hanifler.com Kuran odaklı dindarlık

hanifler.com Kuran odaklı dindarlık (http://www.hanifler.com/index.php)
-   Hayatı Kişiliği (http://www.hanifler.com/forumdisplay.php?f=458)
-   -   Kur'an'a Göre HZ Muhammed'in Hayatı (http://www.hanifler.com/showthread.php?t=2344)

dost1 27. March 2011 01:43 PM

Kur'an'a Göre HZ Muhammed'in Hayatı
 
Selamun Aleykum! Değerli Kardeşlerim!

Muhammed İzzet Derveze'nin KUR'AN'A GÖRE HZ. MUHAMMEDİN HAYATI adlı eserini sizlerle paylaşmak istiyorum.

İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
1. Siret Kitaplarındaki Eksiklik.
2. Risalet Öncesiyle İlgili Değerlendirmelerin Zayıflığı.
3. Oryantalistlerin Çalışmalarında Kullandıkları Kaynaklar.
4. Bu çalışmayı Yapmanın Nedenleri ve Şartları.
5. Risalet Öncesi Dönemle İlgili Kur'anî Tabloların Çokluğu.
6. Bu Çalışmanın Kaynakları ve Konulan.
7. Ayetlere Çokça Yer Verilişinin Gerekçesi.
BİRİNCİ BOLUM
Bölge ve Yerleşim
A) Hicaz ve Hicazlılar
1. Kur'an'da Hicaz Bölgesi.
2. İklim Şartları ve Tarım.
3. Deniz ve Denizcilik.
4. Hicaz Şehirleri.
5. Mekke'nin Yeri ve Önemi.
6. Yesrib ve Taif'in Yeri ve Önemi.
7. Hicaz Şehirlerindeki Halkın Durumu.
8. Bedevilik (Badiye-A'rab).
9. Hicaz Halkının Araplığı.
10. Kur'an Dili ve Arapça.
B) Hicaz'ın Sosyo-Ekonomik Yapısı
1. Ekonomik Faaliyetler.
5
2 ve 3. Ölçü, Tartı ve matematiksel İşlemlerin Bilgisi.
4. Hicaz'da Zirai Faaliyet.
5. Hicaz'da Sinai Faaliyet.
6. Araplarda Yaşam Tarzı.
7. Hayvancılık ve Avcılık.
8. Araplarda Yeme, İçme, Eğlence, Barınma, Giyim-Kuşam.
C) Hicaz'daki Yabancı Azınlıklar
1. Mekke'deki Yabancılar.
2. Ehl-i Kitab'ın Mekke'deki Durumu.
3. Israiioğullarının Mekke'deki Varlığı.
4. İsrailoğutlarının Yesrib/Medine'dekİ Varlığı.
5. İsraİloğullarının Hicaz Halkı Üzerindeki Tesirleri.
6. Hıristiyanların Hicaz'daki Rolleri.
İKİNCİ BOLUM
Sosyal Hayat
A) Aile Hayatı
1. Peygamber Asrında Erkeğin ve Kadının Rolü.
2. Çeşitli Adetler ve Gelenekler.
B) Kabilecilik Asabiyeti
1. Peygamber Asrında Kanbağı İlişkileri.
2. Kabilevi Paktlar.
3. Velayet Asabiyeti.
4. Himaye Etme Asabiyeti.
5. Gelenekçilik ve M üsi uman I ardaki İzleri.
C) Hac ve Haram Aylar
1. Peygamber Asrında Kâ'be'nİn Önemi ve Hac.
2. Hac Bölgesinde Ekonomik Faaliyet.
3. Hac Ayları.
4. İslâm'a Geçen Gelenekler.
5. Haram Aylar.
D) Sosyal ve İdari Düzen
1. Hükümet Güçleri.
2. Yargı Otoriteleri.
3. Yargıçlık Düzeni.
4. Sınıfsal Farklılıklar.
5. Peygamberlikten Önce Araplarda Kölelik.
6. Kur"an'la Köleliğin Ortadan Kaldırılma Çabalan.
UÇUNCÜ BOLUM
A) Kur'an Dili ve Arapların Akli Gücü
B) Eğitim Seviyesi, İlim, Kültür ve Pratik Bilgiler
1. Okuma Yazma.
2. Arapların Yabancı Dillerle İlgileri.
3. Bilim ve Teknik.
4. Araplarda Tarih Bilgisi ve Peygamber Kıssaları.
5. Coğrafya ve Astronomi,Bilgisi.
6. Tıp ve Eczacılık Bilgisi.
7. Soybilim.
8. Kâhinlik ve Büyücülük.
9. Hikmet.
C) Arapların Yerleşik Konumlarını Savunma Ruhu
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Dinler ve İnançlar
A) Şirk, Kapsadığı İnançlar ve Tezahürleri
7
1. Şirk Kavramı ve Kapsamı.
2. Evliya, Şahidler ve Şefaatçiler.
3. Şürekâ, Erbâb, Endâd, Alihe.
4. Ortak Koşmanın Nedenleri.
5. Arap İnancında "Allah'ın Çocuk Edinmesi".
B) Putlar ve Putculuk
1. Madenden Yapılan/Maddi Putlar.
2. Kur'an'da Putların İsimleri.
C) Melekler ve Arapiarda Melek İnancı
1. Melek Kavramı.
2. Arapların Melek İnancı.
3. Kur'an'da Meleklerin Değeri.
D) Cinler ve Araplarda Cin İnancı
1. Cin Kavramı.
2. Araplarda Cin İnancı.
3. Kur'an'da Cinlerin Mahiyeti.
4. Araplara ve Kur'an'a Göre İblis.
5. Araplara ve Kur'an'a Göre Şeytan.
E) Allah ve Peygamberlik İnancı
1. Allah İnancı.
2. Peygamber İnançları ve Peygambere Muhalefet.
3. Ahiret İnancı.
F) İbrahimî Dinin Devamcıları
1. Sabiîler.
2. Hanifler.
3. İbrahimi Din.
G) Yahudilik, Hıristiyanlık ve Etkileri
1. Yahudilik.
2. Hıristiyanlık.
3. Tevrat ve İncil Kavramları.
H) Çeşitli Alışkanlıklar, İbadetler, Düşünceler
1. Güneş'e, Ay'a, Yıldızlar'a ve Ateş'e Tapma.
2. Risaleî Öncesi Araplarda İbadetler.
3. Nefs Kavramı.
4. Ruh Kavramı.

dost1 27. March 2011 01:44 PM

[B]ÖNSÖZ[/B]

Bismillahirrahmanirrahim

[B]Siret Kitaplarındaki Eksiklik[/B]:

Klasik siret kitapları yazanların çoğunun -Peygamberin (s) risalet öncesi asrı ve çevresiyle ilgili konularda- titiz davranmamalarına ve bu konuya önem vermemiş olmalarına akıl erdirmek zordur. Onların bu asır ve çevre ile ilgili olarak kaydettikleri, Peygamberin şahsı ile alakalı olan konularla sınırlıdır: Peygamberin soyu, ailesi, kabilesi, doğumu, emzirilmesi, himaye edilişi, yolculukları ve evlilikleri. Çok nadir olarak bu asrın durumu ve bu çevrenin sosyal, ekonomik, siyasal ve dini konumu ile ilgilenirler. Rasulullah'ın ortaya çıktığı ve onun, büyük bir başarı ve geniş bir yayılma gösteren ve hala tüm dünya hayatına her açıdan büyük katkılarda bulunmakta olan bu çağrısının ilk olarak gündeme geldiği ortamı aydınlatacak, onlara ışık tutacak malzemeye ne de az yer verirler.

Arapların İslam'dan önceki durumlarıyla ilgili olarak, klasik siyer kitaplarının yaptığı kırpmalar bir yandan gelenek halini alırken öte yandan da o kadar genellemeler ve geniş çizgilerle ifade edilmiştir ki okuyucunun ondan kesin bir bilgiye varması -çok az şeylerin dışında- olanaksızdır. Sonra belirtilen şeylerin hangi asra nisbet edildiği de kesin biçimde belirlenememektedir. Kaldı ki, aktarılan bu kırpıntılar dahi düzmece ve uydurma olmak ihtimalinden uzak değildir. Tedkik amacıyla bunlara dikkat edenlerin; onlardaki yumuşatma ya da birleştirmeyi, olaylar, olgular ve Kur'an ayetlerini açıklama amacını görmesi zor olmaz. Hatta onların bizzat Kur'an nassları ya da çağrıştirdıklarıyla çeliştiğini görmesi fazla çabaya ihtiyaç göstermez.


İşte zamanın bize kadar koruduğu en eski siret kitaplarından biri olan İbn Hışam'ın Sireti'nde -ki bu kitap üzerinde ciddiyet, güven damgası vardır. Peygamberlik döneminden önce olsun, sonra olsun ya da Peygamber (s) ve Ashabına nisbet edilen saygı ve yüceltme ile ilgili olsun, kaydedilen rivayetlerde titiz davranmayı, ihtiyatlı hareket etmeyi esas almış bu işin dindarlık ve günahkârlık açısından ne derece hassas olduğu bilinciyle hareket etmiştir- naklettiği rivayetlerin ve kaydettiği haberlerin, özellikle risaletten önceki vakıalarla ilgili olanlarında bu titizliği açıkça görebiliyoruz. Kitabını yazarken ve olayları kaydederken ravilerin ona ulaştırdığı ya da yazılı kitaplarda gördüğü şeyleri toptan vermeye çalışmıştır. Onlardan bazılarının zayıflığını bizzat kendisi belirtmiş bir kısmını da belirtmemiştir.

Bu aksaklıkların çoğu, İbn Hişam'ın Sîret'i gibi eski, ciddi ve güvenli olan Taberi Tarihi ve Tabakat kitaplarının en muteberlerinden sayılan İbn Sa'd'ın Tabakât'ı için de geçerlidir.

Buna ek olarak klasik kitaplarda kaydedilen, nakledilen pek çok rivayetlere ve haberlere karşı, düşünen bir insanın onları inkâr etmese bile, sürekli olarak dikkatli ve uyanık olması lazımdır. Çünkü bu haberler ve rivayetlerle Peygamber'in, risalet öncesi dönem ve ortamının maddî gelişme, edebiyat ve düşünce hayatı açısından küçümsenmesi amaçlanmaktadır. O donem ve ortam; cehalet, geri kalmışlık, sefalet, itilmişlik, perişanlık, barbarlık, kültürel araç ve vasıtalardan mahrumiyet, düşünce, inanç, ahlak ve edebiyatta katı bir maddecilik gibi sıfatlarla tanıtılmaktadır. Halbuki bu iddialar işlerin tabiatına ve apaçık mantıksal kurallara aykırı düştüğü gibi Kur'an-i Kerim'in bildirdiklerine ve nasslarına da ters düşmektedir.

[B]2, Risalet Öncesiyle İlgili Değerlendirmelerin Zayıflığı[/B]:

Klasik sîret kitaplarında yer alan daha önce işaret ettiğimiz karalama esasına dayalı değerlendirmelerden başka, bazı kitaplar ve risaleler bulunmaktadır. Öğretim amaçlı Arapça bu tür kitaplarda yer alan edebi, tarihi ve sanatsal bazı bölümler ve konuların İslam'dan önceki Arapların hayatına, adetlerine, geleneklerine ve inançlarına ışık tuttuğunu biliyoruz.Yalnız bu risaleler, kitaplar, bölüm ve konular çok genel bir üslubla yazılmıştır.

Öncelikle bunlar Peygamber asrı ve çevresiyle özel bir biçimde ilgilenmez. İkinci olarak; buralarda kaydedilen rivayetler iyi-kötü, sağlam-zayıf, gerçek-yalan demeden birbirine karışmıştır. Netice itibariyle düşünen bir araştırıcı yine onları titizlikle okumak zorundadır. Onları gerçek, tarihi, güvenilir rivayetler ya da aşağı-yukarı doğru belgeler olarak almakta, çoğu zaman tereddüt etmek mecburiyetinde kalacaktır. Çünkü bu rivayetlerin eski olanları ancak uzun bir zaman sonra kaydedilmiştir. Rivayetler uzun zaman hafızalarda muhafaza edilmiş ve bu arada dilden dile nakledilmiştir. Tabiki bu esnada bu rivayetler üzerinde alabildiğince oynanmış ve eklemeler yapılmıştır. Artık o dönemden söz etmek bu rivayetlere dayanmakla mümkün olagelmiştir. Onların yazarları da, onları tarihi gerçekler olarak kabul etmiş, konularını, bölümlerini, risalelerini, değerlendirmelerini, çoğunlukla araştırma ve tedkike başvurmadan, bu rivayetlerin üzerine bina etmişlerdir.

Yine ilginçtir ki, zamanımızda sîret kitapları ya da İslam'ın ilk asrının (Sadr-ı İslam) tarihini yazanlar, hatta Arapların düşünce hayatını açıklamaya çalışanlar, İslamdan Önceki hayatın bazı olgularına ulaşanlar bile bu çağı ve bu çevreyi bize yeteri kadar tanıtamamışlardir. Hatta üzelerek belirtelim ki, onlar bu çağı ve çevreyi çok az bile tanıtabilmiş değillerdir. Şu kadarını bilmek yeterlidir ki; Arap düşünce ve dini hayatı üzerine yazılan bir dizi Arapça kitap içinde en güçlüsü olan "[B]Fecru'l-îslam[/B]"da bile, Risalet öncesi Arap dinleri ve inançlarının incelenmesi ihmal edilmiştir. Araplarda bulunan kahinlik, sihir/büyü, efsaneler, gelenekler ve adetlere hiçbir işarette bulunulmamıştır. Halbuki bu sahalar ve oralarda yer alan güçlü hareketler, özellikle Peygamberlikten önce olanları, Arap düşünce hayatının bir tezahürü ve somut örneği olması açısından araştırılmaya ve sözü edilmeye değer. Halbuki bu kitapta üzerinde durulan konuların tamamı Yahudilik, Hıristiyanlık ile Yunan fel-sefesi ve bu felsefenin İslam'ın ilk asrında bu hayat üzerindeki etkisinin zikredilmesinden ibarettir. "[B]Hayat-ı Muhammed[/B]" kitabının yazarı da yaklaşık olarak bu yazarın yolunu izlemiştir. Bu son kitap parlak bir girişe, doyurucu konulara, araştırmalara, önemli ilavelere ve değerli yaklaşımlara, mülahazalara özellikle sonraki baskılarında kavuşmuştur. Fakat temel yapısı önceki kitapla aynı paralelliktedir. Kaldı ki, herhangi bir halifenin, kralın/sultanın, başkanın/komutanın, alimin, şairin, edebiyatçının hayatını inceleyen bir kitaba baktığımızda, asrımızın son çeyreğinde kaleme alınan bu güzel çalışmaların birini tedkik ettiğimizde görürüz ki, yazar kendisinden söz ettiği kişiyi kuşatan çağı, bütün yönlerden incelemekten geri kalmamakta bu konuda kayda değer her şeyi vermektedir. Çevre şartlarım, onun doğumundan önceki edebi, siyasal ve sosyal yaşam biçimini ele almakta araştırmakta, incelemekte ve tedkik etmektedir.

Pek tabiidir ki, Peygamber asrinin ve çevresinin bu şekilde kapsamlı olarak ortaya konmasının Arap ve İslam Tarihinde ve Siret-i Nebi'de büyük ciddiyetle üzerinde durulması gereken konulardan olmadığını hayatı incelenen halifeler, krallar, komutanlar, şairler ve bilginlerin çağını ve çevresini geniş ve kapsamlı bir biçimde ortaya koymak kadar önemli olmadığını sanmak elbette ki isabetli olmaz. Peygamberin (s) ortaya çıktığı, ilahi vahyi gündeme getirdiği, islam Dinini, bütün yasaları, ilkeleri ve kurallarıyla yürürlüğe koyduğu, bütün dünyayı etkisi altına alan bu güçlü kuralların, yasaların ilk pratiğe aktarıldığı bir bağın ve çevrenin Önemli olmadığı söylenemez. Sonra Arapların kendisinden hareketle medeni dünyaya yöneldiği, o zamana kadar sıra ile kendilerine hükmeden ve egemen olan iki süper devleti/imparatorluğu, eşsiz deha sahibi komutanlar, üstün yetenekli valiler, idareciler ve hakimlerin gücüyle enkaz haline getirecek bir güce kavuştuğu bu çağı ve çevreyi aydınlatmak için ne kadar büyük çaba sarfedilse yine azdır. Ne kadar çok da olsa bu konuya verilen önem yine de yetersizdir.

Arapça rivayetlerde yer alan tedvin, yazım ve içerik yetersizliği, bazı değerli yazarların ve araştırmacıların bu konularda görüş belirtmekten kaçınmalarının nedenlerinden biri olmuştur. Çünkü biz bu yazarları geniş bilgi sahibi, söz sanatı sahibi, yazarlık sanatının gereklerini halkaların birbirine bağlılığının zaruretini anlayan, kitaplarını ölçülü, dikkatli, muhakemeli ve basiretli olarak yazan birer şahsiyet olarak biliyoruz. Bizim burada kaydedeceğimiz tesbitler, Peygamber asrını ve Peygamberlikten önceki çevreyi yeterli biçimde aydınlanmış olarak görmemizi sağlıyacak ve bakış darlığından alıkoyacaktır. Böylece konunun önemi ve nazikliği ortaya çıkacak, yanlış algılamalardan ve hataya düşmelerden emin olunacaktır.

[B]3. Oryantalistlerin Çalışmalarında Kullandıkları Kaynaklar:[/B]

Bazı müsteşrikler Peygamberin hayatı ve İslam'ın ortaya çıkışı konusunda bu asır ve çevre hakkında bir takım şeyler yazmışlardır. Yalnız ifade edilmesi gereken gerçeklerden biri de oryantalistlerin araştırma ve hüküm çıkarmada kendilerine özgü yöntemleri olduğudur. İşte onların bu yöntemleri bazılarını -hatta kin ve heva-heves peşinde koymayanlarını dahi- görüşlerinde ve vardıkları sonuçlarda belli ölçülerde zorlanmalara itmektedir. Onların bu tutumlarından dolayı büyük yanlışlıklara düştüklerini, kuruntulara kapıldığını görüyoruz. Bu yanlışlıklarının kaynağı çoğu zaman sahih olmayan yanlış bir haberi, ya da bir rivayeti yahud da bir işareti büyütmeleri, saygı ile karşılamaları, ya da söz konusu haberi sağlıklı bir şekilde anlamamaları yahut sağlıklı bir gerekçe olmadığı halde, o haberi başkalarına tercih etmeleridir. Çünkü onlar genellikle meseleyi kılı kırka yararcasma incelemeyi, kırk dereden su getirmeyi, kuşku ile bakmayı ve değişik faraziyelerle ortaya çıkmayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Bu nedenle onların aradaki önemli farka rağmen iki meseleyi mukayese ettikleri olayların mantığının ve eşyanın tabiatının uygun görmediği şeyleri gayet uygun gördükleri müşahede edilebilmektedir. Şuna da dikkat çekmek gerekir ki onlar, daha önce zaaf noktalarına ve tutarsızlıklarına işaret ettiğimiz rivayetlere ve klasik Arapça kitaplara son çare olarak başvurmakta ve onları en son dayanak olarak algılamaktadırlar. Burada örnek olarak "[B]İslam Tarihi[/B]" kitabının yazarı İtalyan müsteşrik Caetani'nin, Abdulmuttalib'in Kureyş'ten oluşundan hatta Arap oluşundan kuşku etmesini ya da bu sahada kuşkular yaratmaya çalışmasını gösterebiliriz. Çünkü rivayetlerden biri, kardeşi Muttalib'in onu Yesrib'ten getirdiğini ve onu kendisine soranlara da kendisine ait "[B]bir kölesi[/B]" (Abd) olduğunu söylediğini kaydetmektedir. İşte İslam tarihi yazarı bu rivayete yapışmakta ve Kur'an'ın bu konudaki açık işaretlerini, yakîn ifade edecek dereceye ulaşan tevatür halindeki rivayetleri görmezlikten gelebilmektedir. Halbuki bu yazar oryantalistler içinde küçük bir azınlığı oluşturan ve aşırı kin, karalama, karıştırma ve çirkin gösterme amacıyla yazmayan gruptan sayılmaktadır. Maksatlı olarak kaleme sarılanları ise, kin, düşmanlık saikleriyle araştırmalarının ve değerlendirmelerinin çoğunda yanlışlıklara düşmüşler ve bunların bazılarında ilim, araştırma, ciddiyet ve güven sınırlarının dışına taşmışlardır. Onların kitaplarını ve çalışmalarını, etüdlerini inceleyenler bu olguları rahatlıkla müşahede ederler. Biz burada bu meseleyi daha fazla irdelemeyeceğiz. Zira bu, konumuzun sınırlarının dışına taşmaktadır.

[B]4. Bu Çalışmayı Yapmanın Nedenleri ve Şartları:[/B]

Bir ara boş bir zamanım olmuştu ki o sırada Kur'an-ı Kerim en güzel yardım ve arkadaşımdı.(1) Bu esnada ben onun hizmetiyle uğraştım. Okudum. Ezber yaptım.Onu anlamakta derinleştim ve daha sağlıklı düşünme olanağı buldum. Bu arada dikkatlerim Resulullah'ın, risalet öncesi çağı ve ortamında yürürlükte bulunan dinî, fikrî, sosyal ve ekonomik hayat ile onların yaşam biçimleri üzerine çekildi. Baktım ki Kur'an'da bu konularla ilgili tanımlamaları, nitelemeleri, işaretleri kapsayan pek çok ayet mevcut olup, bunlarla o dönemin çevre şartlarını büyük ölçüde tesbit etme olanağı bulunmaktadır. Kendi kendime dedim ki: Bu kadar ayeti ihtiva etmesine rağmen Kur'an bu çağ ve çevrenin şartlarını büyük ölçüde tesbit etme olanağı bulunmaktadır. Kendi kendime dedim ki: Bu kadar ayeti ihtiva etmesine rağmen Kur'an bu çağ ve çevrenin tasviri için neden bir kaynak olmasın? Kaldı ki Kur'an bir yazar ya da araştırmacının kendisine dayanacağı en güvenilir, en doğru ve en eski kaynaklardan sayılmaktadır. Sîret kitaplarında ve diğer kitaplarda yer alan rivayetler geç zamanlarda yazıya geçtiğinden, hafızalarda taşındığı şırada güzel konmamama ve sağlıklı bir biçimde nakledilememiş olma ihtimali bulunduğundan, ayrıca bu rivayetlere heva-hevesin,
Kitabın yazarı 5 Haziran 1939'da Şam'da Fransız Askeri Mahkemesi tarafından, Filistin davası nedeniyle tutuklanmış; 3 Kasım 1940'a kadar süren tutukluluğunun dörtte birini Mezze Askeri Cezaevinde, geri kalanını ise Şam'daki "[B]Kale Cezaevinde[/B]" geçirmişti. Cezasını tamamlamasına az bir müddet kala, Fransız askeri yönetiminin çöküşüyle serbest bırakılmıştı.

ön yargıların, kasıtlı müdahalelerin, uydurmacılığın, düzmeciliğin ve uzlaşmacı gayretlerin etkisi uzanmış olabileceğinden, kişinin gönlünde pek çok kuşkulara neden olabilirse de Kur'an böyle değildir. Çünkü Kur'an tüm bu şaibelerden tamamen uzaktır, her türlü takdirin üstündedir. O tedvin/yazılış sağlamlığı ya da en kısa zamanda kaydediliş konusunda hiç bir kuşkunun erişemiyeceği kadar sağlamdır. Kur'an'ın bu özellikleri, ırkları, dinleri ve duygu ve düşünceleri farklı olmasına rağmen insanların büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiş bulunmaktadır. Harflerdeki fazlalıklar İrâb, Nahv ve Kıraatlardaki farklılıklarla ilgili rivayetler hatta kelimelerin fazlalığı-noksanlığı ile ilgili bazı rivayetler, bazı kelimelerin neshedilmesi, bazılarının bırakılması -bu konudaki rivayetlerde Öyle illetler ve açıklar vardır ki onları kabul etmeye yanaşmamızı engellemektedir.
(2) İle ilgili söylentilerde Kur'an'ın, Peygamber çağından ve onun Raşid Halifelerinin döneminden bu yana her çeşit şaibeden uzak olarak bize kadar sağlıklı ve güvenilir bir biçimde ulaştığına gölge düşürecek basit bir işaret bile yoktur. Buna bağlı olarak denebilir ki: Kur'an'da, Rasul'un risalet öncesi çağı ve çevresine ışık tutabilecek açıklamalar, pek tabii olarak her türlü kuşkunun üstünde olacaktır. Herhangi bir şüphe ya da kuşkulanmanın söz konusu edilmesi düşünülemez. Kur'an Rasulullah'ın lisanı ile Allah'tan tebliğ edilmiş ise de ancak ve ancak pratik olayları ifade etmiş ve yürürlükte bulunan durumları gözler önüne sermeye çalışmıştır. Vahiy yaşanan gelişmeler üzerine inmiştir. İşte bu gelişmelerle ilgili olarak; Kur'an, ne önünden, ne arkasından herhangi bir yanlışlığın ulaşamayacağı kesin söz ve ayırıcı hükümdür. Hatta bu olaylara bakış açısından dolayı, gayr-i müslimler bile onu; -sağlıklı, güvenilir, çağdaş bir belge olması nedeniyle- başka şekilde algılayamaz. Onu keyfi biçimde değerlendirmeye tabi tutamaz.
Bu açıdan Kur'an ayetlerini incelemeye başlayıp onları konularına göre tasnife tabi tuttuğumda Peygamber çağı ve çevresini değişik açılardan ele alan pek çok değerlendirmelerle, nitelemelerle Allah'ın yardımıyla yazıp tamamladığımiz "[B]el-Tefsİru'l-Kavim[/B]" adlı eserimizin mukaddilesine, Kur'an'ın tedvinine dair bir bölüm ayırıp koyduk. Orada şunu ispatladık. Bugün elimizde iki kapak arasında bulunan Mushaf, Rasulullah'ın vefatı esnasında bize bıraktığı mushafın aynısıdır.

karşılaştım. Böylece bu çağı ve bu çevreyi Kur'an'dan alınan tablolarla aydınlatmaya ve bunlarla pek çok olgunun tesbit edilebileceğine olan inancım daha da sağlamlaşti. Evet bu tesbitler ve tablolar tam yeterli olmasa da konunun ana başlıklarını, ana hatlarını belirleyecek ve olması gerekene ışık tutacaktır. Hatta bu çabayla ortaya konacak olan tabloların bir kısmı şu ana kadar genellikle dikkatten kaçan tablolardır. Sonra başka gerçek tablolar var ki az veya çok şu anda zihinlere nakşedilenden farklılık arzetmektedir. Bunlar kendi alanlarında önemli ve ilginç tesbitler olarak ortaya çıkar. Bu çoğunun başlangıcı bilinse de önemlerini asla yitirmezler. Çünkü ben bu tabloları aynı şekilde ve yalnız Kur'an-ı Kerim çerçevesinde ortaya koymaya çalışan bir tek kişi hatırlamıyorum. Şunu da belirtmeliyim ki: Burada yaptığımız tesbitler ancak istidlal ve ayetlerden esinlenme suretiyle resmedilebilen tesbitlerdir. Kur'an'ın bu tesbitleri bizzat yapmasını beklememek gerekir. O kendi üslûbu, ifade biçimi ve Kur'anî niteliklerine uygun düşecek biçimde hakikatleri belirtmiştir. Biz ise bu ifade, uslub ve niteliklerden bazı çıkarımlarda bulunmak istedik. Çünkü Kur'an'ın asıl metodu ve konusu, davet, öğüt, korkutma, müjdeleme, teşvik, sakındırma, takdir etme, eleştirme, hikaye etme vs. gibi yöntemleri kullanmaktır.

[B]5. Risalet Öncesi Dönemle İlgili Kuranı Tabloların Çokluğu:[/B]

Pek tabii olarak ben Kur'an'da Rasul’un (s), risâlet öncesi çağı ve çevresiyle ilgili olarak yer alan pek çok delaletin şu ana kadar hiç ele alınmamış, açıklanmamış ve değerlendirilmemiş olduğu görüşüne katılmıyorum. Elbette ki Kur'an, muhtelif çağ ve ülkelerde yüz milyonlarca insanın arasında elden ele dolaşmış, yüzbinlercesi okumuş, incelemiş, onbinlercesi onu anlamıştır. Ve onu anlayanların çoğu bu sözü edilen delaletleri farketmiş, hissetmiş, onların zihinlerinde bu tabloların pek çoğu şekillenmiştir. Onlar bu asır ve çevre ile ilgili Kur'anî delaletleri ondan iktibas etmişlerdir. Sîret ve tefsir kitaplarında bu konuyla ilgili olarak çokça açıklamalara ve yorumlamalara rastlamak mümkündür. İkinci bir cümleyle ifade edersek, itiraf edeyim ki, burada tespit edilen tablolar ve tasvirler, Kur'an'ı sürekli okuyan ve anlamaya çalışan kimselere hiç de yabancı gelmeyecektir.

Fakat bu Kur'an okuyucularının büyük çoğunluğunun onun ayetlerini anlamak amacıyla yeterli çaba sarfetmediğini, derin ve basiretli anlayışa ulaşmadıklarını, Kur'an'ın ihtiva ettiği bu tablolardan pek çoğunu görmeye güç yetiremediklerini söylemeye engel olmaz. Hatta bu olgu, bir ölçüye kadar, çok azınlıkta kalan, Kur'an'ı anlayan kuçuk grub için de geçerli olmaktadır. Aynı şekilde neslimizin kültürlü kesiminin büyük çoğunluğu, -tamamı olmasa da-Kur'an'a karşı aynı durumdadır. Onların öncelikle Kur'an'ı, ardından sîret ve tefsir kitaplarını okumaları sağlanmamıştır. Öyle sanıyorum ki, onlar çocukluklarında Kur'an'ın tamamını ya da bir kısmını okumuş ya da okutmuşlar sonra onunla aralarındaki bağları kopmuştur. Onların içinden düşünerek ve içtenlikle, basiretli bir biçimde okuyanlar çıkmış, yahut araştırma yapmak isteyenler olmuşsa da bunlar çok ender rastlanan durumlardır. Hiç kuşku yok ki, buna benzer tablolar özellikle bu neslimiz ve gençliğimiz için yeni bir şey olacaktır. Ve aynı zamanda bu, onlarla Kur'an arasındaki zayıflamış ya da kopmuş olan bağı yeniden oluşturacaktır ki bu, gerçekten çok önemlidir. Kur'an ile Arap nesli özellikle müslüman nesil arasındaki bağın zayıf, kopuk ya da buna benzer bir pasiflikle olması gerçekten çok çirkindir. Zira bu kitap kendilerini nisbet ettikleri dinin kitabı ve kendileriyle iftihar ettikleri, sayesinde izzet ve şeref elde ettikleri övünç kaynaklarıdır.

[B]6. Bu Çalışmanın Kaynaklan ve Konuları:[/B]

Yukarıda söz ettiğim noktaların hepsi, Allah'tan hayır ve iyi dilekte bulunmamı ve bu tabloları çizerken yalnız Kur'an-i Kerim'e dayanarak çalışmaya devam etmemi sağlamışlardır. Bu tabloları gün yüzüne çıkarmada rivayetlere dayanmaktan uzak durdum. Yalnız bu rivayetler, istidlallerin ve iktibasların sağlıklı olduğunu açıklayıcı, detaylarını açıcı ya da yaklaşımların doğruluğuna delil oldukları zamanlar hariç. Bu çalışmamla önemli bir boşluğu doldurmaya gayret ettim. Ancak Peygamberin (s) Risalet öncesi çağı ve çevresi hakkında, ileride, daha geniş bilgi sahibi, daha becerikli ve daha kapsamlı çalışma yapabilecek, yeterli, doyurucu bir araştırmaya muktedir, onların ikisini de gerçekçi ve kapsamlı bir şekilde tasvir edecek ehliyetli kimselerden önce bu eyleme giriştiğim için üzülüyorum. Yine de bu gayretimle gençliğimize karşı bir görevi yerine getirdiğimi, onlarla Kur'an arasındaki bu kopuk bağı canlandırdığıma inanıyorum. İşte bu çalışmamdan, okuyucunun önüne sunduğum bu kitap oluştu.

Kitap konu ve te'lif açısından birbiriyle uyum sağlayan ve ahenk içinde olan dört bölümden oluşmaktadır. [B]Birinci bölümde[/B]: Bölge ve Yerleşim, [B]ikinci bölümde[/B]: Arapların sosyal hayatı, [B]üçüncü bölümde[/B]: Düşünce hayatı, [B]dördüncü bölümde[/B]: Bu çağda ve bu çevrede yaygın halde bulunan dinler ve inançlar ele alınmıştır. Bu bölümler, önsöz kısmında daha detaylı olarak verilmiş bulunmaktadır.
Kitap birbiriyle ahenkli konularının yanında Kur'an'a dayalı etüdler ve tahlillerden oluşmaktadır. Ayetler konularına göre etüdlere tabi tutulmuş ve tahliller yapılmıştır. Onların delaletlerine dikkat çekilmiş, nüzul şartları ve münasebetlerinin ilham ettiği olgulara işaret edilmiş ye bunların Peygamberlikle görevlendirilmeden önceki zamanla ilgileri tesbit edilmiştir. Bu çalışmalar, umarım kitabın ilgi çekiciliğini ve yararlılığını daha da arttırmıştır.

[B]7, Ayetlere Çokça Yer Verilişinin Gerekçesi:[/B]

Okuyucu, işlediğim konularla ilgili olarak, delil sadedinde bol ayet verdiğimi görecektir. Gerçek odur ki, ben bu çalışmamda ayetleri çoğaltmayı değil bilakis çok delil göstermeyi amaçladım. Çünkü; birinci olarak, Kur'an bu kitabımızın dayanağı ve biricik kaynağıdır. İkinci olarak, ayetler ne kadar birbirine benzese de benzeşmelerine rağmen aralarında önemli farklar vardır ve kaydedilmesinde yarar görülmektedir. Üçüncü olarak, herhangi bir konuda ayetlerin çokluğu, okuyucuya ifade edilmek istenenin daha açık bir biçimde algılanmasını ve daha dikkatli olarak konuya yönelme olanağını sağlayacaktır. Ben ayetlerin numaralarını vererek, okuyucunun onları Mushaf ta okumasını uygun görmedim. Zira bu ayetleri kitapta doğrudan onun gözleri önüne sermek, konuyu araştırmada ve onu sürdürmede okuyucuya daha kolay gelecektir. Umarım ki bunda da öncekilere ilave olarak amaçladığımıza ulaştincı pratik bir girişim vardır. Yani gençliğimiz ile Kur'an arasındaki bağ yenilenmiş, Onun ayetlerini anlama ve kapsamlarını idrak etmede kendilerine uygun bir yöntem gösterilmiş olacaktır.

Kendisine yöneldiğim bu işte; ister doğruya ulaşmış olayım ister hataya düşmüş olayım, ister bu tabloları çizmeye güç yetirip bu tahlile dayalı etüdümle istidlalimin sağlıklı olduğuna bir parça açıklık kazandırayım, ister bunda başarısız kalmış olayım, gerçek odur ki; giriştiğim çalışmada var gücümle çabaladım. Bu iyi niyetimin bana şefaatçi olacağını, bu çalışmanın karşılıksız kalmayacağını ümid ediyorum. Allah'tan bana kötülük yolunu kapatıp iyilik yolunu açmasını, doğru iş ve sözü bahşetmesini, beni mağfiret ve hoşnudluğuna erdirmesini temenni ediyorum.
18 Ağustos 1946
Bu tarih, yukardaki girişin temize çekildiği tarihtir. Kitabın müsveddelerinin yazımı ise 1359 hicri yılının Muharrem ayında (Mart 1940) tamamlanmıştır. Kitap basım İçin Şevval 1365 h. (Ekim 1946) tarihinde matbaaya teslim edilmiştir.

dost1 27. March 2011 02:01 PM

[B]BİRİNCİ BÖLÜM[/B]

[B]Bölge ve Yerleşim[/B]

Bu bolüm Hicaz'ın bölgesel özelliklerini ele almaktadır. Bu bölgelerin hava şartlarını, su kaynaklarını, toprak yapısını incelemektedir. Sonra orada oturan yerleşik halkın niteliklerini, uyruklarını, dillerini, yerleşim bölgelerini, yaşayışlarını, yiyeceklerini, içeceklerini, folklorlarını, savaş araçlarını araştırmaktadır. Ticaret, sanayi, ziraat, gemicilik, avcılık, hayvan besiciliği ve eğitim ile ilgili konuları irdelemektedir. Bu bölüm aşağıdaki alt başlıkları kapsamaktadır:
A) Hicaz ve Hicazlılar.
B) Ekonomik hareket ve yaşayış,
C) Hicaz'daki yabancı azınlıklar.

[B]A) HİCAZ VE HÎCAZLILAR[/B]

[B]1. Kur'an'da Hicaz Bölgesi:[/B]

Hicaz bölgesi tabii olarak açıkça bilinen ve sürekli gözler önünde olan bir olgu olabilir. Yalnız ifadenin, birbirine bağlılığını koparmamak ve arada açık bırakmamak için bu bölgenin niteliklerini Kur'an'dan ilham alarak tesbit etmede herhangi bir sakınca görmüyoruz. Bunun yanında Kur'an'ın nitelemesindeki canlılık ve kuvvetin hala kendisini koruduğunu, özellikle bu nitelemede, verimli ve sahil bölgelerinin daha canlı ve güçlü biçimde nitelendirildiğini ifade etmek gerekir. Buna bağlı olarak diyoruz ki: Kur'an'da doğal çevre ile ilgili nitelikleri kapsayan pek çok ayet vardır ve bu ayetlerde hitab yakın muhatablara yöneltilmiştir. Yine Kur'an ayetleri içinde özellikle bazı bölgeleri ilgilendiren ayetler de vardır. Ki bu Özel bölgeyi ilgilendiren açıklamaların Hicaz bölgesine yönelik olduğunu söylemek doğru olur.

Kur'an'da ifadesini bulan bu niteliklere göre denebilir ki: Kur'an Hicaz havalisinde bölgesel ve coğrafi şartları açısından farklılık arzeden değişik kesimlerin varlığını ikrar etmektedir.

Mesela, oldukça kurak, alabildiğine sıcak, suları kıt, dağlarla çevrili, sakinlerinin dışarıdan gelen gıda maddeleri ile rizıklarını temin ettiği bir mıntıka. Burası "[B]Mekke[/B]"dir. Veya daha dikkatli bir ifade ile Mekke Mıntıkası'dır.

ibrahim sûresinde ibrahim'in (a) duaları hikaye edilmektedir, işte bu ayetlerde Beytu'l-Haram bölgesinin nitelikleri yer almaktadır. -Bu da Ka'be mıntıkası yahut Mekke'dir- Ki burada belirtildiğine göre orası ziraate elverişli olmayan bir vadidir, ibrahim duasında hikaye edildiğine göre o, Allah'ın o bölge ahalisini meyvelerden rıziklandirmasını ve insanların gönüllerini onlara yöneltmesini dilemiştir:
"Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Ha¬ram (kutlu ve korunmuş evin) yanında ekini olmayan bir vadiye yer¬leştirdim; Rabbimiz dosdoğru namazı kılsınlar diye (Öyle yaptım), böylelikle sen, insanların bir kısmının kalblerini onlara ilgi duyar kıl ve onları bîr takım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükreder¬ler." ([B]İbrahim, 37)[/B]

Kasas sûresinde yer alan bir ayette Mekke halkına reddiye vardır. Yine bu ayette Allah'ın, onların Harem'lerini güven yeri kıldığı ve herşeyin meyvesinin oraya toplandığına işaret edilmiştir. Bu da ifade ediliyor ki; Onun rızkı dışardan ona toplanıp gelmektedir:

"Dediler ki: "Eğer seninle birlikte hidayete uyacak olursak, ye¬rimizden (yurdumuzdan ve konumumuzdan) çekilip kopartılırız." Oy¬sa biz onları kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürününün aktarılıp-toplandığı, güvenli bir haremde yerleşik kılmadık mı? Fa¬kat onların çoğu bilmiyorlar." ([B]Kasas, 57)[/B]

Yine Nahl (112) ve Bakara (126) sûrelerinde yeralan bazı ayetler de bu anlamı desteklemektedir.

Kasas sûresinin ayetinden anlaşılıyor ki: Mekke ahalisi Beytu'l-Haram'ın hürmetinde ve insanların gönüllerinin kendileriyle birlikte olmalarında; yaşamlarını, güvenlerini ve saygı duyulmalarının nedenlerini görüyorlardı. Ve Peygamber'e (s) çağrısında tabi olduklarında, bu sebeplerden mahrum kalmaktan korkuyorlardı. Bu da belirtmeye çalıştığımız olguyu bir açıdan desteklemekte ve onunla paralellik arzetmektedir.

Bu bölgenin aşırı sıcak olduğunu ise, Nahl sûresinde yer alan bir ayetten istidlalle çıkarmak mümkündür:

"Allah, sizin için yarattığı şeylerden gölgeler kıldı. Dağlarda da sizin için barınaklar-siperler kıldı, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, sizi savaşınızda (zorluklara karşı) koruyacak giyimlikler de var etti. İşte o üzerinizdeki nimetini böyle tamamlamaktadır, umulur ki teslim olursunuz." [B](Nahl, 81)[/B]

Burada gölgelere, dağların gölgeliklerine işaret edilmiştir ki, orada yerleşmiş bulunan insanlar sıcaklıktan korunmak için onlara sığınıyorlardı. Yine burada sıcaklıktan koruyan elbiseye işaret edilmiş fakat soğuktan koruyan elbiseden söz edilmemiştir. Sanki o yalnız sıcaklık ve aşırı sıcaklıktan koruyan bir hava sığınağıdır. Ayet bunu Allah'ın Mekke halkına verdiği nimetler ve yardımları sadedinde dile' getirmektedir.

([COLOR="Blue"]Bazı müfessırler bu cümlenin: "Sizi sıcaktan da soğuktan da korur" manasına gelebileceğini söylemişlerdir. Fakat bîr taraftan ayetin özü, diğer taraftan yalnız norma! gölgelerin ve dağ gölgelerinin kaydedilmesi ile yetinilmesi böyle bir manayı düşünmenin pek öyle tutarlı olmadığını ortaya koyar gibidir. Buna göre asıl kastedilen sıcaklıktır. Sonra Nur Süresindeki bir ayet de bu görüşümüzü desteklemektedir. O da: "öğlen sıcağında elbiselerinizi çıkardığınız zaman..." (58 ayet). Bu ifade öğlen uykusunu ve o sırada hafif elbise giymekle serinlemeyi ifade etmektedir. Buna mukabil kıştan bahsedilmemiştir. Bu da sıcağın daha çok; soğuğun ise etkin olmadığını gösterir.)[/COLOR]

Bu da onların kavurucu sıcaktan ne kadar muzdarip olduklarını gösterir.
Dağların ve dağ oyuklarının zikredilmiş olması da Mekke'nin doğrudan dağlarla çevrili olduğu şeklindeki ifademizi desteklemekte ve doğru olduğunu göstermektedir. Bu ilk bakışta hemen farkedilir. Bu bölgede suyun kıtlığını ise, bazı Kureyş ailelerinin deruhte ettiği Si-kayetu'l-Hacc/Hacılara su dağıtma ve onlara su temin etme görevinden çıkarma olanağı vardır. Tevbe sûresinin ayetlerinden birinde bu göreve işaret edilmiştir. Allah'a iman ve O'nun yolunda cihad ile bu görevi karşılaştırma sadedinde deniyor ki:
"Hacılara su dağıtmayı ve mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkla¬rı) gibi mi saydınız? (Bunlar) Allah katında bir olmazlar. Allah zul¬me sapan bir topluluğa hidayet vermez." [B](Tevbe, 19)[/B]

Mekke ahalisinin Hacılara su temin etmeye neden bu kadar önem verdiğini ve sikaye görevini bu derece büyük bir fazilet olarak kabul ettiklerini şimdi daha iyi anlıyoruz. Bu, hemen farkedileceği gibi, bölgede su kıtlığından kaynaklanmaktadır. Yine bununla, Zemzem kuyusunun kazılması ile ilgili rivayet üzerinde yoğunlaşan haberlere, neden bu kadar önem verildiğini ve siret kitaplarında bu konuyla ilgili olarak kaydedilenlerin değerini daha güzel kavrayabiliyoruz.( Bknz: îbn Hisara c 1; sh 134 vd.)


[B]2. İklim Şartları ve Tarım:[/B]

Kur'an'da yer alan pek çok ayet Allah'ın yağmurlar yağdırdığını, ondan kaynaklar ve ırmaklar fışkırttığını, ekinleri, ağaçlan, hurmalıkları, üzümleri, narları, zeytinleri ve diğer değişik meyveleri bitirdiğine dikkat çekmektedir. Yerleşik halkın, gök suyunu çektiğinde ve ekinlerin susuzluktan sarardığını gördüğünde nasıl dehşete kapıldıklarını niteleyen ve yakın muhatablarına hitab ederek Allah'ın nimetlerini ve gözlerinin önündeki ayetlerini, kendisinden yararlandıkları somut ihsanlarım hatırlatan ayetler pek çoktur. Aşağıda bunlardan bir kaçı verilmiştir:

1) O, gökten su indirendir. Bununla her şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan da birbiri üstüne bindirilmiş taneler çıkarıyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, "birbirine benzeyen ve benzemeyen" üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz). Meyvesine, ürün verdiğinde ve ol¬gunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Hiç şüphesiz İnanacak bir toplu¬luk için bunda gerçekten ayetler vardır. ([B]En'am, 99) (Bkz, En'am, 141)[/B]


2) Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki hayvanlarınızı onda otlatacaksınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bun¬da düşünebilen bir topluluk için ayet vardır. ([B]Nahl, 10-11[/B])

3) Biz gökten belli bir miktarda su indirdik ve onu yeryüzünde yerleşik kıldık; şüphesiz biz onu (kurutup) gidermeye de güç yetirenleriz. Böylelikle bununla size hurmalıklardan, üzümlüklerden bahçeler, bağlar kıldık, İçlerinde Çok sayıda yemişler vardır; sizler onlardan yemektesiniz ([B]Mu'minun, 18-19)[/B]

4) Ölü toprak kendileri için bir ayettir; biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle de onlar ondan yemektedirler. Biz, orda hurma¬lıklardan ve üzüm-bağlarından bahçeler kıldık ve içlerinde pınar¬lar da fışkırttık. ([B]Yasîn, 33-34)[/B]

5) Bir de insan, yediğine bir bakıversin; hiç şüphe yok biz, suyu akıttıkça akıttık. Sonra yeri de yardıkça yardık. Böylece onda bitirdik; taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar. Boyları İri ve birbiri içine girmiş ağaçlı bahçeler. Meyveler ve otlaklıklar. Size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak Üzere. [B](Abese, 24-32) Ayrıca Bkz: (6/141; 30/48-51; 50/7-11; 56/63-70)[/B]

Bu ayetler okunduğu zaman Kur'an'ın bunlarla Hicaz ahalisini hatta Mekke ehlini birinci derecede kastettiği, öncelikle onları muhatab aldığı somut olarak müşahede edilebilir. Çünkü ayetlerin tamamı Mekkîdir. Ayetler genel bir biçimde Allah'ın insanlar üzerindeki nimetlerini hatırlatma ve onları gündeme getirme sadedinde de olsa, hiç kuşkusuz olarak kendisinin birinci muhatabı durumunda bulunan Hicaz ahalisinin özellikle Mekke Ehlinin ve civarda yaşayanların dikkatlarını bizzat gözleri ile gördükleri ve kendilerinden yararlandıkları bu nimetlere çekmekteydi, ikinci bir ifade ile; bu ayetlerin bizzat Hicaz'a yönelik oldukları özellikle Mekke'ye yakın çevrede yer alan bölgelere dikkat çektikleri, toprağı iyi olan, yağmurların depolandığı kaynakların ve ırmakların kendisinden kaynayıp gittiği, yerinin yeşerdiği ve yeşilliğinin yükseldiği, her çeşit ekinin, otların, ekilip-biçilen tohumların, hurma, üzüm, nar, zeytin ve diğer çeşitli meyve ağaçlarının yetiştiği bölgelerin burada kasdedildiği gerçekten apaçıktır.

Ayetler, bu bölgeleri bizzat Mekke -Beytu'l-Haram- bölgesini belirlediği gibi belirlememişse de bu bölgeler birer vakıa olarak ortadadır. Bunlar da Taif mıntıkası ve çevresi, Mekke ile Cidde arasında yer alan vadilerdir. Medine ve çevresi de bu bölgelere dahildir. Bu bölgeler hâlâ pek çok kaynaklarını ve derelerini muhafaza etmektedir. Ovaların yeşilliğini, üzüm ve hurma bahçelerini çeşitli meyve ve ekinlerini korumaktadır. Oralara Mekke bölgesinden daha fazla yağmur yağmaktadır. Dereler dolmakta ve ovalar su altında kalmaktadır. Büyük kuyular akmakta, gözeler ve kaynaklar fışkırmaktadır. Yer yeşil örtüsüne bürünmekte, süsünü üstüne almakta, çeşit çeşit bitkiler üzerinde bitmekte ağaçlar yeşermektedir. Bu nitelemeler ayetlerde geçen çekici vasıflara uygun düşmektedir. Zira bu nitelemelere göre yağmurların yağışından sonra yer güzelliklerini bürünmekte, yemyeşil örtüsüne kavuşmakta ve tekrar hayata dönmektedir.

[B]3. Deniz ve Denizcilik:[/B]

Yine pek çok ayetler vardır ki, denizi, denizin niteliklerini, yıldızlarını, dalgalarını, tehlikelerini ve yolculuklarını, orada hareket eden gemileri, dağ gibi inşa edilmiş akıp giden yük gemilerini, insanların rızık ve ticaret peşinde koymak niyetiyle düzenledikleri deniz yolculuklarını, denizden çıkardıkları etleri, inci ve mercan gibi çeşitli zinet eşyalarını dile getirmektedir. Aşağıdaki ayetlerde bunları görmeye çalışacağız:

1) O, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanız için size yıldızları varedendir. Bilebilen bir topluluk için biz ayetleri birer birer (bölüm bölüm) açıkladık. ([B]En'am, 97)[/B]

2) Karada ve denizde sizi gezdiren odur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken dinde O'na gönülden katıksız bağlılar (muhlisler) olarak Allah'a dua etmeye başlarlar. "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, tartışmasız sana şükredenlerden olacağız." ([B]Yunus, 22)[/B]

3) Sizin Rabbiniz, fazlından aramanız için denizde gemileri sizin için yürütür. Gerçekten o, size karşı merhametli olandır. Size denizde bir'
sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider, fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür. ([B]İsrâ, 66-67)[/B]

4) Ya da (küfre sapanların amelleri) engin bir denizdeki karanlıklara benzer, onun üstünü bir dalga kaplar onun üstünde bir dalga, onun da üstünde bir bulut vardır. Bir kısmı bir kısmı üzerinde olan karanlıklar elini çıkardığında onu bile neredeyse göremeyecek. Allah bir kimseye nur vermemişse, artık onun için nur yoktur. ([B]Nur, 40)[/B]

5) îki deniz bir değildir. Şu, oldukça tatlı, susuzluğu keser ve İçimi kolay; şu da tuzlu ve acıdır. Ancak her birinden taze et yersiniz ve takınmakta olduğunuz süs eşyalarını çıkarırsınız. O'nun fazl (verdiği nimet ve rızık)mdan aramanız ve umulur ki şükretmeniz için gemilerin onda (denizde) suları yara yara akıp gittiğini görürsün. [B](Fatır, 12)[/B]

6) Birbiriyle kavuşup-karşilaşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırını geçmezler. Şu halde Rabbİnizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? İkisinden de inci ve mercan çıkar. Şu halde Rabbİnizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? Denizde koca dağlar gibi yükselen gemiler de onundur. Şu halde Rabbİnizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz. ([B]Rahman, 19-25)[/B] Ayrıca Bkz: [B](16/14; 17/69; 42/32-33; 5/96)[/B]

Bu ayetler Allah'ın insanlar üzerindeki nimetlerini, ihsanlarını hatırlatmaktadır. Yalnız Allah'a çağırma, onun dışında kalan her şeyi bırakıp atma sadedinde varid olmalarına, tehlike ve dar anlarda biricik sığınağın yalnız o olduğunu hatırlatma türünden uyarılar olmasıyla birlikte bu ayetlerde, muhatab alman kişileri gösteren zamirler de var. Yakın hitab şeklinin ve yapısının kaldırabileceği nitelikte olan bu yapı aynı zamanda sözün birinci muhatablarına yönelik olduğunu onların da Hicaz ahalisi olduğunu ve Hicaz ahalisinin çeşitli deniz işleriyle olan ilişkilerini göstermekte ve böylece Hicaz'ın sahil kesimlerine ait işaretler taşımaktadır.

Bu kesimlerin liman şehirlerindeki hareketi, gemiciliği, avcılığı ve dalgıçlığını dile getirmekte, Hicaz ahalisinin özellikle şehirde yaşayanlarının ve tüccarlarının bundan ne denli büyük menfaatler elde ettiklerini ifade etmektedir.

Ayetlerin çokluğu, sürekli olarak tekrar edilişi, zengin üslub çeşitleriyle sunulması başka bir ifadeyle Kur'an'ın denizlere, denizlerin içindekilere, onların üzerinde yürüyenlere ve ondan elde edilen çeşitli yararlara bunca yoğun bir biçimde eğilmesi... Evet bunlarda yer alan olguların bir kısmı geneldir, fakat yine de gemicilik, avcılık ve dalgıçlık hareketinin zayıf olmadığını gösterebilir. Ve bu işlerin Hicazlıların geçimlerinde, ticaret ve ekonomik hayatlarında önemli bir yer tuttuğu belirtilebilir.

Bu çıkarımları destekleyen delillerden biri pek çok ayetlerde yer alan yakınlara yönelik olan hitabtır. ikincisi uzun bir sahil bölgesinin hatta Hicaz ülkeleri boyunca devam eden bir sahil kesiminin varlığı ve üçüncü olarak da hicaz ve ona komşu olan ülkelerin arasındaki uzun mesafe onlara denizi ve deniz yolculuklarını kolaylaştırmış ve onlarla daha süratli ve daha kolay olarak ilişki kurmasını temin etmiş olabilir.

Rivayetlerin bildirdiğine göre Ömer b. Hattab (r) Amr b. As'a kendisine denizin niteliklerini belirtmesini istemiş o da ona: "Büyük bir yaratıktır. Ona küçük bir yaratık binmektedir. Ağaç üzerindeki böcek gibi" demiştir. Rivayete göre Ömer b. Hattab, Amr'ı buna bağlı olarak müslümanları deniz yolculuğuna çıkarıp tehlikeye atmaktan menetmiştir. Bazı çağdaş yazarlar bu rivayeti sağlıklı bir olgu olarak kabul etmiş ve Hicaz Araplarının denizi tanımadıklarını ve deniz yolculuklarını, seyahatlarını bilmediklerini ifade etmişlerdir. Rivayetin ve yorumlanışının tutarsızlığı açıktır. Ömer b. Hattab ve Amr b. As'ın ikisi de tüccardı. İslam'dan önce bile Şam, Mısır ve Fars ülkelerini gezmişlerdir. Amr, Mısır'ı daha önce bildiğinden dolayı acele ile onu fethetmeye koşmuştu. Her ikisinin de denizi görmemiş olduklarını sanmak doğru olmaz. Kur'an da pek çok defalar denizden söz etmiş onun niteliklerini, deniz yolculuğunu, tehlikesini, ticaretini, avını ve dalgıçlığını gözler önüne sermiştir. Kur'an'in bu şekildeki açıklamalarını deniz hakkında hiçbir bilgisi bulunmayan birinci derecedeki muhatablarma yöneltmiş olması mantıklı olmaz. Sonra buna ilave olarak Arap yarımadası doğusundan, güneyinden ve batısından deniz ile kuşatılmıştır. Yerleşim bölgelerinin büyük kesimini sahillere yakın yerlerde yaşayan kitleler oluşturmuştur. Ki bu kitlelerin bir kısmı bizzat sahilde yaşamaktadır. Bu bir olgu olduğu halde, onların denizi tanımamış olmaları, azami ölçülerde ondan yararlanmamış ve yakın-uzak deniz yolculuklarına çıkmamış olmaları doğru olmaz.

[B]4. Hicaz Şehirleri:[/B]

Ayetlerin kastettiği anlamdan istidlal edilerek Hicaz ülkesinin şehirlerde ve kasabalarda yaşayan medenî, bir de kırsal kesimde yaşayan bedevî halktan oluşan iki tür insan tipini barındırdığı çıkarılabilir. Hicaz'ın şehirlerinden ikisi bizzat Kur'an'da zikredilmiştir. Bunlar "Mekke-i Mükerrebe" ve "Medine-i Münevvere"dir. Özellikle bunların zikredilmiş olması onların Hicaz ülkesinin başlıca iki büyük şehri olduğunu göstermektedir.
Bu şehirlerin birincisi Kur'an'da "[B]Mekke[/B]" ve "[B]Bekke[/B]" sözcükleriyle anılmıştır. İşte bu sözcüklerin geçtiği ayetler:

1) Gerçek şu ki insanlar için ilk kurulan ev, Bekke (Mekke) de, O, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Kâbe)dir. [B](Al-i İmran, 96)[/B]

2) Onlara karşı size zafer verdikten sonra, Mekke'nin göbeğinde onların ellerini sizden ve sizin de ellerinizi onlardan çeken O'dur. Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görmekte olandır. [B](Feth, 24) [/B]

İkinci şehir eski adı olan "[B]Yesrib[/B]" ismiyle zikredilmiştir. Ve aynı şekilde İslam'dan sonra kendisine özel bir isim olarak verilen Medine/şehir adıyla da anılmıştır. Şimdi bu ayetleri verelim:

1) Onlardan bir grup da hani şöyle demişti: "Ey Yesrib (Medine) halkı,artık sizin için (burada) kalacak yer yok, şu halde dönün." Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye peygamberden izin İstiyordu, oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı. ([B]Ahzab, 13)[/B]

2) Medine halkına ve çevresindeki bedevilere, peygamberden geri kalmaları, kendi nefislerini onun nefsine tercih etmeleri yakışmaz (yasaktır). Bu, gerçekten onların Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, dayanılmaz bir açlık (çekmeleri) kafirleri kin ve öfkeyle ayaklandıracak bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları ve karşılığında, mutlaka onlara bununla salih bir amel yazılmış olması nedeniyledir. Şüphesiz Allah, iyilik yapanların ecrini kaybetmez. ([B]Tevbe, 120)[/B]

Kur'an'da gizli bir işaretle kendisinden söz edilen önemli bir şehir daha vardır. Gelecek ayete bakalım:
«Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamı¬na indirilmeli değil miydi?"» ([B]Zuhruf, 31)[/B]

Müfessirler bu iki kasabanın Mekke ve Taif olduğunda sözbirliği etmişlerdir.Bu böyle. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki: Kur'an'da bazan karye/köy, kasaba ve Medine/şehir kavramları eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Aşağıdaki ayetler buna delalet ediyor:

1) İçinde bulunduğumuz karye (köy)e ve beraber geldiğimiz kervana sor.Biz doğru söylüyoruz! {[B]Yusuf, 82)[/B]
2) Seni sürüp-çıkaran şehir (karye)den daha kuvvetli nice şehir (karye)ler var ki biz onları yok ettik de onlara hiçyardım eden çıkmadı. ([B]Muhammed, 13)[/B]

Bu ayetlerin birincisinde kastedilenin Mısır, ikincisinde kastedilenin Mekke olduğu açıktır.

Aynı şekilde Kur'an, kendisi etrafında ikinci derecede kalan şehir ve kasabaların toplandığı başkent ya da buyük merkezleri "Ümmu'l-Kurâ' Şehirlerin anası olarak adlandırmıştır. Aşağıdaki ayette bunu görüyoruz:
"Rabbin, ana yerleşim merkezlerine (Ümmu'l-Kurâ) onlara ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve biz, halkı zulmetmekte olan şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz." [B](Kasas, 59)[/B]

Aşağıdaki ayette görüldüğü gibi, Kur'an bu adı Mekke şehri için kullanmıştır.

"işte biz sana, böyle Arapça bir Kur'an vahyettik; şehirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarıp-korkutman için ve kendisinde şüphe olmayan toplanma gununü (haber verip onları) uyarıp-korkutman için de. (O gün onların) Bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgınca yanan ateşin içerisindedirler." ([B]Şûra, 7)[/B]

Bu adlandırmaların Kur'an'ın inişinden önce de alışılagelen ve normalda kullanılan adlandırmalar olduğunda kuşku yoktur. Çünkü Kur'an toplumun dili ve onların kavramlarıyla inmiş bulunmaktadır.

"[B]Ümmu'l-Kurâ[/B]" kavramının Mekke için kullanılmasından, onun büyük bir şehir olduğunu çıkarmak mümkündür. Aynı şeyi az önce naklettiğimiz Kasas ve İbrahim Sûreleri 57. ve 37. ayetlerinden Mekke'nin saygın bir merkez, diğer bölgelerden daha farklı bir konuma ve değere sahip olduğu çıkarılabilir, Ora halkının Nebevi davete karşı menfi bir tavır takınması Hicaz'ın diğer şehirlerinin, kasabalarının ve kırsal kesimde yaşayan kitlelerinin, hatta Arap yarımadasının diğer bölgelerinde yaşayan halk kesimlerinin de aynı tavrı takınmalarına büyük ölçüde etki eden bir faktör olmuştur. Aynı şekilde oranın fethedilmesi ve İslam'a boyun eğmesi de, onların hepsinin İslam'a boyun eğmelerine ve bölük bölük Allah'ın dinine girmelerine etki eden iki Önemli faktör olmuştur. Bu ayni zamanda tevatür ile sabit olan bir olgudur. Ve bu vakıaya Nasr sûresi delâlet etmektedir:

"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman ve insanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde, durmaksızın Rabbini hamd ile teşbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü 0, tevbeleri çok kabul edendir."

Bütün bunlar "[B]Ümmu'l-Kurâ[/B]" olan Mekke'nin konumunun önemini, işgal ettiği mevkiyi ve mazhar olduğu genel teveccühü te'yid etmektedir.

Ka'be'nin ve Hac menasıkının Mekke ve çevresinde bulunması; Mekke'nin bu önemini kazanmasında, merkez olarak alınmasında ve kendisinden yararlandığı büyük saygınlığı elde etmesinde büyük rol oynadığından ya da en büyük rolü oynadığından kuşku" yoktur.

Belki de, Peygamberlikten kısa bir süre önce fil sahiplerinin geri çevrilişi ve onların bu bölgede hezimete uğratılması -ki, bu olgu Fîl sûresinde zikredilmiştir- Mekke'nin, merkez olarak kabul gör¬mesinde, heybetini ve Önemini kazanmasında rol oynayan etkenlerden biri olmuştur. Zaten bu olaydan önce de stratejik ve coğrafi açıdan önemli bir konuma sahip olduğu ilk etapta anlaşmaktadır.

"[B]Ümmu'l-Kurâ[/B]" kavramının Mekke için kullanılmadan hareketle, Hicaz bölgesinde özellikle de Mekke mıntıkasında ikinci derecede kalan pek çok sayıda şehir ve kasaba bulunduğunu çıkarmak mümkündür. Bu olguyu aşağıdaki ayetlerden ilham alarak kavrama olanağı da vardır:

"O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? (Veya) Onlar, Allah'ın tuzağından (onlara refah içinde verdiği mühletten) güvende mi idiler? Allah'ın bir tuzak kurmasından, kayba uğrayan bir topluluktan başkası (akılsızca) güvende olmaz." ([B]A'râf, 97-99)[/B]

Bu şehir ve kasabalardan hâlâ mevcut olan ve bilinenleri olduğu gibi, onlardan bazılarının da silinip yok olduğunu sadece harabe, kalıntı ve viranelerinin kaldığı veya artık izine rastlanmayacak şekilde tarihe karıştığı da bir gerçektir. Arapça kitapların ve siret kitaplarının giriş kısımlarında sözleri edilen pek çok şehirler vardır ki, şimdi çokları yok olup gitmiştir. Bu da çıkarımımızın sağlıklı olduğunu desteklemektedir.


[B]5. Mekke'nin Yeri ve Önemi:[/B]

Mekke'nin Önemi ve genel bir kabul görmesinin nedeni daha önce belirttiğimiz gibi, Ka'be'nin ve Hac Menasıkı'nm orada bulunmasıdır. Bununla beraber bazı ayetler var ki, onlar Mekke'nin bu önemi kazanmasının başka nedenleri olduğunu göstermektedir. Çünkü orada geniş alanlara yayılan sürekli bir ticaret hareketi vardır. Ayrıca Mekke halkı büyük servetlere sahip bulunmaktaydı. Bunun da ciddi bir fonksiyonu vardı.
Mekke'nin önem kazanmasında.
Kureyş sûresi Mekke'lilerin yaz ve kış ticaret kervanlarıyla dışa açıldıklarına ve bu şehirin sürekli olarak bu işe hazır olduğuna işaret etmektedir:
"Kureyş'i yaz ve kış yolculuklarında esenliğe kavuşturduğu için kendilerini açken doyuran, ve korku içindeyken güven veren bu Ka'benin Rabb'ine kulluk etsinler." ([B]Kureyş, 1-4).[/B]

Onların büyük servet sahipleri olduğunu gösteren ayetlerden bazıları şunlardır:

1) Nefsini, sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabrettir). Dünya hayatının (aldatıcı) sözünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini zikrimizden gaflete düşürdüğümüz, kendi istek ve tutkularına (hevasına) uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.([COLOR="blue"]3[/COLOR]) [B](Kehf, 28)[/B]

2) Ve: "Biz mallar ve evlatlar bakımından da daha çoğunluktayız ve biz azaba uğratılacak da değiliz" dediler.([COLOR="blue"]4)[/COLOR] [B][B](Sebe\ 35)[/B][/B]

[I][COLOR="blue"]3[/COLOR] Burada Rasûl'e, fakirliklerine rağmen müslümanlarla birlikte olması, makam-mevki ve zenginlikleri dolayısıyla zenginlere meyletmemesi emredilmektedir.
[COLOR="blue"]4 [/COLOR] Ayetlerin hepsi Mekkîdır. Ve dolayısıyla sözü edilenler de Mekkelilerdir.[/I]

3) Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı bana bırak;ki ben ona, alabildiğine geniş kapsamlı bir mal (servet) verdim ([B]Müddesir, 11-12)[/B]

4) O: "yığınla mal tüketip-yok ettim" diyor. ([B]Beled, 6)[/B]

5) Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline; kî o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanmaktadır. ([B]Hümeze,1-3)[/B] Ayrıca Bkz: [B](19/73; 20/131; 23/55-56)[/B]

Az önce naklettiğimiz ayetler gösteriyor ki Mekke kutsal bir şehir olarak addediliyor ve bu kudsiyet gereği, içinde savaşın ve kan dökmenin yasak olduğu "[B]Haram[/B]" bir mıntıka kabul ediliyordu. Ankebût sûresinde bulunan bir ayet bu anlama açık biçimde işaret etmektedir: Ayette bildirildiğine göre, haram olması nedeniyle Mekke halkı sürekli bir güvenlik içinde yaşarken başkaları daima tehlikelere ve sürekli korkulara maruz kalmıştır. Bu da Allah'ın bir nimeti olarak onlara hatırlatılmaktadır:

"Görmediler mi ki, çevrelerinde insanlar kapılıp yağma edilirken, biz Harem (Mekke'yi)i güvenilir (ve dokunulmaz) kıldık?" ([B]Ankebût, 67)[/B]

Kureyş sûresinin üçüncü ayetinin ikinci bölümü de bu anlamı desteklemektedir.

Kasas sûresinin 57. ayeti Mekke'nin kale ile çevrili, güçlü bir savunmasının olmadığını ilham etmektedir. Mekkelilerin bu güvenliklerinde yalnız olarak ve birinci derecede oranın kutsallığına dayandığını dile getirmiş olmaktadır. Zira ayet, bazı liderlerin Peygambere uymaktan yan çizip mazeret beyan ettiklerini ve özür olarak şu gerekçeyi ileri sürdüklerini belirtmektedir: Eğer biz Peygambere uyar ve Mekke'nin kendisiyle kutsallık kazandığı geleneklerden alınırsak, Mekke'nin muhkemliği yok olur ve saldırganların saldırısına maruz kalır, Mekke halkı onların kılıçlarına hedef olur:
"Dediler ki: "Eğer seninle hidayete uyacak olursak, yerimizden (yurdumuzdan ve konumumuzdan) çekilip-kopartılır iz." Oysa biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak herşeyin ürününün aktarılıp toplandığı, güvenli bir Harem'de yerleşik kılmadık mı? Fakat onların çoğu bilmiyorlar." ([B]Kasas, 57).[/B]

Ayetin ikinci bölümünün ihtiva ettiği, "Mekke'nin, kutsallığı¬nın ve haram oluşunun İslam'da kabul edildiğini" bildirmesi onları tatmin etmemiş ve uzun süre inkâr konumlarını muhafaza etmişlerdir,

[B]6. Yesrib ve Taif'in Yeri ve Önemi:[/B]

Medenî ayetlerin muhtevasından hareketle Yesrib şehrinin kalabalık bir şehir olduğunu onun da önemli bir konumu ve ciddi bir merkez olduğunu çıkarmak mümkündür. Yesrib'in mahallelerinde ve oraya bitişik olan topraklarında bir kaç Yahudi kabilesi yaşamaktaydı ki hepsi de büyük servet sahibiydi. Sağlam ve muhkem kaleleri vardı. Zengin bahçeleri ve arazileri vardı. Gelecek ayetlerde bunları müşahade etmek mümkündür:

1) Kitap ehlinden onlara arka çıkanları da kalelerinden İndirdi ve onların kalplerine korku düşürdü.5 Siz (onlardan) bir kısmını öldürüyor¬dunuz, bir kısmını ise esir alıyordunuz. Ve sizi onların toprakları¬na, yurtlarına, mallarına ve daha ayak basmadığınız bir yere de mi¬rasçı kıldı. Allah, her şeye güç yetirendir. ([B]Ahzab, 26-27[/B])

2) Kitap ehlinden6 küfredenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur.
Onların çıkacaklarını siz sanmamıştınız, onlar da kalelerinin kendilerini Allah(m azabı)dan koruyacağını sanmışlardı. Allah, onlara hesaba katmadıkları bir yönden geldi, yüreklerine korku salıverdi; öyle ki evlerini kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle tahrip ediyorlardı. Artık ey basiret sahipleri ibret alın. Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, muhakkak onları (yine) dünyada azaplandırırdı. Ahirette ise onlar için ateş azabı vardır. ([B]Haşr, 2-3[/B])


3) Hurma ağaçlarından7 her neyi kesmişseniz ya da kökleri üzerinde dimdik neyi bırakmışsanız, (bu) Allah'ın izniyledir ve fasık olanları alçaltması içindir. Onlardan Allah'ın Peygamberine verdiği "fey'e" gelince, ki siz buna karşı (bunu elde etmek için) ne at, ne deve sürdünüz. Ancak Allah kendi elçilerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah, her şeye karşı güç yetirendir. Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından peygamberine verdiği şey (silah zoru olmaksızın elde edilen ganimetler), Allah'a, Peygambere (Peygamberle) yakın akrabalığı olanlara yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. ([B]Haşr, 5-7)[/B]

4) Onlar iyice korunmuş şehirlerde ya da duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. ([B]Haşr, 14)[/B]

5) Kendilerinden önce yakın geçmişte olanların durumu gibi;8 onlar yaptıklarının sonucunu tadmışlardır. Onlar için acıklı bîr azab da vardır. [B](Haşr, 15)[/B]

5 Ayetlerde kastedilenler Beni Kureyza Yahudileridir. Medine ve çevresinde yerleşmişlerdi. Bunlar en son cezalandırılanlardır.
6 Burada kastedilenler, Beni Nadir Yahudileridir. Bunlar da Medine ve çevresinde yerleşmişlerdi. Daha önce sürgün edilmişlerdir.
7 Ayet, Rasulün, Beni Nadir'i dize getirmek için onların bahçelerinin kesilmesini emretmesine işaret etmektedir.
8 Burada sözü edilenler Beni Kaynuka Yahudileridir. Peygamberin Medine'den İlk sürgün ettiği kimseler bunlardır.

Haşr'ın ikinci ayeti Yahudi kalelerinin ne denli muhkem olduğunu ve Yahudilerin kendilerinin de ne derece güçlü olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Hatta müslümanlar bile onlara karşı zafer elde edeceklerini ve onları kalelerinden dışarı çıkarabileceklerini ummuyorlardı. Yahudilerin kendileri de bundan daha güçlü olduklarına ve kalelerinin kendilerim koruyacaklarına inanıyorlardı.

Medine'de Yahudilerin yanında güçlü-savaşçı pek çok Arap boyları da yaşıyorlardı. Medine ve çevreleri bu boylar arasındaki düşmanlıktan ötürü meydana gelen savaşlara zaman zaman sahne oluyordu. Gelecek ayetler bundan söz etmektedir.

1) Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız. (Allah) kalblerinizi birleştirdi, Onun nimetiyle kardeşler oldunuz. ([B]AI-Î îmran, 103[/B])

2) Allah yardımıyla seni ve müminleri destekleri. Ve onların kalblerini ısındırdı. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini ısındıramazdın. Ama Allah, onların aralarını ısındırdı. Çün¬kü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. ([B]Enfal, 63[/B])

3) Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda mallariyle, canlarıyle savaştılar ve onlar ki (hicret edenleri) barındırdılar ve yardım ettiler... ([B]Enfal, 72[/B])

Kur'an'da Yahudilerin kendilerine Özgü kaleleri, sığınakları, servetleri ve toprakları olduğunu gösteren açık deliller bulunduğuna ve bunların şehirliliğin durumu ve yapısıyla ilişkin şeyler olduğu açıkça bilindiğine göre bundan Arapların da onlarınki gibi servetleri olmadığını çıkarmamız ve meseleyi öyle yorumlamamız gerekmez. Medeni ayetlerde belirtildiğine göre buna benzer zenginlik kaynakları müslümanların da elinde bulunuyordu. Ve onların hepsi değilse de büyük çoğunluğu Medinelilerdendi. Çünkü bu ayetlerin çoğu'Mekke fethinden ve İslamın Medineliler dışında yayılma sürecine girmesinden önce nazil olmuştu. îşte o ayetlerden bir kaçı:

1) Ey iman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infak edin. ([B]Bakara, 267[/B])
2) Deki: "isteyerek ya da istemîyerek infak edin; sizden kesin olarak kabul edilmeyecektir. Çünkü siz bir fasıklar topluluğu oldunuz." infak
ettiklerinin kendilerinden kabulünü engelleyen şey, Allah'ı ve Resul ‘ünü tanımamaları, namaza ancak isteksizce gitmeleri ve isteksizce infak etmeleridir. Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azaplandırmak ve canlarının onlar küfür içindeyken zorlukla çıkmasını ister.[COLOR="blue"]9[/COLOR] ([B]Tevbe, 53-55[/B])

Biz Yahudilerin kalelerinin ve sığınaklarının daha çok ve daha kuvvetli olduğunu tercih etmekle beraber; muteber siyer rivayetleri, Arapların da Yahudilerinki gibi kaleleri ve hakim tepelerinin olduğunu bildiriyor. Belki de, Haşr sûresi 2. ayete ilave olarak Ahzab sûresinin bir ayeti tarafından ilham edilen de budur. Ahzab ayeti şudur:

"Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(m evleri) açık değildi." ([B]Ahzab, 13[/B])

Ayette münafıklar, kendi evlerinin, Yahudilerin kalelerine karşı açık -korumasız- olduğu hususunda mazeret beyan ediyorlar. Ayet bu gerekçeyle hareket edenlerin yalan söylediklerini ifade ediyor. Bu ayet ve Haşr ayetinin ilham ettiği olguyu kökten reddetmiyoruz. Yani onların kalelerinin olmadığını söylemediğimiz açıktır.
Medine'ye Önem kazandıran ve onu bir merkez haline getiren nedenlerden biri de O'nun Şam ile Cezire/yarımada arasında sürekli olarak gidip-gelen ticaret kervanlarının yolu üzerinde düşmesidir. Enfal'in ayetlerinden biri bu anlamı ifade eden bir işareti kapsamaktadır. Şöyle ki, ayet, Medine yakınından geçmesi beklenen bir Mekke kervanına işaret etmektedir. Peygamber bunu Mekkelilere bir darbe vurmak ve onların ticaretlerine bir darbe indirmek için Önemli bir fırsat olarak değerlendirmiştir:

"Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağım size vadetmişti; siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istemekteydiniz" ([B]Enfal, 7[/B])

Ayette geçen "kuvvetsiz" tabiri, yeterli bir savunma ve koruma gücüne sahip olmayan Mekkelilerin ticaret kervanını kastetmektedir.
Kur'an'da Hicaz'ın üçüncü önemli şehri olan Taif ten bahseden, daha önce naklettiğimiz Zuhruf, 31. ayetinden başka bir işaret yoktur.
[COLOR="blue"]9[/COLOR][I] Hitap ve eleştiri konusu olanlar münafıklardır ve onların hepsi de Medıne'lıdır[/I]

Bu ayetin bildirdiğine göre Taif in adamları ve ahalisi yaklaşık olarak Mekke'nin adamları ve ahalisi ile denktir. Zira ayet, Mekke ehlinin, eğer Kur'an ilahi bir kaynaktan geliyorsa Mekke ya da Taif in büyüklerinden bir büyüğün üzerine inmeli değil miydi? şeklinde meseleye yaklaşarak olaya akıl erdiremediğini hikaye etmektedir. Bununla beraber eski ve muteber rivayetler de Taif in büyük ve zengin bir şehir olduğunu ve ora halkının güçlü savaşçı bir halk olduğunu, etrafının bir sur ile çevrili olduğunu kaydetmektedir. Belki Taif, bu özellikleriyle Hicaz şehirleri arasında biricik şehir idi.

[B]7. Hicaz Şehirlerindeki Halkın Durumu:[/B]

Hicaz şehirlerinde yaşayan ahali din ve millet/uyruk olarak, Kur'an ayetlerinin de ilham ettiği gibi, birkaç çeşitti. Ki bu nitelik özellikle söz konusu şehirlerin başlıcaları olan Mekke ve Yesrib için geçerlidir. Kur'an ayetlerinden anladığımıza göre; Mekke'de, Kureyş sûresinde genel olan kabilevi isimleri kastedilerek "Kureyş" adı verilen ve çoğunluğu oluşturan Arapların yanında yabancı azınlıklar da vardı. Yine ayetlere göre, Mekke'de yaşayan ahalinin çoğunluğu müşriklerden oluşmasının yanında Ehl-i Kitap ve muvahhid olan bir azınlık da vardı. Biz bu konuyu başka fasıllarda ele alacağız. Yine ayetler Yesrib'te sayılarının çokluğunda kuşku olmayan israil kökenli bir yabancı azınlık ile muhtemelen yabancı ve Arap olan Hıristiyan bir azınlığın varlığına telmihte bulunuyor ki buna ilerde tekrar döneceğiz. Madem ki, Kur'an'da diğer şehirlerin durumlarıyla ilgili kendisiyle istidlal edilebilecek işaretler yok, o halde Hicaz'ın kalesi durumunda bulunan Cidde'nin de Din ve Millet açısından çeşitlilik arz etmesi gerektiği görüşünü tercih edebiliriz. Zira sahil şehri olmanın gereği budur. Taife gelince, bizim tercihimize göre, Hicaz şehirlerinin önemlileri içinden ahalisinin en az çeşitlilik arz ettiği şehirdir.

Şu şehirlerde yaşayan ahalinin çoğunluğunun durumlarına da dikkat çekeceğiz. Bir taraftan bazı ayetlerin diğer taraftan yakın sınırına ulaşan mûtevatir rivayetlerin ilham ettiğine göre bunlar, sosyal hayatında sürekli olarak kabilevi toplum sürecinde kalmışlardır. Mesela Kureyş sûresinin ilhamına göre Mekke'de yaşayanların çoğunluğunu oluşturan Kureyş, kabile düzeni esasına bağlı olarak birçok boylara ayrılmıştır. Halbuki bunların hepsi de Kureyş adıy¬la anılmakta, biraz geriye doğru gidildiğinde aynı kök ve soyda birlesilmektedirler. Bu olguyu daha da aydınlatmak için Ahzab sûresinde yer alan Peygamberin hanımları ile ilgili ayette çıkarımda bulunma olanağı vardır:

"Ey Peygamber, gerçekten biz sana ücretlerini (mehirlerini) verdiğin eşlerini ve Allah'ın sana ganimet olarak verdikleri (savaş esirlerinden sağ elinin malik olduğu (cariyeler) ile seninle birlikte hicret eden amcanın kızlarını, halanın kızlarını, dayının kızlarını ve teyzenin kızlarının helal kıldık." ([B]Ahzab, 50)[/B]

Yakîn ile sabittir ki, Peygamberin hanımları arasında öz amca kızı olan kimse yoktur. Yine Peygamberin yakın aşireti olan Haşim boyundan olan bir hanımı da yoktur Ancak Kureyş'in diğer boylarından olan hanımları vardır. Ebu Bekir'in (r) kızı Aişe, Teym boyundandır. Ömer'in (r) kızı Hafsa, Beni Adiy boyundandır. Ebu Sufyan'ın kızı Ummu Habibe, Abdi Şems'ten, ümmü Seleme ve Zem'a kızı Şevde Beni amir'dendir. Böylece anlaşılıyor ki Kur'an'ın nisbeti Kureyş kabilesinin birbirine yakın olan boylarının yakınlığından oluşmaktadır. Arap geleneklerine göre bilinen, kabul edilen odur ki, kişinin baba ve dedesinin dayıları aynı zamanda onun da dayılarıdır. Kişinin baba ve dedesinin amcaları da onun amcaları kabul edilir. Birçok müfessirler aynı kurala dayanmışlardır. Ki onlardan bazıları Şûra ayetiyle ilgili olarak İbni Abbas'tan gelen bir rivayete dayanmışlardır:

"...De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum; ancak akrabalık sevgisini diliyorum..." ([B]Şûra, 23[/B])

Onlar bu ayeti te'vil ederek, Allah'ın kendi Peygamberine emrederek onlara akrabalık bağlarıyla bağlandığından Kureyş'e hatırlatmasını, akrabalıktan ötürü kendisine yüklenen nasihati/öğüdü onlardan hiç bir karşılı, ücret beklemeden ulaştırmasını istemiştir. Bundan sonra onlara da, kendisini suçlu bulmadıkları müddetçe, sözünü dinlemeleri ve kabul etmeleri düşer.

Yesrib Arapları ise Yemen kaynaklı iki kabileden oluşmaktaydı. Herhalde iki kabile de aynı kökten geliyordu. Bunlar daha önce sözünü ettiğimiz ve Peygamberin hicretinden önce birbirine düşman olan Hazreç ve Evs kabileleridir; Her ikisi de kabile düzenine göre değişik boylara ayrılıyordu: Avf oğulları, Neccar oğulları, Hars oğulları, Caşim oğulları, Saide oğulları vs. gibi.
Taif Arapları ise Sakiyf kabilesidir. Bunların da Kureyş'in Evs'in ve Hazrec'in boyları gibi boyları olmuş olması gerekmektedir.

Hicaz'daki Arap şehirleri kabile yapısı surecinde oldukları gibi sosyal hayatlarında da yine bu süreç kapsamından dışarı çıkmamışlardır. Ki bunların hayatları da toplumsal asabiyet temeli üzerine kurulmuş bulunuyordu. Başka bir fasılda bu konuyu tekrar irdeleyeceğiz.
Geçim hayatlarına da baktığımızda, onların bu açıdan çoğunlukla şehir hayatına uygun bir yaşam biçimi sergilediklerini, canlı bir ekonomik, ticari zirai ve sınai hareketin sahnelendiğini, şehir halkının ya da en azından onlardan bir kesimin zengin ve lüks bir hayat yaşadıklarını medeni nimetlerden yararlandıklarını görürüz. Fakat buna rağmen onların bedevilik yapısı ve yaşamları hala bütünü ile silinmiş değildir. Sosyal hayat açısından şehir halkı ile köy ve bedevi halkı arasında sağlam bağlar bulunuyordu. Geçim hayatı açısından da durum buydu. Bu konuyu da ayrı bir fasılda derli toplu inceleyeceğiz.

[B]8. Bedevilik (Badiye-A'rab):[/B]

Daha önce dediğimiz gibi ayetler, Hicaz ülkesinde yaşayan kitlelerin medeni ve bedevi olmak üzere iki kesimden oluştuğuna işaret etmektedir. Kur'an Yusuf sûresinde olduğu gibi bedeviliği "[B]badiye[/B]" anlamında kullanmıştır:

"...Beni hapisten çıkaran, sizi çölden (el-bedu) getiren Rabbim bana iyilikte bulundu..." ([B]Yusuf, 100[/B])
Kur'an "[B]el-A'rab[/B]" kavramını da bedevi kabileler için kullanır. Böylece onları şehirde ve kasabalarda yaşayanlardan ayırır. Gelecek ayetlerde buna dikkat edelim:
1) Çevrenizdeki bedevilerden (el-A'rab) münafık olanlar vardır ve Medine halkından da nifakı alışkanlığa çevirmiş olanlar vardır... ([B]Tev-be, 101)[/B]

2 Onlar (münafıklar, düşman) birliklerinin gitmediklerini sanıyorlardı. Eğer (askeri) birlikler gelecek olsa, çölde bedevi-Araplar arasında olmak İsterlerdi... ([B]Ahzab, 20[/B])

Tevbe ayetinden hareketle el-A'rab'dan bazı kesimlerin şehirlerin çevresine kondukları çıkarılabilir. Aynı zamanda Ahzab ayetinden de anladığımıza göre onlardan bir grup badiyeye dalar, çok az bir süre için şehirlere inerlerdi.

Bazı ayetlerde el-A'rab'ın çok çarpıcı nitelikleri belirtilmektedir.

Bu, onların, kafirlerinin ve münafıklarının nitelendiği tevbe suresinde yer alır:

"Bedeviler, küfür ve nifak bakımından (şehirdekiliere göre) daha şiddetlidir. Allah'ın, Resulüne indirdiği sınırları bilmemeye de onlar daha yatkın ve elverişlidir..." {[B]Tevbe, 97[/B])

Bu nitelemenin ilk olarak akla getirdiği şey, A'rab'ın katı tabiatlı, kaba, sert cahil, esnekliklerinin çok zayıf, eğitim ve parlaklıklarının azlığı ile ilgilidir. İkinci derecede kalan bir olgu da bu ayetin genel olarak bedevilik ahlakını ve yapısını, tabiatını, ortaya koyduğu, özel olarak da Peygamber çağında ve çevresinde yaşayan A'rab'ın ahlakını ve tabiatını tasvir ettiği gerçeğidir.

Bu ayet, peygamber çağı ve çevresiyle ilişkisi bulunan A'rab'ın tabiatı, yapısı hakkında indirilen tek ayet değildir. Tevbe süresindeki gelecek ayet de bu konuyla ilgilidir:
"Bedevilerden öyleleri de vardır ki infak ettiğini bir cereme (bir başkasından dolayı istemeden ödediği borç, bir kayıp) sayar ve sizi felaketlerin sarıvermesinı bekler. Kotu felaket onları sarıversın, Allah işitendir, bilendir." ([B]Tevbe, 98[/B])

Ki bu ayette onların sakınma ve gözetme tabiatı belirtilmekte¬dir, iman bilincine daha geç ulaştıkları ve imanlarını çok yavaş pratize ettikleri açıklanmaktadır.

Yine Tevbe sûresinin gelecek ayetinin de gösterdiği gibi A'rab'dan münafık olanlar da olmuştur.
"Çevrenizdeki bedeviler içinde iki yüzlüler vardır." ([B]Tevbe, 101[/B])

Hemen akla gelen odur ki, A'rab'ın münafıklığı onların tabiatları ve ahlaklarına bağlıdır.([COLOR="blue"]10[/COLOR]) Daha önce onların tabiatlarına ve ahlaklarına ışaret ettik.

([COLOR="blue"]10[/COLOR]) [I]Ibn Haldun un Mukaddimesinde bahsettiği kimseler hiç kuşkusuz A'rap (Be¬devileredir )Yoksa genel anlamda medenî (şehirli) ve göçebe Arapların tümün¬den bahsetmiş olması imkânsızdır Ozellikle bu kullanımın, "Arap' kavramı¬nın, göçebe hayat yaşayanları ve hassaten onların köylerdekı yerleşim yerle¬ri için kullanılmış olması bu goruşu daha da kuvvetlendirmektedir Aynı za¬manda bu kullanım günümüze kadar gelmiştir Tercihe şayan görüşe göre, Ibn Haldun genel anlamda Arapları kastetmeyıp onların göçebe (bedevi) olanla¬rını amaçlamış olsa bile, Arapları bu şekilde nitelemekle hataya düşmüştür Eğer bu nitelemelerle yalnız Arapların bedevilik dönemini kastetmiş olsaydı, bir neb¬ze hata yapmış sayılmazdı Çunku göçebelik yalnız Arapların değil, tum ınsanlığın gelişim surecinde mevcuttur Muhtemelen Ibn Haldun, göçebe Araplar (be¬devilerden çoğunun, Islam fethinden sonra, medenıleştığını, şehirler kurdu¬ğunu, Arap devlet ve uygarlığının kurulmasında kendilerine düşen görevleri yerine getirdiklerini gormuş olacak ki, artık onların katı, kaba yürekli, cahil, yıkıcı olmadıklarını, ıstıkrarlı ve düzenli bir toplum haline geldiklerini belirtir[/I]42

Onların nifakı Medine'deki münafıkların mahalli nedenlerden kaynaklanan nifakından daha başkadır. Zira Medine'deki nifak Peygamberin hicretiyle, davasının yayılmasıyla ve ayağının orada sağlamlasmasıyla en büyük menfaatlerini ellerinden kaçıran bazı liderlerinin isteklerine bağlılıktan kaynaklanmıştır. Sonra Medine'deki Yahudilerin teşvikleri ve casusluklarının büyük rol oynadığı kuşkusuzdur.[COLOR="blue"]12[/COLOR]

Feth sûresinde de, ifade etmeye çalıştığımız konuyla ilgili olarak bedeviliğin tabiatını beyan eden ayetler vardır:
«Bedevilerden geride bırakılanlar sana diyecekler ki: "Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile." Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. Demektedır Fakat unutulmamalı ki bu yalnız Araplar için değil tum beşeriyet ıçin geçerli bir süreçtir Tum milletler ve kabileler ilk zamanlarında yayladan yaylaya, ormandan ormana, dağdan dağa, mağaradan mağaraya dolaşmak suretiyle, avcılık, hayvancılık ve hayvanları evcilleştirme gayretleriyle yaşamlarını idame etmeği amaçlıyorlardı "Yerleşik bir yaşam tarzını bilmiyor, buna guç de yetiremıyorlardı yaşamlarında sert, tabiatlarında katı, anlayışlarında zayıftılar Kendilerim kuşatan eşya hakkında bilgileri yoktu Sınırlamalardan ve düzenlerden kaçıyorlardı Daha sonraları ekmeğe (zıraate) başladılar, yerleşik hayata geçtiler, medenıleştıler Yerleşik yaşamı benimseyerek daha verimli, müreffeh bir hayata kavuştular Artık yumuşak huylu, kibar, ince anlayışlı, zeki, nazik insanlar olmuşlardı Tum bu gelişmelerden sonra devletler kurmaya ve düzenler geliştirmeğe başlayabildiler Bayındırlığın ve uygarlığın değerini kavrayabildiler işte Araplarda, Arap Yarımadasından çıkmadan önce böyle bir yaşam içindeydiler Islamdan önce ve sonra dış dünyaya açılmadan önce boyİe bir yerleşik düzen içindeydiler Aşurîler Keldanîler, Fenikeliler, Ken'anîler Islamın gelişinden asırlar önce dışarı açılmışlardı Sonra eski Yemenliler memleketlerinde kalmalarına rağmen -Saîdîler olarak bilinir- rahat bir yaşam içinde olmakla tanınmışlardı Bunlar da ilk zamanlarında göçebeydiler ve göçebeliğin tum özelliklerini taşıyorlardı Sonra medenîleştiler, medenîliğin özelliklerini, alışkanlıklarını ve anlayışlarını kazandılar Ufukları genişledi, bilgilen arttı ve yeni kanunlar geliştirdiler Başka ulusların medeniyet yolunda katettıklerı merhalelerden hiç de geri kalmadılar Iklım ve coğrafyanın getirdiği müspet veya menfi etkiler dışında normal gelişme merhalelerine aykırı düşmediler Rısalet öncesi, Rasul döneminde ve çevresinde olduğu gibi, Yemen havalisinde medeni Arapların varlığı buna delildir Bunlar uygarlığın pek çok vasıf ve vasıtalarına sahiptirler Butun bunlara rağmen göçebe (bedevi) Araplar da mevcuttu Bunların da medeniyetle ilişkileri koklu olmasına rağmen, bedevi yaşamlarını da sağlam bir şekilde sürdürüyorlardı

[COLOR="blue"]11[/COLOR] [COLOR="blue"]Ibn Hışam'da kaydedildiğine göre Hazreçhler, Rasulun Medine'ye hicretinden önce Abdullah b Ubey’e krallık tacını giydirme hazırlığı içindeydiler Ensâr in musluman oluşu ve Rasulun hicretıyle bu girişim sonuçsuz kaldı işte bu gelişme Abdullah'ı nifaka ve bu hareketin önderliğini üstlenmeğe itti[/COLOR]

[COLOR="blue"]12[/COLOR] [I] Bununla ilgili olarak Kur'an’da pek çok ayet vardır Bakara, 14 ayeti, Yahudileri münafıkların şeytanları olmakla nitelemiştir[/I]ki: "Şimdi Allah, size bir zarar isteyecek ya da bir yarar dileyecek olsa, sizin için Allah'a karşı kim herhangi bir şeyle güç yetirebilir? Hayır, Allah, yapmakta olduklarınızı haber alandır. Hayır, siz Peygamberin ve müminlerin, ailelerine ebedi olarak bir daha dönmeyeceklerini zannettiniz; bu sizin kalplerinizde çekici kılındı ve kötü bir zan ile zanda bulundunuz da, yıkıma uğramış bir kavim oldunuz. ([B]Feth, 11-12[/B])

Ayet onların çoğunlukla tehlike sayılan işlere maruz kalmaktan sakındıklarını, onlara yanaşmadıklarını belirtmektedir. Çünkü bu ayet Peygamberin, muslüman A'rab'Iarı (bedevileri), diğer müslümanlarla beraber olarak Ka'be ziyaretine katılmaya davet etmesi münasebetiyle ilgili olarak inmiştir. Bu Hudeybiye barış antlaşmasıyla sonuçlanan ziyarettir. A'rab'lar, Peygamberin ve Müslümanların ağır bir yük ve şiddetli bir savaşa sürüklendiklerini ve bunda mağlub olacaklarını, hatta onlardan bir tek kişinin geri dönmeyeceklerini sanıyorlardı. Onun için geri kalmayı, savaşa katılmamayı tercih ettiler.

Aynı sûrenin başka bir ayetinde, onların sonuçta tehlike gözükmeyen durumlara da kazanç elde etmeye ne denli önem verdikleri belirtilmektedir:
"Geride bırakılanlar, siz ganimetleri almaya gittiğiniz zaman diyeceklerdir ki: "Bizi bırakın da sizi izleyelim." Onlar, Allah'ın kelamını değiştirmek istiyorlar. De ki: "Siz, kesin olarak bizim izimizden gelemezsiniz. Çünkü Allah daha evvel böyle buyurdu." Bunun üzerine: "Hayır, bizi kıskanıyorsunuz" diyecekler. Hayır, onlar pek az anlayanlardır." ([B]Feth, 15[/B]).

Çünkü bu sırada Peygamber Hayber savaşına çıkmak üzereydi. İlk etapta yolculuğun kolay, kazançlı, kârlı ve tehlikeden uzak olacağı farkedilebiliyordu.
Hucurât sûresinde de onlardan sadır olan kaba bir" hareket münasebetiyle inen bir ayet vardır. Bedevilerden bir grup elçi, Mescidi Nebiy'e gelmişti. Peygamberi orada göremeyince hiç düşünmeden hücrelerinin arkasından kaba, zevkten uzak bir biçimde ona bağırmaya başlamışlardı:

"Hiç şüphesiz hücrelerin ardından sana seslenenler (var ya), onların çoğu aklını kullanmıyor." [B](Hucurat, 4[/B])

Bu da onların işaret ettiğimiz tabiatlarıyla ilgili olan bir şeydir. Aynı sûrede başka ayetler de vardır. Onların müslümanlıkları yüzeysel olduğu ve gönülden bir imana dönüşmediği halde müslümanlıklarını Peygamberin başına kakan A'rab'lara şöyle hatırlatmada bulunulmaktadır:

1) A'râblar (bedeviler) inandık dediler. De ki: "Sız inanmadınız. Fakat İslam olduk deyin. Fakat iman henüz kalbinize girmedi..." ([B]Hucurat, 14[/B])

2) Müslüman oldular diye sana minnet ediyorlar. De ki: "Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın..." ([B]Hucurat, 17[/B])

Bu da onların sözü edilen tabiatlarıyla ilişkilidir.

Bunun yanında A'rab'tan bir topluluğun kalbine, imanın nüfuz ettiğini ve eylemlerinin ondan kaynaklanmağa başladığını ifade eden bir ayet de vardır:
"Bedevilerden öyleleri vardır ki, onlar Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve infak ettiğini Allah katında bir yakınlaşmaya ve peygamberin dua ve bağışlama dileklerine (bir yol) sayar." ([B]Tevbe, 99[/B])

Bu da gösteriyor ki bedevilik tabiatı taşlaşmış bir yapı değildi. İslam'ın onların tabiatlarını parlatma girişimi çok geçmeden onların üzerinde etkisini göstermiştir ki bu da eşyanın tabiatına uygun bir gelişmedir.

[B]9. Hicaz Halkının Araplığı[/B]:

Hicaz'da yaşayan kitlelerin çoğunluğunun Arap olduğunu söylemek apaçık bir vakıayı dile getirmek olur. Faydasız görülmeyecek bir vakıa da Kur'an'm nasslarını bu hakikati kapsadığıdır. Ayetler, Kur'an'ın dilini belirleme sadetinde "Arapça" kavramını çok kullanmıştır. Allah, her Rasul'ü ancak kavminin dili ile gönderdiğini belirtmiştir. Ve yine Allah bilen bir topluluk için, Kur'an'ı ancak Arapça olarak indirdiğini ifade etmiş, onunla Ummu'l-Kurâ ve çevresinde yaşayanların uyarılmasını istemiştir. Hatırlatma yapılabilsin diye de peygamberin diliyle kolaylaştırmıştır. Eğer Kur'an yabancı -Arapça olmayan- bir dille indirilmiş olsaydı onu anlayamaz¬lardı, itiraz ederlerdi ve onun Arapça açıklamasını isterlerdi. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:
1) Gerçekten biz, akıl erdirirsiniz diye, onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik. ([B]Yusuf, 2[/B])
2) Biz hiçbir peygamberi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın.. ([B]İbrahim. 4[/B])
3) Onu Ruhul Emin (olan Cebrail) indirdi. Uyarıcı korkutuculardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir). Apaçık Arapça bir dille. Ve hiç şüphesiz o (Kur'an) geçmişlerin kitaplarında da vardır. İsrailoğulları bilginlerinin onu bilmesi, onlar için ispatlayıcı bir delil (ayet) değil mi? Onu Arapça bilmeyen birine de indirmiş olsaydık, böylece onlara karşı onu okusaydı, yine ona iman etmezlerdi. ([B]Şuara.193-199[/B])

4) Biz bu Kur'an'ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydik "ayetleri açıklanmalı değil miydi? Bir Arab'a yabancı bir dille söylenir mi?" derlerdi... ([B]Fussilet, 44[/B])
Ayrıca Bkz: ([B]13/37; 41/3; 42/7; 44/58[/B]

Görüldüğü gibi, bu ayetler açık olarak, Allah'ın, Peygamberi (s.) gönderdiği toplumun Arap olduğunu ve O'nun da onlardan olduğunu belirtmektedir.

Hicaz halkının çoğunluğunun Arap olduğu gerçeğine ilave etmek istediğimiz önemli bir gerçek daha vardır ki o da şudur: Arap ulusu sırf Hicaz halkıyla sınırlı değildi. Yalnızca onlardan meydana gelmiyordu. Bu genel bir toplumsal yapı ifade eder. Arap ulusu/Arap uyruğu yerleşmiş ve oturmuş bulunuyordu. Peygamber çağında, bu kavramın boyutları belliydi, a'rapların kendileri bu ulusun bilincindeydi. Arap yarımadasının çevresinde, yakınında bulunan Arap olmayan uluslar da bunun bilincindeydi ve onları tanıyorlardı. Bu ulusal kavram öncelikle yarımadanın batı ahalisini kapsıyordu. Ki bunların içinde Hicaz halkı da vardı. İkinci olarak bu kavram yarımadanın kuzey taraflarında yaşayan Şanı ve Irak bölgelerinde yerleşmiş bulunan kitleleri de içine alıyordu. Onlardan bir kesim konar-göçer bir yaşam sürdürürken başka bir kesim yerleşik bir yaşamı tercih ediyordu. Bir kesim de kırda ve vahalarda yaşardı. Şam ve Irak vahalarında yerleşmiş bulunuyordu. Bir başka kesim ise, medeni bir hayat sürdürüyor, şehirlerde kasabalarda oturuyor, egemenlik ve otoriteyi/hakimiyet ve idareyi ellerinde bulunduruyordu. Hayatın güzel taraflarını lüks ve rahatın tadını çıkarıyordu. Söz konusu kesimin, Irak'taki Sasaniler. Şam'daki İranlılar ve Bizanslılarla güçlü açık ilişkileri vardı. Kur'an'da bu söylediğimizi destekleyen bazı delillere dayanma olanağı vardır.
Bazı ayetlerde Peygamberin kavmi ve ümmetine yönelik olarak "kavm" ve "ümmet" kavramları kullanılmıştır ki, bunlar Araplardır,[COLOR="blue"]13[/COLOR] Aşağıda bu ayetleri görüyoruz:

1) Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için vasat (aşırılığı olmayan, adil, seçkin) bir ümmet kıldık; Peygamber de üzeriniz¬de bir şahid olsun... ([B]Bakara, 143[/B])
2)O (Kur'an), gerçek iken kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size vekil değilim!" ([B]En'am, 66[/B])
3) Biz hiçbir peygamberi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik... ([B]İbrahim, 4[/B])
Ayrıca Bkz: ([B]43/44[/B])

"Kavm" ve "Ümmet" kavramları, -en azından o dönemde-genel anlamda Arap ulusunu değil de hassaten bir kabile, bir cemaat veya herhangi bir yerdeki insanları veyahut da sadece Mekkelileri kastediyordu denilse; o zaman deriz ki, Kur'an'da bizi destekleyen başka bir husus daha vardır: Bu da A'cemi/yabancı kavramının mutlak olarak Arap olmayanlar hakkında kullanıldığı ayetlerdir. Bu aynı zamanda İslam'dan sonra da yaygın bir şekilde ve genel olarak kullanılan ayırımın da kendisidir. Çünkü burada Arap olmayan her şey uyruk ve dil olarak yabancı sayılmıştır. Nahl sûresinde bu konuya ilişkin bir ayet yer almaktadır. İşte ayet:
"Andolsun ki, biz onların: "Bunu ancak kendisine bir beşer öğretmektedir" dediklerini biliyoruz. Kendisine saparak-eğilim gösterdikleri (kimse)nin dili a'cemi (Arapça olmayan bir dil veya bir görüşe göre karmaşık kapalı bir dil)dir. Bu ise açıkça Arapça olan bir dildir." ([B]Nahl, 103[/B])
Az önce naklettiğimiz Şuârâ, 193-199. ve Fussület 43. ayetlere bunu da ilave ederek düşünürsek, Mekki ayetlerde -ki bu ayetlerin tamamı Mekkîdir-kavramın, belirttiğimiz anlamda kullanılması, bu kullanışın ve bu anlamın peygamberlikten önce yaygın ve anlaşılır olduğunu göstermektedir. Bu her iki kavramın yaygınlık kazanması "Arap Ümmeti" ya da "Arap Milleti" adının/anlamının yerleştiğini ve Adada Arapça konuşanları kapsadığını gösteren güçlü bir delildir. Yine bu durum gösteriyor ki, kavram, kendisini ona nisbet eden doğuş, soy ve ana akrabalıkta onunla ilişkisi olanları da kapsamaktaydı. Adanın uç taraflarında yer alan göçmenleri, medeni ve bedevi olanları zorunlu olarak içeriyordu.

[COLOR="blue"]13[/COLOR] [I]Yazarın "Ümmet" ve "Kavm" kavramlarını aynı anlamda kullanmasını, bir hata olarak görüyoruz (Yöneliş)[/I]

Elimizde, hem Araplara hem de Arap olmayanlara, Arapların başlıbaşma bir ümmet ya da bir ulus olduğu anlayışının ne zaman yerleştiğini belgeleyen bir şey olmasa da, bu olgunun Peygamberlikten çok önce yerleştiğinde kuşku yoktur. Zira "Arap" ifadesi eğer ilk zamanlarda belli bir bölgede yaşayan bazı Arap kabileleri için kullanılmış olsaydı daha sonra bu kavramın tüm Arapları kapsayan genel bir isimlendirme olması ve onları yabancılardan, Arap olmayanlardan ayıran bir nitelik olması mümkün olmazdı. Ve yine Kur'an'da bu kavramın onların hepsi için kullanılması doğru olmazdı. Ancak bu kavramın Kur'an'ın inişinden uzun bir zaman Önce kullanılmasıyla, mesele açıklık kazanabilir.[COLOR="blue"]14[/COLOR]

Böylece Peygamberin çevresinde yaşayanların kökeni ile ilgili olarak Kur'anî bir konuyu araştırmak istiyoruz. Kur'an'da Mekkî bir ayette ibrahim'in (a) zürriyetinden bir kısmını Beytu'l-Haram bölgesine yani Mekke'ye yerleştirdiği hadisesine işaret edilmektedir. Bu ayet önceki konuda naklettiğimiz ibrahim Sûresinin 37. ayetidir. Yine Kur'an'da bir takım ayetler vardır ki, ibrahim ve İsmail'in (a) Kâ'be'yi inşası olayına işaret etmektedir. Bu ayetlerde her ikisinin de duaları yer almaktadır. Beyt'in güven yeri ve zürriyetlerinin müslüman bir millet olmasını, kendilerinden bir Resul'ün gönderilmesini bu duada niyaz etmişlerdir. Bu duada kastedilenlerin Araplar olduğunu gösteren güçlü işaretler vardır:

"Hani Evi (Kâ'be'yi) insanlar İçin bir toplanma ve güvenlik yeri kıldık. "İbrahim'in makamını namaz yeri edinin" İbrahim ve İsmail'e de "Evi'mi tavaf edenler, i'tikâfa çekilenler, rükû ve secde edenler için temizleyin" diye ahid verdik."
"Hani İbrahim: "Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır."' Demişti de, (Allah): "Küfredeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o" demişti."
"İbrahim, İsmail'le birlikte evin (Kabe'nin) temellerini yükselt¬tiğinde (ikisi şöyle dua etmişti:) "Rabbimiz bizden (bunu) kabul et, şüphe yok, sen işiten ve bilensin."
«Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (Müslüman) bir ümmet (kıl). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphe yok, sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.»
«Rabbimiz onlara içlerinden bir Peygamber gönder, onlara ayet¬lerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Hiç şüphesiz, sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibi¬sin.» (Bakara, [B]125-129[/B])


[COLOR="blue"]14[/COLOR] [COLOR="blue"]Romalıların "Batara ülkesini, ya da bizim tahminimize göre Kur'an'ın "Hicr ülkesi" olarak adlandırdığı bölgeyi istila ettiklerini ve oraya "Arap ülkeleri" adını verdiklerini bildiren tarihi rivayetlere dayanırsak diyebiliriz ki "Arap" adı ve bu adın Araplara ya da onlardan bir kesimine verilişi İslamdan asırlar önce gerçekleşmişti. Zira Roma'nın bu adlandırması İslamdan yedi asır önceydi. Tabiidir ki "Arap" kavramının bu adlandırmadan çok önceleri kullanılmış ve yaygınlaşmış olması gerekir.
Batara'nın Kur'an'da "Hicr" olarak adlandırılmasına gelince biz bu yargıya Hicr ile Batara'nın ortak özelliklere sahip oluşlarıyla varıyoruz. Şöyle kî:
"Hicr Ashabı elçileri yalanladılar. Onlara ayetlerimizi vermiştik onlar da yüz-çeviriyorlardi. Onlar dağlarda kendileri için güvenli evler oyuyorlardı..." ([B]Hicr, 80-82[/B]).

Batara'da dağlarda yontulmuş bir şehir ya da yerleşim bölgesidir. Onların ilginç kalıntıları bugün hâlâ Ürdün'ün doğusunda "Belka'a"da Musa Vadisinde mevcuttur. Bu adlandırma yabancı olup, "Taş" ya da "kaya" anlamındadır. Kur'an'in nitelemesi Batara'nın kalıntılarına uygun düşmektedir. Bu ülkenin güneyinde "Salih'in Medayin'i" vardır. "Hicr" veya "kaya" ya da "Semûd" halkına gönderilen elçi de Salih peygamberdir. Buna bağlı olarak mantık gereği, Kur'an'da Hİcr ülkesi olarak geçen yerler "Enbât" ülkelerinin aynısı olmalıdır. Romalılar buraları işgal etmiş ve "Arap ülkeleri" adını vermişlerdi.[/COLOR]

Yine Kur'an'da Allah müslümanlara yönelttiği bir hitapta, -ki bu sırada müslümanlar yalnız Peygamberin çevresinde bulunan Araplardan ibaretti-îbrahim'i (a) onların babası olarak yadetmektedir:
"Allah adına, gerektiği gibi cihad edin. O, sözleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir. Atanız İbrahim'in dininde olduğu gibi." ([B]Hacc, 78[/B])

Bununla beraber Kur'an'da ilerdeki fasıllarda da nakledeceğimiz gibi pek çok ayet İbrahim'in, Kâ'be, Hac gelenekleri, Milleti ve Tevrat'ta sözü edilmeyen durumlarla ilişkisini ifade etmektedir.

Naklettiğimiz ve nakledeceğimiz Kur'ân ayetlerinin üslubu ilham ediyor ki: Ayetlerin kapsamları, anlam ve konu yönünden kendisine okunanlara, onu dinleyenlere yabancı değildi. Ve Peygamberin çevresinin, kendilerini baba tarafından, İbrahim ve İsmail'e (a) nisbet ettiklerini ve bunu nesilden nesile birbirlerine naklettiklerini bildirmektedir. Böylelikle bazılarının bu olguları, Kur'an'ın Medeni takrirleri ve Peygamberin Yahudilerle temasıyla ortaya çıkan şeyler olarak göstermeye çalışmalarının tutarsızlığı daha iyi anlaşılmaktadır. Bunu gösteren en kesin delillerden biri de, Kur'an'ın İbrahim makamını yadetmesi, Beytu'l-Haram ile ilgili açıklamalarda bulunmasıdır. Çünkü bunlar, Kur'an'ın inişinden önce Araplar arasında bilinen ve geçerliliği olan makamlardı.

Biz, Arapların kendilerini İbrahim ve İsmail'in oğullarına nisbet edişinde, Yahudilerin birinci kaynak oluşunun ihtimal dahilinde olduğunu reddetmiyoruz. Biz bu görüşü tercih ediyoruz. Çünkü Tevrat İbrahim ve İsmail'i yadeden en eski kitaptır. Tevrat'ta İsmail'in doğuşu ve annesiyle birlikte Faran'a sürülüş kıssası yer almaktadır. Bunun yanında İsmail zürriyetinin çoğalması ve yayılması ve İsmaililer/İsmailoğulları olarak adlandırılması kıssası bulunmaktadır. Yine Tevrat'ta pek çok münasebetlerle bu isimle yadedilenlerin Araplar olduğunu gösteren işaretler yer almaktadır. Bizim kabul etmeyip reddettiğimiz: Kur'an'ın, Arapların kendilerini İbrahim ve İsmail'in (a) oğullarına nisbet edişlerini, Kâ'be ve Hac ile ilişkilerini ancak Hicretten ve Peygamberin Yahudilerle ilişki kurmasından sonra gündeme getirdiği ve sanki Arapların Peygamberlikten önce bu ilişki ve bağlılıktan habersiz olduğu şeklindeki yaklaşımlardır.

[B]10. Kur'an Dili ve Arapça[/B]:

Buna göre özet olarak denebilir ki: Hicaz halkının -yani orada yaşayanların büyük çoğunluğunun- dili Arapçaydı. Bu Kur'an nassları ve ilhamlarıyla açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu münasebetle aşağıdaki gerçekleri belirtmek Önem arzetmektedir:
[B]Birinci olarak[/B]: Genelde Kur'an dili, Hicaz halkının Peygamber çağında anlaştığı ve birbirine hitab ettiği dildi.
[B]İkinci olarak[/B]: Bu dil, yalnız Hicaz halkının değil; en ücra kıyıları da dahil olmak üzere yarımadanın her tarafında, hatta yakın çevresinde bulunan göçebeler arasında da anlaşma vasıtası olarak kullanılan, ortak bir dildi. Başka bir ifade ile, Kur'an'ın, Peygamberin (s) ve kavminin de dili olduğunu açıkça bildirdiği Kur'an dili, Peygamber çağında, yakın-uzak, medeni-bedevi tüm Araplar arasında anlaşma vasıtası olan yaygın bir dildi. Yalnız Hicaz Arapları ile sınırlı değildi. Nasıl ki, "[B]Arap[/B]" kavramı yarımada ve onun dışında yaşayan bütün Arapları kapsıyor, boyutları anlaşılıyor idiyse ve Arapların hepsini bir araya toplayan "[B]Araplık[/B]" uyruğu onların tek uyruğu idiyse, aynı şekilde Kur'an'ın Arapça dili, yanmada da ve yarımadanın dışında yaşayan tüm Arapların diliydi.
Bu görüşün dayanağı ve kaynağı Kur'an'dır. Verdiğimiz ayetlerin dışında başka ayetler de vardır ki, bu dilin daha kapsamlı ve genel olduğunu ilham etmektedir:

Böylece biz onu, Arapça bir Kur'an olarak İndirdik ve onda korkulacak şeyleri türlü şekillerde açıkladık: Umulur ki korkup-sakınırlar ya da onlar için öğüt alarak düşünme (yeteneğini) oluşturur. ([B]Taha, 113[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]39/27-2S; 46/12[/B])

Kesinlik ifade edecek dereceye ulaşan mütevatir olgulardan bazıları da şunlardır:
[B]Birincisi[/B]: Peygamber (s) Mekkeli değişik çevre ve şahsiyetlerle ilişki kuruyordu. Sonra Hac ve panayırlar mevsiminde Mekke'ye gelen değişik gruplar, şahsiyetler ve kabilelerle temasa geçiyordu. Onlarla konuşuyor, Kur'an ayetlerini onlara okuyor ve tabiatıyla Kur'an'ın dili olan kendi dili vasıtasıyla onlarla anlaşıyordu. Tevatürle bilinen olgulardan biri de Hac ve panayırların sırf Hicaz halkına mahsus olmadığıdır. Özellikle Peygamberlikten önceki dönemlerde durum böyleydi. Bunlara Hicaz'ın dışından pek çok yerlerden Araplar geliyordu. Bunların arasında Tağlib, İyad Kelb ve başkalarından oluşan Hıristiyan Araplar da vardı.
[B]İkincisi[/B]: Peygamberin Hicretinden sonra Müşrik, Hıristiyan ve Mecusi Arapların elçileri Medine'de Peygambere (s) gelmeye başlamışlardı. Özellikle zaferler elde ettikten, adı ve çağrısı yayıldıktan sonra Yemen, Necd, İhsa, Bahreyn, Irak, Şam, Filistin hatta Hadramût'tan elçiler gelmeye başlamıştı. Peygamber (s) onlara Kur'an ayetlerini okuyor, kendisi ve arkadaşları -Muhacirler ve Ensar-Hicazlılar olarak onlarla konuşuyordu. Ki onların dili Kur'an'ın diliydi ve normal olarak, tabii bir biçimde onlarla anlaşıyorlardı. Sonra onlarla birlikte kendilerine, Kur'an'ı öğretecek, dini anlatacak Hicazlı sahabilerin büyüklerinden öğretmenler gönderiyordu. Gönderilen öğretmenler oralarda yargı işlerini yürütüyor, zekât topluyor ve toplanan zekâtı gerekli yerlere dağıtıyorlardı. Peygamber onlara bizzat bu dil ile yazılan antlaşmalar, vasiyetler ye hukuki yasamaları yazdırıyordi ki, bu işlerin hiç birinde Peygamber (s) ile onlar arasında herhangi bir tercüme olayının cereyan ettiğini ifade eden bir rivayet yoktur.[COLOR="blue"]15[/COLOR]

[COLOR="blue"]15[/COLOR] [I]Bunun Yemen halkı için uygun düştüğüne dikkat çekmeliyiz. Ve bu, en azın¬dan peygamber asrında Yemen dilinin Hicaz dilinden farklı bir dil olduğunu söyleyenlerin hataya düştüklerini ortaya koymaktadır.[/I]

[B]Üçüncüsü[/B]: Bir taraftan Hicaz halkı arasında sürekli ilişkiler mevcut iken, diğer taraftan yarımadanın diğer bölgeleri arasında da Şam ve Irak taraflarında yaşayanlarla, medeni ve bedevi olanlar arasında Peygamberlikten önce ilişkiler vardı. Bu ilişkiler Hicaz bölgesinde Hac mevsimlerinde bir kat daha canlanırken başka bölgelerde Yemen, Irak ve Şam'a yapılan ticaret seferleri, kervan yolculukları... bu ilişkileri sürekli diri tutuyordu. Ve onlar bir tek dil ile anlaşıyor, birbirine hitab ediyordu. Hicazlılar bu ilişkilerde sürekli olarak bir tarafı oluşturduklarına göre onların bu ilişkilerde dilleri Hicaz diliydi ki o da Kur'an dilidir.

Diğer taraftan Kur'an'da "A'cemi/yabancı" kavramı Arapça olmayan diller için kullanılırken "Arabî", Arap dili için kullanılmıştır. Bunu daha önce belirtmiştik. Arapça olmayan dilleri bu şekilde kesin bir ifade ile "A'cemi" (yabancı) olarak sayıp öyle adlandırmak Arapların o zaman kullandığı dilin bir tek dil olduğunu ayrı ayrı olmadığını desteklemektedir. Ki bu dil Kur'an dilidir ve biz bu dilin aynı zamanda Peygamberin ve çevresinin de dili olduğunu yakin ifade edebilecek kesinlikte bir bilgi ile biliyoruz.
Eğer Arapların, Peygamber çağında, köklü ayrılıkları bulunan değişik dilleri olsaydı, meselenin bu şekilde bir kesinlikle ortaya konması düşünülemezdi.
Bazı kabilelerin kendilerine özgü ifade biçimleri, kavramları, harfleri ve değişik lehçeleri bulunduğunu; bunların Kureyş diline ya da Kur'an diline bir ölçüde aykırı düştüğünü ifade eden rivayetler bizim sözümüzle çelişmez. Çünkü sözkonusu durum, o gün için Arap, dilinde uzlaşmaz farklılıkların bulunduğuna delil değildir. Ki, onda büyük dil değişikliklerinin bulunduğu anlamı çıkarılabilsin. Ya da bunlar için "ayrı ayrı diller" ifadesini kullanma olanağı versin. Yani bu lehçe farklılıkları, aynı dil grubunda bulunan Arapça ve Süryanice dilinin farklılıkları ya da buna benzer bir farklılık gibi düşünülemez.
Araplar, Kur'an'da kullanılan her sözcüğü, orada yer alan her anlamı ve kullanılan her ifade biçimini, gerçek olsun, mecazi olsun, dini olsun; sosyal, tarihi, ekonomik, yaşamla ilgili, bilimsel ya da kozmografya ile ilgili olsun ana hatlarıyla anlıyor ve kullanıyorlardı. Bu açık Kur'ani nasslardan; özellikle Arapça olmayan dillere "A'cem/Yabancı, Arapça dilinde "Arabi" kavramının kullanılmasından ve daha önce verdiğimiz deliller ve şahidlerden bellidir. Kur'an'da, Arapların, O'nun inişinden önce konuşmadığı ve kullanmadığı kavramların ya da ifade biçimlerinin -genişliği ve darlığı burada önemli değil- bulunduğunu iddia etmek makul olmaz.

Ibn Haleveyh Veya onun gibi bazılarının iddia ettiği: "Araplar 'fasık' ve 'nifak' kelimelerini bilmiyor ve kullanmıyorlardı; bu iki kelime diğer yabancı kökenli kelimelerle birlikte ilk defa Kur'an'da kullanıldı" görüşünü mantıklı bulmak, dediklerini doğrulamak ve değerlendirmeye tabi tutmak imkansızdır. Kur'an'da "fısk" ve türevlerinin Mekki ve Medeni olarak elli beş ayette geçtiğini, "nifak" ve türevlerinin ise otuz civarında ayette geçtiğini ve bunlardan birinin de Mekki olduğunu bilmek, bu görüşlerin ve benzerlerinin tutarsızlığını ve değerlerini anlamak için yeterlidir. Bunların hepsine ilave olarak, Rasulün görevinin tabiatını düşünmek gerekir. Ki bu görev; insan kitlelerine ve kabilelere hitab etme, onlara Kur'an okuma esası üzerine kurulmuştur. Peygamberin onlara okuduğu şeyin ki bu okunan şey Peygamberliğinin temel direği ve büyük mucizesi olduğu halde, onun muhatab aldığı insanların anlamayacağı, bir dille, indirilmiş olması, akıl, mantık ve hikmet kurallarıyla uyum içinde olmaz. İçeriği ve kavramlarıyla anlaşılmaması, hatta çok yüksek seviyede kalıp orta halli insanların anlayamayacağı bir seviyede bulunması bile asla düşünülemez.
Biz bunları, eskilerden bazılarının: "Kur'an dili, anlaşılma seviyesinden çok daha yüksektir" şeklindeki görüşlerini çürütmek için kaydediyoruz. Ayrıca özellikle gayri muslimlerden ve müsteşriklerden oluşan bazı modernistlerin görüşlerini reddetmek için belirtiyoruz. Diyorlar ki: O sırada iman edenler sırf Kur'an'ın fesahatına ve üstün ifade biçimine hayran kaldıkları için iman etmişlerdir. Çünkü Kur'an'ın bu niteliği onların kulaklarına hoş geliyordu. Özellikle bu son görüşün sahiplerine deriz ki: Mekke'de ilk iman edenler, Peygamberin çağrısına ilk davetten hemen sonra inananlar, Kur'an'ın bir kaç ayet ve sûresini ancak dinlemişlerdi. Ve onların çoğunluğu Mekke döneminin ilk yarısından önce iman etmişlerdi. Sonra Kur'an hatırlatıyor ki: Kur'an'a ve Peygamber'e iman eden Ehl-i Kitap, ancak ondaki gerçeği ve ruhani atmosferi teneffüs ettiklerinden iman etmiştir. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:

1) Şüphesiz, Kitap ehlinden de, Allah'a size indirilene ve kendilerine indirilene-Allah'a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar, Allah'ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar... ([B]Alİmran, 199[/B])
2) Peygambere indirileni dinlediklerinde Hakk'ı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler kİ. "Rabbimİz inandık; öyleyse bizi şahidlerle birlikte yaz." ([B]Maide, 83[/B])[COLOR="blue"] 3[/COLOR] Kendilerine kitap verdiklerimiz, sana indirilen dolayısıyla sevinirler. ([B]Ra'd, 36[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]17/107-108; 28/52-53[/B])

Mekke, Hicaz ve genelde Arapların büyük bir çoğunluğu Mekke döneminin tamamı ve Medine döneminin yarısından fazlasında bu inkârlarını sürdürmüşlerdir. Peygamber Mekke'de onüç sene boyunca Mekkelilere ve Araplara Kur'an okumaya çalışmıştır. Özellikle Mekki Kur'an'ın üslubu daha vurgulu ve akla yöneliktir. Ta ki böylece düşüncelerinin zayıflığını, çürüklüğünü öğrenebilsinler.
Açıktır ki bizim görüşümüzde, Kur'an dilinin, hiç bir kuşkuya yer bırakmayan etkili, üstün fesahat ve belagatını küçülten bir şey yoktur. Bunun yanında Arapça olmayan veya Kureyş lehçesi dışındaki bir takım yabancı kökenli kelimelerin Kur'an'da yer almış olacağını da reddetmiyoruz ve bilakis Kur'an'da bu tür kelimelerin olduğuna inanıyoruz. Ancak gerçek olduğundan kuşku etmediğimiz bir şey daha var: Dışardan gelen bu Arapçalaşmış kavramlar İslam'dan önce Arap dilinin bir parçası durumuna gelecek ölçüde Arapçalaşmalardır. Kureyş lehçesinde olmayan kavramlar ve ifade biçimleri Kur'an'ın dili olan Kureyş diline İslam'dan Önce girmiş bulunuyordu. Ne bu ne de o, Kureyş'ten olmayan dinleyicilerin bu türden bir zevk almalarına, bu lehçelerin özel bazı kavramlarını genel hatlarıyla ya da detaylı olarak anlamalarına engel teşkil etmez. Bununla beraber Peygamber döneminde, çeşitli bölgelerden gelen insanların, hatta Kureyşlilerin kendilerinin bile Kur'an'ı anlamakta değişik kapasitelerde olabileceklerini veya bazılarının söz konusu Kur'anî tabir, deyim ve ifade biçimlerini daha önce duymamış veya kullanmamış olabilecekleri gerçeğini de göz ardı etmememiz gerekir.
Şunu da teslim etmek gerekir ki: Arap kabileleri arasında bedevi olmasa bile Mekke'ye uzak yerleşim bölgelerinde bulunan ve Kur'an lehçesiyle konuşmayanların bazılarının Kur'an dilinin ifade biçiminden farklı bir takım ifade biçimleri, sözcükler, harfler ve kavramlar kullanmış olmaları ihtimal dahilindedir. Bu da çok normal olup eşyanın tabiatına aykırı birşey değildir. Ve bu, belirtmeye çalıştığımız görüşle özünde ve temel boyutlarında çelişmez.
Nasıl ki "Arap" isminin Araplara isim olarak konuluşunun ve bunun herkesçe kabul edilişinin tarihini tesbit etmek kolay değilse aynı şekilde Kur'an dili olan Arapçanın da ne zaman ve hangi tarihte tüm Arapların genel-ortak ve herkesçe kabul edilen dili olduğunu tesbit etmek oldukça zordur ve hatta imkansızdır. Fakat burada; Arapçanın dil olarak kabul edilişinin, geçen bölümde açıkladığımız, "Arap" isminin benimsendiği tarihe kadar gerilere gitmesinin gerekmediğini söyleyebiliriz. Zira dilin, birbirinden uzak bölgelerde, birbirinden alabildiğine farklı çevrelerde genel geçer ve ortak bir dil haline dönüşebilmesi, sağlıklı bir diyalog, genel ve sürekli bir ilişki olmadan gerçekleşmez. Bu da gerçekten uzun bir zamandan sonra ancak gerçekleşebilir. Fakat şu kadarını söyleyebiliriz ki, bu diyalog ve ilişki, peygamberin gönderilişinden önce, o sırada görülen kalkınmanın etkisiyle yavaş yavaş güçleniyor ve sağlıklı bir zemine oturuyordu. Bunu Arapların bir çok geleneklerinde ve onlar arasında ortaya çıkan olaylarda müşahede edebiliriz. Bu ortak tavır ve birliktelik Habeşlilerin önce Yemen'i sonra Hicaz'ı işgal etmelerine bir tepki olarak ortaya çıkmıştı.
Söz konusu birleşmenin; işgalden sonra yarımadanın dört bir yanına, Irak'a, Şam'a düzenlenen ticari seferlerini ve haram aylarda yürürlüğe giren barış ortamında çeşitli yörelerden Arapların Kabe'ye ve Hacc'a yönelmesiyle, Arapların Hacc ve Beyt'ul-Haram ile olan bağlarının kuvvetlenmesinin, evet bütün bunların:
1- Dil birliğinin ve ortaklığının yaygınlaşmasına,
2- Rasulün gönderilişi esnasında, Kur'an'm kendisiyle indirildiği esnada bulunduğu yüksek mertebeye ulaşıncaya kadar arınmasına ve estetik kazanmasına büyük etkisi olmuştur.
Sonra Arapçaya ve diğer dillere baktığımızda Arapçanın, farklılıklarına rağmen tüm Arapların konuştuğu ve birbiriyle anlaştıkları dil olduğunu, Arapların dışında kalan ulusların konuştuğu ve birbiriyle anlaştığı diğer dillerin tümünün adına "acemce" dendiğini gördüğümüzde Kur'an dili egemenliğinin Peygamberlikten kısa sayılmayacak kadar bir süre önce yaygınlık kazandığını söyleme olanağı vermektedir. Sonra Adnanilerden, Kahtanilerden, Mudarlılardan ve Rabiahlardan oîan cahiliye şairlerinin kendi şiirlerini bir tek dil ile yazdıklarını gördüğümüzde artık bu gerçeğin garipsenecek veya inkâr edilecek bir yanı kalmaz. Özellikle de bu şairlerin hayatlarının, onlar hakkında yapılan rivayetlere dayanarak, pek eskiye gitmediğini gördüğümüzde...

dost1 27. March 2011 11:25 PM

[B]B) HİCAZ'IN SOSYO-EKONOMİK YAPISI[/B]

[B]1. Ekonomik Faaliyetler:[/B]

Geçen konuda ekonomik hareketin görüntülerinden arzettiğimiz tablolar Hicaz şehirlerini ve görünümlerini nitelemek türünden girişlerdi. Bu açıklamalar yeterli bir inceleme ve araştırma olarak verilmemişti. Şimdi ise derli toplu bir araştırma ve inceleme ile Hicaz'daki ekonomik hareketliliği sergilmek istiyoruz.
Hicaz şehir ve kasabalarının, düzenli şehir ve kasabalardan farklı ve ayrı bir hayat biçimi göstermeyeceği açıktır. İstikrarlı şehir ve kasabalarda genellikle sanayi ve tarımcılık gibi süreklilik arz eden işlere bağlılık görülür. Kur'an'da yer alan pek çok ayetden hareketle Hicaz halkının ve kasabalarının bu işlerle meşgul olduklarını ve bu alanda nereye kadar vardıklarını çıkarma imkanı vardır.
Mekke halkı, toprakları verimsiz ve suları az olduğundan ziraat ile uğraşamadılar; bunun yerine yerin sırtında rızıklarının peşinde koşturup, yaz-kiş, karada ve denizde ticaret yolculukları için seferber oldular. Malların taşınması ve birbiriyle değiştirilmesi için aracı oluyorlardı. Kuzey, güneş ve doğu yani Şam, Yemen, Irak, Fars, Mısır, Habeşistan, Afrika sahilleri ve Hiııd arasında bir yandan aracı oluyorlar, diğer yandan kendi toplumlarının muhtaç olduğu ticaret eşyasını ve malları satın alıyorlardı.

Kendileri bu seferlere katılmasalar da katılanlara ortak oluyorlardı ya da kendileri hesabına yolculuk edecek ve onların adına ticaret yapacak birilerini tutuyorlardı. Bu hareket sırf zenginlere özgü bir iş değildi. Buna, orta halk kesimi de katkıda bulunuyor, pay sahibi oluyorlardı. Kureyş Sûresi özlü ve kısa oluşuna rağmen Mekke halkının bu konuya ne denli büyük önem verdiğini ve hareketli bir faaliyet içinde olduğunu gösteren bir işareti kapsamaktadır. Yeter ki dikkatli olarak üzerine eğilinsin.

Mekkelilerin servetlerini vurgulamak için kullandığımız ayetler gösteriyor ki, bu servetler ancak onların içinde bulundukları ekonomik faaliyet sayesinde ellerine geçmişti ve bu ekonomik faaliyet birinci derecede, sürekli oan ticari hareketle temsil edilmişti. Sahil bölgesini hatırlatma sadedinde verdiğimiz ayetler de Mekkelilerin deniz ticaret faaliyetini, ticari işler ve alış-veriş alanında geniş ufukların boyutlarını göstermektedir. Zira bu ayetler Mekkidir. Onlarla birinci ve ilk olarak muhatab alınanlar Mekkeliierdir ve yine bu ayetlerde onların bizzat deniz seferlerini gösteren işaretler yer almaktadır-.

Bu ufukların genişliğinin ve deniz ticareti faaliyetinin önemlilerinden biri de ilk müslümanların Mekke'den Habeşistan'a doğru gerçekleştirdiği birinci hicrettir. Bu hicrete nahl sûresinin iki ayetinde işaret edilmiştir:
1) Zulme uğradıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri dünyada şüphesiz güzel bir biçimde yerleştireceğiz. ([B]Nahl, 41[/B])
2) Sonra gerçekten senin Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edenlerin, ardından da cihad edip sabredenlerin {destekçisidir)... ([B]Nahl, 110[/B])

Mekkelilerin tanımadıkları ya da bazılarının bilmediği bir ülkeye hicret etmeleri elbette tutarlı olmazdı. İşte onların bu tanımaları da bu ülkelerin Mekklilerin deniz yolculuklariyla ilişki kurduğu ülkelerden olduğunu göstermektedir.
Yine bazı ayetler vardır ki, onların güneyde Yemen, Hadramut ve I. Ad'ın yurtlarına; Kuzeyde Semûd ve Lût'un ülkelerine yani Şam yoluna ve Şam beldelerine, Belkâ'a ve Filistin'e seferler yaptıklarını göstermektedir. Saffat sûresinde: "Lut da gönderilen peygamberlerdendi. Hani biz onu ve ailesini topluca kurtarmıştık. Geride bırakılanlar arasında bir yaşlı kadın dışında. Sonra da geride kalanları yerle bir ettik. Siz onların üstünden muhakkak geçip gidiyorsunuz, sabah vakti. Ve geceleyin. Yine de akıllanmayacak mısınız." ([B]Saffât, 133-138[/B]).

Lut beldeleri harabeleri Beytül-Makdis yakınında bulunan Gu-rarîha'daki Lut gölü kenarmdadır. Bunlar Sodom ve Gomore harabeleri diye meşhurdur. Ve şu ana kadar varlıklarını sürdürmektedirler.

Ankebut sûresinde deniyor ki:
"Ad ve Semud'u da (yıkıma uğrattık). Bunu, oturdukları yerler göstermektedir. Kendi yapmakta olduklarını şeytan onlara süsleyip çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kim-seerdi." ([B]38. Ayet[/B])

Bunlara ilave olarak bir takım ayetler daha var ki, bu ayetler, kendilerine söylenenleri ve işarette bulunulan mekanları çok iyi bilen ve tanıyan insanlara hitap ediyor. -Bu insanlar ilk planda Mekkelilerdir- ve onların, kendilerine işarette bulunulan yerleri, harabeleri daha evvel ziyaret ettiklerini ilham ediyor. Gelecek örneklerde bunu görüyoruz:

1) Nice memleketlerin halkını, zulmederlerken helak ettik. Artık tavanları çökmüş, kuyuları terkedilmiş ve sarayları bomboş kalmıştır. Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki düşünecekleri kalbleri, işitecek kulakları olsun. Zira gözler kör olmaz fakat göğüslerdeki kalbler kör olur. ([B]Hacc, 45-46[/B])

2) Andolsun, onlar üstüne felaket yağmuru yağdırılmış bulunan o ülkeye uğamışlardır; yine de onu görmüyorlar mıydı? Hayır, onlar dirilmeyi ummuyorlardı. ([B]Furkan, 40[/B])
Ayrıca Bkz: ([B]30/9; 89/6-11[/B])

Ayetlerin içeriklerine göz attığımızda görüyoruz ki, sözü edilen yerler Mekke'den uzak, ma'mur veya imara elverişli ülkelerdir. Orada sağlam saraylar yapılmıştır. Onların kuvvetlerini ve savaş gücünü ortaya koyan medeni/uygar pek çok kalıntı vardır. Bu ülkeler uygarlıkta, güç ve kuvvette Mekke'den çok ileriydiler. Belki de, Firavun'un kazıklar sahibi olarak vasıflandırılmasmda, Mısır ve piramitlerin görünümü ifade edilmiştir. Kazıkların da piramitleri ifade ettiği tercih edilebilir. Mısır'ın başka bir niteliği daha vardır ve bu onun sürekli nitelikler indendir. Muhatab alman Mekkelilerin de bunları gördükleri ilham edilmektedir:
1) Firavun kendi kavmi içinde seslenip dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?" ([B]Zuhruf, 51[/B])

2) (Allah'da) öyleyse, kullarımı geceleyin yürüyüşe geçir, muhakkak takip edileceksiniz. Denizi durgun ve açık bırak. Çünkü onlar suda boğulacak bir ordudur. Onlar geride nice bahçeler ve pınarlar terk etmişlerdi. (Nice) Ekinler güzel konaklar. Ve kendilerinde "sevinç ve mutluluk içinde" yaşadıkları nimetler. ([B]Duhan, 23-27[/B])

Yine bir takım ayetler de vardır ki, onlardan hareketle, Mekke ehlinin ticari faaliyetinde, Kâ'be'nin varlığının, Medine'deki Hac Menasıkı ve Haram aylardaki barış döneminin önemli rolü olmuş; yahut bu faaliyetin güçlü etkenlerinden biri olmuştur denebilir. Onlardan biri aşağıdaki ayettir:
"Allah, Beyt-i Haram (olan) Kabe'yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi) kıldı; Haram Ay'ı kurbanını ve boyunlardaki gerdanlıklanda..." ([B]Maide. 97[/B])

Ayetle belirtiliyor ki, Allah bu yerleri Menasıki ve Şeâiri insanların onların vadilerinde ikamet etmeleri; ihtiyaçlarım maslahatlarını, geçimlerini elde etmeleri irin bir vasıta kılmıştır. Çünkü bunların hepsi 'kıyamen Lin-Nas" cümlesinde gizlidir. Yani onların hayatlarının, temel ihtiyaçları ondadır.
Hac aylan Haram aylardı. Bu aylarda savaşmak haramdı. Araplar bu kutsal barışı fırsat bilerek her taraftan Mekke'ye geliyorlardı. Bu münasebetle Hac günlerinden önce ve sonra dinlenme yerlerine ve Mekke yakınında bulunan suların yanında ticaret panayırları kuruluyordu. Hacılar onlara konaklıyor, bir kaç gün orada duruyor ihtiyaçlarını gideriyor, mallarını değiştiriyor, satın alıyor, satıyor, tanışıyor, gece sohbetleri ve eğlenceleri tertipliyorlardı. Bunlara Bakara sûresinin gelecek ayetlerinden anlamak mümkündür:

"Hacc, bilinen aylardır. Böylelikle kim onlarda haccı farz eder (yerine getirir)se (bilsin ki) hacda kadına yaklaşmak, fısk yapmak, kavgaya girişmek yoktur. Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah onu bilir. Azık edinin, kuşkusuz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, benden korkup sakının. Rabbinizden bir fazilet istemenizde sakınca yoktur..." ([B]Bakara, 197-198[/B])

Müfessirler ve raviler, İbnu Abbas'ın bu ayetleri her okuyuşun'da 'Rabbiniz' kavramından sonra "Hac mevsimlerinde" cümlesini ilave ettiğini böylece ayetlerden amaçlananları bununla açıklamak istediğini söylemişlerdir. Öyle ki bu ilave cümlenin de, ayetin kendisinden olduğu sanılmıştır. Ayetlerin tefsiriyle ilgili olarak demişlerdir ki: Müslümanlar, hac panayırlarında Islamdan öncekisi gibi ticaret ve kazanç peşinde koşmayı yasak telakki etmişlerdi. İkinci ayet bunun kendileri için caiz, olduğunu bildirdi. "Rabbinizden fazilet aramanız" ve onun türevleri Kur'an'da rızık ve kazanç peşinde dolaşmak, çaba sarfetmekteh kinayedir. Belki de, birinci ayet müslümanlara bu yasağı ilham etmiş, ikinci ayet de cevazı ve izni getirmiştir. Her neyse. Daha önce ifade ettiğimiz gibi adet, insanların Hac mevsimini alış veriş için önemli bir fırsat oarak gördüğünü belirtiyor. Tabii olarak bu mevsimde geniş alanlara yayılan bir ticari faaliyete şahid olunuyordu. "Kendilerine ait menfaatlan elde etsinler" şeklinde Hac sûresinin ayetinde yer alan'cümle:
"insanlar için de haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler. Kendileri için bir takım yararlara şahid olsun ve kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Artık bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu da doyurun. Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler, Beyt-i Atik'i (İnsanlar için kurulan ilk evi, özgürlük ve başkaldırı sembolünü) tavaf etsinler." ([B]Hacc, 27-29[/B])

Herhalde bu, hareketin kuruluşunu ve insanların ondan yararlandıklarını ilham etmektedir. Buna birinci ayetin ilham ettiklerini de ilave etmelidir: Hac mevsiminde insanlar her taraftan Mekke'ye gelmekte ve onun mevsimlerinden istifade etmektedir. Bu da yaz önce belirtmeye çalıştığımızı desteklemektedir.

Müfessirler, Bakara 198. ayeti sadedinde İbnu Abbas'tan rivayet ediyorlar ki: Hac aylarında bazı panayırlar kuruluyordu. Bunlar Ukaz, Mecenne ve Zül-Mecaz panayırlarıydı ve hepsi de Mekke'ye yakındı. Sonuncusu Arafat'a yakındı. Araplar orada ticaret yapar¬lardı. Zül-Ka'de ayının yirmi gününde birincisinde duruyorlardı. Sonra ikincisine geçiyorlardı. Orada da onsekiz gün kalıyorlardı. Sonra Arafat'a çıkıyorlar ve üçüncü panayırda da ona yakın bir süre duruyorlardı.

Mekke halkının bu mevsimler ve panayırlarda ticaret için geniş bir alan elde etmeleri, senenin diğer aylarında ona hazırlık yapmaları, karada ve denizde rızık peşinde dolaşmaları, yaz, kış, kuzey, güney ve doğuya açılmaları bunu fırsat bilerek bazı ülkelerden, başka ülkelerde rağbet gören eşyayı ve ticaret mallarını taşıyıp getir¬meleri pek tabii bir gelişmeydi.

Biz şimdiye kadarki açıklamalarımızda sürekli olarak Mekke ve Mekkelileri söz konusu ettiysek de, bu, Hicaz'ın diğer şehirlerinin bundan yoksun olduğu anlamına gelmez.
Mesela limanların ora ahalisi için bir avantaj ve rızık kaynağı olduğu, deniz hareketinin oralarda yoğun olduğu tabiidir. Orada ikamet eden halkın bir takım yolculuklar yaptıkları ve engin denizlere açıldıkları, avından istifa ettikleri, incilerini ve değerli mücevheratını çıkardıkları, irili-ufaklı gemileriyle Kızıldeniz ve başka denizlerin sahillerinde yer alan diğer limanlar ve yerleşim yerleriyle ilişkiye geçtikleri, çeşitli ticaret mallarını oralara götürüp getirdiklerinde kuşku yoktur. Onların bu hareketlerde ve faaliyetlerde başlıbaşına merkezler olduğunu söylemesek de en azından durumun böyle olduğu kuşkusuzdur. Deniz yolculukları ve kazanç peşinde yapılan seferlerle ilgili Mekki ayetler Mekke ehlini kastediyorsa da Hicaz limanlarında yaşayan kitlelerin de bu ayetlerin işaretleri kapsamına gireceği ve orada sergilenen faaliyetin çerçevesine dahil oldukları daha rahat söylenebilir.

Yesrib ve Taif çoğunlukla arazi gelirleri, bostanlar ve üzüm bahçeleriyle besleniyor, toprak zenginliği ve ziraat onları rızık peşinde koşmaktan ve onu elde etme kaygısından genel olarak müstağni kılıyordu. Buna bağlı olarak denebilir ki: Buralar birer şehir olmaları, çevrelerinde köyler ve A'râb bulunduğu için oralarda da ticari bir hareketin gelişmesi ve o iki şehirde de kendilerini sırf ticarete adayan pek çok kimselerin bulunması normaldir. Bir takım medeni ayetlerde yer alan bazı emirler, yasaklar ve yasamaların Medine'de zayıf olmayan bir ticari hareket olduğunu ilham etmesi mümkündür. Bu hareket ve güçlenmenin peygamberin hicretinden sonra oluştuğunu söyleyerek bunları reddetmenin doğru olmayacağı açıktır. îşte ayetler:

1) Az olsun, çok olsun onu süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah katında daha adaletli, şahitlik İçin daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Yalnız, aranızda hemen alıp vereceğiniz peşin ticaret olursa onu yazmamanızdan ötürü size bir günah yoktur... ([B]Bakara, 282[/B])

2) Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman durmaksızın Allah'ı zikretmeye koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin İçin daha hayırlıdır. Artık namazı kılınca yeryüzüne dağılın, Allah'ın fazlından isteyip-araym ve Allah'ı çokça zikredin, umulur ki felaha kavuşmuş olursunuz. Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah'a ve İslam'a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da bir eğlence konusu ve fırsatı gördükleri zaman (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın katında bulunan, eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır. ([B]Cuma, 9-11[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]4/29; 9/24; 24/37[/B])

Dediğimiz gibi, Medine, Mekke ticaret kervanlarının yolu üzerinde yer alıyordu. Medine tüccarlarının, Mekke ehlinin ticaret faaliyetlerinden habersiz olmaları uzak bir ihtimaldir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Medine'de İsrail kökenli büyük bir azınlık bulunuyordu. Onların genelde Hicaz ticaret faaliyetinde, özelde de Medine ticaretinde önemli bir pay sahibi olmadığını söylemek imkansız demesek de aklın alacağı bir şey değildir. Artık onların bu katkılarının ticaret kervanları ya da mahalli ve mevsimlik panayırlarla gerçekleşmesi arasında fark yoktur. Kesin demesek de tercihe şayan görüş odur ki, Medine'deki Araplar da çeşitli şekillerde onların bu faaliyetlerine katkıda bulunuyordu.

Burada belirttiğimiz bir kısmı bizim inancımıza göre Taif şehri için de geçerlidir. Özellikle onun da Irak ve Yemen ticaret yolu üzerinde bulunan başka bir yerleşim bölgesi olduğunu düşündüğümüzde, ora ahalisinin Mekke ve civarıyla, mahalli ve mevsimlik panayırlarıyla sağlam bağlan bulunduğunu ve her iki şehrin de birbirine yakın olduğunu hesaba kattığımızda bu yaklaşımı müsbet algılayabiliriz.

Burada sözü edilmesi uygun düşecek şeylerden biri de herhalde faizin hatırlanmasıdir. Zira faiz ekonomik ve ticari hareketin Öğe¬lerinden biridir. Bu konuda meseleye açıklık getiren pek çok ayetler vardır ki, onlardan hareketle Hicaz'ın şehirlerinde yaşayan Araplar ve Yahudiler birbirinden farksız olarak bu işe bulaşıyordu. Bu onlar arasında köklü bir uygulamaydı, servetlerini çoğaltmada ona büyük ölçüde davranıyorlardı. Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1) Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların "Alışveriş de faiz gibidir" demelerinden ötü¬rüdür. Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. ([B]Bakara, 275[/B])

2) Ey inananlar, kat kat faiz yemeyin. Allah'tan korkun ki felaha eresiniz. ([B]Al-itmran, 130[/B])

3) İnsanların mallarında artsın diye, vermekte olduğunuz faiz Allah katında artmaz... ([B]Rum, 39[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]2/278/279; 4/160-161[/B]

Rûm ayeti Mekkidir. Durum bu olduğuna göre ayet özellikle Mekke ahalisine yöneliktir. İlk ayetler medenidir. Yalnız Bakara ayetlerinin Kur'an'dan son inen ayetler olduğu rivayet edilmiştir. Başka bir ifade ile Mekke'nin fethinden sonra inmişlerdir. Eğer bu rivayet doğruysa ayetin ihtiva ettiği saldırı da Mekkeli faizcilere yöneltilmiş olur. Yine rivayete göre Peygamber Aleyhisselam Veda Haccında amcası Abbas'ın faizini kaldırdığını ilan etmiştir. Abbas Mekke'nin zengin tüccarlarındandı. Fakat bu demek değildir ki Medine'nin Arap halkı bu uygulamaya bulaşmadı. Nisa ayeti açıkça Yahudilerin faizle muamele ettiklerini belirtmektedir. Medineli Araplarla Yahudiler bir şehirde oturuyorlardı, ki onlardan etkilenmiş olmaları gerekmektedir. Sonra bu uygulama kendilerinin de uzak kalmadığı ekonomik ve ticari hareketin gereklerinden biri olarak algılanıyordu. Buna ilave olarak Al-i İmran ayeti Mekke'nin fethinden önce inmiştir. Ve burada yer alan yasaklama tabiatıyla Medine'deki müslümanlara yönelikti. 279. ayet gerçekten ciddi bir uyarıdır ve fazi uygulamasının, belirttiğimiz gibi, köklü bir biçimde yerleştiğini ve Hicaz şehirlerinin ekonomik hayatlarını önemli ölçüde etkilediğini göstermektedir. Bakara ve Al-i İmran ayetleri de, bu olguyu ifade edecek şekilde oldukça sert ve kuvvetlidir.
Söylenmesi gereken bir husus da, o dönemde tedavülde olan para birimidir. Kur'an'da bulunan ilgili bazı ayetler vardır:
1) Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona kantarlarca emanet biraksan onu sana Öder, öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan sen, onun tepesine dikilip-durmadıkça onu sana ödemez. ([B]Al-i İmran, 75[/B])

2) Onu ucuz bir fıata. sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onlar, kendisi hakkında önemsiz davrananlar idiler. ([B]Yusuf, 20[/B])

Burada para birimi olarak altın ve gümüş olan para birimlerinin ismi geçmiştir. Çok iyi biliniyor ki bunlar Şam, Irak ve Mısır'da kullanılan ve orada basılan sikkelerin isimleridir. Kur'an'ın göstermesiyle bu iki para biriminin, Peygamber asrında ve peygamberlikten önce önemli ölçüde bilindiğini ve kullanıldığını kesin şekilde söyleyebiliriz. Netice olarak denilebilir ki: Bu her iki isim herhangi bir biçimde iktibas edilmiş Hicaz'a ait paraları göstermiyordu. Zira Hicaz'da kendisine özgü para birimi bulunan bir devlet yoktu. Hicaz'da tedavülde bulunan para yabancı dirhem ve dinar idi. Bu yabancı para biriminin kullanılması da herhalde Hicaz ile Şam, Mısır ve Irak beldeleri arasındaki ticari ilişkinin boyutlarını ve genişliğini bir ölçüde ele vermektedir. Hicaz tüccarları ve zenginlerinin Irak ve Şam darphanelerinde kendi adlarına dirhemler ve dinarlar basmaya çalıştıklarını ihtimal dışı bırakmamak gerekir, özellikle İslam tarihi bize öğretiyor ki, bu adet ve gelenek Emeviler ve Abbasiler döneminde geçerliydi.
Altın ve gümüş Kur'an'da değişik münasebetlerle zikredilmiştir. Bazı yerlerde kendilerine karşı şiddetli arzu ve istek beslenen sevimli bir servet olarak işaret edilmiştir. Daha önce naklettiğimiz Al-i İm-ran 14. ayet bunu işlemektedir. Gelecek ayet de bunu ifade ediyor:

"Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar var ya; işte onlara da acı bir azabı müjdele." ([B]Tevbe, 34[/B])

Yine altın ve gümüş dünya ve ahirette kullanılan süs eşyası ve kapkacak sadedinde de defalarca söz konusu edilmiştir. Gelecek ayetlere bakalım:

1) Orada altın bileziklerle süslenirler. ([B]Kehf, 31[/B])
2) Onun üzerine altından bilezikler atılsa ya... ([B]Zuhruf, 53[/B])
3) Onların etrafında altın tepsiler ve kadehlerle dolaşır. ([B]Zuhruf, 71[/B])
4) Çevrelerinde gümüşten billur kaplar, kupalar dolaştırılır. ([B]İnsan, 15[/B])
5) Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. ([B]İnsan, 21[/B])

Bütün bunlar Peygamberin çevresi ve asrının insanların bu iki madeni, zenginlik, servet ve refahın kriteri olarak aldıklarını göstermektedir. Bu ikisi onların katında arzu edilen ve sevilen madenlerdi. Onlar da çevre ve civar bölgelerin hatta mutlak olarak her medeni ve uygar çevrenin statüsünden olarak bu iki değer ölçüsüne önem veriyorlardı.

Bunun da bazı yazarların "Araplar altını tanımıyorlardı ya da onların gümüşü tanımaları altını tanımalarından daha yaygındı" şeklindeki yaklaşımlarına aykırı olduğu açıktır.

[COLOR="Blue"][I]2. Ölçü, Tartı ve Matematiksel İşlemlerin Bilgisi: Kur'an'da çeşitli sayılar, sayıların katları ve kesirleri zikredilmiştir. Birler, onlar, yüzler, binler, onbinler, yüzbinler; yarım, üçte bir, dörtte bir, beşte bir, üçte iki, altıda bir, sekizde bir ve onda bir (öşür) Kur'an'da geçen sayılardır. Aşağıdaki ayetlerde bunları görüyoruz[/I][/COLOR].

1) ... yemin edenler için dört ay bekleme süresi vardır. ([B]Bakara, 226[/B])
2) Boşanrmş kadınlar kendi kendilerini üç hayız veya temizlik suresi beklerler. ([B]Bakara, 228)[/B]
3) Dedi ki, Aksine, sen yüz sene kaldın... ([B]Bakara, 259[/B])
4) Rabbinizin size indirilmiş üç bin melekle yardım iletmesi yetmez mi? ([B]Al-i İmran, 124[/B])

5) Size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere... ([B]Nisa, 3[/B])
6) Çocuklarınız konusunda Allah, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder. Eğer onlar ikiden çok kadınlar iseler geride bıraktığının üçte ikisi onlarındır Kadm bir tek ise, yarısı onundur Bir çocuğu varsa, geriye bıraktığından anne ve babadan her biri için altıda bir, çocuğu olmayıp da anne ve baba ona mirasçı ise, annesi için üçte bir vardır. Kardeşleri varsa annesi için altıda birdir; Vasiyet ettiği vasiyetten ya da borçtan sonra! ([B]Nisa, 11[/B])

7) (Allah) buyurdu ki: "Orası onlara kırk yıl yasaklandı..." ([B]Maîde, 26[/B])
8) Sizden yüz kişi olsa kafirlerden bin kişiyi yenerler.. ([B]Enfaî, 65[/B])
9) "Onlar üç, dördüncüleri köpekleridir" diyecekler; "Beştir, altıncıları köpekleridir" diyecekler. Hep görülmeyene taş atıyorlar. Yedidir, se¬kizincileri, köpekleridir" diyecekler. ([B]Kehf, 22[/B])
10) Onu yüzbine ya da daha fazlasına elçi olarak gönderdik.. ([B]Saffat, 147[/B])
11) Mikdarı ellibinyıl süren bir gün içinde... ([B]Mearic,4[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]2/234; 2/261; 4/12; 8/41)[/B]

Biz öyle inanıyoruz ki bunlar o gün için sayılar alanında bilinen şeylerin sınırıydı ve iş hayatını sınırlarının ve ilişkilerinin genişli¬ğine delalet etmekteydi. Bunun yanısıra, bazı yazarların aslında tutarsız olan bir rivayete dayanarak tüm Arapların binden yukarı sayıları bilmediğini göstermeye çalışmalarını da çürütmektedir.

Naklettiğimiz ayetlerde Arapların çarpma, bölme, toplama ve çıkarma gibi matematiksel işlemleri bildikleri anlaşılmaktadır. Yeter ki bu ayetler dikkatle incelensin, özellikle bunların miras ile ilgili olanları tedkik edilsin.
Peygamberin çevresi ve zamanındaki alış veriş ameliyelerinde kullanılan ölçü ve tartı birimlerine -bunların ticari hareketle ilişki¬leri bilinmektedir- gelince, Kur'an'ı bunlardan kantar ve Zira' (Orta parmak ucundan dirseğe kadar el) dışında bir şeyi zikretmemiş ve onların da miktarını kapalı bırakmıştır. Nitekim Al-i İmran'm daha önce naklettiğimiz 14. ve 75. ayetlerinde durum böyledir. Hakka Sûresinin bir ayetinde de durum aynıdır:

"Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu." ([B]Hakka, 32[/B])

Ölçü, tartı ve kıstas (en sağlam ölçü) kavramları pek çok vesilelerle gündeme getirilmiş ve bunlara emanet mallarda, ölçüde ve tartıda dürütlük sadedinde dikkat çekilmiştir. Aşağıdaki ayetlere bakalım:
1) Ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın. ([B]En'am, 152[/B])
2) Eksik ölçüp tartanların vay haline. Ki onlar insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar... Kendileri onlara bir şey ölçerek verdiklerinde eksik ölçerler. ([B]Mutaffifîn, 1-3[/B])
Ayrıca Bkz: ([B]17/35; 55/9[/B])

Bu ayetler Peygamberin çevresinde ve zamanında, kullanılan çeşitli ölçü ve tartı aletlerinin bulunduğunu göstermektedir. Her ne kadar bu ölçü ve tartı aletlerinin miktarını ve çeşidini ayetlerden çıkarma olanağı olmasa da bize bir fikir vermektedir. Bunların bir kısmı sağlıklı, bir kısmı ise bozuktu, ki, bu da kullanım esnasında bir takım hile ve sahtekarlıkların yapıldığını göstermektedir. Herhalde bu Kur'anî öğütlerin tekrar edilişi, düzenbazlıklar ve kurnazlıkların ticari çevrelere ve ticari hareketin bir çok alanına yayıldığının işaretidir.

Kâri'a Sûresinin ayetlerinde:
"...Kimin tartıları ağır gelirse, o memnun edici bir hayat içindedir. Kimin tartıları da hafif gelirse onun gideceği yer haviye (uçurumdur." ([B]Kâri'a, 6-9[/B])

Anlaşılan odur ki, Araplarda tartının temelini iki kefe oluşturuyordu. Nitekim bu uygulama her yer ve zamanda bilinen bir uygulamadır. Yukarıdaki ayetin anlamına benzer anlamlan taşıyan başka ayetler de vardır. Biz verdiğimiz ayetle yetindik.

[B]4) Hicaz'da Ziraî Faaliyet:[/B]

Toprakları verimli, suları bol olan bölgelere, daha önceki ayetlerin muhtevasından hareketle işaret etmiştik. Bu bölgelerdeki ekinlerin, asma bahçelerinin, gölgelikli bahçelerin, iç açıcı bostanların, çeşit çeşit üzüm, hurma, zeytin, nar ve meyve ağaçlarının ekilip biçilen birbirine katışmış taneii ekinlerin vesairenin yetiştiğine değinmiştik. Bu da gösteriyor ki, bu bölgelerde yaşayan ahali, zirai işler ve bu konudaki teknikler konusunda küçümsenmeyecek bir paya sahipti ve onlar bu alanda sırf mevsimlik, zayıf bir ziraatla yetinecek ibtidaî bir süreçte değillerdi.
Kur'an'da daha önce kaybettiklerimizin dışında kalan başka ayetler de vardır ki, bunlar zirai işlemlerle, sonçlarıyla ve ürün çeşitleriyle ilgili nitelikleri ihtiva etmektedir. Bu ayetler her ne kadar teşbih, temsil ve haber verme sadedinde varîd olmuşlarsa da ayetlerin bu nitelemelerine, ilave olarak şunların da çıkarılması mümkündür: Hicaz'da ziraî bölgelerde yaşayan ahali, ziraat alanında küçümsenmeyecek ölçüde mesafe katetmiş bulunuyordu. Onlar, Kur'an'da geçen isim ve nitelemeleri görmüş, alışmış ve bizzat yaşamıştı. Bu Arapça isim ve vasıflamalarm, peygamberin yakın çevresinin diliyle inen Kur'an'da belirtilmiş olması, bunun en iyi delilidir. Çünkü Kur'an'da kullanılan bütün isimler, sıfatlar, kavramlar ve arapçalaşan sözcükler Rur'an'ın inişinden Önce bilinen ve alışılagelen şeylerdi.

Şimdi bu ayetleri görelim:
1) Bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiği sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın. ([B]Bakara, 61[/B])
2) Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki imanı kökleştirmek için "Mallarını harcayanların durumu da tepe üzerinde bulunan bir bahçeye benzer ki, bol yağmur değince ürününü iki kat verdi. Yağmur değmeseydi bile çisinti olurdu. Allah yaptıklarınızı görmektedir... ([B]Bakara, 265[/B])
3) Her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiçbir şeyi eksik etmemişti. Aralarından bir de ırmak akıtmıştık. O (adam)ın (başka) geliri de vardı. Arkadaşlarıyla konuşurken ona: "Ben malca senden zenginim, adamca da senden güçlüyüm" dedi.[COLOR="Blue"]16[/COLOR] ([B]Kehf, 33-34[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]2/261, 264-266[/B])
[COLOR="blue"]16 Bazı müfessirler bu temsilin Yemen ya da Hicaz'da gerçekleşen bir olayın hikâyesi olduğunu belirtmişlerdir.[/COLOR]

Hurma ağaçları ile çevrili bulunan üzüm bahçeleri ve onların arasında yer alan başka ekinler, gölgelikli bahçeler, güzel bostanlar, meyve veren ağaçların çeşitliliği, tanelilerden baklagillere varıncaya kadar her türlü mevsimlik ekinler -bunların hepsi nakledilen ayetlerde geçmiştir, bir bütün olarak bu bölgelerin ahalisinin çeşitli ziraî eylemlerle uğraştığına ve bu alanda küçümsenemeyecek bir payları bulunduğuna güçlü bir delil olabilir. Bu mıntıkaların, topraklarının verimsizliği ve sularının yetersizliği nedeniyle kendi gıda maddelerini yetiştirmeye güç yetiremeyen Mekke'yi, diğer şehir ve kasabaların beslemiş olmaları gerekir. Bunun yanında kırsal kesimlerde, vahalarda yaşayanların da bu mıntıkalardan muhtaç oldukları gıdalarını ve özellikle hurmalarını temin etmiş olmaları gerekir. Hiç kuşkusuz, ayetlerde hurmanın çokça zikredilişi okuyucunun da gözünden kaçmamıştır.

Hicaz'da özellikle Yesrib ve çevresinde yerleşen Yahudi azınlıkların, aynı şekilde Hicazlıların Şam'a yaptıkları yolculukların, Hicaz'ın ziraî bölgelerinde ortaya çıkan bu gelişme ve tekniklerin üzerinde küçümsenemeyecek etkisi vardır. Şam ülkeleri verimli bir toprağa, bol suya ve muhtelif iklimlere sahip olup, çeşitli ziraî faaliyetlere müsaitti. Hicaz'a göre daha ileri bir medeniyet, uygarlık ve bayındırlığa sahipti. Orada tekniklerin de yüksek bir seviyeye ulaşmış olduğu düşünülebilir. Yahudilerin de oradan Hicaz'a gelirken beraberlerinde teknik ve tecrübelerini getirmiş olmaları tercihe şayandır. Bazı araziler edinip onları bayındır hale getirdiler. Daha önceki bilgilerini ve tecrübelerini burada yaptıkları ziraî işlerde uygulayıp daha teknik halde çalışmalar yaptılar. Daha önce naklettiğimiz bazı Kur'an ayetleri, Yahudilerin Yesrib'te ve çevresinde arazileri, köyleri, malları ve hurmalıkları bulunduğuna, Allah'ın bunları sonunda Rasûlüne bağışladığına işaret etmektedir.

Yahudilerin, bazı Arap işçilerini de ücretle çalıştırdıklarını, zamanla ziraat alanlarında uzmanlaşmış bir işçi sınıfı ortaya çıkmış olduğunu, bunların Hicaz ve özellikle Medine bölgesinde ziraî gelişmelere katkıda bulunduklarını uzak görmüyoruz.
Hatta bazı büyük Arap çiftçilerinin, arazilerinde ve ziraî alanlarında çalıştırmak için, Şam ve Irak bölgelerinden vasıflı uzman tarım işçilerini getirtip, çalıştırmış olabileceklerini de imkân harici görmüyoruz.[COLOR="blue"]17[/COLOR]
[COLOR="blue"][I]17 İbn Hişam c. II, sh. 30'da Addas isminde bir Irak'lının, Taif liderlerinden birinin bahçesinde çalıştığından söz etmektedir. Biz bu Iraklının satın alınıp getirilmiş uzman bir çiftçi olması ihtimalini uzak görüyoruz. Ve onun gibi daha bir çok kimsenin varlığını tercih ediyoruz.[/I][/COLOR]

Arapların onlardan tekniklerini ya da bu tekniklerin bir kısmını öğrenmiş olmaları mümkündür. Buna ilave olarak Araplar, Şam, Mısır, Irak ve Yemen gibi ziraat tekniğinde ileri olan ülkelere yaptıkları yolculuklardan ve kendi içlerinde yaşayan Yahudilerden yararlanıyorlardı. İşte tüm bunlar Peygamber asrı ve çevresinin ziraî faaliyetleri hakkında Kur'an ayetlerinin işarette bulunduğu hususlardır.


[B]5) Hicaz'da Sınaî Faaliyet:[/B]

Sınaî hareket açısından meseleye baktığımızda ise, Kur'an'da, Mekki ve medeni pek çok ayetlerin, geçim vasıfları ve şehir hayatı ile ilgili bir çok isimleri, çeşitli adlandırmaları ihtiva ettiğini görürüz.

1) ... ve silahlarını da yanlarına alsınlar... ([B]Nisa, 102[/B])
2) .. Allah sizi, ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avla dener ki...([B]Maide, 94[/B])
3) Allah'ım Rabbimiz bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki... ([B]Maide, 114[/B])
4) Eğer sana kağıt üzerine yazılı bir kitab İndirmiş olsaydık da onu elleriyle tutsalardı. ([B]En'am, 7[/B])
5) Ve halat iğne deliğinden geçinceye kadar ([B]A'raf, 40[/B])
6) Onun düzgünlüklerinde saraylar yapıyordunuz, dağlarında evler yontuyordunuz... ([B]A'raf, 74[/B])
7) (Yusuf'un) gömleğinin üstünde yalan kan getirdiler. ([B]Yusuf, 18[/B])
8) Ve herbırine bir bıçak verdi... ([B]Yusuf, 31[/B])
9) ...Allah(ın emri, onların) binalarına temellerinden gelmiş, üstlerindeki tavan başlarına çökmüştü!... ([B]Nahl, 26[/B])
10) Hurma ağaçlarının mey valarından ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz... ([B]Nahl, 67[/B])
11) Allah size, evlerinizde, oturulacak bir yer yaptı ve size hayvan derilerinden göç gününüzde ve ikamet gününüzde kolayca kullanacağınız hafif evler ve yünlerinden ve yapağılarından, kıllarından bir süreye kadar giyecek, döşenecek eşya ve geçimlik yaptı. ([B]Nahl, 80[/B])
12) ... Ve dağlarda oturulacak barınaklar varettİ ve sizi sıcaktan koruyan elbiseler ve savaşta size koruyan elbiseler vareyledi...([B]Nahl, 81[/B])
13) Orada altun bileziklerle bezenirler; ince ve kalın atlastan yeşil elbiseler giyerek koltuklar üzerine yaslanırlar. ([B]Kehf, 31[/B])
14) Papuçlarını çıkar, çünkü sen kutsal vadide, Tuva'dasın. ([B]Taha, 12[/B])
15) İşte şunlar, Rableri hakkında çekişen iki hasım taraf: İnkâr edenler için ateşten giysi biçildi... ([B]Hac, 19[/B])
16) ...Nice kullanılmaz olmuş kuyu ve nice sağlam köşk vardır... ([B]Hac,45[/B])
17) Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde lamba bulunan penceresiz bir oyuğa benzer. Lamba cam içerisindedir. Cam sanki inciden bir yıldız. Ne doğuya ne batıya mensub olan mübarek bir zeytin ağacından yakılır... ([B]Nur, 35[/B])
18) ... Süslerini göstermesinler. ([B]Nur, 31[/B])
19) Ey ileri gelenler, dedi, onların bana teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir. ([B]Neml, 38[/B])
20) Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, denizler de mürekkep, ...([B]Lokman, 27[/B])
21) .. Örtülerini üstlerine salsınlar... ([B]Ahzab, 99[/B])
22) Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar çanaklar, sabit kazanlar yaparlardı... ([B]Sebe, 13[/B])
23) Fakat Rabb'Ierinden korkanlar için üstüste yapılmış odalar var. ([B]Zümer, 20[/B])
24) Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürükleneceklerdir... ([B]Mümin, 71[/B])
25) Ve evlerine kapılar, üzerine yaslanacak koltuklar, kanapeler. ([B]Zuhruf, 34[/B])
26) Onların önünde altun tepsilerle ve kadehlerle dolaşılır. ([B]Zuhruf, 71[/B])
27) Başlarınızı trag ederek ve kısaltarak... ([B]Feth, 27[/B])
28) (Ey Muhammed) odaların arkasından sana bağıranların çokları, düşüncesiz kimselerdir. ([B]Hucurat, 4[/B])
29) Andolsun Tur'a satır satır yazılmış Kitab'a, yayılmış ince deri Üzerine, Ma'mur eve, Yükseltilmiş tavana. ([B]Tur, 1-5[/B])
30) İnsanı ateşte pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı. ([B]Rahman, 14[/B])
31) İkinizin de üzerine, ateşten, yalın alev ve eritilmiş bakır gönderilir,kendinizi savunamazsınız. ([B]Rahman, 35[/B])
32) Çadırlara kapanmış Huriler.. ([B]Rahman, 72[/B])
33) Akıp giden içecek kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle. ([B]Vakıa, 15-18[/B])
34) ... Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara birçok faydalar bulunan demiri indirdik... ([B]Hadîd, 25[/B])
35) Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu. ([B]Hakka, 32[/B])
36) Orada yükseltilmiş tahtlar, konulmuş kadehler, dizilmiş yastıklar, serilmiş haklar vardır. ([B]Mü'minin, 12-16[/B])
37) Boynunda hurma lifinden örülmüş bir ip (bulacaktır). ([B]Leheb, 5[/B])
38) ...Aralarına kapılı bir duvar çekilir... ([B]Hadîd, 13[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]22/23; 24/60; 34/11; 55/54; 76/16; 85/22[/B])

Şimdi bunların bir kısmını görelim:
Bu ayetlerde, mahalleler, evler, odalar, hücreler, kapılar, çatılar, tavanlar, sütunlar, merdivenler; hayvanların yünlerinden tüylerinden ve kıllarından yapılan çeşitli ev eşyaları, aile için koltuklar, yastıklar, minderler, döşekler, astarlar, çeşitli kapkacaklar, tencereler, büyük kazanlar, yemek tabakları, camdan su bardakları, ibrikler, kadehler, lambalar, cam eşyaları, hayvanların derilerinden yapılan çadırlar, evler, ipek elbiseler, ipek olmayan elbiseler, başörtüsü, yüz örtüleri, gömlekler, iç gömlekler, ayakkabılar, mızraklar, silahlar, savaş kuşamları, zırhlar, zincirler, kelepçeler, yazı aletleri, defterler, kalemler, mürekkep yazı yazmaya yarayan ince deriler; hurma ve üzüm meyvelerinden yapılan içkiler, berberlik, demir,bakır, altın, gümüş madenleri, kuru çamurdan yapılan çömlekler... gibi şeylerden söz edilmektedir. Sözü edilen bu eşyaların bizzat adlarının, kendilerinin, ve niteliklerinin sergilenişi ve bunların değişik biçimlerde Kur'an'da kullanılması gösteriyor ki, peygamberlikten önce bu eşyalar, Peyamberin çevresindeki ahâli tarafından o zaman da bilinmekte ve tanınmaktaydı. Bunların bir kısmı temsil, haber verme ve cennet nimetlerini niteleme amacıyla gelmiş olsa da durum değişmez. Zira Kur'an insanlara ancak anladıkları, bildikleri bir dille hitab eder. Ayetler ilk etapta, Peygamberin çevresini oluşturan Araplara ve Hicazlılara hitâb etmiştir. Ve onlar Kur'an'la muhatab olanlardır. Yine bu ayetlerde sözü edilen eşyaların, muhatap alınan kimseler tarafından kullanıldığını, bilindiğini ve alışılagelen şeyler olduğunu ilham eden İşaretler vardır.
Bu sayılanlara gemicilik alet ve edevatını, çeşitli ziraî alanlarda kullanılan araç gereçlerin de iîave edilmesi gerekir. Çünkü daha önce naklettiğimiz ayetlerin ilham ettiği, gemicilik ve zirai faaliyetlerin varlığı, hiç kuşkusuz bunların da pek çoğunun var olduğunu gösterir. Bir de geçen konuda varlığını nakledilen ayetlerden Öğrendiğimiz, aliş-veriş eylemlerinde kullanılan ölçü ve tartı aletleri¬nin bunlara ilave edilmesi gerekir.
Açıktır ki, bu araç-gereçlerin ve malzemenin çoğu; yapı işlerinde, taş yontmacılığında, demircilikte, marangozlukta, mefruşatçılıkta, boyacılıkta, dokumacılıkta, terzilikte, bakırcılıkta, semercilikte ve şehir hayatının -uygarlığın hangi safhasında olursa olsun-gerektirdiği diğer ihtiyaç alanlarında faaliyet gösteren bir takım insan gruplarının varlığına muhtaçtır. Ki bunların çoğu Kur'an'da, hikmetinin gereği, çevre şartları ve alışkanlıklarıyla uyum sağlayacak biçimde dile getirilmiştir.
Hicazlıların kara ve deniz yolculukları ne ölçüde ve hangi safhada bulunursa bulunsun, muhtaç oldukları çeşitli araç-gereçleri ve diğer ihtiyaçlarını, yapılmış ve hazır olarak dışardan almaları, bunların çoğu genel ve günlük ihtiyaç maddeleri olduğu halde, onların hepsinde dışa bağımlı kalması akıl ve mantık kurallarına uygun düşmez, özellikle uygarlıkta, sanayide kendilerinden ileride bulunan ülkeler ile aralarındaki iletişim ve ulaşım, kolay sağlanan bir şey değildi.
Bunların tümüne binaen diyebiliriz ki -bu konuda Kur'an ayet¬lerinin delaletleri, karineleri ve ilhamları da bizi desteklemektedir.-

Hicaz şehirlerinde bir takım zenaatçı çevreler vardı ve bunlar ihtiyaçlarının pek çoğunu teinin ediyorlardı. Sanayi dalındaki faaliyetin boşluğunu dolduruyorlardı. Hicazlıların dışarıdan aldıkları; ev işlerinde ve geçimlerinde kullandıkları araç-gereçler, onların yapmayı beceremedikleri veya daha güzelini yapamadıkları sanayi ürünleri, lüks, süs ve güzellik malzemeleri, ipek işlemeli kapkacak ve bazı silah ve dokuma çeşitleriyle sınırlı kalmıştır.
Hicaz şehirlerinde Suriyeli, Mısır'lı, Habeşistanlı, Bizanslı, Iraklı, Yahudi ve Hıristiyan yabancı azınlıklar vardı. Başka bir fasılda bunlardan söz edeceğiz. Biz öyle sanıyoruz ki azınlıklar arasında Hicaz şehirlerinde sanayi işlerinin bir çoğu ile uğraşan ve oralarda küçümsenmeyecek bir boşluğu dolduran kimseler vardı. Ve onlar aynı zamanda mahalli zenaatkârların çekirdeği ve bu sınıfın öğreticileri durumundaydı. Siret ve tefsir rivayetlerinde buna bir nebze ışık tutan işaretler vardır. Ekonomik faaliyet sahalarında kazanç ve çalışma yalnız erkeklere özgü değildi. Kadının da buna katkısı ya da en azından bir kısmına şu veya bu şekilde katkısı vardı dediğimizde, herhalde yanılmış olmayız. Bununla beraber, kadının meşguliyet sahasının dar olma ve onun omuzuna binen yükün hafif kalma olasılığı vardır. Bu da, ikinci bölümde açıkladığımız gibi, o zamanki Arap toplumunda geçerli bulunan yaygın zihniyetle uyum sağlayabilecek bir şeydir.

[B]Nisa Sûresi'nin şu ayetlerinde şöyle denmektedir[/B]:
"Ey inananlar, mallarınızı aranızda batıl sebeblerle yemeyin. Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka. Ve nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve zulüm ile bunu yaparsa onu cehenneme sokacağız. Bu da Allah'a kolaydır. Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz veya sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız. Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri arzu etmeyin. Erkeklere de kazandıklarından bir pay var. Kadınlara da kazandıklarından bir pay var. Allah'tan, O'nun lütfunu isteyin. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir." ([B]Nisa, 29, 32[/B])

Burada kaydettiklerimizi değişik açılardan destekleyen işaret¬ler vardır. Bunun yanında aynı doğrultuda rivayet edilen ve yakın derecesinde kesinlik kazanan nakiller de vardır. Örnek olarak da; Peygamberin -peygamberlik öncesi- ticarette vekillik ettiği büyük servet sahibi Hz. Hatice'yi verebiliriz.

[B]6. Araplarda Yaşam Tarzı:[/B]

Genel olarak Hicazlılarm özellikle de Mekke halkının değişik böl¬gelere yapmış oldukları yolculukların ve ticaret kervanları sevketmelerinin, medeniyette kendilerinden daha ilerde olan, hayatın nimetleri ve rahatından, lüksünden daha fazla yararlanan dünya ile ilişki kurmalarını kolaylaştırmış olması pek tabiidir. Onların da bu hayatın ve bu medeniyetin araç-gereçlerini, vasıtalarını, büyük ölçüde buralardan kopya etmiş olmaları gerekir. Bir taraftan ticari faaliyet sonucunda elde ettikleri mallar, zenginlikler ve servetler, diğer taraftan zirai faaliyetleri, ve değişik alanlarda teknik ve sanayi çalışmaları onları, dünyanın medeni araçlarına yönelmeye itiyordu.

Kur'an ayetlerinin işaretleri ve karineleri bu yaklaşımı, küçümsenmeyecek ölçüde pekiştirmektedir. Kur'an; Mekke liderlerinin lüks bir hayat yaşadıklarını belirtmektedir. Aşağıdaki ayetlerde bunu görebiliriz:

Çünkü onlar bundan önce varlık içinde şımartılmışlardı. Büyük günah işlemekte ısrar ediyorlardı. ([B]Vakıa, 45-46[/B])
Ayrıca Bkz: ([B]17/16: 23/63-64[/B])

Daha önce naklettiğimiz Al-i İmran'ın 14. ayeti her ne kadar genel olarak insan tabiatının eğilim duyduğu şeyleri nitelese de, açıkça görüleceği gibi, bu vasıfların Peygamber çağında ve çevresinde yoğun etkisi ve şöhreti bulunan nitelikler olduğunu da ilham etmektedir. Ayet, gözden kaçmayacağı gibi, lüks ve rahat yaşamın çeşitli vasıtalarını kapsamaktadır.

Bazı liderlerin büyük servet sahibi olduklarını göstermek amacıyla Kehf, 28; Meryem, 73; Taha, 131; Beled, 6 gibi bazı ayetler de, bu liderlerin teknik ve medeni gelişmelerden yararlandıklarını, lüks ve bol nimetler arasında yaşadıklarını göstermektedir.

Bu böyle iken diğer taraftan Kur'an'da, cennet ile ilgili ayetlerde anlatılan nimetler, lüks vasıtalar, kişisel zevkleri anlatan pek çok nitelemeler, muhatab alman kimseler, yani Peygamberin çevresindekiler tarafından biliniyor olmayı gerektirmektedir. Tercihe şayan olan odur ki; onlardan bazı sınıflar, Kur'an'da temsilen cennet hayatına bir Ölçüde uygunluk arzeden bir lüks, rahat ve bolluk içinde yaşıyorlardı. Yüksek odaları, sarayları, atlastan sırmalısına kadar her çeşit ipek türlerini, kat kat yatakları, divanları, ipekle doldurulmuş döşekleri, koltukları, yastıkları, minderleri, altun yaldızlı giyim eşyasını, gümüşü, inciyi, mercanı, büyük-iri incileri, cam eşyaları, kandilleri, lambaları, avizeleri, şişeleri türlü türlü süs eşyalarını çok yakından tanımış olmaları, onları elde etmiş ve kullanmış olmalarını göstermektedir. Bunların hepsi sanayi hareketi konusunda naklettiğimiz bazı ayetlerde zikredilmiş, bir kısmı da şimdi vereceğimiz ayetlerde geçmektedir:

1) Onlar yakut ve mercan gibidirler. ([B]Rahman, 58[/B])
2) (Orada) astarları kaim atlastan yataklara yaslanırlar. ([B]Rahman, 54[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]56/15-23; 76/12-21[/B])

İşte bu ayetlerde ve öncekilerinde geçen nitelemeleri, sıfatları derinlemesine incelediğimiz zaman kesin kanaat getiririz ki, bunlar dünya hayatında alışılagelen şeylerdir. İlk defa onlarla muhatab, on¬lardan habersiz kimseler değiller. İşte Kur'an'ın üslubu ve gayeleriyle uyum sağlayan, ahenk içinde olan da budur. Zira teşvik ve tehdit için kullanılan yöntemler dinleyenlerin tanıdığı ve alıştığı vasıtalardan seçildiği, acısını ve lezzetini bildikleri ve sonuçlarından haberdar oldukları zaman daha da etkili olur. Bakara sûresinde bu yaklaşıma ışık tutan bir ayet vardır. Bu ayette belirtildiğine göre, cennet ehlinin rızıklandıkları şeylerin, daha önce tanıdıkları ve bildikleri şeylerden olduğu bildirilmekte ve onların; "bu, daha önce rızık olarak aldıklarımızı anımsatmaktadır," dediklerini hikaye etmektedir. Sözü edilen ayet şudur:

"İnanıp, yararlı işler yapanlara, kendilerine altlarından ırmak¬lar akan cennetler olduğunu müjdele. Onlara buranın bir ürünü rızık olarak verildiğinde, "Bu daha önce de rızıklandığımızdır" derler. Bunlar, söylediklerinin benzerleri olarak sunulmuştur. Onlara orada tertemiz eşler vardır ve orada temelli kalırlar." ([B]Bakara, 25[/B])

Açıkça fark edileceği gibi, bazı müfessirlerin daha sonra "Dünya rızıklari ile ahiret rızıklari, tadda ve lezzette birbirini tutmaz, ayrı ayrı olurlar" demiş olmaları bu yaklaşıma aykırı düşmez.
"De ki: "Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir? Bunlar, dünya hayatında inananlarındır. Kıyamet gününde de yalnız onlar içindir". Bilen kimseler için ayetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz." ([B]A'raf, 32[/B])

Yukarıdaki ayette belirtmeye çalıştığımız noktaya bir ışık tutulmaktadır. Çünkü ayet temiz olan rızıklardan ve Allah'ın kullan için çıkardığı süslerden kaçmayı, onları kullanmamayı hoş görmemekte ve onları dünyada müslümanlara da mubah kılmaktadır. Burada diğerleriyle birlikte onlar da yararlanacaklar. Fakat ahirette bu nimetler yalnız onlara özgü kılınacaktır.

[B]7. Hayvancılık ve Avcılık:[/B]

Kur'an'da deve, sığır, koyun ve diğer ehil hayvanlardan söz eden, onlardan elde edilen ürünlere, yararlarına değinen, onların yünlerinden, tüylerinden, kıllarından, etlerinden, derilerinden ve sırtlarından yararlanmaya dikkat çeken pek çok Mekki ve Medeni ayet vardır.
Öte yandan onların su ve otlak (mera) gibi gereksinimlerinden, onların kesilmesi, yenmesi, kurban edilmesi, helal ve haram kılınması ve adanması ile ilgili olarak gelişen ve zamanla dini bir kılığa bürünen; alışkanlıklara, geleneklere ışık tutan ayetler de vardır. Bunlardan bir çoğu Kur'an'da çeşitli yerlerde ve değişik üslublarla işlendiğine göre, buradan hareket ederek, Hicazlılarm büyük bir zenginliğe sahib olduklarını, önemli yararlar elde ettiklerini, pek çok uğraş sahalarının olduğunu ve onların bu işlere gerçekten üstün derecede Önem verdiklerini söyleyebiliriz. Aşağıdaki ayetlerde bunlara işaret edilmektedir.
1) Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altun ve gümüşten, salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşın düş-künlük, insanlara süslü gösterildi. ([B]Al-i İmran, 14[/B])
2) Ey inananlar, ne Allah'ın işaretlerine, ne haram aya, ne kurbana ne gerdanlıklara ve nede Rabb'Ierinin lütuf ve nzasım arzu ederek Beyt-i Haram'a doğru gelenlere saygısızlık etmeyin.. ([B]Maide, 2[/B])
3) Allah Kabe'yi o saygı değer evi, insanlar için durak yaptı. O kutsal ayı,kurbanı, boynu bağlı kurbanlıkları da (böyle yaptı) ([B]Maide, 97[/B])
4) Allah, bâhîre, sâibe, vasile ve hâm18 diye bir şey yapmamıştır... ([B]Maide, 103[/B])
5) Zanlannca dediler ki: "Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da sırtı(na binilmesi) yasaklanmış hayvanlardır." Bir kısım hayvanların da üzerlerine Allah'ın adını anmazlar... ([B]En'am, 138[/B])
6) Hayvanları da yük ve kesim için yaratan Allah'tır. . ([B]En'am, 142[/B])
[COLOR="blue"][I]18 Bütün bunların detaylı açıklamaları ilerde '"Dinler ve inançlar' bölümünde ele alınacaktır.[/I][/COLOR]

7) Hayvanlarda da sizin için ibret vardır. Onların karınlarından, fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından hâlis, içenlere kolay süt içiriyoruz. ([B]NahI, 66[/B])
8) Allah O'dur ki, kimine binmeniz, kiminden yemeniz için size hayvanları yarattı. Onlarda sizin için faydalar var. Onların üstünde gönül-lerinizdekİ arzuya erersiniz; onların ve gemilerin üstünde taşınırsı¬nız. ([B]Mü'min, 79-80[/B])
9) O ki bütün çiftleri yarattı, size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar varetti. Ki onların sırtına binesiniz, sonra onlara bindiğiniz zaman Rabbinİzin nimetini anasınız ve: "Bunu bizim hizmetimize veren (Al-lah)ın şanı yücedir, yoksa biz onu yanaştıramazdık" diyesİniz. ([B]Zuh-ruf, 12-13[/B])
Ayrıca Bkz: ([B]4/119; 6/136; 6/139; 6/143-144; 16/5-7; 16/10; 16/80; 22/28; 22/36-37; 20/53-54; 25/48-49; 36/71-72; 79/31-33[/B])

Bu ayetlerle dikkat çektiğimiz konuya okuyucunun da dikkat etmesi; Kur'an'm yoğun biçimde işlediği hayvanlar ve sürü hayvanların peygamber çağında ve çevresinde büyük bir etki sahibi olduklarını idrak etmesi beklenir. Hemen aklımıza gelen odur ki: Hayvanların ve sürülerin eğitilmesi ve yararlanılır hale getirilmesine, özellikle köylüler büyük önem veriyorlar ve üzerinde duruyorlardı. Hayatları ve geçimleri daha ziyade onlara dayanıyordu. Zira onların yaşamları buna daha müsaitti. Suların ve meraların peşinde dolaşmaları ve bu dolaşma için de sürü hayvanlarına, yük hayvanlarına ihtiyaç hissetmeleri daha bariz olarak farkediliyordu. Sonra onların geçim yaşamları da kendilerini buna zorunlu kılıyordu.
Ancak Kur'anî ayetlerin genel oluşu ve hitabın ilk etapta yakın dinleyicilere yöneltilmiş olması; Hicazın şehirlerinde ve kasabalarında yaşayan halkın da bu açıdan köylülere katıldığını, onlara katkıda bulunduklarını ve onlarla iç içe yaşadıklarını söylemeye müsait olmaktadır. Şöyle ki onlardan da sürü ve binek sahibi bulunan ve aynen köylülere benzeyen kimseler vardı. Onlar da hayvan ve sürülerine çok önem verirlerdi. Ve bir çok yönden bunlardan büyük yararlar elde ederlerdi. Mesela çiftçi olanlarının zirai işlerde develere ve sığırlara büyük ihtiyaçları vardı. Tüccar olanları da develere muhtaçtı. Özellikle zorluklarla dolu uzun yolculuklarında ve kervanlarında bunlara çok ihtiyaç duyarlardı. Ki bu zor ve uzun yolculuklarda, sabırlı ve gayretli develerden başkası onların kahrını çekemezdi.
Kur'an'da bir dizi ayette avdan söz edilmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki, bu dönemde av, Arapların önemli uğraşlarından ve ciddi geçim kaynaklarından biriydi. Onlar bu işi at sırtında ok atma ve kovalama (iz sürme) şeklinde gerçekleştiriyorlardı. Bir çoğunun geçimleri buna dayanıyordu. İşte ayetler:
1) Ey inananlar! Akitleri yerine getirin. Size okunacak olanların dışındaki hayvanlar sizin için helal kılındı. Yalnız ihramda iken avı helal saymamak [COLOR="blue"]19 [/COLOR]şartı ile. ([B]Maide, 1[/B])
2) İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. ([B]Maide 2[/B])
3) Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: "Size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların, sizin için (uttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın, Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. {[B]Maide, 4[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]5/94-96[/B])

[COLOR="blue"][I]19 Kur'an ayetleri ve rivayetlerden anlaşıldığına göre "Hıırum" hali İslâmdan ön¬ce iki şey için kullanılıyordu: Haram aylarda ve Haram olan Mekke mıntıka¬sında. Birincisi gelmedi Bu genelleme Muhammedî Sünnet ile tadilata uğra¬mış, haram hali yalnız ıhramîı hal ile sınırlı tutulmuştur. İhram, ziyaret ya da hacc için dikişsiz elbise giyinmektir.[/I][/COLOR]

Maide'nin 4. ayetinden anlaşıldığına göre Araplar Peygamber asrında ve çevresinde küçümsenmeyecek ölçüde avcılık sanatında ilerlemiş bulunuyorlardı. Avcılıkta -Şahin, doğan ve kartal gibi-yırtıcı kuşları ve köpekleri kullanıyorlardı. Bu hayvanlara avcılık öğretiyorlardı. Böylece hayvanların istenen şekilde avlanmasını sağlıyorlardı. Yine ayetten anlaşıldığına göre müslümanlar, öğretilmiş yırtıcı hayvanlarla yapılan av etini yemekten sakınıyor ve onları yemiyorlardı. Kur'an onlara bunu normal durumlarda helal kılmıştır -Ihram'da oldukları durumlar müstesna edilerek- Yeter ki silahı atarken ve yırtıcı hayvanı bırakırken Allah'ın adını anmış olsunlar. 96. ayette de deniz avına, yolculukta ve normal durumlarda bunun insan yaşamı üzerindeki yararlarına ve etkisine işaret edilmiştir. Bu da deniz avının, Arapların; yaşamlarında kendisine dayandıkları, bir zenaat ve rızık kazanma yolu olduğunu gösterir.

Maide 1. 2. ve 94-95. ayetlerden Arapların, İslam'dan Önce de ihramlı durumlarda kara ve deniz avcılığını, Haram Aylarda kan dökmeyi ve hayata son vermeyi haram saydıkları çıkarılabilir. Kur'an'la birlikte deniz avcılığı hem ihramlı durumlarda hem de normal durumlarda serbest bırakıldı. Çünkü zaruri bir ihtiyaçtı ve yaşam aşırı olarak ona bağlıydı. Özellikle sahiller boyunca yolculuk yapanlar için bu avcılık hayatî bir öneme sahipti. İhramlı hallerde kara avcılığının haram kılınması, normal hallerde ise serbest kılınması kararlaştırıldı. Her iki durumda da deniz avcılığının serbest bırakılmış olması onun zaruri bir ihtiyaç maddesi olduğunu, aşırı derecede önemli bir gıda maddesi olduğunu kara avcılığından daha geniş alanlarda yayıldığını, kullanıldığını gösterir.

Ayetlerde avcılık çeşitleriyle uğraşanların kimler olduğunu belirten bir malumat yoktur. Durum bu olduğuna göre denebilir ki: Araplar medenisiyle köylüsüyle bu dönemde ava özellikle önem veriyor ve onunla meşgul oluyorlardı, normal olarak akla gelenler ise, köylü olanların kara avcılığıyla daha fazla uğraşmış olmaları ve yaşamlarında ona dayanmış olmalarıdır, öte yandan sahil bölgelerde yaşayanların ise deniz avcılığı ile daha fazla uğraşmaları ve sürekli olarak onunla içli dışlı olmaları, yaşamlarında ona dayanmış olmalarıdır.
94. ayette geçen "elleriniz ve mızraklarınız ona ulaşır" ifadesi Arapların zaman zaman mızraklarla avlandığını gösterirken, 4. ayet onların gerektiğinde ok ile de avlandıklarını göstermektedir. Avı uzaktan ok ile vuruyor sonra da ardına köpekleri ve yırtıcı kuşları bırakıyorlardı.

[B]8. Araplarda Yeme, İçme, Eğlence, Barınma, Giyim-Kuşam:[/B]

Kur'an'da daha önceki konularda kaydedilenlere ilave olarak; Peygamberin çevresi ve çağının yeme, içme, eğlenme, ev yapma, ev döşeme, giyinme ve süslenme ile ilgili alışkanlıkları gibi pek çok âdetlerine ışık tutan bir çok ayet vardır. Şunu belirtmeliyiz ki bu bölüm onların ailevi, sosyal, dinsel ve ruhsal/psikolojik alışkanlıklarını, adetlerini, ahlaklarını ve geleneklerini ele almayacaktır. Zira bununla ilgili özel bölümler ilerde gelecektir.

[B]Önce onların yemeklerine bakalım[/B]:

[B]A)[/B] Deve, sığır ve koyunlarla onların etleri ve sütleriyle ilgili olarak daha önceki bölümlerde bir kısmını naklettiğimiz bir dizi Kur'an ayetinden ilham alınarak denebilir ki: Hayvanların Özellikle koyun, keçi, sığır ve develerin etleri ve sütleri Peygamber çevresinde ve çağında insanların başlıca gıda kaynağıydı ya da başlıca gıda kaynaklarından biriydi. Yemek için etlerin pişirilmesiyle ilgili olarak kaydedilen yalnızca "Haniz" yani kızartılmış kavramıdır. Bu da,İbrahim'in (a) konuklarıyla ilgili olarak gelen ayette şöyle ifade edilmiştir:
"Çok geçmeden kızartılmış bir oğlak getirdi..." (Hud, 69) Onların, etlerin pişirilmesiyle ilgili daha pek çok yöntemlere sahip olduklarında kuşku yoktur.

[B]B)[/B] Ölü hayvanın etini, akıtılmış kanı ve domuz etini yemenin haram olduğunu ifade edip pekiştiren bir dizi Mekki ve Medeni ayet vardır. Onlardan bir kaçını aşağıya alıyoruz:

1) Şüphesiz size ölü hayvan etin, kanı, domuz etini, Allah'tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır; fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir. ([B]Bakara, 173[/B])
2) Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanarak ölmüş hayvanlar -henüz canları çıkmadan kesmeniz hariç- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fısktır. ([B]Maide, 3[/B])
3) De ki: "Bana vahyolımanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti, günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan başkasının payına el uzatmamak ve zarureti aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir" Doğrusu Rabb'ın bağışlar ve merhamet eder. ([B]En'am, 145[/B]

Bunların aynı zamanda, Tevrat'ta da haram kılındığı, Allah'ın onları -vahiy ile- Tevrat'ta haram kıldığı gibi, Kur'an'da da haram kıldığı doğru olduğuna göre, zor durumda kalanların bağışlanacağı ve "Bugün kâfirler sizin dininizden umudunu kestiler" şeklindeki Maide ayetinde bütün Peygamberlerin çevre halkının bu haramlara yanaştığını ya da en azından onların bir kısmını kullandıklarını söyleyebiliriz. Buna ilave olarak Maide ayetinde yeterli bir açıklama yapılmış ve ölü hayvanların etlerinin yendiği sağlam bir biçimde gösterilmiştir. Sonra En'am sûresinde yer alan bir ayet, Arapların ölü hayvanın etini yeme alışkanlıklarını daha güçlü bir açıklıkla ortaya koymaktadır. Şimdi bu ayete bakalım:
«"Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepimiz ona ortaktır" dediler. Allah bu türlü sözlerin cezasını verecektir, çünkü O, hakimdir, bilendir.» ([B]En'am, 139[/B])

Araplardan nakledilen sözlerden biri de şudur: «Biz kendi ellerimizle öldürdüklerimizi yeriz de Allah'ın öldürdüklerini nasıl yemeyiz?»
Kan içme konusu ile ilgili olarak tefsircilerin kaydettiklerine göre Araplar kanı kaynatmak suretiyle terbiye ediyor ve bazı bitkileri onun üzerine ekiyorlardı. Bu sözün sürekli devam eden olaylarla ilgili olması uzak bir ihtimal değildir. Buna bağlı olarak Arapların akıtılmış kanı içtiklerini söylemek mümkündür.
Domuza gelince, Peygamber çevresinin ve asrının onun etini yemeyi alışkanlık haline getirdiğini ya da bu hayvanın Hicaz bölgesinde yaşadığını gösteren hiç bir kayda rastlayamadık. Bu nedenle Arapların bu kesiminin (Resulullah'ın çevresi olarak) domuz etini yemedikleri fikrine eğilim duyuyoruz. Bununla beraber Arapların domuz etini bildikleri, Şam bölgelerine yolculuklarında onu yedikleri ihtimali de vardır. Zira bu bölgede domuzlar yaşıyordu. Halk olarak da Hıristiyanlar hakimdi ve Hıristiyanlar domuz etini yiyorlardı.
Açıktır ki, Kur'an'da kanın, ölünün ve domuzun haram kılınması, hikmet gereği olarak onların pis olarak sayılmasından kaynaklansa da yine de bu haram sayılan şeylerin aynı zamanda Tevrat'ın da haram kıldığı şeyler olmasıyla çelişmez. Şu kadar var ki: Bunların hem Kur'an'da ve hem de Tevrat'ta haram kılınması Peygamber çevresi ve asrında onları kullanmanın yaygınlığına işaret etmekle beraber onların çok eski alışkanlıkları olduğunu da göstermektedir.

[B]C)[/B] Kur'an'da ekmekten söz edilmemiştir. Yalnız "biçilecek taneler", "birbirinin üstüne bindirilmiş taneler", "yedi başak veren ve her başağında yüz tane bulunan bir tek tane", "soğan, sarmısak, mercimek, bakla, salatalık", "ekinler"den söz edilmiş ve daha önceki bir konuda ayetlerini nakletteğimiz adı geçen pek çok ağaç zikredilmiştir. Tüm bunların Kur'an'da geçmesi Peygamber çevresinin ve çağının bu hububatı bildikleri, onları ekip-biçtikleri ve gıda maddesi olarak kullandıklarını ilham etmektedir. Bu aynı zamanda bir dizi hadis ve rivayetle de pekişmektedir.

[B]D) [/B] Daha önce başka bir münasebetle naklettiğimiz ayetlerde hurma ağacı ve onun kuru ve yaş meyvesi çokça zikredilmiştir. Ayetlerden birinde Arapların hurma ağacı meyvelerinden elde ettiği güzel rızıklanmaya -tercihe şayan görüşe göre güzel yemeğe-işaret edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Peygamber çağında ve çevresinde yaş hurma ve onun kurutulmuşu başlıca gıda maddesiydi.

[B]E)[/B] Bazı ayetlerde baldan da sözedilmektedir. Bu ayetlerden birinde, balda insanlar için şifa olduğu belirtilmiştir:
«Rabb'in bal arısına "Dağlarda, ağaçlarda, ve hazırlanmış kovanlarda kendine yuva edin; sonra her çeşit üründen ye; sonra da Rabb'inin işlemek için gösterdiği yollardan yürü" diye öğretti. Karınlarından insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir toplum için bunda ibret vardır» ([B]Nahl, 68-69[/B])

Bu ayetlerden birinde de bal, cennetde yer alan büyük nimetlerden biri olarak nitelendirilmiştir:
«Allah'a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennet şöyledir: Orada temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır.» ([B]Muhammed, 15[/B])

Buradan rahatlıkla anlaşılıyor ki, bal onların rağbet ettikleri bir gıda maddesiydi. Sonra ilaç olarak da kullanılıyordu. İlaç olarak kullandıklarında süzme balı kullanıyorlardı. Açıkça görüleceği gibi bu, onların üstün medeni bir zevke sahip olduklarını yansıtmaktadır.

[B]F)[/B] Bir dizi ayette de zeytin ağacı ve zeytinden sözedilmiş, bazı ayetlerde özellikle onun meyvesini yiyenler için, yağlı ve yemek (katık) olarak gösterilmiştir:
"Ve Tur'i Sina'da çıkan bir ağaç. O yağlı ve yiyenlere bir katık olarak bitmektedir" ([B]Mû'minun, 20[/B])

Buradan hareketle Peygamber çevresi ve asrında zeytin yağının önemli bir gıda maddesi olduğu söylenebilir. Nur suresinin 35. ayetinden Hicazlıların onu aydınlatmada da kullandıkları çıkarılabilir: "Sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir..." Dikkat çeken olaylardan bir de Mû'minun ayetinin, ağacın Tur'i Sina'da çıktığını kaydetmiş olmasıdır. Bununla beraber zeytin, başka ayetlerde nar, üzüm ve hurmalarla birlikte zikredilmiş ve onun da bu ağaçlar gibi Hicaz'da yetiştiğini ilham eden bir uslub kullanılmıştır. Örneğin En'am 99 ve 141 ile Nahl'in 11. ayetleri bu tür ayetlerdendir. Kur'an'dan ilham alarak ve onun ayetlerini bağdaştırarak şöyle bir yaklaşımda bulunmamız bilmem doğru olur mu? Mû'minun ayeti zeytin ağacının ilk olarak yetiştiği ana yurdunu zikretmektedir. Hicazlılar da onun fidanlarını Tur'i Sina bölgesinden alıp getirmiş ve Hicaz'ın bazı bölgelerine Özellikle de iklim yönünden bir ölçüde Şam iklimine benzer bir takım şartlar taşıyan Taife, onu daha da çok dikmişlerdir. Her ne olursa olsun bizim tercihimize göre onlar yemek ve yakmak suretiyle büyük ölçülerde zeytinyağı tüketiyorlardı, ve bu tükettikleri mallarla ilgili ihtiyaçlarını, ya da büyük bir kısmını, Şam bölgesinden temin ediyorlardı.

[B]G)[/B] Üzüm ve nar bir kaç defa, incir ise bir defa zikredilmiştir. Başka ayetlerde de meyve ve meyveler kavramı genel olarak kullanılmıştır. Ve hurma ağacı meyvesinden olduğu gibi üzümden de güzel rızık-güzel yiyecekler yaptıklarına işaret edilmiştir. Bu da Peygamberin çevresi ve asrının bu tür bitkileri ve onların familyasında olanları bir gıda maddesi olarak, bir meyve olarak tanıdıklarını göstermektedir. Onların bunları ektikleri de anlaşılmaktadır.
Daha önce Arapların geçim hayatında ve gıda maddeleri arasında kara ve deniz yolu aracılığıyla elde edilen etlerin ne kadar önemli yer tuttuğunu belirtmiştik. Biz bu diziyi tamamlamak amacıyla ona bu şekilde işaret etmekle yetineceğiz.

İkinci olarak, kullandıkları meşrubat ve içkilere işaret edelim:

Kur'an'da bir dizi ayet şarap, içki ve sarhoşluk veren şeylerden söz etmektedir. Bu ayetlerden bazısı sarhoşluk veren şeylerin hurma ve üzüm meyvelerinden yapıldığına, bazısı Allah'ın müminler için cennette hazırlamış olduğu içkileri meşrubatı, her ikisinin çeşitlerini bardaklarını, çanaklarını bu içkiler ve meşrubat ile dünya içkileri ve meşrubatı arasındaki farkları, dünya içkilerinin sebep olduğu nahoş durumların, ahiret içkisi için geçerli olmadığını ve onun bundan arı-duru hale getirildiğine işaret edilmekte; bazılarında içkiden soru sorulmakta sonra da onu yasaklayan emirler yer almaktadır. Şimdi bunlarla ilgili ayetleri gözden geçirelim:

1) Sana içki ve kuman sorarlar de ki: "İkisinde hem büyük günah, hem de insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür. ([B]Bakara, 219[/B])
2) Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz... ([B]Nisa, 43[/B])
3) Ey inananlar, şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları şeytan İşi birer pisliktir. Bunlardan kaçının kİ kurtuluşa eresinİz. Gerçekten şeytan, iç-kİ ve kumaTİa aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan da alıkoymak ister Artık vazgeçtiniz, değil mi? ([B]Maide, 90-91[/B])
4) Ömrüne andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde kör, sersemdirler. ([B]Hicr, 72[/B])
5) Hurmalıkların ve üzümlüklerin meyvelerinden, ondan hem sarhoşluk verecek içki, hem de güzel bir rızık edinmektesiniz ([B]Nahl, 67ı[/B]
6) Onlara istek duyup-arzuladık!arı meyvelerden ve etten de bol bol verdik. Orada bir kadeh kapışır-çekişiiler ki, onda ne boş saçma bir söz, ne de bir günaha sokma vardır. Kendileri için civanlar, etraflarında dönüp dolaşırlar; sanki sedefte saklı inci gibi tertemiz, pırıl pırıl ([B]Tur, 22-24)[/B]
7) İyiler de, karışımı kâfur olan bir kadehten içerler. ([B]însan, 5[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]22/2; 37/44-47; 83/22-28; 56/15-23; 76/12-21[/B])

Ayetlerin ilham ettiğine göre; birinci olarak: İçki yapmak ve kullanmak Peygamber çevresi ve asrında küçük görülemeyecek bir alana egemen olmuştu. İçki kullanmak geniş şekilde yayılmış, köklü olarak yerleşmişti. Buna bağlı olarak içkinin tanıtılması yer yer tekrar edilmiş ve onun ahirette cennet zevklerinden biri olduğu hatırlatılmıştır. Yanısıra cennette onların nehirler kadar bol olduğunun hatırlatılması da gösteriyor ki; artık içki onların vazgeçilemeyecek temel ihtiyaçları haline gelmişti. Kötülüğünün tedrici olarak bildirilmesi, sonra sarhoş hallerde namaza yaklaşmanın yasaklanması, son olarak da birden yasaklanmış olması onun ne derece köklü biçimde yerleştiğini göstermektedir. Eğer böyle olmasaydı hukuki açıdan böyle bir sonuca varılması için, bu şekilde bir tedricin takip edilmesine gerek yoktu. Maide ayetlerinin Kur'an'ın son inen ayetleri olması da dikkat çekmektedir. Bu da gösteriyor ki: Müslümanlar arasında içkinin kullanılması Medine döneminin geç zamanlarına kadar yaygın, köklü ve sürekli olmuştu. Bu da bizim kaydettiğimiz yaklaşımı pekiştirmektedir.

[B]İkinci Olarak[/B]: Cennetteki içki meclislerinin nitelikleri, içkinin vasıfları ve yapısıyla ilgili nitelemeler, dünyada tanınan ve bilinen nitelemelerdir, tik olarak Kur'an'ın muhatabı olan bu kimseler, bunlardan habersiz değildi. Onlardan bir kısmı bundan bir ölçüde yararlanıyordu. Çünkü Hicaz şehirlerinde ve özellikle Mekke'de aşırı zengin kimseler vardı. Zira içki meclislerinin ekseriyeti Mekkidir. İçkiden hoşlanıyor ve onun için oturumlar düzenliyorlardı. Koltukları ve masaları, mezeleri diziyorlar etrafını hoş kokulu bitkilerle süslüyorlardı, çeşit çeşit et ve meyve sofraları kuruyorlardı. Bu esnada ipekten elbiselerini giyiniyor, içkilerinin tadlarını ve kokularını zencefil, kâfur ve misk ile güzelleştiriyorlardı. Bu işlerin görülmesinde genç hizmetçileri kullanıyorlardı. Bunlar onların gümüşten tabaklarını, billurlaşan bardaklarını kendilerine sunuyorlardı. Zencefil, kâfur ve miskin özellikle yadedilmesi yaklaşımımızı pekiştirmektedir. Zira içkiyi bu tür ilaçlarla daha güzel hale getirme eylemi eğer bilinen bir şey olmasaydı, hikmet gereği olarak bunların açıklanmasının bir anlamı olmazdı. Özellikle kesin bilgi ifade edebilecek derecede, bu ilaçlar genel olarak tanınıyor ve biliniyordu.

[B]Üçüncü Olarak[/B]: Hamr genel bir kavramdır, sarhoş eden içki anlamına gelir. Onun belli bir çeşidini ifade etmez. Durum bu olduğuna göre Arapların bir çok içki çeşidini bilmeleri, kullanmaları ve yapmaları ihtimal dahilindedir. Bu ayette bildirildiğine göre, bu içki çeşitlerinden birinin rengi beyazdı, içkiler yaş hurma ve üzümden yapılıyordu. Pek tabiidir ki, bunlara; kurutulmuş olanları da, yani kuru hurma ve kuru üzüm de dahildir, insanlar bireysel zevklerinin yanında, ekonomik hareketle bağlantılı olarak özel menfaatler elde ediyorlardı.
Sarhoş edici şeylerin yapımı ve kullanılması genellikle -Bu hususta Kur'an'dan bir dayanağımız olmasa da- şehirlerde oluyordu. Zira hurma ve üzüm bahçeleri yalnızca Taif ve Yesrib'te bulunuyordu. İçki için düzenlenen bu meclisler ve alemler ancak şehirlerde altından kalkılabilecek şeylerdi. İçkideki menfaatler, tercihe şayan görüşe göre, şehir hayatının tabiatı gereği gelişen Ticari ve Sınai hareketle ilişkilidir. Pek tabii olarak bazı köylülerin de onu kullanmış olmaları bu yaklaşımı zedelemez.

[B]Üçüncü Olarak[/B]: Kumar
Kumardan, önceki konularda naklettiğimiz Bakara, 219 ve Ma-ide, 91-92. ayetlerde söz edilmiştir. Orada kumar içki ile beraber kaydedilmiş onun statüsünde değerlendirilmiş, yararları, günahı ve yasaklanışı beraber verilmiştir. Pis olarak nitelenmiş, kin ve düşmanlığa neden olduğu, kişinin Allah'a karşı görevlerini yerine getirmesine engel olduğu belirtilmiştir.

Bu ayetlerden ilham alarak şu tesbitlerde bulunulabilir.
Birinci olarak, Kumar o sıralarda insanların eğlence için alışkanlık haline getirdiği adetlerdendi.
İkinci olarak, yaygın ve köklü bir halde yerleşmişti. Onun için, ancak Medenî dönemin sonlarına doğru kesin bir üslub ile yasaklanmıştır. Yasağın etkili olabilmesi için o kadar beklenmiştir.
Üçüncü olarak, kumardan kaynaklanan ayrılıklar, anlaşmazlıklar çoğu zaman kin ve düşmanlığa neden oluyordu.
Maide suresinin 91. ayetinde ve aynı sürenin daha önce başka bir ilgiden dolayı naklettiğimiz 3. ayetinde geçen "Ezlâm" kavramının anlamı hakkında değişik görüşler vardır. Bu görüşe göre "Ezlâm" kavramı Hubel Putu yanında Ka'be avlusunda istihare için atılan oklar anlamına gelir: Orada iki çeşit fal okları vardı. Bir çeşidinin üzerinde emir ve yasak yazılıydı. Diğer çeşidinin üzerinde ise soylar ve kanlarla ilgili problemlere ilişkin sözcükler. Bir yolculuk ya da iş yapmak isteyen biri, putun hizmetçisine gelir ve onun için istiharede bulunmasını isterdi. înanç ve dinler konusunda bu konuya tekrar döneceğiz. Başka bir grüşe göre bunlar kumar ve oyun şeklinde atılan oklardı. Bunlar on taneydi. Yedi tanesi kazanç, üç tanesi de zarardı. Gençler toplanır ve bir deve alır kasaba götürürlerdi. Kasab, onu on parçaya bölerdi. Sonra oklar birbirine karıştırılır ve atılırdı. Kazanç oklarının sahipleri eti alırlardı. Zarar oklarının sahipleri ise parayı öderlerdi. Biz tefsirimizde Maide'nin 3. ayetin-deki "Ezlam" kavramının kumar yoluyla kesilen şeyler olduğunu tercih ediyoruz. Çünkü ayet, yenmesi haram olan hayvanların niteliklerini belirtmektedir. 91. ayette geçen "ezlam" kavramıyla ise, istihare okları kastedilmiş olabilir. Çünkü ayet, içki, kumar ve ezlam'ı beraber kaydetmiştir. Buraya kadar söylediklerimizden özetle şunlar çıkartılabilir:

1- Ayette geçen meysir kavramı, genel olarak kumar anlamına gelir ve pek çok çeşitleri vardır.
2- Develerin etleri üzerine oynanan bir çeşit ok vardı. Bunlarda zarar eden parayı Ödüyor, kâr eden de eti kazanıyordu.

Dördüncü olarak: Musiki, sohbet ve eğlence meclisleri
Dikkat çeken noktalardan biri de Kur'an'da musikiyle, musiki meclisleri ve vasıtalarıyla ilgili hiçbir şeyin açık olarak zikredilmemiş olmasıdır. Bazı müfessirlerin musiki olarak açıkladıkları bir ifadeyi istisna edersek, -içkide olduğu gibi- Allah'ın, ahiret gününde iyilik yapanlara hazırladığı şeyler arasında musikiden söz edilmemiştir. Biz bunun hikmetini açıklamaya takat getiremiyoruz. Halbuki musiki ve şarkı yaklaşık olarak beşer hayatında hep tabii bir şey olagelmiştir. Toplum, uygarlık ve medeniyet çizgisine göre nerede bulunursa bulunsun, musiki, bir gerçektir. Sonra musiki meclisleri, sanatları ve vasıtaları, aletleri insanın içini ferahlatan şeylerdir. Bunlarda da içki içme ve hoşa giden meclislerde bulunma gibi zevkler ve lezzetler vardır.
Peygamber çevresinde ve çağında bu tür şeylerin hiç olmadığını farzetmek doğru olmaz. Çünkü bu çevre ve asrın başka alanlarda küçümsenmeyecek bir payı ve katkısı vardı. Rivayetlerin kaydettiğine göre de, bu tür şeyler oluyordu: Ebu Cehil, Ebu Sufyan'ın kervanını kurtarmak amacıyla ordu ile birlikte Bedir kuyusunun başına geldiğinde, develer kesilmeden, içkiler içilmeden ve şarkıcı kadınlar şarkı söylemeden oradan ayrılmayı reddetti. O'nun bu ısrarı müşriklerle müslümanların çarpışmalarının nedenlerinden biri oldu.
Daha Önce işaret ettiğimiz ifade, Cuma sûresinde kaydedilen "Bir ticaret ya da lehv/eğlence gördüklerinde hemen ona üşüştüler" ifadesidir. Müfessirler burada zikredilen lehvden' kastedilen şeyin musikiden kinaye olduğunu söylemişlerdir. Tefsircilerin rivayet ettiklerine göre kaval çalan, tef çalan bir grup eğlence adamı, bir keresinde Mescid bölgesinden geçmişti. Neşelenme ve eğlence amacıyla çoğu kimseler dışarı çıkmış ve ayetin ihtiva ettiği eleştiriye mustehak olmuşlardı.
Her ne olursa olsun, Kur'an'ın musîkiden bahsetmemiş olmasından ilham alarak tercih ettiğimiz görüşe göre peygamberin çevresinde ve asrında musiki gelişmiş değildi. Bu hem Mekke'de hem de Medine'de böyleydi. Peygamber asrının ve çevresinin, medeniyet ve ondan yararlanma alanında elde ettikleri küçümsenmeyecek derecedeki paya uygun düşecek bir musiki gelişmesi ve yaygınlığı yoktu. Dinleyicileri coşturan, hoş karşılanan meclisler, müzik için düzenlenmiyordu. Halbuki içki için düzenlenen toplantılar, meclisler alabildiğine yaygındı ve coşturucuydu. Tabi olarak da insanların içkide olduğu gibi düşkünlük gösterdikleri, önem verdikleri ve ilgilerini çektiği bir yararlanma, zevk ve lezzet duyma olayı yoktu.
Emeviler devrinde, Medine'nin müzik tarihine bakılırsa sözkonusu görüşe delil teşkil ettiği görülebilir. Bu sırada, musiki için gerçekten bir devlet söz konusuydu. Hoş karşılanan musiki meclisleri düzenleniyor, şarkı söyleniyor, çalgı aletleri çalınıyor ve birlikte içiliyordu. Şu kadar var ki şarkıcı erkekler ve kadınlar dışardan getirtiliyordu ve bu dönem İslam'dan önce değil sonraydı.

Gece sohbetlerine gelince Kur'an'da bir ayette bununla ilgili bir kavram geçmektedir ki o da "Samir" kavramıdır:

"Gerçekten benim ayetlerim size okunmaktaydı, fakat siz to¬puklarınız üzerinde geri dönüyordunuz. Bana karşı büyüklük tas¬layarak gece vakti hezeyanlar sergiliyoruz." ([B]Mü'minun, 66-67[/B])

Her iki ayette müşrikler, peygamberi ve konuşmasını sanki sohbet eden, yani kendilerine efsane okuyan hikayeci biri olarak değerlendirip terkettiklerinden eleştirilmekte, ayıplanmaktadır. Sanki peygamber onlar için bir uyarıcı, hakka ve doğru yola çağıran bir davetçi değil de, kendilerine hikayeler anlatan bir masal ustasıydı.
Bu da ilham ediyor ki, Peygamberin çevresinde ve asrında, önceki milletlerin kıssaları ve geçmişte meydana gelen olayların hikaye edildiği gece sohbetleri düzenleniyordu. Belki de "Samir'i akşamcı kavramının kullanılması bu iş ile özellikle meşgul olan ve o konuda uzmanlaşan bir takım insanların bulunduğunu, insanların onların etrafında halkalandığını, zamanlarının bir kısmını ya da gecenin bir kısmını bu şekilde sohbet ederek geçirdiklerini ilham etmektedir.

[B]Beşinci olarak: Evler[/B]

Arapların, medenisi ve köylüsüyle kullandıkları evler konusunda ilham alınacak pek çok ayet Kur'an'da bulunmaktadır. Bakara 189; Tevbe, 110 Nahl, 80; Nur, 61; Zuhruf, 33-34; Zumer, 20 ve Tur, 4-5. ayetlerini burada hatırlayabiliriz. Bu ayetlerin hepsini daha önceki ilgilerinden dolayı nakletmiştik. Bunlara göre Hicaz'ın şehirlerinde yaşayanlar evlerini temeller ve sütunlar üzerine yapıyorlardı. Bu evlerden bazıları üst üste katlardan oluşuyordu. Onlara yükselticilerle yani merdivenlerle ya da aşağıdan yukarıya kademe kademe yükseltilen yapılarla çıkıyorlardı. Köylere göç ettiklerinde -bu pek tabii olarak köyde yaşayanları ilgilendiriyor- hayvanların derilerinden evler yapıyorlardı. Ve onlar, çadırları da biliyorlardı.

[B]Altıncı olarak: Ev Eşyası ve Sergiler:[/B]

Daha önceki bir münasebetle naklettiğimiz Kehf, 31; Zuhruf, 71; Rahman, 54; Vakıa, 17-23; İnsan, 12-21; Mümin, 13-16; Nahl, 80; Se-be', 13; Zuhruf, 33-34; Maide, 112. ayetleri gösteriyor ki Araplar hayvanların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından kendilerine ev eşyası yapıyorlardı. Yine onların minderler, koltuklar, yastıklar, sedirler, çeşit çeşit kablar, çanaklar, kazanlar, bardaklar, ibrik, yemek
tabakları, sofralar ve benzeri şeyler kullandıklarını görmekteyiz.

[B]Yedinci olarak: Giyim[/B]

Daha önce naklettiğimiz Nur, 31, 60 ve Ahzab, 59. ayetleri gösteriyor ki:
1- Kadınlar baş örtüleri kullanıyorlardı. Giyindikleri elbisenin bazı yırtmaçları (Dekolte) vardı. Buradan boyunları, göğüslerinin ve sırtlarının bir kısmı görünüyordu.
2- Onlar baş örtüsünden ayrı olarak bir üstlük daha giymekte idiler. Belki de bu cilbab denen bir tür aba idi. Ayetlerin ilhamına göre kadının giyimi, şehirdeki kadının giyiniş özelliklerini taşımaktadır. Medeni Arap kadınının namusunu, iffetini, korumada kötü sonuçlara neden olacak açılıp saçılmalardan, süslerini göstermelerden ve dekolte giyinme şekillerinden sakınmaya özen gösterdiklerini göstermektedir. Köylü kadının da şehirli kadınınkine yakın bir giyinişi olduğuna meyletsek de köylü kadının aynı şekilde mi yoksa buna yakın şekillerde mi giyindiğini bilemiyoruz.
Erkeklere gelince, Kur'an'da onlar için, kadınlarınkinde olduğu gibi, belli bir giyiniş şeklini gösteren bir şey yoktur. Elimizdeki tüm bilgiler giyilen elbise, sırta giyilen gömlek, ayakkabı ve elbiseye bürünme gibi şeylerdir. Bunların hepsi erkeklerin giyinişi sadedinde kaydedilmiştir.

[B]Sekizinci olarak: Süslenme ve süsünü gösterme [/B]Nur sûresi 31. ayetîndeki: "Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını da yere vurmasınlar" cümlesi Arap kadınının süs olarak ayaklarına halhal taktığını göstermektedir. Yine daha önceleri başka münasebetlerle kaydettiğimiz ve muhteva olarak altun ve gümüş bileziklerden, inci ve mercandan bir süs olarak sözeden bir dizi ayet, tabiatıyla bunların aynı zamanda bir süs eşyası olarak kullanıldığını ifade etmektedir.
Nur sûresinde 60. ayette "Süslerini açığa vurmaksızın örtülerini çıkarmalarında kendileri için bir sakınca yoktur" cümlesi, Nur sûresinde 31. ayette: "Süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç. Baş örtülerini, yakalarının üstüne koysunlar, Süslerini de kocaları dışında kimseye göstermesinler." cümlesi ve Ahzab sûresi 33. ayette "İlk cahiliyenin süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın" cümlesi Arap kadınlarının süslenmeye, güzelleşmeye ve güzelliklerini göstermeye hayli önem verdiklerini ilham edebilir. Onların ne tür bir süslenme, nakış ve model kullandıklarını tam tesbit etme olanağı yoksa da bunu tahmin etmek mümkündür.
Ayrıca cennetin niteliklerini belirten ayetlerden harekette, erkeklerin de altın, gümüş ve inci gibi, bilezikler vesaire ile süslendiklerini düşünebiliriz. Buna bağlı olarak Peygamberin çevresi ve asrının erkeklerinin altın, gümüş ve inci bileziklerini süs eşyası olarak kullandıkları sorusu akla gelebilir. Biz bu soruya müsbet yanıt verilmesi taraftarıyız. Zira cennetle ilgili niteliklerin Kur'an'ın hakimiyetiyle uyum sağlayan bir biçimde zikredilmesi bunu gerektirir. Çünkü Kur'an sürekli olarak bilinen ve tanınan şeylerin en güzelini hatırlatmayı esas alır. Bunun şeklini, biçimini belirleme olanağı ise mevcut değildir. Burada kastedilen altun ve gümüşü yüzük olarak, inci tanelerini de Özellikle yüzüklerin içine yerleştirerek kullanmış olabilirler.

[B]Dokuzuncu olarak: Harp silahları ve savaş teknikleri[/B]

Bu konuda Öncelikle, Arapların peygamber devrinden önce kullandıkları silahları ve savaş teknikleri üzerinde Kur'an ayetleri ışığında bir değerlendirme yapmayı uygun gördük. Bu arada bununla ilgili olarak Kur'an'da kaydedilenlerin çok olmadığını belirtmek yerinde olur.
1- Silahlarla ilgili olarak ilkin kaydedilmesi gereken Nisa sûre¬sinin aşağıdaki ayetinde geçen "silahlar" kavramıdır:
"İçlerinde olup onlara namazı kıldırdığında, onlardan bir grup, seninle birlikte dursun, silahlarını da alsın; böylece onlar secde ettiklerinde, arkalarınızda olsunlar. Namazlarını kılmayan diğer grup ta gelip seninle namaz kılsınlar, onlar da korunma araçlarını ve silahlarını alsınlar. Küfredenler, size ansızın bir baskın yapabilmek için, sizin silahlarınızdan, emtianız (erzak ve mühimmatınızdan ayrılmış olmanızı isterler. Size, yağmurdan bir güçlük varsa ya da hastaysanız, silahlarınızı bırakmada bir sorumluluk yoktur." (Nisa, 102)

Açıktır ki, bu ifade bir dizi silah türlerini kapsamaktadır. Gelecek ayetlerde bu tür silahlardan bazılarının isimleri kaydedilmiştir:
1) Ey iman edenler, Allah kimin kendisini görmeksizin kendisinden korktuğunu ortaya çıkarmak için, ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği. ([B]Maide, 94[/B])
2) ... sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, sizi savaştan koruyacak giyimler de var etti... ([B]Nahl. 81[/B])
3) Ve sizin için, ona, zorlu savaşında sizi korusun diye, giyim sanatını Öğrettik. Ama siz şükrediyor musunuz ki? ([B]Enbiya, 80[/B])
4) Ve ona demiri yumuşattık. "Geniş zırhlar yap, düzenli bir biçime sok; siz de salih amel işleyin. Gerçekten ben sizin yapmakta olduklarınızı görenim." ([B]Sebe, 10-11[/B])
Bu silahların bir kısmı Davud (a.) tarafından yapılan zırhlar da olsa, genellikle müslümanlar muhatab alınmıştır. Ayetlerden anlaşıldığına göre onun yaptığını, kendileri de kullanıyorlardı. Buna bağlı olarak onlar mızrakları, harb gömleklerini, giysileri -be's savaş anlamındadır- yani savaşta giyilen zırhları, miğferleri, eldivenleri vs.yi biliyor ve kullanıyorlardı. Kesinlik ifade eden rivayetler, kılıçların, Arapların başlıca silahı olduğunu ifade etmektedir. Bunların da Nisa, ayetinde geçen "silahlar" kavramının kapsamına girdiğinde hiçbir kuşku yoktur. Hatta denebilir ki birinci derecede kastedilen bu silahlardır. Çünkü bunlar; adamların -zaruret halleri dışında- en tabii ve vazgeçilmez, bırakılmaz -indirilmez- silahlarıydı.

2- Savaşma şekli ve yöntemi ile ilgili olarak, Enfal sûresinde geçen şu ayetler konuyu açıklayıcıdır:
"Ey iman edenler, toplu olarak kafirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arka çevirmeyin. Kim onlara böyle bir günde arkasını çevi¬rirse, kuşkusuz o, Allah'tan bir azaba uğramıştır ve onun barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir barınaktır o." ([B]15-16. ayetler[/B])

Saf suresinde de aşağıdaki ayet yer alır:
"Hiç şüphesiz Allah., kendi yolunda, sanki kurşundan kenetlen¬miş bir bina gibi saf bağlayarak, çarpışanları sever." ([B]4. ayet[/B])
Bu ayetler Arapların yürüyüş halinde ve saf saf dizilmiş bir halde savaştıklarını ilham etmektedir. Bununla beraber onların bazı durumlarda gruplara ve topluluklara ayrılarak savaştıkları da oluyordu. Savaşçılar savaş meydanında vur-kaç taktiğini de uyguluyorlardı. Meydan savaşı sırasında bir yerden bir yere geçiyor, bir topluluktan bir topluluğa katılıyorlardı.

3- Savaş seferberliği ile ilgili olarak da aşağıdaki şu ayetler yer alır:

1) Ey iman edenler, (düşmanlarınıza karşı) tedbirinizi kuşanın da sava¬şa bölük bölük ya da topluca çıkın. ([B]Nisa, 71[/B])

2) Hafif ve ağır (gönüllü ve gönülsüz, fakir ve zengin, genç ve ihtiyar, yaya ve süvari) savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cıhad edin. . ([B]Tevbe, 41[/B])

Bu ayetler müslümanlarm topyekün müşriklerle savaşması ile ilgilidir. Ancak ayetlerin ihtiva ettiği kavramların daha önceden bilinen, kullanılan kavramlar olması, toplu halde seferber olma ve çağrıya katılmanın ne anlama geldiğinin biliniyor olmasını gerektirir. Ek olarak da şunlar anlaşılıyor: Araplar, bir kişi onları savaşa çağırdığında, ya topluluklar halinde ya da hep birlikte savaşa çıkıyorlar ve bu savaşlara; bazen hafif silahlarla ve ağır yükler taşımadan katılıyorlar, bazen de ağır silahlarla ve ağır yüklerle donanmış olarak katılıyorlardı. Belki de bu; onların savaşın ve çağrının durumuna göre, bazan kadınlarıyla birlikte bazan da kadınsız olarak savaşa katılmalarına da ışık tutmaktadır.

dost1 28. March 2011 01:24 AM

[B]C) HİCAZ'DAKİ YABANCİ AZINLIKLAR[/B]:

[B]1. Mekke'deki Yabancılar[/B]:
Kur'an-ı Kerim'de Hicaz bölgesinde, özellikle Mekke'de ve Medi¬ne'de yabancı azınlıkların varlığını gösteren pek çok ayet vardır. Bunlar Peygamber çağında Araplarla beraber orada yaşıyorlardı.
Medine'de bu azınlıkların varlığını gösteren ayetler, Mekke'de onların varlığından bahseden ayetlerden daha çok ve daha açıktır. Hatta, Mekki Kur'an'da tam bir açıklıkla bu konuya ışık tutan bir tek ayetten başka bir şey yoktur, denebilir. Şimdi Nahl süresindeki bu ayete bakalım:

"Andolsun ki biz, onların: Bunu ancak kendisine bir beşer Öğretmektedir dediklerini biliyoruz. Kendisine saparak eğilim gösterdikleri (kimse)nin dili a'cemi (Arapça olmayan bir dil veya bir görüşe göre karmaşık, kapalı bir dil)dir, bu ise apaçık Arapça olan bir dildir." ([B]'103. Ayet[/B])

Burada ayet, Kureyş müşriklerinin sözlerini hikaye etmektedir. Onlar Peygamber'e (s.) bunları öğretenin Mekke'deki bir şahıs olduğunu söylemektedir. Öyle anlaşılıyor ki onlar bu şahsın kim olduğunu da belli etmişlerdir. O adam Arap değildir. Hatta güzel Arapça konuşmasını da bilmemektedir. Bunun yanında Mekkî Kur'an'da yer alan bir dizi ayet te, bu ayet kadar açık olmasa da, Mekke'de yabancı bir azınlığın var olduğunu çıkarmaya olanak veriyor.

Mesela Furkan sûresinde, anlam yönünden Nahl ayetine yaklaşan, fakat onun kadar açık olmayan ve öte yandan çokluğu da ilham eden bir ayet vardır. Buna karşılık Nahl ayeti yalnız belli bir kişiye işaret etmiştir:

"Küfre sapanlar dediler ki: Bu (Kur'an), olsa olsa ancak onun uy¬durduğu bir yalandır, onu kendisi düzüp uydurmuş ve ona bir başka topluluk da yardımda bulunmuştur. Böylece onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira ile geldiler." ([B]Furkan, 4[/B])

Bu ayette de kastedilenlerin, önceki ayette belirtilen şahsın milletinden olduğu gerçekten ciddi bir ihtimaldir. İkinci olarak da onların Mekke'de var olan yabancı bir azınlıktan olduğu ihtimali vardır. Bu iki ayet, yabancı bir azınlığın varlığını göstermenin yanında bu azınlığın bireyleri arasında aklıyla, dinsel ve dini olmayan kültürüyle, üstün meziyet sahibi bir grup insanın da varlığına ışık tutmaktadır. Zira eğer böyle olmasaydı, Kureyş müşrikleri, Peygamberin anlattığı, öğrettiği, değerli ayetleri ve hatırlatmaları, bu öğretimin ve telkinin kaynağı olabilecek bilgi, kültür ve akla sahip olmasıyla tanımadıkları bir şahıstan ya da şahıslardan öğrendiğini söylemezlerdi.[COLOR="Blue"]20[/COLOR]

[B]2. Ehl-i Kitap'ın Mekke'deki Durumu:[/B]

Elimizde bu ayetten ayrı olarak Ehl-i Kitab sadedinde ilim ve kitab ehli olmaları hasebiyle, İslam çağrışma karşı tutumları nedeniyle, onlarla mücadele eden, inançlarını ve ayrılıklarını tartışma konusu yapan pek çok ayet mevcuttur. Şimdi bunlardan bir bölümünü aşağıya alıyoruz".
1) Bizim kendilerine kitap verdiklerimiz, onu, çocuklarım tanır gibi tanırlar. Nefislerini hüsrana uğratanlar, işte onlar inanmayanlardır.([B]En'am, 20[/B])
2) Allah'tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitabı açıklamış olarak İndirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun tartışmasız Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu halde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma. ([B]En'am, 114[/B])
3) Ki onlar yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceği) yazılı bulacakları o Elçiye, O Ümmi Nebî'ye uyarlar... ([B]A'raf, 157[/B])
4) Eğer sen, sana indirdiğimizden kuşkuda İsen, senden önce kitap okuyanlara sor; Andolsun, sana Rabbinden Hak geldi, sakın kuşkulananlardan olma. ([B]Yunus, 94[/B])
5) Kendilerine kitap verdiklerimiz, sana indirilen dolayısiyle sevinirler.([B]Ra'd, 36[/B])
6) Biz senden evvel kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka (Peygamberler) göndermedik. Bilmiyorsanız, zikir (Kitap) ehline sorun. ([B]Nahl, 43[/B]) Aynı konu için bkz: [B]Enbiya, 7. ayet[/B].


([COLOR="blue"][I]20) Siret, Tarih ve Sahabe isimlerini tedkîk edenler Rasulullah döneminde Mekke'de yaşayan pekçok yabancı isimle karşılaşacaklar. Bunlardan bazıları köle, sanatkâr ve bazıları da tüccardı. Aşağıdaki isimleri örnek olarak veriyoruz:
a- Cebr er-Rumî; Sanatı demircilik olan bir köle. Müşriklerin, Rasulullah'ın ken¬disinden etkilendiğini sandıkları adamdı bu.
b- Yesar er-Rumî: Cebr'in arkadaşı. Tevrat ve İncil'i iyi biliyordu.
c- A'iş: Huveytıb b. Abdi'l-Uzza'nın hizmetçisi,
d- Selman el-Farisî: Rivayetler onun sahip olduğu Hıristiyan kültürüne dikkat çekmektedirler.[/I][/COLOR]

7) De ki: "İster ona inanın ister inanmayın, ondan önce kendilerine ilim verilenlere okunduğu zaman çenelerinin üstüne kapanarak secde ederler." ve Derler ki: "Rabbimiz yücedir. Rabbimizin Va'dİ gerçek¬ten gerçekleşmiş bulunuyor." ([B]İsra, 107-108[/B])
8) İşte Meryem oğlu Isa: Hakkında kuşkuya düştükleri "Hak söz?!" Allah'in çocuk edinmesi olacak şey değil. O yücedir. Bir İşin olmasına karar verirse, ancak ona: "Ol" der, O da olur. Gerçek şu ki, Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir, öyleyse ona kulluk edin. Dosdoğru olan yol budur. İçlerinden (bir takım) gruplar ayrılığa düştüler. Artık büyük bir günü görmekten dolayı vay küfre sapanlara. ([B]Meryem, 34-37[/B])
Ayrıca Bkz: [B](22/54; 16/76; 28/52-55; 29/46-47; 30/1-5; 34/6; 42/14; 43/57/59; 43/63-65)[/B]

[B]Bu ayetlerin ışığı altında aşağıdaki tesbitlerde bulunabiliriz[/B]:

1- Mekke'de Kitab Ehlinden bir takım adamlar vardı. Ve bunlar aynı zamanda, Peygamberin kendisiyle ilişki kurduğu, Risaletini tasdik etmeye ve kendisine uymaya çağırdığı kimseler arasında yer alıyorlardı.
2- Bunlar az sayıda değildi. Onlardan bazıları, bolluk içinde ve servet sahibiydi. İyilik ve hayır yolunda malını dağıtma olanağına sahipti. Yine onlar arasında şahsiyet ve manevi güç yönünden sağlam irade sahibi kimseler de vardı. Bu nedenle Peygamber'e uymalarından dolayı müşrik liderlerin kendilerine yapacağı şeyleri düşünmüyor ve onlara aldırmıyorlardı. Bütün bunlar ilham ediyor ki onlardan bazıları sınıfsal yönden köle durumundaydı. Liderlere, tüccarlara ve kendilerine sahip olanlara hizmet eden hizmetçiler ve köleler sınıfındandı.
3- Onlardan bazıları, kültüründe ve dinsel bilgilerinde üstün bir yere ulaşmıştı, öyle ki Kur'an'ın Allah'dan olup-olmadığı gibi konularda, danışmaya ehliyetli ve şahid olarak gösterilebilecek konumlara gelmiş bulunuyorlardı. Ve bu insanlar Mekke ortamında yalnız kalan kimseler değildi. Arapların ya da Mekke ehlinin güven ve itimadını kazanmışlar, dini ve dünyevi hususlarda soru sorulacak merci konumuna gelmişlerdi.
4- Onlar genellikle ince duygulu, yumuşak ahlaklı, hak olduğuna inandıkları şeyde zorluklarla karşılaşsalar da sebat eden, inançlarını açığa vurmada cesaret sahibi kimselerdi. Onların bu cesaretleri Peygamber'e uymalarında ve Kur'an'ı duyduklarında, dinlediklerinde secde edip, onun gerçek olduğuna iman etmelerinde; Mekke ehlinin ve güçlü liderlerin inkarcı tutumlarına aldırış etmeden kendi tavırlarını göstermelerinde ortaya çıkmıştır.
5- Onların içinde, mücadeleci ve delillere dayanma yanlısı olanları vardı. Hatta tartışma ve delil getirmede zalim ve taşkınlık yapan birileri olarak nitelendirilecek derecede aşırı kimselerdi.
6- İsa'nın (a) uluhiyeti ya da Allah'ın oğlu oluşunu reddetme hususunda Yahya'nın ve İsa'nın doğuşu kıssalarından bahseden; Bizans Hıristiyanlarının mağlub oluşunu ve daha sonra onların üstün gelecekleri haberini veren; tali olarak da, İsa'nın ve Risaletinin gerçekliği hakkındaki tartışmayla ilgili ayetlerin ihtiva ettiği ve Mekke'de var olduklarının ifade edildiği Ehli Kitap'tan ya da en azından çoğunun Hıristiyan olduğundan söz edilebilir.

Gerçekten tercihe şayandır ki bunlardan Mekke'ye yerleşenlerden çoğu Arap asıllıydı.([COLOR="blue"]22[/COLOR]) Ya da Yemen'den ve Yarımadanın kuzey taraflarından, uçlarından Mekke'ye gelip giden, kimselerdi.([COLOR="blue"]23[/COLOR]) Çünkü oralarda Araplar ve kabileleri arasında hakim olan din buydu. Ve aralarında ilişki sürekliydi. Nahl ayetinin açık işaretine de dayanarak kuşku edilmesi doğru olmayan ikinci bir nokta da onlar arasında Arap olmayanların da bulunduğudur. Artık bu yabancıların, ayetin ifade ettiği Mekke'ye yolculuk, ziyaret ya da araştırma maksadı ile yerleşenlerden olmaları önemli değildir. Bizim tercihimize göre Mekke'de ikamet eden yabancı azınlığın çoğu Bizans, Sûryan ve Suriye Hıristiyanlarmdandi. Şam bölgelerinden gelmişlerdi. Onların buraya göç etmeleri ya bazı Kureyş tüccarlarının teşvik edip cesaret vermeleriyle oluyordu -zira onlar ihtiyaç duydukları, sanatkarları ve sınaî faaliyetleri bunlar aracılığıyla karşılıyorlardı ya da başlarına gelen bir felaket yüzünden buraya göç etmek zorunda kalıyorlardı. Bu azınlıklar Mekke liderlerinin hoş karşılama ve cesaretlendirmeleriyle karşılanmışlardı. Çünkü Şam ülkeleri Hicaz'a yakın komşuydu ve aralarındaki yolculukların, seferlerin ardı arkası kesilmezdi. Daha çok eski zamanlarda buralar ve Şam ülkeleri, İsraillilerin hicret yurdu olmuştu. Ayrıca yolcuların da uğrak yeriydi.

[[COLOR="blue"]22[/COLOR]) [I]Buhari'nin, Aişe'den rivayet ettiği bir hadiste deniyor ki: "Hatice nin amcası oğlu Varaka b. Neyfel Hıristiyan olmuş, İbranice öğrenmiş, yazı yazmayı bilen bir kimseydi." Tahminimize göre bireyler halinde de olsa Mekke'de ondan başka Hıristiyanlar vardı.[/I]

([COLOR="blue"]23)[/COLOR][I] Dr. Heykel, 'Muhammed'İn Hayatı' adlı kitabında şöyle diyor: Hristjyan bir heyet araştırma amacıyla Mekke'ye gelmişti. Çok geçmeden Peygamberin Risaletine ve Kur'anî vahye iman ettiler. Mekke'hler bu eylemlerinden dolayı onları eleştirip ayıpladılar, (s. 500)[/I][/COLOR][/I]

Zaman zaman oraya uğrarlardı. Bazen sınai çalışmalar, bazen ticari bazen de misyonerlik faaliyetleri için oraya gelirlerdi. Siret rivayetlerinde bunların tümünü gösterecek belgeler yer almaktadır. Buna ilave olarak Şam ülkeleri, Bakara süresindeki bir ayetin de işaret ettiği gibi, değişik şekillerde ve çeşitli nedenlere bağlı olarak sürekli devrimlere, çatışmalara dini krizlere sahne oluyordu:

"İşte bu Peygamberler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerle yükselttiği vardır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudus'le destekledik. Şayet Allah dileseydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelenler, birbirini öldürmezdi. Ancak ihtilafa düştüler, onlardan kimi inandı, kimi de küfretti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapandır." ([B]Bakara, 253[/B])

Olabilir ki ayette ifade edilen bu durum, Mekke'ye hicret edip oraya yerleşenlerin hicretlerinin asıl nedeni olmuştur. Bunların milliyet ve kaynak olarak yabancı olduğunu belirttikten sonra onlardan bazı bireylerin Mısırlı, Iraklı, Habeşistanlı, İranlı tüccar ve sanatkarlar, bazılarının da, Mekkeli lider ve tüccarların yanında köle ola¬rak kalan kimseler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sîret rivayetleri de bu konuda delil olmaya müsaittir.
Yabancı azınlıkların Bizanslı, Habeşistanlı, Iraklı, Mısırlı, Şamlı, Süryani ya da İranlı oluşları hür ya da köle olmaları bir açıdan da olsa Hicaz halkının özellikle Mekke'nin Şam ülkeleri, Fars ülkeleri, Mısır Habeşistan ve Irak ile ilişkileri bulunduğunu ve ora halklarının da bu iki bölgeyle karşılıklı ilişkiler içinde olduğuna delil olabilir.

Yabancıların ne zaman yerlerinden kalkıp Mekke'ye geldiklerini ve oraya yerleştiklerini tesbit etmek mümkün değildir. Yalnız Nahl Sûresinin 103. ayeti en azından onlardan bazı bireylerin Mekke'de eski olmadıklarını söylemeye müsaittir. Onların Mekke'ye gelişlerinin Peygamberin hayatı sırasında ya da peygamber olarak görevlendirilmesinden hemen Önce gerçekleşme olasılığı vardır. Çünkü peygamberin Kur'an'ı kendisinden öğrendiği/aldığı şeklinde iddia edilen adam, dil yönünden yabancıdır; eğer orada uzun zaman kalmış olsaydı, Arap dilini konuşmada zorluk çekmez, parlak bir edebiyata sahip olur ve bu şekilde nitelendirilmesine gerek kalmazdı. Bu hemen farkedilebilecek bir konudur.

Sîret rivayetleri içinde araştırma yapan biri, yabancı müslümanlardan bazı kimselerin hala kendi lehçelerini ve hatalı konuşmalarını muhafaza ettiğini görür. Onlardan bazısı "He" yerine "Ha", "Sad" yerine "Sin", "Ayn" yerine "Elif' vs. okuyorlardı. Ve bunları öyle kullanıyorlardı.

Şimdi önemli bir noktaya parmak basmak istiyoruz. Biz Ehl-i Kitab'tan ve yabancı Hıristiyanlardan çok sayıda kimsenin Mekke'de var olduğunu kaydetmekle beraber, onların büyük bir kitle oluşturacak rakamlara ulaştığını, geniş bir etkileri bulunduğunu, İsraillilerin Medine'deki, az sonra belirteceğimiz, konumuna benzer bir konuma geldiklerini söylemek istemiyoruz. Aksine bunun tam tersi doğrudur. Biz onların sayılarının bir kaç yüzü geçmeyecek kadar az olduğunu, ayrı ayrı ülkelerden, milletlerden kopup gelmelerinin, durumlarının, göç etme şartlarının ve bazılarının yeni gelmiş olmalarının büyük, etkili bir kitle (koloni) oluşturmalarını engellediğini tercih ediyoruz. Bu yaklaşımı destekleyecek bir nokta da onlarla herhangi bir çatışma ve tartışmaya girildiğini gösteren hiçbir belgenin mevcut olmamasıdır. Mekki Kur'an'da onların hilelerini, aldatmalarını, çeşitli alanlardaki çalışmalarını gösteren bir şey yoktur. Halbuki Medeni Kur'an tüm bu konularda Yahudilerden söz eden uzun uzadıya bölümler ihtiva etmektedir.


[B]3. İsrailoğullarımn Mekke'deki Varlığı:[/B]

Biz Ehli Kitab'ın ve yabancıların hepsinin ya da çoğunun Hıristiyan olduğunu tercih etmiştik. Fakat bu Mekke'de İsrailli hiç kimse bulunmadığı anlamına gelmez. Hatta onların var olduğunu gösteren ayetler vardır:

"Gerçekten o, alemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Ruhu'l-Emin indirdi. Uyarıcılardan olman için senin kalbinin üzerine (indirmiştir). Apaçık Arapça olan bir dille. Ve hiç şüphesiz o, geçmişlerin kitaplarında da vardır. îsrailoğulları, bilginlerinin onu bilmesi, onlar için ispatlayım bir delil değil mi? ([B]Şuara, 192-197[/B])

Ayetler îsrailoğulları bilginlerini şahid göstermeyi ihtiva etmektedir. Yine ayetlerin ifade biçimi, Benî İsrail'in bazı bilginlerinin Kur'an'm vahiy olduğuna şahitlik yaptıklarını ve O'nun kendi katındaki bilgilere uygun düştüğünü ilan ettiklerini ilham etmektedir. Bunun anlamı ise şudur: Peygamberliğin Mekke Devrinde. Benî İsrail'in bazı bilginleri Mekke'de bulunuyordu. Ahkaf sûresinde bu konuyla ilgili daha açık bir ayet vardır:

"De ki: "Gördünüz mü haber verin; eğer (bu Kur'an) Allah katından ise, siz de ona nankörlük etmişseniz ve İsrailoğullarından bir şahit de bunun bir benzerine şahidlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük taslamışsanız {bunun sonucu ne olacak)? Hiç şüphe yok Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez." ([B]10. Ayet[/B])

Bu ayete göre Benî İsrail'den biri, Kur'anî vahyin doğru olduğunu, kendilerinde bulunan Kitab'a uygun olduğunu söylemiş ve ona iman ederek pratik bir tanıklık yapmıştır. Ayette bu açıkça belirtilmektedir.

Bazı rivayetler Ahkaf in bu ayeti ile Şuara'nın son ayetinin Medeni olduğunu kaydetmiştir. Şu kadar var ki, bu ayetlerin kendilerinden Önceki ve sonraki ayetlerle tam bir uyum ve ahenk içinde bulunmaları, konularının müşriklerin tavırlarıyla doğrudan ilişkili olmaları, onların düşüncelerini çürütmeleri gibi nitelikler onların Mekki oluşlarını tercihe şayan kılmaktadır. Peygamberin (s) Mekke'de bazı İsraillilerle karşılaştığını, buluştuğunu, bu ayetlere dayanarak söyleyebiliriz. Sözkonusu ayetler, bazı İsraillilerin Mekke'de var oldukları ve orada ikamet ettikleri şeklindeki olasılığı güçlendirmektedir. Daha önce geçen ve Ehl-i Kitab'ın şahidliğini, iman edişlerini ve Peygamber'e inen vahye sevinmelerini içeren Mekki ayetlerin kapsamına, bunların da girdiğini söylemek yerinde olacaktır.

Mekki Kur'an'da, Yahudilerin ayıplarını ortaya koyan,([COLOR="blue"]24[/COLOR]) onlarla tartışıldığını, zıtlaşıldığını ifade eden bir ayetin bulunmaması, onların Mekke'de bulunmadıklarının değil; bahse değer etkin bir çoğunlukta olmadıklarının delilidir. Şunu da ilave etmeli ki, onlardan bazılarının zaman zaman Medine'den Mekke'ye gelip gittikleri ve Mekke halkı ile bazı ilişkiler kurdukları ihtimal dahilindedir. Çünkü böyle bir ilişki tabii sayılacak ve hemen hemen hiç kuşku götürmeyecek olgulardandır. Özellikle Musa'nın (a) Risaleti, mucizeleri, îsrailoğullarının tarihi olayları ve ihtilafları, Peygamber ile Mekke müşrikleri arasında büyük tartışmalara neden olan önemli konulardı. İkinci olarak; Arapların inançları ve düşünceleri üzerinde inançlar ve dinler bölümünde ele alacağımız gibi, Yahudilerin çeşitli etkileri olmuştu. Üçüncü olarak da; Medine ve çevresinde İsrailli büyük azınlıklar vardı. Bunların hepsinin tümden Mekke'den ayrı yaşamış olmaları makul sayılmaz.

([COLOR="blue"]24[/COLOR]) [I]A'raf, 1Ö3-170 ayetlerin Medenî olduklarına dikkat edilsin.[/I]

Mekki Kur'an'ın çeşitli bölümlerinde, Mekki sûrelerin çoğunda İsrailoğullarmdan söz edilmiştir. Yalnız bu soz etme Musa ile Firavun arasında geçen olaylar, bununla ilgili kıssalar, önceki İsrailoğullarının başından geçen olayları aktarma şeklinde olmuştur. Ve Mekki Kur'an'ın diğer kıssalarda kullandığı üsluba benzer bir üslubla bunlar işlenmiştir. Mekki Kur'an ayetlerinde, Mekke'de etkili İsrailli bir azınlığın varlığını gösteren bir işaret yoksa da diğer kıssalardan daha fazla bir paya sahip olan, daha fazla tekrarlanan ve yoğun biçimde işlenen bir kıssadır bu. Ayrıca İsrailoğullarının Musa'dan sonra ayrılığa düşüşleri, başlarına gelen felaketlere işaretlerin tekrar edilişi, sonra İsrailoğullarının ve peygamberlerin takdirle yadedilmelerine, Allah'ın onları korumasına dikkat çekilmesi de az önce belirttiğimiz ilişki ve etkileşmenin doğru olduğunu göstermektedir.

[B]4. İsrailoğullarınm Yesrib/Medine'deki Varlığı:[/B]

Medine'de ise Kur'an, Medine ve çevresinde var olan İsrailî büyük azınlıklar hakkında, gerçekten yeterli ve doyurucu bilgiler vermektedir. Peygamberin (s) Medine'ye hicretinden sonra, Yahudilerin peygamberin çağrısına karşı mücadeleci ve inkarcı tutumları ile ilgili, pek çok ayet içermektedir. Kur'an, onlar arasında meydana gelen sürtüşmeler ve çatışmalara geniş yer vermiştir.

Kur'an, Yahudilere "Israiloğulları" ifadesiyle hitab etmiş daha önceki Yahudilerin Musa ve ondan sonraki peygamberlerle birlikte olan mülklerini egemenliklerini teşhir etmiştir. Zorluk çıkarmalarına, inkarlarına, yalanlamalarına aldatmalarına, yasalara aykırı davranmalarına, sözün anlamını tahrif etmelerine değinmiştir. Bunların hepsi onların peygamber çağrısına karşı tutumlarıyla özdeşleştirilerek veriliyor ve eleştiriliyordu. Bir çok bölümlerde ise, çağdaş Yahudilerle eski Yahudileri aynı konumda değerlendirerek aynı hitab, aynı siyak ve aynı zincirleme arasında veriliyordu. Kur'an, öncekilerin durumlarını anlatıyor sonra buna çağdaşlarının tutumlarını ilave ediyordu. Bu böyle bir yöntemle gerçekleştiriliyordu ki, sanki böylece bunlarla onlar arasında soy bakımından sağlam, sarsılmaz ilişkiyi vurgulamaya çalışıyordu. Çağdaşlarının ahlakları ve tutumlarıyla Öncekilerin tutumlarını, ahlaklarını, birbirine bağlı olarak ele alıyor ve ilişkilerine dikkat çekiyordu. Yani onların hepsi de aynı özelliklere ve aynı yaradılışa, millete sahipti. Gelecek misallerde bunu görüyoruz:

1) Ey Israıloğulları, size bağışladığım nimetimi hatırlayın ve ahdime bağlı kaim ki, ben de ahdime bağh kalayım. Ve yalnızca benden korkun. Yanınızda olan (Tevrat)ı, doğrulayıcı olarak indirdiğime iman edin, onu inkar edenlerin ilki siz olmayın ve ayetlerimi de az bir değer karşılığında değişmeyin. Ve yalnızca benden korkun. ([B]Bakara, 40-41[/B])
2) Ey îsrailoğullan, size bağışladığım nimetimi ve sizi alemlere üstün kıldığımı düşünün. Ve hiç kimsenin hiçbir kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir kurtuluş karşılığı alınmayacağı, yardım görülmeyeceği günden korkup -sakının. Sizi, en dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında, Firavun ailesinin elinden kurtardığımızı hatırlayın. Onlar, kadınlarınızı diri bırakıyorlarken, erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. Ve sizin için denizi ikiye yarıp, sizi kurtardığımızı ve Firavun'un adamlarını boğduğumuzu da hatırlayın. ([B]Bakara, 47-50[/B])
3) Hani İsraıloğullarından "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye babaya yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin" diye kesin söz almıştık. Sonra siz, az bir bölümünüz, dışında yüz çevirdiniz, ve hala çevirmektesiniz de. ([B]Bakara, 83[/B])
4) Andolsun, biz Musa'ya kitap verdik ve ardından peş peşe peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le teyid ettik. Demek, size ne zaman bir peygamber, nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak kimini yalanlayacak kimini de öldüreceksiniz öyle mı? ([B]Bakara, 87[/B])
5) Kitap Ehli, senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni İstiyor. Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi. Demişlerdi ki: "Bize Allah'ı açıkça göster." Böylece zulümlerinden dolayı onları yıldırım çarpmıştı Sonra da kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, buzağıyı (ilah) edinmişlerdi. Yine bundan dolayı da onları affettik ve Musa'ya apaçık olan ispatlayıcı bir delil verdik. ([B]Nisa, 153[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]2/72-76; 2/211; 5/78-81)[/B]

Yesrib Yahudilerine "îsrailoğullan" kavramıyle hitabın, bu kadar genel ve kapsamlı olarak yönetilmesi, Kur'an'ın öncekilerle konrakiler arasında sağlam bir ilişki kurmuş olması, Hicaz'daki Yahudilerin sonradan geldiklerini ve onların İsrailliler olduğunu, onların, bazı oryantalistlerin ileri sürdüğü gibi, daha sonra Yahudiliği din olarak kabul eden Arap kabileleri olmadıklarını kesin olarak ortaya koymaktadır. Yahudi dinine bağlı hiç bir Arap kabilesine Hicaz'da rastlanamazdı. Evet, yer yer Yahudileşen Araplardan söz edilse de bunlar varlıklarını hissettirecek kabilevi bir topluluk oluşturamamış ve bireysel bir yapıdan öteye geçememişlerdir.

Naklettiğimiz ve daha başka ayetlerin içeriklerinden anlaşıldığına göre Medine'deki Yahudiler kitleleşmişti. Arap toplumunda hissedilir bir konumları, etkileri ve merketleri vardı. Ve toplumda onlar kültürel, dinsel, sosyal, ekonomik, siyasal açıdan bir varlığa sahipti. Savaş açısından da Arap toplumu içinde bir yerleri vardı:

[B]Birincisi[/B]: Anlaşıldığına göre onlar; dinler, yasalar, ulusların haberleri, tarihleri, evrensel yasalar, inandıkları semavi din, elleri altında bulunan semavi kitab konularında geniş bir bilgiye sahiplerdi ve bunu yaymaya çalışıyorlardı. Bununla Araplara karşı üstünlük taslıyor, böbürleniyor ve bir gün kendilerinin üstün geleceklerini bekliyorlardı. Kendilerinin Allah'ın dostları ve sevgili kulları olduğuna, onun katında büyük bir paya sahip olduklarına, onun yanında ileri kimseler olduklarına inanıyorlardı. Ya da öyle sanıyorlardı. Nitekim bu yaklaşım Bakara, 76 ve 211. ayetleri ile aşağıdaki ayetlerden de anlaşılmaktadır.

1) Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değer karşılığında satmak İçin; "Bu Allah kalındadır" diyenlere. Artık vay, elleriyle yazdıklarından dolayı, vay kazanmakta olduklarına. Derler kî: "Sayılı günlerin dışında, ateş bize değmeyecektir." De ki: "Allah katından bir ahid mi aldınız? Yoksa Allah'a karşı bilmediğinizi mi söylüyorsunuz?" {[B]Bakara, 79-80[/B])
2) Onlara: "Allah'ın indirdiklerine iman edin" denildiğinde: '"Biz, bize indirilene iman ederiz" derler ve ondan sonra olan (Kur'an)'ı inkar ederler... ([B]Bakara, 91[/B])
3) Dedıler ki: "Yahudi veya hıristiyan olun ki, hidayete eresiniz. ([B]Bakara, 135[/B])
4) Yahudi ve Hıristiyanlar: "Biz Allah'ın çocukları ve sevgilileriyiz" dediler... ([B]Maide, 18[/B])
5) De kî: "Ey Yahudi olanlar, eğer siz insanlardan ayrı olarak yalnızca sizlerin gerçekten Allah'ın velîleri olduğunuzu öne sürüyorsanız, şu halde ölümü temenni edin; eğer doğru sözlü olanlar iseniz. ([B]Cuma,6[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]2/89; 2/111; 2/120; 3/78; 3/1S8; 4/49[/B])

Bu üstünlük taslama, böbürlenme, kendini temize çıkarma iddialarının, Araplara da küçümsenmeyecek derecede tesir ettiğini Medine'nin sınırlarını aşacak derecede genişlediğini ve Mekke'yi de kapsamına aldığını söylersek herhalde mübalağa yapmış olmayız.

Geçen konuda Ehl-i Kitab ve Mekke'deki yabancı azınlıklar hakkında naklettiğimiz ve Ehl-i Kitab'ın şahid olarak gösterilmesini, ilim ve zikir ehli olarak nitelendirilmesini ihtiva eden ayetlerle İsrailoğullarının bazı bilginlerinden, özellikle de İsrailoğullarından bir şahide dikkat çeken ayetler de bu yaklaşıma bir delil oluşturabilir. Çünkü bu şahid gösterme ve nitelemenin hikmeti, Arapların Ehl-i Kitab'ın katındaki bilgilere genel olarak güvendiklerini, özellikle de Yahudilerin ilmine, marifetine ve araştırmalarına itimad ettiklerini hatırlatmaktadır.

Bazı ayetlerden anlaşıldığına göre, onlardan bazıları ilimde ileri gitmekle tanınıyordu. Nitekim Al-i İmran'ın 187. ayetinde buna ışık tutulmuştur. Ayrıca gelecek ayet de bunu açıkça ifade etmektedir.

"Fakat onlardan ilimde derinleşenler..." ([B]Nisa, 162[/B])

[B]ikinci olarak[/B]: Onların kendilerine göre toplumsal ve dini grupları vardı. Kendilerine özgü tapınakları, eğitim-öğretim yerleri, bilginleri, Rabbanileri vardı. Bilginlerinin ve Rabbanilerinin kendileri üzerinde büyük etkileri vardı. Bunlar onların aynı zamanda yargıçlarıydı. Onların bilginleri ve Rabbani olanları, halkı ve kitleleri günahları işlemekten, çirkin işlere bulaşmaktan alıkoyma yönündeki görevlerini gerçek anlamda yerine getir iniyorlardı. Onlardan bazıları dini konumlarını; mal elde etme, altın ve gümüş depo etme yolunda kullanmaya çalışıyorlardı. Nitekim gelecek ayetler bunu ifade etmektedir.

1) Hiç bir insana yakışmaz ki, Allah ona kitab, hüküm ve peygamberlik versin de, sonra (o kalkıp) insanlara. "Allah'ı bırakıp bana kullar olun" desin; fakat: "öğrettiğiniz ve okuduğunuz Kitab gereğince Rabbaniler olun" der. ([B]Al-i îmran, 79[/B])
2) Gerçek şu ki, biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler ve yüksek bilginler de Allah'm kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerinde şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi). ([B]Maide, 44[/B])
3) Onlardan çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yiyecekte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta oldukları ne kötüdür. Rabbaniler ve Hahamların, onları, günah söylemelerinden ve haram yiyeceklerinden sakındırmaları gerekmez miydi? Yapmakta oldukları ne kötüdür. ([B]Maide, 62, 63[/B])
4) Ey iman edenler gerçek şu ki, hahamlardan ve rahiplerden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar ise; onlara da acıklı bir azabı müjdele. ([B]Tevbe, 34[/B])

[B]Üçüncü olarak[/B]: Onlar Arapların sosyal hayatına girip yerleşmişlerdir. Buna bağlı olarak kendilerini kabilelere, boylara ayırmışlardı, tıpkı Araplar gibi. Onların kabileleri ve boyları da Evs ve Hazreç'in boylarıyla karşılıklı anlaşmalara, dostluk ilişkilerine girmişti. Her grup kendi dostu ve anlaşma yaptığı tarafa ilişkin ortak sorumluluğunu üstleniyor, savaşta yanında yer alıyordu. Bu antlaşmalar ve sorumluluklar peygamberin Hicretinden sonraya kadar sürdü. ([COLOR="blue"]25[/COLOR]) Hatta kendi başlarına bela açmalarına kadar devam etti; Bu aynı zamanda gelecek ayetlerin de ilham ettiği bir olgudur:

([COLOR="blue"]25[/COLOR]) [I]Bkz: Sıret İbn Hişam c II, s 95-99. 104[/I]

"Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız diye sizden kesin söz almıştık; siz de bunu kabul etmiştiniz. Sonra siz, birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde paktlar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde de onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız, size haram kılınmıştı. Yoksa siz, kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında aşağılık olmaktan başka değildir." ([B]Bakara, 84-85[/B])

Burada ayetler Yahudileri kişisel çıkarları yüzünden şeriatlarına aykırı düştüklerinden, onunla çeliştiklerinden, arzu ve isteklerine, heveslerine uygun düşen şeylere yapışıp, bunlara paralel düşmeyen şeyleri bıraktıklarından dolayı eleştirmekte, ayıplamaktadır. Müfessirlerin çoğu bu ayetlerin, onların boyları ile Evs ve Hazreç boyları arasındaki antlaşmalarla ilgili olduğunu belirtmiştir. Bu antlaşmaya göre onların bazıları diğer bazılarıyla savaşmak ve onları esir almak durumunda kalıyordu ve onların yerine fidye veriyordu. Bu sosyal yapılanmalarında Arapların geleneklerine uygun biçimde hareket edip gidiyorlardı.

Maîde, Haşr ve Nisa sûresinde bununla ilgili bir takım ayetler vardır, şöyle ki:
1) Münafıklara müjde ver! Onlar için gerçekten acıklı bir azab vardır. Onlar müminleri bırakıp da kafirleri dost edinirler... ([B]Nisa, 138-139[/B])
2) İşte kaplerînde hastalık olanların: '"Zamanın, felaketi eriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz" diyerek aralarında çabaladıklarım görürsün... ([B]Maide, 52[/B])
3) Münafıklık etmekte olanları görmüyor musun ki, onlar, Kitab Ehlinden küfre sapan kardeşlerine derler ki: "Andolsun eğer siz sürülecek olursanız, biz de sizlerle birlikte mutlaka çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiç bir zaman İtaat etmeyiz. Eğer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz " Oysa, Allah, şahidlik etmektedir ki, onlar, gerçekten yalancıdırlar. ([B]Haşr, 11[/B])

Burada münafıklar, kendileri ile Yahudiler arasında antlaşma esasına dayalı sağlam sözleşmeler bulunduğunu ileri sürmek suretiyle Peygamber ve müslümanlar aleyhine komplolar kurmakta ısrar etmeye çalışıyorlardı.
Öyle anlaşılıyor ki bu antlaşma ilişkileri sağlam ve köklüydü. Hatta bu Evs ve Hazreç'ten olan münafık veya samimi herkesi etkileyebilecek bir değere sahipti. Buna bağlı olarak ve hikmet gereğince onlarla dostluklarını sürdürmemeleri şeklinde emir tekrar edilmiş, onların antlaşmayı bozdukları ve ihanet ettiklerine, kendilerine karşı içlerinde gizledikleri kinlere ve kötü niyetlere dikkat çekilmiştir. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz.

1) Ne zaman bir ahit (andlaşma) yaptılarsa, onlardan bir grup o ahdi bozup atmadı mı?.. ([B]Bakara, 100[/B])
2) Kitab Ehlinden çoğu, kendilerine gerçek apaçık belli olduktan sonra,içlerindeki kıskançlıktan dolayı, imanınızdan sonra sizi küfre döndürmek arzusunu duydular. ([B]Bakara, 109[/B]) ([COLOR="blue"]26[/COLOR])
3) Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez. ([B]Maide, 51[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]3/118-120; 58/14[/B])

([COLOR="blue"]26[/COLOR]) [I]Burada doğrudan muhatap alınanlar Yahudılerdır[/I]

Burada özellikle Al-i İmran, 118. ayeti dikkat çekmektedir. Burada belirtildiğine göre Arapların Yahudilere karşı besledikleri bu sevginin ve yönelişin temel esprisini aralarındaki sağlam ilişkiler, kenetleşmeler ve antlaşmalar oluşturmaktadır.

Bununla beraber Arapların hayatıyla bu denli kenetleşme, sözleşmelerdeki bu enginlik/derinlik ve ilişkiler gerçekçi değildi. Yahudiler bunları sırf kendilerine zemin hazırlamaya, etkili olmaya, kendilerini savunmaya ve orada varlıklarım sürdürmeye alet etmek istiyorlardı, başka hiç bir şey değil... Nitekim Al-i îmran'ın 119. ayeti ve gelecek ayetler de bunu bildirmektedir.
1) Sizin dininize uyandan başkasına inanmayın... ([B]Bakara [/B]) ([COLOR="blue"]27[/COLOR])
2) Onlardan, öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, sen onun tepesinde durmadıkça onu sana ödemez. Bu, onların "ümmiler konusunda üzerimize bir sorumluluk yoktur." demiş olmalarındandır... ([B]Al-i İmran, 75[/B]) ([COLOR="blue"]28[/COLOR])
3) Yoksa onların mülkten bir payları mı var? Eğer böyle olsaydı, insanlara çekirdeğin zerresini bile vermezlerdi. Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? ([B]Nisa, 53-54[/B])

([COLOR="blue"]27[/COLOR]) [I][COLOR="blue"]Yahudilerin kendi aralarında geçen konuşmaları[/COLOR][/I].
([COLOR="blue"]28[/COLOR]) [COLOR="blue"][I]Ayetin siyakı Yahudiler hakkındadır. Onlar kendilerini Allah'ın seçkin milleti olarak görüyorlardı. Kendileri haricindeki ulusları ikinci dereceden uluslar olarak kabul ediyorlardı. Kendilerinin onlara karşı hiçbir sorumluluklarının olmadığını, onlara karşı her türlü davranışın mubah olduğunu iddia ediyorlardı. Aslında ilk başta Yahudiler "Ümmî" kavramını kendileri dışındaki uluslar için kullanıyorlardı. Hicaz'da ise bu kavramı Araplar için kullanmağa başlamışlardı.[/I][/COLOR]


[B]Dördüncü olarak[/B]: Yahudiler siyasal ilişkilerin çevresini genişletmiş Arapların sosyal asabiyetine uygun hareket etmeyi de aşmışlardı. Onlar Medine'nin dışlarına taşmış bulunuyorlardı. Nisa sûresinde yer alan bir ayet onların bu tavırlarına, konumlarına ışık tutmakta ve sözlerini hikaye etmektedir. Müfessirlerin ve râvilerin çoğunluğu tarafından kaydedildiğine göre, Yahudilerden bir grup elçi, Peygambere ve müslümanlara karşı, oranın liderleriyle görüşüp antlaşmak amacıyla Mekke'ye gitmişlerdir. Buun sonucu olarak Yahudiler, Hicretin beşinci senesinde Medine'ye karşt savaşmaya gelen birleşik Arap ordularıyla birlikte olduklarını açıklamış ve savaşta onların yanında yer almışlardı.

Ahzab ve Nisa sûresinde de bu olaya işaret eden birer ayet vardır.
1) Kendilerine Kitap'tan bir pay verilenleri görmedin mi? Onlar, tağuta ve cibt'e İnanıyorlar ve diğer küfredenler için: "Bunlar, iman edenlerden daha doğru bir yoldadır." diyorlar. ([B]Nisa, 51[/B])
2) Kitab Ehlinden onlara yardım edenlerini de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü... ([B]Ahzab, 26[/B])

Tercihe şayan odur ki: Eğer Kureyş ile Yahudiler arasında hicretin hatta Peygamberliğin daha öncesine varan köklü ilişkiler, sevgi ve politik çıkar esasına dayalı bağlar olmasaydı, Yahudilerin elçileri böylesine çok önemli ve hayati bir konuda Mekke'ye gitmezlerdi. Sîret rivayetleri içinde Hayber Yahudileri ile Gatafan ve Zebyan kabileleri arasında eskiye dayanan çok sağlam antlaşma metinleri ve maddeleri olduğunu belirten nakiller vardır. Bu da işlemeye çalıştığımız olguyu başka bir açıdan pekiştirmiş olmaktadır.

Burada Nisa ayeti tarafından işaret edilen bir nokta dikkatimizi çekmektedir. O da Yahudilerin kendi amaçlarına, hedeflerine varmak için iade edip kullanmış oldukları politik Yahudi yöntemidir. Müşrikler Yahudilere Hz. Muhammed'in dini ile kendilerinin bağlı bulundukları dini sormuşlar, onlar da Arap müşriklerinin daha doğru bir yolda olduklarını söylemişlerdir. Sonra müşriklerin liderleri onlardan bu antlaşmaya bağlı kalacaklarına dair Kâ'be avlusunda yemin etmelerini, yapmaya çalıştıkları eylemde tanrılarının desteğini sağlamaları için onların yanında putlarına yalvarmalarını istemişler, onlar da aynen yapmışlardı! Böylece amaç, onlara açık bir küfür ve sonsuz bir leke de olsa, araçların en çirkin olanını meşru kılmıştır.

[B]Beşinci olarak[/B]: Onlar kendilerine kaleler, muhkem kasabalar ve surlar yapmışlardı. Güçlü ve kuvvetli bir konuma sahip bulunuyorlardı. Bunlara güvenerek de, kendilerine dokunulmayacağına inanıyorlardı. Bu duruma Araplar da inanmıştı. Yesrib'in tanıtılması ve önemi konusunda bunu içeren ayetleri nakletmiştik. Bu kalelerin, kulelerin, surların, kasabaların, Arapların içine Yahudilerin güçlü, heybetli olduğu imajını saldığında kuşku yoktur. En azından bu da bir vasıta olmuştur. Ek olarak da onların gücünü ve heybetini gösteren vasıtalar ya da deliller olduğuna işaret olmuşlardır. Bu onların o sıralar şu özelliklere sahip olduğuu bize göstermektedir.
1- Onlar yerleşim bölgesi olarak Araplardan ayrı yerde, topluca kitleler halinde ve Özel mahallelerde, semtlerde yaşıyorlardı. Daha önceleri olduğu gibi, yine bu geleneklerini, yaşayış biçimlerini koruyorlardı.
2- Onlar Arap toplumunda tam bir güven ve huzur içinde değillerdi. Buna bağlı olarak muhkem şehirlere, kalelere, surlara dayanmak istiyorlardı. Kriz anlarında kendilerini savunmayı ve kollamayı böylece kolaylaştırmak istiyorlardı.
3- Araplarla Yahudiler arasında zaman zaman bazı tehlikeli olaylar oluyordu. Deneyimleri neticesinde kendilerini bu kaleleri, muhkem kasabaları ve surları yapmak zorunda hissetmişlerdi. Bizzat bu hadiselerin, onları Araplarla antlaşmalar yapmalarına, yüzeysel olarak kabilevi ve toplumsal asabiyetleriyle ilgili geleneklerini kabul eder görünmelerine neden olduğunu da, tercihe şayan bir görüş kabul ediyoruz.

[B]Altıncı olarak[/B]: Kur'an ayetlerinden hareketle Yahudilerin Yesrib bölgesinde ve Şam yolu üzerinde uzanıp giden pek çok yerlerde dağınık bir yerleşik hayat yaşadıklarını, onların sayıca büyük kitlelerden oluşan azınlıklar olduğunu çıkarabiliriz. Elimizdeki bazı ayetlerde; Allah'ın, Rasûlüne onların kasabalarını bağışladığı ve karşılıksız olarak verdiği ifade edilmektedir. Burada çoğul kalıbının kullanılmış olması, doğal olarak onların çok olduğunu ifade eder:

"Allah'ın o şehir halkından peygamberine verdiği şey, Allah'a Peygamber'e, yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir." ([B]Haşr, 7[/B])

Allah Ahzab sûresinde, Yahudilerin müşriklerle birleşmesini eleştirmiş ve bu yüzden onların yurtlarını, mallarını ve arazilerinden el değmemiş bir toprağı müslümanlara miras bıraktığını ifade etmiştir. Ayetin son bölümü belirtmeye çalıştığımız noktaya, onların dağınık halde yayıldıklarına ışık tutmaktadır. Bu hemen farkedilebilecek bir gerçektir:

"Kitab Ehlinden onlara arka çıkanları da kalelerinden indirdi, onların kalplerine korku düşürdü. Siz bir kısmını öldürüyordunuz, bir kısmını ise esir alıyordunuz. Ve sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve daha ayak basmadığınız bir yere de mirasçı kıldı. Allah, her şeye güç yetirendir." ([B]Ahzab, 26-27[/B])

Feth sûresinde de kapalı bir işaret yer almaktadır. Kesin bilgi ifade edebilecek dereceye ulaşan mütevatir rivayetler onu açıklamıştır ki: Bunlar birinci derecede Hayber'i ve ondan sonra doğrudan müslümanların fethettiği kasabalar, Vadi'l-Kura'yı, Fedek'i ve Yahudilerin Teyma'sını kastetmiştir. Bunlar da, başka bir açıdan be¬lirtmeye çalıştığımız konuyu, İsrailli azınlıkların çokluğunu ve yaygınlığını pekiştirmektedir.

1) Geride bırakılanlar, siz ganimetleri almaya gittiğiniz zaman diyeceklerdir ki: "Bizi bırakın da sizi izleyelim..." ([B]Feth, 15[/B])

2) ...onlara yakın bir fethi sevap olarak vermiştir: Ve alacakları bir çok ganimetleri de. Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Allah alacağınız daha bir çok ganimetleri de size vadetti, bunu size hemencecik verdi ve insanların ellerini sizden çekti ki, müminler için bir ayet olsun ve sizi dosdoğru olan bir yola yöneltsin. Ve başka da vermiştir ki siz henüz onlara güç yetirmiş değilsiniz; gerçekten Allah, onları kuşatmıştır. Allah, her şeye karşı güç yetirendir. ([B]Feth, 18-21[/B])

Yahudi azınlığın büyük kısmı, anlaşıldığı kadarıyla bizzat Yesrib civarında yer alıyordu. Ki burada üç kabile vardı. Sayıları onbinlere yaklaşıyordu. Bunlar, Beni Kaynuka, Benî Nadir ve Benî Kureyza kabileleriydi. Peygamber (s) bunların ilk ikisini sürgün etmiş üçüncüsünü ise, şartların gereği olarak sert bir şekilde yok etmişti. Kur'an bu kabileleri adlarıyla kaydetmiştir. Yalnız üç kabileye işaret etmeyi uygun görmüştür. Kesinlik ifade edecek dereceye ulaşan mütevatir rivayetlerde de bu üç kabilenin adı zikredilmiştir:

1) Küfredenlere de ki: "Yakında yenilgiye uğratılacaksınız ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz." Ne kötü yataktır o. Karşı karşıya geen iki toplulukta, andolsun sizin için bir ayet vardır. Bir topluluk, Allah yolunda vuruşuyordu, diğeri ise, kafirdi ki gözleriyle müminleri kendilerinin iki katı görüyorlardı. İşte Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, basiret sahipleri için gerçekten bir ibret vardır. (A[B]l-i İmran, 12-13)[/B] ([COLOR="blue"]29[/COLOR])
2) Allah katında yerde debelenenlerin, şüphesiz en kötüsü, küfre sapmış olanlarıdır. Onlar artık inanmazlar. Bunlar, içlerinde antlaşma yaptığın kimselerdir kİ, sonra her defasında ahidlerini bozarlar. Onlar korkup sakınmazlar. Bundan dolayı, savaşta onları yakalarsan, öyle darmadağın et ki onlarla arkalarından gelecek olanlar, umulur ki ibret alırlar. Eğer bir kavmin ihanet edeceğinden kesin olarak korkarsan, sen de açık ve adil bir tutumla antlaşmayı boz. Gerçekten Allah, ihanet edenleri sevmez. ([B]Enfal, 55-58[/B])
3) Kendilerinden önce yakın geçmişte olanların durumu gibi; onlar,yaptıklarının sonucunu tadmışlardır. Onlar İçin acıklı bir azab da vardır. ([B]Hasr, 15[/B]) ([COLOR="blue"]30[/COLOR])

([COLOR="blue"]29[/COLOR]) [I]Al-i İmran ve Enfâl ayetleri hakkında, Hâzîn ve başka tefsirlerde, ayrıca İbn Hişam (II, 334)'da belirtildiğine göre "inkâr edenler"den maksat Benî Kaynukâ'dır[/I].
([COLOR="blue"]30[/COLOR]) [I]Bu ayet, Benî Nâdir'in cezalandırılması olayından sonra gelmiştir. Benî Kaynukâ'nın sürgün edilmesi bu ayetten önceydi.[/I]

[B]Yedinci olarak[/B]: Naklettiğimiz ayetler ve ayetlerin içerdiği nitelemeler, onların sahip oldukları araziler, mallar ve kasabalar, müslümanların onlardan elde ettikleri ganimetlerin çoklukla vasıflandırılmış olması, Yahudilerin büyük servet sahipleri olduğunu rahatlıkla göstermektedir. Bu açık bir olgudur. Onların büyük bir ticari faaliyete de sahip olduğunu, bizzat ayetlerin ilhamlarına göre anlıyoruz. Onların bu faaliyetlerinin en önemli sahaları ziraattı. Bundan daha açık olarak hem bundan hem de diğerinden anlaşıldığına göre onların bu konumları Arapların ekonomik yaşamında Önemli bir etkiye sahip olmalarını sağlamıştır.

[B]Sekizinci olarak[/B]: Onlar faizle işlem yapıyorlardı. Bu onların yaklaşık hicret ettikleri tüm ülkelerde gündeme getirdikleri, kendilerine özgü bir uygulamaydı. Yesrib'in ziraat bölgesinde bulundukları için, tabiatıyla bu işe elverişli olanakları da vardı. Çünkü çiftçiler normal olarak hasat ve bağ bozumu zamanına kadar mal ödünç almaya muhtaç durumdadır. Kuşku yok ki bu eylem Yahudilerin, Arapların ekonomik yaşamlarında güçlü bir etki ve role sahip olmalarını sağlıyordu Kur'an'm bu olguya işareti ise; Nisa sûresinin, onların inkarcı, tartışmacı tutumlarını ve ahlaklarını eleştirme ve ayıplarını ortaya koyma sadedinde inmiş olan ayetleridir:

"Yahudilerin yaptıkları zulümden ve pek çok kişiyi Allah yolundan çevirmelerinden dolayı kendilerine helal kılınmış temiz ve hoş şeyleri yasakladık. Menedildikîeri halde faiz almalarından ve haksız yere insanların mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık). İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık." ([B]Nisa, 160-161[/B])

"Onların insanların mallarını haksız yere yemeleri" cümlesi, herhalde onların, Yesrib halkının muhtaç olduğu şeyleri acımasız şekilde sömürdüklerini ilham etmektedir. Faizle onların canlarını yaktıklarını, faizi kat kat artirrak çoğalttıklarını anlatmaktadır. îhtimal ki, onlar berikileri sömürmek, helak etmek, onların ürünlerini ve elde ettikleri şeyleri istila etmek için daha başka vasıtalara ve yollara başvurmuşlardır.
Kur'an ayetleri içinde onların sınai ve ticari eylemlerle uğraştık¬larını göstermeye müsait bir delil yoktur. Yalnız bu pek tabii olarak uğraşmadıklarını da göstermez. Tercihe şayan odur ki, onlar ya da en azından onlardan bazı kesimler bu tür işlerle uğraşıyorlardı. Sîret rivayetleri Benî Kaynuka'nm sürgün edilmesi sadedinde kaydediyor ki: Onların, kendi adlarıyla bilinen bir panayırları vardı. Ve panayırda onlardan bir takım kuyumcular bulunuyordu. Ticaret, Yahudilerin başlıca eylemlerinden birini oluşturmaktadır. Onların bundan habersiz olduklarını söylemek doğru olmaz. Çünkü bu çevrede ticaret için gerçekten elverişli geniş bir ortam vardı. Ve bu alanda etkin faaliyet gösteren kimseler mevcuttu.

[B]Dokuzuncu olarak[/B]: Ayetlerin içerikleri, delaletleri ve ilhamları genel olarak İsraillilerin Hicaz'a yakın bir geçmişte göç etmeyip daha eski olduklarını gösteriyor. Hatta belki, bir kaç nesil veya asır öncesine kadar uzanıyordu. Ve onlar buna bağlı olarak konuşma ve anlama olarak Arapçayı güzel ve üstün derecede biliyorlardı. Buna ilave olarak onların kendilerini muhafaza ettikleri ya da en azından bilginlerinin, hahamlarının, Rabbanilerinin Tevrat'ın ve Yahudilere ait diğer dini kitapların dili olan İbranice'yi güzel şekilde muhafaza etmesini bildiklerinden de asla kuşku edilemez. ([COLOR="Blue"]31[/COLOR])

[B]5. İsrailoğullarının Hicaz Halkı Üzerindeki Tesirleri:[/B]

Yahudi azınlıkların kültürel, dini, sosyal, ekonomik, siyasal/politik, savaş-barış ve sayı durumları hakkında Medeni Kur'an ayetlerinin delaletlerinden ve pek çok ilhamlarından destek alarak açıklamalarda bulunduksa, aynı şekilde onların ahlaklarını ortaya koyabilecek delilleri ve ilhamları da oradan alacağız.

1) Bazı ayetler onların yaşamış oldukları olgulara, kendilerini başkasından üstün görmelerine, bencilliklerine, cimriliklerine, her şeyin kendilerinin olmasına duydukları isteklerine, kıskançlıklarına, başkalarının ellerinde bulunanlara dayanamamalarına işaret etmektedir. Bakara, 109, Nisa, 53-54. ayetleri bununla ilgilidir ve onları daha önce nakletmiştik. Al-i İmran sûresinde ise gelecek ayetler bununla ilgilidir.

"Allah'ın bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu onlar için serdir; kıyamet günü, cimrilik ettikleri şey boyunlarına dolanacaktır. Göklerin de, yerin de mirası Allah'ındır. Aîlah yaptıklarınızdan haberi olandır. Andolsun; "Gerçek, Allah fakirdir, biz ise zenginleriz" diyenlerin sözlerini Allah işitmiştir. Onların bu sözlerini ve Peygamberlerini haksız yere öldürmelerini yazacağız ve: "Yakıcı olan azabı tadın" diyeceğiz." ([B]180-181. ayetler[/B])

([COLOR="blue"]31[/COLOR]) [I]Sirer İbn Hişâm'da Yahudi şairleri ve onların kasidelerinden söz edilmekte ve isimleri verilmektedir. (Bkz: II, 337-344 ve III, 55, 174) Hadis kitaplarında da, Rasulullah, Zeyd b. Sabit'den îbranice öğrenmesini istemektedir. Böylece onlarla tartışma imkânı elde edilecekti.[/I]

2) Bazı ayetlerde onların, ikiyüzlülük, laf taşıyıcılık, düzenbazlık, başkalarını kuşkuya düşürme ve onu tahakkümü altına alma amacıyla kuşkular yayma gibi ahlaki niteliklerine ışık tutulmaktadır. Bakara, 76, Al-i İmran, 72. ayetleri bunu ilham etmektedir. Ayrıca gelecek ayetler de buna ışık tutmaktadır:

"De ki: "Ey Kitab Ehli, sizler şahidler olduğunuz halde, ne diye iman edenleri Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah, yapmakta oklularınızdan gafil değildir." Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba boyun eğecek olursanız, sizi imanınızdan sonra kafirler yapmış olarak geri çevirirler. Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve O'nun Rasulü içinizdeyken nasıl oluyor da küfrediyorsunuz? Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette o, dosdoğru olan bir yola iletilmiştir. Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun. Ve ancak müslümanlar olarak ölün. Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını ısındırdı, siz O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan da sizi kurtardı. Umulur ki, hidayete erersiniz diye Allah size ayetlerini işte böyle açıklar." ([B]Al-i İmran, 99-103[/B])

Müfessirler ve raviler bu ayetlerin -ya da bazılarının- Yahudilerin, bir takım Evs'li ve Hazreç'li kişiler arasında alevlendirdiği, geniş bir alana yayılıp ortalığı kasıp kavuracak büyük bir fitneye neden olmasına ramak kala Önlenen bir desise ve düzenbazlıkları münasebetiyle inmiş olduğunu kaydetmişlerdir. Her ne olursa olsun, ayetler üslubla o ve içerikleriyle, Yahudilerin müslümanlar arasında körüklemeye çalıştığı bir fitne, desise, kargaşa ve ortalığı bulandırma tavır ve tutumuyla ilgilidir.
Maide sûresinde yer alan bir ayet de bu konuyla ilgilidir. Ayet Yahudilerin Peygamber'e (s) havale edilmiş bir konuda hile ve kuşku yaratma tutumlarına ışık tutmaktadır. Onlar sözü amacından saptırmak suretiyle münafıklarla birlikte bir komploya girişmişlerdi:

"Ey Peygamber, kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla "inandık" diyenlerle Yahudiler'den küfür içinde çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar yalana kulak verenlerdir; sana gelmeyen diğer topluluğa kulak verenlerdir. Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar. "Size bu verilirse onu alın, o verilmezse ondan kaçının" derler..." ([B]Maide, 41[/B])

3) Bazı ayetler, onların amaç ve kişisel çıkar uğruna her türlü vasıtayı kullanma ve meşru görme ahlakına işaret etmektedir. Bunu Nisa sûresinin 51. ayeti ile gelecek ayetlerde görebiliriz:

"Kendilerine kitaptan bir pay verilenlerin sapıklığı satın aldıklarını ve sizin de yolu sapıtmanızı istediklerini görmedin mi? Allah sizin düşmanlarınızı daha iyi bilendir; bir veli olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter. Kimi Yahudi olanlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar." ([B]Nisa, 44-46[/B])

4) Bazı ayetler onların başkasının ellerindekini kendileri için helal kılma, kendilerine emanet edilen şeylere, sözlerine bağlı kalmaya karşı kendilerini sorumlu hissetmeme ahlaklarına işaret etmektedir. Daha önce naklettiğimiz Bakara, 100 ve Al-i İmran, 75. ayetler bunu ilham etmektedir.
5) Bir takım ayetler onların başkalarının kendilerine karşı duymuş oldukları sevgiyi, sadakati, başkasına yardımcı olmayı ya da herhangi bir konuda yol göstermeyi düşünmeme ahlakına işaret etmektedir. Daha önceleri nakledilen Al-i İmran, 73. ve 119. ile Bakara, 76. ayetleri buna ışık tutmaktadır.
6) Bazı ayetler onların bir şeyde diretme, tartışma ve büyüklük taslama ahlaklarına ışık tutmaktadır. Bu tür ayetler gerçekten çoktur. Ve bunlar aynı zamanda önceki Yahudilerle çağdaş Yahudilerin bu ahlak konusunda sıkı ilişkileri olduğunu göstermektedir. Geçen konularda onların bir kısmını kaydetmiştik. Diğer bir kısmını ise şimdi verelim:

1) De ki: "O bizim de Rabbimiz sizin de Rabbiniz iken, bizimle Allah hakkında tartışmalara mı giriyorsunuz? Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz de sizindir. Biz, katışıksız olarak O'na bağlanmış olanlarız. ([B]Bakara, 139[/B]) ([COLOR="blue"]32[/COLOR])
2) İnsanlardan bir takım beyinsizler: "Onları daha önce üzerinde bulundakları kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler... ([B]Bakara, 142[/B])
3) "...Kitab verilenler, bunun Rabb'leri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. Sen kitap verilenlere her türlü ayeti (delili) getirsen yine onlar senin kıblene uymazlar; sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Sana gelen ilimden sonra onların keyiflerine uyarsan elbette ki zalimlerden olursun. Kendilerine kitab verdiklerimiz, onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine de onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler. ([B]Bakara, 144-146[/B])

([COLOR="blue"]32[/COLOR]) [I]Ayetin sıyakı Yahudilerin tutum, davranış ve ahlaklarıyla ilgilidir[/I]

Bazı ayetlerin içeriğinden anlaşılıyor ki: Onlar sihir/büyük de yapıyorlardı. Bakara sûresinin ayetlerinden biri Yahudilerin tartışmacı oluşlarını, ahde vefasızlıklarını, Allah'ın Kitabını bırakışlarını, O'nun elçisini tasdik etmeyişlerini; onların gerçeğe uymaları gerekirken şeytanların okudukları büyü işlerinin peşine takılmalarını, bu hareketlerin kişiyi dinden çıkardığını, onu hidayet ve doğru yoldan uzaklaştırdığını bildikleri halde bu tür eylemlere eğilim duymalarını kaydetmiştir. Yine ayetten anlaşılıyor ki onlar Süleyman'ın (a) da sihir yaptığını ve onunla şeytanlara egemen olduğunu ve şimdiki ilimlerinin onun bildiği ilimden olduğunu iddia ediyorlardı.

"Ne zaman onlara Allah katından yanlarındakini doğrulayan lir peygamber gelse, kendilerine kitap verilenlerden bir takımı sanki kendileri hiç bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını arkalarına attılar. Ve onlar, Süleyman'ın mülkü aleyhinde şeytanların uydurduklarına uydular. Süleyman ise küfretmedi; ancak şeytanlar küfretti. Onlar, insanlara sihiri öğretiyorlardı. Babil'deki iki melek olarak bilinen) Harut'a ve Marufa bir şey indirilmemişti. Oysa o ikisi: "Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın küfretme" demedikçe hiç kimseye öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle kadının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Onlar ise kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiç bir payı olmadığını bildiler; kendi nefisleri karşılığında sattıkları şey ne kadar kötü; bir bilselerdi." ([B]Bakara, 101-102[/B]).

[B]Bunun yanında Al-i Imran ayeti[/B]:
"Her nerede bulunurlarsa bulunsunlar onlara zillet vurulmuştur. Onlar, Allah'tan bir gazaba uğradılar ve üzerlerine aşağılanma vuruldu. Bu Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri nedeniyledir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları dolayısıyladır." [B](112. ayet)[/B]

"İşte o zaman Rabbin, onlara en kötü azabı yapacak kimse(leri) kıyamet gününe kadar üzerlerine mutlaka göndereceğini bildirdi. Kuşku yok. Rabbin sonuçlandırması pek çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayandır, esirgeyendir." ([B]167. ayet[/B])

Bu iki ayet gösteriyor ki: Yahudiler gözle görülecek ve elle tutulacak derecede zillet ve miskinlik postlarına bürünmüşlerdi. Hicaz dışında durumları böyle olduğu halde Hicaz'ın içinde o kadar servet, sayı, hile, düzenbazlık ve kuvvet gösterisinde bulunmalarına rağmen durumları yine aynıydı.

Aynı şekilde A'raf ayeti de böyledir:

"Onları yer yüzünde ayrı ayrı topluluklar olarak param parça dağıttık." ([B]168. ayet[/B])

Bu ayet de ilham ediyor ki: Yahudilerin yeryüzünün tüm bölgelerinde darmadağınık hali başkaları tarafından rahatlıkla müşahade ediliyor ve elle tutulabilecek bir olgu olarak algılanıyordu. Ve onların Hicaz'daki varlıklarının eninde sonunda bu noktaya varacağı anlaşılıyordu.
Durumları bu merkezde olan, Arapların hayatıyla ve gelenekleriyle bu kadar ilişkileri ve ortak yönleri bulunan, ahlakları, alışkanlıkları ve yaşayışları bu olan Yahudilerin komşuları olan Arapları özellikle Medine halkını, genel olarak da Hicaz alanını küçümsenmeyecek ölçüde etkilemiş olmaları pek tabiidir. Biz Arapların öğrendikleri, tartıştıkları, akıllarında, inançlarında ve alışkanlıklarında geliştirdikleri peygamberler, melekler, şeytanlar, evrenin yaradılışı, nesilleri tükenmiş ulusların ve semavi şeriatlarla ilgili kıssaların haberlerinin pek çoğunu onlardan öğrendiklerinde kuşku etmiyoruz. Yine onların yaşam biçimleri sanatları, sanayileri, ticaretleri, ziraatları hatta bazı dinsel ayinlerin, onların aralarında yaşadıkları bu uzun zaman zarfında Araplara geçmiş olduğunda şüphe etmiyoruz.([COLOR="blue"]33[/COLOR])

([COLOR="blue"]33[/COLOR]) [I]Hâzîn Tefsirinde ([, 153) îbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Medine halkı çoğu zaman Yahudilerin yaptıklarını örnek aldı Zira onları Ehli Kitap olarak görüyor ve onların daha faziletîı olduklarına inanıyorlardı.[/I]

Daha Önce Arapların onlardan muhtemelen ziraî teknikler aldıklarını; onlardan etkilenerek kaleler ve surlar yaptıklarına değinmiştik. İlerde gelecek bölümlerde de Arapların başka alanlarda onlardan aldıkları adet ve geleneklere işaret edeceğiz. Biz dinler ve inançlar bölümünde Kur'an'ın Yahudilik ve Yahudiler hakkındaki tablosunu tamamlamak amacıyla özel bir bölüm ayırdık.

[B]6. Hıristiyanların Hicaz'daki Rolleri:[/B]

Şimdi Peygamberlikten önce Medine'de İsraillilerden başka ya¬bancıların olup olmadığını araştıracağız. Buna bağlı olarak diyebi¬liriz ki; buna ışık tutan açık bir işaret yoktur. Mekke'de onların var¬lığını gösteren Nahl ayeti gibi bir delil yoktur. Bununla beraber, pek çok Medeni ayet vardır ki bunlarda, Hıristiyanlardan sözedilmekte, hitab onlara yöneltilmekte, Peygamberin ve Kur'an'ın çağrısına karşı sevgi esasına dayalı bir tavırları olduğu hikaye edilmekte, Mesih ile ilgili inançları hafife alınmakta, ayıplanmakta ve bu inançları tartışılmakta, bazılarının büyüklük taslama, inkar etme, düşmanlık besleme ve engel olma gibi tavır ve tutumları gözönüne serilmekte ve onlarla dostluk ilişkilerine girilmemesi emredilmektedir. Gelecek ayetler sözü edilen bu konuları işlemektedir.

1) Yahudiler dedi ki: "Hıristiyanlar bir şey üzere değillerdir." Hıristiyanlar da: "Yahudiler bir şey üzere değillerdir." ([B]Bakara, 113[/B])
2) Dediler ki: "Yahudi veya Hıristiyan olun ki hidayete eresiniz. ([B]Bakara, 135[/B])
3) Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra da ona "Ol" dedi ve o da oluyor. Gerçek Rabbindendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma. Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmalara girişirlerse, deki. Gelin, oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah'ın lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım." ([B]Al-i İmran, 59-62[/B])
4) Yahudiler ve Hıristiyanlar: "Biz Allah'ın çocuklarıyız ve sevdikleriyiz" dediler. ([B]Maide, 18[/B])
5) Andolsun, "Gerçekten Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler küfre saptı. Oysa Mesih'in dediği "Ey îsrailoğullan, benîm de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin. Çünkü O, kendisine şirk koşana kuşkusuz cenneti haram kılmıştır, onun barınmayeri de ateştir- Zulmedenlere yardımcı yoktur". Andolsun, "Alah üçün üçüncüsüdür" diyenler küfre sapmışlardır. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan küfredenlere acıklı bir azab dokunacaktır. Yine de Allah'a tevbe edip bağışlanma istemeyecekler mi? Oysa Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Meryem oğlu Mesih, yalnızca bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçti. Onun annesi dosdoğrudur, ikisi de yemek yerlerdi. Bir bak, onlar ise nasıl da çevriliyorlar? De ki' "Sİz Allah'ı bırakıp da, size fayda ve zararı dokunamayacaklara mı tapıyorsunuz? Halbuki Allah, herşeyi işiten ve bilendir." {[B]Maide, 72-76[/B])
6) Ey inananlar Yahudi ve Hrristiyanları dostlar edinmeyin, Onlar birbirlerınin dostudurlar... ([B]Maide, 51[/B])
7) Andolsun, insanlar (içinde) iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olanların yahudİler ve şirk koşanlar olduğunu görürsün Onlardan iman edenlere sevgi bakımından en yakın olanların da: "Biz Hıristiyanlanz" diyenlerin olduğunu görürsün. Bu onlarda keşiş ve Rahiplerin olması ve onların gerçekten büyüklük taslamamaları nedeniyledir. Peygambere indirileni dinlediklerinde hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz inandık; Öyleyse bizi şahitlerle birlikte yaz." ([B]Maide, 82-83[/B]) Ayrıca Bkz: ([B]2
/111; 2/120, 4/171-172; 5/116; 9/29-34; 57/27) [/B]

Buna ilave olarak çağrının Ehl-i Kitab'a genel olarak yöneltildiği ayetler vardır. Bu ayetlerle hem Hıristiyanlara hem de Yahudilere beraber hitab edilmiş olunacağı tercihe şayandır. Gelecek ayetlerde olduğu gibi:
1) Ey Kİtab Ehli, kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan ve birçoğundan da geçiveren elçimiz geldi. Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. ([B]Maide, 15[/B])
2) Ey Kitab Ehli, peygamberlerin arası kesildiği dönemde: "Bize bir müjdeci de bir uyarıcı da gelmedi" demenize (fırsat kalmasın) diye size apaçık anlatan bir peygamber geldi. Böylece müjdeci de, uyarıcı da gelmiştir artık. Allah herşeye güç yetirendir ([B]Maide, 19[/B])

Hatta bu iki ayet arasında Mesih'in uluhiyeti inancım ayıplamayı eleştirmeyi içeren bir ayet vardır. Bu da onların birinci derecede Hıristiyanlara yönelik olduğunu söylemeye müsaittir.
"Andolsun gerçek şu ki, Allah Meryem oğlu Mesih'tir diyenler küfretmiştir. De ki: "O, eğer Meryem oğlu Mesih'i onun annesini ve yeryüzündekilerin tümünü helak etmek isterse, Allah'a kim engel olabilir?" ([B]Maide, 17[/B])

Buradaki bazı ayetlerde Hıristiyanların zikredilmesi, ek bir açıklama ya da Yahudiler konusunda hafifçe işaret ettiklerimizin, lisanı hal ile ifade edilmesi olduğuna göre, bunlar; Peygamberin Medine'de ve çeşitli zamanlarda Hıristiyanlardan değişik gruplarla karşılaştığını, onları İslam'a davet ettiğini onlardan bazılarının Maide, 88-89. ayetlerinde ifadesini bulan parlak tasdik sahnelerine konu olduğunu bazılarının ise tartışma ve mücadeleye girerek, büyüklük tasladığını görürüz.

Yemen'in Necran bölgesinden, Habeşistan'dan ve Şam'dan bazı Hıristiyan elçilerin Medine'ye geldiğini Peygamber ile ilişki kurduklarıni, onlardan bazılarının Peygamber ile tartışarak kendi dinleri üzere kaldıklarını, bazılarının ise iman ettiğini belirten rivayetler vardır. Burdan hareketle Medine devrinin ilk dönemlerinde inen ayetlerde Hıristiyanların sözlerinin, görüşlerinin, tavırlarının ve inançlarının gündeme getirilmiş olması, Peygamber'in çağrısının henüz aşılanıp, yerleşmediği bir dönemde bunların gündeme alınışı, sayıları ve çokluklarından sarfı nazar edilerek Medine'de Hıristiyan bir grubun ikamet edip yerleştiğim düşündürmektedir.

Bunlardan bazılarının Mekke'de olduğu gibi Medine halkından Hıristiyanlaşmış Araplar olduğu dahilindedir. Veya bunlar Medineli değildir ama ekonomik ve ekonomik olmayan bazı şartlar yüzünden dışardan göç edip Medine'ye gelip-yerleşen Araplardır. Fakat bunların içinden bazılarının Bizanslı, Süryani, Kıpti ve A'cemi/İranlı v.s... olmasını engelleyen bir belge yoktur. Madem ki Şam bölgesinin şartları Arap olmayan bazı Hıristiyanların Mekke'ye kadar göç edip orada ikamet etmesine neden olmuştur ve Mekke tüccarları onların bazılarını kendi özel ihtiyaçları ve ekonomik faaliyetleri için satın alma yolu ile kendilerine çekme olanağına sahip olmuştur. Bu şartların sırf Mekke'ye özgü olmayacağı hemen akla gelebilmektedir. Özellikle Medine, Şam'a Mekke'den daha yakındır ve oranın iklimi Şam'dan göç edenler için Mekke ikliminden daha elverişlidir. İşte bu özellik aynı zamanda Şam'dan göçmek zorunda kalan İsraillilerin Medine'ye yerleşmelerine, orada ikamet etmelerine neden olmuştu. Bu avantajlar nedeniyle de orada yaşamayı tercih ediyorlardı.

Tevbe sûresinin 29-34. ayetleri hemen hemen kesinlik ifade edecek biçimde Peygamber'in Şam bölgesinde taşkınlık ve düşmanlık yapmaya başlayan Hıristiyanlara karşı düzenlediği Tebük savaşına ilişkin olarak inmiştir. Sadece bu olayı istisna edersek naklettiğimiz ayetler içinde, Hıristiyanların Medine'de kitleleştiğini ya da Arapların ekonomik ve sosyal yaşamlarına hissedilebilir, belirgin bir etkide bulunduklarını gösteren bir ayet yoktur. Yanısıra Yahudiler hakkında inmiş bulunan ayetlerin içerdiği aldatma, düzenbazlık, komplo, kıskançlık ve azgınlık, taşkınlık tablolarına da rastlanır. Bunun tam tersi olarak tüm Hıristiyanları kapsayan bir nitelik buluyoruz. O da Hıristiyanların iman edenlere insanların sevgi yönünden en yakın olan kimseler olduğu, onların asla büyüklük taslamadıkları, gönüllerinde şefkat ve merhamet duyguları taşıdıkları, buna ilave olarak onların çok olmadığı ve kitleleşmediği olgusudur. Onların fazla bir etkiye sahip olmadıkları, genel hatlarıyla güzel, yumuşak, duygusal, ince bir ahlaka sahip oldukları, düşmanlıkta katılık ve aşırılık yapmaya yanaşmadıkları gerçeğidir.

Pek tabii olarak bu, Hıristiyanlığın Arapların inançları, dinleri, düşünceleri ve kültürleri üzerinde hiçbir etkisi olmamıştır anlamına gelmez. Onların bu etkisi ise gelecek bölümlerde işaret edeceğimiz konular arasında yer alacaktır. Dinler ve inançlar konusunda Hıristiyanlık ve Hıristiyanlar için de özel bir bölüm ayırdık. Aynı şekilde bu etkiye orada da parmak basacağız, onlarla ilgili Kur'anî tabloyu tamamlayacağız.

dost1 29. March 2011 02:47 PM

[B]İKİNCİ BOLUM[/B]

[B]Sosyal Hayat[/B]
Bu bölüm dört ayrı konudan oluşmaktadır,
A) Aile hayatı,
B) Kabilecilik Asabiyeti,
C) Hac ve Haram Aylar
D) İdare düzeni ve sınıflar.

[B]A) AİLE HAYATI:[/B]

[B]1. Peygamber Asrında Erkeğin ve Kadının Rolü[/B]:
Kur'an'ı Kerim'de kadın ve erkekle ilişkili pek çok ayet vardır. Bazıları geneldir. Bazıları yasama, yükümlülükler ve İslami kavramlarla ilgilidir. Her iki çeşit ayetlerden şu veya bu şekilde Peygamber asrında ve peygamberlikle görevlendirilmeden önceki çevresinde kadın ve erkeğin durumuna ışık tutan tablolar alıntılayabiliriz.

[B]Birinci olarak[/B]: Genel olarak erkeklerden bahsedilen ayetlerin İçeriğinden az çok anlaşıldığına göre; erkek kendisine özgü seçkin bir yere sahipti. O ailenin başkanı ve idarecisiydi yaşamından, rızkından ve işlerinden sorumlu olan oydu. Savaş ve savunmadan o sorumluydu. Kan bedeli ve borçlanmalar ondan istenirdi. Çeşitli sosyal sorumluluklarda o muhatab alınırdı. Etkin söz ve görüşe ve belirleyici konuma sahip olan oydu. Kadın ise genel olarak erkeğe uyardı. Onunla beraber olurdu. Onun himayesinde ve sorumluluğu altındaydı. Onun emriyle yürürdü. Kadının yararına olan şeylerde kadını temsil eden erkekti.

Çağrı ve hitabın, cedelleşme/tartışmanın, uyarma, vadetme ve tehdit etmenin, kafirlerin delil getirme tutumları ve sözlerinin hikaye edildiği, onlarla müslümanlar arasındaki ilişkilerin, olayların ve savaşların anlatıldığı, daha Önce geçmiş ümmetlerin ve Peygamberlerin kıssalarının yer aldığı, hatta bizzat hitabın yasamalarda, yükümlülüklerde, uyarmada, sakındırmada, can ve mal ile cihada davette müslümanlara yöneltildiği, onların yaptığı ve söylediği ya da söylemekte ve yapmakta olduğu şeylerin hikaye edildiği ayetleri ciddi bir tedkikten geçirirsek göreceğiz ki büyük çoğunluğu tekil ve çoğul olarak müzekker/erkeğe hitab sigasıyla verilmiştir. Erkeklerin muhatab alındığını ve onlardan hikaye edildiğini görürüz.

Burada sözünü ettiğimiz işler ve amaçlarla ilgili Kur'an ayetlerinin tümünü arzetmek pek tabii olarak ne zorunludur ne mümkündür. Yalnız okuyucu kendisi, Kur'an'a başvurduğunda bu gerçeği onun her sûresinde hatta sûrelerinin her bölümünde elle tutulur bir şekilde görebilecektir. Bunun için biz "erkeğin" kadınla birlikte zikredildiği bazı ayetleri hatırlatmakla yetineceğiz. Ya da onun bazı özelliklerine değinen ayetleri vereceğiz. Bu ayetten hareket ederek göreceğiz ki erkeğin toplumdaki rolünü o zamanki konumunu ve görünümünü tesbit etmek için açık ve güçlü deliller vardır. Özellikle de, önemli işlerde öncelikle yalnız erkeğin zikredilmesinden... Gelecek ayetlerde olduğu gibi;

1) Kadınların haklan, örfe uygun bir şekilde vazifelerine denktir. Erkeklerin onlardan bir üstün derecesi vardır... (Bakara, 228)
2) içinizden ölenlerin bıraktığı eşler, kendi kendilerine dört ay on (gun)beklerler. Bu bekleme süresi dolduğunda artık onların kendi haklarında maruf bir şekilde yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur. Allah işlediklerinizden haberi olandır. (Bakara, 234)
3) Onların yiyeceği ve giyeceği bilinene uygun olarak, çocuk kendisinin olana (babaya) aittir... (Bakara, 233)
4) Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutku, insanlar için süslendirilip çekici kılındı. (Al-İ İmran, 14)
5) Eğer yetim (kız)lar konusunda adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, bu durumda size helal olan (başka) kadınlardan İkişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın. Şayet (yine de) adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (eş) ya da sağ eilerinizin malik olduğu (cariye) ile (yetinin). Bu sapmamanıza daha yakındır. Kadınlara mehirlerıni gönülden İsteyerek verin, fakat onlar, gönül boşluğuyla size ondan bir şeyi bağışlarlarsa, onu da afiyetle ve iç huzuruyla yiyin. (Nisa, 3-4)
6) Allah'ın erkeği kadına üstün kılması ve onların kendi mallarını harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde sorumludurlar. îyi kadınlar gönülden itaat edenler, görünmeyeni koruyanlardır. Kötülüklerde diretmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarında yalnız bırakın nihayet dövün, size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Doğrusu Allah, yücedir, büyüktür (Nisa, 34)
7) Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğmiz erkeklerden başkasını göndermedik. (Nahl, 43)
8) (Öyle) adamlar ki, ne ticaret ne de alış-veng onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten tutkuya kaptırıp alıkoymaz. (Nur, 37)
9) Allah, bir adamın kendi boşluğu içinde iki kalp kılmadı ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız eşlerinizi de sizin anneleriniz yapmadı (Ahzab, 4)
10) Ve dediler ki: "Bu Kur'an iki kentten, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?'" (Zuhruf, 31)
11) (Boşandığınız) kadınları gücünüz oranında oturmakta olduğunuz yerin yanında oturtun, onları darlık ve sıkıntıya düşürmek amacıyla kendilerine zarar vermeyin. Eğer onlar hamile iseler yüklerini bırakıncaya kadar onlara nafaka verin. (Talak, 6)
12) Ey iman edenler, gerçek şu kİ, sizin eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı sizler için düşmandırlar. Şu halde onlardan sakının... (Te-gâbun,14)
13) Bir de şu gerçek var: insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Onlar da, onların azgınlıklarını arttırmışlardır. (Cin, 6)
Ayrıca Bkz: (2/226-227; 2/237; 4/75; 6/8-9; 7/46;1 7/48; 16/76; 38/62)

Pek çok ayet içinde ancak küçük bir yer tutacak olan bu ayetlerden; erkeğin konumu, belli başlı Özellikleri, savaştan ve büyük görevlerden yalnız onun sorumlu tutulduğu, eşine ve ailevi işlere egemen olduğu, onlara bakmakla yükümlü olduğu ve üstünlüğü açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Hatta Al-i İmran 14. ayette erkekler "nas" (İnsanlar) kavramı ile ifade edilmiştir. Sanki dünya onlardan ibarettir. Kadınlar, çocuklar, mallar, zinet eşyası ve diğer nimetler sırf onun arzuları, istekleri onun gözlerini ve arzularını doyurmak için vardır.
Bu üslub tabiatıyla, Kur'an'ın içlerine inmeye başladığı, ilk defa olarak kendi dillerine hitab ettiği toplumun pratik olarak yaşayıp alıştığı şeylerin bir tekrarı mesabesindedir. Kadınlarla, İslami aileyle ilgili hukuki gelişmeler, ıslahatlar, değişik alanlarda kadın haklarının tesbit edilip geliştirilmesi vb. ise bu toplumdaki uygulamaların düzeltilmesinden ibarettir. Bu gelişmeler kadına yönelik zulümlerin, ağır yükler altında ezmenin, zarara uğratmanın, incitmenin, kadın haklarının inkar edilmesinin ve daha pek çok şeylerin düzeltilmesine zemin hazırlamaktan ibarettir. Bu konu ilerde de ele alınacaktır.

[B]İkinci olarak[/B]: Kur'an'da kadının hukuki, ekonomik, evlilik yönünü, karşılaşmış olduğu zorlukları, kötü uygulamaları ve haksızlıkları dile getirme olanağı bulunan bir dizi ayet vardır. Kadın haklarının nasıl ihlal edildiğini, mallarının soyulduğunu, mirasından mahrum bırakıldığını, özgürlüklerine tecavüz edildiğini, özellikle evlilik şatları gibi alanlarda nasıl horlandığını ortaya koymaktadır.

([COLOR="Blue"]1[/COLOR]) [I]Burada "Adamlar"dan maksat, en ıyı te'vıle göre 'Melekler"dır[/I]125

[B]Bunlardan sadece bir kısmını nakledeceğiz[/B]:
1) Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutmak ya da güzellikle bırakmaktır. Onlara verdiğiniz bir şeyi geri almanız sizin için helal olmaz; ancak ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları durumu başka. (Bakara, 229)
2) Kadınları boşadığmızda, bekleme sürelerini de tamamiamışlarsa, onları ya güzellikle tutun ya da güzellikle bırakın. Fakat sınırları çiğnemeniz için zararlarına olmak üzere, onları tutmayın. Kim böyle yaparsa artık o kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini de oyun (konusu) edinmeyin ve Allah'ın size verdiği, nimeti ve size öğüt olsun diye size indirdiği Kitab'ı ve hikmeti anın. Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah her şeyi bilendir. Kadınları boşadığmızda, bekleme sürelerini de tamamiamışlarsa onlara, kendilerini kocalarına nikahlamalarına engel çıkarmayın... (Bakara, 231-232)
3) Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmaya çalışmanız size helal değildir. Apaçık olan çirkin bir hayasızlık yapmadıkları sürece, onlara verdiklerinizin bir kısmım gidermeniz için onlara baskı yapmanız da (helal değildir). Onlarla güzellikle geçinin. Şayet onlardan boşlanmadmızsa, belki bir şey hoşunuza gitmez. Ama Allah onda çok hayır kılar. Bir eşi bırakıp yerine bir başka eşi almak isterseniz, onlardan birine yüklerle vermişseniz bile ondan hiçbir şeyi almayın. Onu iftira olarak apaçık bir günahla alır mısınız? (Nisa, 19-20)
4) Kadınlar konusunda senden fetva isterler. De ki: "Onlara ilişkin fetvayı size Allah veriyor. Kendilerine yazılan (miras)ı vermediğiniz ve kendilerini nikahlamayı istediğiniz yetim kadınlar ve zayıf çocuklar ile yetimler hakkındaki Allah'ın hükümleri size Kitapta okunmakta olanlardır, iyilik adına her ne yaparsanız, kuşkusuz Allah onu bilir. Eğer bir kadın kocasının zulüm ile eziyet etmesinden ya da ondan uzaklaşmasından korkarsa, barış ile aralarını bulup düzeltmekte ikisi için de sakınca yoktur. Barış daha hayırlıdır. Nefisler ise kıskançlığa bencil duygulara hazır kılınmıştır. Eğer güzel davranır ve sakınırsanız, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Nisa, 127,128)
5) Anne ve baba ile akrabanın bıraktıklarından erkekler için bir pay vardır; anne ve baba ile akrabaların bıraktıklarından kadınlar için de bir pay vardır. Bunun azından da çoğundan da farz kılınmış bir pay vardır. (Nisa, 7)
6) Ey iman edenler, mümin kadınları nikahlayıp da sonra onlara dokunmadan boşarsanız, bu durumda sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur. Artık anları yararlandırın ve güzel bir salma tarzı ile onları salıverin. (Ahzab, 49)
7) Gerçekten Allah, eşi konusunda seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunanın sözünü işitti. Allah, aranızda geçen konuşmaları işitiyordu. Hiç şüphesiz Allah işitendir, görendir. Sizden kadınlarınıza "zıhar" da bulunanlar onların anneleri değildir. Anneleri yalnızca kendilerini doğuranlardır. Hİç şüphesiz onlar, çirkin ve yalan söylemektedirler. Gerçekten Allah çok affeden, çok bağışlayandır. (Mücadele, 1-2)
8) Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman, iddetleri süresinde boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkup sakının. Onları evlerinden çıkarmayın; ancak açık çirkince bir hayasızlık göstermeleri durumu başka. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını çiğnerse, gerçekten o, kendi nefsine zulmetmiş demektir. Sen bilmezsin; olabilir ki Allah, bunun arkasından bir iş oluşturabilir. Sonra sürelerine ulaştıkları zaman artık onları maruf üzere tutun ya da maruf üzere onlardan ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit yapın. Şahidliği Allah için dosdoğru yerine getirin. İşte bununla, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere öğüt verilir. Kim Allah'tan sakınırsa ona bir çıkış yolu gösterir. Ve onu hesaba katmadığı biryönden de rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Allah her şey için bir ölçü kılmıştır, kadınlarınızdan artık adetten kesilmiş olanlara henüz adet görmemiş bulunanların iddetleri üç aydır. Hamile kadınların bekleme süreleri ise, yüklerini bırakma ile biter. Kim Allah' tan sakınırsa, (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. Bu Allah'ın size indirdiği emridir. Kim Allah'tan sakınırsa Allah onun kötülüklerini örter ve onun ecrini büyütür. (Boşadığınız) kadınları gücünüz oranında oturmakta olduğunuz yerin bir yanında oturtun, onları darlık ve sıkıntıya düşürmek amacıyla kendilerine zarar vermeyin. Eğer onlar hamile iseler, yüklerini bırakıncaya kadar onlara nafaka verin. Şayet sizler için (çocuğu) emzirirlerse onlara ücretlerini ödeyin. Kendi aranızda maruf üzere görüşün. Eğer güçlük içine girerseniz bu durumda (çocuğu) onun babası için bir başkası emzirebilir. Geniş imkanları olan nafakayı geniş imkanlarına göre yapsın, Rızkı kendisine kısıtlı tutulan da, artık Allah'ın kendisine verdiği kadarıyla versin. Allah, hiçbir nefse, ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün arkasından bir kolaylığı verecektir. (Talak, 1-7)

Bu zincirleme ayet sıralaması arasında, kocaların eşlerinden uzaklaşmaya yemin etmelerine işaret eden, Bakara, 226,227 ayetlerine, onlardan önce, zarar vermeyi yasaklayan, Allah'tan korkmayı, iyiliği ve düzeltmeyi, barışmayı, Allah'ın yeminlerine paravana kılınmasından, zarara ve zulme vasıta kılınmasından sakındıran 224-225. ayetlerini de ilave etmek gerekir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi tüm bu ayetlerin içerdiği emir, nehiy ve yasalar, o günkü aldatılan, horlanan, aşağılanan, zulme uğrayan kadının durumunun düzeltilmesine yöneliktir.

İşte bu ayetlerin tamamı kendilerinden önceki ortamda daha doğrusu Peygamberlikten önceki dönemde yürürlükte bulunan nahoş tabloların pek çoğunu ihtiva etmektedir. Genel olarak bütün ayetler, özellikle de Talak sûresi ayetleri, muhteva olarak - Allah korkusunu gündeme getirmeye onu pekiştirip, sağlamlaştırmaya dikkat çekmektedir. Bu da kadının o şartlarda özellikle boşanma, evlilik işlemleri ve aile yaşamı konusunda büyük ve aşırı bir zulme maruz kaldığını göstermektedir. Bu aynı zamanda toplumda yerleşen ve yaygınlık kazanan bir olaydı.
En'am süresindeki bir ayet; dinî gelenek ve adetler adı altında kadının hakkının yenilişini, uğradığı zulüm ve haksızlığı, çok açık bir şekilde gösteriyor:

"Bir de dediler ki: "Bu hayvanların karınlarında olan, yalnızca bizim erkeklerimize aittir, kadınlarımıza haramdır. Eğer o ölü doğarsa onlar da bunda ortaktırlar." Allah, yalan düzmelerinin cezasını verecektir. Kuşkusuz O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir." (139. ayet)
Miras ayetleri de, o sıralarda kadının maruz kaldığı haksızlıklara, nahoş uygulamalara, oyunca haline getirildiğine ışık tutmaktadır. Ona yapılan asılsız, bayağı uygulamaları göstermektedir. Öyle ki ölünün sahipleri, yakınları, savaşanların ve borçlananların kendileri olmaları nedeniyle mirasın tamamını almaya hak kazandıklarını ileri sürüyorlardı. Bazen mirasın aslını inkar ediyor bazen de alacağı miktarı vermiyorlardı. Rivayetlerin kaydına göre işte bu şartlarda Nisa sûresinin yedinci ayeti geldi. Bu hakkın aslını sağlamlaştırma ve kabul etmeyi hedef alan bu ayeti az önce nakletmiştik. Sonra da çoğunu sayılar ve matematiksel işlemler konusunda naklettiğimiz miras ayetleri (4/11-12. ayetler) indi. Evet bu ayetler, bu emirlere bağlılığın zorunlu olduğunu vurgulamakla sona ermektedir.

Özellikle Kelale'nin mirasına da dikkat çekilmiştir. Çocukları bulunmayan özellikle de erkek çocukları bulunmayan, anne babası da olmayan ölülerin mirası kardeşlerine ve yakın akrabasına aktarılıyor, bu arada bacılarının hakları inkar ediliyordu. Bu Kur'an'ın, miras ayetleriyle (Nisa sûresi 12. ve 176. ayetler) bu hakkı sağlam bir konuma oturtmada gösterdiği hassasiyetten anlaşılmaktadır.

[B]Üçüncü olarak[/B]: Kur'an'da yer alan bazı ayetler onların, kız çocuklarının doğumunu hoş karşılamadığını hikaye etmekte, kafirlerin, kendilerine göre erkek çocuklar daha makbul olduğu halde kız çocuklarını Allah'a nisbet edişlerini ayıplamakta, eleştirmektedir. Zira ma'kul olan, en faziletli ve üstün olanların Allah'a ait olmasıdır. Yanısıra onların kız çocuklarını toprağa gömmeleri hatırlatılmaktadır. Gelecek ayetlerde bu durum görülüyor:

1) Ve Allah'a kızlar inad ediyorlar;O yücedir. Hoşlandıkları {erkek çocuklar) da kendilerinindir. Onlardan birine dişi müjdelendiği zaman içi öfkeyle taşarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı topluluktan gizlenir; onu aşağılamak pahasına tutacak mı yoksa toprağa mı gömecek? Bak, verdikleri hüküm ne kötüdür. (Nahl, 57-59)
2) Oysa onlardan biri, O Rahman için verdiği örnekle müjdelendiği zaman, yüzü simsiyah kesilmiş olarak kahrından yutkundukça yutkunuyor. Onlar, süs içinde büyütülüp de mücadele de açık olmayanlar mı? Onlar ki, kendileri Rahman'ın kullan olan melekleri dişiler kıldılar. Kendileri onların yaratılışlarına şahit mi oldular? Onların şahitlikleri yazılacak ve sorumlu tutulacaklar. (Zuhruf, 17-19)
3) Şimdi sor onlara: Rabbine kızlar, onlara da oğlanlar mı?... (Saffat, 149)
4) Erkek (evlat) sizin dişi de O'nun mu? Eğer böyleyse, bu çarpıkça bir paylaşma. (Necm, 21-22)
5) Ve diri olarak toprağa gömülen kızcağıza sorulduğu zaman. Hangi suçtan dolayı öldürüldü? diye. (Tekvİr, 8-9)

Bu ayetler ana hatlarıyla erkeğe göre kadının, genel olarak daha aşağı bir konuma sahip olduğunu, onun doğumunun kötü bir şekilde değerlendirildiğini göstermektedir. Bizim tercih ettiğimiz hatta ısrar ettiğimiz görüş ise, babaların kız çocuklarından dolayı utanmalarının, alay konusu olmaktan korkmalarının ve erkek çocukları onlara üstün tutmalarının sebebi, erkek çocukların savaş, kabilecilik ve kazanç konusundaki üstünlükleridir. Zuhrufun 18. ayetinde bu konuya ilişkin bir işaret vardır. Buradaki işarette, söz dinletmede ve bozuşmalarda kadının bir yararı ve etkinliğin olmayışına dikkat çekilmiştir.

Şu ana kadar belirttiklerimiz, genel olarak kadın ve erkeğin konumu ve görünümüydü. Buna bakarak, Rasulün dönem ve çevresinde, kadının toplumda hiçbir şahsiyeti yoktu demek doğru olmaz. Kur'an'da birçok ayetten hareketle onun toplumdaki bazı imtiyazlarını tespit etmek mümkündür.

[B]Birincisi:[/B] Elimizde münafık ve müşrik erkeklerden sözeden ayetler olduğu gibi münafık ve müşrik kadınlardan sözeden; erkeklerle birlikte onları da tehdit eden ayetler vardır. Sözkonusu ayetlerde onların da, erkeklerle birlikte nifak ve şirk için dayanışma halinde olduklarını ve eylemler yaptıklarını görüyoruz. Yine ayetlerden, onlardan bazılarının sivrilmiş, ön plana çıkmış olduklarını, toplumda meydana gelen önemli olay ve hareketlerden uzak olmadıklarını hatta faaliyet ve çalışma gerektiren roller üstlendiklerini ve Rasul öncesi dönemdeki kısmi etkinliklerini görebiliyoruz.

1) Münafık erkekler ve münafık kadınlar, bazısı bazısmdandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alikoyarlar, ellerini de sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular, O da onları unuttu... (Tevbe, 67)
2) ...Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azablandıracak. (Ahzab, 73)
3) Allah, hakkında kötü bir zanla zanda bulunan münafık erkeklerle münafık kadınlara, müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azab etsin. Allah onlara karşı gazablanmış, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varcakları yer ne kötüdür. (Fetih, 6)

Bize göre bu görüş, kadınların tutumlarının ancak erkeklerin tutumlarına bağlı olarak geliştiği şeklinde bir yorumla reddedilemez. Evet böyle bir yaklaşım da gerçekten kendi açısından tutarlı olabilir. Ama eğer zaman zaman münafık ve müşrik kadınlardan eziyet verici, horlayıcı tavırlar tezahür etmiş olmasaydı bazı ayetlerde onların zikredilmesi hikmete uygun düşmezdi. Sonra eğer iş tamamen söylendiği gibi olsaydı sözü edilen tüm ayetlerde münafık ve müşrik erkeklerin yalnız olarak zikredilmesiyle yetinilirdi. Yani erkekler için kullanılan müzekker sigası kullanılırdı. Çünkü bu siganın her iki tarafı da kapsadığı herkesçe biliniyor ve kabul ediliyordu.
Mesela, Leheb sûresinde Ebu Leheb'in karısı, kocasıyla birlikte öyle bir üshıbla zikredilmiştir ki buradan onun da fitne ve engelleme ateşini alevleme de büyük rol oynadığını çıkarmak hiç de zor değildir.

"Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu ya; malı da, kazandıkları da kendisine bir fayda sağlamadı. Alevli bir ateşe girecektir. Eşi de; odun hamalı (ve) boynunda bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak." (Leheb sûresi)

Eğer onun da davaya karşı katı bir tutumu olmasaydı, özellikle davetin ilk sıralarında (çünkü sûre çok erken dönemlerde inmiştir.) bu şekilde nitelenmez ve bu Kur'anî uyarıya hedef olmazdı. Bunda tabiatıyla, peygamberliğin başlarında Arap kadınının güçlü bir şahsiyeti sembolize edilmektedir. Rivayet edilen nakiller arasında yer alan bir açıklamaya göre bu kadın kocasını da etkisi altına alarak ona katı asabiyet geleneklerini çiğnetmiş ve onu kardeşinin oğlu ile düşman bir pozisyona sokmuştur. Sonra iki oğluna da etki ederek, risaletten kısa bir süre önce nişanları yapılan, Peygamberin iki kızını boşamalarını sağlamıştır.

Kur'an'da yer alan ayetler kadının nifakını ve şirkini dile getirdiği gibi; onun imanını, sabrını, hicretini ve cesaretini de takdirle yadetmiştir.

1) Burûc sûresinde müslümanların özellikle de müstazaf olanlarının müşrik liderler tarafından dinlerinden dönmeye zorlanmaları, bununla ilgili fitne olayında mümin kadınlar da mümin erkeklerle birlikte zikredilmiştir:

"Gerçek şu ki, mümin erkeklerle mümin kadınlara işkence uygulayanlar sonra da tevbe etmeyenler; işte onlar için cehennem azabı vardır ve yakıcı azab da onlar içindir." (Burûc, 10)

Bu sınav müslümanların Mekke'de karşı koydukları en çirkin ve en katı sınavdır. Buna rağmen kadın çağrıya yanaşmış, onu kabul etmiş ona destek olmuş ve onun uğrunda zorluklara katlanmış, ta ilk günlerinden beri onun yolunda her türlü işkenceyi göğüslemiştir. Rivayetler arasında kaydedilen bilgiler arasında iman eden ve bunun için işkencelere maruz kaldığı halde sabredip direnen bir dizi kadının ismine rastlanmaktadır. Hatta onlardan bazısı bu uğurda gözlerini verirken, bazısı canlarını bile çekinmeden vermiştir.

2) Al-i Imran sûresinde erkeğin zikredildiği her yerde kadın da zikredilmiştir. Müslümanların maruz kaldığı işkencelerle ilgili olarak her iki tarafın da varlığına dikkat çekilmiştir:

"Nitekim Rableri onlara cevab verdi: "Şüphesiz ben, erkek olsun,kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülenlerin ve yolunda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım." (Al-i İmran, 195)

Rivayetler, İslam'a girmiş, Allah yolunda savaşmış, öldürülmüş işkence edilmiş Habeşistan'a ve Medine'ye hicret etmiş, ailelerine rağmen hareket etmiş pek çok kadının adını vermektedir. Ki bunlardan bazıları muhalefet liderliğini yapan başkanların kızları ya da kız kardeşleriydi.

3) Başka bir sûrede bir takım ayetler daha vardır ki, buralarda müslüman erkeklerin tavrı takdir edilirken müslüman kadınların tutumları da takdirle ya de dilmektedir. Bu da bize göre, müslüman kadının kendisine özgü ihlas ve fedakarlığıyla bir takım işler yaptığını ve böylelikle hikmet gereği olarak özel bir şekilde yadedilmesine, müslüman erkeklerle birlikte ve erkekler için kullanılan müzekker sigasıyla yetinilmemesine neden olmuştur. Öteden beri bilindiğine göre müzekker sigası her iki kesimi de kapsamaktadır.

1. Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler. Allah'a ve Rasulüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hikmet ve hüküm sahibidir. (Tevbe, 71)
2. Erkek olsun, kadın olsun, inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu hoş bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını yaptıklarının en güzelîyle muhakkak veririz. (Nahl, 97)
3. Hiç şüphesiz, müslüman erkekler ve müslüman kadmlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, gönülden (Allah'a) İtaat eden erkekler ve itaat eden kadmlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Allah'tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah'tan) korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı çokça zikreden erkekler ve (Allah'ı çokça) zikreden kadınlar; (işte) bunlar İçin Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır. (Ahzab, 35)

4) Nisa ve Fetih sûrelerinde bazı ayetler vardır ki; bir takım müslüman kadınların Medine'ye hicret etmekten aciz kaldıklarını ve buna rağmen İslam'a bağlılıklarını, karşı karşıya bulundukları tehlike ve kötü uygulamalara, katı tutumlara rağmen sürdürdüklerini göstermektedir. Bu da onların azimlerindeki gönüllerinde ki ve direnişlerindeki güçlerini, moral düzgünlüğünü göstermektedir:
1. Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli gönder, bize kadından bir yardımcı gönder" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayif bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa, 75)
2. Eğer (orada) kendilerini bilmediğiniz için tepeleyeceğiniz ve bilmeyerek tepelemenizden ötürü, kendileri yüzünden bir belaya uğrayacağınız inanmış kadınlar ve İnanmış erkekler olmasaydı. (Allah sizin savaşmanıza engel olmazdı.)... (Fetih, 25)

5) Mümtehine sûresinde yer alan bir ayet, Mekke'de kalan müs-lüman kadınların o zaman egemen bulunan gelenekleri aşarak olağanüstü bir güçlü Kureyş'ten kurtulmasına ve Peygamber'e katıldıklarına işaret etmektedir. Bu da onların psikolojik durumlarını, moral güçlerini, azimlerini ve cesaretlerini gösteren bir belgedir:
"Ey iman edenler, mü'min kadınlar hicret ederek size geldikleri zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilendir. Şayet onların mü'min kadınlar olduklarını bilirseniz, artık sakın onları kafirlere geri çevirmeyin." 2 (Mümtehine, 10)

6) Yine aynı sûrede mümin kadınların beyatma işaret eden özel bir emir vardır. Rivayet edildiğine göre onlardan bazısı Peygamber'e gelmiş ve ondan kendilerinden de erkeklerine benzer bağımsız bir beyat almasını taleb etmişlerdi. Buna cevap olarak inen ayet şunu gösteriyordu; kadınlar da kendilerine özgü bir şahsiyetin bilincindeydi ve erkekler ile eşit muamele görmeyi umdukları için müracaatlarda bulunuyorlardı.

"Ve eğer eşlerinizden herhangi bir şey kafirlere geçer de sonra siz de ganimete kavuşursanız, sizden eşleri gidenlere harcadıklarının mislini verin. Kendisine iman ettiğiniz Allah'tan sakının." (Mümte¬hine, 11)

7) Mücadele süresindeki bir ayet müslüman kadınlardan birinin, kocası ve ondan şikayeti hakkında Peygamberle tartışmasını hikaye etmektedir. Ayet O'nun şikayetini makul karşılamış ve bu konuda haklı olduğunu belirtmiştir. Ayet şöyledir:

"Gerçekten Allah, eşi konusunda seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü işitti. Allah, aranızda geçen konuşmaları işitiyordu. Hiç şüphesiz Allah, işitendir, görendir." (1. ayet)

([COLOR="blue"]2)[/COLOR] [I]Bu olay Hudeybıye antlaşmasından sonra meydana gelmiştir. Bu antlaşmanın şartlarından biri de. eğer Mekkelilerden biri müslüman olarak müslümanlara gelirse, o kimse iade edilecekti.[/I]

Tüm bu ayetlerden anlaşıldığına göre, müslüman kadın, değişik konumlarda ve alanlarda kendisini, varlığını ve şahsiyetini belirgin ve açık olarak kabul ettiriyordu. Ayetlerden bu anlaşılmaktadır. Buna ilave olarak söylenebilecek bir şey de, ayetlerde dile getirilen tabloların aynı zamanda, Peygamber zamanında ve çevresinde yetişen Arap kadınının durumuna ışık tutan tablolardan bir kesit olduğudur.

Kur'an'ın çağrısı geneldi. Hem erkekleri hem de kadınlan eşit olarak muhatab alıyordu. Burada kadın imanî, ibadete dayalı, mali-bedeni, önemli sosyal görevlerle sorumlu tutulmuştu, iyiliği yapma, kötülüğü engelleme, erkeklerle yardımlaşma, mal ve can ile cihad etme gibi yükümlülükleri vardı. Hakları ve özgürlükleri verilmişti. Onları erkeklerin kullandığı şekilde kendisi de genel olarak kullanabilirdi. Çok az ve belli başlı bir kaç istisna dışında ayırım yoktu, işte bu olgu Arap kadınının -ki o genel olarak hepsine aday olduğunu gösterebilir. Onun artık şahsiyetini, varlığını ispat etmeye ehliyetli bir merhaleye geldiğini, haklarını kullanabilir dereceye ulaştığını ya da en azından buna ehliyetli olduğunun güçlü ve açık bir biçimde belirmeye başladığı bir merhaleye geldiğini gösterebilir.

[B]2. Çeşitli Adetler ve Gelenekler[/B]

Daha önce naklettiğimiz ve birazdan nakledeceğimiz ayetlerden aile hayatı, miras, yetimler ve kadınla ilgili bir takım adet ve gelenekleri tesbit etme olanağı vardır.

[B]Birincisi[/B]: Boşanma yoluyla ayrılık, peygamber gelmeden önce de biliniyordu. Zira bu konudaki ayetler bunu bildirmektedir. Ayetler onları bir düzene sokmak onlarda meydana gelen saplantıları ve aldatmaları yasaklamak için gelmiştir. Boşanma yetkisi kocanın elindeydi. Kocalar bazı zamanlar boşanmayı kadına zarar vermek, mallarını soyup almak arzularına alet ediyorlardı. Boşanma ile ilgili ayetler Araplar arasında da kesin ve Ric'i (dönme imkânı olan) boşanmanın olduğunu göstermektedir. Ric'î boşanma, bazan koca bazan da kadının ailesi tarafından istismar edilip, kadına malî yönden zarar veriliyordu. Mesela koca, karısını kesin olmayan bir şekilde boşuyordu, biz buna ric'î boşanma demiştik. Böylece kadın onun nikahına bağlı olarak kalıyordu. Ne bırakıyor ne de güzel ve iyi ilişkiIer içinde tutuyordu. Ya da kadının, ailesi onun kocasına dönüşüne engel oluyordu. Bunu ya ondan bir miktar mal alabilmek için ya da kin saiki ile yapıyorlardı.

[B]ikincisi:[/B] Araplarda, koca, karısıyla evlilik ilişkilerini terk ettiği halde, onu nikahı altında ve evinde kalmaya mecbur kılan iki adet vardı. Bunlardan biri "Zıhar" idi. koca, karısına "Sen bana annemin sırtı gibisin" derdi. Böylece karısı cinsel yönden ona haram oluyordu. Fakat onun himayesi ve nikahı altından çıkmazdı. Mualakta kalırdı. Ne adamın eşi, ne de boşanmış sayılırdı. Müfessirlerin ve Ravilerin görüşlerinden anlaşıldığına göre onlar bu işi, karısı kız doğurduğunda öfkelerinden yapıyorlardı. Karısı bir kız çocuğu doğurduğunda ona çocuğunu gömmesini emrederlerdi. Kadın bunda tereddüt geçirdiği zaman "eğer sen onu toprağa gömmezsen bana annemin sırtı gibisin" derlerdi. Onların, kız çocuklarını doğurmayı alışkanlık haline getiren karılarını uğursuz olarak telakki etmeleri ve de cinsel ilişkilerini sürdürdüklerinde tekrar kız doğurmasından korktukları için zıhar uyguladıklarını söylemek uzak bir ihtimal değildir. Onların bu işi boşanma yerine kullanmış olma ihtimali de vardır. Kadının çocukları olduğu zaman, kocaları onlara iyilik niyetine ve acıdıkları için annelerini yanlarında bırakıyordu. Bazan başkasının onunla evliliğine katlanamadıkları için onları yanlarında bırakıyorlardı. Onların bu yolu, kadına acı çektirmek, mallarını elinden almak, ona mehir olarak verdiklerini tekrar geri almak için seçmiş olma ihtimali de vardır. -Ayetler bu noktaya bir çok defa parmak basmış ve onu kesin şekilde yasaklamıştır.- Ya da ölümünden sonra onun malına konmak için bu yolu tercih ediyorlardı.

"Ölüp de (geride) eşler bırakanlar, (evlerinden) çıkarılmamaları, senesine kadar yararlanmaları için eşlerine vasiyet (bıraksınlar), ama onlar (kendiliklerinden) çıkarlarsa, artık onların maruf (meşru) olarak kendileri için yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur. Allah güçlü ve üstün olandır. Hüküm ve hikmet sahibidir." (Bakara, 240).

Bu ayet, kadına bir sene boyunca kocasının malından yedirilmesinin, zorunlu hukuki bir görev olduğunu, mirasyedilerin onu dışarı atma haklarının olmadığını, sonra bir de hükümde hafifletmeyi; yani kadın vefat eden kocasının evinden bir senelik süre dolmadan çıkacak olursa hiç bir sakıncasının olmayacağı şeklindeki bir hafifletmeyi içermektedir.

[B]Üçüncüsü[/B]: Burada yürürlükte olan bir gelenek de kişinin, vefat eden babasının karısıyla evlenebilmesiydi. Nitekim ayetlerden biri bu olguya sert bir tepkiyle işaret etmiştir:
"Geçmişte olanlar hariç, (bundan böyle) babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Çünkü bu fuhuştur, iğrenç bir şey ve kötü bir yoldur." (Nisa, 22)

Bunun yaygın bir alışkanlık olmadığını tercih etmekle beraber, söz konusu adetin, babasına varis olan adamın, babasının karısını evlenmekten alıkoymak ya da onu mirastaki payından vazgeçirmesi için bir alet olarak kullanıldığı görüşünü uzak görmüyoruz. Müfessirler ve raviler ayetle ilgili olarak derler ki: Vefat edenin oğlu, babasının karısını istediği zaman, elbisesini -ölü gömülmeden ya da gömüldükten hemen sonra- onun üzerine atardı. Bu bir işaret olurdu. Bu da onun yaygın olmadığını söylememizi destekleyebilir. Ve özgürlüğü engellemek ve onu soymak amacını taşıdığını pekiştirebilir.

[B]Dördüncüsü[/B]: O dönemde geçerli adetlerden biri de iki kız kardeşin aynı zamanda bir nikah altında bulundurulabilmişidir. Nitekim bu, nikahlanması yasak olan kadınları belirten ayetten anlaşılmaktadır:
"Sizlere, anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerin kızları, kız kardeşlerin kızları, sizi emziren anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri ve kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız, sizin sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir araya getirdiğiniz evlilik (haram) kılındı. Ancak (cahiliyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Nisa, 23).

Şuna da özellikle parmak basmalıyız ki; şimdiye kadar görebildiğimiz kadarı ile iki kız kardeşle bir arada evilik ve babadan dul kalan kadınla evlilik dışında, Arapların bu haram kılınan şeyleri çiğnediğini bilmiyoruz. Nitekim Kur'an da daha Önce işlenen önemli bir uygulamaya işaret etmemiştir. Sözü edilen iki durum hariç, buna bakarak, Kur'an'da haram kılman bu evliliklerin aynı zamanda peygamberlikten önce de Araplarda haram kabul edildiğini söyleyebiliriz. Kendi evlerinde yetişen başkasına ait kızlarla ilgili bölümden anlaşıldığına göre onlar bu kızları anneleriyle zifafa girmemiş bile olalar kendilerine haram kılıyorlardı. Oğullarının eşlerinden söz ederken, sizin bellerinizden olan oğullarınız demiş olması, evlat edinme yolu ile oğul edinenlerin eşlerini bunun dışında tutma kastı ile kullanılmıştır. Bu ise az sonra değineceğimiz başka bir adete ilişkin bir konudur.

[B]Beşincisi[/B]: Erkeğin istediği kadar evlenmesi caiz görülüyordu. Bu konuda hiç bir sınır yoktu.3 Kişinin nikahı altında bulundurabileceği kadınların sayısını belirlemek için de, daha önce nakletmiş olduğumuz ve bu sayıyı dörde inderin Nisa sûresinin 3. ayetini hatırlatabiliriz. Evlilik bir sözleşme idi. Mehir veren koca idi. Dolayısıyla evlilik yetkisi de ondaydı.

[B]Altıncısı[/B]: Cariyelerle ilişki kurmak yaygındı. Kişinin ilişki kurabileceği cariyelerin sayısı sınırlı değildi. Adam kendi cariyesinden dilediği kadarıyla, evlenmeden ve mehirsiz olarak ilişkiye geçebiliyordu. Çünkü bunlar kendisinin mallarıydı. Eğer kendisinden bir çocuğu olmamışsa onları başkasına bağlayabilir, ya da onunla ilişkiye geçecek birine satabilirdi. Bunun için onun cariyeyi boşaması gerekmezdi.

İslam bu adeti kendi haline bırakmıştır. Zira Kur'an'ın bir dizi ayet, -ki bunlardan biri de evlenilmesi haram olan kadınları belirten ayettir- buna ilişkin belirleyici ifadeler taşımamakta hep genel ifadeler kullanılmaktadır. Kesinlik ifade edebilecek derecede sabit olan gerçeğe göre Peygamber devrinde bu adet öylece kalmıştır. Şimdi bu konuyla ilgili bir kısmı Mekki, bir kısmı Medeni bazı ayetleri verelim:

1. Ve onlar ırzlarını korumakta olanlardır; ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahib olduklarına karşı hariç; bu konuda onlar kınanmış değildir (Muminun, 5-6)
2. Eğer adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir tane alın, ya da sağ ellerinizin malik olduğu ile yetinin. (Nisa, 3)
3. Sahib olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz (yasaklandı). Bunlar Allah'ın size koyduğu hükümlerdir ve onların ötesi size helal kılınmıştır... (Nisa, 24)
4. Bundan sonra (başka) kadınlar ve bunları başka eşlerle değiştirmek sana hela! olmaz; ancak sağ elinin malik olduğu (cariyeler) başka Allah her şeyi denetleyendir. (Ahzab, 52)
([I]Peygamberin nikâhı altında dokuz kadını bir arada bulundurduğu kesin olarak sabittir[/I])

[B]Yedincisi[/B]: Geçerli olan adetlerden biri de "Mut'a" nikahı idi. Bu belli bir zaman için evlilik yapmaktır. Kadın ve erkek, bu vakit üzerinde anlaşırdı. Bu zamanın bitiminde, her biri arkadaşından ayrılırdı. Bu alışkanlık da peygamber zamanında uzun bir süre yürürlükte kaldı, sonra kaldırdı. Rivayet edilenler arasında gelen bilgilere göre bu evlilik türü Ömer b. Hattab'ın (r) hilafetine kadar serbest bırakılmıştı. Ömer onu yasakladı. Yalnız bazı fıkıh mezhepleri onun neshedildiği görüşünde değildir. Aksine bu evliliğin şimdi de meşru olduğu görüşündedir.
Kur'an'ın bu adete açık ve sarih olarak işaret etmediğine dikkat etmeliyiz. Yalnız Tefsirciler ve Fakihler bu adetin Nisa, 24. ayetinde gizli olduğunu ifade etmiştir.

"Sahib olduğunuz cariyeler müstesna evli kadınlarla evlenmenizde... Bunlar Allah'ın size koyduğu hükümlerdir, bunların ötesinde iffetli yaşama, zina etmeme şartıyla mallarınızla istemiş olduklarınız size helal kılındı. O halde onlardan ne kadar yararlandınızsa, ona karşılık kesilen ücretlerini bir hak olarak verin. Mehrin kesiminden sonra karşılıklı anlaşmada üzerinize bir günah yoktur." (Nisa, 24)

Bazı müfessirler ve raviler Îbn-u Abbas'ın "Onlardan" sonra "Belirlenen zamana kadar" cümlesini okuduğunu, sanki bunu bir tefsir olarak söylediğini kaydederler.([COLOR="blue"]4[/COLOR])

([COLOR="blue"]4[/COLOR]) [I]Bkz: Keşşaf ve Mecmau'l-Beyan tefsirleri. [/I]

Durum ne olursa olsun, açık olan odur ki, belirttiğimiz, bu zamana kadar varlığını sürdüren bu adet peygamber döneminde ve ondan önceki dönemde de varolan adetlerden biriydi.

[B]Sekizincisi[/B]: Kur'an'da hem kadınlara, hem de erkeklere birlikte yöneltilen bir takım ayetlerde fuhuştan söz edildiği gibi kendisine dost (aşk) edinmekten de bahsedilmektedir. Gelecek ayetlere bakalım:

1. İçinizden özgür olan mü'min kadınları nikahlayacak genişliğe güç yetiremeyenler; o zaman sağ ellerinizin malik olduğu inanmış cariyelerinizden (alsın). Allah sizin imanınızı en iyi bilendir. Bazınız bazınızdandir. Öyleyse onları fuhuşta bulunmayan, iffetti ve gizlice dost edinmemişler olarak velilerinin izniyle nikahlayın. Onlara ücretlerini maruf bir şekilde verin. Evlendikten sonra, fuhuş yapacak olurlarsa, özgür olan kadınlar ([COLOR="blue"]5[/COLOR]) üzerindeki cezanın yarısını uygulayın). Bu sizden günaha sapmaktan endişe edip korkanlar içindir. Sabrederseniz sizin için daha hayırlıdır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir. (Nisa, 25)
2. Bugün size temiz olan şeyler helal kılındı. Kitab verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. Mü'minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden Önce kitab verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler alarak size (helal kılındı) Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O ahirette de kayba uğrayanlardandır. (Maide, 5)

Ayetlerde erkeğin hukuki evlilik ve anlaşma olmaksızın, ailevi bir yapı oluşturma ve namusunu koruma amaçları dışında kadınla cinsel ilişkilerine işaret edilmiştir. Bu gayri meşru ilişki fuhuş ve dost edinme yoluyla gerçekleşen cinsel ilişkidir. Üslub ve ifade biçimi bu ilişkilerin Peygamberin çevresi ve asrında geçerli olduğunu ilham etmektedir. Onun için özellikle ayetlerde bunlara değinilmiştir. Müfessirlerin kaydettiklerine göre cahiliye döneminde erkeklerin kendilerine metresler, kadınların da kendilerine dostlar edinmeleri geçerli görülen adetlerdendi. Tabii ki bu ilişkilerde anlaşma, akit yoktu. Tercihe şayan görüşe göre bu tür dostluk birinci derecede evlenmemiş kadın ve erkekler arasında, ikinci olarak da cariyeler ve Ehl-i Kitab kadınları arasında yaygındı. Bunu ayetlerden çıkarmak mümkündür. Yine tercih edilen görüşe göre bu dostluklar geçici cinsel ilişkiler değil uzun süreli ilişkilerdi. Çünkü dostluk kavramı bunu hemen çağrıştırmaktadır.

Fuhuş/musefaha ise, genel olarak anlaşma akdini gerçekleştirmeden cinsel şehvetini tatmin etmenin adı olarak kullanılır. Şu kadar var ki cariyelerle ve Ehl-i Kitab kadınlarıyla evlilikten söz ederken fuhuşun yasaklanması, onun dost edinmeden ayrı ve geçici cinsel ilişkiler türünden farklı bir şey olduğunu ilham eder.

[COLOR="blue"](5[/COLOR]) [I]el-Muhsanat, burada ozgur kadınlar yanı cariye olmayanlar demektir[/I]


Buradaki yasak, cariyeler ve Ehl-i Kitab kadınlarıyla evlilikten amacın, namusu koruma ve ailevi bir yapı oluşturma olması gerektiği ile ilgilidir.
Özellikle cariyeler ve Ehl-i Kitab kadınlarıyla fuhuş yapmanın yasaklanması, onların arasında fahişelik ve metres yaşamının daha fazla yaygın olduğunu ilham etmektedir. Ayrıca onlarla dostluk ve fuhuş yapmak alelade bir iş olduğu gibi, fahişeliğin de onlar için olağan bir iş olduğunu ilham etmektedir. Burada 5. ayete de özellikle dikkat edilmesi gerekir. Çünkü burada cariyelerle evlilik ancak zaruret hallerinde teşvik edilmektedir. Yanısıra sabır öğütlenmekte ve o bu evliliğe üstün gösterilmektedir. Onlarla evlenilecek olunduğunda fuhuş ve dost edinmenin olmaması gerektiği hatırlatılmaktadır. Sanki bu iki fiil onlardan beklenen olağan şeylermiş gibi. Zina cezası onlar için, hür kadınlarmkinin yarısı olarak gösterilmektedir. Sanki onların fahişelik yapma ihtimallerinin daha fazla beklendiği ifade edilmek istenmiştir. Ve onların haya duygularının daha az olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Farkedileceği gibi bütün bunlar, söylemek istediğimizi destekler mahiyettedir.
Ahzab sûresinde kadınların giysisi sadedinde indirilen bir ayet vardır ki şöyledir:

"Ey peygamber, eşlerine kızlarına ve müminlerin kadınlarına, dış elbiselerini üstlerine giymelerini söyle; onların tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." (59. Ayet).

Raviler ve müfessirler, ayetin, hür kadınları cariyelerden ayırmak için indirildiğini söylemişlerdir. Çünkü gençler, şehvet peşinde koşanlar ve fasıklar sokaklarda ve yollarda cariyelere takılırlardı. Zaman zaman bu sataşmalarda cariyelerle hür kadınlar karıştırılabiliyor ve onlar da bu tür nahoş hareketlere maruz kalıyorlardı. Ayetin içerik yönünden neyi kastettiği açıktır. Ve bir açıdan işlemekte olduğumuz konuyu, cariyelerin hür kadınlardan daha çok fahişeliğe ve fuhuşa nden olacak sataşmalara maruz kaldığını göstermektedir.

1. Kadınlarınızın fuhuş yaptığı hakkında dört şahit şehadet ederse, onları, ölüm alıp götürünceye ya da Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde alıkoyun. Sizlerden fuhuş yapanlardan her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe ederler de ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Şüphesiz, Ailah, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Nisa, 15-16)
2. Zinaya yaklaşmayın, şüphe yok o, çirkin bir hayasızlıktır, ve kötü bir yoldur. (İsra, 32)
3. Ve onlar ırzlarını korumakta olanlardır; Ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda onlar kınanmış değildir. Fakat kim bundan ötesini aşarsa, artık onlar sırrı çiğneyenlerdir. (Müminun, 6-7)
4. Zina eden kadın ve zina eden erkeğe, herbirine yüz değnek vurun...(Nur, 2)
5. Zina eden erkek, zina etlen yada müşrik olan bir kadından başkasını nikahlayamaz; zina eden kadın da zina eden ya da müşrik bir erkekten başkasını nikahlayamaz; Bu mü'minlere haram kılınmıştır. (Nur, 3)
6. Eğer cariyeleriniz namuslu olmak isterse onları fuhuşa zorlamayın,([COLOR="blue"]6[/COLOR]) (Nur, 33)
7. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler, zina etmezler. Kim bunları yaparsa, ağır bir ceza ile karşılaşır. (Furkan, 68)
Ayrıca Bkz: (19/20)

[B]Dokuzuncusu[/B]: Kur'an'da zinadan söz eden Mekkî ve Medenî bir dizi ayet vardır. Bunlardan bir kısmı bizzat zina kavramını ve onun türevlerini zikrederken bir kısmı onu fahişelik, bir kısmı da fuhuş olarak nitelemektedir. Zina eden kadın kavramı ise, fahişe anlamında kullanılmaktadır. Gelecek ayetlere bir göz atalım.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Peygamberin çevresi ve asrının, doğal olan insan yaşamından farklı olmadığını ve geçici zina olaylarından, uzak bulunmadığını söylememiz uygundur. Hatta bu zina olayları dar bir alana da yayılmış değildi. Geniş bir alana yayılmıştı. Ve toplum tarafından sert tepkiyle karşılanmıyordu. Şunu da dikkatle görmeliyiz ki, Nisa ayetleri zina edenlere belli bir ceza sistemi getirmemiş, aksine bu konuda onlara daha hafif bir uygulamada bulunulmasına eğilimli bir açıklama yapmış, ayrıca kolay kolay, yakalanmayacak bir pozisyon olan, ancak tam bir aşırılıkla zina uygulandığında nadir olarak tesbit edilecek şart; dört şahidin şahitliğini zorunlu kılmıştır. Nur sûresinin dayak atma ve sakındırmadaki kesin uygulaması ancak belli bir süreden sonra inmiştir. Bu ve diğeri, söz konusu geleneğin köklü olarak yerleştiğini ve toplumda yaygınlık kazandığını göstermektedir. Buna bağlı olarak İlahi Hikmet gereği, önce tedrici olarak kötülenmiş, ikinci merhalede fiilin tesbitinde ve haberlerinin yayılmasında zor şartlar getirmiştir. Şahitler konusunda gösterilen bu titizlik ve kesinlik de; insanların, birbirlerini zina ile itham etmelerinin, o toplumda yaygın olduğunu ilham edebilir. Ve bu aynı zamanda onun toplumda köklü biçimde yerleştiğinin ve yayıldığının da dayanağıdır.

([COLOR="blue"]6[/COLOR]) "Eğer cariyeleriniz evlenmek isterlerse onlara engel olmayın. Çünkü bu, onların zinaya (fuhşa) zorlanmalarına neden olur."

Bizce ayetin en güzel yorumu budur. Yoksa pek çok tefsir kitaplarında kaydedildiği gibi, bazı kimselerin cariyelerini fuhuş yapmaya zorlamaları değildir.

Rivayetlerin kaydettiğine göre, bir ayet, evli olduğu halde zina edenlerin recin edilmesiyle ilgili olarak inmiştir. Fakat rivayetler bu ayetin ifade biçiminde ve nesh edilip edilmemesinde ihtilafa düşmüşlerdir. Cumhur'a göre bu ayet lafız yönünden nesh edilmiş, hüküm yönünden yürürlükte bırakılmıştır. Ayetin bu şekilde gerçekten çok Önemli bir hükmü ihtiva ettiği halde, nesh edilmiş olması, anlaşılacak gibi değildir. Hikmetini kavrayabilmiş değilim. Bizim eğilimli olduğumuz görüş, bu ayetin indirildiği, sonra da indirilişinin hikmeti gereği, birden nesh edilmiş/unutturulmuş olma olasılığının tercih edilmesi yönündedir. Eğer bu yaklaşım doğru olarak kabul edilirse, o da daha önce ifade ettiğimizi desteklemiş olur. Bu yaklaşımımızın az önce Kur'an ayetlerinden ilham alarak, cariyelerin ve Ehl-i Kitab kadınlarının fahişeliği daha fazla yatkın olduğu ve bu konuda bir kat daha yoğunlaştıkları şeklindeki yaklaşımımızla çeişmeyeceği açıktır. Az Önce naklettiğimiz ve kadınların bey'atlaş-masi anlatılan Mümtehine 12. ayeti ile ilgili olarak kaydedilen rivayete göre Ebu Süfyan'ın karısı Hint, peygamberle bey'atleştiğinde söz, "Zina etmeyeceğinize" cümlesine gelince, yüksek sesle "Hür kadın da zina mı edermiş?!" diye bağırmıştı. Bu da ayrıca yaklaşımımızın doğruluğunu pekiştirebilecek bir nakildir.

[B]Onuncusu[/B]: Bu çevrede erkeklerin, davetsiz ve izin almadan evlere girmeleri, kadın ve erkeğin beraberce gecelemeleri gibi yaygın adetler vardı. Özellikle de cariyeler ve kölelere istedikleri zaman odalara (haremlik) girme izni verilmişti. Biz bunu, söz konusu adeti yasaklayan ve edep kurallarını öğreten aşağıdaki ayetten anlıyoruz:

1. Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere, izin alıp, selam vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır; umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz. Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin; ve eğer size "dönün" denilirse, siz de dönün, bu sizin için daha temizdir. Allah yapmakta olduklarınızdan haberdar olandır. (Nur, 27-28)
2. Ey iman edenler; ellerinizin altında bulunan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ulaşmamış olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuz zaman ve yatsı namazından sonra yanınıza girecekleri vakit üç defa İzin istesinler. Bunlar sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir mesuliyet yoktur. Allah size ayetlerini böylece açıklar. Ve Allah Alim'dir, Hakim'dir, çocuklarımz erginlik çağına vardığında, kendilerinden öncekiler izin istediği gibi onlar da izin İstesinler. Allah size ayetlerini böyle açıklar. Ve Allah Alîm'dir, Hakîm'dir. (Nur, 58-59)
3. Ey İman edenler, peygamberin evlerine yemek İçin çağınlmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; ancak çağrıhrsanız artık girin; yemeği yediğinizde de dağılıverin. Söz ve sohbete dalmayın. Gerçekten bu peygambere eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır, oysa Allah, hak(kı açıklamaktan utanmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Bu, sizin kalpleriniz için de onların kalpleri için de daha temizdir... (Ahzab, 53)

[B]Onbirincisi:[/B] O toplumda geçerli olan adetlerden biri de kadının kendisini erkeklere göstermesi, süslü püslü bir şekilde boyun ve göğsü açık olarak onların önünden geçmesi adetidir. Kadınlar, ellerine, kulaklarına ve boyunlarına taktıkları gibi ayaklarına da süs ve ziynet eşyası takarlardı. Eğitici ve öğretici nitelikte bulunan aşa¬ğıdaki ayetlerde bunları rahatlıkla görebiliyoruz:
1. Müminlere söyle: "Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temizdir. Kuşku yok ki Allah, yapmakta olduklarından haberi olandır. Mümin kadınlara da söyle: "Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; üslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç. Baş Örtülerini yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar. Süslerini kendi kocalarından, ya da babalarından, ya da kocalarının babalarından ya da oğullarından ya da kocalarının oğullarından, ya da kendi kardeşlerinden ya da kardeşlerinin oğullarından ya da kızkardeşlerinin oğullarından, ya da kendi kadınlarından ya da sağ ellerinin altında bulunanlardan ya da erkeklerden yana ihtiyacı olmayan hizmetçilerden, ya da kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına gösternıesinler. Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını da yere vurmasınlar. Hep birlikte Allah' a tevbe edin ey mü'minler, umulur ki felah bulursunuz. (Nur, 30-31)
2. Kadınlardan evlenme arzusu kalmayıp oturmakta olanlar, süslerini açığa vurmaksızın elbiselerini çıkarmalarında kendileri için bir sakınca yoktur. Yine de iffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah, işitendir, bilendir. (Nur, 60)

[B]Onikincisi:[/B] Bu toplumda insanlar, başka bir ayetin ilhamına göre, ayrı ayrı yerlerde, müstakil evlerde otururlardı. Babalar kendi başlarına, çocuklar da kendi başlarına oturuyorlardı. Bunun yanında kardeşlerin, amcaların, teyzelerin, halaların, kızkardeşlerin de kendilerine özgü evleri bulunuyordu:
"Size gerek kendi evlerinizden, gerekse babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, anahtarına malik olduklarınız (evlerin)den yemenizde de bir günah yoktur." (Nur, 61)

[B]Onüçüncüsü[/B]: Sözkonusu toplumun adetlerinden biri de evlat edinmeydi. Adam, kendi çocuğu olmayan birisini yanına alır, kendi çocuğu kabul eder ve onu oğlu diye çağırırdı. Böylece çocuk ona nispet edilerek onun gerçek oğlu imiş gibi kabul edilir, onun adıyla çağırılır ve ona varis olurdu. Evlat edinilen çocuğun yakın akrabası, aynı kendi çocuğunun yakın akrabası gibi kabul edilirdi. Bu nedenle evlat edinilen kimsenin boşadiğı ya da ondan dul kalan kadının, onunla evlenmesi helal olmazdı. Kızı da, annesi de, bacısı da öyle. Evlat edinilen kişi de evlat edene karşı, bu yakınlığı ve bu yasaklamaları kabullenirdi. Nitekim Peygamber (s) de peygamber olmadan önce bir çocuğu evlat edinmiş, adı Zeyd b. Haris olduğu halde Zeyd b. Muhammed diye çağırılmıştır. Evlat edinme adeti halkın gözü önünde törenle yapılırdı. Evlat edinen, evlat edindiği kişiyi halka açıklar ve bu alışılagelen sözlerle, ifade ederdi.([COLOR="blue"]7[/COLOR]) Kur'an bu alışkanlığı hatalı olarak görmüş ve aşağıdaki ayetlerle onu iptal etmiştir.
([COLOR="blue"]7[/COLOR]) [I]Usdıı'I-Ğâbe, II. 224-225 144[/I]

1. ...Evlatlıklarımızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı, Bu sizin (yalnızca) ağzınızla söyîemenİzdir. Allah ise hakkı söyler ve (doğru olana) yöneltir. Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız, artık onlar dinde sizin kardeşleriniz, dostlarınızdır. (Ahzab, 4-5)
2. Allah ve Rasulü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min olan bir erkek ve mü'min olan bir kadın için o işte seçim haklan yoktur. Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır. Hani sen, Allah'ın kendilerine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye: "Eşini yanında tut ve Allah'tan sakın" diyordun; insanlardan da çekinerek Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun, oysa Allah, kendisinden çekinmene çok daha layıktı. Artık Zeyd, ondan 'ilişkisini kesince([COLOR="blue"]5 [/COLOR])biz onu seninle evlendirmiş olduk; böylelikle evlatlıklarınız karılarından ilişkilerini kestikleri zaman, onlarla evlenme konusunda müminler üzerine bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir. Allah'ın kendisine farz kıldığı bir şeyde peygamber üzerine hiçbir güçlük yoktur. Daha önce olup geçenlerde de olan Allah'ın sünnetidir. Allah'ın emri, olup bitmiş bir olaydır Ki onlar, Allah'ın risaletinİ tebliğ edenler, ondan içleri titreyerek korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter. Muhammed, sizin erkelerinizden hiç birinin babası değildir; ancak o, Allah'ın Rasulü ve Peygamberlerinizin sonuncusudur. Al¬lah, herşeyi bilendir. (Ahzab, 36-40)

3. Sizin kendi neslinizden olan oğullarınızın eşleri de... (Nisa, 23)

Ahzab sûresinin 36-40 ayetleri ve onlarla ilgili olarak rivayet edilenler, evlat edinme geleneğinin toplumda gerçekten köklü şekilde yerleştiğini göstermektedir. Özellikle peygamber dahi olsa, Arapların psikolojik yapısı üzerinde, tahribata neden olabilecek bir girişimle evlatlığının boşadiğı hanımla evlenmesine karşı gösterilen tepki de bu geleneğin gücünü göstermektedir. Zira bu geleneği bizzat Peygamberin kendisinin iptal etmesi gerekmeyebilirdi. Hatta bu bizzat Peygamberin kendisi üzerinde bile etkili olmuş, insanların bu konudaki dedikodusundan korktuğu için bu konuda gevşek davranmıştır. Yine bu ayetler gösteriyor ki Hz. Muhammed'in bu geleneği yürürlükten kadırması münafıklarla birlikte, bir grup ihlaslı müslümana da ağır gelmiştir. Bu konuda şiddetli bir tepki ile karşılaşmış ve pek çok dedikodunun çıkmasına neden olmuştur...

[B]Ondördüncüsû[/B]: Arap ailelerinde özellikle de şehirlerde yaşayanlarında çocuklarını bedevilere emzirtme adeti vardı. Çocuklarını bedevi süt anaya teslim ederlerdi. Böylece çocuklar, ilk çocukluk yıllarını kırda (Badiye: Vaha, Sahra) geçirme olanağını elde ederlerdi. Zira orada hava daha temiz, sağlık şartlan daha uygun Arap, örf adet ve hususiyetleri daha belirgindi. Bu gelenek anlattığımız şekilde Kur'an'da anlatılmamıştır. Ancak emzirme ile ilgili bir işaret vardır:

Eğer çocuklarınızı emzirtmek isterseniz vereceğinizi güzelce verdikten sonra üzerinize bir günah yoktur. (Bakara, 233).

Süt emzirmeyle ilgili rivayetlerin kaydettikleri nakiller, bizim açıklamamız doğrultusundadır. Ve bunlardan anlaşıldığına göre bu adet de küçümsenmeyecek ölçüde bir yaygınlık kazanmıştı.

[B]Onbeşincisi[/B]: Arapların adetlerinden biri de bebeklerini sütten kesmede acele etmemeleriydi. Nitekim ayetlerden biri gerçek emzirme süresinin tam iki sene olduğunu kaydetmiş, başka bir ayet de ayrılığın yani sütten kesmenin iki sene olduğunu belirtmiştir. Yine ayetlerden birinde hamilelik ve sütten kesme süresinin otuz ay olduğuna işaret edilmiştir. Bu da herkesçe bilinen normal emzirme süresinin yirmi aydan daha fazla olduğu anlamına gelir.

1. Anneler, çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için tam iki yıl emzirirler. (Bakara, 233)
2. Biz insana anne ve babasını tavsiye ettik. Annesi onu zorluk üstüne zorlukla taşımıştır. Onun ayrılması da iki yıl içindedir. (Lokman, 14)
3. Biz insana anne-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınmasıyla sütten kesilmesi otuz aydır. (Ahkâf, 15)

[B]Onaltıncısı[/B]: Orada geçerli olan adetlerden biri de, evlenme yaşına ya da cinsel ilişki gücünün elde edildiği yaşa gelen kimselerin Râ-şid olarak kabul edilmesidir. Bunu, akli olgunluktan (Rüştten) emin olmak için yapılacak düzenlemeleri ihtiva eden ayetten anlıyoruz:

"Nikah çağına varıncaya kadar öksüzleri deneyin, eğer onlarda bir olgunluk görürseniz hemen mallarını kendilerine verin." (Nisa, 6)

[B]Onyedincisi[/B]: Toplumda yürürlükte bulunan adetlerden biri de, çocukların öldürülmesi, kız çocuklarının gb'mülmesiydi. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:
1. ... fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz besliyoruz... (En'am, 151)
2. Onlardan birine dişi (çocuğu olduğu) müjdelendİği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir, onu aşağılama pahasına tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün! Bak ne kötü hüküm veriyorlar. (Nahl, 5S-59)
3. Çocuklarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin. Onları da sizi de biz rızıklandınrız. Onları öldürmek büyük bir günahtır. (İsra, 31)
4. Ey Peygamber mü'min kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek... üzere sana biat etmek amacıyla geldikleri zaman... (Mümtehine, 12)
5. Ve diri olarak toprağa gömülen kızcağıza, sorulduğu zaman: Hangi suç¬tan dolayı öldürüldün? (Tekvir. 8-9)

Bu ayetlerden ilham alarak Araplardan bir kesimin, çocuklarını fakirlik ve yoksulluk yüzünden ya da onların korkusuyla öldürdüklerini, başka bir kesimin de kız çocuklarının doğmasına öfkelendikleri ve hoşlanmadıkları için onları gömdüklerini söylemek mümkündür. Özellikle. Nahl ve İsra sûresi ayetleri onların bu eylemlere neden giriştiklerine ışık tutmaktadır. Yine fakirlik korkusu ya da fakirliğe neden olma endişesiyle çocukların öldürülmesi hem erkek hem de kız çocuklarını kapsıyordu. Belki de bu tür olaylar Hicaz ikliminin karşı karşıya bulunduğu kıtlık ve yokluk senelerinde meydana geliyordu. Ve herhalde köylerde, şehirlere oranla daha yaygındı. Kızların öldürülmesi ve toprağa gömülmesinin bu etkenden başka bir etkeni daha var ki o da ayıplanma, horlanma, alay konusu olma ve kınanma endişeleriydi, kızların savaşlarda bir yararlılık gösterememesi, zenginlik, asabiyet ve çoklukla övünme gibi konularda işe yaramaması da buna eklenebilir. Ki bunların hepsi peygamber asrının ve çevresindeki toplumun problemleri, zorlukları ve görüntüleriydi.

En'am sûresinde yer alan bazı ayetler, Arapların bazı zamanlarda erkek çocuklarını tanrılara kurban ettiklerini ve bunu dinî bir görev olarak algıladıklarını göstermektedir. Bu da dikkat çeken önemli bir noktadır. Bu adetle ilgili değerlendirmelerimizi "Dinler ve inançlar" konusunda açıklayacağız.

[B]Onsekizincisi:[/B] Daha önce naklettiğimiz miras ayetleri8 ve onlar¬dan önce inmiş olan vasiyet ayetinden çıkarılabilecek tesbitleri şu şekilde sıralayabiliriz. Önce vasiyet ayetini verelim:

"Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride hayır bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya bilinen bir tarzda vasiyette bulunması size yazıldı. Bundan böyle kim onu işittikten sonra değiştirirse, günahı elbette onu değiştirenler üzerinedir. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir." (Bakara, 180-181).

[B]Buna göre diyebiliriz ki[/B]:
1) Bu ortamda mirasın belirlenen bir düzeni yoktu. Vefat eden kişinin yakınları, akrabası mirastan kendisine düşen payın ne olacağını ve hakkını tesbit etme olanağından yoksundu.
2) Kadının hakkı mirasta kız, kardeş ve hanım olarak belli değildi. Herkes tarafından kabul edilen değişmez bir şey yoktu. Zamanın şartlarına bırakılmıştı.
3) Anne babanın mirastaki hakkı değişmez bir kurala bağlanabilmiş değildi.
4) Ölünün mirasına konan temel miras sahipleri, erkek çocuklardı. Sonra atalar, kadınlar ve diğer akrabalar gelirdi. Artık bunlar duruma göre bazen miras alır, bazen de ondan mahrum kalırlardı.
5) Ölünün vasiyeti, zorunlu olarak yerine getirilmesi gereken bir görev olarak kabul edilmiyordu. Bu da şartların vicdanına yani mirasçılara bırakılmıştı.
6) Bazen miras sahibi olma miras bırakanın vasiyetine uygun şekilde oluyordu.
7) Kelale olarak ölen yani çocuğu ve babası olmayan kişinin mirası çözümlenmemiş meselelerdendi. Akrabasının gücüne göre kanalize olurdu.

Özellikle kız kardeşler bu konuda çok az zamanlarda paylarını tam olarak alabiliyorlardı.
[COLOR="blue"](8)[/COLOR] [I] Nisa; 7, 8, 11, 12, 13, 14. 172 ve 176. ayetler.[/I]

[B]Ondokuzuncusu[/B]: Kur'an'da anne babaya saygı göstermeyi, onlara, iyilik ve yumuşaklıkla muamele etmeyi teşvik eden, onları öfkelendirmekten, onlara karşı gelmekten sakındıran, çocuklarının mirasıdan belirlenmiş bir pay ayıran ve bu konuda onları zikzaklar çizebilecek vasiyetin ve değişebilecek şartların merhametine bırakmayan bir dizi ayet vardır. Sıra ile bazılarını gözden geçirelim.
1. Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki "Hayır olarak infak edilecek şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır Hayır olarak her ne yaparsanız. Allah onu kuşkusuz bilir. (Bakara, 215)
2. Allah'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın anne-babaya,yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara güzellikle davranın. (Nisa, 26)
3. De ki. "Gelin size Rabbinizin neleri haranı kıldığını okuyayım. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anne b'abaya iyilik edin.. (En'am, 151) Ayrıca Bkz: (17/23-24, 46/15-16; 2/180-181; 4/11-14)

Bu üslup ile tekrarlanan ve pekiştirilen anne ve babanın haklarına riayet etme onlara karşı ikramda bulunma, kendilerine bakıp vasiyette bulunma, sonra çocuklarının mirasından onlara belli bir pay ayıran nasslar peygamberlik döneminden önce ana baba haklarının, onlara saygının ve geçimlerinin temin edilmesi konularının garanti altında olmadığını, onların ihmale uğradığını, yanhz bırakıldığını ve sözlerinin dinlenmediğini işaret etmektedir. Herhalde onların yaşça hayli ileri olanları bu konuda daha fazla eziyet görmüş ve rahatsız edilmiş olmalıdır.

Şuna da dikkat etmeliyiz ki, Mekkî ve Medenî bazı ayetler çocuklardan, anne babaları onlara şirk koşmayı emrettiğinde itaat etmemelerini istemekte; ana baba küfrü imana tercih ettiğinde, çocuklara onları veli edinmemeleri emre dilmektedir. Bakınız: Lokman, 14-15; Ankebut, 8; Tevbe, 22-24 ve Mücadele 23. ayetler. Bu ayetler İslam daveti ve Sîret-i Nebeviyenin ortamı ile ilişkilidir, daha önce (atalara) itaati emreden Kur'an ayetlerine ek bir açıklama mahiyetindedir.

[B]Yirmincisi[/B]: Kur'an'da yetimlerin hakkına riayet etmeyi, onlara iyilik yapmayı teşvik eden, onların mallarını yemeyi ve onların haklarıyla oynamayı çeşitli yöntem ve şekillerle yasaklayan ve bu konuda kesin hüküm belirleyen Mekkî ve Medenî pekçok ayet vardır. Şimdi bunları gözden geçirelim.
1 iyilik; Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygambere iman eden, ona olan sevgisine rağmen malı yetimlere, yoksullara veren... (Bakara, 177)
2. Ve sana yetimleri sorarlar De ki: "Onları ıslah etmek hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşinizdir. Allah bozgunculuk yapanları, ıslah ediciden ayırdeder (Bakara, 220)
3. Yetimlere mallarını verin ve temiz olanla pis olanı değiştermeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir suçtur. Eğer yetim (kiz)lar konusunda adaleti yerme getiremeyeceğinizden korkarsanız, bu durumda size helai olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın...9 (Nisa, 2-3)
4. Nikah çağma varıncaya kadar öksüzleri deneyin, eğer onlarda bir olgunluk görürseniz, hemen mallarını kendilerine verin... (Nisa, 6)
5. Gerçek şu ki, yetimlerin mallarım zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar, önlaı, çılgın bir ateşe gireceklerdir. (Nisa, 10)
6. Ancak o, sarp olan yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir? Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük ver-mek)tir. Ya da açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi, ve zengin yetim kızların vasileri, onların başkalarıyla evlenmelerine engel oluyorlardı Onların mallarının ellerinden çıkmasını istemiyorlardı Bunun ıçin de bu kızları ya kendilerine ya da oğullarına nikahlıyorlardı Bu kızlar güzel olmadığı zamanlar da onlara eziyet ediyorlardı Kur'an bu durumu engellemek istemişti ya bîr yoksulu (Beled, 11-16)
7. "Dini yalanlamakta olanı gördün mü? İşte yetimi iten, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur." (Ma'un, 1-3)
Ayrıca Bkz: (2/215; 4/36; 4/127; 6/152; 8/41; 59/7; 76/8; 89/17-18; 93/9-10)

Zayıfları korumak, İslam'ın temel hedeflerinden biri iken yetimlerle ilgili, onların isimleri bizzat verilmek suretiyle, yapılan açıklamalar ve uyanlar gösteriyor ki, onlar bu ortamda haklarını gereği gibi alamıyor, onlara yeterince iyilik edilmiyor ve yeterli ölçüde yardımcı olunmuyordu. Bu nedenle Kur'an onların durumunu düzeltmek amacıyla bu kadar kesin telkinler, kati emirler vaaz etmiştir. Ve bu ayetler aynı zamanda peygamber asrında ve peygamberlikten önceki çevrede yetime yapılan muameleleri ve onların mallarının nasıl saçıp savrulduğuna ışık tutacak tablolar içermektedir.

dost1 29. March 2011 02:52 PM

[B]B) KABİLECİLİK ASABİYETİ:[/B]

[B]1. Peygamber Asrında Kanbağı İlişkileri:[/B]

Kur'an'da peygamberin asrında ve çevresinde sosyal hayatın en önemli görüntülerinden birini oluşturan ve sosyal yapının büyük ölçüde kendisine dayandığı bir olgu olan; toplumun birimleri arasında oluşmuş bulunan "asabiyet" ile ilgili, bir kısmı açık, bir kısmı gizli, bir kısmı da işaretler taşıyan pek çok ayet vardır. Biz, "toplumun birimleri" kavramıyla toplumu oluşturan kabile, aşiret, boy ve aile gibi yapıları kastediyoruz. İşte bunlar arasında gerçekten önemli bir ilişki vardı. Bu ilişkinin bir nedeni ortak çıkarlardı. Onlar; milliyetçiliği, maddi ya da manevi menfaatlarını kollama ve birbirlerinin zarara uğramasına dayanamama gibi nedenlerle destekliyorlardı.

Bu asabiyet; toplumu oluşturan çeşitli grupsal güçler arasında bir dengenin kurulmasında, insanların birbiriyle savılmasında, haklarının gözetilmesinde, onurlarının rencide edilmemesinde ve hayatlarının korunmasında çok güçlü bir etken ve son zamanlarda güçlü bir rol oynayan önemli bir faktördü. Bu, onlarda öylesine güçlü bir şekilde yer etmişti ki, hicri üçüncü asra kadar ya da başka bir ifade ile Arap egemenliğinin yıkılmasına kadar olan süreçte İslam Tarihi içinde yer alan olayların ve bu olayların akış seyrinin yönünü belirlemede çoğu zaman güçlü bir rol oynamıştır. Ve bütün bu olaylar; Kur'an'ın eleştirmesine, ayıplamasına, sakındırmasına rağmen gerçekleşmiştir. Halbuki Kur'an, îslami bir toplumun kurulmasını hedefliyordu. Bu toplum, genel olarak din kardeşliği; toplumun, kendilerinin birleşmesinden meydana geldiği güçler, birimler arasında ortak menfaatin varlığı ve müslümanlarm birbirlerinin dostu olduğu ilkesi üzerinde kurulmuştu. Evet, gerçekte bu toplum genel yapısı itibariyle bir Arap toplumuydu, ama, burada kişinin kabilesi, boyu, kökeni, önceki ideolojisi, makamı, soyu, sınıfı... vesaire artık hiç bir anlam ifade etmiyordu. Halbuki daha önceleri toplumun temelini kabilesel ve ailevi bağlar gibi, dar çerçeveli asabiyet bağları oluşturuyordu. Şimdi ilgili ayetlere bir göz atalım:
1. Allah'ın ipine topluca sarılın, dağılmayın. Allah'ın nimetini hatırlayın ki; bir ara birbirinize düşmanlar idiniz de O kalplerinizin arasını buldu, O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. (Al-i İmran, 103)
2. Ey iman edenler, mü'nıinleri bırakıp da kafirleri veliler edinmeyin. Kendİ aleyhinizde, Allah'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz? (Nisa, 144)
3. Onlar, seni aldatmak isterlerse, kuşkusuz Allah sana yeter. O, yardımıyla seni ve müminleri destekledi. Ve onların kalplerini birbirine ısındırdı. Sen, yeryüzünde bulunan herşeyi harcasaydın bile onların kalplerini birbirine ısındıramazdırt. Ama Allah onları birbirine ısındırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal, 62-63)
4. İnkâr edenler birbirlerinin velisidirler. Eğer bunu yapmazsanız (birleşmezseniz) yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşalık olur. (Enfal, 73)
5. Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekatı verirlerse artık onlar, dinde sizin kardeşlerinizdir... (Tevbe, 11)
6. Ey İman edenler! Eğer imana karşı küfrü tercih edip seviyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır. (Tevbe, 23)
7. Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler. (Tevbe, 71)
8. Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluk bulamazsınız ki onlar, Allah'a ve Rasulüne karsı başkaldıran kimselerle bir sevgi bağı kurmuş olsunlar. Onlar, ister babaları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsalar dahi. (Mücadele, 22)
Ayrıca Bkz: (5/55-57; 8/72; 8/75; 49/10, 60/1)

Şimdi de sosyal asabiyetin (kabilecilik, aşiretçilik vb.) en belirgin tezahürlerini verelim:

[B]Birinci olarak[/B]:
[B]Akraba ve soydaşların asabiyeti[/B]: Sosyal birliğin küçük birimleri olan aile, boy ve yakın akrabalığı; onların ortak savunma, dayanışma ve çıkarları gibi değerler bir araya getiriyordu. Öyle ki her birey, kendi birliğinde bulunan diğer bireyleri korumak ve yardım etmek durumundaydı. Sıkıntı ve kriz anlarında, kendi¬sine karşı bir düşmanlık ortaya çıktığında onun yanında yer alıyordu, ona saldırandan ya da onun akrabasından, soydaşının intikamını almak zorundaydı. Sonra onlardan birisi başka bir aşirete bağlı bulunan birisine düşmanlık yapar, saldırır, öldürür, yahut zulüm ederse; intikamı, diyeti, o aşirete bağlı tüm bireylerden isteniyordu. Bunun yanında herkes bireysel ve toplumsal olarak bağlı bulunduğu aşiretin namını, şerefini, ortak maslahatlarını kollamak, kendisine düşen görevi yapmak, soydaşına saldıranlara karşı onu savunmak, kollamak zorundaydı. Daha açıkçası, soydaşlar ve akrabalar ister zalim, ister mazlum olsun yardımlaşmak mecburiyetindeydi. Eğilimleri ve inançları farklı da olsa. durum değişmezdi. Bunu aşağıdaki ayetlerden anlamak mümkündür:

1) Nisa sûresinde insanlara yönelik bir çağrı vardır. Burada, birbirlerini çağırdıkları soybağı ilişkilerini koparmaktan sakınmaları istenmiştir. Yani önem verdikleri, maddi ve manevi yaşamlarında kendilerini etkileyen akrabalık bağından:

"...adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını kesmekten) sakının." (Nisa, 1).

2) Muhammed sûresinde de münafıkları korkaklıklarından dolayı ayıplayan ve onların bu korkaklıklarının akrabalık ilişkilerini, bağlarını koparmalarından kaynaklandığını söylemeye müsait bir hatırlatmada bulunulmaktadır:

"Demek, iş başına gelip yönetimi ele alırsanız hemen yeryüzünde fesad çıkaracak ve akrabalık bağlarınızı da koparıp parçalayacaksınız? Öyle mi?" (Muhammed, 22)

Sanki bu ayette de, bir öncekinde olduğu gibi, akrabalık bağlarının kuvvet ve önemine işaret vardır.

3) En'am sûresinde, müfessirlerin, Peygamberin amcası Ebû Talib'in ve kendisinin çağrısını kabul etmeye yanaşmayan akrabasının Peygamber'i (s) savunmasına ilişkin olarak indiğini söyledikleri bir ayet vardır:

''Onlar, hem insanları ondan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini mahvediyorlar ama farkında değiller." (En'am, 26)

Kesinlik ifade edecek dereceye ulaşan mütevatir rivayetlerden biri de Peygamberin akrabasından; Haşimoğullarmdan ve Muttalib oğullarından büyük bir kesim atalarının dinine bağlılıklarını sürdürdükleri halde soybağı ve akrabalık asabiyeti saiki ile pratikte ona yardım ediyor, onu destekliyorlardı. Onların bu desteklerinin, müslümanların katı işkencelere maruz kaldığı ve büyük çoğunluğunun korumasız kaldığı için Habeşistan'a hicret etmek zorunda kaldığı bir sırada, Peygamberin Mekke'de kalmasında büyük rol oynadığı bir gerçektir.
Kur'an'ın Leheb sûresinde, Ebu Leheb diye adlandırılan Peygamberin amcası Abdu'l-Uzza'nm bunun dışında kalması, söz konusu yaklaşımı geçersiz kılmaz. Çünkü bu bireysel bir istisnadan ibarettir. Buna rağmen bazı rivayetler Ebu Leheb'in dahi bir keresinde kardeşi Ebu Talib'e taassubundan öfkelenerek destek çıktığını ve onun yanında yer aldığını, Kureyş liderlerine tehditte bulunarak, onun meclis üyeliğini ve himayesini kabul etmedikleri takdirde ona katılacağını açıkladığım kaydetmiştir. Ebu Talib'in vefatında da Peygamber'e gelip, istediğin yolda ve Ebu talib'in hayatta olduğu sırada yaptığın her şeyi yap demişti. Sonra da ölümüne kadar kimsenin ona bir zarar vermesine fırsat vermeyeceğine yemin etmişti.([COLOR="Blue"]10[/COLOR])
([COLOR="blue"]10)[/COLOR] [I]Ibn Hışam (it, 332), Ibn Sa'd Q, 195) Bu ıkı rivayetin doğruluğu şüpheli ise de, Arapların ailevî bağlılıkları hususunda bir fıkır vermesi açısından önemlidir[/I]

4) Şura sûresinde de bazı ayetler vardır ki bunlardan o zamanki asabiyetin tasvirini ve görme gücünü anlama olanağı buluyoruz:

"(Öncelikle) en yakın hısımlarını uyarıp-korkut. Ve mü'minlerden sana tabi olanlara (koruyucu) kanatlarını ger. Eğer sana isyan edecek olurlarsa, artık de ki: "Gerçekten ben, sizin yapmakta olduklarınızdan uzağım." (214-216. Ayetler).

Peygamberin mesajı genel olmakla beraber bu özelleştirmenin kendisine has bir önemi vardır. Ve bu, o sıradak soybağı yakınlığının ve ona bağlılık asabiyetinin etkisini göstermektedir. Yine onun muhtevasından anlaşıldığına göre, Peygamberin yakın akrabalarının inkarcı bir tutum takınmalarının, çağrısının Mekkeliler tarafından hafife alınmasında ve reddedilmesinde büyük etkisi olmuştur. Zira onlar her şeyde yakın akrabasını desteklemeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Onlara göre Peygamber'e uyması gereken insanların başında yakın akrabaları olmalıdır. Çünkü zihinlerine egemen olan ölçüler; soybağı asabiyeti ve gereklerinin sağlamlaştırılarak, ona uyulması gibi kriterlerdi. Bunun da işlediğimiz tezi desteklediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

5) Tevbe sûresinde bir ayette, Peygamber ve müslümanlar ölü bulunan müşrik akrabaları için bağışlanma dileklerinde ayıplanmış, azarlanmıştır:

"Kendilerine, onların gerçekten cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra -yakınları dahi olsa- müşrikler için bağışlanma dilemeleri peygambere de iman edenlere de yakışmaz." (113. ayet)

Ayetlerden anlaşıldığına göre ailevi asabiyet, Peygamberi ve bazı müslümanları şirk üzere ölmüş ve kendileriyle soybağları bulunan bir takım insanlar için bağışlanma talep etmeğe itmiştir. Onlara yönetilen azarlamada, Kur'an'm hedef aldığı amacın pekiştirilmesi, yeni olan birliğin kriter alınması, yani İslam vahdetinin esas alınması gereği vurgulanmıştır...

6) En'am ve Nisa süresindeki bir takım ayetler, yakınlık ve soybağının etkisinde kalmadan adalet ve doğruluğu yerine getirmeyi emretmektedir. Bu, aile ve soybağma tutkunluğun aşırılığını kınamaktadır.
1. Söylediğiniz zaman, yakınınız dahi olsa, adil olun. (En'am, 152)
2. Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutanlar olun. (Onlar) ister zengin olsun ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Nisa, 135)

7) Sîret-i Nebeviye döneminde öyle durumlar oluyordu ki baba-oğul veya kardeşler, müslüman ve kâfir olarak karşılıklı saflarda çarpışmak zorunda kalıyordu. İşte bu durum, özellikle müslümanlar açısından önemli bir sorun oluyordu. Akrbalık ilişkilerine duyulan bağlılık zorluk çıkarıyordu. Ta ki durum, bu bölümün başında naklettiğimiz Tevbe, 23-24. ve Mücadele, 23. ayetlerinin nüzulünü gerektirdi. Müslümanlar kesin bir uslubla uyarıldı ve eleştirildi. Tüm bunlardan da, yakın akrabalık bağlarının toplumda ne denli güçlü ve köklü bir etkisi olduğu ortaya çıkmaktadır.

8) Mümtehine sûresinde, Allah'ın ve müslümanların düşmanları olan kâfirlerin dost edinilmesini yasaklayan birinci ayetten sonra gelen bir takım ayetler, soybağı yakınlıklarının Ve çocukların Allah katında hiç bir yarar sağlamayacağına dikkat çekmiş, İbrahim (a) ve onunla beraber bulunan müminlerin örnek alınması gerektiğine çağrıda bulunmuştur. Nitekim onlar, küfrü tercih eden kavimlerine düşmanlık ve şiddetli kin beslediklerini ilan etmişlerdi (Mümtehine, 1-4). Ayetlerin bu olayı örnek göstermesi onların yakınlarına olan tutkunluklarının etkisini azaltmak, müslümanların Peygamber döneminde bu tutkunluk yüzünden karşılaştıkları az önce sözünü ettiğimiz problemlerin katılıklarını hafifletmek, azaltmak amacına yönelikti:

"ibrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: "Biz sizlerden ve Allah'ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi tanımayıp inkâr ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin başgöstermiştir." Ne yakın akrabalarınız ne de çocuklarınız kıyamet günü size bir yarar sağlayamaz. (Allah) sizin aranızı ayıracaktır. Allah, yapmakta ol¬duklarınızı görendir." (Mümtehine, 3-4)

9) Arap gelenekleri arasında önemli yer tutanlardan biri de, ölen birisi için ölünün tüm haklarını talep edecek olan ve toplum tarafından kabul edilen bir kefilin veya kan sahibinin bulunma siydi. Bu sıfatla, söz konusu kişi tüm yetki ve güce sahip olurdu. İntikam almada aşırılığı engelleme amacı ile îsra sûresinde bir ayet bu geleneğe işaret etmiştir.

"Haklı bir neden olmaksızın Allah'ın haram kıldığı bir canı öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse onun velisine yetki vermişizdir; O da öldürmede ölçüyü taşırmasın. Çünkü o, gerçekten yardım görmüştür." (33. Ayet)

Veli ya da kan sahibi ancak ölünün yakın akrabasından olurdu. Fakat bazen bu, ölünün kardeşi, oğlu ya da babası olmayıp ailenin mümessili olarak kabile reisi olurdu. O da ölüyü kendi ölüsü, kanını da kendi kanı addederdi.
Ayette bu asabiyetin etkisine ve onun neden olduğu intikam duygusuna işaret edilmiş ve bunun, kısasın sınırını aşarak zincirleme intikamlara neden olduğu ifade edilmiştir.

10) Bu asabiyetin gelenekleri arasında değerlendirilebilecek bir mesele de "Akl" (diyet) hakkındaki uygulamadır. Akl: anlaşma sağlandığında ya da herhangi bir yargıç diyet ödenmesine hükmettiğinde, kan dökme yoluyla intikam alınmayarak, bir ölünün kan bedeli olan diyetin alınıp ölü tarafına verilmesiydi. Akl'de birinci merhale akraba ve birbirleriyle yakınlığı olan kişilerin, kendilerinden biri tarafından akıtılan kana karşılık istenen diyetin toplanmasında dayanışma ve yardımlaşma içine girmeleridir. Bu diyet aynı şekilde öldürülen kişinin soydaşlarına ve yakın akrabasına, yakın soydaşlara duyulan asabiyet geleneğinin ölünün kanını sahiplenme hakkı verdiği ve onu istemede gerçek bir güç kazandırdığı kişilere verilir ve onlar arasında dağıtılır.

İşte buradan hareketle erkekler, kendilerini mirasta hak sahibi kabul edip, kadınları ve çocukları dışarda bırakma eğilimini göstermekteydi. Çünkü Ödeme yapılacağı zaman da yalnız erkekler ödüyorlardı...
Nisa sûresinde hata ile Öldrülen kişinin diyetiyle ilgili bir ayet vardır. Buradan da, sözkonusu geleneğin kaydettiğimiz şekilde var olduğunu sezinleme imkanı vardır. Özellikle burada, öldürülen kişinin ailesine (ehline) diyetin teslim edilmesinin bir görev olarak kaydedilmesi bunu göstermektedir. Burada kullanılan "ehline" kavramı, baba, anne, oğul ve kız kardeş gibi yakın akrabanın kapsamından daha geniş bir anlam ifade etmektedir:

"Kim bir mü'mini hata sonucu öldürürse mü'min bir köleyi özgürleştirmesi veya ailesine (ehline) teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir. Onların sadaka olarak bağışlamaları başka. Eğer O, mü'min size düşman olan bir topluluktan ise, bu durumda da mü'min bir köleyi Özgürlüğüne kavuşturması gerekir." (92. Ayet)

Öte yandan Kur'an, küçümsenmeyecek bir yoğunlukla müslümanları yakınlarına iyilik yapmaya ve onlarla ilgilenmeye teşvik etmektedir. Mekki ve Medeni ayetlerinde bu meseleyi gündemde tutmuştur. Yanısıra müslümanlardan olan soydaşların mirasla ilgili hukukî işlerde birbirlerine daha yakın olduğunu ifade eder. Daha önceki bölümde naklettiğimiz Bakara, 177, 215 ve Nisa, 36. ayetleri bu tür ayetlerdendir. Aşağıda nakledeceğimiz miras ayetleri de aynı düşünceyi işlemektedir.

1. (Mirası) bölüşme sırasında yakınlar, yetimler ve yoksullarda hazır olursa, onları ondan rızıklandirm ve onlara güzel söz söyleyin. (Nisa, 8)
2. Şüphe yok, Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara "vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan, kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir; umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz. (Nahl, 90)
3. Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler, hoş-görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nur, 22) Ayrıca Bkz: (8/75; 17/26; 33/6)

Bu ayetlerde bir yandan soydaşlar arasında asabiyet, akrabalık ilişkilerinin sağlamlaştırılması bir kez daha vurgulanırken, öte yandan bu açıklamalar eşyanın yapısı ve tabiatıyla uyum arzetmektedir. Zira kendisinden sözettiğimiz olay insanın doğal yaşamına ilişkin bir olgudur. Temel olarak dönemlerin, şartların ve toplumların farklılaşmasıyla değişmez. Pek tabii olarak peygamberin toplumu ve asrı da bunun dışında değildi. Buradaki tek farklılık bu duyguların daha tutkun ve daha güçlü olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Bu da o zamanki asırda ve öncesinde bu toplumun yaşadığı sosyal ha¬atın tabiatıyla uyum arzeden bir şeydi.
Her kabilenin bireyleri diğer kabilelere karşı savaşlarda, kan davalarında, maslahatlarını ve ortak hak ve özgürlüklerini savunmada dayanışma içinde hareket ederlerdi. Öyle ki zalim de olsa mazlum da olsa yardımlaşıyorlardı. Nitekim her birey, kabilesinden birine yapılan düşmanlık ve saldırıyı kendisine yapılmış kabul ediyor ve intikam almayı bir görev olarak algılıyordu. İki kabile arasında herhangi bir savaş çıktığında her kabilenin bireyleri, durum ve neden ne olursa olsun, savunmada ve saldırıda dayanışmaya girerlerdi. İsterse eğilimleri ve duyguları farklı olsun, sonuç değişmezdi. Kur'an'da yer alan bazı ayetlerden bu tabloyu tesbit etmek mümkündür.

Bu tür ayetlerden bir kısmı, müslümanlarla aynı kabileden olan münafıkların, müslümanlarla müşrikler arasında çıkan savaşlardaki tutumlarına işaret etmektedir:
1. Ey iman edenler, küfre sapanlar ile yeryüzünde gezip dolaşırken veya savaşta bulundukları sırada (ölen) kardeşleri için: "Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi" diyenler gibi olmayın. Allah, bunu onlarm kalplerinde kahırlı bir özlem olarak kıldı. (Al-i İmran, 156)
2. Münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: "Gelin, Allah'ın yolunda savaşın, savunma yapın" denildiğinde, "Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi İzlerdik" dediler... (Al-i İmran, 167)
3. Derler ki: "Andolsun, Medine'ye bir dönecek olursak gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürecektir... (Müna-fikun, 8) Ayrıca Bkz: (3/168; 33/13)

Al-i İmran, 167. ayeti münafıklara Uhud Savaşına katılmaları çağrısında bulunmaktadır. Eğer Allah yolunda savaşmasalar da kabilesel asabiyet etkenine bağlı olarak savunma yolunda savaşmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Onların cevabı da eğer biz bir savaşın olacağını kesin bilseydik bu çağrıya kulak verir ve onlarla birlikte dayanışmaya girerdik şeklinde olmuştur.([COLOR="blue"]11[/COLOR])

([COLOR="blue"]11[/COLOR]) [I]Siret kitaplarında şöyle bir rivayet vardır: Kazman isimli bir şahıs Uhud günü müşriklerden birkaç kişiyi öldürmüş ve çok iyi savaşmıştı. Nihayet yaralandığında cephe gerisine taşınmış ve tedavi edilmişti. Kendisini ziyarete gelenlerden biri: 'sana müjdeler olsun ey Kazman!" demişti. Bunun üzerine: 'Beni ne ile müjdeliyorsunuz, Allah'a yemin ederim ki ben yalnız kavmime olan bağlılığımdan dolayı savaştım!"[/I]

Al-i imran 156, 168. ayetlerinde ise bazı sözlerin hikaye edildiğini görüyoruz. Biz münafıkların bu sözleri kendi kavimlerinden olan samimi kişilere, asabiyet saikiyle söylediklerini kabul ediyoruz. Münafıkûn süresindeki ayet ise, münafıkların bizzat savaşa çıktıklarını ve gazvelerden birine katıldıklarını göstermektedir. Bu esnada onlardan bazısı bir olaya öfkelenmiş ve söyleyeceklerini söylemiştir. Burada adamın dayanağı gönlündeki ve inancı değişik bile olsa, kabilesinin tüm bireylerini birbirine bağlayan güçlü kabilesel asabiyet bağına güvenidir. Çünkü o bu bağı, hep böyle etkili bir güç olarak tanryagelmiştir.([COLOR="blue"]12[/COLOR]) Ahzab ayeti ise, dış görünüş itibariyle de olsa, münafıkların Hendek Savaşında kendi kavimlerinin yanında yer aldığını, onlarla dayanışma içine girdiklerini ve Medine açıklarında müslümanlarla birlikte orduya katıldıklarını ifade eden bir anlam taşımaktadır.

([COLOR="blue"]12[/COLOR]) [I]Burada "Şeytan" kavramı Suraka b. Nevfel için kullanılmıştır.[/I]

Daha önce naklettiğimiz Maide, 55-57, Enfal, 72. ve Mücadele, 23. ayetleri de bunu destekleyecek espiriler taşımaktadır. Orada müslümanlara, kâfirleri dost edinme, kesin ve sert bir biçimde yasaklanmıştır. Ayetin siyakından ve indiği sıradaki şartlardan anlaşıldığına göre dost edinilmesi yasaklananlar Kureyş'lilerdi. Zira bunlarla Muhacirleri kabilesel asabiyet bağları birbirine bağlıyordu. Yine anlaşılıyor ki, aralarında inanç ayrılığı ve Mekke'den hicret etmek zorunda bırakılmaya kadar zorlamak ve sıkıntı sözkonusuyken bile asabiyet duygusu hala güçlü ve canlıydı.

Nisa sûresinde bu asabiyetin ve etkisinin köklerine işaret eden iki ayet daha vardır:
1. Ancak sizinle aranızda antlaşma bulunan bir kavme sığınanlar, ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmaktan göğüslerine sıkıntı basıp da size gelenler (dokunulmazdır.) Allah dileseydi onları da üstünüze saldırtır, böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve barış (şartlarını) size bırakırlarsa, artık Allah sîzin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır. (Nisa, 90)
2. Diğerlerinin de sizden ve kendi kavimlerinden güvende olmayı istediklerini bulacaksınız (Ama) fitneye her geri çağırılışlannda içine baş aşağı dalarlar. Şayet sizden uzak durmaz, barış (şartların)ı size bırakmaz ve ellerini çekmezlerse artık onları her nerede bulursanız tutun ve onları öldürün. İşte size, onların aleyhinde apaçık olan destekleyici bir delil verdik. (Nisa, 91) Her iki ayette de müslümanların ulaştığı gücün görüntüsü segilenmektedir. Artık kabileler onların gücünden korkuyor ve kendilerine eğilim duymaya başlıyorlar. Her iki ayetin İşaret ettiği iki grubun bu istekleriyle beraber, birincisi kendisiyle müslümanlar arasındaki barış ve iyi ilişkilerin, müslümanlarla dayanışma içine girmeyeceği şartına bağlı olmasını istemiştir, ikincisi ise, tereddüt geçiren ve şaşkmlaşan bir tavır içine girmiştir. Acaba barış ve güveni tercih edip müslümanlann istediği şekilde iyi ilişkiler içine mi girmeli yoksa kabilesel asabiyet davetçisine katılıp müslümanlara karşı tutumunu açık bir düşmanlık tavrına mı dönüştürmeli-değiştirmeli?!!...

[B]2. Kabilevî Paktlar:[/B]

Çoğu zaman iki kabile veya daha fazlası kendi aralarında anlaşır, sözleşirdi. Tek bir yumruk, dayanışma içinde bir güç oluşturur¬u. Böylece anlaşma yapan kabileler arasında bir asabiyet doğardı. Bu onları savaşlarda dayanışmaya iterdi. Kan olaylarında yardımlaşmalarını sağlardı. Savaş çağırıcısı çağırdığı zaman bu kabilelerin bireyleri toptan seferber olurdu, tek bir yumruk olmak için. Antlaşma yapan bu kabilelerden birine ya da bazılarına bir saldırıda bulunulduğunda hep birlikte yardıma ve intikam almaya koşarlardı. Bir kabile kanların bedelini yüklendiği zaman, paktı oluşturan diğer kabilelerden yardım istemeyi ve söz konusu diyete onların da ortak olmasını talep etmeyi kendisinde bir hak olarak görüyordu.

Kur'an'da bu tür paktlara ve bu paktların antlaşan kabileler arasında meydana getirdiği asabiyete işaret eden ayetler vardır. Bu ayetler, tablosunu çizmeye çalıştığımız bu asabiyet türünü desteklemektedir.

Yahudiler, Evs ve Hazreç ile anlaşmıştı. Onlardan bir grup Evs ile bir grup da Hazreç ile antlaşma yapmıştı. Her biri sözleştiği taraf ile, meydana gelen anlaşmazlık ve sürtüşmelerde dayanışmaya ve yardımlaşmaya girerdi. Buna Yahudiler bölümünde naklettiğimiz Bakara sûresi, 84-85. ayetlerini vererek işarette bulunmuş¬uk. Bu ayetlerde Yahudiler kendi yasalarına aykırı düştükleri, birbirleriyle savaştıkları ve bazısı bazısını esir aldığı için ayıplanmış-eleştirilmiştir. Yahudilerin bu durumlara düşmesi de ancak onlardan bir grubun, düşmanın bir kanadı ile, diğerinin de başka bir kanadı ile antlaşma ve sözleşme yapması, onların safında yer alması durumunda gerçekleşebilirdi.

Bazı ayetlerde Medine halkından olan münafıkların bu sözleşmlerine bağlı kaldıkları; Yahudilere de savaştıkları zaman yardım ede¬ceklerine ya da sürüldüklerinde onlarla dayanışma içinde olacaklarına söz vermiş olduklarına işaret edilmiştir. Bu da söz konusu bölümde naklettiğimiz Haşr, 11. ayette geçmektedir. Nitekim münafıkların buradaki sözleşmesi neticede kendilerini açığa çıkaran bir vasıta oldu.
Bununla beraber Evs ve Hazreç'in Yahudilerle sözleşmelerine bağlı kalma asabiyeti yalnız onların münafık olanlarına Özgü değildi. Aksine ihlaslı olanları uzun bir süre boyunca bunun etkisinde kal¬ılar. Nitekim bu olgu, müminlerin Yahudileri dost edinmelerini yasaklayan arka arkaya inmiş bir dizi ayetten de anlaşılmaktadır. Bu ayeterden bir kısmı, Yahudiler bölümünde naklettiğimiz Al-i Imran, 118-120, Maide, 51. ayetleridir. Bir kısmını da şimdi veriyoruz:
1. Müminler, mü'minlerı bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyİe yaparsa, Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakmma(nız) başka. Allah, sizi kendisiyle sa¬kındırır. Varış Allah'adır. (Al-i îmran, 28)
2. Ey iman edenler, mü'nıinleri bırakıp da kafirleri veliler edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister
misiniz? (Nisa, 144)

Yine daha önce naklettiğimiz Ahzab, 26-27. ayetleri de Yahudi bir kabile iJe Kureyş ve yandaşları arasında varılan bir antlaşmadan bahsetmektedir. Şöyle ki: Yahudi kabilesi (ki bu Beni Kureyza kabilesidir) Hendek diye bilmen muhasarada Müslümanlara karşı bunlarla antlaşmaya varmış ve sözleşmiştir.
1. Ahzab'dan onu inkar edenlerin yeri cehennemdir. (Hud, 17)
2. Kendilerine kitap verdiklerimiz, sana indirilen dolayısıyla sevinirler; fakat (müsliimanların aleyhine birleşen) gruplardan, (ahzâb) onun bazısını inkar edenler d© vardır... (Ra'd, 36)
3. Mü'minler (düşman) birliklerini (ahzâb) gördükleri zaman ise, (korkuya kapılmadan) dediler ki: "Bu Allah'ın ve Rasulüntin bize va'dettiği şeydir; Allah ve Rasulü doğru söylemiştir." Ve (bu) yalnızca, onların imanlarını teslimiyetlerini artırmış oldu. (Ahzab, 22) "Ahzab" kavramının herhangi bir konuda antlaşan gruplar, topluluklar ya da partilere ayrılmış kabileler olduğunda kuşku yoktur. Hud ve Ra'd ayetleri muhtelif grupların Nebevi çağrı karşısında birleştiklerini ifade eder gibidir. Yalnız Ahzab ayeti, delalet yönünden daha açıktır ve onların Kureyş ve birbiriyle antlaşip onun yanında yer alan kabileler olduğunu, Medine'ye karşı savaştıklarını ifade etmektedir. Ayrıca kabileler arasında antlaşmalar yapıldığım açıkça göstermektedir. Belki de bu birleşik cephe, Hicaz'da oluşturulan en büyük cepheydi, ya da en azından en büyüklerinden biriydi. Çünkü siret rivayetlerinin kaydettiğine göre sayıları onbine yaklaşmıştı. Bu ise o şartlarda ve o toplumda gerçekten büyük bir sayıdır.
Bu tür sözleşme ve antlaşmalar peygamberin gönderilişinden sonrada varlığını sürdürdü. Nitekim Yahudiler Peygamber'e (s) karşı Kureyş'le antlaşmıştı. Peygamber de Yahudilerle yaptığı antlaşmanın yanında, hala şirk üzere bulunan Arap kabileleriyle barışa eğilim duyan ya da antlaşmak isteyen kabilelerle sağlam ahidleşmeler ve sözleşmeler yapıyordu. Sonra bu antlaşmalarda sözü edilen maddelere sağlıklı ve titiz bir biçimde riayet ediyordu. Bunu pek çok ayet işlemektedir. Biz onları da burada vermeyi uygun görüyoruz. Çünkü işlenen konuya bazı yönlerden ışık tutmaları mümkündür:
1. Onlar ne zaman bir ahidde bulunmuşlarsa, içlerinden bir bölümü onu atıp bozmadı mı? Hayır, onların çoğu iman etmezler. (Bakara, 100)
2. Onlar kendilerinin küfre sapmaları gibi, sizin de küfre sapmanızı istediler. Böylelikle bir olacaktınız. Öyleyse onlar, Allah yolunda hicret edinceye kadar siz onlardan veliler edinmeyin. Şayet yine yüz çevirirlerse artık: onları futun ve her nerede ele geçirirseniz onları öl¬dürün . Onlardan ne bir veli (dost) edinin ne de bir yardımcı. Ancak sizinle aralarında bir anlaşma bulunan bir kavime sığınanlar... (Nisa, 89-90)
3. Allah katında yeryüzündeki canlıların en kötüsü, şüphesiz kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar. Bunlar, içlerinde antlaşma yaptığın kimselerdir ki, sonra her defasında ahidlerini bozarlar. Onlar korkup sakınmazlar. (Enfal, 55-56)
4. Ancak müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarmızdan bir şeyi eksiltmeyenler ve size karşı kimseye yardım etmeyenler başka; artık antlaşmalarım, süresi bitene kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah muttaki olanları sever. (Tevbe, 4) Ayrıca Bkz: (4/92; 8/72; 9/1)
Burada özellikle konumuzla ilgili bir mesele dikkati çekiyor; o da süresi tesbit edilmiş antlaşmanın varlığı. Biz bu tür kabilesel antlaşmaların peygamberlikten önce de yürürlükte olup olmadığını bilmiyoruz. Her ne kadar cevabın müsbet olmadığına meyletsek de. Zira eldeki bir takım Arapça rivayetlerde kabilesel antlaşmanın nesilden nesile sürdüğü, Önemli olaylar olmadığı sürece bozulmadiğı kaydedilmektedir. Bu bağ, sözleşmeyi yapan kabileler arasında nesilden nesile devralınan bir ilişki, sağlam ve köklü bir bağ oluyordu. Yahudilerin Medine'de Evs ve Hazrec ile yaptığı antlaşma yeni değildi. Daha önce atalardan oğullara geçen ve Peygamberin hicretine kadar yürürlükte kalan bir sözleşme idi. Kur'an'ın, bir yerde antlaşmanın varlığını sürdürmesiyle ilgili bu kadar kesin ve kararlı tavrı ile başka bir yerde bu ilişkinin koparılmasını emretmesi, üzerinde durduğumuz noktaya parmak basmaktadır. Peygamber müşriklerle yaptığı antlaşmalarda süre belirlemesinde, islam çağrısının gelişmesi, şartların lehine dönmesi ve gelecek imkanlarının gerektirdiği şeylerin gözetilebildiğini söylemek mümkündür.
Kabileler arası paktlardan kaynaklanan asabiyetin köklü olmadığını, ancak geçici olduğunu söylemek yerinde ve gerekli bir açıklama olur. Çünkü bu, kabile asabiyetinin ve yakın akraba asabiyetinin tam tersidir. Kabile asabiyeti köklüdür. Varlığını bir tek kabilenin bireyleri arasındaki birleşik tabii maslahattan almaktadır. Zaten bir kabileye bağlı bireyler çoğunlukla soydaşlar ve akraba olur. Zaman zaman birbirinden uzak da düşseler yine de sonunda bir tek üst atada birleşir ve kendilerini ona nisbet ederler. Sonra bir tek ailenin, ya da bir aşiretin yahut bir boyun bireyleri arasındaki tabii maslahattan alır varoluş gücünü. Bu öbeklerin her biri ayrı ayrı kanbağı ve yakın soybağı üzerinde oluşmuştur. Buna bağlı olarak bunlardaki asabiyet ve hakimiyet gücü, fertlerinin katılım oranı, etkilenme dereceleri farklı olmaktaydı. En güçlü asabiyet, soybağı ve akrabalık asabiyetiydi. Sonra kabile asabiyeti, daha sonra kabilesel antlaşma (pakt) asabiyeti gelirdi. Gelenek ve asabiyette gözlemlenen güç ve hamiyet farklılığı ve sıralaması aynı zamanda eşyanın tabiatıyla da uyum arzetmektedir. Bunu aynı zamanda naklettiği¬miz ayetlerden de anlamak mümkündür.

Buna ek olarak bazı araştırmacıların, Arapları bireysel, ferdiyetçi bir toplum olarak nitelemek suretiyle düşmüş oldukları bir hatayı düzeltmek istiyoruz. Çünkü bu onların sosyal tabiatı ve yaşayışlarıyla çelişmektedir. Araştırmacılar, bu bireyciliklerini onların önceki atalarının özellikle de bedevi hayat yaşayanlarının ahlakına ilişkin bir nitelik olarak görmektedirler. Bizim burada gösterdiklerimiz ilk Araplarda sosyal dayanışma geleneğinin ya da sosyal asabiyetin çok sağlam ve köklü olduğunu göstermektedir. Bunun, sosyal hayatlarının en güçlü temeli olmasa bile güçlü belirleyicilerinden biri olduğu kesindir. Ne ona karşı önemsemezlik gösterebilerler, ne de onun yerini tutacak bir sistem koyabilirler. Ayrıca, gerek soydaşlar ve yakın akraba arasında, gerek kabilenin bireyleri arasında ve gerekse birbirleriyle sözleşen-antlaşan değişik kabileler arasındaki sosyal asabiyet bedevi hayat yaşayan ya da genel olarak az çok oluşum ve gelişimin bedevilik devresinde bulunan ulus için tabii bir ihtiyaçtır. Zira böyle bir hayatta yahut gelişme döneminde bu tür bir sosyal bağ olmadan dengeyi, hukuku ve kanları korumanın başka yolu yoktur. Burada eğer eleştirilmesi gereken bir şey varsa o da Araplarda olan kapsayıcı sosyal asabiyetin, aile, aşiret, kabile gibi toplumsal Öbekleşmenin ilk merhaleleri sayılan kümelenmelerin istenenden daha fazla kökleşmesi ve onları aşma olanağı bırakmamasıdır. Daha önce bu bölümün başında değindiğimiz gibi bu yapı, İslam'ın ilk çağlarında çözülmeye ve dağılmaya sebep olan faktörlerden biri olmuştur.
Şunu da belirtmek herhalde doğru olacaktır. Araplarda bulunan bu yapılanma sırf Araplara ya da Bedevi Arapların tabiatına özgü bir özellik değildir. Bu insanlar için genel bir yapıdır. Bu merhaleden her toplum geçmiş bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz çözülmenin başka nedenleri, etkenleri de vardı. Bu etkenler onlarda yerleşmiş bulunan dar kalıplı kabilesel asabiyeti, siyasal ve hizipsel amaçlar uğruna kasıtlı olarak harekete geçirmiştir. Çünkü bu sırada Kur'an'ın çağrıda bulunduğu ve Peygamberin bu köklü asabiyet yerine, kendisinin kurmak için çalıştığı, sarsılması daha zor ve güç olan genel kapsamlı kardeşlik, toplumda istenen düzeyde yer etmemişti.

[B]3. Velayet Asabiyeti:[/B]

Arapların adetlerinden biri de, bir kabilenin bireylerinden birinin başka bir kabilenin şahıslarından birine dost olması ve ona katılmasıdır; artık bu eylemden sonra, şahıs iltihak ettiği şahsiyetin soydaşı ve kabilesinden biri olurdu. Yeter ki iltihak edilen(kendisine sığınılan) adam bu işi onaylasın. Bundan sonra ilhak eden adam ilhak edilen adamın özel ve genel tüm asabiyetlerin, hak ve özgürlüklerin kendisi de hepsine sahip olurdu. İltihak eden adam bundan sonra falan adamın "Mevlâ"sı diye anılırdı. Bazı Kur'an ayetleri bu tabloya işaret etmiştir. Ahzab süresindeki bir ayet evlat edinmeyi, kişinin kendi asıl babasından başkasına nisbet edilerek çağırilmasını reddetmekte ve işi tabii olan seyrine oturtarak kişinin asıl babası bilinmiyorsa, evlat edinilen kişinin evlat edinenin mevlası olarak adlandırılmasına müsaade etmiştir:

"...Evlatlıklarınızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. Allah ise, hakkı söyler ve (doğru olan) yola yöneltir. Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın; bu Allah katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız, artık onlar dinde sizin kardeşleriniz ve dostlarınızdır." (Ahzab, 4-5)

Bu ayette, rivayetlerin varlığını tevatür ile haber verdiği "velâ" geleneğinin varlığını pekiştiren bir işaret vardır. Şuna da dikkat etmeliyiz ki: Ayette kullanılan "Mevla" kavramı bazan köleler için kullanılan "Mevla" kavramı anlamında değil; göstermeye çalıştığımız anlamdadır. Evlat edinme yolu ile oğul edinilenlerin babalarının bilindiği durumlarda kardeş ve Mevali olarak nitelendirilmesi, yaklaşımımız için kesin bir karine oluşturur.
Bu vela eylemi bazı zamanlar sözleşme ve antlaşma esası üzerinde gerçekleştirdi. Bu durumda yeli edinilen, veli edinenin bir parçası olurdu. Ve onun asabiyete dayalı tüm imtiyazlarına sahip olurdu. Mevlası da mütevellesine karşı aynı haklara sahip olurdu. Hâzin, bir grup insanın da şahitlik ettiği antlaşmalardan birini rivayet ve nakil olarak kaydeder. Antlaşmada biri diğerine "Kanım senin kanındır. Benim kanımı helal kılmak, senin kanını helal kılmaktır. İntikamım senin intikamındır. Savaşım senin savaşındır. Barışım senin barışındır. Sen benim mirasımı alırsın; ben de senin mirasını alırım. Sen benden, ben de senden isterim. Sen benim diyetimi ödersin, ben de senin diyetini öderim." derdi.
Hazin ve başka müfessirler aşağıdaki ayette geçen "Yeminlerinizin garanti verdikleri" cümlesinin;

"Anne-babanm ve yakınların geride bıraktıklarından her birine mirasçılar kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de kendi paylarını verin. Şüphesiz, Allah, herşeye şahid olandır." (Nisa, 33)

Anlamları arasında vela sözleşmeleri ve antlaşmaları da olduğunu ve hem mütevellinin hem de mütevella'nm birbirine Südüs/altıda bir ölçüde mirasçı olduklarını ve bu geleneğin peygamberin hicretinden sonra da geçerli olduğunu, bu ayetle uygulamanın pekiştirildiğini, daha sonraları ise mirasın, miras ayetlerinde belirtildiği şekilde akrabaya özgü kılındığını kaydetmişlerdir. Ahzab sûresinde bir ayet var ki, bazı müfessirler vela yoluyla miras almayı uygun gören ayetin bu olduğunu söylemişlerdir:

"Peygamber, müminler için kendi nefislerinden daha evladır ve onun zevceleri de onların anneleridir. Rahim sahipleri (akrabalar) da, Allah'ın Kitab'ında birbirlerine öteki muhacir (hicret eden)lerden daha yakındır. Ancak dostlarına maruf üzere yapacaklarınız başka; bunlar Kitap'ta yazılmış bulunmaktadır." (6. Ayet)

Burada belirtildiğine göre, akrabalar eğer mümin olursa miras almada diğerlerinden daha önde gelirler. Veli edinilen kimseye iyilik yapmayı kişinin isteğine bırakmaktadır. Başka bir ifade ile Mevlanın mirastan pay alması gerektiği şeklindeki çerçeveyi değiştirip, onun yerine bağış ve yardım çerçevesini koymaktadır. Durum bu olduğuna göre denebilir ki, bu ayet de böyle bir geleneğin ve ona bağlı imtiyazların, kaydettiğimiz şekilde var olduğuna işaret etmektedir.

Vela yalnız bireylerle sınırlı kalmıyordu. Çoğu zaman bir boy ya da bir aile başka bir kabileye iltihak ederdi. Hatta vela yolu ile bir kabilenin, toptan, başka bir kabileye katıldığı da oluyordu. Böyle durumlarda iltihak eden kabilenin bireyleri yeni kabilenin "Mevalisi" sayılırdı. Önceki birliklerinden aldıkları imtiyazları bırakır, yeni kabilenin imtiyazlarını alırlardı. Bunlar, savaşlarda, kan davalarında, diyetlerde ve diğer ortak maslahatlarda gösterilen asabiyetti. Siret, tarih ve biyografi kitaplarında yeralan pekçok isimden bahsedilirken, onların vela yoluyla bağlandıkları kabileler de zikredilmiştir. Mesela vela yoluyla Kureyşlidir, ya da vela yoluyla Sakaf kabilesindendir denir. Bundan kastedilen bizim açıkladığımız veladır. Yoksa kul, köle anlamındaki vela değildir. Umarım ki, şimdi naklettiğimiz Ahzab ayetinde geçen "evliya" kavramı toplu vela olayına bir çeşit karine teşkil etmektedir. "Mevla" kavramı Kur'an'da çok geçmektedir. Ve çoğunlukla bu kavramdan "yardımcı" ya da "müttefik" anlamı kastedilmektedir. İşte aşağıdaki Kur'an ayetlerinde, bu iki kavramın taşıdığı anlamı bizim Mevla kavramına verdiğimiz anlamla uyum içinde görebiliyoruz:
1. Allah'tan başka kendisine ne zararı dokunan ne yararı olan şeylere yalvarır. İşte bu, en uzak bir sapıklıktır. (Ya da), zararı yararından daha yakın olana yalvarır, ne kötü bir yardımcı (Mevla) ve ne kötü bir yoldaştır. (Hac, 12-13)
2. Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. O; ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır. (Hac, 78)
3. O gün bir dost (Mevla), dosttan herhangi bif şeyle yarar sağlayamaz. Ve onlara yardım da edilmez. (Duhan, 41)
4. îşte böyle; çünkü Allah, iman etmekte olanların Mevlasıdır; kafirlerin ise, koruyucuları yoktur. (Muhammed, 11)
5. Eğer sîzler (Peygamberin iki eşi) Allah'a tevbe ederseniz (ne güzel); çünkü kalpleriniz eğrilik gösterdi. Yok eğer ona karşı birbirinize destekçi olmaya kalkışırsanız, artık Allah, onun Mevlasıdır; Cibril de müminlerin salih olan(lar)ı da. Bunların arkasından melekler de bunun destekçisidirler. (Tahrim, 4)

Herhalde Duhan ayetinde burada belirtmeye çalıştığımız anlam güçlü bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü burada iki şahıs arasında velanın değiştiğine ve herbirinin diğerinin Mevlası diye isimlendirildiğine işaret vardır. O da bu gelenekteki temel olguyu, temel espriyi oluşturmaktadır.
Bir bireyin başka birine ya da bir kabilenin başka bir kabileye vela yoluyla iltihak etmesinde, genellikle iltihak eden, iltihak edilenden daha zayıftır. Kişi ya da kabilesi bu yolla kendisini savunmak, güçlendirmek ve onurlandırmak ister. îsra sûresinin ayetlerinden birinde bu anlam kastedilmiştir. Bu ayetin ilhamına göre Mevla edinmek ancak zayıf durumda kalan ya da muhtaç olunan, yahut da zillete düşüldüğü zamanlarda söz konusuydu. Aşağıda ayeti görüyoruz:
"Ve de ki: "Hamd, çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan, Allah'adır. Ve onu tekbir edebildikçe tekbir et." (İsra, 111)

Arapların İslam'dan sonra "Mevali" kavramını Arap olmayan tüm mûslümanlar için kullandıkları bilinmektedir. Bu genelleştirmenin, peygamberlikten önce Araplarda var olan bu geleneksel ifadenin içeriğinden kaynaklandığı ve ona dayandığı açıktır. Arap olan mûslümanlar, kendilerinden başkalarının islam'a boyun eğdiklerini görünce, onların da kendilerine iltihak ettiklerini ya da vela iltihakı ile kendilerine nisbet edildiklerini far kettiler. Böylece kendi geleneksel adetlerine bağlı olarak onların hepsi için bu ifadeyi kullandılar. Eğer Araplar, Mevaliye, üstün ya da güçlü adamın kendisinden daha aşağıda bulunan adama bakışı gibi yahud da uyulanm uyana baktığı gibi bakmışsa bu da yeni bir şey değildir. Çünkü vela antlaşması ya da vela bağı kavramından anlaşılan anlam budur.

[B]4. Himaye Etme Asabiyeti:[/B]

Arapların geleneklerinden biri de bir kişinin başka birinden korunma istemesidir. Yani kendisinin himaye altına alınması, kendisine yöneltilen saldırılar ve zulmün engellenmesidir. Eğer kendisinden himaye istenen adam, himaye isteyen adamın istediğini kabul ederse bunu bir grup insanın yanında ilan eder ki herkes bunu bilsin. Bundan sonra, himaye isteyen onun zimmetine girer. Onun "himayesindedir" artık. Sanki onun akrabası veya kabilesinden biridir. Şimdi kabilesini ve ailesini nasıl himaye ediyorsa onu da öyle himaye eder. Aynı şekilde himaye edenle, asabiyet yönünden dayanışma içinde olan, özellikle soy ve akrabalık bağı bulunan herkes, başkalarının onu himaye etmesiyle, kendilerinin himayesine giren adamı kollamak zorunda kalır. Nasıl ki, himaye edene ve çevresine, himaye ve asabiyet gösteriyorsa himayelerine giren adamı da diğer insanlara karşı himaye etmek, savunmak zorundadır.

Himayede, genellikle asabiyet yönünden zayıf olan himaye talep eder. Bazan da asabiyetinden uzak düşen bir adam yabancısı olduğu bir yerde zulüm korkusuyla himaye isteyebilir.

Bazan himaye isteyen adam, himaye istediği adama ya da kabileye yardım talebi için şöyle derdi: Ben falan adamdan ya da falan kabileden sana sığınırım ya da senin himayene girerim. Ya da himayesini kabul ettiğinde kendisini falandan ya da falan kibeleden korumasını isterdi.
Bir şahıs, başka bir şahsı kim olduğunu ya da hangi şahıs veya kabileye karşı olduğunu bilmeden himaye etmezdi. Herkes gücünü ve kudretini biliyordu. Kendilerine karşı koyamayacakları güçlerle yüzyüze getirip, uçurumun kenarına atmazlardı. Çünkü onlar himaye zimmeti ve asabiyetini de önemli bir şey görüyorlardı. Onurları buna bağlıydı. Hatta ölüm kalımları da.

Himaye edilenin himayesi, kendisini himaye edenin himayesini iade edip bir grup insanın gözü önünde zimmetinden ve himayesinden çıkarmasına kadar sürerdi. Artık bundan sonra himaye eden himaye edilene bir sldırı olduğunda onu korumak, kollamak, durumunda değildi. Ya da himaye isteyen adam yabancısı olduğu bir yerdeyse oradan kendi memleketine kavuşuncaya ve kendi memleketinde kendisini himaye edecek asabiyetine ulaşıncaya kadar sürerdi.
Bir dizi Kur'an ayetinde "Himaye", ifade ettiğimiz anlamda kul¬lanılmıştır. Ve bu bizim çizmeye çalıştığımız tabloyu bir ölçüde doğrular. Bu ayetlerden biri Peygamber'e (s.), kendisinden himaye isteyen müşriklere himaye vermesine izin veren ve kendisinin zimmetinde ve himayesinde Allah'ın kelamını duyup onunla karşılaşmasını temin etmesini, sonra da güven duyacakları yere ulaştırılmalarını isteyen aşağıdaki ayettir:
"Eğer müşriklerden biri, senden 'eman isterse' ona eman ver; böyle yap ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır'. Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir." (Tevbe, 6)

Peygamber (s.) güçlenip Mekke'yi fethettiğinde ve müşriklerden Allah'ın ve Rasulünün beri olduğunu ilan ettiğinde, müşrikler Peygamberin (s.) gücünden korkmaya başladılar. Ona elçiler gönderdiler ve ne yapacaklarını şaşırdıklarını bildirdiler. Bunun üzerine bu ayet indi. Burada bir yerde asabiyeti olmayan ve himaye isteyen kişiye himaye vermenin bir tablosu söz konusudur. Nitekim bunu açıklamıştık. Bu ayetlerden biri de Bedir Gazvesiyle ilgilidir:
"O zaman şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş ve onlara: "Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım" demişti." (Enfal, 48)

Ayet, Kureyş'in kendi kervanını Peygamber'e (s.) karşı korumak amacıyla yola çıkmak istediğinde, bir şeyler söylendiğini hikaye etmektedir. Bu sırada Kureyş ile Beni Kinane arasında kan davaları olmuştu. Dışarı çıktıklarında onların da kendilerini arkadan vurmalarından endişe ettiler. Onlara, Şeytan Suraka bin Malik (bu adam Kinane'nin liderlerindendi): Ben, Kinane'ye karşı sizi himaye ediyorum. Siz onlardan asla hoşlanmayacağınız bir şeyle karşılaşmayacaksınız, dedi. Onlar da yola çıktılar. Bu, büyük Bedr hadisesiydi. "Ben sizin için himaye ediciyim" ifadesi geleneksel himaye ifadelerindendir. Kendisinden himaye istenilen adam himaye edeceği adamın Önüne düşer ve kendisinin falanın himayecisi olduğunu ilan ederdi...
Burada Allah'ın azameti ve kudretinin ispatı sadedinde üç ayet daha vardır. Fakat bunlar aynı zamanda "icâre" (Himaye) ve onun türevleri olan kavramları da ihtiva etmektedir. İcâre burada belirtmeye çalıştığımız himaye anlamını taşımaktadır:
1. De ki- "Eğer bilmekteyseniz, (söyleyin:) Her şeyin melekutu kimin elindedir (7 )Ki O, koruyup kolluyorken kendisi korunmuyor. (Mü'rai-mm, 88)
2. De ki: "Haber verir misiniz; eğer Aliah, beni ve benimle birlikte olanları yıkıma uğratır ya da bizi esirgerse, bu durumda kafirleri acıklı bir azabtan himaye edecek kimdir? (Mülk, 28)
3. De ki: 'Beni Allah'dan başka kimse himaye edemez ve O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam.' (Cin, 22)

"Himaye eder, himaye olunamaz" ifadesi de geleneksel himaye ifadelerindendir. Arap efendilerinden biri övülmek istendiği, gücü ve şerefine dikkat çekilmek istendiğinde bu ifade kullanılırdı. Yani bu cümle sözü edilen efendinin istediği kişiyi koruyabileceği, himaye edebileceği, fakat, hiç kimsenin ona meydan okuyup, dumanını himaye etmeye cesaret edemeyeceğini ifade etmiş olmaktadır.

[B]5. Gelenekçilik ve Müslümanlardaki İzleri[/B]

Bu asabiyet bu adıyla bilinmiyordu. Yalnız kavram olarak biliniyordu. Bundan kasıt atalardan alışılagelen adet ve geleneklere karşı taassub içine girmek ve onlara katı bir şekilde bağlılık göstermektir. Bu olgu, peygamberlikten Önce Arap toplumunda köklü bir gelenekti. Öyle ki, asla yeri doldurulamayacak bir fazilet olarak kabul ediliyordu. İsterse, savaşlara, kanların akıtılmasına, zorluk ve felaket dolu durumlara neden olsun farketmezdi.
Kur'an'da, peygamberin çağrısından uzaklaşan ve ona karşı tuzaklar kuran müşriklerin hareketlerini eleştirme ve onları kınama mahiyetinde bu asabiyet anlayışına işaret eden bir dizi ayet vardır. Bu ayetler değişik yöntemlerle, uslublarla peygamberlikten önceki Arapların babadan, atadan miras alınan geleneklere nasıl sımsıkı bağlı olduklarını tablolar halinde sunmaktadır. Ne kadar yanlış ve anlamsız oldukları ortaya çıksa da onlardan vazgeçmediklerini, kötülükleri ve zararları açıklansa da adımladıklarını ifade etmektedir. Aşağıdaki ayetlerde bunu müşahede ediyoruz:
1. Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulmamış idiyseler? (Bakara, 170)
2. Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: 'Bu sizi babalarınızın taptığından çevirmek isteyen bir adamdan başka bir şey
değildir... (Sebe', 43) Ayrıca Bkz: (7/28; 31/21; 43/22)

Bu asabiyet onlarda o kadar güçlü bir hal almıştı ki onların di¬ni haline gelmişti. Onlar, yaptıkları, uydukları bu adet ve gelenekleri, Allah'ın emirleri olarak görmeye başlamışlardı. Nitekim A'raf'ın 28. ayeti ve aşağıdaki ayetler bunu hikaye etmektedir.
1. Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: 'Allah isteseydi ne biz ne de babalarımız ortak koşmazdık, bir şeyi de haram yapmazdık, onlardan önce yalanlayanlar da aynısını demişlerdi ve nihayet azabımızı tatmışlardı... (En'am, 148)
2. Şirk koşmakta olanlar dediler ki: "Eğer Allah dileseydi, O'nun dışında hiç bir şeye kulluk etmezdik, biz ve atalarımız O'na hiç bir şeyi haram da kılmazdık., (Nahl, 35)

Müşrikler uygulayageldikleri çeşitli dinî geleneklerin, Allah'ın dilemesi ve rızasıyla uyuşan şeyler olduğunu, eğer öyle olmasa Allah'ın onları yapmaktan kendilerini men edeceğini ileri sürerek kendilerini savunuyorlardı... Bakara, Maide, Sebe' ve Zuhruf ayetlerinde onların hikaye edilen sözlerinden anlaşıldığına göre onlar bu geleneklerini en doğru ve en yararlı yol olarak görüyorlardı. Çünkü babadan atalardan miras almışlardı. Peygamber'in çağrısının ise, onları daha doğru ve daha yararlı olarak gördüklerinden engellemeyi hedef aldığını anlıyorlardı.

Bu ayetler aynı zamanda, Mekkelilerin îslam çağrısına, onun sahibine ve zayıf müslümanlara karşı katı ve saldırı esasına dayalı tutumlarını da açıklamaktadır. Zira gelenekler asabiyetinin gücü, bu tavırlarına etki eden faktörlerden biriydi. Hatta bu geleneklere bağlılık taassubundan hareketle Peygamber'i destekleyen ve ona yardım eden akrabalarının çoğunun başında amcası Ebu Talib olmak üzere, İslam'a girmelerine engel olmuştur diyebiliriz. Onlar Peygamber'in doğruluğunu, güzel ahlakını ve iyi niyetini bilmelerine rağmen, gelenekