış olması keyfiyeti sabit olmuş olur. Şüphesiz ki bu nebatî gıdalar çamurdan [topraktan] meydana gelmişlerdir. Böylece her insanın topraktan meydana gelmiş olduğu sabit olur. Bana göre bu izah doğruya daha yakındır. (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

Oysa ayette insanın ana rahmindeki üremesi değil, ilk yaratılışı ifade edilmektedir. Ayete geçen “balçık” da insanın yaratılışındaki ilk “madde”dir. Nitekim yine ilk yaratılışın konu edildiği Müminun/12-14 ve Hacc/5 ayet*lerinde, insanın ilk yaratılışta cansız maddeden yaratıldığı, daha sonra meni ile çoğaltıldığı açık bir ifade ile belirtilmiştir.
Surenin başında yer alan “göklerin, yerin ve insanın yaratılması” ile “insana ecel tayin edilmesi” konuları, ister istemez ahiret hayatını, yeniden dirilmeyi hatırlatmakta ve sanki insanlara “Bu güce sahip olan, bütün bunları yapmaya muktedir olan Güç, yeniden yaratmaya da kadirdir ve sizi öldükten sonra tekrar canlandıracaktır” denmektedir. Gerçekler böyle iken kâfirlerin buna verdikleri tepki ise şu şekildedir:

Ama kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler, “Bu şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” dediler. (Kaf/2–3)


Ayetin “Sonra siz hâlâ kuşkulanıp duruyorsunuz” şeklindeki son cümlesi, “Bunca kanıta rağmen hâlâ nasıl şüphe içinde olabiliyorsunuz?” anlamına gelmektedir.
Kur’ân`ın daha önce inmiş olan bölümlerinden de biliyoruz ki, Allah`ın, Elçisi vasıtasıyla bildirdikleri, Mekke`nin azgın ve küstah ileri gelenlerinin mevcut düzenlerine ve dümenlerine uygun düşmemiştir. Bu sebeple bu kodamanlar kendi düzenlerinin bozulmaması için birçok sudan sebebin arkasına sığınarak Rabbimizin bildirilerine karşı çıkmışlardır. Kimi zaman kendileri gibi beşerden bir peygamber gelmesini yadırgayarak, “Niye bir melek gelmedi?” demişler, kimi zaman da “Öldükten sonra dirilmek mi olurmuş?” diyerek inkâr içerikli bir şaşkınlık sergilemişlerdir.
Oysa hayret gösterdikleri durum, sağduyulu insanların kolayca ve gönül huzuru ile kabullenebileceği normal bir durumdur. Çünkü rahmân ve rahîm Allah, uyarıcı ve öğütçü olarak kendileri ile aynı hisleri duyan, aynı şeyleri hisseden, kendi dillerini konuşan, onları her yönüyle anlayan ve kendilerinin tahammül derecelerini bilen bir kimseyi peygamber seçmiştir. Yüce Allah kendi içlerinden birini seçip elçi yapmıştır ki, içinde bulundukları yanlış tutumu sürdürecek olurlarsa bu elçi onları bekleyen felâket konusunda dikkatlerini çeksin ve aralarında yükümlülükleri ilk yüklenen, mesajı ilk uygulayan kişi olarak diğerlerine örnek olsun, onlara doğru yönü nasıl bulabileceklerini göstersin. Fakat âyetlerden, müşriklerin peygamberlik kurumunun bizzat kendisini garip karşıladıkları, özellikle de bu uyarıcı Peygamber`in duyurduğu yeniden dirilme konusuna hayret ettikleri anlaşılmaktadır.
Oysa ilk âyetten buraya kadarki bütün vahiyler bize göstermektedir ki, “yeniden dirilme” konusu İslâm inanç sisteminin temeli niteliğindedir. Çünkü sadece Allah`a teslimiyeti ve yalnızca Allah`ın mesajına uymayı öğütleyen İslâm, Rabbimizin hiç kimseye zerrece haksızlık yapmayacağını, herkesin yaptıklarının karşılığını mutlaka göreceğini söylemektedir. Yani, her amele mutlaka karşılığı verilecek, iyiler ödüllerini alacak, kötülerin yaptıkları yanlarına kâr kalmayacaktır. Ancak, bu karşılıklar bazen yeryüzünde verilecek, bazen da yolculuğun en sonundaki kesin hesaba ertelenecektir. O hâlde kesin hesabın görüleceği bir başka dünya [âhiret] mutlaka var olmak durumundadır. Bir başka ifadeyle belirtmek gerekirse, kesin hesabın görülmesi için yeniden dirilme kaçınılmazdır.

Biz yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda çok iyi kaydedip muhafaza eden bir kitap da vardır.(Kaf/4)

Ve onlar, “Biz yeryüzünde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta olacağız?” dediler. Aksine onlar, Rabb`lerine kavuşmayı [O`nun huzuruna varacaklarını] inkâr ediyorlar. (Secde/10)

İnkârcıların yeniden dirilmeyi alışılmıştan uzak [imkânsız] zannetmeleri, yaratılış gerçeğini ve bölümlerini ayrıntılarıyla bilmemelerinden, yani bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır. Hayat ilminin bütün sırları keşfedilmiş olsa idi, herhâlde ölümden sonra dirilme de akıllara pek uzak gelmezdi. Ama Yüce Allah bu sırları bilmekte ve ona göre yaratmaktadır:

De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek ve O her yaratmayı çok iyi bilir.” (Yâ-Sîn/79)

Rabbimiz, öldükten sonra çürüyüp toprak olanlara ne olduğunu, varlıklarını nelerin oluşturduğunu ve varlıkları oluşturan parçalardan nelerin kaybolup nelerin kaybolmadığını, nelerin şekil değiştirerek mevcut kaldığını [varlıklarını koruduğunu] , bu parçalar arasındaki bağların neler olduğunu bilmektedir. Âyette bu bilgilerin korunduğu da bildirildiğine göre, insanların öldükten sonra çürüyüp toprağa karışmaları, onların kaybolup gittikleri anlamına gelmez. Hayatın bu topraktan [maddeden] yeniden başlaması, daha önce bir kez gerçekleşmiştir ve sürekli gerçekleşmeye devam edip gitmektedir.

Peki, bu [bütün bunları yapan], ölüleri diriltmeye kadir [güç yetiren] değil midir? (Kıyamet/40)

Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, -[bilin ki] ne olduğunuzu size açıklamak için- şüphesiz Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra bir alaktan, sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat Biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. (Hacc/5-7)

Onun için insan neden yaratıldığına bir baksın.
Atan bir sudan yaratıldı.
[O su] Sulb ile göğüs kemikleri arasından çıkar.
Elbette Allah onu döndürmeye gücü yetendir.( Tarık/5-8)

Onlar Allah’ın gökleri ve yeri yaratan, onları yaratmakla yorulmayan ve ölüleri diriltmeye de kadir olan olduğunu görmediler mi? Evet, şüphesiz ki O her şeye güç yetirendir.( Ahkâf/33):

Bu, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve: “Sahi bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı yeni bir yaratılışla diriltilmiş olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır.
Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, kendilerinin aynı olan insanları yaratmaya da kadir olduğunu ve onlar için şüphe edilmeyen bir vade takdir etmiş olduğunu görmediler mi? Fakat zalimler, inkârlarında yine de dayattılar. (İsra/98, 99)

Bir zamanlar İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. [Allah]: “İnanmadın mı ki?” dedi [buyurdu]. [İbrahim]: “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye” dedi. [Allah] buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça kıl [bırak]. Sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara/260):

Konumuz olan ayette geçen “adı konulmuş ecel, O’nun katındadır” ifadesini “O’nun katında bir de adı konmuş ecel vardır” şeklinde anlayanlar olmuş, bu anlayış sahipleri, söz konusu ifadeyi şöyle açıklamaya çalışmışlardır:

İslâm hükemâsının görüşüne göre her insanın iki eceli vardır: Birincisi, tabiî olan eceller; ikincisi de tabiî [normal] olmayıp, kaza ve belâlar ile gelen eceller... Tabiî olan eceller şunlardır: Eğer insanın yaratılışı, bünyevi özelliği harici tesirlerden korunabilmiş olsaydı, ömrü falanca vakte kadar uzayabilirdi. Kazalar ve belalarla gelen ecellere gelince, bunlar boğulma, yanma, zehirli haşeratın sokması ve insanı âciz bırakan benzeri belâlar gibi, herhangi haricî bir sebepten ötürü meydana gelen ölümlerdir. Buna göre âyetteki, "Onun katında tayin edilmiş bir ecel ..." ifadesi, "O`nun katında malum, veya Levh-i Mahfuz`da zikredilen bir ecel" manasındadır. Bu ifadedeki "katında" kelimesinin manası, bir kimsenin bir mesele hakkında şöyle demesine benzemektedir: "Bence, mesele şöyle şöyledir." (Razi; el Mefatihu’l Gayb)


“Ecel” konusu çok eski zamanlardan beri birçok düşünürün ilgi alanına girmiş ve felsefe kitaplarında ayrıntılı incelemelere tâbi tutulmuştur. Müslüman kesimde de “ecel”, “ecel-i müsemma”, “ecel-i kaza” ve “ecelin kısalması ve uzaması” gibi başlıklarda ele alınan konu üzerinde çokça durulmuş ve bu konular üzerinde farklı görüşler, hatta ekoller oluşmuştur. Konu hakkında görüş ileri sürenlerin en meşhurları Eş’ariye ve Mu’tezile mezhepleridir. Her iki mezhep de bu konudaki görüşünü “maktulün ölümü” örneğinden yola çıkarak izah etmeye çalışmıştır. İnsanın bir başkası tarafından isteyerek veya kaza ile öldürülmesi hakkındaki bu tartışmaların sonucunda, “Ecel” kavramıyla ilgili olarak farklı bakış açıları ortaya çıkmıştır.
Meselenin doğru olarak çözülebilmesi, Kur’an’da türevleriyle birlikte elli beş kez yer alan “ecel” sözcüğünün sözlük anlamının ve Kur’an’da hangi anlamda kullanıldığının tespit edilmesiyle mümkündür. Bizim bu konuyla ilgili görüşümüz, A’râf Suresinin sonunda ek olarak verilen “Ecel” başlıklı yazımızdadır. (Tebyînü’l-Kur’an; c:3, s: 168-183) Konunun ayrıntılarını hatırlamak için o bölümün tekrar okunmasını öneriyoruz.

3 - Ve O, göklerdeki ve yerdeki Allah’tır. O, gizlinizi ve açığınızı bilir. Kazandığınız şeyleri de bilir.

İlk iki ayette evren ve insanlarla olan ilişkisine dikkat çeken Rabbimiz, bu ayette de zatını tanıtıcı bilgiler vermeye geçmiştir. Bu bağlamda Yüce Rabbimiz göklerde ve yerde tek ilahın kendisi olduğunu hatırlatmakta ve insanların ne kazandıklarını bildiğini açıklamak suretiyle kendi kontrolünde olmayan hiçbir şeyin bulunmadığını vurgulamaktadır.
Ayetteki “kazandığınız şeyleri de bilir” ifadesinde, “yaptığınız” değil de “kazandığınız” sözcüğünün kullanılması dikkat çekicidir. Bu sözcükle, amellerin değil de amellerin sonuçlarının önemli olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Çünkü “kazanmak” anlamına gelen “ كسبkesb”, bir faydayı elde etmeye veya bir zararı önlemeye yönelik olarak yapılan fiiller için kullanılan bir sözcüktür. Nitekim bu yüzden Allah`ın fiilleri için “kesb” sözcüğü kullanılmaz.
İlk bakışta Allah’a mekân isnat ediyormuş gibi gözüken “Ve O, göklerdeki ve yerdeki Allah’tır” ifadesinin bir benzeri Zühruf suresinde de geçmektedir:

Ve O, gökteki ilâh ve yerdeki ilâhtır. Ve O, Hakîm’dir, Alîm’dir. (Zühruf/84)

Ancak gerek konumuz olan 3. ayetteki, gerekse Zühruf/84’deki bu tür ifadelerin “mekan” ifade ediyormuş gibi anlaşılması doğru değildir. Çünkü hem aklen Allah’a mekân isnat edilmesi mümkün değildir, hem de Allah’ın mekândan münezzeh olduğuna dair Kur’an’da bir çok ayet mevcuttur. Bu durumda ayetin doğru anlamını bulabilmek için yine Kur’an’a müracaat etmek gerekmektedir:

De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kim içindir?” De ki: “Allah içindir.” O [Allah], rahmeti kendi nefsi üzerine yazmıştır. Sizi mutlaka, kendisinde asla şüphe olmayan kıyamet gününe toplayacaktır. Kendi nefislerini zarara sokan kimseler; işte onlar iman etmezler. (En’am/12)

Göklerde olan şeyler, yeryüzünde olan şeyler, bu ikisinin arasında olan şeyler ve nemli toprağın altında bulunan şeyler yalnızca O’nundur [Rahman’ındır]. (Ta Ha/6)

O, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra arş üzerine istiva eden, yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı görendir. (Hadid/4)

Ve ant olsun insanı Biz yarattık. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. (Kaf/16)

Ve doğu, batı yalnızca Allah`ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz artık ora Allah’ın yüzüdür. Şüphesiz Allah geniştir, O, en iyi bilendir. (Bakara/115)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah’ın göklerde ve yerde olması, O’nun göklerde ve yerde olan her şeyi idare ettiğini ifade eden sözlerdir. Bu tarz ifadeler insanlar için de kullanılmaktadır. Şöyle ki: Bir iş üzerine eğilmiş bir kimse için, yaptığı iş veya işin yapıldığı mekân belirtilerek onun “falan işte” veya “falan yerde” olduğu söylenir. Dolayısıyla ayette geçen “O, göklerdeki ve yerdeki Allah’tır” ifadesi, “Allah, gökleri ve yeri idare eder” demektir.
Ayette geçen “gizliniz” ifadesiyle kalplerde olan niyetler ve düşünceler, “açığınız” ifadesiyle de organlar vasıtasıyla yapılan somut işler kastedilmiştir.

4 - Onlarsa Rabblerinin ayetlerinden bir ayet gelmeye görsün, mutlaka ondan yüz çevirmişlerdir.
5 – Sonra da onlar, kendilerine hakk gelince onu kesinlikle yalanladılar. Artık alaya aldıkları şeylerin önemli haberleri yakında kendilerine gelecektir.

Bu ayetlerde, 1. ve 2. ayetlerde sözü edilen kâfirlerin şirk koşmalarının ve kuşku içinde olmalarının keyfiyeti açıklanmakta ve bu kişilere ileride başlarına gelecekler haber verilmektedir.
Bir benzeri daha evvel Şuara suresinde yer almış olan 5. ayetin son cümlesindeki “Artık alaya aldıkları şeylerin önemli haberleri yakında kendilerine gelecektir” ifadesi, bize göre, onlara [müşriklere, yalanlayıcılara] verilecek olan -hem dünyada, hem kıyamet esnasında, hem de kıyamet sonrasındaki- azabı haber vermektedir. Gelecekle ilgili bu haberi, müminlerin Bedir’deki zaferine, müşriklerin de hezimetine işaret ettiği şeklinde yorumlamak da mümkündür. Öyle ki, Bedir’in bu şekilde neticeleneceği müminler tarafından da, müşrikler tarafından da hayal bile edilemezdi.

Sonra da, kesinlikle yalanladılar. İşte alay edip durdukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir. (Şuara/6)


Mukatil, bu ayetlerde sözü edilen “hakkı yalanlayanlar” ile “Allah’ın ayetlerinden yüz çevirenler”in listesini şöyle çıkarmıştır:

“Ebu Cehil, Velid b. Muğıre, Haccac’ın iki oğlu Münebbih ve Nebih, As b. Vail, Ubey b. Halef, Ukbe b. Ebi Muayt, Abdullah b. Ebi Ümeyye, Rabia’nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu’l-Bahteri, el-Haris, Mahreme b. Nevfel, Hişam b. Amr b. Rabia, Ebu Süfyan, Sehl b. Amr, Umeyr b. Vehb b. Halef, el-Haris b. Kays, Adi b. Kays, Amir b. Halid el-Cümahi, Nadr b. Haris, Zemea b. Esved, Mut’im b. Adiy, Kurat, Ahnes b. Şerik, Huveyt ve Ümeyye b. Halef”.

6 - Görmediler mi ki Biz, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökyüzünü üzerlerine bereketlerle gönderip altlarında ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların sonrasından başka bir nesil oluşturduk.

Bu ayette, Allah’ın varlığını, birliğini ve O’na kul olmanın gereğini idrak etmemiş olan müşriklere ve Allah’tan gelen ayetlere yüz dönüp hakkı yalanlayan günahkârlara tarihten hatırlatmalarda bulunularak onların da Ad, Semud, Firavun ve diğerleri gibi aynı akıbete uğrayıp helak edilebilecekleri ve yerlerine başkalarının getirilebileceği uyarısı yapılmaktadır.
Ayetteki “görmediler mi” ifadesi, geçmişte helak edilmiş olan günahkârlara ait kalıntıların incelenmesini ve o toplumlar hakkında bilgi edinilmesini isteyen bir ifadedir.

7 – Ve Biz eğer ki sana kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak, onlar da ona elleriyle dokunsalardı, kesinlikle o küfretmiş olan kişiler, “Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir" derlerdi.
8 - Ve onlar “Bu peygambere bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz bir melek indirmiş olsaydık, iş, mutlaka bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.
9 – Eğer Biz onu [Peygamberi], bir melek yapsaydık, yine de onu bir adam şeklinde yapardık ve katmakta olduklarını onlara elbette katardık [onlar yine düştükleri kuşkuya düşerlerdi].

Bu ayetlerde, surenin başında konu edilen kuşkucu müşriklerin inat ve yalanlamada hangi boyuta ulaştıkları açıklanmakta ve dile getirdikleri sözde kuşkularına cevap verilmektedir.
Müşriklerin 7. ayette dile getirilen “yazılı kitap” talepleri, ilk olarak Müddessir suresinde yer almıştı:

İçlerinden her kişi, kendisine açılıp saçılmış sayfalar verilsin istiyor. (Müddessir/52)

8. ayetten anlaşıldığına göre, müşrikler kendilerine göre bir bakış açısı ortaya koyarak “yazılı kitap” hakkında şöyle bir iddiada bulunmaktadırlar: “Eğer Muhammed (as) gerçekten Allah tarafından bir elçi olarak gönderilmiş olsaydı, gökten bir melek inmeli ve halka ‘Bu Allah`ın Elçisidir, bu yüzden ona itaat edin, yoksa cezalandırılırsınız’ diye ilân etmeliydi.”
Müşriklerin bu bakış açısıyla dile getirdikleri itirazlar birçok ayette konu edilmiştir:

Ama, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler; “Bu şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” dediler. (Kaf/2, 3)

Ve onlar [inkâr etmiş olanlar]; “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece onunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zalimler; “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz.” da dediler. (Furkan/7, 8)

Hatta aynı mantık Nuh peygamber için de ileri sürülmüştü:

Bunun üzerine, kavminden kâfir ileri gelenler; “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar onu umutla bekleyin” dediler. (Müminun/24, 25)

Kâfirlerin meleklerin gönderilmesine yönelik isteklerinden Yunus, Hicr, Hud, İsra ve Furkan surelerinde defalarca bahsedilmiştir.
Müşriklerin gökten melek indirilmesi şeklindeki taleplerine, Rabbimiz tarafından 8. ve 9. ayetlerde iki ayrı uyarı ile cevap verilmiştir:
8. ayette verilen cevap, “melek indirilmesi”nin “sürenin bittiği” anlamına geldiği şeklindeki uyarıdır. Bu uyarı başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Biz o melekleri ancak hakk ile indiririz. O vakit de onlar mühlet verilenlerden olmazlar. (Hicr/8)

Melekleri görecekleri gün; işte o gün, günahkârlara hiçbir müjde [sevinç haberi] yoktur. Ve onlar “Yasak edilmiştir, yasak!” derler. (Furkan/22)

Oysa Rabbimiz, müşriklere inanmaktan başka seçenek bırakmayacak şekilde âdeta gerçeği gözlerine sokarcasına gösterecek bir melek göndermemiş, lehlerine olarak onlara fırsat tanımıştır. Çünkü eğer bekledikleri gibi bir melek gelecek olsaydı, bu, onların tâbi tutuldukları imtihanın boşa çıkması demek olur, artık kendilerini düzeltmek için bir sürelerinin kalmadığı anlamına gelirdi.
Müşriklerin elçinin melek olması yönündeki beklentilerine verilen ikinci cevap ise 9. ayettedir. Bu cevapta, insanlara elçi olarak bir meleğin gönderilmesi hâlinde, konuştuklarının anlaşılabilmesi ve kendisinden bir şeyler öğrenilip istifade edilebilmesi için onun da “adam” şeklinde olacağı belirtilmiştir. Ayetten anlaşıldığına göre, taleplerinde samimi olmayan kâfirler bu durumda da ikna olmayacaklar, bu kez de elçinin melek olup olmadığı konusunda şüpheye düşeceklerdir.

Ve Biz onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak da onlar oradan yukarı yükselseler bile, mutlaka “Gözlerimiz döndürüldü / bulandırıldı. Aslında biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir. (Hicr/ 14, 15)

Ve gökten düşmekte olan bir parça görseler, “Üst üste yığılmış bulutlardır” derler. (Tur/44)

Oysa Yüce Allah, yarattıklarına olan rahmeti gereği, gönderdiği elçileri birbirlerini davet etsinler, konuşup anlaşabilsinler, birbirlerinden faydalanabilsinler diye kendilerinden seçmektedir:

Ant olsun ki Allah, müminlere kendilerinden, onlara kendi ayetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. (Âl-i Imran/164)

Rabbimiz elçinin melek olması konusunda bir başka ayette de şu açıklamayı yapmıştır:

Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız.” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”
Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleri engel olur.
De ki: “Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette Biz onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.” (İsra/90- 95)

10 - Ve hiç kuşkusuz senden önce de elçiler ile alay edildi. Sonra da onlardan alay eden kişileri alay ettikleri şey kuşatıverdi.

Müşriklerin yalanlarına, bahanelerine ve yüz dönmelerine üzülmekte olan peygamberimizin teselli edildiği bu ayette, geçmişte de aynı olayların yaşandığı bildirilerek elçileri yalanlayan, onlarla alay eden eski kavimlerin bu tutumlarının onları kuşattığı, sarıp sarmaladığı hatırlatılmakta, böylece dolaylı olarak Mekkeli müşrikler tehdit edilmektedir.
Ayette kullanılan “kuşatma” sözcüğü, kâfirlerin bu davranışlarıyla kendilerine ipek böceği gibi suçtan, azaptan bir koza örmekte oldukları izlenimini vermektedir.
Kâfirlerin, elçilerle alay ettiklerini konu eden birçok ayet vardır:

Ve Biz öncekilere de nice peygamberler göndermiştik.
Onlar kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alıyorlardı.
Sonra Biz onlardan daha güçlü olanları helâk ettik. Öncekilerin örneği geçti
de. (Zühruf/6- 8)

Ve eğer onlara sorsaydın, kesinlikle "Biz sadece dalmıştık, oyun oynuyorduk.” diyecekler. De ki: "Allah, ayetleri ve elçisi ile mi alay ediyordunuz?" (Tövbe/65)

Biz onların söylediklerinin seni mutlaka üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama o zalimler Allah`ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlar.
Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki sana, gönderilmişlerin [elçilerin] haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. (En’am/33, 34)

11 - De ki: “Yeryüzünde dolaşın sonra da yalanlayanların sonu nasıl olmuş, bakın!”
12 - De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kim içindir?” De ki: “Allah içindir.” O [Allah], rahmeti kendi nefsi üzerine yazmıştır. Sizi mutlaka, kendisinde asla şüphe olmayan kıyamet gününe toplayacaktır. Kendi nefislerini zarara sokan kimseler; işte onlar iman etmezler.
13 – Ve gecede, gündüzde barınan her şey O’nundur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
14 - De ki: “Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah’tan başka Veliy mi edineyim?” De ki: “Ben İslâm kişilerin ilki olmakla emrolundum.” Ve sen sakın Allah’a ortak koşanlardan olma.
15 - De ki: “Ben kesinlikle, eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.”
16 - O gün, kim ki ondan [şirkten] döndürülürse, kuşkusuz O [Allah] ona rahmet etmiştir. Ve işte bu, apaçık kurtuluştur.

Bu ayetlerde Rabbimiz, soru-cevap yöntemiyle, göklerde ve yerdeki her şeyin kendisine ait olduğunu, canlı ve cansız her şey üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğunu, kıyamet günü insanları bir araya toplayacağından hiç kimsenin kuşkusunun bulunmaması gerektiğini vurgulamaktadır.
11. ayette, Kur’an ile alay edip peygamberimize kötü davrananlar, geçmiş zamanlarda kendilerine gönderilmiş elçileri yalanlayanların akıbetlerine bakarak akıllarını başlarına almaya davet edilmektedir.
12. ayetteki “O [Allah], rahmeti kendi nefsi üzerine yazmıştır” ifadesi anlaşılmaya çalışılırken, Allah’ın insanlığa elçi göndermesinin, kitap indirmesinin, dünyada iken mühlet vermesinin ve ölümden sonra amellerinin karşılıklarını vermesinin hep O’nun rahmetinin kapsamında olduğu düşünülmelidir. Çünkü Yüce Allah bunların hepsini kendi üzerine almıştır ve hepsi de O’nun rahmeti ve adaleti gereğidir.
14. ayetteki “Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah’tan başka Veliy mi edineyim?” ifadesi ile müşrikler düşünmeye davet edilmektedir. Çünkü müşriklerin Allah`ın astlarından tanrılar olarak kabul ettikleri her şey, onları beslemek yerine, onlardan beslenmektedir. Yani, tüm sahte tanrılar aslında kendilerine tapan hizmetçilerine muhtaçtırlar. Mesela Firavun nasıl hâkimi olduğu ülkeyi yaşatmak için kendine tâbi halktan vergi almak zorunda ise, bir azizin de tapılabilir bir tanrı olması için tapınanları tarafından mozolesinin veya heykelinin inşa edilmesi lâzımdır. Kimseye, hiçbir destekçiye muhtaç olmayan, her şeyin kendisine muhtaç bulunduğu tek varlık ise yalnızca Allah`tır.

Ben onlardan herhangi bir rızk istemiyorum. Ben, onların Beni yedirmelerini de istemiyorum. (Zariyat/57)

Ve sen gerçekten onlara, “O gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sormuş olsan kesinlikle “Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse gördünüz mü Allah’ın astlarından çağırdıklarınızı! Eğer Allah bana bir zarar vermek istediyse, onlar O’nun zararını giderebilenler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar O’nun rahmetini tutanlar mıdırlar?” De ki: “Allah, bana yeter. Tevekkül edenler, yalnızca O’na tevekkül ederler.” (Zümer/38)

17 – Ve eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu kendisinden başka açacak yoktur. Ve eğer O sana bir hayır dokundursa da kuşkusuz O, her şeye gücü yetendir.
18 – Ve O, kullarının üstünde Kahir’dir. Ve Hakîm’dir ve Habîr’dir.

Bu ayetlerde Rabbimiz, iyiyi ve kötüyü, her şeyi yaratanın kendisi olduğunu, dilediğine hayrı, dilediğine şerri verdiğini ve ne verdiyse geri alabileceğini, verdiğini kendisinden başka kimsenin alamayacağını bildirmektedir. Bu, kendisinin kulları üzerinde mutlak القاهرKahir [yok edici, yönetici], الحكيمHakîm [yasa koyucu] ve الخبير Habîr [her şeyden haberdar] olmasındandır. Yüce Allah bu sıfatlarını sayarak her şeye gücünün yettiğini, kullarının üzerinde yegâne otorite sahibi olduğunu, işlerini yerli yerinde yaptığını ve her şeyden haberdar olduğunu vurgulamakta ve kulların kendilerine çeki düzen vermelerini istemektedir.

Allah, insanlara rahmetten neyi açarsa artık onu tutacak biri olamaz. Her neyi de tutarsa, onu da, ondan sonra salacak biri olamaz. Ve O [Allah], Aziz’dir [çok güçlüdür], Hakîm’dir [en iyi yasa koyandır]. (Fatır/2)

Konumuz olan pasajdaki ayetlerden Allah`ın kuluna zarar vermek istediği veya verdiği anlamını çıkarmak doğru değildir. Çünkü kulun başına gelen bütün zarar, belâ, sı*kıntı ve kötülükler kendi nefsinden, kendi yaptıklarından kaynaklanmak*tadır:

Sana gelen iyilik Allah`*tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir… (Nisa/79)

Allah ise kuluna zarar gelmesine razı değildir:

Eğer inkâr / nankörlük edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre/nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir. (Zümer/7)

Ayetteki "isterse" anlamına gelen ifade ka*lıbı dikkate alındığında, cümle, Allah’ın nimet verdiği kulunun kötü davranışları karşılığında ona kendi yarattığı belayı bulmasına izin verdiği anlamına gelir.

Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe düşer. (İsra/83)

Yani, kul belâyı, kötüyü kendisi istemekte, Allah da yaratmış olduğu belayı o kulun bulmasına izin vermektedir.

19 - De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur`an vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.”

Allah’tan daha büyük ve etkin bir tanık olamayacağı vurgulanarak başlayan bu ayette, Allah vahiy sürecine tanık gösterilerek Kur’an’ın vahyedilmesindeki amacın bütün insanların uyarılması olduğu bildirilmektedir. Ayrıca inkârcılara Allah ile birlikte başka ilahların olduğuna gerçekten tanık olup olmadıkları sorularak zımnen inanç ve iddialarının ne kadar saçma olduğuna işaret edilmektedir. Ayet, peygamberimize gerçek ve doğru inancın ne olduğunun açıklanması görevi verilerek bitmektedir.
Tahmin ve zanna dayalı olarak yapılamayan, ancak çok sağlam bilgi ve kanıta dayalı olarak yapılması gereken “tanıklık” konusunda Rabbimiz inkârcılara başka ayetlerde de meydan okumuştur:

De ki: “Haydi, Allah bunu kesinlikle haram etti diye tanıklık edecek şahitlerinizi getirin!” Buna rağmen eğer onlar şahitlik ederlerse de sen onlarla beraber şahitlik etme. Ayetlerimi yalanlayan ve ahirete inanmayan kimselerin hevalarına da uyma! Ve onlar Rablerine denk tutmaktadırlar. (En’am/150)

19. ayetteki “sizi ve ulaşan herkesi” ifadesi peygamberimizin sadece Araplara değil, tüm insanlara elçi gönderildiğini açıklamaktadır. Bu, peygamberimizin elçiliğinin kıyamete kadar olan zamanda tüm coğrafi mekânları kapsadığı anlamına gelmektedir. Nitekim bu anlam 92. ayette de benzer bir ifade ile teyit edilmiştir.
Ayetin sonunda yer alan ve Allah’ın tek bir İlah olduğunu, O’na ortak koşulan şeylerden uzak durulması gerektiğini bildiren ifadeler, hem bu surede hem de başka surelerde tekrarlanmıştır.

De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah`ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah`a ve O`nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan Elçisi`ne iman edin ve ona uyun.” (A’raf/158)

Esbabı nüzul kayıtlarında bu ayetin iniş sebebi hakkında şunlar yazılmıştır:

Birinci ihtimâle gelince, İbn Abbas şunu rivayet etmiştir: Mekke`nin ileri gelenleri, "Ey Muhammed! Allah senden başka peygamber yapacak kimse bulamadı mı? Seni tasdik eden hiç bir kimse göremiyoruz. Seni, Yahudî ve Hıristiyanlara da sorduk. Onlar senin peygamber olduğuna dair yanlarında herhangi bir beyân ve açıklamanın bulunmadığını iddia ettiler. O hâlde bize senin peygamber olduğuna şahâdet edecek bir kimse göster!" dediler de, işte bunun üzerine Allah bu âyeti indirerek, "Onların, senin nübüvvetini kabul ve itiraf etmeleri için, de ki ey Muhammed, "Şahit olma bakımından hangi şey Allah`tan daha büyüktür? Çünkü şahadet bakımından her şeyin en büyüğü Allah Teâlâ`dır." Onlar bunu kabul ve tasdik ettiklerinde, ‘Allah, benim nübüvvetime şahittir. Çünkü O, bana Kur`ân`ı vahyetti. Kur`ân ise bir mucizedir. Çünkü sizler, fasih ve beliğ kimselersiniz. Halbuki Kur`ân`a muâraza edemediniz. O mucize olunca, Allah`ın onu benim davama uygun olarak izhar edip ortaya koyması, Allah tarafından, benim davamda sadık olduğuma dair bir şahâdettir’ de!" demiştir. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

20 - Şu kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, onu [peygamberi], kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Şu kendi nefislerini kayba uğratanlar; işte onlar iman etmezler.

İnkâr edilemez gerçekler açıklandıktan sonra bu ayette de bir başka gerçek daha dile getirilmekte ve Ehl-i Kitabın peygamberimizi kendi oğullarını tanıdıkları kadar iyi tanıdıkları; inkârcıların ise kendilerini mahveden, yarınlarını düşünmeyen akılsızlardan ibaret oldukları bildirilmektedir.

Bazı kaynaklarda bu ayetin Medeni olduğu yer almaktadır:

Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) Medine`ye gelince, Hz. Ömer (r.a), Abdullah İbn Selâm (r.a)`a: "Allah Teâlâ, peygamberine bu âyeti indirdi. Bu tanıma işi nasıldır?" diye sorunca; Abdullah İbn Selâm: "Ey Ömer, onu içinizde görür görmez tanıdım. Tıpkı oğlumu tanıdığım gibi... Hiç şüphesiz ben, Hz. Muhammed`i kendi oğlumdan daha iyi bildim ve tanıdım. Zira kadınların ne yaptıklarını ben bilemeyebilirim. Ama şahadet ederim ki, bu peygamber Allah`dan gelen hak bir peygamberdir" demiştir. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

Bizim kanaatimiz ayetin Mekki olduğu yönündedir. Zira ifade tekniği bakımından surenin diğer ayetleriyle bütünlük arz eden bu ayet, onlarla konu bakımından da bir bütünlük içerisindedir. Diğer taraftan, Medine’deki Yahudi ve Hıristiyanları işaret ettiği düşünülen “Ehl-i Kitap [kendilerine kitap verilenler]” ifadesi ayetin Medeni olduğu hususunda yeterli bir kanıt teşkil etmemektedir. Çünkü “Kendilerine Kitap Verilenler / Ehl-i Kitap” ifadelerinin geçtiği veya “Ehl-i Kitap”a farklı ifadelerle değinen birçok Mekki ayet de vardır. Araf/157, Furkan/7, 8, Kasas/52, 53, İsra/107-109 ayetleri buna örnektir.
Ayrıca “inkârcıların peygamberimizi iyi tanıdıkları” mesajı Medenî ayetlerde de verilmiştir:

Şu kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu [peygamberi] kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim bilmelerine rağmen hakkı gizliyorlar. (Bakara/146)

21 – Ve Allah’a karşı yalan uydurandan veya ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki bu zalimler kurtuluşa eremezler.

Allah’a karşı yalan uyduran ve Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar, bu ayette “en zalim” kimseler, yaptıkları iş de “zulüm” olarak nitelenmiştir. Bize göre, bu nitelemenin gerekçesi, insanların din adına yalan ve yanlış konuşmalarını, görüş ileri sürmelerini engellemektir.
“Allah’a karşı yalan uydurmak”, öz olarak, Allah’ın sözlerini çarpıtmak, söylemediği şeyleri söylediğini ileri sürmektir. Bu, “Allah adına konuşmak”, “kendisinin peygamber olduğunu iddia etmek” gibi eylem ve davranışları da içermektedir. Ayrıca bazılarının kendi özel çevreleri haline getirdiği kişilere “kendilerine ilâhî nitelik verildiğini, dolayısıyla Allah`a gösterilecek saygının kendilerine de gösterilmesi gerektiğini, bunun Allah tarafından onaylandığını, yani Allah’ın kendilerine şirk koşulabileceğine izin verdiğini” söylemek de bu kapsamdadır.
Müşriklerin ve Ehl-i Kitabın Allah’a karşı uydurdukları yalanlara Kur’an’da pek çok örnek verilmiştir:

Ve Yahudiler, Hıristiyanlar; "Biz Allah`ın oğullarıyız ve O’nun sevgilileriyiz." dediler. De ki: "Madem öyle, niçin günahlarınız sebebiyle O [Allah], size azap ediyor?" Bilakis, siz O`nun yaratıklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü de Allah`ındır. Dönüş de yalnızca O`nadır. (Maide/18)

Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için “Bu Allah katındandır.” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, yazıklar olsun o kazandıkları şeyler yüzünden yazıklar olsun onlara! (Bakara/79)

Ve onlardan [Kitap ehlinden], o, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken bir güruh vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde, “Bu, Allah katındandır” derler. Kendileri bilip dururken, Allah’a karşı yalan söylerler. (Âl-i Imran/78)

Allah, "Şüphesiz Allah fakirdir, biz zenginiz." diyen kimselerin sözünü kesinlikle duydu. Onların söyledikleri şeyleri ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız. Ve Biz; "Tadın o yakıcının azabını!" diyeceğiz. (Âl-i Imran/181)

Ve Yahudiler “Allah’ın eli sıkıdır.” dediler. -Söyledikleri şeyler sebebiyle onların elleri bağlandı ve onlar lanetlendi.- Aksine O’nun [Allah’ın] iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Ve ant olsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunda azgınlık ve küfürce artış yapar. Ve Biz, onların aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin attık. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez. (Maide/64)

Ve onlar bir iğrençlik yaptıkları zaman, “Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti” derler. De ki: “Allah iğrençliği emretmez. Allah`a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (A’raf/28)

Allah Bahire’den, Saibe’den Vasiyle’den ve Ham’dan hiç birini [meşru] kılmamıştır. Ancak inkâr edenler, Allah’a karşı yalan düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez. (Maide/103)

Rabbiniz, size oğulları tahsis etti de kendisi meleklerden dişiler mi edindi? Şüphesiz ki siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz. (İsra/40)

Ve onlar, Allah’a kızlar isnat ediyorlar. -O [Allah], bundan münezzehtir.- Kendileri için de iştahlandıkları şey [oğlan çocukları] vardır. (Nahl/57)

Ve Biz eğer ki sana kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak, onlar da ona elleriyle dokunsalardı, kesinlikle o küfretmiş olan kişiler “Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir" derlerdi. (En’am/7)

Ve dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır.” De ki: “Allah’tan bir ahit [garanti] mi aldınız? Allah, ahdine asla ters düşmez. Yoksa siz Allah’a isnat ederek, bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (Bakara/80)

Yukarıdaki ayetlerde geçen "Melekler Allah`ın kızlarıdır", “Allah Bahire ve Saibe olan hayvanları haram kılmıştır” gibi yalanlar yanında, Yahudiler ve Hıristiyanlar Tevrat ve İncil`de bu kitapların şeriatlarının nesh edilmeyeceği, değiştirilemeyeceği ve İsa peygamberden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği hükmünün bulunduğu yalanlarını da uydurmuşlardır.
Özellikle din görevlisi, din âlimi olanlar, bütün bunlardan kendilerine şu mesajı çıkarmalıdırlar: Allah adına fetva verirken, dinin hükümlerini açıklarken mutlaka Kur`an temel alınmalı, o konuda Allah`ın ne dediği iyi bilinmelidir.

22 - Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere, “Hani nerede o batılca inandığınız ortaklarınız?” diyeceğiz.
23 - Sonra, onların fitneleri, “Rabbimiz, Allah`a kasem olsun ki, ‘biz müşriklerden değildik’ demekten başka bir şey değildi.”
24 - Bak, kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler! O uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kayboldu.

Bu ayetlerde, müşriklerin sorgulandıkları sırada şirklerini inkârdan başka bir yol bulamayacakları açıklanmaktadır.
22. ayette müşriklere sorulacağı bildirilen soru, başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Ve o gün O [Allah] onlara seslenir de der ki: “Yanlış olarak inanmış olduğunuz Benim ortaklar hani nerede?” (Kasas/62)

23. ayette geçen “onların fitneleri” ifadesindeki “fitne” sözcüğü genellikle “mazeret” olarak anlaşılmıştır. Hâlbuki daha evvel de açıkladığımız gibi, “fitne” kişinin özünün ortaya çıkarılmasına yönelik yakma, ateşe atma, belalandırma demektir. (Tebyinü’l-Kur’an; c: 2, s: 452) Dolayısıyla sözcüğün buradaki kullanımından, sorguya çekilen yalanlayıcıların aynı zamanda Allah karşısında da yalan söylemeye cesaret edebilen büyük yalancılar oldukları ortaya çıkmış olmaktadır.

dost1 25. April 2009 09:26 PM

AHİRETTE YALAN SÖYLENEMEYECEĞİ

Müşriklerin söz konusu davranışları ayette mazi sigası [di’li geçmiş zaman kipi] ile ifade edilmiştir. Ancak mahşerdeki sorgu sırasında suçluların akıllarının başlarından gittiği, şaşkın, dehşete düşmüş bir hâlde olacakları göz önüne alınırsa, onların orada da yalan söylemelerinin mümkün olduğu düşünülebilir. Nitekim suçluların ahirette yalan söylediklerini bildiren birçok ayet mevcuttur:

Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder. (Ya Sin/65)

Sonunda oraya geldiklerinde, onların işitme, görme duyuları ve derileri yaptıkları şeyler ile ilgili kendi aleyhlerinde şahitlik ederler.
Ve onlar kendi derilerine “Niye aleyhimize şahitlik ettiniz?” dediler. Dediler ki: “Her şeyi konuşturan Allah, bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O yarattı ve ona döndürülmektesiniz.” (Fussılet/20, 21)

Aksine, işin aslı daha önce gizleyip durdukları açığa çıktı. Geri çevrilselerdi yine men edildikleri şeye mutlaka dönmüşlerdi. Evet onlar gerçekten yalancıdırlar. (En`âm/28)

Allah onların hepsini tekrar dirilttiği gün... İşte, size yemin ettikleri gibi O`na da yemin edecekler ve kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanacaklardır. Gözünüzü açın, onlar yalancıların ta kendileridir. (Mücâdele/18)

O [Allah]; “Yeryüzünde yıl sayısı olarak kaç yıl kaldınız?” dedi.
Onlar; “Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte sayanlara sor.” dediler. (Müminun/112, 113)

Onlar seslenirler: “Ey Mâlik! Rabbin aleyhimizdekini gerçekleştirsin.” O; “Siz böylece kalacaksınız” der. (Zühruf/77)

Allah’ın ayetleri üzerinde tartışanları görmedin mi? Nasıl da döndürülüyor*lar? Kitabı ve elçilerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlar elbette ileride, boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülüp, sonra ateşte yakılırlarken bileceklerdir. Sonra onlara, “Allah’ın astlarından ortaklar koştuğunuz şeyler nerededir?” denir. Onlar; “Bizden kaybolup gittiler; aslında biz zaten önceleri hiç bir şeye yakarmıyorduk.” der*ler. İşte Allah inkârcıları böyle saptırır: "İşte bu, yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenmenizden ötürüdür. Orada sürekli kalmak üzere cehennem kapılarına girin!” -İşte büyüklenenlerin durağı ne de kötüdür!- (Mümin/69-76)

25 - Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, bütün ayetleri görseler de ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek, “Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” derler.
26 – Ve onlar, ondan men ederler ve kendileri ondan uzak dururlar. Ve onlar bilinçsizce, yalnızca kendilerini helake sürüklüyorlar.

Bu ayetlerde müşriklerin Kur’an’a karşı olumsuz tavırlarına değinilmektedir. Müşrikler bu tutumlarının kendilerini helake götürdüğünün farkında olmadıkları için kınanmaktadırlar. Çünkü tutkuları ve cahillikleri, gözlerinin görmemesine, kulaklarının duymamasına sebep olmuştur. Bu nedenle Kur’an’ı anlayamazlar. Ne var ki, bu durumlarının bilincinde de değildirler. Bilinçsizce kendilerini haktan uzak tutmaları yetmezmiş gibi, bir de “Bu, eskilerin efsaneleridir, bunda yeni bir şey yok. Biz bunları zaten eskiden beri dinleyip duruyoruz” diyerek başkalarının da hak ile şereflenmelerine engel olmaya çalışmaktadırlar.
Yüce Allah, müşriklerin anlama, görme ve işitme bozukluklarının sebebini, “oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık” ifadesiyle kendisine izafe etmiştir. Bunun ne anlama geldiğinin daha iyi anlaşılması için Tin suresinde bulunan “Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi ve Damgalaması” başlıklı açıklamamızın tekrar okunmasını öneriyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 2, s: 564-573)

Esbab-ı nüzul kayıtlarına göre konumuz olan 25. ayetin iniş sebebi şudur:

Ebu Süfyân, Velid, Nadr, Utbe, Şeybe, Ümeyye, Ebu Cehil ve arkadaşları Resulullah`ı Kur`ân okurken dinlemişler, Nadr`a demişler ki: "Ey Katile`nin babası! Muhammed ne diyor?" O da: "Kâbe`yi, Beyt’i yapana kasem ederim ki, ne diyor bilmem, ancak dilini oynatıyor. Ve benim geçmiş asırlardan size söylediğim gibi öncekilerin masallarını söylüyor" demiş. Nadr`ın şiirleri varmış, Acem diyarında Rüstem ve İsfendiyar hikayeleri gibi bir takım hikayeler toplayıp manzum hâle getirmiş, Kureyşlilere okur, dinlerlermiş. Ebu Sûfyân: "Ben onun söylediklerinin bazısını doğru buluyorum" demiş, Ebu Cehil de: "Sakın bunun hiçbir şeyini ikrar etme" demiş, o da: "Ölüm bana ondan daha kolaydır" demiş ve bu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur. (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Bazı kaynaklara (Beyhaki, Hakim) göre ise, bu ayet peygamberimizin amcaları hakkında inmiştir ve ayette kınanan da onlardır. Onlar, on kişi olmalarına rağmen gerçeği ileten yeğenleri Muhammed’e yardım etmemişler, üstelik ona kaba da davranmışlardır.
Bu ayetin iniş sebebi yukarıdaki kaynaklarda açıklanan kimseler olsa dahi, ayetin verdiği mesaj tüm zamanlarda İslam’a karşı duran, lakayt kalan ve başkalarının ilgilenmesine mani olan insanların tamamını kınamaya yöneliktir.

27 – Ve onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman, “Ah, ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve müminlerden olsaydık!” deyiverdiklerini bir görsen!
28 - Aksine, işin aslı daha önce gizleyip durdukları açığa çıktı. Geri çevrilselerdi yine men edildikleri şeye mutlaka dönmüşlerdi. Evet onlar gerçekten yalancıdırlar.
29 – Ve onlar; “Şu bizim iğreti hayatımızdan başka bir hayat yoktur, biz diriltilecek de değiliz” demişlerdi.

27. ayette, tutkuları yüzünden hakka karşı gözlerini kapayıp kulaklarını tıkayan ve üstelik çıkarları uğruna iftira ederek başkalarının da hakka kavuşmasını engellemeye çalışanların cehennemdeki hâlleri, yalvarışları sergilenmektedir.
28. ayette, dünyadaki yalanlayıcılıklarından pişman olduklarını söyleyerek kendilerine bir fırsat daha verilmesini isteyenlerin aslında samimi olmadıkları açıklanmaktadır. Rabbimiz ezelî ilmiyle bildirmektedir ki, onlar, cehennemden çıkarılsalar bile esiri oldukları tutkuları yüzünden eski anlayışlarını aynen sürdürerek yine yalanlayıcı ve müşrik olacaklardır. Yani, bu müşriklerin pişmanlık duyduklarını dile getirmeleri, Rabbimizin bildirdiğine göre, kocaman bir yalandır ve onlar mahşerde dahi yalan söylemektedirler.
28. ayette geçen “daha evvel gizleyip durdukları karşılarına çıktı” ifadesinden onların aslında ahireti ve hesap vermeyi kabul ettikleri, ancak dünyadaki çıkarları için kabul etmez göründükleri anlaşılmaktadır.

O [Musa] dedi ki: “Sen kesinlikle bildin ki, bunları [mucizeleri], birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ve ben de senin helâk olmuşluğuna kesinlikle inanıyorum.” (İsra/102)

Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. —Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!- (Neml/14)

Ve eğer bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı da o zulmeden kişilerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka kurtulmalık verirlerdi. Ve onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah tarafından onlar için meydana çıkar. (Zümer/47)

30 – Ve Rabblerinin huzurunda durduruldukları zaman onları bir görsen! O [Rabbleri]; “Bu, bir gerçek değil miymiş?” dedi [der]. Onlar; “Rabbimize yemin ederiz ki gerçektir” dediler [derler]. O [Rabbleri]; “Öyleyse küfretmiş olmanız nedeniyle azabı tadın!” dedi [der].

Bu ayette, öldükten sonra dirilmeyi yalanlayanların, bu basit hayattan başka hayat kabul etmeyenlerin ahiret yurdundaki hâllerine ait canlı bir sahne nakledilmektedir.

O gün onlar cehennem ateşine itildikçe itilirler. —İşte bu, yalanlayıp durduğunuz ateştir! Peki, bu da mı bir sihir? Yoksa siz görmüyor musunuz? Yaslanın oraya! İster sabredin ister sabretmeyin artık sizin için birdir. Siz sadece yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız!- (Tur/13-16)

Ayetteki anlatımın geçmiş zaman kipi ile yapılması, tahakkukunun kati, yani canlandırılan sahnenin aynen gerçekleşecek olmasından dolayıdır.

31 – Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar, kesinlikle hüsrana uğramışlardır. Saat [Kıyamet anı] ansızın gelince onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak derler [diyecekler] ki: “Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!” –Dikkat edin yüklenip durdukları [günahları] ne kötüdür!–
32 – Ve basit hayat [dünya hayatı], sadece eğlence ve oyundur. Son Yurt [Ahiret yurdu] ise, takvalı davrananlar için kesinlikle daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?

Bu ayetlerde, ahireti yalanlayanların kesinlikle zarara uğrayacakları, kıyametin ansızın kopacağı ve dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu, ahiretin ise takvalı davrananlar için dünya hayatındaki eğlenceye nazaran çok daha hayırlı olduğu bildirilmektedir.
Bize göre ayrıca ayette ömrün çok kısa olduğuna da işaret edilmekte ve kısa bir ömür için dünyaya bel bağlayanların sürekli ve gerçek mutluluğu kazanmak yolunda ellerindeki fırsatı harcadıkları mesajı verilmektedir. Dünya zevklerinin tam olarak yaşanmadığı çocukluk ve yaşlılık dönemleri hariç tutulduğunda, eğer insan geri kalan kısacık ömründe yaşayacağı zevkler için ahiret hayatındaki sürekli mutluluk şansını göz ardı ediyorsa, gerçekten de kayıptadır. Çünkü dünyadaki oyun ve eğlence gerçeğin görülmesine engel olduğu gibi, kendini bunlara kaptıran kimseleri ahiret hayatındaki asıl mutluluğu kazandıracak “takva”dan da uzaklaştırmaktadır.
Ancak bu ayetlerden dünya nimetlerinden tamamen el etek çekerek hayattan kopma çağrısının yapıldığı da anlaşılmamalıdır. Buradaki genel mesaj, dünya hayatına göre çok daha önemli olan ahiret hayatına iman, salih amel ve takva ile hazırlık yapılması gerektiğidir. Kişi bunu unutarak dünya hayatına, heva ve hevesine kapılmamalı, yaptığı işlerde Allah`ın kendisini daima takip ettiği bilincinden kopmamalıdır.

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar basit hayatın kazanımıdır [zâlike metâu’l-hayati’d-dünya]. Ve Allah, varılacak güzel yer kendi katında olandır.
De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Takva sahibi olan kişiler için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’tan hoşnutluk vardır. Allah kulları en iyi görendir.” (Âl-i Imran/14, 15)

İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimseler için kılarız. Ve akıbet, takva sahipleri içindir.
Kim bir iyilik getirirse ona ondan daha hayırlısı / ona ondan dolayı bir hayır vardır. Ve kim bir kötülük getirirse; işte o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları şeyler ile karşılıklandırılırlar. (Kasas/83, 84)

Ve bu iğreti yaşam sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Son yurt ise işte odur yaşamak. Keşke bilmiş olsalardı. (Ankebut/64)

31. ayette Kıyametin “ السّاعةsaat [kısa süre]” olarak adlandırılması, Kıyametin kopuşunun çok kısa bir sürede gerçekleşeceğini göstermektedir.


33 – Biz onların söylediklerinin seni mutlaka üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama o zalimler Allah`ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlar.
34 – Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki sana, gönderilmişlerin [elçilerin] haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.
35 – Ve eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi gücün yetiyorsa yerin içinde bir delik, ya da gökte bir merdiven ara da onlara bir ayet getir! Allah dileseydi, kesinlikle onları hidayet üzerinde toplardı. O hâlde sakın cahillerden olma!
36 - Ancak dinleyenler icabet eder. Ölüleri; onları da Allah diriltir. Sonra yalnızca O`na döndürülürler.

Peygamberimizin muhatap alınıp teselli edildiği bu ayetlerde birçok hakikat ortaya konmuştur:

BİRİNCİ HAKİKAT: MÜŞRİKLERİN UĞRAŞTIKLARI PEYGAMBER DEĞİL, ALLAH’TIR.

Kendisine elçilik görevi verilip Allah`ın vahyettiklerini okumaya başlamadan önce peygamberimizin herkes tarafından doğru ve dürüst bir insan olarak kabul edildiği tarihî belgelerle sabittir. Böyle olmasına rağmen Allah`ın mesajını tebliğe başladığı andan itibaren müşriklerin yalanlamaları ve yıkıcı muhalefeti ile karşılaşmış ancak hiç kimse onu yalancılıkla, sahtekârlıkla suçlamaya cüret edememiştir. En azılı düşmanları bile onu dünyevî bir konuda yalan söylemekle töhmet altına alamamıştır. Ona hep "Biz sana yalancı demiyoruz, fakat ileri sürdüğün şeye sahte diyoruz" demişlerdir.
Müşriklerin bu yıkıcı muhalefetine karşı Yüce Allah 33. ayette onu teselli etmiş ve sanki şöyle demiştir: "Yalancı olarak reddettikleri sen değilsin, onlar Bizim mesajımızı reddediyorlar. Biz her şeye sabreder ve onlara süre üstüne süre verirken, sen ne diye kaygılanıyorsun?"
Peygamberimizin kendisine hakk geldikten sonra yalanlandığını bildiren bir başka ayet de, hatırlanacağı gibi, Kaf suresinin şu ayeti idi:

Aksine, hakk kendilerine geldiği zaman onu yalanladılar, onun için onlar karmakarışık bir iş içindedirler. (Kaf/5)

Kaf Suresi’nin bu ayetini tahlil ederken “Hakk” kavramını da irdelemiş, bu kavramın ve müşriklerin içinde olduğu “Karmakarışık İş”in ne olduğu konusunda ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştuk. Konunun öneminden dolayı ilgili bölümün (Tebyînü’l-Kur’an; c: 2, s: 87, 88) yeniden okunmasını öneriyoruz.

İKİNCİ HAKİKAT: MÜŞRİKLER ELÇİLERİ HER ZAMAN YALANLAMIŞLARDIR.

Ve eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, kesinlikle senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Ve işler yalnızca Allah’a döndürülür. (Fatır/4)

Eğer şimdi seni yalanladılarsa, bil ki senden önce açık deliller, sayfalar ve aydınlatıcı kitap ile gelen elçiler de yalanlanmıştı. (Âl-i Imran/184)

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: ELÇİLER HEP SABIRLI DAVRANMIŞ, ALLAH DA HEPSİNE YARDIM ETMİŞTİR.

Sabır, Allah ile beraber olmanın en önemli göstergesidir. Allah’tan yardım görmek sabırlı olmakla mümkündür. Bu sebeple Yüce Allah peygamberimize hem sabırlı olması için emirler vermiş, hem de kendisine yardım edeceğini bildirmiştir:

Artık onların söylediklerine sabret, hoşnutluğa erebilmen için güneşin doğuşundan önce de batışından önce de Rabbinin Hamdi ile tesbih et. Gecenin bazı saatleriyle gündüzün iki ucunda da tesbih et! (Ta Ha/ 130)

Şimdi sen sabret. Şüphesiz Allah`ın vaadi hakktır. Sakın kesin inanmamış kimseler seni hafifleştirmesinler. (Rum/60)

Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Davud`u hatırla. Şüphesiz o, [Rabbine] çokça dönendi. (Sad/17)

Azim sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlar için aceleci olma. Sanki onlar kendilerine vaat edilen şeyi gördükleri gün dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kalmış gibidirler. [Bu] Bir tebliğdir. Hiç fasıklar topluluğundan başkası helak edilir mi? (Ahkâf/35):

Ve Rabbinin hükmüne sabret. Artık şüphesiz sen gözlerimizin önündesin. Kalktığın zaman da Rabbinin övgüsü ile tesbih et. (Tur/48)

Onların söylediklerine / söyleyeceklerine sabret! Ve güzelce ayrıl onlardan. (Müzzemmil/10)

Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık / bunalım arkadaşı gibi olma. Hani o bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. (Kalem/48)

Ey iman etmiş kimseler! Sabır ve salata yardım isteyin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Bakara/153)

Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit yaşamda ve şahitlerin kalktığı [şahitlik edecekleri] günde [kıyamette] kesinlikle yardım ederiz. (Mümin/51)

Ve ant olsun ki gönderilen kullarımız [elçilerimiz] hakkında Bizim sözümüz geçmiştir: “Şüphesiz onlar, kesinlikle galip olanların ta kendisidir. Şüphesiz Bizim ordularımız kesinlikle galip gelenlerin ta kendisidir.” (Saffat/171-173)

Allah, “Elbette Ben ve elçilerim galip geleceğiz.” yazmıştır. Şüphesiz Allah Kaviyy’dir, Aziz’dir. (Mücadele/21)

DÖRDÜNCÜ HAKİKAT: KÂFİRLERİ ANCAK ALLAH MÜMİN YAPABİLECEĞİNDEN, ELÇİLERİN SIKILIP ÜZÜLMELERİNE GEREK YOKTUR.

Onlar iman edenler olmuyorlar diye sen kendini helâk edeceksin! (Şuara/3)

Sonra da sen onlar bu söze [Kur’an’a] inanmazlarsa, bıraktıkları eserlerden [yaptıklarından dolayı], üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin! (Kehf/6)

BEŞİNCİ HAKİKAT: ELÇİLERİN MUCİZE YARATMALARI MÜMKÜN DEĞİLDİR.

Ant olsun ki, Biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve zürriyet [nesil; oğlan, kız çocuklar] verdik. Hiç bir peygamber için Allah’ın izni olmadan herhangi bir ayet getirmek de yoktur. Her ecel için bir yazı vardır. (Ra`d/38)

ALTINCI HAKİKAT: DAVETE ANCAK VAHYE KULAK VERENLER İCABET EDER.

YEDİNCİ HAKİKAT: İNSANLARI İNANIP İNANMAMA KONUSUNDA ÖZGÜR BIRAKAN ALLAH’TIR. ÖLÜLERİ DE SADECE ALLAH DİRİLTİR.


37 – Ve onlar dediler ki: “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” De ki: “Şüphesiz ki Allah bir mucize indirmeye kadirdir, fakat onların çoğu bilmezler.”

Bu ayette, müşriklerin “denizin yarılması”, “dağın yükselerek bir gölgelik hâline gelmesi”, “ölülerin diriltilmesi”, “gökten meleklerin indirilmesi”, “göğün parça parça indirilmesi” gibi bir mucize istedikleri dile getirilerek bu talepleri değerlendirilmektedir.
Onlara verilen cevapta denilmek istenen şudur: “Allah, eğer istedikleri gibi bir mucizeyi onlara göstermiş olsaydı, içlerindeki iman etmemiş olanlar, böylesine inkârı mümkün olmayan bir mucizeyi gördüklerinde toptan imha azabını da hak etmiş olurlardı. Hâlbuki Allah`ın rahmeti onları böyle bir belâdan korumayı gerektirmektedir. Onlar bu rahmetin keyfiyetini anlamıyor olsalar da, Yüce Allah bir rahmet olmak üzere onlara talep ettikleri şeyi verme*mektedir.”
Allah’ın onlara istedikleri türden bir mucize vermemesinin bir başka gerekçesini de şu şekilde açıklamak mümkündür:
“Allah onların bu mucizeleri inanmaları konusunda kendilerine bir fayda sağlayacağını umarak değil de sırf inat ve taassuplarından dolayı istediklerini ve bu istekleri kendilerine verilmiş olsaydı da inanmayacaklarını biliyordu.”
İstenilen mucizenin verilmeyişi bu gerekçe ile açıklandığında, ayetteki “Fakat onların çoğu bilmezler” ifadesinden de şu anlaşılır:
“Bu topluluk, istedikleri mucizenin verilmesi hâlinde kendilerinin inat ve taassupları sebebiyle yine inkârı sürdüreceklerini bilmiyordu. Çünkü eğer biliyor olsalardı, mucizeyi inat ve taassup sebebiyle değil, fayda sağlamak amacıyla istemeleri gerekirdi. O zaman da Yüce Allah onlara istedikleri bu şeyi verirdi.”
Konuyla ilgili olarak şu ayetlerin de hatırlanması gerekir:

Bir vakit de, “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk / gerçek ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver.” demişlerdi. (Enfal/32)

Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız.” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” (İsra/90-93)

Ve Bizi, ayetleri [mucizeleri] göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semud’a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi deveyi vermiştik de onun sebep olmasıyla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. (İsra/59)

Eğer Biz dilersek onlara gökten bir ayet indiririz de onların boyunları ona boyun eğenler oluverirdi. (Şuara/4)

38 - Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh [kıpırdayan canlı] ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler [önderli topluluklar] olmasın. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi tefrit yapmadık [noksan, yetersiz bırakmadık]. Sonra onlar Rabblerine toplanacaklardır.

Bu ayette, tüm canlıların tür bazında birbirleriyle bağlarının olduğu, her canlı türün bu bağlar sayesinde kendi aralarında gruplar oluşturduğu bildirilmektedir.

Rabbimizin verdiği bu bilgi, yalanlanması mümkün olmayan mucizelerden biridir. Doğaya bakıldığında, kendine özgü yaşam tarzı, fonksiyonu olan canlı türlerinin gerçekten de insanlar gibi hep gruplar hâlinde yaşadıkları görülmektedir. Ayetten, bu özelliğe sadece bilinen, gözlenen canlıların değil, henüz keşfedilmemiş, bilimsel tanılamaya girmemiş canlıların da sahip olduğu anlaşılmaktadır.

Gaybın anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En’am/59)

Ayette konu edilen “Kitap” Kur’an’dır. Çünkü Kur’an’da insanlara gerekli olan reçetelerin hepsi eksiksiz, noksansız mevcuttur. Kur’an insanlığın ihtiyaç duyacağı hiçbir ilkeyi dışta bırakmamıştır. Bu sebeple Kur’an, mucize bekleyenlere mucize olarak gösterilmiştir:

Ve “Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!” dediler. De ki: “Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ve ben yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.”
Kendilerine okunan Kitap’ı Bizim kesinlikle sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. (Ankebut/50, 51)

Ayetin sonunda yer alan “Sonra onlar Rabblerine toplanacaklardır” cümlesinden, tüm canlıların ölümden sonra Kıyamet gününde haşredilecekleri anlaşılmaktadır. Ancak buradan, insanların dışındaki canlıların, mesela hayvanların da hesap vereceği, birbirlerinden hak alacakları anlamı çıkmaz. Zira insan dışındaki canlıların tümü Allah tarafından insanların hizmetine müsahhar kılınmış, mükellef tutulmamıştır. Bu canlıların haşri ancak tanıklığa yönelik bir haşrdır. Tekvir/5’deki “vahşi hayvanlar bir araya toplandığında” ifadesi mahşerdeki toplanmayı değil, kıyamet anındaki dehşetten kaynaklanan şaşkınlıkla vahşi hayvanların bile bir araya toplanacağını anlatmaktadır.

39 – Ayetlerimizi yalanlayan şu kimseler de karanlıklar içindeki sağır ve dilsizlerdir. Her kim dilerse Allah onu şaşırtır, kim de dilerse onu doğru yol üzerine kılar.

Bu ayette, insanın “ahsen-i takvim” üzerine yaratılmış olmasına karşılık, geçici çıkar ve tutkuları uğruna, çevresindeki sayısız delili, açık ve kesin ayeti görüp anlamaktan kaçınarak kendisini sağır ve dilsiz [akılsız, hor ve hakir, cansız madde] konumuna düşürmesi kınanmaktadır.
Ayette geçen “karanlıklar” ifadesi, surenin ilk ayetinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, küfrün, şirkin, nifakın karanlıklarıdır.
Dikkat edilirse, ayette “Allah’ın dileyen kimseyi şaşırtacağı, dileyeni de doğru yola kılavuzlayacağı” bildirilmektedir. Bu ifade, Allah’ın inanma konusunda insanları tamamen özgür bıraktığını göstermektedir.
“İnanç özgürlüğü” konusu, “Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz” mealindeki Tekvir/29’un ışığında “Meşiet” başlığı altında tahlil edilmiştir. Önemine binaen ilgili bölümün oradan tekrar okunmasını öneriyoruz. (Tebyinü’l-Kuran c: 1, s: 176-182)

Allah, iman edenleri, basit yaşamda ve ahirette de sabit bir söze sabitler, zalimleri de saptırır ve Allah dilediği şeyi yapar. (İbrahim/27)

dost1 25. April 2009 09:26 PM

Şüphesiz Allah bir sivrisineği, hatta daha üstün bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İşte, iman eden kimseler bilirler ki, şüphesiz o hakktır, Rabblerindendir. O küfretmiş olan kimseler de artık “Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?" derler. O [Allah], onunla birçoklarını şaşırtır, onunla birçoklarını kılavuzlar. O [Allah], onunla sadece fasıkları şaşırtır. (Bakara/26)

Allah onunla [kitapla] kendi rızasına uyanları selamet yollarına kılavuzlar. Onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar. (Maide/16)

Ve Biz, Bizim yolumuzda gayret gösterenleri, elbette kendi yollarımıza kılavuzlayacağız. Ve şüphesiz Allah muhsinlerle [iyilik, güzellik üretenlerle] beraberdir. (Ankebut/69)

Yine o küfretmiş olan kimseler diyorlar ki: "Ona Rabbinden bir ayet indirilmeli değil miydi?" De ki: "Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtır ve gönülden bağlananı kendisine kılavuzlar." (Ra’d/27)

40 - De ki: “Kendinizi gördünüz mü [hiç düşündünüz mü], Allah’ın azabı size gelse veya saat [kıyamet vakti] gelse, Allah`tan başkasına mı yalvarırsınız? -Eğer doğru kimselerseniz.-
41 - Aslında yalnızca O’na [Allah’a] yalvarırsınız da O, dilerse çağırdığınız şeyi açar [kaldırır] ve siz ortak koştuğunuz şeyleri ağzınıza almazsınız.

Hatırlanacak olursa, 38. ayette, inanmak için bir mucize isteyen Mekke müşriklerine -yaşam tarzları birbirinden farklı esaslara dayalı sayısız canlı türünün varlığına dikkatleri çekilmek suretiyle- çevrelerindeki her canlının aslında Allah’ın sayısız ayetlerinden biri olduğu işaret edilmişti. Konumuz olan ayetlerde ise kâfirlerin dikkati bizzat kendi varlıkları üzerinde görebilecekleri bir başka ayete çekilerek insan doğasındaki psikolojik bir özellik ortaya konmaktadır. Bu özellik, insanın, başına bir musibet geldiğinde veya ölüm dehşetiyle karşılaştığında Allah`tan başka sığınacak hiçbir şey bulamamasıdır. Gerçekten de böyle durumlarda en katı putperestler bile kendi tanrılarını unutarak Allah`tan yardım istemekte, en inatçı ateistler bile Allah’a sığınmaktan başka çare bulamamaktadırlar. Bu gibi bela anlarında bütün şirk koşulanlar unutulmakta, sadece Allah’a yalvarılmaktadır.
İnsanın bu özelliği Kur’an’da birçok ayette dile getirilmiştir. Konuyla ilgili bu ayetler A’raf/189-195’in tahlilinde topluca verildiğinden, (Tebyinü’l Kuran; c: 3, s: 114) burada sadece iki tanesini vermekle yetiniyoruz:

O [Allah], size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Onlar [yolcular] neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındıranlar olarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden [karşılığını ödeyenlerden] oluruz.”
Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardık, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde haksız yere taşkınlıklar yaparlar. -Ey insanlar taşkınlığınız şu basit hayatın kazanımı olarak sırf kendi zararınızadır. Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Sonra Biz yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.- (Yunus/22, 23)

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! (İsra/67)

Bu ayetler hakkında Mevdudi de şu mütalaada bulunmuştur:

İslâm`ın baş düşmanlarından Ebucehil`in oğlu İkrime de böyle bir ayeti gördüğünde İslâm`a geçmiştir. Hz. Peygamber Mekke`yi fethettiği zaman İkrime Cidde`ye kaçmış, oradan da deniz yoluyla Habeşistan`a geçmişti. Yolculuk esnasında gemiyi batıracak şiddette bir fırtına çıktı. Önce yolcular yardım için tanrı ve tanrıçalarına yalvarmaya başladılar. Fakat fırtına geminin batmak üzere olduğu korkusuna kapılacakları derecede şiddetlenince, hep bir ağızdan "Şimdi Allah`tan başkasına yalvarmanın zamanı değil, çünkü bizi ancak O kurtarabilir" diye bağırdılar. Bu İkrime`nin gözlerini ve kalbinin kilitlerini açtı: "Eğer burada bize Allah`tan başka yardım edecek yoksa, bir başka yerde nasıl olabilir? Muhammed`in (s.a) yirmi yıldır bize öğrettiği ve bizim de kendisiyle savaşa tutuştuğumuz da bu!" diye düşündü. İkrime`nin hayatında en önemli andı o an... Allah ile şu şekilde sağlam bir ahd yaptı: "Eğer bu fırtınadan kurtulursam doğruca Peygamber Muhammed`e gidecek ve onun izleyicisi olacağım." Allah onu fırtınadan kurtardı ve o da ahdini yerine getirdi. Yalnızca müslüman olmakla kalmadı, hayatının kalan bölümünü de cihad ederek İslâm`ın hizmetinde geçirdi. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

42 - Ve ant olsun, senden önceki ümmetlere [önderli toplumlara] elçiler gönderdik de onları yalvarsınlar diye dayanılmaz zorluk [yoksulluk] ve sıkıntılarla çeviriverdik.
43 - Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi [süsledi].
44 - Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular.
45 - Böylece zulmeden topluluğun kökü kesildi. -Ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah`adır.-
İnkârcıların durumuna üzülen peygamberimize teselli, inatçı müşriklere de ihtar olan bu ayet grubunda Rabbimiz, küfrü ve küfrün mantıksızlığını ayrıntılı ve ikna edici bir şekilde açıklamaktadır.
Ayetlerde önce kendilerine de*liller ve öğütlerle gönderilen elçileri dinlemeyen geçmiş toplumların başlarına gelenler hatırlatılmaktadır. İnsanların kendisine yönelmelerini sağlamak için Yüce Rabbimiz önce onları mal*lardan ve canlardan eksiltmek suretiyle uyarmıştır. 42. ayette konu edilen “zorluk” sözcüğü maldaki musibetleri, “sıkıntılar” sözcüğü ise hastalık ve diğer bedensel musibetleri ifade etmektedir.

Dönmeleri için; insanların elleriyle kazandıkları yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde fesat / kargaşa çıktı. (Rum/41)

44. ayette, insanların bu uyarıyı dikkate almamaları üzerine, yaşadıkları o zorluk ve sıkıntılardan sonra Allah’ın bu kez onlara kolaylıklar, rahatlıklar verdiği bildirilmektedir. Zorluklardan sonra verilen ferahlama, aslında inançsızlar üzerindeki uyarı baskısının biraz daha arttırılması anlamına gelmektedir. Çünkü sıkıntıdan sonraki rahatlık, onların Allah`ı unutmuşluklarını sürdürmelerine, daha çok şımarmalarına, elçinin daveti*nden ve öğütlerden iyice yüz çevirmelerine yardımcı olmaktadır. Nitekim öyle olduğu, insanların şeytanın kendilerine hoş gösterdiği sapıklıklarda ve aşırılıklarda ısrar etmeleri sonucu, “Sünnetullah” gereği belalarını bularak köklerinin kazınmasından anlaşılmaktadır.
Dikkat edilirse, Rabbimiz, onların zorluk ve sıkıntı içinde iken yalvarmaları gerektiğini bildirmiştir. Çünkü O, “Dualara Cevap Veren”dir. (Surenin sonunda “Dua” konusu ile ilgili geniş bir açıklamamız bulunmaktadır.)

Ve sizin Rabbiniz; “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana ibadet etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi. (Mümin/60)

Burada anlatılanlar sadece eski dönemlerde yaşamış müşriklerin başlarına gelip bitmiş şeyler olmayıp kıyamete kadar dünyada yaşayacak tüm müşriklerin de akıbetidir.


46 - De ki: “Gördünüz mü [düşündünüz mü]; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah`tan başka getirebilecek ilah kimdir?” Bak, Biz ayetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra da onlar sırt çevirip engelliyorlar?
47 - De ki: “Kendinizi gördünüz mü [düşündünüz mü] Allah’ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, zalimler kavminden başkası mı helake uğratılmış olur?”

Bu ayetlerde müşriklere kendi düşüncesizliklerinden kaynaklanan bir şirk içinde oldukları anlatılmakta, onlardan tanıdıkları, bildikleri Allah’a şirk koşmadan inanmaları istenmektedir.
Bize göre, bu ayetlerde müşriklere verilen mesaj şudur: “Eğer Allah kulaklarınızdaki ‘işitme’ ve gözlerinizdeki ‘görme’ gücünü alıverir, duyan kulaklarınızı sağır, gören gözlerinizi kör ediverir ve kalplerinizi mühürleyiverirse, yani sizi mühürleyerek hayır ve hidayeti anlamayacak bir hâle koyar veya deliler gibi akıllarınızı giderir, yahut da hiçbir şey duyamayacak şekilde kalplerinizi öldürüp bütün şuurunuzu alıverirse, Allah`tan başka onu getirecek ilâh kimdir? Oysa şimdi, işitir kulaklarınız, görür gözleriniz, duyar kalpleriniz var; bunları görüyor, biliyorsunuz, değil mi?”
47. ayette, helake uğrayanların sadece “zalimler kavmi” olduğu vurgusu dikkat çekmektedir. Bu vurguda konu edilen zulmün “şirk” olduğu Kur’an’da bir çok yerde belirtilmiştir:

Ve kavmi onunla tartıştı. O [İbrahim]; “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. —Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.- Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz?
Ve Allah, haklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği hâlde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi.
Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]... İşte onlar; güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır. (En’am/80-82)

Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. (Lokman/13)

47. ayetin ifadesine göre, şirkin kişisel boyuttan toplumsal boyuta ulaşması durumunda helak kaçınılmaz olmaktadır.
Bu ayetlerde müşriklerin akıllarına hitap edilerek şirkten kurtulabilmenin yolları da gösterilmektedir. Bu yollar, Allah’ın lütfettiği duyu organlarını ve aklı iyi kullanmak, Allah’ın gönderdiği kitaba samimiyetle kulak vermektir.

De ki: “Sizi gökten ve yeryüzünden kim rızklandırıyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim sahip oluyor? Ve ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Ve işleri kim düzenliyor?” Hemen “Allah” diyecekler. O zaman de ki: “O hâlde hâlâ takvalı davranmayacak mısınız? Öyleyse işte O, sizin gerçek Rabbiniz Allah’tır. Artık gerçekten sonra sapıklıktan başka ne olabilir! O hâlde nasıl da çevriliyorsunuz?” (Yunus/31, 32)

48 – Ve Biz gönderilenleri [elçileri], ancak müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere göndeririz. Artık kim iman eder ve düzeltirse, artık onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklar da.
49 – Ayetlerimizi yalanlayanlara da, yapmakta oldukları fasıklıklar yüzünden azap dokunacaktır.

Bu iki ayet, yukarıdaki 34 ve 37. ayetlerde konu edilen “müşriklerin elçiden mucize beklemeleri” tavrına verilen diğer bir cevap mahiyetindedir. Rabbimiz burada elçilerin görevlerinin ne olduğunu açıklamış, onların ancak Allah`ın rızasının, kullarına olan rahmetinin ve ahirette mutluluk içinde yaşanacak cennetinin iman edip salihatı işleyenlere ait olduğunu müjdelemekle; Allah’ın ayetlerini yalanlayanları, şirk koşanları ise dünya ve ahirette başlarına gelecek felaketlerle uyarmakla görevli olduklarını bildirmiştir.
Elçilerin görevlerinin “müjdelemek” ve “uyarmak” olduğuna dair Kur’an’da bir çok ayet vardır:

İnanmış ve salihatı işlemiş kimselere, “şüphesiz kendileri için altlarından ırmaklar akan cennetlerin olduğunu” müjdele. Onlardaki herhangi bir meyveden her rızklandırılışlarında, “Bu, bizim daha önce rızklandığımız şeydir.” derler. Ve onlara onun benzeşenleri verildi. Orada çok temiz eşler de yalnızca onlarındır. Ve onlar, orada sürekli kalanlardır. (Bakara/25)

Ve inananlara, şüphesiz kendileri için Allah’tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele. (Ahzab/47)

Ve sizin seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah`tan yardım ve yakın bir fetih... Ve inanlara müjde ver. (Saf/13)

Şüphesiz sen o zikre [Kur’an’a] uyan ve gaybde Rahman’a haşyet duyan kimseyi uyarırsın. Sen hemen onu bir bağışlanma ve çok şerefli bir ödül ile müjdele. (Ya Sin/11)

Artık eğer onlar, yine yüz çevirirlerse hemen de ki: "Ben sizi Ad ve Semud`un yıldırımının benzeri bir yıldırıma karşı uyardım." (Fussılet/13)

Ant olsun [Lut], onları Bizim yakalamamıza karşı uyarmıştı. Fakat onlar uyarıları kuşku ile karşıladılar. (Kamer/36)

De ki: "Ben sizi ancak vahiyle uyarıyorum." Uyarıldıkları zaman sağırlar çağrıya kulak vermezler. (Enbiya/45)

Ayrıca, Bakara/119, 213, 223, Nisa/138, 165, Kehf/2, 56, Sebe/28, Fatır/23, 24, 37, Meryem/39, 97, En’am/5, 48, Tövbe/3, 112, Hacc/27, 34, Zümer/17, İsra/9, 105, Furkan/56, Ahzab/45, Fetih/8, Maide/19, A’raf/188, Yunus/2, 87, Ahkaf/9, 21, İbrahim/44, Şuara/115, 214, Müddessir/2, Mümin/18, Ankebut/50, Sebe/46, Sad/70, Mülk/26 ve Nuh/2’ye de bakılmalıdır.

48. ayetteki “Artık kim iman eder ve düzeltirse, artık onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklar da...” ifadesi, davete icabet edenlerin sonunu; 49. ayetteki “Ayetlerimizi yalanlayanlara da, yapmakta oldukları fasıklıklar yüzünden azap dokunacaktır” ifadesi de uyarıya kulak asmayıp davete sırt çevirenlerin sonunu bildirmektedir.

50 - De ki: “Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilmem ben. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum.” De ki: “Körle gören eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?”

Müşriklerin elçi hakkındaki yanlış düşünce ve beklentilerinin cevaplandırılmasına bu ayette de devam edilmiş, “elçi doğaüstü bir kişi olmalı, çeşitli mucizeler göstermeli” şeklindeki müşrik iddialarına karşı, peygamberimizden “melek olmadığını, gaybı bilmediğini ve Allah’ın hazinelerinin kendi yanında olmadığını” söylemesi istenmiştir.
Bu ayette peygamberimize söylettirilen sözlerin bir benzeri Nuh peygambere de söylettirilmiştir:

Ve ant olsun ki, Nuh’u da kavmine elçi olarak gönderdik: “Gerçekten ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına ibadet etmeyiniz! Ben, sizin hakkınızda acı bir günün azabından korkarım.”
Buna karşılık, kavminin küfretmiş olanlarının ileri gelenleri: “Biz seni sadece bizim gibi bir beşer [sıradan bir insan] olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan [ayak takımımızdan] başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Bilakis biz sizi yalancılar sanıyoruz” dediler.
O [Nuh] dedi ki: “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü], ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa?! -Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?”-
Ve “Ey kavmim! Ben sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. Ve ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar elbette Rabblerine kavuşacaklar. Velâkin ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.”
Ve “Ey kavmim, ben onları kovarsam, Allah’a karşı bana kim yardım edecek? Peki siz hiç düşünmez misiniz?”
Ve ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ve ben gaybı bilmem. Ben size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. O sizin kendinize göre, hor gördükleriniz hakkında ‘Allah onlara hiçbir hayır vermez’ de demiyorum. Allah, onların içlerindekini, en iyi bilendir. İşte asıl o zaman ben kesinlikle zalimlerden olurum.” (Hud/25-31)

Konumuz olan ayette “Allah`ın hazineleri” ile ilgili sözler peygamberimize durup durur*ken söylettirilmemiştir. Müşrikler peygamberimizden öyle şeyler istemişlerdir ki, bunlar ancak Allah’ın kudretiyle yapılabilecek şeylerdir:

Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız.” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” (İsra/90-93)

Ve onlar dediler ki: “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” De ki: “Şüphesiz ki Allah, bir mucize indirmeye kadirdir, fakat onların çoğu bilmezler.” (En`âm/37)

Peygamberimize Allah’ın hazinelerinin kendi yanında olmadığı işte bu istekler üzerine söylettirilmiştir. Bu sözler, müşriklerin yanlış isteklerde bulunduklarını ifade eden sözlerdir.
Daha önce Musa peygamber de benzer taleplerle karşılaşmıştır:

Hani bir zamanlar da “Ey Musa biz Allah’ı açıkça görmedikçe senin sözünle asla inanmayacağız” demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. (Bakara/55)

Ve hani bir zamanlar Musa, kavmi için su istemişti. Biz de “Asanla taşa vur!” demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri iyice bildi. -Allah’ın rızkından yiyin ve için de bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin.-

Ve hani bir zamanlar “Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O [Musa] da size “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya inin o vakit istediğiniz elbette olacaktır” demişti. Ve üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu ve nihayet Allah’tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, Allah`ın ayetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/60,61)

Peygamberimizin gaybı bilmediği A’raf Suresi’nde şöyle ifade edilmişti:

De ki: “Ben kendim için Allah`ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye malik değilim. Ben eğer gaybi bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir kavme müjdeleyenim.” (A’râf/188)

Peygamberimiz, “olağanüstü güçlerle donatıldığı” iddialarına hayatı boyunca karşı çıkmıştır. Ne yazık ki, Kur’an’ın diliyle de reddedilen bu iddiaların kökü kazınamamış ve bu konudaki uydurmalar günümüze kadar gelmiştir. Konuyu A’râf Suresi’nin sonuna eklediğimiz “Gayb Meselesi” başlıklı yazımızda ele aldığımızdan, detayın oradan okunmasını öneriyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 3, s: 125-136)

Peygamberimize “Ben bir meleğim de demiyorum” dedirtilmesine sebep olan müşrik talepleri ve onlara verilen cevap, Furkan suresinde şöyle dile getirilmişti:

Ve onlar [inkâr etmiş olanlar]: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece onunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zalimler “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler. (Furkan/7, 8)

Biz senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için fitne kıldık. -Sabrediyor musunuz!- Ve senin Rabbin çok iyi görendir. Bize kavuşmayı ummayanlar da “Bizim üzerimize melekler indirilmeliydi.” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Ant olsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak suretiyle azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar]. Melekleri görecekleri gün; işte o gün, günahkârlara hiçbir müjde [sevinç haberi] yoktur. Ve onlar “Yasak edilmiştir, yasak!” derler.” (Furkan/20, 22)

Peygamberimize söylettirilen “Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum” ifadesinden, elçinin kendisine gelen vahye uymak ve onu uygulamak zorunda olduğu anlaşılmaktadır. Bu husus başka ayetlerde de vurgulanmıştır:

Onlara bir ayet getirmediğin zaman da, “Kendin onu uyduruverseydin ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyuyorum.” İşte bu [Kur’an], Rabbinizden gelen basiretlerdir [kalp gözünü açacak beyanlardır], iman eden bir kavim için bir kılavuz ve bir rahmettir. (A’raf/203)

Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar; “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir.” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım. (Yunus/15)

De ki: "Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tabi oluyorum. Ve ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkaf/9)

Rabbimiz peygamberimizin din adına konuşurken ancak kendisine vahyedileni konuşabileceğini, başka bir söz söyleyemeyeceğini de bildirmiştir:

O, hevasından da konuşmuyor.
O, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.
Ona, onu müthiş kuvvetleri olan öğretti. (Necm/3-5)


Eğer o [elçi; Muhammed] bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi,
kesinlikle ondan sağ elini koparırdık [tüm gücünü alırdık].
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik.
Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız. (Hakkah/44-47)

Rabbimizin bu sözlerinden, peygamberimiz nasıl sadece Allah’ın indirdiği vahye uyuyor ve din adına sadece O’nun sözleriyle konuşabiliyorsa, peygamberimizin yolundan gidenlerin de aynen onun gibi yalnız Kur’an’a uymalarının gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim peygamberimizin ve ona uyanların sadece vahye [Allah’ın indirdiğine] uymasını emreden, işaret eden, aşağıdakiler gibi onlarca ayet vardır.

De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah`ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah`a ve O`nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan Elçisi`ne iman edin ve ona uyun.” (A`râf/158)

De ki: “Eğer siz Allah`ı seviyorsanız o zaman bana uyun. Allah sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın.” Ve Allah Gafur’dur, Rahîm’dir. (Âl-i Imran/31)

Ve onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun.” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? (Bakara/170)

Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim! (En`âm/104)

Ve onlara, “Allah`ın indirdiğine tabi olun!” dendiği zaman, “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.” dediler. Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse! (Lokman/21)

51 - Ve Rabblerinin huzurunda haşr edileceklerinden korkanları, takvalı davranmaları için onunla [sana vahyedilenle] uyar. Onların O’nun astlarından Yakın Kimseleri ve şefaatçileri yoktur.
52 - Ve Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rabblerine dua eden kimseleri kovma. Onların hesabından sana hiçbir şey [sorumluluk] yoktur, senin hesabından da onlara hiçbir şey yoktur. Ki onları kovup da zalimlerden olasın!

Bu ayetlerde, peygamberimize, uyarıcılık görevini ne ile ve nasıl yapması gerektiği bildirilmektedir.
51. ayette ve daha pek çok ayette bildirildiğine göre, uyarıcılık görevi Kur’an ile yapılmalıdır. Bu sebeple günümüzde de uyarıcılık görevi üstlenenler uyarılarını sadece Kur’an ile yapmalıdırlar.

Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkan ile] onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihat yap! (Furkan/52)

Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş / oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak. Ve onunla [Kur’an ile] hatırlat / öğüt ver. Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla helake düşerse onun, Allah’ın astlarından bir Veliy [Yakın Kimse] ve şefaatçi söz konusu olmaz. Her türlü dengi denkleştirse de [suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de] ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile helake düşen kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır. (En’am/70)

Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Ve sen onların üzerinde zorlayıcı değilsin. O hâlde sen, benim tehdidimden korkan kimselere Kur’an ile öğüt ver. (Kaf/45)

Rabblerine dua eden kimseleri kovma!

Bu talimattan anlaşıldığına göre, Mekkeli müşrik kodamanlar fakirlerle bir arada olmaya tenezzül etmemişler ve peygamberimizden çevresindeki inançlı garibanları kovmasını istemişlerdir. Abese suresinin ilk ayetlerinde bildirildiği gibi, peygamberimiz, eğer bu isteği yerine getirirse o kodamanların iman edebilecekleri düşüncesiyle hareket etmiş, ancak bu davranışı Rabbimizden onay almamıştır.
Genellikle insanları yaptıkları işlere veya zenginliklerine göre değerlendirmek şeklinde tezahür eden gayriahlakî sosyal statü anlayışı, insanlık tarihine aslında çok eski tarihlerde girmiştir. Hatırlanacak olursa, Nuh peygamberin kavmi de ondan aynı talepte bulunmuştu:

Buna karşılık, kavminin küfretmiş olanlarının ileri gelenleri: “Biz seni sadece bizim gibi bir beşer [sıradan bir insan] olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan [ayak takımımızdan] başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Bilakis biz sizi yalancılar sanıyoruz” dediler. (Hud/27)

Onlar: “Sana çok düşük kimseler uyarken, biz sana inanır mıyız?” dediler.
O [Nuh] dedi ki: “Onların yaptıklarına dair bir bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Eğer düşünürseniz! Ve ben iman edenleri kovucu değilim. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (Şuara/111-115)

dost1 25. April 2009 09:27 PM

Konumuz olan ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı Nüzul” kayıtları şöyle bir olay zikretmektedir:

Abdullah İbn Mesûd`un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kureyş`ten bir topluluk Resûlullah (s.a.s)`a uğramışlardı. O sırada Hz. Peygamber`in yanında, müslümanların zayıf ve fakirlerinden olan Süheyb, Habbâb, Bilâl, Ammar ve başkaları bulunuyordu. Bunun üzerine onlar "Sen, kavminden vazgeçerek bunları mı tercih ettin? Biz bunlara mı tâbi olacağız? Onları yanından kov! Onları kovarsan belki o zaman sana uyarız" deyince Hz. Peygamber (s.a.s): "Ben, mü`minleri kovan bir kimse değilim" dedi. Kureyş: "O hâlde biz geldiğimizde onları yanından kaldır; biz kalkıp gittiğimizde ise, istersen onları yanında oturt!" deyince de, Hz. Peygamber onların iman etmelerini ümid ederek: "Olur" dedi. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber`e: "Bir yapsan da, böylece baksak nasıl olacaklar!" dedi. Sonra bu Kureyşliler bu hususta ısrar edip, Hz. Peygamber`e: "Bu konuda bizim için bir yazı yazsan!" dediklerinde, Hz. Peygamber, bunu yazması için, bir kâğıt ile beraber Hz. Ali`yi çağırtır. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olur. Bunun üzerine Hz. Peygamber o kâğıdı fırlatıp atar. Hz. Ömer de bu sözünden dolayı özür beyân eder. İşte bu sebeple, Selmân ve Habbâb: "Bu âyet bizim hakkımızda nazil oldu. Hz. Peygamber bizimle beraber oturuyor ve biz O`na, diz kapağımız diz kapağına temas edecek kadar yakın bulunuyorduk. O, yanımızdan ayrılmak istediğinde, kalkıp gidiyordu. (Mukatil; Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

53 - Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu!” desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?

Ayetteki “Onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik” ifadesinden anlaşıldığına göre, Rabbimiz insanları birbiriyle sınamakta, olgunlaştırmaktadır. Demek ki, toplum yaşamının bir gerçeği ve gereği olan sosyal farklılıklar aslında Allah’ın bir fitnesidir. Ne var ki, mal ve mevkice fazlalıklı olup da bu durumlarının kendi başarılarından kaynaklandığını zannedenler, kendilerine göre daha az malı olanı veya düşük mevkide bulunanı genellikle küçümserler, ezerler. Bunun tersi olarak mal ve mevkice alt düzeyde olanlar ise fazlalıklı olanları kıskanırlar. Hâlbuki bu fazlalıklar, insanları olgunlaştırıp değerli hâle getirmek için onlara verilmiş birer sınama aracıdır. Kur’an ayetlerine ve gerçek hayata bakıldığında, insanların denendiği bu fazlalıkların mal, makam, asalet, zekâ gibi hususlarda olduğu görülmektedir.
Dünya hayatındaki fazlalıkların insanların kendi başarıları olmayıp Allah tarafından verildiği başka ayetlerde de bildirilmiştir:

Ve Allah rızk konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine fazlalık verilenler, kendi rızklarını sağ ellerinin malik olduklarına, hepsi onda eşit olmak üzere vermezler. O hâlde bunlar Allah’ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar? (Nahl/71)

Allah size kendinizden bir örnek veriyor: Hiç size rızk olarak verdiğimiz şeylerde yeminlerinizin malik olduklarından [yasa ile size teslim edilen kişilerden] ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur ve kendinize çekindiğiniz gibi onlarla da karşılıklı çekinir misiniz? İşte Biz, aklını kullanan bir toplum için ayetleri böyle açıklarız. (Rum/28)

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık, Biz... Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zühruf/32)

Fazlalıklı olanların büyüklenerek fazlalıklı olmayanları aşağılayıp alay etmesi, fazlalıklı olmayanların da fazlalıklı olanları kıskanıp haset etmesi halinde her iki kesimin de sınavı kaybetmesi söz konusu olmaktadır:

Hayır, hayır! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendi*ni yeterli gördüğünde [zengin olduğuna inandığında] kesinlikle azar [tuğyan eder]. (Alak/6-8)

“Zikir / öğüt, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır.” (Kamer/25)


“Onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik” ifadesini ayetin içinde bulunduğu pasaj kapsamında özel bir anlama çekmek ve ayetteki mesajın takdirini şu şekilde yapmak da mümkündür: “İslâm nimetini yoksullara, kimsesizlere ve toplumda aşağı mevkileri işgal edenlere vermekle zengin ve kibirli sınıfı imtihana çekmekteyiz.”

54 – Ve ayetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen, “Selam olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek [düşüncesizce] bir kötülük işleyip de sonra arkasından tövbe eder ve düzeltirse; şüphesiz ki O [Allah], Gafur’dur, Rahîm’dir” de.

Bu ayette, peygamberimize, inanmış kimselere nasıl davranması gerektiği bildirilmektedir. Peygamberimiz onlara esenlik dileyecek, Allah’ın rahmeti kendi üzerine borç yazdığını ve kendisine müracaat edenlere rahmetiyle, hoş görüsüyle davrandığını söyleyecektir. Böylece günahkârların umutsuzlukları, kötümserlikleri önlenmiş olacaktır.
Rahmet kapılarının sonuna kadar açık tutulduğu bu ayette, Allah’ın bağışlayacağı suçlular “bilmeden kötülük işleyip arkasından tövbe edenler” olarak nitelenmiştir. Ancak buradaki “bilmeden” sözcüğü, taammüden olmayan, yani tasarlanarak değil, düşüncesizce yapılan bir cehaleti ifade etmektedir. Çünkü imanlı olup da günah işleyen birinin, bir takım tutkularla işlediği fiil sonucunda ahiret hayatında neleri kaybettiğini, hangi ödülleri kaçırdığını bilmesi mümkün değildir. Bilemediği için de dünyevî lezzetleri ahiretin birçok hayrına tercih etmektedir. Bu, azı çoğa tercih etmek demektir. Azı çoğa tercih etmek ise örfte daima “cehalet” olarak nitelendirilmiştir.
Kısaca, Rabbimiz, kârı ve zararı hesap edilmeden işlenen suçlar için tövbe edildiğinde, bu suçları affedeceğini bildirmektedir.

Allah`ın [kabulünü] üzerine aldığı tövbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tövbe edenlerinkidir. İşte Allah, böylelerinin tövbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm / hikmet sahibidir. (Nisa/17)

Esbab-ı Nüzul kayıtlarında bu ayetin Ömer b. Hattap hakkında nazil olduğu ileri sürülmüştür. (Mukatil)

55 – Ve Biz ayetleri işte böyle detaylandırıyoruz. Ve suçluların yolu ortaya konsun / sana belli olsun diye.

Bu ayette Rabbimiz, Kur’an’da ayetleri hep detaylı olarak verdiğini bildirmektedir. Ancak ayetin ikinci bölümündeki “ve suçluların yolu ortaya konsun / sana belli olsun diye” şeklindeki ifade, Allah’ın ayetleri detaylandırmasının gerekçesi değildir. Çünkü ayetin bu son bölümü teknik olarak 53. ayetteki “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu desinler diye” cümlesine bağlıdır. Çevirilerde ise ayet genellikle “Ve suçluların yolu ortaya konsun / sana belli olsun diye Biz ayetleri işte böyle detaylandırıyoruz” şeklinde manalandırılmaktadır. Hâlbuki ayetin bu bölümü “ ولتستبينve litestebiyne” şeklindedir ve buradaki “ وvav”ın fazladan olduğu şeklindeki teviller abestir. Bu nedenle “ وvav” bağlacının ihmali söz konusu edilemez.
53 ve 55. ayetlerin aşağıdaki şekilde birleştirilmesi hâlinde, konu daha iyi anlaşılmaktadır:

Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler ve suçluların yolu ortaya konsun / sana belli olsun diye, onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir? Ve Biz ayetleri işte böyle detaylandırıyoruz.”

Görüldüğü gibi, suçluların yolunun ortaya konması veya peygamberimize belli olması ayetlerin detaylandırılmasının değil, Allah’ın fitnelendirmesinin gerekçesi durumundadır. Bu gerekçenin tezahürü de suçluların Allah’ın Kur’an’da gösterdiği yoldan başka bir yolda yürümeleri şeklinde olmaktadır. Rabbimiz hakk ile batılı birbirinden çok detaylı biçimde ayırdığı ve dinde zorlamayı yasaklayarak insanları özgür bıraktığı için insanın bu özgürlük içinde Kur’an’daki hakk yoldan çıktığı hemen belli olmaktadır.

Dinde zorlama yoktur; rüşd ğayden [iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan] iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (Bakara/256)

Ayette geçen “ تستبينtestebiyne” ifadesi bazı kıraatlerde “ يستبينyestebiyne” şeklinde okunduğu için, biz her iki kıraatin anlamını da mealimizde vermiş bulunuyoruz.

56 - De ki: “Şüphesiz ki ben; sizin, Allah’ın astlarından yalvardıklarınıza ibadet etmekten yasaklandım.” De ki: “Ben sizin hevalarınıza uymam. O zaman [eğer uyarsam] sapıtmış olurum ve ben, doğru yola erenlerden olmamış olurum.”
57 - De ki: “Ben Rabbimden apaçık bir delil üzerindeyim. Siz ise onu yalanladınız. O çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda değildir, hüküm ancak Allah’a aittir, gerçeği O anlatır / gerçekleştirir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.”

Rabbimiz, 56. ayetten başlamak üzere 67. ayete kadar peygamberimize bir takım gerçekleri açıklattırmaktadır.
Konumuz olan ayetlerin ilkinde peygamberimizin, ikincisinde ise müşriklerin durumları ortaya konularak müşriklerin gerçeği görmeleri istenmiştir.
57. ayetin ifadesinden, müşriklerin “Biz seni açıkça inkâr ve reddedip dururken neden bize bir azap gelmez? Eğer sen gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsaydın, o zaman seni inkâr edeni, sana hakaret edeni yer yutmalı ve yıldırım çarpmalıydı. Nasıl olur da Allah`ın elçisi ve onun peşinden gidenler akla gelmedik işkenceler görürken, onlara işkence edenler neşeyle hayat sürüp duruyorlar?” demek istedikleri anlaşılmaktadır. Bu yanlış değerlendirmeye güvenerek tehdit edildikleri azabın kendilerine hemen verilmesini istemeleri ise aslında böyle bir azaba uğratılacaklarına inanmadıklarını göstermektedir.

Bir vakit de, “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk / gerçek ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver.” demişlerdi. (Enfal/32)

Ad’ın kardeşini de hatırla. Hani o, Ahkâf’ta kavmini uyarmıştı. —Kesinlikle onun önünde ve ardında, "Allah`tan başkasına kulluk etmeyin. Şüphesiz ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum." diyen uyarıcılar geçmişti.-
Onlar; “Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, hadi o bizi tehdit edip durduğun azabı hemen getir." dediler.
O [Hud]; “Şüphesiz Bilgi [o azabın ne zaman geleceğine dair bilgi] Allah katındadır. Ben ise size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Velâkin ben sizi cahillik edip duran bir kavim olarak görüyorum” dedi. (Ahkaf/21-23)

Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş / adı konmuş bir ecel [vade] olmasaydı, azap onlara elbette gelmişti. Ve o, hiç farkında olmadıkları bir sırada kendilerine ansızın elbette gelecektir. (Ankebut/53)

58 - De ki: “Sizin çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda olsaydı, benimle sizin aranızdaki iş kesinlikle gerçekleşmiş gitmişti. Ve Allah, zulmedenleri en iyi bilendir.
59 - Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.
60 – Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
61 – Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler.
62 - Sonra kendi gerçek Mevlâları Allah’a döndürülürler. Dikkatli olun, hüküm ancak O`nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir.

Rabbimizin peygamberimiz vasıtasıyla bu pasajda vermeye devam ettiği mesajlar aşağıdaki gibi takdir edilebilir:
“Müşriklerin isteyip durdukları azap peygamberin elinde olsa idi, iş çoktan bitmiş olurdu. Ne var ki, peygamber sadece bir tebliğci, uyarıcı ve müjdecidir. Azabı getirmek, azap etmek peygamberin elinde değildir. Cezalandırmak için elinden bir şey gelmez. Ona kalsa, beşer olması sebebiyle hiç beklemez, derhal cezalandırırdı.”
“Peygamber gaybı da bilmemektedir. Gaybın anahtarları Allah’ın yanında olup gaybı sadece O bilir. Öyle ki, karada, denizde ne varsa Allah hepsini bilir. Onun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarında bir tane, yaş-kuru [tüm ne varsa] hepsi O’nun bilgisi dahilindedir.”
“İnsanları uyutup uyandıran da Allah’tır. Ömrü olanları uyandırır. Gün olur, onları da Kendisine döndürüp hesap soracaktır. Allah kulları üzerinde Kahir’dir. O, kulları üzerine koruyucular yollar, onlar ölürken kişiyi vefat ettirirler [takdim ve tehir ettiğini eksiksiz haber verirler, bir bakıma ona ömrünün ‘z’ raporunu gösterirler]. Ve artık gerçek Mevla’ya dönülür. Artık hüküm O’nundur. O, hesap görenlerin en hızlısıdır.”

Her kişi için, önünden ve arkasından Allah`ın emriyle onu gözetip koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk kendi nefislerinde [özlerinde] olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O’nun astlarından bir veliy [yardım eden, yol gösteren] de yoktur.” (Ra`d/11)

O [insan] hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın. (Kaf/18)

Hayır… Hayır… Aslında siz, şüphesiz üzerinizde yaptığınız şeyleri bilen saygın yazıcılar olmasına rağmen Din’i yalanlıyordunuz. (İnfitar/9-12)

“Kayıtçılar” ve “tanık” olgusu, Rabbimizin tarafsız delil kullandığını ve kimseye zulmetmediğini gösterme iradesine dayanmaktadır.

Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış.” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49)

Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve Biz kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız. -“Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”- (İsra/13, 14)

61. ayetteki “Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit, elçilerimiz hiç eksik veya fazla yapmadan onu vefat ettirirler” ifadesinden, vefat ettirmekle görevli olanların birden fazla sayıda oldukları anlaşılmaktadır.
Bu ifadeden anlaşılan bir başka şey de “ölüm” ile “ وفاةvefat”ın aynı şey olmadığıdır. Çünkü ayete göre “vefat” işlemini elçiler kişiye “ölüm” geldiği vakit, yani ölümden hemen önce yapmaktadırlar. Kısacası “vefat”, ölümden hemen önce, insanın takdim ve tehir ettiklerine eksiksiz, fazlasız haberdar edilmesi” demektir. Bu konudaki ayrıntılar, surenin sonuna koyduğumuz “Vefat” adlı yazımızda verilmiştir.

MEVLA, GERÇEK MEVLA

62. ayette geçen “gerçek Mevlâları Allah’a döndürülürler” ifadesindeki “gerçek Mevlâ”; “yaratan, rızk veren, dirilten ve mutlak malik” demektir. Gerçek Mevlâ olan Allah, hesap sormak üzere herkesi öldükten sonra diriltmek suretiyle kendisine geri döndürecektir.
Hem fail hem de mef‘ul anlamında kullanılan mevlâ sözcüğü, fail anlamında kullanıldığında “yakın olan, yardım eden, koruyan, yol gösteren”; mef‘ul anlamında kullanıldığında ise “yakın olunan, yardım olunan, korunan, yol gösterilen” demek olur. Nitekim İslâm Hukuku`nda köle azat eden köle sahibine fail anlamıyla mevlâ denildiği gibi, azat edilen köleye de mef‘ul anlamıyla yine mevlâ denilir. Ancak İslâm âleminin birçok yerinde saygı için bazı kimselere مولانا [mevlânâ=mevlâmız] denmektedir. Oysa bize göre, Kur’ân`daki açıklamalar dikkate alındığında bu sıfatın dinî anlamda Allah`tan başkası için kullanılması kesinlikle uygun değildir. (Teybinü’l Kur’an; c. 2, s. 510)

63 - De ki: “Siz, ‘Bizi bundan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden olacağız’ diye gizli ve yakararak O’na yalvarıp dururken, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?”
64 - De ki: “Sizi ondan ve her sıkıntıdan Allah kurtarır. Sonra da siz ortak koşarsınız.”
65 - De ki: “O, üstünüzden ve ayaklarınızın altından azap göndermeye yahut sizi fırkalara ayırıp kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yetendir.” Bak, onlar iyice anlasınlar diye ayetlerimizi nasıl evirip çeviriyoruz [inceden inceye açıklıyoruz].

Bu ayet grubunda, içlerindeki duygularını bastırmak çabasında olan müşriklere kendileriyle yüzleşme fırsatı vermek üzere, itiraf edemedikleri gerçek yine peygamberimiz aracılığı ile ortaya konmakta ve kendilerine azap gelmedi diye küstahlaşanlar sanki şu sözlerle uyarılmakta, hatta tehdit edilmektedir: “Siz, sıkıntılı anlarınızda, Allah’tan başka kimsenin sizi kurtarmayacağını, kurtaramayacağını biliyor ve sadece O’na yalvarıyorsunuz. Peki, şimdi niye ortaklar koşuyorsunuz? Allah, çevrenizdeki tabiat olayları ile veya sizi kendi aranızda birbirinize düşürerek perişan ediverir.”
63. ayette geçen “karanın ve denizin karanlıkları” ifadesinden seller, depremler, kuraklıklar, bereketsizlikler, doğa kirlenmeleri, denizlerin yükselip karaları basması, insanların besini olan hayvanların yok ol*ması gibi maddi felaketler anlaşılmalıdır. Âdem’in A’raf/189-192’de anlatılan davranışında olduğu gibi, insanların böyle sıkıntılı durumlarda tüm benlikleriyle Allah’a dönüp şükür sözü vermeleri, sıkıntıdan kurtulduklarında ise bu sözlerini unutarak nankörce davranmaları Kur’an’da pek çok ayette dile getirilmiş ve insanlar bu kötü huydan vazgeçmeleri için uyarılmıştır:

O [Allah], size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Onlar [yolcular] neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındıranlar olarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden [karşılığını ödeyenlerden] oluruz.” (Yunus/22)

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! (İsra/67)


[Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?] Ya da, karanın ve denizin karanlıkları içinde size kılavuz olan, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir. (Neml/63)


“Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden Felâkın Rabbi`ne sığınırım” de! (Felâk/1-5)

Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken, dikilirken Bize yalvardı. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçip gitti. Haddi aşanlara yaptıkları şeyler işte böyle süslenmiştir. (Yunus/12)

O, sizi bir candan yaratan ve ondan da, kendisine ısınsın diye, eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce ağırlaştı o zaman onlar [o ikisi] Rabblerine dua ettiler: “Eğer bize salih [bir çocuk] verirsen, ant olsun ki [kesinlikle] şükredenlerden olacağız.”
Ne zaman ki onlara [o ikisine] salih [bir çocuk] verdi, o ikisine verdiği şey hakkında onun için ortaklar kıldılar. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah münezzehtir, yücedir.
Hiçbir şey yaratmayan ve kendileri yaratılmış olan şeyleri mi eş koşuyorlar?
Hâlbuki bunlar, onlar [tapınanlar] için yardıma güç yetiremezler. Kendi nefislerine de yardım edemezler. (A’raf/189-192)

Rabbimizin peygamberimize söylettiği 65. ayetteki ifade ile de, nankör insanlara anlama yeteneklerini faaliyete geçirmeleri, akıllarını başlarına toplamaları için birçok fırsatlar verildiği bildirilmektedir.

Ve eğer hakk, onların tutkularına uysaydı, kesinlikle gökler, yer ve bunlarda bulunan kimseler bozulup giderdi. Aslında, Biz onların şanını / öğütlerini getirdik; sonra da onlar, kendi şanlarından / öğütlerinden yüz çevirenlerdir. (Müminun/71)

66, 67 – Senin kavmin ise, o [azap / Kur’an / ayetlerin iyice açıklanması], hakk olmasına rağmen onu yalanladı. De ki: “Ben sizin üzerinize vekil değilim. Her önemli haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır, siz de yakında bileceksiniz.”

Bu ayetlerde Rabbimiz, peygamberimize, ilahî açıklamalarının gerçek olmasına rağmen kendisini yalanlayan toplumuna sanki şöyle dedirtmiştir: “Ben sizi kontrol altında tutan, size her istediğimi yaptırtabilen biri değilim. Bana verilen görev tebliğ ve tebyindir. Ben görevimi yaptığıma, siz de Hakk`ı reddettiğinize göre, uyarıda bulunduklarımın kötü sonuçları gelmesi gerektiği zaman mutlaka gelecektir. O önemli haberlerin meydana geleceği belli bir saat vardır. Her bir amelin mutlaka karşılığı vardır. Siz de bunu yakında bileceksiniz.”
Bu ayetler, yalanlayıcılara yönelik bir tehdit niteliğindedir. Ayetin ifadesinden, yapılacak cezalandırmanın ahirette olacağı anlaşılacağı gibi, dünyada olacağı da anlaşılabilir.
Rabbimizin yoldan çıkmışlara yönelik tehditleri başka ayetlerde de yer almaktadır:

Ve de ki: “O hakk [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zalimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir. Dayanma / sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/ 29)

Medyen’e de kardeşleri Şuayb’i [gönderdik]. O [Şuayb]; “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Ölçeği ve teraziyi eksik tutmayın. Şüphesiz ben sizi hayır ile görüyorum. Ve ben kuşatacak bir günün azabından sizin için korkuyorum. Ve ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. İnsanların eşyalarını eksiltmeyin ve yeryüzünde fesatçılar olarak fenalık etmeyin. Eğer mümin iseniz, Allah’ın bıraktığı [helâlinden size ihsan ettiği kâr] sizin için daha hayırlıdır. Ve ben sizin üzerinize bir koruyucu değilim” dedi. (Hud/84-86)

Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra mutlaka bileceksiniz. (Sad/88)

Ve Biz böylece onu [Kur’an’ı] Arapça bir hüküm [mükemmel bir yasa] olarak indirdik. Ve eğer sana gelen ilimden sonra onların hevalarına uyarsan, Allah’tan sana bir Yakın Kimse ve bir koruyucu yoktur. (Ra`d/37)

66. ayette geçen “o” zamirinin pasajdaki söz akışına göre “azap”, “Kur’an” veya “ayetlerin açıklanması” olarak anlaşılması mümkündür. Biz, Kur’an’ın diğer iki anlamı da içermesi sebebiyle, söz konusu zamirin “Kur’an” olarak anlaşılmasının en uygun olacağı görüşündeyiz. Ayrıca bu görüşümüzün aşağıdaki ayet tarafından da desteklendiği kanaatindeyiz:

Artık bundan [Kur’an`dan] sonra hangi söze inanacaklar? (Mürselât/50)

68 – Ve ayetlerimiz hakkında boş uğraşanları gördüğün zaman, onlar ondan başka söze dalıncaya kadar hemen onlardan yüz çevir. Ve eğer şeytan bunu sana terk ettirse de hatırladıktan sonra o zalimler topluluğu ile beraber oturma.
69 – Takva sahibi olan kişilere de o zalimlerin hesabından bir şey yoktur. Fakat takva sahibi olmaları için bir hatırlatma!

Peygamberimize hitap edilirken aynı zamanda bütün Müslümanları da eğiten bu ayetlerde, Allah’ın ayetleri hakkında bilgisizce fikir yürütüp çene çalanlarla vakit harcanmaması ve sadece uyarı ile yetinilmesi emredilmektedir.
68. ayette ayrıca dinlerini bir oyun ve eğlence edinen, kendilerine verilenler sayesinde refah içinde yaşayıp dünya hayatının esiri olan kimselerden yüz çevrilmesi emredilmektedir. Ayrıca peygamberimize, eğer bu emri unutursa hatırladıktan sonra uygulaması bildirilmiştir. Bu bildirim, unutmanın sorumluluk doğurmayacağı anlamına gelmektedir. Çünkü unutmak insanın elinde olmayan bir arızadır. Rabbimiz insanı bu arızadan affetmiş, unutmaktan dolayı insanın sorumlu tutulmayacağını dinin genel bir ilkesi hâline getirmiştir.
68. ayetin orijinalinde geçen “ خوضhavd” sözcüğü genellikle “dalmak” olarak anlaşılmaktadır. Konumuz olan ayette de bu sözcükle “eğlenmek için söze dalma” anlamının kast olunduğu açıklanmaktadır.
Bizim tespitlerimize göre ise “ خوضhavd” sözcüğü “suda yürümek” demektir. Bu sözcük “havada” şeklinde fiil olarak “işi karıştırma ve karışık işte tasarruf etmek” anlamında kullanılır. (Lisanü’l-Arab; c. 3, s. 250, 252. “Havd” mad.) Dolayısıyla sözcüğün “işi karıştırıp karışık işle iştigal edilmesi” anlamı, suda yüründüğü zaman geride herhangi bir izin kalmayacak olmasından çıkmaktadır. Bu sebeple “havd” sözcüğünü “dalmak, eğlenmek” anlamı yerine, “boşa uğraşmak” anlamında kullanmak daha uygun düşmektedir.
Bu sözcüğün Kur’an’da geçtiği birkaç örnek daha vardır:

Ve biz boşa uğraşanlarla beraber boşa uğraşırdık / dalanlarla birlikte dalar idik. (Müddesir/45)

Öyleyse, o gün boş uğraş içinde oynayıp duran yalanlayıcıların vay hâline! (Tur/11, 12)

Sen hemen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar boşa uğraşsınlar ve oynayadursunlar. (Zühruf/83)


69. ayette, müminlerin zorunluluk hâllerinde müşrikler ve günahkârlarla aynı mecliste oturup ilişki içinde olmaktan sorumlu tutulmayacakları, ancak onlara öğüt verip ilahî hakikatleri hatırlatmaları gerektiği bildirilmiştir. Yani, takva sahiplerinin bu masuniyetten yararlanabilmeleri, birlikte olmak zorunda kaldıkları müşrik ve günahkârlara onların şirklerine ve günahlarına razı olmadıklarını söylemeleri şartına bağlanmıştır. Ancak bu şart, Allah’ın ayetleriyle alay edenlerle oturulmamasını bildiren emrin bir istisnası olarak düşünülmemelidir. Çünkü bir Müslüman, Allah’ın ayetlerinin alaya alındığı ortam ve topluluklarda bulunarak Allah’ın ayetlerinin gündeme getirilip onlara hakaret edilmesine sebep olmamalıdır. Nitekim müşrikler ve günahkârlarla birlikte oturulmaması emri, aşağıdaki ayetle pekiştirilmiştir:

Ve O [Allah] size Kitap’ta [Kur’an’da], "Allah`ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze dalmadıkları sürece onlarla beraber oturmayın. Aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz." diye indirdi. Şüphesiz Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayandır. (Nisa/140)

Esbab-ı nüzul kayıtlarında bu konu hakkında şu olay anlatılmaktadır:

"Müslümanlar, "Müşrikler Kur`ân ile istihza edip onun hakkında ileri geri konuşmaya daldıklarında, eğer onların yanından kalkıp ayrılırsak Mescid-i Haram`da oturmaya ve Kâbe’yi tavaf etmeye imkân bulamayız" dediler ve bunun üzerine işte bu ayet nazil oldu. Bu ayet ile müminlere müşriklerle birlikte oturma, onlara öğüt ve nasihat ile dini anlatma ruhsatı ve müsaadesi verilmiş oldu. (Razi, Taberi, Begavi, Hazin)

70 - Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş / oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve onunla [Kur’an ile] hatırlat / öğüt ver. Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla helake düşerse, onun için Allah’ın astlarından bir veliy [yakın kimse] ve şefaatçi söz konusu olmaz. Her türlü dengi denkleştirse de [suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de] ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile helake düşen kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.

Bu ayette Rabbimiz, boş yere çene çalanlarla beraber oturulmaması konusunu biraz daha detaylandırmaktadır.
Ayette geçen “ذر zer [bırak]” sözcüğü “yüz çevirmek, aldırış etmemek” anlamına gelmektedir. Rabbimiz böylelerinin hiç yardımcılarının olmayacağını ve peygamberimizin onları bırakmasını başka ayetlerde de tekrarlamıştır:

Şüphesiz ki, şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları hâlde de ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın -onu fidye verseler bile- asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âl-i Imran/91)

Bırak onları yesinler, yararlansınlar ve emel [boş umut] onları oyalasın. Ama onlar yakında bileceklerdir. (Hicr/3)

Sen hemen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsınlar ve oynayadursunlar. (Zühruf/83)

Ancak onlardan yüz çevrilmesi, onlara tebliğ yapılmaması veya uyarılmamaları anlamına gelmez. Kast edilen, onlarla içli dışlı olunmaması, yakın ilişki kurulmamasıdır. Çünkü ayetin başında peygamberimize onlardan yüz çevirmesini söyleyen Rabbimiz, ayetin devamında ondan Kur’an ile öğüt vermesini istemiştir.
Bu ayetin bir benzeri de Nisa suresindedir:

İşte onlar, Allah`ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; sen onlardan yüz çevir ve onlara öğüt ver. Ve kendileri için beliğ [derinden etkileyecek, güzel, açık] söz söyle! (Nisa/63)

Müşrikler ve günahkârlarla yakın ilişki kurulmazken onlara uyarıda bulunmaya, öğüt vermeye devam etmekteki amaç, onların son bir uyarı ile doğru yolu bulmaları ümidinin kaybolmaması içindir. Çünkü müminler en azılı kâfirlerin bile yola geleceği ümidini taşımalıdırlar:

Ve hani onların içlerinden bir ümmet, “Allah`ın helâk edeceği, ya da çetin bir azapla azap edeceği bir kavme ne diye nasihat ediyorsunuz?” dediği vakit, [o uyarıda bulunanlar da] dediler ki: “Rabbinize karşı mazeret olsun, bunlar da takva sahibi olsunlar diye...” (A’raf/164)

Her ikiniz gidin Firavuna! O, gerçekten azdı. Sonra ona öğüt alması ve haşyet duyması için yumuşak söz söyleyin. (Ta Ha/43, 44)

71, 72 - De ki: “Allah’ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi yakaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin ‘bize gel’ diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları varken şeytanların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hâle getirdiği kimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim?” De ki: “Şüphesiz Allah’ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla ve ‘salâtı ikame ediniz ve O’na takvalı olunuz’ diye emrolunduk. Ve O [Allah], sadece kendisine toplanacağımız kimsedir.”
73 – Ve O, gökleri ve yeri, hakk ile yaratandır. Ve O, “Ol!” dediği gün hemen olur. O’nun sözü hakktır. Sur’a üflendiği gün de mülk ancak O`nundur. O, gizliyi ve açığı bilendir. O, Hakîm’dir, Habîr’dir.

Bu ayet grubunda, akılsız bir kimsenin örneği üzerinden yapılan uyarıdan sonra birçok gerçek açıklanmaktadır.
Yine peygamberimiz vasıtasıyla bildirilen bu gerçekler şunlardır:

* Allah’ın evreni hakk ile yarattığı ve O’nun “Ol!” dediği şeyin hemen oluverdiği...
* Allah’ın sözlerinin hep hakk olduğu ve doğru yolun O’nun gösterdiği yol olduğu...
* Allah’ın hükümranlığının kıyametten sonra da sürdüğü ve kulların sadece Allah’a teslimiyet göstererek salâtı ikame etmekle, Allah’a takvalı davranmakla yükümlü oldukları...
* Allah’ın gizli-açık her şeyi bildiği ve bunların hesabını mutlaka soracağı...

Burada özet olarak verilen bilgi ve mesajlar daha sonraki surelerde detaylandırılmıştır:

İnsanlar, sınanmadan / arıtılmadan, “inandık” demeleriyle, bırakılacaklarını mı sanıyorlar? (Ankebut/2)

O kişiler ki ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru!” (Âl-i Imran/191)

Ve Biz göğü, yeri ve aralarındaki şeyleri, oyun oynayanlar olarak yaratmadık. (Enbiya/16)

Peki siz, Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? (Müminun/115)

Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.
Biz onları sadece hakk / gerçek ile yarattık. Fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar. (Duhan/38, 39)

74 – Ve hani İbrahim, babası Azer’e, “Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.

Bir önceki pasajda [71-73. ayetlerde] doğru yola çağrılmalarına rağmen sapkınlık üzerinde hayatlarını sürdüren insanlardan bahsedildikten sonra, 74. ayetten itibaren konu somutlaştırılmış ve tarihten bilinen bir örneğin anlatımına başlanmıştır. Bu örnek, Hanif İbrahim peygamber ve onun çevresiyle olan tevhit mücadelesidir. Mekkeli müşriklerin İbrahim peygamberi kendi ataları kabul edip saygıyla anmaları sebebiyle bu örnek büyük bir anlam taşımaktadır. Halk arasında dolaşan rivayetlere bakıldığında görülen İbrahim peygamber ile Araplar arasındaki soy ve yozlaşmış da olsa kültürel bağın varlığı, Kur’an ayetleriyle de teyit edilmiştir:

Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin. O, sizi o seçti ve dinde; babanız İbrahim`in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’an’da], elçinin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salatı ikame edin, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin Mevlanızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)

Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. Siz de İbrahim’in makamından kendinize bir namazgâh edinin. Ve Biz İbrahim ile İsmail’e; “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, [hem de], secde edişin hanifleri [Allah’a boyun eğmeyi sağlayan hanifler] için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık
Ve bir zaman İbrahim; “Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkını, onlardan Allah’a ve son güne inananları meyvelerle rızklandır.” demişti. O [Allah] dedi ki: “Küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”
İbrahim peygamber örneğiyle Mekkeli müşriklere şu mesaj verilmektedir: “Nasıl bugün, Peygamber ve izleyicileri şirki reddetmişler ve yapay tanrıları bırakarak âlemlerin Rabbine teslim olmuşlarsa, daha önce İbrahim peygamber de aynısını yapmıştı. Ve nasıl bugün, cahil insanlar Peygamber ile tartışıyorlarsa, daha önce de İbrahim`in kavmi aynı şekilde İbrahim`le tartışmıştı.” (Bakara/125, 126)


İBRAHİM’İN BABASI AZER

Ayetteki “Ve hani İbrahim, babası Azer’e” ifadesinden, İbrahim peygamberin babasının Azer olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Kitab-ı Mukaddes’te ise İbrahim peygamberin babası “Terah” olarak geçmektedir:

24 Nahor yirmi dokuz yaşındayken oğlu Terah doğdu.
25 Terah`ın doğumundan sonra Nahor yüz on dokuz yıl daha yaşadı. Başka oğulları, kızları oldu.
26 Yetmiş yaşından sonra Terah`ın Avram, Nahor ve Haran adlı oğulları oldu.

27 Terah soyunun öyküsü: Terah, Avram, Nahor ve Haran`ın babasıydı. Haran`ın Lut adlı bir oğlu oldu.

28 Haran, babası Terah henüz sağken, doğduğu ülkede, Kildaniler`in Ur Kenti`nde öldü.

29 Avram`la Nahor evlendiler. Avram`ın karısının adı Saray, Nahor`unkinin adı Milka`ydı. Milka Yiska`nın babası Haran`ın kızıydı.

30 Saray kısırdı, çocuğu olmuyordu.

31 Terah, oğlu Avram`ı, Haran`ın oğlu olan torunu Lut`u ve Avram`ın karısı olan gelini Saray`ı yanına aldı. Kenan ülkesine gitmek üzere Kildaniler`in kenti Ur`dan ayrıldılar. Harran`a gidip oraya yerleştiler.

32 Terah iki yüz beş yıl yaşadıktan sonra Harran`da öldü. (Tekvin; 11. Bab; 24-32. cümleler)

24 Sam, Arpakşat, Şelah,
25 Ever, Peleg, Reu,
26 Serug, Nahor, Terah,
27 Avram, yani İbrahim. (Tarihler; 1. Bab; 24- 27. cümle)



İbrani kültürü hakkında büyük otorite olan Muhammed Esed bu konuda şu açıklamayı yapmıştır:


Kitab-ı Mukaddes`te İbrahim`in babasının adı Âzer değil, Terah [ilk Müslüman şecerecilere göre Târah veya Târakh] olarak verilmiştir. Ancak onun, tümü de kaynak ve anlam yönünden belirsiz olan daha başka bazı adlarla [veya lakaplarla] anıldığı da bilinmektedir. Bu meyanda, birçok Talmud hikâyesinde Zârah olarak anılırken, Eusebius Pamphili [Milattan sonra üçüncü yüzyılın sonları ile dördüncü yüzyılın başına doğru yaşamış olan kilise tarihçisi] onun adını Aser [Athar] olarak belirtir. Kur’an tefsirinin amacı açısından ne Talmud ne de Eusebius bir otorite olarak kabul edilemeyecekleri hâlde, Âzer lakabının [Kur’an`da yalnızca bir defa geçmektedir] İslam öncesi döneme ait Asar veya Zârah isimlerinin Arapçalaştırılmış şekli olması mümkündür. (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)

Bu durumda, İbrahim peygamberin babasının, biri isim biri lakap olmak üzere “Azer” ve “Terah” diye iki ismi olması mümkün görünmektedir ki, bunun bir örneği de Yakub peygambere “İsrail” denmesidir.

75 – Ve Biz [kanıt elde etmesi] ve kesin inananlardan olması için İbrahim`e göklerin ve yerin melekûtunu böylece gösteriyorduk.
76 – Bu nedenle o [İbrahim], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, “Bu, benim rabbimdir" dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi.
77 – Sonra Ay`ı doğarken görünce de “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Ant olsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi.
78, 79 – Sonra Güneş`i doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük” dedi. Sonra o da batınca, “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene / yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, İbrahim peygamber yer ve gök bilimlerine ait bir takım bilgilerle donatıldıktan sonra, tabiat olaylarını ve özellikle de gökteki yıldızları, Ay’ı ve Güneş’i incelemiş, yaptığı gözlemler sonucunda düşüncelerinde bazı karışıklıklar oluşmuş, ama gayreti sayesinde ve aklıselim ile tevhide [kalb-i selime] ulaşmıştır.
Bu pasajda anlatılanlar, daha önce Meryem ve Şuara surelerinde İbrahim peygamber hakkında verilen bilgiler arasında bulunmayan hususları içermektedir.

“Hanif” sözcüğü, Yunus/105’in tahlilindeki detaylı açıklamamızda (Tebyinü’l-Kur’an c: 4, s: 587-588) da belirttiğimiz gibi, “dönen” demektir. Bu sözcükle “şirkten kurtulup tevhide ulaşan kimse” kastedilir. İbrahim peygamberin zihinsel gelişim aşamaları dikkate alındığında, onun da bir dönem şirk bataklığında kaldığı; ancak afaktaki [dış dünyadaki] ayetleri aklını kullanarak tetkik etmesi sonucu tevhit aydınlığına ulaştığı görülmektedir. İbrahim peygamberin “şirkten tevhide dönmüş kişi” anlamında “hanif” diye nitelendirilmesi de onun bu akidevî dönüşünden dolayıdır.
Kısaca söylemek gerekirse, konumuz olan ayet grubunda anlatılanlar, İbrahim peygamberin 74. ayette bahsedilen tevhit mücadelesi döneminden önceki döneme ait olan ve şirk içinde iken kendisine verilen bilgi sayesinde tefekkür edip aklını kullanarak hidayete erdiği süreçteki gelişmelerdir. Şirkten kurtularak doğru yolu bulmaları için kavmi ile yaptığı tartışma ise hidayete ermesinden, Hanif olmasından sonradır.
Pasajda nakledilen ve öznesi İbrahim peygamber olan olay, aslında herkesi tefekküre davet amacı gütmektedir. Çünkü bu ayetlerde, Allah`ın Birliği hakkında herhangi bir şey öğrenme imkânının bulunmadığı bir çevrede doğup büyümüş olan bir insanın bile İbrahim peygamber gibi çevresindeki ayetleri dikkate alarak aklıyla tevhide ulaşabileceği ortaya konmaktadır.
75. ayetin başında, “sebep bildiren lam” edatından önce “ وvav” bağlacı bulunmaktadır. Bu durum, ayette konu edilen gerekçeden önce bir başka gerekçenin daha söz konusu olduğunu göstermektedir. Ne var ki, paragrafın herhangi bir ayetinde “gerekçe” mahiyetinde olan bir ibare mevcut değildir. Bu yüzden meal ve açıklamalarda genellikle buradaki “vav”ın zait olduğu kanaatine varılmış ve “vav”ın anlamı ihmal edilegelmiştir. Oysa Kur’an’da zaitlik olduğunu iddia etmek büyük bir cürettir. Kur’an’ın edebi üslubu gereği, bazı durumlarda, çok bilinen, açık konular için “malum, maruf, matuf” takdir edilir. Burada da “ ليستدلّliyestedille” ifadesi mahzuf [gizlenmiş] olup “ وليكونveliyeküne” ifadesi bu gizli mukadder matuf üzerine atfedilmiştir. Biz de meali buna göre yapmış bulunuyoruz.
Pasajda, İbrahim’in yıldızı, Ay’ı ve Güneş’i kastederek söylediği belirtilen “Bu benim rabbimdir” ifadelerini ona yakıştırmayarak metni:
* “Bu, sizin inancınıza ve iddianıza göre benim rabbimdir” ya da;
* “Onlar ‘Bu benim rabbimdir’ derler” şeklinde çevirmek veya;
* “İbrahim bu sözü istihza yollu söylemiştir, çünkü yıldızları rabb olarak kabul eden kavminin bu görüşünü iptal etmek istemiştir” diye açıklamak, yahut da;
* “Bu ifadenin başında mahzuf bir ‘قل kul [de!]’ maddesi vardır” varsayımıyla yorumlamak bize göre yanlış ve gereksiz zorlamalardır. Zira İbrahim’in bu sözleri çile döneminde söylenmiştir ve o dönemde evreni, özellikle de gökyüzünü inceleyen İbrahim’in düşüncelerinde bir takım karışıklıklar mevcuttur. Bu çile döneminin sonunda ise İbrahim “kalb-i selim”e ulaşmış ve “hanif” olmuştur. İbrahim peygamberin hayatındaki bu dönemlere ait ek bilgi Saffat/83, 84, 88 ve 89. ayetlerde verilmiştir.

dost1 25. April 2009 09:31 PM

İbrahim peygamberin yaşadığı zaman ve yer hakkında Kur’an’da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Mevdudi’nin bu konuda derlediği bilgiler oldukça önemli ve İbrahim peygamberle ilgili pasajın anlaşılmasına katkıda bulunacak değerdedir:

“Buradaki Kur`an ayetlerinde anlatılan İbrahim Peygamber`le [a.s] kavmi arasındaki tartışmanın gerçek niteliğini anlamak için devrin dinî ve sosyal şartlarını göz önünde bulundurmak gerekir. İbrahim Peygamber`in doğum yeri olan Ur kentinin arkeologlarca kazılıp toprak üstüne çıkarılmasıyla dönemin gerçek şartlarını öğrenmemiz kolaylaşmıştır, Sir Leonardo Wooley araştırmalarının sonucunu 1935`te Londra`da `Abraham` adlı kitabında toplamıştır. Bu kitapta verilen bazı bilgileri aşağıda sunuyoruz:
Bugün bilginlerce İbrahim Peygamber`in yaşadığı dönem olarak kabul edilen İ.Ö. 2100 yıllarında Ur`un nüfusunun 250.000 hatta 500.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. O zamanlar Ur gelişmiş bir endüstri ve iş merkeziydi. Bir yandan ticaret mallarını Pamir ve Nilgiri gibi uzak yerlerden kendine çekerken, bir yandan da Anadolu`yla ticari ilişkilerde bulunuyordu. Başkenti olduğu devletin sınırları günümüz Irak`ının kuzeyine uzanıyordu. Halk çoğunlukla el işçisi [zanaatkâr] ve meslekten tüccardı. Arkeolojik kalıntılardan okunan çağın yazıtları materyalist bir hayat görüşüne sahip olduklarını göstermektedir; hayatlarının ana amacı servet yığmak ve eğlenmekti. Faiz alıp verirlerdi ve bütünüyle işlerine dalmışlardı. Birbirlerine şüpheyle bakarlar ve en ufak sorunlardan dolayı hemen mahkemeye koşarlardı. Tanrılarına olan duaları genellikle uzun hayat, zenginlik ve işlerinde başarı istemekten ibaretti. Halk üç sınıfa ayrılıyordu:
1- Amelu: Bu sınıf din adamları, devlet memurları ve askeriyeden oluşuyordu.
2- Nuşkenu: Tüccarlar, zanaatkârlar ve çiftçiler bu sınıfa dahildi.
3- Ardu: Bunlar da kölelerdi.
Amelu sınıfının özel ayrıcalıkları vardı; hem medeni hukuk, hem de ceza hukuku alanında diğer insanlardan daha fazla haklara sahiptiler ve hayatlarıyla mülkleri kutsal ve kıymetli tutulurdu. İşte, İbrahim Peygamber`in gözlerini açtığı kentin ve toplumun durumu buydu. Talmud`a göre kendisi Amelu sınıfına dâhildi ve babası devletin en önde gelen görevlilerindendi.
Ur`da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan tabletlerde 5000 tanrının adı geçmektedir. Her kentin kendine özgü tanrısı ve baş tanrı, ya da kent tanrısı kabul edilen ve kendisine diğerlerinden daha çok saygı gösterilen özel bir tanrısı vardı. Ur`un kent tanrısının adı `Nennar` [Ay tanrısı] idi ve bu tanrının adıyla sonraki çağların bilginleri bu kente `Kamerina da demişlerdi. Bir diğer büyük kent, sonradan Ur`un yerine başkent yapılan `Larsa` idi; buranın baş tanrısının adı ise `Şemeş` [Güneş tanrısı] idi. Bu baş tanrıların altında, çoğunlukla yıldızlarla gezegenlerden ve bir kaçı da yeryüzü nesnelerinden seçilen çok sayıda küçük tanrılar vardı. Halk daha önemsiz şeyler için yaptıkları dualara bu küçük tanrılarca karşılık verildiğine inanırdı. Tüm bu gök ve yer tanrı ve tanrılarının putlar halinde sembolleri dikilmişti. Dua ve tapınmalar bu semboller önünde yapılırdı.
`Nannar` putu Ur`da en yüksek tepe üzerinde yapılmış büyük bir tapınakta korunuyor ve yanında karısı `Ningil`in kutsal yapısı mabet bulunuyordu. `Nannar` tapınağı bir kral sarayı gibiydi, her gece farklı bir kadın tapınıcı oraya giderek bu putun gelini olurdu. Böylece tapınakta tanrıya adanmış kalabalık bir kadın topluluğu oluşmuştu, bunların durumu âdeta din fahişeleri şeklindeydi. Bakireliğini tanrı adına feda eden kadın çok saygın görülürdü. Her kadının kurtuluşa ermesi için en az ömründe bir kez `tanrı yolunda` bir başka erkeğe kendini teslim etmesi gerektiği şeklinde ortak bir inanç vardı. Bu din fahişeliğinden en çok yararlananların da bizzat erkek `din adamları` olduğu açıktır.
Yalnızca bir tanrı değildi `Nannar`; ülkenin en büyük toprak ağası, en büyük tüccarı, en büyük zanaatkârı ve siyasal hayatın baş yöneticisiydi; çünkü tapınağına çok sayıda bahçe, ev ve tarla adanmıştı. Bu kaynaklardan gelen gelirin yanı sıra, çiftçiler, toprak sahipleri ve tüccarlar da mısır, süt, altın, kumaş vs. den oluşan adaklarını tapınağa getirirlerdi. Tabiî ki, bir de bunlara bakacak kalabalık bir grubun varlığı gerekiyordu.
Tapınak adına çok sayıda atölye çalıştırılıyor ve geniş düzeyde bir iş çevriliyordu. Tapınakta adalet yüksek mahkemesi kurulmuştu ve yargıçları oluşturan din adamlarının hükümleri `tanrı`nın hükmü kabul ediliyordu. Kraliyet hanedanı da egemenliğini yine gerçek egemen `Nannar`dan alıyordu. Kral ülkeyi onun adına yönetiyordu ve bu bakımdan tanrılık mertebesine yükselmiş olup kendisine diğer tanrılar gibi tapınılıyordu.
İbrahim Peygamber zamanında Ur`a egemen bulunan hanedan, İ.Ö. 2300`de doğuda Susa`ya, batıda Lübnan`a uzanan geniş bir imparatorluk kurmuş bulunan Ur-Nammu`dan geliyordu. Hanedan Ur-Nammu nedeniyle Nammu adını almıştı, işte Arapça`da buna Nemrud denmiştir. İbrahim Peygamber`in hicretinden sonra bu hanedan ve bu ulus ardı kesilmez felâketlere uğradı. Elamlılarca Ur`un yıkılması, Nannar putuyla birlikte Nemrud`un da ele geçirilmesiyle yıkılış hızlandı. Elamlılar Ur`a egemen olarak Larsa`da yönetimlerini kurdular. Son darbe, bir Arap hanedanı yönetiminde güçlenen ve hem Ur`u hem de Larsa`yı kontrolüne geçiren Babil`den geldi. Bu yıkılışın sonucunda Ur halkı kendilerini yıkım, utanç ve tahripten kurtaramayan Nannar`a olan inançlarını bıraktılar.
Bu ülke halkının hicretinden sonra İbrahim Peygamber`in öğretilerine ne tür bir cevap verdiği konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değilse de, İ.Ö.1910`da Babil kralı Hammurabi`nin [Kitab-ı Mukaddes`te `Amurafil` diye geçer] yaptığı kanunları, nübüvvet yol göstericiliğinin doğrudan veya dolaylı etkilerini taşır. Bu Kanun`un tümünün üzerine kazındığı bir sütun M.S. 1902`de bir Fransız arkeolog tarafından ortaya çıkarılmış ve 1903`te C.H.W John tarafından "En Eski Hukuk Kodu" adıyla İngilizceye çevrilip yayınlanmıştır. Bu kanunla Musa Peygamber`in Kanununun çoğu ilke ve ayrıntıları genelde birbirine benzerdir.
Bugüne değin yapılagelen arkeolojik araştırmaların sonuçları doğruysa, ortada açık bir gerçek vardır: Şirk, İbrahim`in kavminin çok tanrıcı ibadetlerinin temeli ve basit bir dini inanç değil, ekonomik, kültürel, siyasal ve sosyal hayat sistemlerinin de ana temeliydi. Buna paralel olarak, İbrahim Peygamber`in mesajı yalnızca puta tapıcılığın köküne vurmakla kalmıyor, kraliyet hanedanına tapınma ve bu hanedanın egemenliğinin yanı sıra, din adamlarıyla soyluların sosyal, ekonomik ve siyasal statülerine ve tüm ülkenin kolektif hayatına da yükleniyordu. Bu yüzden, çağrısının kabulü kapsamlı değişiklikler gerektiriyordu. Geçerli sosyal modelin bırakılıp tevhit temeli üzerinde yeniden kuruluşunu öngörüyordu. Bundandır ki, İbrahim Peygamber [a.s] mesajını yaymaya başlar başlamaz, halk, soylular din adamları sınıfı ve Nemrut hep birlikte onun sesini kesmek için ayaklandı ve Kur`an`da anlatılan keskin kavga patlak verdi. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

80 - 82 – Ve kavmi onunla tartıştı. O [İbrahim]; “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. -Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.- Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz?
Ve Allah, haklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği hâlde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi.
Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]; işte onlar, güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır.

Bu ayetlerde, kavmini sağduyuya, düşünmeye çağıran İbrahim peygamber ile şirk içindeki kavmi arasında geçen tartışmalar aktarılmaktadır.
Dikkat edilirse, İbrahim peygamberin kavmi inkârcı, tanrıtanımaz değil, şirk koşan bir toplumdur. Nitekim 82. ayette geçen “zulüm” sözcüğü de bu şirki ifade etmektedir.
Şirk, aklını kullanmayan insanlar için hep gündemde olan bir olgudur:

Onlar dediler ki: “Ey Hud! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz Senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz sana inananlar değiliz de. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz.” O [Hud] dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki ben, Allah’ın astlarından O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir dabbeh [hareket eden canlı] yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, sizin yerinize başka bir kavmi halife yapar. Ve siz O’na hiçbir şeyce zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.” (Hud/53-57)

Yoksa onların, Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendilerine meşru kılmış olan ortaklar mı vardır? Eğer kesin yargı sözü olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi [işleri bitirilirdi]. Ve gerçekten zalimler; onlar için acı bir azap vardır. (Şûra/21)

Bunlar, Allah haklarında bir kanıt indirmediği hâlde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Ant olsun, onlara Rabblerinden hidayet geldiği hâlde onlar, sadece zanna [sanıya], bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar. (Necm/23)

Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. (Lokman/13)

İbrahim peygamberin önce evrendeki ayetleri gözleyerek fikir sancısı çekmesi ve sonra “kalb-i selim”e ulaşmasıyla sergilediği örnek tutum Kitab-ı Mukaddes’te yer almamıştır. Mevdudi “Tefhim” adlı eserinde bu konunun Kur’an’daki anlatımı ile Talmud’daki anlatımı arasındaki farkları şu şekilde tespit etmiştir:

Talmud`da geçiyorsa da, iki açıdan buradaki anlatım Kur`an`dakinden ayrılmaktadır:
1- Talmud`da sıra "güneşten yıldızlara ve Allah`a doğru" iken, Kur`an`da "yıldızlardan güneşe ve... Allah`a doğru"dur.
2- Talmud`da, İbrahim`in güneş için "bu benim Rabbimdir" dediğinde, o an güneşe secde ettiği, aynı şekilde aya da secde ettiği anlatılmaktadır. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

83 – Ve işte bunlar, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz kanıtımızdır. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin Hakîm’dir ve Alîm’dir.

Bu ayette Rabbimiz, İbrahim peygamberin tevhide kanıt olarak göklerdeki ve yerdeki ayetler ile yaptığı izahatı, eşyayı ve olayları değerlendirme yetisini ona bizzat kendisinin öğrettiğini bildirmekte, dolayısıyla ona bir takım nimetler verdiğini açıklamış olmaktadır.

84 - Ve Biz ona İshak’ı ve Yakub’u da bağışladık. Hepsine doğru yolu gösterdik. Daha önce de Nuh’a ve onun soyundan Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a da doğru yolu göstermiştik. Ve Biz güzellik, iyilik üretenleri böyle karşılıklandırırız.
85 - Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas`a da [doğru yolu gösterdik]. Hepsi salihlerdendir.
86 - İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut`a da [doğru yolu gösterdik]. Hepsini de Biz âlemlere fazlalıklı kıldık.
87 – Ve bunların babalarından, soylarından ve kardeşlerinden de [fazlalıklı kıldık]. Ve onları seçtik, doğru yola kılavuzladık.

Bu ayetlerde Rabbimiz, özellikle Ortadoğululara gönderdiği ve hepsinin de doğru yolda, eğitilmiş, yetiştirilmiş, düzeltilmiş kılavuzlar olduğunu bildirdiği on sekiz elçinin isimlerini saymaktadır. Bu elçilerin hepsi de Arap toplumunun yabancı olmadığı elçilerdir. Bu elçilerin sıralanışında tarih, derece, üstünlük sırası dikkate alınmamıştır.
Elçilerin ilk dördü, “o” zamiri ile işaret edilmiş İbrahim, İshak, Yakub ve “daha önce” vurgusuyla onlardan evvel yaşadığı belli edilen Nuh peygamberdir. Diğer on dört peygamber de [Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut], bu ilk sayılan dört peygamberin zürriyetlerinden olan peygamberlerdir. Bu kadar çok elçi isminin bir arada sayılması, En’am suresinin ana ekseninin “elçilik görevi” olduğunu göstermektedir.
Rabbimiz, İbrahim peygambere verdiği nimetleri bu pasajda ona kanıtlar verilmesi, onun derecelerle yükseltilmesi ve “aziz” kılınması olarak açıklamaktadır. İbrahim peygamberin, yaptığı tevhit mücadelesinde kavmini terk edip yurdundan göç etmesi üzerine Rabbimiz ona ödül olarak kendi dinine bağlı iyi evlatlar ve torunlar bağışladığını bildirmiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, bu pasajda İbrahim peygambere çeşitli nimetler, lütuflar, bağışlar verdiğini bildirirken Rabbimizin kullandığı “Biz” sözcükleri, her zaman olduğu gibi sadece O’nun azametini ifade etmektedir.

Ve onun [İbrahim`in] karısı ayaklanmıştı, gülüverdi. Sonra ona İshak`ı, İshak`ın arkasından da Yakub`u müjdeledik.
O [İbrahim’in karısı] dedi ki: “Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir ‘acuz’um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!”
Onlar [elçiler]; “Sen Allah`ın işinden mi şaşıyorsun? Allah`ın rahmeti ve bollukları üzerinizdedir. Ey ev halkı! Şüphesiz ki O, Hamid’tir [övülmeye lâyıktır], Mecid’tir [cömertliği boldur]” dediler. (Hud/71-73)

Ve Biz ona salihlerden bir peygamber olarak İshak’ı müjdeledik. (Saffat/112)

Sonra o [İbrahim], onlardan [kavminden] ve onların Allah’ın astlarından ibadet ettikleri şeylerden uzaklaşınca, Biz ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik. Hepsini de peygamber kıldık [yaptık]. (Meryem/49)

Ve Biz ona İshak’ı ve Yakub`u bağışladık. Ve soyu içinde Peygamberlik ve Kitap kıldık. Ve Biz ona dünyada ücretini verdik. Şüphesiz o, ahirette de salihlerdendir. (Ankebut/27)

Ve ant olsun, Nuh`u ve İbrahim`i elçi gönderdik, peygamberliği ve kitabı bu ikisinin soyları içinde kıldık. Sonra da onlardan bir kısım doğru yolu bulmuştur, onlardan birçoğu da fasıklardır. (Hadîd/26)

İşte bunlar, Âdem’in soyundan, Nuh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan, hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerden Allah’ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar kendilerine Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek [teslimiyet göstererek] yere kapanırlardı. (Meryem/58)

Yoksa siz Yakub’a ölüm hâli gelip çattığı zaman, oğullarına, “Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?” dediği zaman, onların; “Biz, bir tek ilah olarak senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak`ın ilahına ibadet edeceğiz. Ve biz sadece O`na teslim olanlarız” dediklerine tanıklar mı idiniz. (Bakara/133)

88 - İşte bu, Allah`ın kılavuzluğudur. O, onunla kullarından dilediğine kılavuzluk eder. Ve eğer onlar ortak koşsalardı, kesinlikle yapmış oldukları şeyler boşa gitmişti.
89 - İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi bunlar, ona inanmayacak olurlarsa, Biz kesinlikle bunu inkâr etmeyecek bir kavmi vekil kılmışızdır.
90 – İşte bunlar, Allah’ın kılavuz olduğu kimselerdir. Artık sen de onların kılavuzuna [vahye] uy. De ki: “Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüttür.”

Bu ayetlerde Rabbimiz:
1- Daha önce göndermiş olduğu elçileri işaret ederek onlara doğru yolu öğrettiğini, onların da şirkten uzak durduğunu, çünkü şirk koşanların yaptıkları her şeyin boşa gittiğini açıklamıştır.
2- İma yoluyla, önceki elçiler gibi Muhammed (as)’in de gönderilmiş bir elçi olduğunu, onu inkâr edenlerin yerine böyle davranmayacak başka bir kavmi getirerek inkârcı müşrikleri helâk edebileceğini ilan etmiştir.
3- Ayrıca peygamberimizden âlemlere öğüt olan Kur’an karşılığında bir ücret istemediğini tekrar beyan etmesini istemiştir.
88. ayette sözü edilen “yapılanların boşa gitmesi”, Kur’an’da sıkça üzerinde durulan bir olgudur:

Şüphesiz şu, Allah`ın ayetlerini inkâr eden ve haksız yere peygamberleri öldüren ve insanlardan adaleti emreden kişileri öldürten kişiler; hadi onlara acıklı bir azabı müjdele!
İşte bunlar, dünyada ve ahirette de bütün yaptıkları boşa gitmiş olan kimselerdir. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âl-i Imrân/21, 22)

De*mek ki, tevhit inancının en önemli faydası, insanın bu dünyada yaptığı iyi şeylerin öteki dünyada değerlendirmeye tâbi tutulmasını sağlaması, bu işlerin boşa gitmesini önlemesidir. Çünkü tevhit inancına sahip olmayan kimsenin tüm yaptıkları, Rabbimizin açık ifadesine göre, boşa gitmiş olacaktır.
90. ayette peygamberimize söylettirilen “Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüttür” ifadesinde iki önemli husus vurgulanmıştır. Bunlardan birincisi, Kur’an’ın tüm insanlara öğüt olduğu, dolayısıyla peygamberimizin belirli bir kavme değil, tüm insanlara gönderildiği hususudur. İkincisi ise peygamberimizin görevini bir karşılık beklemeden ve almadan yapması gerektiği hususudur. “Dini tebliğ etmekten dolayı bir ücret alınmayacağı”, “Kur’an’ın bir kazanç kapısı olmadığı” demek olan bu ikinci husus, aslında Nuh peygamberle başlayan, Hud, Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerle devam eden (Şuara/109-180) ve kesinlikle bütün peygamberlerin uyduğu bir ilkedir. Peygamberimize de En’am/90’dan başka Furkan/57 ve Şûra/23’te aynı doğrultuda talimat verilmiştir.
Furkan Suresi’nin tahlilinde “Dini tebliğ etme görevinin bir para kazanma uğraşı hâline getirilemeyeceği” ekseni etrafında yaptığımız açıklamayı, yararlı olacağı kanaatiyle burada kısaca tekrarlıyoruz:

Ve Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.
De ki: “Ben, buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece ve sadece Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler istiyorum.” (Furkan/56, 57)

Bu ayetlerde isyancı, nankör ve inatçı müşriklerin tutumlarına karşı nasıl davranması gerektiği hakkında peygamberimize öğüt verilmekte ve görev sınırları hatırlatılarak teselli edilmektedir. Çünkü peygamberimiz öğütçüden, uyarıcıdan ve müjdeciden başka bir şey olmadığı gibi, bu görevleri için de kimseden herhangi bir karşılık istememektedir. Bu nedenle kâfirlerin davranışları yüzünden kendini sorumlu tutması gerekmemektedir. Rabbimiz, elçisine “tek isteğinin herkesin Allah yoluna gelmesi olduğu”nu söylemesini buyurmaktadır.
Yusuf/104, Şuara/109, 127, 145, 164, 180, Sebe/47, Ya Sin/ 21, Sad/86, Yunus/72, Hud/29, 51, Şûra/23, Kalem/46, Tur/40 ayetlerinden de görmekteyiz ki, Rabbimiz hiçbir peygamberine yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret istetmemiştir. Dolayısıyla, peygamberimizin de kimseden herhangi bir ücret istemesi mümkün değildir. Buna, akrabalarının gözetilmesini, sevilmesini istemek de dâhildir. Zira netice itibariyle böyle bir istek de bir çıkardır, menfaat sağlamaktır.
Böyle olmasına rağmen, peygamberimizin yakınlarına, ehlibeytine sevgi duyulmasını istediği yolunda asılsız iddiaların bulunduğu yüzlerce rivayetin etkisiyle konumuz olan 57. ayete ve Şûra suresinin 23. ayetine bir istisna ilâvesi yapılmış ve pek çok mealde, Şûra suresinin 23. ayetindeki “yakınlarda sevgi istiyorum” ifadesi, “yakınlarımı, ehlibeytimi sevmenizi istiyorum” şeklinde yorumlanmıştır. Hâlbuki ayette iyelik belirten herhangi bir sözcük veya bir işaret yoktur. Oradaki ifade de yine “Allah’a giden yolu istemeniz, Allah’a yakınlık için sevgi oluşturmanız” anlamındadır. Aksi durum ise, yani peygamberimizin yakınları için bir talepte bulunması hâli ise mümkün değildir, zira böyle bir istek elçilik ilkelerine aykırı düşmektedir. Zaten ayetlerin siyak ve sibakında hitabın hep kâfirlere olmasından anlaşılacağı gibi, muhatap kâfirlerdir ve onlardan bir karşılık, bir mükâfat beklemek anlamsızdır. Çünkü kâfirler peygamberi kabul etmemekte ve onunla kıran kırana mücadele etmektedirler. Böylesi bir çekişmenin olduğu bir ortamda, taraflardan birinin karşı taraftan kendi yakınlarının sevilmesini istemesi ise son derece mantıksızdır.
Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri, elçiliklerinin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiçbir çıkar gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat hayatlarını bırakarak bütün işlerini terk etmekte; adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmasına göğüs germekte; inanmayan yakınlarıyla ilişkilerinin kopmasını göze almakta ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye de katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçek elçi olmayan birinin geçici çıkarları uğruna bütün bunları göze alması mümkün değildir. Tam aksine, gerçek elçi olmadığı hâlde bu yolla hükümdar ve önder olmak için hareket eden bir kişi, toplumun hoşuna gitmek için onların geleneklerini, önyargılarını kabullenir ve bunlardan yararlanma yoluna gider. Oysa Kur’an’dan öğrendiğimize göre, peygamberimiz, sadece bu tür önyargıları kökünden baltalamakla kalmıyor, aynı zamanda kabilesinin Arabistan putperestleri üzerinde etki ve egemenlik kurmalarını sağlayan ana unsuru da yerle bir ediyordu.”

91 – Ve onlar; “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” demekle, Allah’ı hakkıyla takdir edemediler [gereği gibi tanıyamadılar]. De ki: Musa`nın insanlara aydınlık ve kılavuz olmak üzere getirdiği, sizin parça parça kâğıtlar kıldığınız, bir kısmını belli ettiğiniz, birçoğunu gizlediğiniz; siz ve babalarınızın, sayesinde bilmediğiniz birçok şeyleri öğrendiğiniz Kitap`ı kim indirdi? Sen de ki: “Allah!” Sonra onları boş uğraşlarında oynar hâlde bırak.

Bu ayette Mekkelilerin ve Yahudilerin dini yapılarına ait bilgiler verilmekte ve her iki grubun hile ve yalanları yüzlerine vurulmaktadır.
Ayette geçen “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler” ifadesi şu anlama gelmektedir: Onlar Allah’ın her şeye gücünün yettiğine, her şeyi bildiğine, Rahman ve Rahîm olduğuna iman etmediler; Celâl ve Cemal sıfatlarını layıkıyla tanımadılar; nimet ve rahmetinin [elçi gönderişinin ve kitap indirişinin] kıymetini anlamadılar. Kısaca Allah’ı tüm nitelikleriyle göz ardı ettiler.
Dikkat edilirse, “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” iddiası, bizzat iddia sahiplerinin kendi inançlarıyla çürütülmüş ve Tevrat`ın Musa peygambere Allah tarafından indirildiğine inananlara Tevrat örnek gösterilerek, Allah`ın kelamının bir insana indirilebileceği kanıtlanmıştır.
Esbab-ı nüzul kayıtlarına göre, “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” iddiası, Malik b. es-Sayf tarafından ortaya atılmıştır:

“O, Peygamber (sav) ile tartışmak üzere geldiğinde, Peygamber (sav) ona şöyle demişti: "Tevrat`ı Musa`ya indiren hakkı İçin sa*na soruyorum: Tevrat`ta şüphesiz Allah şişman din âlimine buğz eder, şek*linde bir ifade bulmuyor musun?" Malik b. es-Sayf da gerçekten şişman bir haham idi. Bunun üzerine kızdı ve şöyle dedi: Allah`a yemin ederim, Allah hiçbir insana hiç bir şey indirmiş değildir. Bu sefer, onunla beraber bulunan arkadaşları ona şöyle dediler: Yazıklar olsun sana! Musa`ya da mı indirmemiştir? deyince, şöyle dedi: Allah`a yemin ederim, Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.” (Vahidi; Esbabu Nüzuli’l-Kur’an)

Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, bazıları tarafından bu ayetin Medeni kabul edilmesi bu olay sebebiyledir. Ne var ki, anlatılan olayda ismi geçen kişinin bir haham olması ve böyle tutarsız bir iddiada bulunması akla uzak görünmektedir. Diğer taraftan, ayetin pasajdaki konu bütünlüğü içinde olması ayetin Mekki olduğu görüşünü kuvvetlendirmekte, buna karşılık o günün Mekke şehrinde birçok Ehlikitap’ın bulunduğu ve Tevrat ile İncil’in Mekkelilerce okunduğu gerçekleri de ayetin Medine’de indiğini düşünenlerin görüşünü zayıflatmaktadır.
Bizim kanaatimiz, Kur`an`ın Allah tarafından gönderildiğini inkâr eden Mekkeli müşriklere bir cevap niteliğinde olan bu ayetin Mekke`de nazil olduğu yönündedir.

92 - İşte bu da Bizim kentlerin anasını [Anakent’i] ve yanı başındaki kişileri uyarman için indirdiğimiz kendinden öncekini doğrulayıcı mübarek [bolluk dolu] bir Kitaptır. Ahirete inananlar ona da inanırlar ve onlar desteklerine de koruyucudurlar [desteklerini de sürdürürler].

Bu ayette, Kur’an’ın Mekke ve Mekke çevresindekileri uyarmak için indirildiği, Kur’an’ın bereketli [bolluk saçan] bir kitap olduğu ve ahirete inananların ona inanıp desteklerini sürdürdükleri, sürdürecekleri ilan edilmektedir.

ÜMMÜ’L-KURA

Peygamberimizin doğup büyüdüğü, elçilik görevine başladığı ve bunu bir müddet sürdürdüğü şehir olan Mekke, “ امّ القرىÜmmü’l-Kura [şehirlerin anası, anakent]” olarak nitelenmiştir ki, zaten Mekke`nin bir ismi “Ümmü`l Kura”dır ve peygamberimiz de bu sebeple “ الامّىّel Ümmi”dir [anakentli; Mekkelidir].
Mekke’ye “şehirlerin anası” denmesinin gerekçesi İbrahim peygambere kadar uzanmaktadır. Çünkü o tarihlerden beri Mekke, çevre kentlerle birlikte bakıldığında, çocuklarını etrafında toplamış bir ana görüntüsü içinde olmuştur. Bunun sebebi ise müminlerin hacc ibadetlerini Mekke’de yapıyor olmalarıdır. Böyle dinî bir toplanma merkezi olması dolayısıyla Mekke sadece ticaret ve ulaşımda değil, bilim ve sanatta da çok gelişmiş ve çevredeki kentlerin anası hâline gelmiştir.
Ayette uyarı alanı olarak Mekke’nin çevresinin de zikredilmesi, Kur’an’ın inişinin ve Muhammed (as)’in peygamberliğinin yalnız Arap toplumuna ve onların yaşadıkları yerlere münhasır olmadığını, tüm insanlara ve tüm dünyaya yönelik olduğunu göstermektedir:

Ve Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; velâkin insanların çoğu bilmiyorlar. (Sebe`/28)

De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah`ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah`a ve O`nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan Elçisi`ne iman edin ve ona uyun.” (A’raf/158)

De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur`an vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.” (En’am/19)

93 – Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zalim kim olabilir? O zalimleri ölümün şiddetleri içindeyken, melekler de onlara ellerini uzatmış, “Nefislerinizi [canlarınızı] çıkarın. Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O’nun ayetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen!
94 – Ve ant olsun ki, siz, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız / teker teker Bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ve içinizde kendilerinin ortaklar olduğuna inandığınız şefaatçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Ant olsun, aranızda kesilme olmuş ve yanlış inandığınız şeyler kaybolmuştur.

Allah’ın beşerden elçiler göndereceğine ve kitap indireceğine dair önceki ayetlerde yapılan bildirimlerden sonra, bu ayetlerde de insanların dikkati bu işin sahtekârlarının da bulunabileceğine çekilmektedir. Ayette, kendisine vahyedilmediği hâlde “Bana vahyedildi” veya “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyen o korkunç yaratıkların alçaltıcı bir şekilde cezalandırılacakları açıklanmaktadır.
Allah`ın haramını helâl, helâ*lini haram yapan, kendi düşüncelerini insanlara Allah’ın emri gibi ileten, kendisini “mehdi”, “Mesih” ilan eden, rüyada veya keşif yoluyla Allah’tan kendisine bir takım bilgiler, risaleler verildiğini ileri süren bu zalim kişiler, bugün var oldukları gibi İslam’ın ilk dönemlerinde de var idiler:

Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman, “İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, evvelkilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi. Enfal; 31:


Rabbimiz kendisine iftira etmenin en büyük zulüm olduğunu, konumuz olan 93. ayetten başka En’am/21 ve 144, A’raf/37 ve Yunus/17’de de açıklamıştır.

“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında bu zalimler ile ilgili olaylar şöyle aktarılmıştır:

Bu ifade, Yemâmeli Müseylimetu`l-Kezzab ile San`alı el-Esvedu`l-Ansî hakkında nazil olmuştur. Çünkü bunlar, bir yalan ve bir iftira olmak üzere, Allah katından gönderilmiş birer nebi ve resul olduklarını iddia ediyorlardı. Müseylime "Muhammed Kureyş`in peygamberi, ben de Hanifeoğullarının peygamberiyim" diyordu. (Razi; el-Mefatihu’l Gayb)

"Ben de Allah`ın indirdiği ayetlerin benzerini indireceğim" aye*tinde kastedilenin vahiy kâtipliği yapan ve sonra Medine`de irtidat eden Abdullah b. Serrah olduğu söylenmiştir. Adı geçen bu şahıs Kur`an`daki bazı kısımları Peygamber`in dediğine uygun olarak yazmıyordu. Mesela `Azîzün Hakîm` yerine `Gafûrun Rahîm" ve `Habîrun Halîm` yerine `Alîmün Hakîm` yazıyordu. Bir gün Peygamber [s] ona Mü`minun suresindeki ``Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka yaptık. Peşinden alakayı bir parçacık et haline getir*dik. Bu bir parçacık eti kemiklere çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik" ayetini yazdırırken, o, "Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yü*cedir!" dedi. Peygamber [s] de aynen "Söylediğin gibi nazil oldu. Onu yaz!" dedi. Bunun üzerine o, "Ben de Allah`ın indirdiği ayetlerin benzerini indireceğim" dedi (İbni İshak)

94. ayette ahiretten bir sahne canlandırılarak insanların Yüce Allah’a ilk yaratıldıkları zamanki gibi yapayalnız / teker teker gelecekleri ifade edilmiştir. Buna benzer ifadeler pek çok ayette tekrarlanmıştır:

Ve onlar, saf hâlinde Rabbine arz edilmişlerdir: "Şüphesiz sizi ilk önce yarattığımız gibi Bize geldiniz. Aslında siz, sizin için buluşma zamanı kılmayacağımıza batılca inanıyordunuz.” (Kehf/48)

O [inkârcı kişi], gayba muttali oldu ya da Rahman katında bir söz mü aldı? Hayır... Hayır... [Onun zannettiği gibi değil]... Biz onun söylediği şeyleri yazarız ve onun için, azaptan uzattıkça uzatırız. Ve o söylediği şeylere Biz mirasçı olacağız ve o, Bize tek başına gelecektir. (Meryem/78-80)

O zaman kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaşmışlardır. Ve onlarla bağlar kesilmiştir.
Ve onlara uyanlar; “Ah, bizim için dünyaya bir dönüş olsaydı da onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!” derler. İşte böylece Allah onlara bütün amellerini, üzerlerine yığılmış hasretler [pişmanlık ve üzüntüler] hâlinde gösterecektir. Onlar bu ateşten çıkanlar da değillerdir. (Bakara/166, 167)

Sonunda Sur’a üflendiği zaman da onların o gün aralarında soy yakınlığı yoktur. Onlar istekleşemezler de. (Müminun/101)

[İbrahim onlara] Dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah’ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lanetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan yoktur.” (Ankebut/25)

Ve “Ortaklarınızı çağırın!” denir, onlar da çağırırlar. Sonra da onlar kendilerine cevap vermezler ve azabı görürler. —Ne olurdu onlar doğru yola girmiş olsalardı!- (Kasas/64)

Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere, “Hani nerede o batılca inandığınız ortaklarınız?” diyeceğiz.
Sonra, onların fitneleri, “Rabbimiz, Allah`a kasem olsun ki, biz müşriklerden değildik.” demekten başka bir şey değildi.
Bak, kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler! O uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kayboldu. (En`âm/22–24)

Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple [gerçek imanla] gelenlerden başkasına fayda vermediği ve cennetin müttekilere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!” dedi. (Şuara/87-91)

Ve iş bitince şeytan onlara, “Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım, siz de icabet ettiniz. O nedenle beni kınamayın, nefsinizi [kendinizi] kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Ben, önceden beni Allah’a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim.” dedi. Kesinlikle zalimler için acı bir azap vardır! (İbrahim/22)

95 - Şüphesiz ki Allah, taneyi ve çekirdeği yarıp çıkarandır: Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır. İşte Allah! Nasıl da döndürülüyorsunuz?
96 - Tanyerini yarıp çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, Güneş ve Ay’ı hesap ile kılmıştır. Bu, Azîz’in [Güçlü Olan’ın], Alîm’in [En İyi Bilen’in] takdiridir [belirlemesidir].
97 – Ve O [Allah], kara ve denizin karanlıklarında kendisiyle yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için kılandır. Şüphesiz Biz, bilen bir toplum için ayetleri ayrıntılı olarak açıkladık.
98 – Ve O, sizi bir tek nefisten inşa edendir. Sonra da bir karar yeri ve emanet yeri... -Biz kesinlikle ayetleri, iyi anlayan bir toplum için ayrıntılı olarak açıkladık.-
99 – Ve O [Allah], gökten suyu indirendir. Böylece Biz onunla her şeyin bitkilerini çıkardık. Ondan da birbirine benzeyen ve birbirine benzemeyen birbiri üzerine binmiş taneler; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımları, üzümden bağları, zeytini ve narı çıkarıyoruz. Bunlar meyvelendikleri zaman meyvelerine ve olgunlaşmasına bakın! İşte Bunlarda kesinlikle inanan bir toplum için ayetler vardır.

Herhangi bir izaha gerek kalmayacak kadar açık olan bu ayetlerde, Rabbimiz kendisini evrendeki yasaların koyucusu olarak tanıtmakta ve insanlığa yararlı olsun diye yarattığı tüm varlıklarda, bilen, iyi anlayan ve inanan bir toplum için işaretler, ayrıntılı açıklamalar bulunduğunu bildirmektedir.
Gerçekten de Güneş’in, Ay’ın, yıldızların, yağmurun, bitkilerin, kısaca Allah’ın görünen tüm ayetlerinin kendilerine sağladığı faydaları görmeyi bilen insanlar, Allah’ın yüceliği, gücü, azameti hakkında başkaca hiçbir kanıta ihtiyaç duymamaktadırlar.
95. ayetteki “ölü” ve “diri” sözcüklerinin hem hakiki hem de mecaz manada değerlendirilmesi mümkündür. Buna göre:
a- Sözcükler hakikat manalarıyla değerlendirildiğinde, ayetteki ifadeden Allah’ın kuru tohumdan yeşil bitkiyi, yeşil bitkiden de kuru tohumları meydana getirdiği,
b- Mecazi manada değerlendirildiğinde ise, Allah’ın cahil bir kimseyi âlim hâline getirdiği, bir âlimi de bir cahile dönüştürdüğü anlaşılabilir.
Bundan başka, ayette Allah’a izafe edilmiş olan “ölüden dirinin çıkarılması, diriden de ölünün çıkarılması” olgusunun yararlı bilinen şeylerde bulunan zararları veya zararlı bilinen şeylerde bulunan yararları ifade ettiğini, Allah’ın bunları iç içe yarattığını düşünmek de mümkündür. Mesela zararlı olarak bilinen bitkilerden veya yılan zehri gibi bazı maddelerden insana yarar sağlayan ilaçlar elde edilmesi, bu düşünceyi doğrular mahiyette bir örnektir.
Bu konu, ilk dönem Kur’an yorumcuları tarafından şöyle açıklanmıştır:

"Cenab-ı Hak, nutfeden canlı bir beşer, canlı beşerden de ölü bir nutfe çıkarır. Yine aynı şekilde, yumurtadan canlı civcivi, tavuktan da ölü yumurtayı çıkarır. Bundan maksat, canlı ile ölünün birbirlerinin zıddı olup birbirlerini nefyettiklerini ifade etmektir. Binaenaleyh, benzer bir şeyin benzer bir şeyden meydana gelmesi, bunun tabiat ve hassalar icabı olduğu zannını uyandırabilir. Ama, zıddın zıddan meydana gelmesine gelince, bunun tabiat ve o şeylere ait özellikler sebebiyle olması imkânsızdır. Bilakis bunun, Hakîm olan bir yaratıcının takdiri ve Alîm olan bir müdebbirin yönetmesiyle meydana gelmesi gerekir” (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

dost1 25. April 2009 09:31 PM

96. ayetteki “Güneş ve Ay’ı hesap ile kılmıştır” ifadesi Rahman suresinde tekrarlanmış, Yunus suresinde detaylandırılmıştır:

Güneş ve Ay bir hesap iledir [hesaba bağlıdır]. (Rahman/5)

O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye, Ay’a menziller ayarlayandır. Allah bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için ayetleri detaylandırır. (Yunus/5)

96. ayetteki ifadenin de iki türlü anlaşılması mümkünüdür.

a- “Güneş ve Ay’ı hesap ile kılmıştır” ifadesinden, Yunus/5’te bildirildiği gibi, “senelerin hesabı” yani “zaman” anlaşılabilir. Çünkü Dünya’nın kendi etrafında bir kez dönmesi ile “gün”, Güneş etrafındaki yörüngesinde bir tur dolaşması ile de “yıl” hesap edilmektedir. Ayrıca Ay’ın Dünya etrafında bir tur dolaşması da 29,5 günlük zaman süresi olan “bir ay”a tekabül etmektedir.
b- Aynı ifadeden gerek Güneş, Ay ve Dünya’nın birbirlerine göre olan konumlarında, gerekse Güneş ve Ay’ın dönme hızlarında çok hassas hesapların bulunduğunun anlaşılması da mümkündür. Çünkü yeryüzündeki mevcut yaşamın devam etmesi ancak bu ince hesapların hiç şaşmamasına, bozulmamasına bağlıdır.
96. ayetteki ifade hangi türlü anlaşılırsa anlaşılsın, evrendeki ince hesaplar hiç şaşamamakta, gerek zaman gerekse yeryüzündeki yaşam koşulları değişmemektedir.

Sana hilallerden [yeni aylardan] soruyorlar. De ki: “Onlar, insanlar ve hacc için, zaman ölçmeye yarar.” Evlerinize arka taraflarından girmeniz “birr” değildir. Ama “birr”, takvalı davranmaktır. Öyleyse, evlerinize kapılarınızdan girin. Ve Allah’a takvalı davranın. Belki başarıya erenlerden [kurtulanlardan] olursunuz! (Bakara/189)

98. ayette geçen " مستقرّMüstakarr" ve " مستودعMüstevda" sözcükleri daha evvel Hud suresinin tahlilinde ele alınmıştı. (Tebyînü’l-Kur’an, c:5, s: Hud Suresi ile En’am Suresi aynı ciltte bulunduğundan, bu iki sözcükle ilgili tahlilin oradan okunmasını öneriyoruz.

100 – Ve onlar, cinnleri [görünmez güç ve varlıkları] Allah’a ortaklar kıldılar. Hâlbuki onları O yaratmıştır. Bilgileri olmadan da oğullar, kızlar uydurdular. -O’nun şanı onların nitelediği şeylerden münezzeh ve yücedir.
101 – O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun sahibesi [eşi] olmadığı hâlde, nasıl olur da O’nun çocuğu olur? Ve O, her şeyi yaratmıştır. Ve O, her şeyi en iyi bilendir.-
102 - İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse, O’na kulluk edin. O, her şey üzerine vekildir [yönetendir].
103 - Gözler O’na erişemez, O ise gözlere erişir; O, Latîf’tir [idrakin ötesinde nüfuz edilemeyendir], Habîr’dir [her şeyi en iyi bilendir].

Rabbimiz, bu pasajın ilk ayetinde müşriklerin davranışlarındaki yanlışları gayet ikna edici delillerle ortaya koymuş, son iki ayetinde de kendi Zatına ait birçok sıfat ve eylemi zikrederek Müslümanların nasıl bir Allah`a inandıklarını, inanmaları gerektiğini bildirmiştir.
100. ayetten anlaşıldığına göre, müşrikler hiçbir ilahi veriye ve bilimsel gerçeğe dayanmadan sırf kendi hayal ve kuruntularının ürünü olan bir takım gizli varlıklara kâinatın yönetiminde ve insanların kaderlerinde güç ve görev verecek kadar ileri gitmişler ve bu gizli varlıkları Allah’a ortak tanıyarak inkâr etmişlerdir. Nitekim o günlere ait tarihî bilgilerde, bazı kimselerin veya nesnelerin, “yağmur tanrısı”, “bitki tanrısı”, “servet tanrıçası”, “hastalık tanrıçası” yapıldığı, bazı müşrik topluluklarca bir tanrılar ve tanrıçalar soyağacı uydurulduğu gibi bilgiler yer almaktadır. Ayetteki “cinnler” ifadesi ile “melekler” kastedilmiştir. Çünkü Sebe’ suresinde, o günün müşriklerinin, “Allah`ın kızları” namıyla bu âlemin idarecileri olarak benimseyip Allah’a ortak koştuklarının “melekler” olduğu açıklanmıştır:

Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere, “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
Onlar; “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim veliymiz Sensin. Bilakis onlar cinnlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı” dediler. (Sebe’/40, 41)

102. ayette bu tür yanlış inançlar reddedilmektedir. Ne var ki, bu yanlış inançlar sadece o tarihlerle ve o günkü cahili toplumlarla sınırlı kalmamış, sonraki dönemlerde ve tüm toplumlarda görülmeye devam etmiştir. Nitekim günümüz de hâlâ birçok saçma ilahların kabul edildiği toplumlara rastlanmaktadır.
103. ayetteki “Gözler O’na erişemez, O ise gözlere erişir” ifadesi birçokları tarafından yanlış değerlendirilmiş, “Allah’ı görme” diye bir konu icat edilerek bu ifadeyle delillendirilmeye çalışılmıştır. Kimileri Allah`ı görmenin mümkün olmayacağını söylerken, kimileri de bu ve diğer bazı ayetleri kendi görüşleri doğrultusunda yorumlayarak Allah’ın görülebileceğini ileri sürmüşlerdir. Biz, bu ifadenin özellikle içinde bulunduğu paragrafın anlamı çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Ayetin bağlamından koparılarak olmadık alanlara çekilmesi son derece yanlış ve sakıncalıdır. Dolayısıyla ayetteki bu ifade, Allah`ı ortaklardan arındırmak, O`nun yüceliğini, gücünü ve sıfatlarının kemalini ortaya koyarak müşrikleri eleştirmek için gelmiş olan bu ayetlerin tamamından ayrı mütalâa edilmemeli ve içinde bulunduğu pasajın genel amacı dışında manalandırılmamalıdır.

104 / 68 - Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim!

Bu ayet, anlam olarak 67. ayetten sonra gelmesi gereken, o paragrafa ait bir ayettir. Mushafı tertip edenler tarafından, 103. ayette geçen “ بصرbasar” sözcüğü ile bu ayetteki “ بصائرbesair” sözcüğünün ilişkilendirilmesi sebebiyle buraya yerleştirilmiş olmalıdır. Yoksa ayetin burada değerlendirilmesi mümkün değildir. Çünkü ayetin yerinin burası olduğu kabul edildiğinde, bu ayetin peygamberimizin kendi sözü olması gerekmektedir ki bu durum da, Kur’an’a elçi sözünün karıştığı gibi çok sakıncalı bir istifham yaratmaktadır. Nitekim Kur’an çalışması yapanlardan bazıları bu sakıncaları ortadan kaldırabilmek maksadıyla ayetin başına “ قلkul [de ki]” sözcüğü takdir etmişlerdir. Hâlbuki ayet, hem teknik hem semantik [anlambilim] açıdan ait olduğu paragrafa taşındığında bu sorun ortadan kalkmakta; ayet, Allah’ın peygamberimize 66. ve 67. ayetlerde söylettirdiği sözlerin devamı olmaktadır.
Buna göre; ayette önce göndermiş olduğu akli delillere işaret eden Rabbimiz, bu delillere bakarak herkesin sağduyulu davranıp kendisini karanlıklardan aydınlığa çıkarması gerektiğini ihtar etmekte, sonra da bu konuda insanlara yardımcı olacak her türlü malzemeyi kendisi gönderdiği için, peygamberimize toplum üzerinde bir vekilliğinin, koruyucu-bekçiliğinin bulunmadığını beyan ettirtmektedir.
Ayette geçen “besair” sözcüğü, “ بصيرةbasiret” sözcüğünün çoğuludur. “Basiret” sözcüğü “kalpte meydana gelen tam idrak [anlama]” demektir. “Basiret” sözcüğü “gözler ile görme” manasındaki “ba*sar” sözcüğünden farklıdır ve insanın başında bulunan gözlerle değil, kalbi ile görmesini ve anlamasını ifade etmektedir. Bu sözcük Kur’an’da birçok ayette geçmektedir:

Aslında insan kendi aleyhine iyi bir gözetmendir. (Kıyamet/14)

De ki: “İşte bu, benim yolumdur; basiret üzere [aklın, bilginin, sağduyunun gereği olarak] Allah`a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar… Ve Allah münezzehtir. Ve ben müşriklerden değilim.” (Yusuf/108)

Onlara bir ayet getirmediğin zaman da, “Kendin onu uyduruverseydin ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyuyorum.” İşte bu [Kur’an], Rabbinizden gelen basiretlerdir [kalp gözünü açacak beyanlardır], iman eden bir kavim için bir kılavuz ve bir rahmettir. (Araf/203)

O [Musa] dedi ki: “Sen kesinlikle bildin ki, bunları [mucizeleri], birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ve ben de senin helâk olmuşluğuna kesinlikle inanıyorum.” (İsra/102)


Ve ant olsun ki Biz, ilk nesilleri helâk ettikten sonra Musa’ya, öğüt alırlar diye, insanlar için apaçık deliller, kılavuz ve rahmet olarak Kitap`ı [Tevrat`ı] verdik. (Kasas/43)

Bu [Kur`an], insanları için basiretler [kalbî idrakler], kesin inanan toplum için bir yol gösterme ve rahmettir. (Casiye/20)

Konumuz olan ayetteki “Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi” ifadesi ile daha önce geçen ayetler kastedilmektedir. Aslında bu ayetlerin kendileri “basiret” değildirler. Fakat bunlar, kuvvetleri ve açık oluşları sebebi ile onları iyice tanıyıp hakikatlerine vâkıf olan kimseler için birer basiret [kalben idrak] vesilesi olmaktadırlar. Söz konusu ayetlerin “basiretler” diye isimlendirilmeleri de insanların basiretlerine sebep olmaları dolayısıyladır.

Ayette geçen “kim hakkı görürse” ifadesindeki “görme” ile sözcüğün “ilim [bilme]” manası, “kim de körlük ederse” ifadesindeki “körlük” ile de sözcüğün “cehalet” manası murat edilmiştir. Sözcüklerin bu manalarda kullanıldığı ayetlerden bir tanesi de Hacc suresindedir:

Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, kendisiyle akledecekleri kalpleri ve kendisiyle işitecekleri kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/46)

104. ayetin son cümlesi olan “Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim” ifadesi ise Şûra/48 ile daha iyi anlaşılmaktadır:

Buna rağmen eğer onlar yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onların üzerine bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir. Ve Biz, şüphesiz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevindi; eğer elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir kötülük isabet ederse de, o zaman görürsün ki şüphesiz insan çok nankördür. (Şûra/48)

Demek ki, dinde zorlama yoktur. İnsanlar öğrenip öğ*renmemekte, görüp görmemekte, inanıp inanmamakta serbesttirler.

105 - İşte böylece Biz, sana “Sen ders görmüşsün [bunları bir yerlerden okuyup öğrenmişsin] desinler ve açığa koyalım diye ayetleri evirip çeviriyoruz [geniş geniş açıklıyoruz].

Bu ayette Rabbimiz, Kur’an’ın detaylandırılma sebebini açıklamaktadır. Buna göre; Kur’an’ın çok güzel açıklamalar içermesi, müşrikler arasında elçinin birisinden ders aldığı takıntısını yaratmakta, inanmış olanların ise ortaya daha çok açık kanıt konmasından dolayı inançlarını pekiştirmekte, mutluluklarını arttırmaktadır.
Rabbimiz, müşriklerin içinde bulundukları bu psikolojik durumu birçok ayette belirtmiştir:

Ve inkâr etmiş olanlar, “Bu [Kur’an], onun [Muhammed’in] uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir.” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia getirdiler.
Ve “O [Kur’an], yazılı hâle getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah akşam [sürekli] kendisine okunmaktadır” dediler. (Furkan/4, 5)

Ve onlara, “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, onlar “Öncekilerin efsanelerini” dediler. (Nahl/24)

106, 107 – Sen kendisinden başka ilah diye bir şey olmayan Rabbinden sana vahyedilene uy! Ortak koşanlardan da yüz çevir! Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine vekil de değilsin!

Bu ayetlerde peygamberimiz, görevi bir daha kendisine hatırlatılarak teselli edilmiş ve her türlü fırsat, imkân verilmesine rağmen inanmamakta direnenleri Allah’a bırakıp onlardan yüz çevirmesi konusunda uyarılmıştır.
107. ayette “vekil” ve “hafız” nitelemelerinin birlikte yapılması, bu ayetlerin de 66, 67 ve 104/68. ayetlerle aynı paragrafta olduğunu göstermektedir.
Konumuz olan ayetlerden anlaşıldığına göre, inanç konusunda insana tam bir özgürlük tanınmıştır ve bu sebeple de elçinin bu konuda zorlayıcı bir etkinliği olmamalıdır. Başka bir ifade ile insanlar, iradelerine karışılmadan, hürriyetleri kısıtlamadan inanacaklarsa inanmalı, küfredeceklerse küfretmelidirler. Bu ilke aşağıdaki ayette daha açık bir ifade ile ortaya konmuştur:

Ve de ki: “O hakk [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zalimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir. Dayanma / sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/29)

Bu durumda, elçinin din konusunda kendine göre bir yol izlemesi, keyfî davranması söz konusu değildir.

Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar; “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir.” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım. (Yunus/15)

Haydi öğüt ver; sen sadece bir öğütçüsün.
Sen onların üzerinde bir zorba değilsin. (Ğaşiye/21, 22)

Ve onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek yahut seni vefat ettirsek, şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. (Ra`d/40)

108 – Ve onların Allah’ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı giderek Allah`a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların dönüşü Rablerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir.

Bu ayette, tüm Müslümanlar, gayrimüslimlerin tapındıkları şeylere [sahte ilahlarına ve inanış ilkelerine] karşı kötü söz söylemekten kaçınmaları konusunda uyarılmaktadır. Bu uyarısıyla Rabbimiz müminler için çok önemli bir kural ortaya koymuş olmaktadır. Bu kural, müşriklerin düşmanlık tepkisiyle Allah hakkında kötü sözler söylememeleri için, onların sözde tanrılarına, yanlış inançlarına sövmemektir.
Ayette yasaklama emri çoğul olarak ifade edildiği için muhatap tüm müminlerdir. Başka ayetlerde yanlış inançlara karşı çıkmaları istenen müminler, bu ayet ile de karşı çıktıkları inançların temel unsurlarını aşağılamaktan ve yanlış yoldaki insanların duygularını incitmekten men edilmektedir. Rabbimizin bu incelikli uyarısı gereğince; müminler yanlışlıklara karşı çıkacaklar ama karşısındakileri tahrik etmeyecek, onlara nazikçe nasihatte bulunacaklardır:

Rabbinin yoluna hikmetle [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle] ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayette olanları da en iyi bilendir. (Nahl/125)

Müminlerin unutmaması gereken bir diğer husus da amellerin ancak Allah tarafından değerlendirileceğidir. İnsanlar birbirlerine iyiliği emredip kötülükten sakındırabilirler ama bütün davranışların nihai değerlendirmesi sadece Allah’a aittir ve mahşerde yapılacaktır.
Müminlerin bazı tavırlarına karşı bir uyarı olarak inmiş olması muhtemel olan bu ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı nüzul” kayıtlarında şunlar yer almaktadır:

Âlimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç husus zikretmişlerdir:
a- İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Allah Teâlâ`nın “Siz de, Allah`ı bırakıp taptıklarınız da, hiç şüphesiz ki cehennem kütüğüsünüz (Enbiya/98)” âyeti nazil olunca müşrikler Hz. Peygambere "ilahlarımıza sövüp hakaret etmekten vazgeçmezsen, biz de senin ilahını hicvede*riz" dediler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Derim ki: Bu rivayette bence iki müşkil söz konusudur:
1- Âlimler bu surenin bir defada [toptan] nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh "Bu ayetin sebeb-i nüzulü şudur" demek nasıl mümkün olur?
2- Müşrikler Allah`ın varlığını kabul ediyor ve "putlara ibadet ancak Allah katında şefaatçi olacakları için makbul olmuştur" diyorlardı. Bu böyle olduğuna göre, onların Allah`a hakarete ve sövmeye yeltenmeleri nasıl düşünülebilir?
b- Süddî şöyle demiştir: Ebu Talib`in vefatı yaklaşınca Kureyş kabilesi şöyle dedi: "Ebu Talib`e varıp ondan kardeşinin oğlu [Muhammed`i] bizimle uğraşmaktan vazgeçirmesini isteyelim. Çünkü o öldükten sonra, Muhammed`i öldürmekten utanırız. Eğer Ebu Talib öldükten sonra, Muhammed`i öldürmeye kalkarsak, bütün Araplar ‘Kureyş`i Muhammed`i öldürmekten alıkoyan Ebu Tâlib idi. O ölünce, Muhammed`i öldürdüler’ derler. Bundan dolayı bir toplulukla birlikte Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Nadr b. Hars, kalkıp Ebu Talib`e gittiler ve ona ‘Sen bizim büyüğümüzsün’ deyip düşündükleri şeyleri söylediler. Ebu Talib de Hz. Muhammed (s.a.s)`i çağırdı ve ‘Bunlar senin kavmin ve amcaoğullarındır. Senden, onları kendi dinleriyle baş başa bırakmanı istiyorlar ve seni dininle baş başa bırakmayı teklif ediyorlar’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.s], ‘Allah`dan başka ilah yoktur’ deyiniz!’ dedi. Onlar bunu kabul etmeyince Ebu Talib, ‘Bu ke*limeden başka bir şey söyle; çünkü senin kavmin bundan hoşlanmıyor’ dedi. Bu*nun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Ben, onlar güneşi getirip elimin içine koysa*lar bile, bundan başkasını diyecek değilim" dedi. Onlar da, Hz. Peygamber`e, "O hâlde, ilahlarımızı [putlarımızı] tenkit etmekten vazgeç. Aksi hâlde, biz de seni ve sana bunu emredeni tenkit ederiz" dediler. İşte, Cenâb-ı Hakk`ın "Sonra onlar da haddi aşarak, bilmeksizin Allah `a söverler" sözünden maksat budur. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)
109 – Ve onlar [müşrikler], kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah`a yemin ettiler. De ki: “Mucizeler ancak Allah katındadır.” Onlara mucizeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz?
110 – Ve Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız.
111 - Ve eğer Biz şüphesiz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah’ın dilemesi dışında- yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu cahillik ediyorlar.

Bu ayet grubunda Rabbimiz, müşriklerin kendilerine bir mucize gelmesi hâlinde inanacaklarına dair ettikleri yeminleri yerine getirmeyeceklerini, hatta istediklerinden de fazla mucize gelse bile inanmamaya kararlı olduklarını bildirmektedir.
109. ayetin iniş sebebi hakkında klasik eserlerde şunlar yer almaktadır:

“Müşrikler güçlerinin yettiği en kuvvetli yeminlerle Allah`a yemin de ettiler ki, herhâlde kendilerine bir ayet, istedikleri bir mucize gelse [bu cümleden olarak Safa tepesi altın olsa] muhakkak ve muhakkak iman edeceklermiş. Rivayet edildiğine göre bazı müminler de bunların bu yeminlerine bakarak istedikleri ayetin inmesiyle iman edecekleri ümidine düştüler.” (İbn Kesir)

Bir başka kaynakta ise şöyle nakledilir:

Âlimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında şu izahı yapmışlardır:
a- Onlar şöyle demişlerdir: “Cenâb-ı Hakk`ın "Eğer dilersek biz onların tepesine gökten bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğili kalır (Şuarâ/4)” ayeti nazil olunca, müşrikler Allah`a yemin ederek, eğer kendilerine bir mucize gelirse, muhakkak O`na inanacaklarını söylemişlerdi. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur."
b- Muhammed İbn Ka`b el-Kurazî şöyle demiştir: "Müşrikler Hz. Pey*gamber (s.a.s)`e, "Bize, Musa`nın âsasıyla taşa vurduğunu, böylece de taştan su fışkırdığını; Hz. İsa`nın ölüleri dirilttiğini ve Hz. Salih`in dağdan bir dişi deve çıkardığını söylüyorsun. O hâlde, seni tasdik edebilmemiz için, sen de bize bir mucize getir" demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Neyi arzu ediyor*sunuz?" deyince, onlar, "Safa tepesini bizim için altın haline getirmeni istiyoruz dediler ve eğer bunu yaparsa hep birlikte Ona uyacaklarına yemin ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) dua etmek için ayağa kalktı. Derken, Cebrail (a.s) kendisine gelerek, "Eğer istersen bu olur; ama bu olur da, onlar da o zaman se*ni tasdik etmezlerse, Allah onları toptan imha eder. Eğer onlar kendi hallerine bırakılırlarsa, hiç değilse bir kısmına Allah imana dönüş nasip eder" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Öyleyse ben de mucize istemek için duadan vazgeçiyorum. Bari bazıları imana gelseler!" dedi. İşte bunun üzerine Allah bu ayeti indirdi. (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

110. ayette geçen “Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz” ifadesi, Rabbimizin inanmak isteyenlere engel olacağı şeklinde değil, Tin suresinin tahlilinde yer alan “Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi” (Tebyînü’l-Kur’an; c: 1, s: 564-573 ) başlığı altındaki açıklamalarımız çerçevesinde değerlendirilmelidir. Buna göre, Yüce Allah’ın buradaki “... ters çeviririz” sözleri, Tin suresinden başka Ya Sin/8-10’un tahlilinde de belirttiğimiz gibi, inatçı müşriklerin içinde bulundukları kötü duruma düşmelerine sebep olan fiillerin de Rabbimiz tarafından yaratıldığını ifade etmektedir. Yani müşrikler, Allah’ın yaratmış olduğu yollardan “hakk”a değil de “batıl”a sarılarak yanlış inançlara saplanmakta, yanlış inançlar ise insanın dinleme, anlama, kavrama yeteneklerini devre dışı bırakarak bu zavallıların kör ve şaşkın hâle gelmelerine, kısacası kalplerinin mühürlenmesine yol açmaktadır.

111. ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı nüzul” kayıtlarında şunlar yer almaktadır:

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Kur`ân-ı Kerim ile en çok istihza edenler beş kişi idiler: Velid b. Mugîre el-Mahzûmî, Âs b. Vâil es-Sehmî, Esved b. Abdiyeğûs ez-Zühri, Esved b. Muttalib ve Hars b. Hanzala... Sonra bunlar, Mekkeli bazı kimselerle birlikte Hz. Peygamber (s.a.s)`e gelip "Bize, senin Resûlullah olduğuna şahitlik edecek melekleri göster veya bizim için ölülerimizden bazılarını dirilt de onlara, söylediğin şeylerin hak mı, batıl mı olduğunu soralım. Yahut da kefil olarak, yani id*dia ettiğin şeye şahit olarak Allah`ı ve melekleri getir" dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Biz defalarca şunu anlattık: Müfessirler bu surenin bir de*fada nazil olduğu hususunda ittifak edince, "Bu ayet, falanca hâdise hakkında nazil oldu" demek, çok müşkil bir mesele olur. Ama bizim açıkladığımız izah şekline gelince, ki bu da, bundan maksat, onların bir kısmının "şayet kendilerine bir ayet gelirse Hz. Muhammed`e iman edecekleri hususunda var güçleriyle yemin etmiş oldukları" şeklindeki sözlerine cevap olmasıdır. İşte Allah Teâlâ bu sözü, onların yalan söylediklerini, gelmiş olan ayetlerden sonra başka ayetler göndermede bir fayda bulunmadığını, aksine doğruyu yalandan ayırmak için mutlaka tek bir mucizenin da*hi kâfi geleceğini, bundan fazlasını istemenin ise sırf bir tahakküm ve işi yo*kuşa sürme ve ihtiyaç duyulmayan bir şey olduğunu; aksi hâlde onların, ikinci muci*zenin izharından sonra üçüncüsünü, üçüncüden sonra dördüncüsünü isteyebileceklerini, delilin ve durumun, bir noktada karar kılıp son bulmaması gerekeceğini, bunun ise nübüvvet kapılarının kapanmasını icab ettireceğini beyan etmek için zik*retmiştir. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)


Müşriklerin mucize geldiği takdirde inanacaklarına dair ettikleri yeminler oldukça ciddi bir görünüm arz etmiş olmalı ki, Rabbimiz 111. ayette onların inanmayacaklarını kesin bir ifade ile tekrarlamıştır. Çünkü onların dilleriyle söyledikleri şey gönüllerine uymuyordu ve maksatları da mucize görüp inanmak değil, işi yokuşa sür*mekti. Yani, onların bu davranışı münafıklıktan başka bir şey değildi:

İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah`ın izniyledir. Ve müminleri bilsin ve münafıklık yapanları bilsin içindir. Ve onlara, "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız." denilmişti. Onlar; "Biz savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık." dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. (Âl-i Imran/166, 167)

Arabilerden [ağzı laf yapanlardan] geri kalmış olanlar sana yakında, “Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti [alıkoydu]. Hadi Allah’tan bizim bağışlanmamızı dile.” diyeceklerdir. Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: Allah size bir zarar dilediyse veya bir fayda dilediyse O’na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Bilakis Allah yaptıklarınıza haberdardır. (Feth/11)

Şüphesiz şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime’si hakk olmuş olan kimseler, kendilerine bütün mucizeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler. (Yunus/96, 97)

112, 113 - Böylece Biz her peygamber için cinn ve ins şeytanlarını düşman kıldık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, ahirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan memnun olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde bulunur / fısıldar]. —Ve şayet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!-

Bu ayetler, müşriklerin kör ve şaşkın olarak bırakıldığına dair 110. ayetteki ifadenin tefsiri mahiyetindedir. Bu ayetlerde, müşriklerin kendi kendilerini nasıl kandırdıkları ve çevrelerindekileri de kendilerine benzetmek için nasıl etkilemeye çalıştıkları açıklanarak müminler uyarılmakta, ayrıca bu durumun yeni bir şey olmayıp inkârcılar tarafından her peygambere karşı uygulanmış bir siyaset olduğu belirtilerek peygamberimiz teselli edilmektedir.

Eğer şimdi seni yalanladılarsa, bil ki senden önce açık deliller, sayfalar ve aydınlatıcı kitap ile gelen elçiler de yalanlanmıştı. (Âl-i Imran/184)

Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki sana, gönderilmişlerin [elçilerin] haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. (En’am/34)

Senin için senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz senin Rabbin kesinlikle mağfiret sahibidir ve acı veren bir azap sahibidir. (Fussılet/43)

Ve işte böyle Biz her peygamber için günahkârlardan bir düşman kılmışızdır. Ve yol gösteren ve yardımcı olarak Rabbin yeter. (Furkan/31)

ZUHRUFU’L-KAVL

“Zuhruf” aslında “altın” demektir. Sonradan genel olarak “ziynet, süs” anlamında kullanılır olmuştur. (Lisanü’l Arab; c. 4, s. 353)
Buna göre, “zuhrufu’l-kavl” deyimi de “sözün süslenmişi, yaldızlı sözler” demektir. Gerçekten de tarihe bakıldığında, Hakk’a çağıran elçilere karşı halkı kışkırtıp galeyana getirenlerin çoğunlukla yalanlarını edebî sanatlarla süsleyen şairler olduğu görülmektedir.
Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir, kısaca “bir benzetme sanatı”dır. Şiir hiçbir zaman “gerçek” değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğini değil, benzerinin [taklidinin, sahtesinin] sunumu olan süslü sözdür.
Bu konu Şuara suresinin tahlilinde (Tebyînü’l-Kur’an; c: 4, s: 95-98) ayrıntılı olarak incelendiğinden, “Şiir Nedir?” başlıklı bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.

114 / 66 – Ve O, size Kitap’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı / hakk, batıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’an’ın] şüphesiz Rabbinden hakk ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen [Onların bu Kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri husu*sunda] sakın şüphecilerden olma.

Bu ayet de 104. ayet gibi peygamberimizin ağzından verilen ifadelerle başladığından, peygamberimize “kul [de ki]” diye başlayan paragrafın devamı mahiyetindedir. Dolayısıyla peygamberimizin kendi sözlerinin Kur’an’a karıştığı gibi bir müşkül oluşturmaması için bu ayetin de o paragrafta değerlendirilmesi ve bize göre 66. sırada yer alması gerekmektedir.
Bu ayette Rabbimiz, peygamberimize istifham-ı inkârî tarzında bir soru sordurarak Kur’an dışı bir hakem aramaması gerektiğini bildirmektedir.

“HAKEM” SÖZCÜĞÜNÜN ANLAMI

Dilbilimciler bu ayette geçen “ حكمhakem” sözcüğü ile “ حاكمhâkim” sözcüğünün aynı anlama geldiğini ileri sürmüşlerdir. (Lisanü’l-Arab; c. 4, s.540) Ne var ki, Kur’an’da “hakem” sözcüğünün geçtiği ayetler [Nisa/35 ve En’am/114] iyi tetkik edildiğinde, “hakem” sözcüğünün “hâkim” sözcüğünden daha üst bir mana ifade ettiği görülür. Çünkü Kur’an’da hükmeden herkese “hâkim” denilmesine karşılık, sa*dece hakk ile hükmedene “hakem” denmektedir. Buna göre, ayetteki “Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?” ifadesi, “hakem” sözcüğünün yerine bu sözcüğün anlamı olan “hakk ile hükmeden bir hâkim” ibaresi konularak “Allah’tan başka hakk ile hükmeden bir hâkim mi arayayım?” şeklinde takdir edilebilir.
Rabbimiz, peygamberimize söylettirdiği sözlerin ardından, konuşmayı bizzat kendine döndürerek Ehlikitap arasında dinî bilgisi olan kişilerin Kur’an’ın Allah tarafından hakk ile indirildiğini bildiklerini açıklamakta, peygamberimizden [ve dolayısıyla herkesten] de onların bu Kitap’ın Allah tarafından indirildiğini bildikleri husu*sunda şüphe etmemelerini istemektedir. Ayette “kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler” ifadesi ile kastedilenler, ayetin Mekki olması münasebetiyle Mekke’de bulunan Yahudi ve Hıristiyan din bilginleridir. Kur’an’ın hakk kitap ve peygamberimizin de hakk elçi olduğuna Ehlikitap ve kitaplarının tanık gösterilmesi, başka ayetlerde de yapılmıştır:

Ve şu küfretmiş olan kişiler; “Sen gönderilmiş [elçi] değilsin.” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitap’ın bilgisi bulunan kişi yeter.” (Ra’d/43)

De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer bu Kur’an Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğullarından bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa siz de büyüklük tasladıysanız? Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.” (Ahkaf/10)

Diğer taraftan, Kitab-ı Mukaddes’te de Allah’ın sonradan elçi göndereceğine dair ifadeler mevcuttur:

Tanrınız RABB size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin. (Tesniye 18/ 15)

Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. (Tesniye 18/18)

Ben de Baba`dan dileyeceğim ve O, sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye size başka bir Yardımcı, Gerçeğin Ruhunu verecek. Dünya O`nu kabul edemez. Çünkü O`nu ne görür, ne de tanır. Siz O`nu tanıyorsunuz. Çünkü O aranızda yaşıyor ve içinizde olacaktır. (Yuhanna; 14/ 16,17)

115 – Ve Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O`nun sözlerini değiştirebilecek biri yoktur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

Rabbimizin “doğruluk ve adalet” yönüyle tastamam ve mükemmel [baliğa] olan sözlerinin değiştirilmesinin mümkün olmadığının bildirildiği bu ayette konu edilen “değişmez söz”, bize göre, Allah’ın daha evvel Tevrat ve İncil’de peygamber göndereceğine dair verdiği sözüdür. Muhammed (as)’in elçi olarak gönderilmesi ile de bu söz yerini bulmuştur.

Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla zulmedici değilim. (Kaf/29)

dost1 25. April 2009 09:32 PM

Ayette Rabbimizin kelimeleri “tam, mükemmel, doğru, adil, değiştirilemez söz” olarak nitelenerek onların eksiklikten, eleştirilmekten uzak olduğu da beyan edilmiş olmaktadır.

116 – Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.
117 - Şüphesiz ki senin Rabbin, kendi yolundan kimlerin saptığını en iyi bilenin ta kendisidir. Ve O, doğru yolda olanları daha iyi bilendir.

Bu ayetlerde Rabbimiz peygamberimizi ve onun şahsında tüm insanlığı uyarmaktadır. Anlaşıldığına göre, insanların çoğunluğu bilgi yerine zanna uymakta, Allah’ın sözleri yerine atalarının sözlerine inanmakta, bu sebeple de çoğunluk tarafından benimsenmiş inançlar, teoriler, düşünce ve ilkeler sırf çoğunluk tarafından paylaşılıyor diye doğru olarak kabul edilmektedir. Oysa bu saçmalıkların çoğunluklar tarafından kabul edilmesi hiçbir zaman onların doğruluğuna delil olamaz. Doğrular doğru olma niteliklerini onları doğru kabul eden çoğunlukların kabullerinden değil, bizzat kendilerindeki gerçeklikten alırlar. Doğru olan, en iyi işiten ve en iyi bilen, hükümleri en mükemmel, en doğru, en adil olan Allah’ın sözleridir. Bu sebeple, çoğunluğa uyulduğu takdirde doğru yoldan sapılmış ve çoğunlukların gerçeksiz zanlarına mahkûm olunmuş olunur.
Rabbimiz yukarıdaki ayetlerde insanların çoğunluğunun yüz çevirdiğine işaret ederek çoğunluğa uyulduğu takdirde yoldan sapılacağını ihtar etmektedir. Kendi yolundan sapanları en iyi bilen Rabbimiz, bu sapkınlığa çoğunlukların zanna uyarak hayal peşinde koşmalarının neden olduğuna işaret etmektedir.
Bu husus Kur’an’da onlarca kez dile getirilmiştir: Âl-i Imran/110, Bakara/100, 243, A’raf/17, 102, 131, 187, Yunus/55, 60, Hud/17, Yusuf/21, 38, 40, 68, 103, Ra’d/1, Nahl/38, İsra/89, Furkan/50, Rum/6, 30, Sebe’/28, 36, Mümin/57, 59, 61, Casiye/26, Maide/59, 103, En’am/37, 116, Enfal/ 34, Tövbe/8, Saffat/71

118 – Artık, eğer Allah`ın ayetlerine iman edenler iseniz, üzerine Allah’ın adı anılanlardan yiyin.
119 – Ve size ne oluyor da, kendisi size, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri genişçe açıklamış olduğu hâlde Allah`ın adı anılanlardan yemiyorsunuz? Ve şüphesiz birçokları bilmeden keyiflerine uyarak saptırıyorlar. Şüphesiz ki, senin Rabbin, sınırı aşanları çok iyi bilenin ta kendisidir.
120 - Günahın açığını ve gizlisini terk edin! Şüphesiz günah kazanan kimseler, kazanmış oldukları şeyler sebebiyle cezalandırılacaklardır.
121 - Ve üzerine Allah’ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. Ve şüphesiz o fısktır [tam bir yoldan çıkıştır]. Ve şüphesiz şeytanlar kendi velilerine sizinle mücadele etmeleri için vahyederler [gizlice telkinde bulunurlar]. Ve eğer onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz müşrikler oldunuz demektir.

Bu ayet grubunda Rabbimiz, günlük hayata müdahale ederek yenilecek şeyler konusunda tevhidî bir ilke koymakta ve üzerine Allah’ın adı anılmayan şeylerin yenmesini –zorunlu hâller dışında- yasaklamaktadır.
İnsanların din kisvesi altına sokarak benimsediği çok sayıdaki yanlışlardan bir tanesi de, haklarında herhangi bir ilahî hüküm olmadığı hâlde bazı yiyecekler hakkında getirilmiş sınırlamalardır. Ayetin ifadesinden anlaşıldığına göre, o günkü toplumda, üzerine Allah’ın adı anılmamışların helal, Allah’ın adı anılmışların ise haram olduğu yolunda saçma bir inanç mevcuttur. Rabbimiz, konumuz olan ayetlerde bu tür inançları reddetmekte, Müslümanlara da kâfirler ve müşriklerce uydurulmuş batıl inançları bırakmalarını, Allah’ın hidayetine karşı getirilmiş böyle sınırlamaları kaldırmalarını emretmektedir.
Şirk ve cahiliye geleneklerini yıkarak sadece Allah’ın helal kıldığının helal, haram kıldığının da haram olması gerektiğini bildiren bu ilkeler Nahl suresinde de yer almaktadır:

Öyleyse Allah’ın size rızk olarak verdiği şeylerden helal ve temiz olarak yiyin. Allah`ın nimetine şükredin, eğer gerçekten sadece O`na kulluk ediyorsanız.
O [Allah], size ancak leşi, kanı, domuzun etini ve Allah`tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Artık her kim saldırmadan ve aşırı gitmeden zorlanırsa, bilsin ki şüphesiz Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir.
Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “şu helaldir, şu haramdır” demeyin; aksi hâlde Allah`a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler kurtulamazlar. (Nahl/114-116)

Görüldüğü gibi, gerek konumuz olan ayetler gerekse Nahl suresindeki ayetler, insanın temel gıdalarından biri olan “et”in nasıl helal olacağını hükme bağlayarak “helal et” ve “haram et” kavramlarına açıklık getir*mektedir.
118. ayetin “ فfe” edatıyla başlaması ve 119. ayetteki “haram olan şeyleri genişçe açıklamış olduğu hâlde” ifadesi, konumuz olan ayetlerin bu hususun detayıyla açıklandığı Maide/3’ten sonra, yani Medine döneminde inmiş olduğunu göstermektedir.
119. ayetteki “mecbur kalmanızın dışında” ifadesinden, zorluk hâllerinin hükümler için bir istisna teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Bu durum halk arasında “Zorunluluklar haramları mubah kılar” şeklinde yorumlanmıştır. Günümüz hukuk sisteminde de “mücbir sebep” ifadesi ile yer alan bu zorunlu hâl istisnaları, insanın canını veya bir organını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı zaruri durumlar olarak tanımlanmıştır. Ancak bu zaruri durumlarda kullanılacak istisnadan yararlanma sınırı, tehlikeyi atlatacak ölçüyü aşmamalıdır.

Ey iman etmiş kişiler! Mallarınızı kendi aranızda yaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere, aranızda haksız yolla yemeyin, kendilerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhametlidir. (Nisa/29)

Ve Allah yolunda bağış yapın, ellerinizi [kendinizi] tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin, güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri, güzelleştirenleri sever. (Bakara/195)

Kim imanından sonra Allah`a [karşı] inkâra sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu hâlde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah`tan bir gazap vardır ve onlar içindir büyük azap. (Nahl/106)

121. ayette sözü edilen ve boyun eğenlerin müşrik olacakları bildirilen “şeytan telkinleri” konusu “Esbab-ı nüzul” kayıtlarında aşağıdaki olayla yer almıştır:

Abdullah b. Abbas`dan gelen bir rivayete göre, Yahudilerin Hz. Muhammed`e (s.a) karşı öğrettikleri çıkış yollarından biri şuydu: "Allah`ın [tabiî ölümle] öldürdüğü haram oluyor da, bizim [Allah`ın adını anarak] öldürdüğümüz [boğazladığımız] nasıl helâl oluyor?" İşte, Ehlikitap’ın çarpık tutumu böyleydi. Halkın zihnini zehirlemek ve gerçek`le savaşlarında onları silâhlandırmak için böylesi sorular icat ediyor ve onlara yöneltiyorlardı. (Taberani, İbn-i Cerir, Ebu Davud)

122 - Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları, böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir.

Surenin başından beri işlenen iman-şirk konusunun bir benzetme ile ortaya konduğu bu ayette, Rabbimiz mümini “canlı”, “aydın”, “aydınlık yolda yürüyen” bir kimseye; kâfiri ise “kör”, “karanlıklar içine düşmüş” zavallı bir insana benzeterek aklıselim sahiplerine bu iki kişinin birbirinden farklı olup olmadığını sormaktadır. Cevabı belli olan bu sorunun maksadı, bu cevabın muhatap tarafından söylenmesini sağlayarak mesajı vurgulamaktır.
Ayetteki “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz” ifadesi, “cehalet ve anlayış yokluğu içindeyken bilgi ve anlayış vererek gerçeği tanıyabilecek zihin düzeyine çıkardığımız” anlamına gelmektedir. Gerçekten de, doğruyu eğriden ayıramayan ve Doğru Yol`u göremeyen bir kimse fizikî olarak canlı kabul edilebilirse de aslında insanı insan yapacak değerlerden uzak, hayvana kıyasla “canlı” ama insana kıyasla “ölü” mesabesinde olan bir canlıdır. Canlı bir insan doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, haklıyı haksızdan ayırabilen bir özelliktedir. Canlılık bu özellikleri gerektiren bir durumdur. Dolayısıyla kâfirler, küfür ve şirkin insanın en yüce değerlerini yok edip onu insan olma özelliklerinden uzaklaştırması sebebiyle “ölü”ye; müminler de iman ve takvanın insana insan olma özelliklerini kazandırması sebebiyle “canlı”ya benzetilmiştir. Kur’an’da kâfirlerin ölüye benzetildiği birçok ayet vardır:

Ve onların Allah’ın astlarından yakardıkları şeyler herhangi bir şey yaratmazlar, kendileri yaratılmışlardır. Ölülerdirler, diri değildirler. Ne zaman dirileceklerine de bilinçlenmezler. (Nahl/20, 21)

Ve Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hakk olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. (Ya Sin/69, 70)

Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. (Neml/80)

Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz.
Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine / dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin. (Fatır/19-22)

Mesajı genel ve her zamana yönelik olan bu ayette mukayesesi yapılan kişilerin kimlikleri ile ilgili olarak klasik eserlerde bir takım isimler yer almaktadır:

Ayetten Hz. Hamza[r.a]`nın Kastedilmesi

Birinci rivayet: İbn Abbas şöyle demektedir: "Henüz Hz. Hamza`nın iman etmemiş olduğu bir sırada, Ebu Cehil Hz. Peygamber`e bir deve tersi, [kığısı] atar. Derken Hz. Hamza, yayı elinde olarak avdan döndüğü bir sırada bunu duyar. Bunun üzerine Ebu Cehil`e yönelir ve yayıyla onu sıkıştırarak başına vurmaya başlar. Derken Ebu Cehil ona, "O`nun getirdiği şeyi görmüyor musun? Akıllarımızı hiçe çıkardı; ilahlarımıza sövdü, tenkit etti!" dedi. Bu söze karşılık Ham*za, "Siz insanların en beyinsizisiniz; Allah`ı bırakıp taşlara tapıyorsunuz. Ben şahadet ederim ki, eşi benzeri olmayan, bir olan Allah`tan başka ilah yoktur!. Yi*ne şahadet ederim ki, Hz. Muhammed O`nun kulu ve elçisidir" dedi. İşte bu hadise üzerine, bu ayet-i kerime nazil oldu." (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

Ayetten Hz. Peygamber’in Kastedilmesi

"Bu ayet, Hz. Peygamber ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur. Bu böyledir, zira Ebu Cehil, "Şerefte Abdimenâf oğulları bizi sıkıştırdı; öyle ki, biz aynı gaye uğruna yarışan iki kim*se gibi olduk. Abdimenafoğulları, "Bizden, kendisine vahyolunan bir nebî çıktı!" diyorlar. Allah`a yemin olsun ki, ona gelen vahiy bize de gelmediği sürece, biz ona inanmayız" dediler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu." (Mukatil)

Ayetten Daha Başka Sahabelerin Kastedilmiş Olması

Üçüncü rivayet: İkrime ve Kelbî, bu ayetin Ammar b. Yaslr ile Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu söylemiştir.
Dördüncü rivayet: Dahhâk bu ayetin Ömer b. el-Hattâb ile Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu söylemiştir.
İkinci görüş: Bu ayet, bütün mümin ve kâfirler hakkında geçerli olan genel bir ayettir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü bu mana herkes hakkında söz ko*nusu olduğuna göre, bunu tahsis etmek, işi anlamsız biçimde zora koşmak olur. Hem biz, bu surenin tek bir defada nazil olduğunu söylemiştik. Binaenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s)`in, "Allah`ın, bu umûm olan ayetten maksadı, bizzat falan*cadır" demiş olması durumu müstesna, bu ayetin nüzul sebebinin “falan, falanca” muayyen şeyler olduğunu söylemek zordur. (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

123 – Ve Biz böylece, her kentte ileri gelenleri, orada hileler çevirsinler diye oranın suçluları yaptık. Hâlbuki bunlar, kötülüğü yalnızca kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar.
124 – Ve onlara bir ayet geldiği zaman, “Allah`ın elçilerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla inanmayacağız” dediler. Allah elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, çevirdikleri hilelerinden dolayı Allah katında bir zillet ve çetin bir azap dokunacaktır.

Bu ayetlerde, kentlerdeki ileri gelenlerin her zaman entrikalar çeviren suçlular olduğu bildirilmekte ve densizliklerinden bir örnek verilmek suretiyle bunların şımarıklıkları sergilenmektedir.
Bu ayetlerle ortaya konan sosyal vakıa, geçmişten günümüze hep aynı şekilde devam edip gelmektedir. Çünkü suçlulardan olan bu ileri gelenler, kurmuş oldukları düzendeki rabliklerinden ve fıskufücurlarından olmamak ve sömürülerine devam etmek için her zaman elçilere karşı çıkmışlar, çevrelerini ve güçlerini hep bu yolda harcamışlardır.
İleri gelenlerin kendilerine de vahy gelmediği takdirde inanmayacaklarını söyleyerek sergiledikleri densizlikleri, aslında onların sonu gelmeyen talep ve mazeretlerinden biridir.

Bize kavuşmayı ummayanlar da “Bizim üzerimize melekler indirilmeliydi.” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Ant olsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak suretiyle azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar]. (Furkan/21)

İçlerinden her kişi, kendisine açılıp saçılmış sayfalar verilsin istiyor. (Müddessir/52)

Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” (İsra/90-93)

Esbab-ı nüzul kayıtlarında bu ayetlerin Kureyş ileri gelenlerinden Velid b. Mugi*ra’nın peygamberimize söylediği "Şayet nübüvvet gerçek olsaydı ona ben senden daha layık olurdum. Çünkü ben senden daha yaşlı ve daha zenginim" şeklindeki sözleri üzerine yahut aynı mealdeki Ebu Cehil`in sözleri üzerine indiği ileri sürülmüştür. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Kentlerdeki ileri gelen suçlularla ilgili olarak Kur’an’da pek çok ayet vardır:

Ve işte böyle Biz her peygamber için günahkârlardan bir düşman kılmışızdır. Ve yol gösteren ve yardımcı olarak Rabbin yeter. (Furkan/31)

Ve Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine emrederiz de onlar orada fasıklık ederler. Artık oranın üzerine Söz hakk olur da Biz orayı kökünden darmadağın ederiz. (İsra/16)

Ve şu, inkâr eden kimseler; “Biz kesin olarak, bu Kur`an`a inanmayız, ondan öncekine de.” dediler. Sen o zulmedenleri, Rabbleri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Zaafa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler müminler olurduk” diyecekler.
Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere, “Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz” derler.
O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere, “Bilakis gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na bir takım eşler kılmamızı emrediyordunuz.” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de o küfretmiş olan kimselerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar.
Ve Biz herhangi bir memlekete uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın kodamanları; “Biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri [mesajları] inkâr edicileriz” dediler.
Ve yine dediler ki: “Biz malca ve evlatça daha çoğuz ve biz azaba uğrayacaklardan değiliz.” (Sebe`/31-35)

Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri; “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet [önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız” dediler. (Zühruf/23)

Nuh, “Rabbim! Kavmim bana isyan etti. Malı ve evlâdı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye uydular. Onlar büyük tuzaklar kurdular ve ‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın, Vedd, Suva’, Yagus, Yeuk ve Nesr gibi putlarınızdan vazgeçmeyin!’ dediler” dedi. (Nuh/21-23)

123. ayetin sonundaki “Hâlbuki bunlar, kötülüğü yalnızca kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar” ifadesiyle toplumda “ileri gelenler” konumunda bulunanların sorumluluğuna dikkat çekilmektedir. Bu dikkat çekiş başka ayetlerde de karşımıza çıkacaktır:

Onlar elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorgulanacaklardır. (Ankebut/13)

Kıyamet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür! (Nahl/25)

Bu ayet grubunun başındaki “ve böylece” ifadesi, 123. ve 124. ayetlerin başka bir pasajın devamı olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bize göre surenin 122. ayeti, 125. ayet ile devam etmektedir.

125 - Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle Allah, ricsi [pisliği; zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine kılar [bırakır, atar].
126 – Ve işte bu, dosdoğru olarak Rabbinin yoludur. Kesinlikle Biz, hatırlayıp öğüt alan bir topluluk için ayetleri geniş bir şekilde açıkladık.
127 - İşlemiş oldukları şeyler nedeniyle Rabbleri katındaki selam [huzur, güvenlik ve esenlik] yurdu yalnızca onlarındır. Ve O [Rabbleri], onların Veliy’sidir [yakın kimsesidir]

122. ayette verilen “mümin” ve “müşrik” örneği bu ayet grubunda biraz daha açıklanmakta ve insanların gerçek mutluluk, esenlik ve güvenliği sadece Allah’ın yolunda bulabilecekleri ilân edilmektedir.
125. ayette geçen “Allah … göğsünü açar” ifadesi, “Allah’ın zihinlerden ve kalplerden İslâm hakkındaki her tür kuşku ve kararsızlığı gidermesi, kişiyi İslâm gerçeği konusunda iyice ikna ederek mutlu ve huzurlu kılması” anlamına gelir. Bu ifadedeki “göğsün açılması” deyimi hakkında detay, İnşirah suresinin tahlilinde bulunmaktadır. (Tebyinü’l Kur’an; c. 1, s.249-251)
125. ayetten ilk bakışta Allah’ın bazı kullarını doğru yola ilettiği, bazılarını da saptırdığı yolunda bir anlam çıkıyorsa da, buradaki “kimi saptırmak isterse” ifadesi, her şeyin Allah’ın yaratması çerçevesinde ve Allah’ın kontrolünde cereyan ettiği anlamındadır. Bu konudaki detay da Tekvir suresinin tahlilinde “Meşiet” başlığı altında verilmiştir. (Tebyinü’l Kuran’c. 1, s. 176-182)

Ve Allah, selam yurduna çağırıyor ve O, dilediği / dileyen kimseye kılavuz olur. (Yunus/25)


دار السّلامDAR`US-SELAM [SELAM YURDU]

127. ayette geçen “Daru’s-selam [selam yurdu]” ifadesi cennet için söylenmiştir. Cennete “selam yurdu” denmesi, oraya gi*renin her türlü afet ve musibetten selâmete ermesinden ötürüdür. Ayrıca “ السّلامes-Selâm”, Rabbimizin isimlerinden biri olup bu açıdan bakılınca da ayetten “Allah kendi yurduna çağırıyor” anlamı çıkmaktadır.
Biz, konumuz olan ayetlerin de içinde yer aldığı pasajın, daha iyi anlaşılması için aşağıdaki şekilde tertip edilmesi gerektiği kanaatini taşımaktayız:

119-121, 122, 125-127. Ayetler:

119 – Ve size ne oluyor da, kendisi size, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri genişçe açıklamış olduğu hâlde Allah`ın adı anılanlardan yemiyorsunuz? Ve şüphesiz birçokları bilmeden keyiflerine uyarak saptırıyorlar. Şüphesiz ki, senin Rabbin, sınırı aşanları çok iyi bilenin ta kendisidir.
120 - Günahın açığın ve gizlisini terk edin! Şüphesiz günah kazanan kimseler, kazanmış oldukları şeyler sebebiyle cezalandırılacaklardır.
121- Ve üzerine Allah’ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. Ve şüphesiz o fısktır [tam bir yoldan çıkıştır]. Ve şüphesiz şeytanlar kendi velilerine sizinle mücadele etmeleri için vahyederler [gizlice telkinde bulunurlar]. Ve eğer onlara boyun eğerseniz şühesiz siz müşrikler oldunuz demektir.
122- Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir.
125- Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle Allah, ricsi [pisliği; zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine kılar [bırakır, atar].
126 – Ve işte bu, dosdoğru olarak Rabbinin yoludur. Kesinlikle Biz, hatırlayıp öğüt alan bir topluluk için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık.
127- İşlemiş oldukları şeyler nedeniyle Rableri katındaki selam [huzur, güvenlik ve esenlik] yurdu yalnızca onlarındır. Ve O [Rabbleri], onların Velî’sidir [yakın kimsesidir].
128 – Ve O [Allah], onların hepsini topladığı gün, “Ey cinn topluluğu! Kesinlikle insten çoğalttınız.” Ve insten onların velileri de; “Rabbimiz! Biz birbirimizden kazanç sağladık. Nihayet biz, bizim için vakitlendirdiğin ecelimize ulaştık” derler. O [Allah]; “Ateş, sizin durağınızdır. Orada, Allah’ın dilemesi müstesna, ebedî olarak kalacaksınız” der. Şüphesiz Rabbin Hakîm’dir, en iyi bilendir.
129 - Ve işte Biz böylece, kazandıkları günahlardan dolayı zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına Veliy yaparız [yakınlaştırırız].
130 - Ey cinn ve ins topluluğu [tüm insanlar]! Size ayetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar “Kendi aleyhimize şahidiz” dediler. Basit yaşam onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin ta kendisi olduklarına şahitlik ettiler.
131 – İşte bu, Rabbinin, halkı gafil iken ülkeleri zulüm ile helak edici olmayışıdır.

Bu ayet grubunda Rabbimiz, önce mahşerde birbirleriyle yüzleştirilen suçluların suçta ortak olduklarına dair açık itiraflarını canlı olarak gözler önüne sermektedir. Suçlulara bu suçlarının itiraf ettirileceğinin haber verilmesi, aslında herkesin kendi akıbetini kendisinin hazırladığı mesajını vermeye yönelik bir bildirimdir.
Burada sözü edilen “cinn”ler, A’raf/ 15 ayetinin tahlilinde belirttiğimiz gibi, haşirde insanların “karin”i [yaşıtı] olmak sıfatıyla yanlarında bulunacak olan iblisleridir.
128. ayette, suçluların insten olan veliyleri tarafından söyleneceği bildirilen “Biz birbirimizden kazanç sağladık” şeklindeki sözler tam bir itiraf olup “Her birimiz diğerini istismar etti ve bencil hedefleri uğruna aldattı” anlamına gelmektedir.
Suçluların bir diğer itirafı da, kendilerine uyarıcı elçilerin gelip gelmediği konusundaki soruya “Kendi aleyhimize şahidiz” şeklinde verdikleri cevaptır. Bu kısa cevapla suçlular “İtiraf ederiz ki, Sen`den bize birbiri ardı sıra elçiler geldi, fakat onların söylediklerine inanmamakla biz hata ettik” demektedirler.
Mahşerde suçlulara yöneltilecek sorular başka ayetlerde şöyle dile getirilmiştir:

Ve inkâr etmiş olanlar bölük bölük cehenneme sevk olundu [olunacak]. Nihayet oraya vardıklarında kapıları açıldı [açılacak]. Ve onun bekçileri onlara, “İçinizden size Rabbinizin ayetlerini okuyan, bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” dediler [diyecekler]. Onlar; “Evet geldi” dediler [diyecekler]. —Velakin kâfirler üzerine azap kelimesi hakk oldu.- (Zümer/71)

Az daha öfkeden çatlayacak. Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara sorar: “Size bir uyarıcı gelmedi mi?”
Derler ki: “Evet, bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve ‘Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik.”
Ve derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık, yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin halkı arasında olmazdık.”
Böylece günahlarını itiraf ettiler. Artık, toz duman olmak ateş ashabı içindir. (Mülk/8-11)


Görüldüğü gibi, Mülk/8-11’de suçluların verdikleri cevabın anlamı açılmış ve içinde bulundukları durumun dünya hayatının geçici çıkarlarını gözetip peygamberleri dinlememelerinden ve akıllarını kullanmamalarından ileri geldiği belirtilmiştir.
Henüz yaşanmamış olan mahşer sahnelerinin yaşanmış gibi aktarılması, birçok yerde açıkladığımız gibi, anlatılanların mutlaka tahakkuk edeceğinden dolayıdır. Verilen bir haberi vurgulamak için kullanılan bu ifade tekniğine Kur’an’da sıkça rastlanmaktadır.
129. ayetteki “Ve işte Biz böylece, kazandıkları günahlardan dolayı zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına veliy yaparız [yakınlaştırırız]” ifadesi, “Onlar birbirinin yardımcısı, destekçisi, işbirlikçisi olur” şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü dünyada iken yaptıkları kötülüklerde suç ortağı olan böylesi zalimler, ahirette de cezalarını ortaklaşa çekeceklerdir:

Ve her kim Rahman’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o onun için karindir [yaştaş, yakın arkadaştır]. (Zühruf/36)

132 – Ve hepsi [cinn ve insin tümü; herkes] için yaptıklarına göre dereceler vardır. Ve senin Rabbin onların yaptıklarından gafil [duyarsız] değildir.
133 - Ve senin Rabbin, Ğani’dir [hiçbir şeye muhtaç değildir], merhamet sahibidir. Sizi, başka kavimlerin soyundan getirdiği gibi, dilerse, sizi de giderir [yok eder] ve sizden sonra yerinize dilediğini halife yapar.
134 – Şüphesiz sizin vaat olunduğunuz şeyler kesinlikle gelecektir. Ve siz, aciz bırakanlar [bunu engelleyecek birileri] değilsiniz.

Bu ayetlerde Rabbimiz herkesin yaptıklarına derecelerle karşılık vereceğini; dilediği takdirde iman etmeyenleri evvelkiler gibi giderip onların yerlerine yeni nesiller getirebileceğini bildirmektedir. Allah’ın insanlara vaat ettikleri kesinlikle gerçekleşecek, insanların bunu engellemeye hiçbir şekilde güçleri yetmeyecektir.
133. ayette geçen “Ve senin Rabbin, Ğanî’dir” ifadesi şu anlama gelmektedir:
“Allah sizden yardım alma ihtiyacında değildir. Bu yüzden, ne itaatinizle O`na bir iyilikte bulunabilir, ne de isyanınızla O`na bir zarar verebilirsiniz. Getirilen ilkeler, konulan kurallar Allah’ın yararına değil, sizin yararınıza olan şeylerdir.”
Bu ayetlerde verilen mesajlar başka ayetlerde de tekrarlanmıştır:

İşte onlar, kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinn ve insten ümmetler içerisinde aleyhlerinde Söz hakk olmuş kimselerdir. Şüphesiz onlar gerçekten hüsrana uğramışlar idiler.
Ve herkes için yaptıkları işlerden, bir takım dereceler vardır. Ve onlar zulmedilmeden, O [Allah], onlara amellerini tam ödeyecektir. (Ahkaf/18, 19)

Eğer O [Allah] dilerse sizi giderir ey insanlar! Ve başkalarını getirir. Ve Allah, buna güç yetirendir. (Nisa/133)

İşte sizler, işte o Allah yolunda infak etmek için çağrılan kimselersiniz. Öyleyken içinizden kiminiz cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse ancak kendi aleyhine cimrilik eder. Allah zengindir, siz ise fakirlersiniz. Eğer siz sırt çevirirseniz O [Allah] yerinize başka bir toplum getirir. Sonra onlar sizin benzerleriniz olmazlar. (Muhammed/38)

Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şahitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. Daha önce içinde durduğun kıbleyi kılmamız da yalnızca; elçilere uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım diyedir. Bu iş, elbette, Allah`ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Bakara/143)

Ve iman etmeyen o kişilere de ki: “Elinizden geleni geri koymayın! Şüphesiz biz yapıcılarız. Bekleyin! Şüphesiz biz bekleyenleriz.” (Hud/121,122)

Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit yaşamda ve şahitlerin kalktığı [şahitlik edecekleri] günde [kıyamette] kesinlikle yardım ederiz.
O gün zalimlere özür dilemeleri fayda vermez. Ve onlara lanet vardır, yurdun en kötüsü de onlar içindir. (Mümin/51, 52)

Ant olsun ki Biz, Zikir’den sonra, Zebur`da da ‘şüphesiz yeryüzüne ancak Benim salih kullarımın mirasçı olacağı’nı yazdık. (Enbiya/105)

Ve inkâr edenler, peygamberlerine, “Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!” dediler. Rableri de onlara, “Biz zâlimleri mutlaka helak edeceğiz.” [diye] vahyetti.
Ve onlardan sonra sizi mutlaka yeryüzüne yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir. (İbrahim/13, 14)

Allah, sizlerden iman etmiş ve salihatı işlemiş olanlara, kendilerinden öncekileri halifeler kıldığı gibi, yeryüzünde onları da halife kılacağını [başkalarının yerine geçireceğini] vaat etmiştir. (Nur/55)

Bir toplumu ortadan kaldırılmaktan kurtaracak tek şey, o toplumdaki bireylerin Asr suresinin ana konusunu teşkil eden davranışı göstermeleri ve kötü gidişe "dur" diyerek salihatı işlemeleridir:

İşte sizden önceki devirlerden bakıyye sahipleri [akıllı insanlar, kitap ehli] yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı! Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. O zulmeden kişiler ise şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve suçlular oldular.
Ve senin Rabbin, halkları ıslahatçı [düzeltici, reformist] iken, o memleketleri haksız yere / zulüm sebebiyle helâk edecek değildir. (Hud/116, 117)

135 - De ki: “Ey kavmim! Gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, Şüphesiz ben de yapıyorum. Yakında yurdun sonunun kim için olduğunu bileceksiniz. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler.”

Bu ayet, inatçı ve kibirli müşriklere son derece sert bir uyarı içermektedir. Verilen mesajdan anlaşıldığına göre, artık müminler düze çıkmışlar, müşriklerle her türlü mücadele imkânına kavuşmuşlar ve kendi aralarında da rahat hareket eder bir hâle gelmişlerdir.
Ayetin takdirini şu şekillerde yapmak mümkündür:
* “Uyarıya kulak vermiyor ve üzerinde bulunduğunuz yanlış yolu bırakmıyorsanız, siz de ben de kendi yollarımızda gidelim ve sonunda izlediğimiz yolların nerelere vardığını görelim.”
* “Siz bu yurdun sonunun kimin olduğunu, övülecek akıbetin kime olacağını yakında bileceksiniz; Dar-ı İslâm`da [İslâm yurdunda] kimin galip geleceğini, yeryüzüne kimin mirasçı olacağını, ahiret yurdunun [cen*netin] kime ait olduğunu öğreneceksiniz.”
* “Anlaşıldı, siz yola gelmeyeceksiniz. Öyleyse dilediğinizi ardınıza koymayın, yapın! Ama bilin ki, ben de yapacağımı yapacağım.”

Şüphesiz ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki O [Allah], yaptığınız şeyleri en iyi görendir. (Fussilet/40)

Ayetteki “Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler” ifadesi, “Şüphesiz zalimler amaçlarına ve niyetlerine ulaşamayacaklardır” demektir.

136 – Ve onlar, O’nun [Allah`ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah`a bir hisse kıldılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir.” dediler. İşte ortakları için olan şey [hisse] Allah`a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!
137 – Ve onların ortakları, kendilerini mahvetsinler ve dinlerini karıştırıp bozsunlar diye müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi güzel gösterdi. Ve Allah dileseydi bunu yapmazlardı. O hâlde onları ve onların uydurdukları şeyleri bırak!
138 – Ve onlar, yanlış inanışları sebebiyle, “Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar sırtları yasaklanmış hayvanlardır.” dediler. Bir kısım hayvanları da O’na bir iftira olarak üzerlerine Allah`ın adını anmazlar. O [Allah], onları iftira ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır.
139 – Ve onlar; “Bu hayvanların karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır. Eğer ölü olursa o zaman onlar onda ortaklardır.” dediler. O [Allah], onların nitelemelerini onlara ceza olarak verecektir. Şüphesiz O, Hakîm’dir Alîm’dir.

Bu ayet grubunda [136-146. ayetler], cahiliye Araplarının şirkleri sergilenmektedir.
Daha evvel de açıkladığımız gibi, Mekke müşrikleri Allah’ı bilen ve O’na inanan insanlardı. Bu sebeple de, elde ettikleri ürünlerden ve kendilerine yararı dokunan hayvanlardan bir kısmını Allah’ın payı olarak bir kenara ayırma alışkanlıkları vardı. Ne var ki, ürün ve hayvanların bir kısmını da putların temsil ettiği aile veya kabile tanrılarına sunmaktaydılar. Çünkü bu müşrikler, kendi uydurdukları tanrıların, meleklerin, cinnlerin, yıldızların, ölmüş atalarının ruhlarının kendileri için Allah yanında şefaatte bulunduklarına inanıyorlar ve Allah`ın da bu şefaatçilere karşı çok yumuşak ve lütufkâr olduğunu kabul ediyorlardı. Bu sebeple de tüm bu şefaatçilerin kendilerine iyi davranmaları için onların paylarına çok daha büyük önem gösteriyorlardı. Mesela sanki Allah emretmiş gibi, Bahira, Saibe, Vesile adlı hayvanları putlara kurban etmek için ayırıp onları işe koşmazlar, Ham denilen hayvanı da saygıya layık görüp üzerine binmezlerdi. Ayrıca bu hayvanların isimlerinin Allah tarafından bildirildiğine inanırlardı.
Müşriklerin bu sapık inançları Maide suresinde şöyle açıklanmıştır:

Allah Bahriye’den, Saibe’den, Vasiyle’den ve Ham’dan hiç birini [meşru] kılmamıştır. Ancak inkâr edenler, Allah’a karşı yalan düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez. (Maide/103)

Müşrikler bu samimiyetsiz ve çıkarcı davranışları sebebiyle Rabbimiz tarafından alayla karışık bir azarla terslenmiş ve yaptıkları paylaştırmanın gülünçlüğü 136. ayetin sonunda “Verdikleri hüküm ne kötüdür!” ifadesi ile vurgulanmıştır.
Müşriklerin akılsızca yaptıkları paylaştırmalara başka ayetlerde de örnekler verilmiştir:

Ve onlar, Allah’a kızlar isnat ediyorlar. –O [Allah], bundan münezzehtir.– Kendileri için de iştahlandıkları şey [oğlan çocukları] vardır.
Ve onlardan biri kadın ile [kız doğum haberi ile] müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir.
Kendisine verilen müjdenin kötülüğü, dolayısıyla kavminden gizlenir; zillet ve horluğa rağmen onu [kızı] yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin onların verdikleri hüküm [töreleri] ne kötüdür! (Nahl/57-59)

Ve onlar O’nun için, O’nun kullarından bir kısmını bir parça kıldılar. Şüphesiz insan apaçık bir nankördür. (Zühruf/15)

Erkek sizin için, dişi O`nun için mi?
İşte bu, bu şekilde olursa, eksik / haksız bir bölüştürmedir. (Necm/21, 22)

137. ayette geçen “onların ortakları” ifadesiyle, daha evvel İsra/64’de uyarısı yapılan ve bizim de aynı ayetin tahlilinde “İblisin ortaklığı” başlığı altında değindiğimiz (Tebyînü’l-Kur’an; c: 4, s: 369-370 ) “şeytan ortaklar” kastedilmiştir.

dost1 25. April 2009 09:33 PM

Bu ortaklarla ilgili olarak Razi de şunları söylemiştir:

Cahiliye Arapları, fakirlik ve evlendirme endişesinden dolayı kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. İşte ayetten maksat budur. Âlimler, ayette geçen şürekâ [ortaklar] tabiriyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Mücahid şöyle demiştir: "Onların ortak*ları", onlara kendi çocuklarını geçim sıkıntısı endişesiyle diri diri gömmelerini emre*den şeytanlarıdır. Şeytanlara "ortaklar" adı verilmiştir. Çünkü onlar, Allah`a isyan etme hususunda o şeytanlara itaat ediyorlardı. Ayette, "onların ortakları" denildi, çünkü onlar o şeytanları ortak ediniyorlardı. Bu, tıpkı, “Nerede boş yere [ortak ol*duğunu] iddia ettiğiniz şeyler? (En`âm/22)” ayetinde olduğu gibidir."
Kelbî de şöyle demiştir: "Onların putlarının hizmetçileri ve bakıcıları bulunu*yordu. Kâfirlere çocuklarını öldürmeyi hoş gösterenler de işte bunlardır. Tıpkı Ab-dulmuttalib`in kendi oğlu Abdullah hakkında yemin etmesi gibi, cahiliye döneminde birisi kalkıyor ve şayet kendisinin şöyle şöyle ... çocukları olursa, onlardan birisini kurban edeceğine yemin ediyordu." Bu görüşe göre de, ayette bahsedilen "ortak*lar" o putların bakıcı ve hizmetçileri olmuş olur. Mücahid`in görüşüne göre şey*tanlara nasıl şürekâ [ortaklar] denilmişse, bu görüşe göre de hizmetçilere bu isim verilmiştir. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)


İşte, bu şeytan ortaklar [müşriklerin iblisleri], müşriklere, kendilerini mahveden ve dinlerini karıştırıp bozan bir suçu [evlatlarını öldürmeyi] güzel göstermekte ve o beyinsizler de bu suçu kolayca işliyorlardı. Bu zulmü işlerken kendilerince geçerli saydıkları üç sebebe dayanıyorlardı:
* Kız çocuklarının bakım ve beslenmelerinin kendilerine ağır yükler getirmesi kaçınılmazdı.
* Kız çocuklarının kabile savaşlarında kolayca esir düşmeleri ve ileride kendileri için utanç vesilesi olma ihtimali vardı. Ayrıca, damat sahibi olmak da âdeta yüz karasıydı.
* Tanrıların memnun olması için çocuk kurban edilmeli idi.

Bu son uydurma sebebin bazıları tarafından İbrahim peygamber döneminden kalma bir gelenek olduğu ileri sürülmüşse de, bize göre böyle bir ihtimal mümkün değildir. Bu konuya ilişkin ayrıntılar inşallah Saffat suresinde verilecektir.
138. ayetin sonunda yer alan “O [Allah], onları iftira ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır” ifadesindeki “Allah’a iftira etmek” eylemi, Allah’ın koymadığı kuralları Allah’a nispet etmektir:

Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “şu helaldir, şu haramdır” demeyin; aksi hâlde Allah`a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler kurtulamazlar. (Nahl/116)

Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zalim kim olabilir? O zalimleri ölümün şiddetleri içindeyken, melekler de onlara ellerini uzatmış: “Nefislerinizi [canlarınızı] çıkarın. Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O’nun ayetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen! (En`âm/93)

139. ayette, Araplarca uydurulmuş bir başka yasa dile getirilmektedir. Bu yasaya göre, ana karnından yeni doğmuş hayvanların etleri, hayvan ölü doğmadıkça erkeklere helal, kadınlara haram sayılmaktaydı. Allah’a iftira niteliğindeki bu yasa, aynı zamanda müşrik Arapların kadınlara ikinci sınıf insan muamelesi yaptıklarını da göstermektedir.

140 - Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah`ın kendilerine verdiği rızkı Allah`a iftira ederek haram kılanlar, kesinlikle zarara uğradılar. Onlar, kesinlikle sapmışlardır ve onlar hidayete ermişler değillerdir.

Bu ayette Rabbimiz, kendi kafalarından bilgisizce hükümler koyarak Allah’a iftira edenlerin ve beyinsizce evlatlarını öldürenlerin doğru yolda olmadıklarını bildirmektedir. Gerçekten de müşrikler, bir taraftan fakir düşme korkusuyla çocuklarını öldürmekte, diğer taraftan ise Allah’ın kendilerine verdiği rızklardan bir kısmını kendilerine haram kılarak fakirlikten korkmaz gibi davranmaktadırlar. Bu çelişik halleriyle Rabbimizin “beyinsiz” nitelemesini tam olarak hak ettiklerini göstermektedirler.
Müşriklerin beyinsizce evlatlarını öldürmeleri hakkında nakledilen aşağıdaki olay ibret vericidir:

Rivayet edildiğine göre, Peygamber (sav)`in ashabından bir adam, Resulullah’ın (sav) huzurunda devamlı sıkıntılı ve kederli dururmuş. Bir sefer Resulullah (sav) ona sormuş: "Ne diye üzüntülüsün?" O da “Ey Allah`ın Resulü!” demiş. “Ben, cahiliye döneminde bir günah işledim. Müslüman olsam dahi Allah`ın o günahımı bana bağışlamayacağından korkuyorum.” Hz. Peygamber, ona "Bu günahını bana bildir" demiş. Adam “Ey Allah`ın Resulü, ben kız çocuklarını öldürenlerden idim. Benim bir kız çocuğum oldu. Hanımım onu öldürmeyip bırakmam için bana yalvarıp yakardı. Ben de onu öldürmedim. Nihayet büyüdü, yetişti. En güzellerden bir kadın oldu. Evlenmek için ona talip ol*dular. Ancak hamiyet [kıskançlık duyguları] beni sardı. Ne onu evlendirme*ye gönlüm tahammül etti, ne de evde kocasız bırakmaya. Hanıma: Filan fi*lan kabileye, akrabalarımı ziyaret etmek üzere gitmek istiyorum, kızını da be*nimle gönder, dedim. Annesi bundan dolayı sevindi, elbiselerle, süs ve ta*kılarla onu süsledi. Bu hususta kendisine ihanet etmemem için benden sözler aldı. Kızımı alıp bir kuyu başına gittim. Kuyuya baktım. Kız, kendisi*ni kuyuya bırakmak istediğimi anladı. Bana sımsıkı sarılıp ağlamaya ve: Ba*bacığım bana ne yapmak İstiyorsun dedi, ben de ona merhamet ettim. Bir daha kuyuya baktım. Yine hamiyet gelip beni buldu. Yine kız bana sarıldı ve şöyle demeye koyuldu: Babacığım, annemin emanetini zayi etme. Ben, bir kuyuya bakıyor, bir de kıza bakıyor ve şefkat duyuyordum. Nihayet şey*tan bana galip geldi. Onu yakaladığım gibi baş aşağı kuyuya attım. Kuyuda bana: Babacığım beni öldürdün, diyordu. Sesi kesilinceye kadar orada durdum, sonra da geri döndüm.” Bunun üzerine Resulüllah (sav) da, ashabı da ağladı ve şöyle buyurdu: "Şayet cahiliyede yaptıkları dolayısıyla her han*gi bir kimseyi cezalandırmam bana emredilmiş olsaydı, şüphesiz seni ceza*landırırdım. (Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an; Semerkandi, Bahrü’l-Ulûm, 111, 517)

Bu pasajda 137. ve 140. ayetlerin ayrı paragraf yapılması, bize göre mesajın daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır:

137, 140. ayetler:

“137 – Ve onların ortakları, kendilerini mahvetsinler ve dinlerini karıştırıp bozsunlar diye müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi güzel gösterdi. Ve Allah dileseydi bunu yapmazlardı. O hâlde onları ve onların uydurdukları şeyleri bırak!
140 - Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah`ın kendilerine verdiği rızkı, Allah`a iftira ederek haram kılanlar kesinlikle zarara uğradılar. Onlar, kesinlikle sapmışlardır; ve onlar hidayete ermişler değillerdir.”

141 - Ve O [Allah], asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde kılandır. Meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü de onun hakkını verin ve israf etmeyin. Şüphesiz O [Allah], israf edenleri sevmez.
142 – Ve O, hayvanlardan yük taşıyan, döşek yapılan yaratandır. Allah`ın sizi rızklandırdığı şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.
143 - Sekiz eş: Koyundan iki, keçiden de iki. De ki: “O [Allah], iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp büründüğünü mü [yavruları mı]? Eğer doğrular iseniz bana ilme dayanarak haber verin.”
144 - Ve deveden iki, sığırdan da iki. De ki: “O [Allah], iki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp büründüğünü mü [yavruları mı]? Yoksa Allah’ın size böyle vasiyet ettiğine şahitler mi oldunuz [O’nun yanında mıydınız]?” Böyle hiçbir bilgiye dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah`a karşı yalan uyduran kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah, o zalimler topluluğuna kılavuz olmaz.

Bir önceki pasajda müşriklerin bitkiler ve hayvanlar üzerindeki düzmece anlayışları sergilendikten sonra, bu ayet grubundaki 141. ayette bitkiler, 142-144. ayetlerde de hayvanlar konusunda işin gerçekleri açıklanmaktadır.
141. ayette geçen “hasat günü de onun hakkını verin” ibaresindeki “hakk” sözcüğü genel bir ifade olup bize göre “zekât” anlamındadır. Ancak bu ayet indiği dönemde Müslümanların henüz organize bir toplum olmamaları sebebiyle “zekât” diye adlandırılmamıştır. Nitekim ürünler üzerindeki bu “hak”, daha sonra “zekât” olarak ifade edilir olmuş ve özelleşmiştir.
Ayetten anlaşıldığına göre, zekâtın farz olma zamanı “meyvelerin olgunlaşıp toplandığı” dönemdir. Buna göre, kazancın zekâtını ödeme günü de, paranın sahiplenildiği zaman, yani paranın “kazanma günü” olmalıdır. Dolayısıyla ticari kazancın zekâtı, tıpkı maaş bordrosunda yapılan vergi tevkifatı gibi, kazanç anında ayrılmalı ve derhal yerine ödenmelidir.
Zeccâc`ın naklettiğine göre, bu ayetin Me*dine`de indiği de söylenmiştir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
143. ayette geçen “ ثمانية ازواجsemaniyete ezvac” ifadesi “sekiz eş” demek olup birçok mealdeki gibi “sekiz çift” demek değildir. Çünkü “ زوجzevc”; “kendi cinsinden bir diğeri ile beraber bulunan” demektir. Kendi cinsinden bir diğeri ile bulunan varlıklardan her biri, diğerine göre “zevc” yani “eş” konumundadır. Eşlerden her birinin bizzat kendisi ise “fert” diye adlandırılır. (Lisanü’l Arab; c. 4, s. 429, 430) Dolayısıyla “ زوجzevc” sözcüğü, birbirinin eşi olan iki şeyden birinin diğerine göre adı olup eşlerin her ikisini değil birini ifade eder. Bir başka ifade ile “zevc”, bazılarının yanlış bildiği gibi, “çift” anlamına değil, “bir çiftin her bir teki” anlamına gelir. Mesela “semaniyete ezvac” ifadesinin “sekiz çift” olarak anlaşılması hâlinde, ayette “on altı birey”den bahsediliyor olması gerekir. Oysa Rabbimiz bu zevclerin ikisinin koyun, ikisinin keçi, ikisinin deve, ikisinin de sığır cinsinden olduğunu belirtmiş ve toplam “sekiz birey” saymıştır. Diğer taraftan, Arapça’da “esma-i aded [sayı isimleri]” denilen sözcüklerden tamlama yapıldığı zaman, 3 ilâ 10 arasındaki sayıların tamlamalarının [ismü’l-ma’dûd] dilbilgisi kuralları gereği cemi [çoğul] olması gerekmektedir. Ama dikkat edilirse, ayette “ ثمانية زوج semaniyete zevcin” değil de “ ثمانية ازواجsemaniyete ezvacin” şeklinde tamlama yapılmış ve tamlamanın “sekiz çiftler” veya “sekiz eşler” değil de “sekiz eş” anlamına geldiği bu şekilde belirtilmiştir. Ayrıca bu anlam, “sekiz eş”i oluşturan dört çiftin cinslerinin sayılması ile de teyit edilmiştir.
Bu ayet grubunda, cinsleri koyun, keçi, deve ve sığır olarak belirtilen ve o günün Bedevileri için en önemli nimetlerden sayılan bu hayvanlardan aynı tamlama ile fakat cins belirtilmeden Zümer/6’da da bahsedilmiştir. Bu hayvanların önemi, o günün Bedevilerinin hayatlarının bu hayvanlara endeksli olmasından, o yörede Bedevilerin geçimlerini sağlayacak başka hayvan türlerinin bulunmamasından kaynaklanmaktadır.

145 - De ki: “Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş veya akıtılmış kan, yahut domuzun eti -ki şüphesiz o [domuzun eti] ricstir [kirlidir, rahatsızlık vericidir]- yahut Allah`tan başkası adına kesilmiş bir fisk olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Artık kim çaresiz kalırsa, tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere… [bunlardan yiyebilir]” İşte, şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
146 – Ve Biz Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun yağlarını da onlara haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz elbette doğrularız.

Bu ayette Rabbimiz önce elçisine emrederek nelerin ne sebeple haram olduğunu ilan ettirmiş, sonra da bu konuda Yahudilerle ilgili bazı açıklamalar yapmıştır.
145. ayette “leş”, “akıtılmış kan”, “domuz eti” ve “Allah’tan başkası adına kesilenler” olarak zikredilen haram listesi başka ayetlerde de verilmiştir:

O, size ölü hayvanı, kanı, domuzun etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanları haram kıldı. Sonra kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek üzere ona bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. (Bakara/173)

Size leş, kan, domuzun eti, Allah`tan başkasının adı anılarak kesilen; boğulmuş, vurulmuş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış, canavar yırtmış olup da canlı iken kesmedikleriniz; dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılındı. Bunların hepsi doğru yoldan çıkmaktır. Bugün şu küfretmiş olan kimseler, dininize karşı ümitsizliğe düşmüşlerdir. Öyleyse onlara haşyet duymayın Bana haşyet duyun. Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din olarak da İslâm’a razı oldum. Artık kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden zorda kalırsa, bilsin ki şüphesiz Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir. (Maide/3)

O [Allah], size ancak leşi, kanı, domuzun etini ve Allah`tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Artık her kim saldırmadan ve aşırı gitmeden zorlanırsa, bilsin ki şüphesiz Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir. (Nahl/115)

Yasaklar arasında yer alan 145. ayetteki “akıtılmış kan” ifadesi, ciğer, dalak ve kesimden sonra damarlarda kalmış olan kan kalıntısını bunun dışında tutmaktadır.
Görüldüğü gibi, Rabbimiz yiyeceklerin haram olmasını [yasaklanmasını] iki gerekçeye dayandırmıştır: Bu gerekçelerden birisi, yiyeceklerin “ رجسrics, خبيث habis [pis, zararlı, çirkin]” olması, diğeri de “fısk [günaha sokan, şirkle kirlenmiş]” olmasıdır. Buna göre, rics veya habis olan yiyeceklerdeki bu nahoş özellikler ortadan kaldırılır ve bu yiyecekler “ طيّبtayyib [hoş, nefis, güzel ve yararlı]” duruma getirilirse, haram olma gerekçeleri ortadan kaldırıldığı için yenmelerinde bir mahzur kalmaz. Ancak “fisk” illeti ile kirletilmiş olan yiyeceklerin “tayyib” duruma getirilmesi mümkün olmadığından, bu yiyecekler rics olmasalar da kesinlikle yenemezler:

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrat ve İncil`de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi`ye uyarlar. O hâlde, ona iman eden, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun ile birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (A`raf/157)

Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: “Size tayyibat [iyi ve temiz şeyler] helal kılındı.” Allah’ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah’ın adını anın [besmele çekin], Allah’a takvalı davranın. Hiç şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.
Bu gün size temiz olan şeyler helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin de yemeğiniz onlara helaldir. Müminlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak -onlara ücretlerini/ mehirlerini ödediğiniz takdirde- size helal kılındı. Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O, ahirette hüsrana uğrayanlardandır. (Maide/4, 5)

RİCS

“ الرِّجسrics” sözcüğünün vaz’ [ilk konuş] anlamı “rahatsız eden şiddetli gök gürültüsü, deve sesi” olup sonraları insana rahatsızlık, acı ve ıstırap veren ve bunlara sebep olan her şeye “rics” denilir olmuştur:
“Rics” sözcüğü “kirlilik, kir [temiz ve temizliğin karşıtı]” demektir. Her türlü kir, pislik “rics”tir. Bu sözcükle “haram, kötü fiil, azap, lanet ve küfür” de kastedilir. Kur’an’da geçen “ رجسrics” sözcükleri “ رجزricz [azap]” sözcüğüyle aynı olup sondaki “ س s” harfi “ ز z” harfine dönüşmüştür. “ اسدesed [aslan]” sözcüğünün “ ازد ezed [aslan]” söcüğüne dönüştüğü gibi.
Zeccac “Rics, Allah’ın kötülemesine sebep olan her şeydir” demiştir. Birisi kötü, çirkin bir şey yaptığı zaman “racese’r-racülü [kişi çirkin iş yaptı]” denir.
Bu sözcüğün “recs” formundaki anlamı, “çok şiddetli, rahatsız edici gök gürlemesi ve deve böğürmesi” demektir. (Lisanü’l Arab, c. 4, s. 75, 76 Rcs mad. El-Müfredat, rcs mad.)
Kötü işlere ve şirk, küfür, lânet gibi şeylere “rics” denilmesinin sebebi, bunların zarara, azaba, rahatsızlığa neden olmasındandır. “Rics” sözcüğü Kur’an’da sekiz kez geçmektedir. Sözcüğün geçtiği yerlere bakıldığında, azaba sebep olacak şeylere “rics” denildiği gibi, hastalık, rahatsızlık ve huzursuzluğa sebep olacak şeylere de “rics” denildiği görülmektedir.
146. ayette konu edilen “Yahudilere konmuş yasaklar” Kur`an`da iki yerde daha geçmektedir:

Tevrat indirilmeden önce, İsrail’in [Yakub’un] kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrailoğulları için helal idi. De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Tevrat`ı getirip de onu okuyun." (Âl-i Imran/93)

Sonra da Yahudileşen kimselerden olan zulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık. (Nisa/160, 161)

Yukarıda meali verilen Âl-i Imran/93’ten anlaşıldığına göre, Tevrat`ın indirilmesinden yüzyıllarca önce Yakub [İsrail] peygamber sadece kendisine bazı şeyleri yasaklamış, ancak onun soyu bu yasakları benimseyerek devam ettirmiştir. (Biz bu yasakların sağlık sebebiyle konmuş perhiz nitelikli yasaklar olduğunu düşünüyoruz.) Yasakların çok eski tarihlere dayanması sebebiyle Yahudi din adamları da bunların dinlerinde haram olduğuna inanmaya başlamışlardır. Bu durumu bildiren ayette Rabbimizin “Hemen Tevrat’ı getirip de onu okuyun!” diye buyurması ise Yakub peygamberin kendisi için koyduğu yasakların asıl Tevrat’ta bulunmayıp sonradan eklendiğini göstermek içindir. Yoksa, Yahudilerin ellerinde bulunan kitaplarında bu yasaklar yazılıdır ve Yahudiler Kur’an’daki bu meydan okumaya hemen cevap vererek kitaplarındaki hükümleri gösterebilir durumdadırlar:

1 RABB Musa`yla Harun`a şöyle dedi:
2 "İsrail halkına deyin ki, karada yaşayan hayvanlardan şunların etini yiyebilirsiniz:
3 Çatal ve yarık tırnaklı, geviş getiren hayvanların tümü.

4 Ancak geviş getiren ve çatal tırnaklı olan hayvanlardan etini yememeniz gerekenler şunlardır: Deve geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılır.

5 Kaya porsuğu geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılır.
6 Tavşan geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılır.

7 Domuz çatal ve yarık tırnaklıdır, ama geviş getirmez. Sizin için kirli sayılır.

8 Bu hayvanların etini yemeyecek, leşine dokunmayacaksınız, sizin için kirlidir.

9 "Suda yaşayan hayvanlardan şunların etini yiyebilirsiniz: Denizde, akarsularda yaşayan pullu ve yüzgeçli canlıların etini yiyebilirsiniz.

10 Denizdeki ve akarsulardaki bütün pulsuz ve yüzgeçsiz canlılar - suda küme halinde yaşayanlar ve ötekiler - sizin için iğrenç sayılır.

11 Bunlar sizin için iğrenç sayılacak. Etlerini yemeyecek, leşlerinden tiksineceksiniz.

12 Suda yaşayan bütün pulsuz ve yüzgeçsiz canlılar sizin için iğrenç sayılacak.

13 "Tiksindirici kuşların etini yemeyecek, şunları iğrenç sayacaksınız: Kartal, kuzu kartalı, kara akbaba,

14 çaylak, doğan türleri,

15 bütün karga türleri,

16 baykuş, puhu, martı, atmaca türleri,

17 kukumav, karabatak, büyük baykuş,

18 beyaz baykuş, çöl baykuşu, akbaba,

19 leylek, balıkçıl türleri, ibibik, yarasa.

20 "Dört ayaklı ve kanatlı böceklerin hepsi sizin için iğrençtir.

21 Ama dört ayaklı ve kanatlı olup ayaklarını sıçramak için kullanan bazılarının etini yiyebilirsiniz.

22 Şunları yiyeceksiniz: Bütün çekirge türleri, küçük çekirge, cırcırböceği, ağustosböceği.

23 Öbür dört ayaklı, kanatlı böceklerin hepsi sizin için iğrenç sayılır.

24 "Sizi kirletecek şeyler şunlardır: Aşağıdaki hayvanların leşine dokunan akşama kadar kirli sayılacaktır;

25 kim aşağıdaki hayvanların leşini taşırsa giysilerini yıkayacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır.

26 Çatal tırnaklı ama tırnağı yarık olmayan ve geviş getirmeyen her hayvan sizin için kirlidir. Bunlara dokunan da kirlenmiş sayılır.

27 Dört ayaklı hayvanlardan pençelerini yere basarak yürüyenler sizin için kirlidir. Bunların leşine dokunanlar akşama kadar kirli sayılacaktır.

28 Bunların leşini taşıyanlar giysilerini yıkayacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır. Çünkü bu hayvanlar sizin için kirlidir.

29-30 "Küçük kara hayvanları içinde sizin için kirli sayılanlar şunlardır: Gelincik, fare, bütün kertenkele türleri, bukalemun.

31 Sizin için kirli sayılan küçük kara hayvanları bunlardır. Bunların leşine dokunan akşama kadar kirli sayılacaktır.

32 Bunlardan birinin leşi neyin üzerine düşerse onu da kirletir. İster tahta kap, ister giysi, ister deri, ister çul olsun suya konmalıdır. Akşama kadar kirli sayılacak ve akşam temizlenmiş olacaktır.

33 Bunlardan biri bir toprak kabın içine düşerse, kabın içindekiler kirli sayılacaktır. Toprak kap kırılmalıdır.

34 Toprak kaptaki sulu yiyecek ve her içecek kirli sayılacaktır.

35 Bunlardan birinin leşi neyin üzerine düşerse onu da kirletir. Üzerine düştüğü ister fırın olsun, ister ocak, parçalanmalıdır. Çünkü onlar kirlidir ve sizin için kirli sayılacaktır.

36 Ancak kaynak ya da su sarnıcı temiz sayılacaktır; ama bunların leşine dokunan kirli sayılacaktır.

37 Eğer bu hayvanlardan birinin leşi ekin tohumunun üzerine düşerse, o tohum temiz sayılacaktır.

38 Ama suya konmuş tohumun içine düşerse, tohum sizin için kirlidir.

39 "Eti yenen hayvanlardan biri ölürse, leşine dokunan akşama kadar kirli sayılacaktır.

40 Hayvanın leşinden yiyen giysilerini yıkayacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır. Leşi taşıyan da giysilerini yıkayacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır.

41 "Bütün küçük kara hayvanları iğrençtir. Yenmeyecektir.

42 İster karnı üzerinde sürünen, ister dört ayaklı ya da çok ayaklı canlılar olsun, bunların hiçbirini yemeyeceksiniz. Çünkü bunlar iğrençtir.

43 Bunların hiçbiriyle kendinizi kirletmeyin, iğrenç duruma sokmayın, kirli duruma düşmeyin.

44 Tanrınız RABB benim. Kendinizi kutsayın ve kutsal olun. Çünkü ben kutsalım. Küçük kara hayvanlarının hiçbiriyle kendinizi kirletmeyin.

45 Tanrınız olmak için sizi Mısır`dan çıkaran RABB benim. Kutsal olun, çünkü ben kutsalım.

46-47 "Kirli olanı temizden, eti yeneni eti yenmeyenden ayırt edebilmeniz için hayvanlar, kuşlar, suda küme halinde yaşayan bütün canlılar ve küçük kara hayvanlarıyla ilgili yasa budur." (Levililer, 11. Bab)

1 "Eğer biri esenlik sunusu olarak sığır sunmak istiyorsa, RABB`e erkek ya da dişi, kusursuz bir hayvan sunmalı.
2 Elini sununun başına koyup onu Buluşma Çadırı`nın giriş bölümünde kesmeli. Harun soyundan gelen kâhinler kanı sunağın her yanına dökecekler.
3 Kişi esenlik sunusunun bazı parçalarını RABB için yakılan sunu olarak sunmalı. Sununun bağırsak ve işkembe yağlarını,
4 böbreklerini, böbrek yağlarını, karaciğerden böbreklere uzanan perdeyi ayıracak.
5 Harun`un oğulları sunakta yanan odunların üzerinde duran yakmalık sununun üzerinde bunları yakacak. Yakılan sunu, RABB`i hoşnut eden kokudur.
6 "Eğer kişi esenlik sunusu olarak RABB`e davar sunmak istiyorsa, erkek ya da dişi, sunusu kusursuz olmalı.
7 Eğer kuzu sunmak istiyorsa, RABB`in önünde sunmalı.
8 Elini sununun başına koyup onu Buluşma Çadırı`nın önünde kesmeli. Harun`un oğulları kanı sunağın her yanına dökecekler.
9 Kişi esenlik sunusunun bazı parçalarını RABB için yakılan sunu olarak sunmalı. Yağını almalı, kuyruk sokumunun dibinden bütün kuyruk yağını kesmeli, bağırsak ve işkembe yağlarını,
10 böbreklerini, böbrek yağlarını, karaciğerden böbreklere uzanan perdeyi ayırmalı.
11 Kâhin bunları sunağın üzerinde yakacak. RABB için yakılan yiyecek sunusudur bu.
12 "Eğer adağı keçi ise, onu RABB`in önünde sunmalı.
13 Elini adağın başına koyup onu Buluşma Çadırı`nın önünde kesmeli. Harun`un oğulları kanı sunağın her yanına dökecekler.
14-15 RABB için yakılan sunu olarak adaktan şunları ayırıp sunmalı: Bağırsak ve işkembe yağlarını, böbrekleri, böbrek yağlarını, karaciğerden böbreklere uzanan perdeyi.
16 Kâhin bütün bunları sunağın üzerinde yakacak. Yakılan yiyecek sunusudur bu. Kokusu RABB`i hoşnut eder. Yağın tümü RABB`e aittir.
17 Hayvan yağı ve kan yemeyeceksiniz. Yaşadığınız her yerde kuşaklar boyunca bu kural hep geçerli olacak." (Levililer: 3. Bab)


1 "Çok kutsal olan suç sunusunun yasası şudur:
2 Suç sunusu yakmalık sununun kesildiği yerde kesilecek ve kanı sunağın her yanına dökülecek.
3-4 Hayvanın bütün yağı alınacak, kuyruk yağı, bağırsak ve işkembe yağları, böbrekleri, böbrek yağları, karaciğerden böbreklere uzanan perde ayrılacak.
5 Kâhin bunların hepsini sunak üzerinde, RABB için yakılan sunu olarak yakacak. Bu suç sunusudur.
6 Kâhinler soyundan gelen her erkek bu sunuyu yiyebilir. Sunu kutsal bir yerde yenecek, çünkü çok kutsaldır.
7 "Suç ve günah sunuları için aynı yasa geçerlidir. Et, sunuyu sunarak günahı bağışlatan kâhinindir.
8 Yakmalık sununun derisi de sunuyu sunan kâhinindir.
9 Fırında, tavada ya da sacda pişirilen her tahıl sunusu onu sunan kâhinin olacak.
10 Zeytinyağıyla yoğrulmuş ya da kuru tahıl sunuları da Harunoğulları`na aittir. Aralarında eşit olarak bölüşülecektir.

Esenlik Sunusu

11 "RABB`e sunulacak esenlik sunusunun yasası şudur:
12 Eğer adam sunusunu RAB`be şükretmek için sunuyorsa, sunusunun yanısıra zeytinyağıyla yoğrulmuş mayasız pideler, üzerine zeytinyağı sürülmüş mayasız yufkalar ve iyice karıştırılmış ince undan yağla yoğrulmuş mayasız pideler de sunacak.
13 RABB`e şükretmek için, esenlik sunusunu mayalı ekmek pideleriyle birlikte sunacak.
14 Her sunudan birini RABB`e bağış sunusu olarak sunacak ve o sunu esenlik sunusunun kanını sunağa döken kâhinin olacak.
15 RABB`e şükretmek için sunulan esenlik sunusunun eti, sununun sunulduğu gün yenecek, sabaha bırakılmayacak.
16 "Biri gönülden verilen bir sunu ya da dilediği adağı sunmak istiyorsa, kurbanın eti adağın sunulduğu gün yenecek, artakalırsa ertesi güne bırakılabilecek.
17 Ancak üçüncü güne bırakılan kurban eti yakılacak.
18 Esenlik sunusunun eti üçüncü gün yenirse adak kabul edilmeyecek, geçerli sayılmayacak. Çünkü et kirlenmiş sayılır ve her yiyen suçunun bedelini ödeyecektir.
19 "Kirli sayılan herhangi bir şeye dokunan et yenmemeli, yakılmalıdır. Öteki etlere gelince, temiz sayılan bir insan o etlerden yiyebilir.
20 Ama biri kirli sayıldığı sürece RABB`e sunulan esenlik sunusunun etini yerse, Tanrı Halkı`nın arasından atılacak.
21 Ayrıca kirli sayılan herhangi bir şeye, insandan kaynaklanan bir kirliliğe, kirli bir hayvana ya da kirli ve iğrenç bir şeye dokunup da RABB`e sunulan esenlik sunusunun etinden yiyen biri Tanrı Halkı`nın arasından atılacak."

Yağ ve Kan Yenmemeli

22 RABB Musa`ya şöyle dedi:
23 "İsrail halkına de ki: İster sığır, ister koyun ya da keçi yağı olsun, hayvan yağı yemeyeceksiniz.
24 Kendiliğinden ölen ya da yabanıl hayvanların parçaladığı bir hayvanın yağı başka şeyler için kullanılabilir, ama hiçbir zaman yenmemeli.
25 Kim yakılan ve RABB`e sunulan hayvanlardan birinin yağını yerse, halkımın arasından atılacak.
26 Nerede yaşarsanız yaşayın, hiçbir kuşun ya da hayvanın kanını yemeyeceksiniz.
27 Kan yiyen herkes halkımın arasından atılacak."

Kâhinlerin Payı

28 RABB Musa`ya şöyle dedi:
29 "İsrail halkına de ki: RABB`e esenlik sunusu sunmak isteyen biri, esenlik sunusunun bir parçasını RABB`e sunmalı.
30 RABB için yakılan sunusunu kendi eliyle getirmeli. Hayvanın yağını döşüyle birlikte getirecek ve döş RABB`in huzurunda sallamalık bir sunu olarak sallanacak.
31 Kâhin yağı sunağın üzerinde yakacak, ama döş Harun`la oğullarının olacak.
32 Esenlik sunularınızın sağ budunu bağış olarak kâhine vereceksiniz.
33 Harunoğulları arasında esenlik sunusunun kanını ve yağını kim sunuyorsa, sağ but onun payı olacak.
34 İsrail halkının sunduğu esenlik sunularından sallamalık döşü ve bağış olarak sunulan budu aldım. İsrail halkının payı olarak bunları sonsuza dek Kâhin Harun`la oğullarına verdim."
35 Harun`la oğulları kâhin atandıkları gün RABB için yakılan sunulardan paylarına bu düştü.
36 RABB onları meshettiği gün İsrail halkına buyruk vermişti. Adağın bu parçaları gelecek kuşaklar boyunca onların payı olacaktı.
37 Yakmalık, tahıl, suç, günah, atanma, esenlik sunularının yasası budur.
38 RABB, bu buyruğu çölde, Sina Dağı`nda İsrail halkından kendisine sunu sunmalarını istediği gün Musa`ya vermişti. (Levililer; 7. Bab)

1 "Siz Tanrınız RABB`in çocuklarısınız. Ölülere ağıt yakmak için bedeninize yara açmayacaksınız. İki kaş arasındaki tüyleri almayacaksınız.
2 Tanrınız RABB için kutsal bir halksınız. RABB öz halkı olmanız için yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti.
3 "İğrenç sayılan hiçbir şey yemeyeceksiniz.
4 Şu hayvanların etini yiyebilirsiniz: Sığır, koyun, keçi,
5 geyik, ceylan, karaca, yaban keçisi, gazal, ahu, dağ koyunu.
6 Çatal ve yarık tırnaklı, geviş getiren her hayvanın etini yiyebilirsiniz.
7 Ancak geviş getiren, çatal ve yarık tırnaklı hayvanlardan etini yememeniz gerekenler şunlardır: Deve, tavşan, kaya porsuğu. Bunlar geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılırlar.
8 Domuz çatal tırnaklıdır, ama geviş getirmez. Sizin için kirli sayılır. Bu hayvanların etini yemeyecek, leşine dokunmayacaksınız.
9 "Suda yaşayan hayvanlardan şunların etini yiyebilirsiniz: Pullu ve yüzgeçli canlıların etini yiyebilirsiniz.
10 Ama pulsuz ve yüzgeçsiz canlıların hiçbirini yemeyeceksiniz. Bunlar sizin için kirli sayılır.
11 "Temiz sayılan bütün kuşları yiyebilirsiniz.
12 Etini yemeyeceğiniz kuşlar şunlardır: Kartal, kuzu kartalı, kara akbaba,
13 çaylak, doğan türleri,
14 bütün karga türleri,
15 baykuş, puhu, martı, atmaca türleri,
16 kukumav, büyük baykuş, beyaz baykuş,
17 çöl baykuşu, akbaba, karabatak,
18 leylek, balıkçıl türleri, ibibik, yarasa.
19 Bütün kanatlı böcekler sizin için kirli sayılır. Hiçbirini yemeyeceksiniz.
20 Ama temiz sayılan kanatlı yaratıkların tümünü yiyebilirsiniz.
21 "Kendiliğinden ölen hiçbir hayvanın etini yemeyeceksiniz. Ölü hayvanı yemesi için kentlerinizde yaşayan bir yabancıya verebilir ya da öteki yabancılara satabilirsiniz. Siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. "Oğlağı anasının sütünde haşlamayın."

Ondalıklara İlişkin Kural

22 "Her yıl tarlalarınızda yetişen ürünlerin ondalığını bir yana ayıracaksınız.
23 Tahılınızın, yeni şarabınızın, zeytinyağınızın ondalığını, sığırlarınızın ve davarlarınızın ilk doğanlarını, Tanrınız RABB`in adını yerleştirmek için seçeceği yerde O`nun önünde yiyeceksiniz. Bunu yapın ki, her zaman O`ndan korkmayı öğrenesiniz.
24 Tanrınız RABB`in adını yerleştirmek için seçeceği yer uzaksa, yol Tanrınız RABB`in size verimli kıldığı ürünlerin ondalığını oraya taşıyamayacak kadar uzunsa,
25 ondalığınızı gümüşe çevirin. Gümüşü alıp Tanrınız RABB`in seçeceği yere gidin.
26 Gümüşü dilediğiniz şekilde kullanın: Sığır, davar, şarap, içki ya da canınızın istediği başka bir şey alın. Siz ve aileniz orada, Tanrınız RABB`in önünde yiyecek ve sevineceksiniz.
27 "Kentlerinizde yaşayan Levililer`i yüzüstü bırakmayın. Onların sizin gibi payları ve mirasları yoktur.
28 Her üç yılın sonunda, o yılın ürününün bütün ondalığını getirip kentlerinizde toplayın.
29 Öyle ki, sizin gibi payları ve mirasları olmayan Levililer, kentlerinizde yaşayan yabancılar, öksüzler, dul kadınlar gelsinler, yiyip doysunlar. Bunu yaparsanız, Tanrınız RABB el attığınız her işte sizi kutsayacaktır." (Tesniye:14. Bab)

136. ayetten itibaren başlayan konunun bir bütünlük içinde daha iyi anlaşılması için, ayetlerin aşağıdaki düzende olması bize daha uygun görünmektedir:

136, 138, 139, 142-145, 118, 146. ayetler:

“136 – Ve onlar, O’nun [Allah`ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah`a bir hisse kıldılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte ortakları için olan şey [hisse] Allah`a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!
138 – Ve onlar, yanlış inanışları sebebiyle: “Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar sırtları yasaklanmış hayvanlardır” dediler. Bir kısım hayvanları da O’na bir iftira olarak üzerlerine Allah`ın adını anmazlar. O [Allah], onları iftira ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır.
139 – Ve onlar: “Bu hayvanların karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır. Eğer ölü olursa o zaman onlar onda ortaklardır” dediler. O [Allah], onların nitelemelerini onlara ceza olarak verecektir. Şüphesiz O, Hakiym’dir Aliym’dir.
142 – Ve O, hayvanlardan yük taşıyan, döşek yapılan yaratandır. Allah`ın sizi rızıklandırdığı şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.
143 - Sekiz eş: Koyundan iki, keçiden de iki. De ki: “O [Allah], iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp büründüğünü mü [yavruları mı]? Eğer doğrular iseniz bana ilme dayanarak haber verin.”
144 - Ve deveden iki, sığırdan da iki. De ki: O [Allah], "İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp büründüğünü mü [yavruları mı]? Yoksa Allah’ın size böyle vasiyet ettiğine şahitler mi oldunuz [O’nun yanında mıydınız]? Böyle hiçbir bilgiye dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah`a karşı yalan uyduran kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah, o zalimler topluluğuna kılavuz olmaz”.
145 - De ki: “Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş, veya akıtılmış kan, yahut domuzun eti -ki şüphesiz o [domuzun eti] ricstir [kirlidir, rahatsızlık vericidir]- yahut Allah`tan başkası adına kesilmiş bir fisk olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ancak Ama kim çaresiz kalırsa, tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere… [bunlardan yiyebilir]” İşte şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
118 – Artık, eğer Allah`ın âyetlerine iman edenler iseniz, üzerine Allah’ın adı anılanlardan yiyin.
146 – Ve Biz Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun da, yağlarını onlara haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz elbette doğrularız.”

147 – Artık eğer seni yalanladılarsa, hemen de ki: "Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Ve O’nun azabı suçlular toplumundan geri çevrilmez.”
148 – Allah’a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.”

Bu ayetlerde Rabbimiz, müşriklerin yukarıdaki açıklamalara karşı kendilerini haklı çıkarmak için ileri sürecekleri tezleri bildirmekte ve onların bir bilgiye dayanmadan, sadece zanna uyarak saçmaladıklarını açıklamaktadır.
Müşriklerin 148. ayetteki sözlerini şu şekilde anlamak mümkündür: “Eğer Allah böyle dilememiş olsaydı, biz ve atalarımız hiçbir zaman şirk koşmazdık. Bizim bu davranışlarımız Allah’ın dilemesiyle olduğuna göre, yaptıklarımız Allah`ın iradesine uygun ve doğrudur. Eğer bu yaptıklarınız yanlışsa, bu durumda suçlanması gereken biz değil, Allah`tır.”
Müşriklerin ifadeleri ayette “ سيقول seyekûlü [diyecekler]” şeklinde, gelecek zaman kipiyle yer almıştır. Buradan da bu ifadelerin bu ayetlerin inişi sırasında henüz söylenmediği, ancak daha sonra muhakkak söylenecekleri anlaşılmaktadır. Nitekim daha sonra aynı ifadeler müşrikler tarafından söylenmiş ve konumuz olan ayetin de geleceği haber veren mucize bir ayet olduğu ortaya çıkmıştır:

Ve Allah`a ortak koşan şu kimseler; “Allah dileseydi biz ve atalarımız kendisinin astlarından hiçbir şeye tapmazdık ve O`nun astlarından hiçbir şeyden haram kılmazdık.” dediler. Kendilerinden önceki kimseler böyle yaptılar. Buna elçiler üzerine, ancak açık-seçik bir tebliğden başka ne olur? (Nahl/35)

Ve onlar; “Eğer Rahman dileseydi, biz onlara [meleklere] tapmazdık.” dediler. Onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece uyduruyorlar. (Zühruf/20)

149 - De ki: “İşte, en kesin ve üstün delil, Allah’ındır. O nedenle eğer O [Allah] dileseydi, elbette hepinize kılavuz olurdu.”
150 - De ki: “Haydi, Allah bunu kesinlikle haram etti diye tanıklık edecek şahitlerinizi getirin!” Buna rağmen eğer onlar şahitlik ederlerse de sen onlarla beraber şahitlik etme! Ayetlerimi yalanlayan ve ahirete inanmayan kimselerin hevalarına da uyma! Ve onlar Rabblerine denk tutmaktadırlar.
151 - De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle/ fakirleştiriliriz korkusuyla] çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmayın. Haksız yere Allah`ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size vasiyet ettikleridir.
152 - Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar [malına] en güzel biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olun ve Allah`a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O’nun [Allah’ın] size vasiyet ettikleridir.
153 – Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun. Ve yollara uymayın da sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, takvalı davranırsınız diye O’nun [Allah’ın] size vasiyet ettikleridir.

Tüm zamanların insanlarına yönelik olarak verilmiş bir beyanname mahiyetindeki bu ayetler, içerikleri itibariyle suredeki tüm ilkeleri kapsamakta ve bir bakıma surenin özetini oluşturmaktadır.
Pasajda kesin ve üstün kanıtların Allah’a ait olduğu belirtildikten sonra, müşriklerin 148. ayette dile getirilen mazeretlerine cevap verilmiş ve insanlar için gerçekten çok önemli olan birçok hayat ilkesi ortaya konmuştur. “Allah’ın vasiyetleri” nitelemesiyle bildirilen bu ilkelerin beyannamede yer alma sebebi ise “insanların akıllarını kullanması, düşünüp öğüt alması ve takvalı davranması için” olarak açıklanmıştır.

Söz konusu ilkeler alt alta sıralanmış şekliyle şunlardır:
* En kesin ve en üstün delil Allah’ındır.
* Allah, görmesi ve işitmesi için duyu organları verdiği; akıl, kavrama ve anlama yeteneğiyle donattığı insanı inanç konusunda tam olarak özgür bırakmıştır.
* Allah`a hiçbir şey ortak koşulmamalıdır.
* Ana-babaya iyilik yapılmalıdır.
* Fakirlik korkusuyla çocuklar öldürülmemelidir.
* Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşılmamalıdır.
* Haksız yere, Allah`ın yasakladığı “cana kıyma” eylemi yapılmamalıdır.
* Erginlik çağına erişinceye kadar yetimin malına sadece en iyi tutumla yaklaşılmalıdır.
* Ölçü ve tartı adaletle, tastamam yapılmalıdır.
* Yakınların aleyhine de olsa mutlaka adil olunmalıdır.
* Allah’a verilen sözler mutlaka tastamam tutulmalıdır.

Burada konu edilen ilkelerle ilgili olarak Kur’an’ın değişik surelerinde onlarca açıklama yapılmıştır. Bunlardan bir kısmı aşağıda verilmiştir:

“ALLAH’A ORTAK KOŞMAMA VE ANA-BABAYA İYİLİK YAPMA” KONUSUNDA

Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle. Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.” (İsra/23, 24)

Ve Biz insana, anası ve babasını tavsiye ettik: -Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir.– “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır.
Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi, bana ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve bana yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Sonra da Ben size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim. (Lokman/14, 15)

Ve hani bir vakitler İsrailoğullarından misak [kesin bir söz] almıştık: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya iyilik, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzellikle söz söyleyiniz, salatı ikame ediniz ve zekâtı veriniz. Sonra çok azınız müstesna olmak üzere sırt çevirdiniz. Ve siz yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83)


“ÇOCUKLARIN ÖLDÜRÜLMEMESİ” KONUSUNDA

Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi Biz rızklandırırız / besleriz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır. (İsra/31)

Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah`ın kendilerine verdiği rızkı, Allah`a iftira ederek haram kılanlar kesinlikle zarara uğradılar. Onlar, kesinlikle sapmışlardır; ve onlar hidayete ermişler değillerdir. (En’am/140)

“CANA KIYMA” KONUSUNDA

Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı öldürmezler. -Ancak Hakk ile öldürürler.- Zina da etmezler. -Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse, kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.- (Furkan/68-71)


Rabbimizin 151. ayette “cana kıyma” yasağının başına koyduğu “haksız yere” nitelemesi, bu yasağın istisnalarına işaret etmektedir. İşaret edilen bu istisnalar, Allah’ın izin verdiği savaştaki ve “kısas ilkesi” çerçevesindeki cana kıyma olaylarıdır.

“YETİM HAKKI” KONUSUNDA

Hayır… Hayır… Doğrusu siz yetimi kerimleştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına! (Fecr/17-20)

O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı?
Seni sapıtmış olarak bulup da hidayet etmedi mi?
Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi?
O hâlde yetimi kahretme! (Duha/6-9)

Dünya ve ahirette… Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: Onlar için iyileştirme en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırt eder]. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah Azîz’dir [Güçlü Olan], Hakîm’dir [en iyi Yasa Koyan’dır]. (Bakara/220)

Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinize takvalı davranın. Ve kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah`a ve akrabalığa takvalı davranın. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir.
Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur.
Ve eğer ki yetimleriniz konusunda hakkaniyetsizlikten korktuysanız; o takdirde sizin için hoş olan, yetimlerin kadınlarından ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlayın. Şayet o takdirde de adaleti gözetemeyeceğinizden korktuysanız, bir tanesini ya da yeminlerinizin sahip olduğunu nikâhlayın. Bu haksızlığa sapmamanız için en uygunudur.
Ve bu kadınlara mehirlerini seve seve veriniz. Artık onlar ondan [alacaklarından] bir kısmını size hoş ederlerse [ikramda bulunurlarsa] de onu afiyetle, çekinmeden yeyiniz.
Ve Allah’ın, ayakta kalmanız için size vermiş olduğu mallarınızı bu sefihlere vermeyiniz. Ve onları o mallarda rızklandırın ve onları giyindirin. Ve onlara maruf söz söyleyin.
Ve bu yetimlerinizi nikaha ulaşıncaya kadar belalandırınız [sıkı bir eğitim vererek olgunlaştırınız]. Sonra da eğer kendilerinde rüşd hissederseniz mallarını kendilerine hemen teslim ediniz. Onlar büyüyecekler diye onların mallarını saçıp savurup yemeyin de. Ve kim zengin ise artık o iffetli davransın. Kim de fakir ise artık o da maruf ile yesin. Sonra da onların [yetimlerin mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman onlar üzerine şahit tutunuz. Hesap sorucu olarak da Allah yeter.
Ana-baba ve akrabaların terekesinde erkek yetimlere bir pay vardır. Ana-baba ve akrabaların terekelerinde de az olsa da çok olsa da farz kılınmış bir nasip olarak kadın yetimlere de bir pay vardır.
Taksime yakınlar, yetimler ve miskinler hazır bulunduğu zaman da onları ondan rızklandırın ve onlara maruf söz söyleyin.
Ve arkalarında zayıf zürriyet bıraktıkları takdirde endişe edecek olanlar, ürpersinler! Ve de Allah’a takvalı davransınlar ve haksızlığı önleyen söz söylesinler.
Kesinlikle yetimlerin mallarını haksız yere yiyen kimseler, muhakkak ki karınlarının içinde ateş yerler. Ve yakında ateşi alevli cehenneme yaslanacaklardır. (Nisa/1-10)


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 02:26 AM.

Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam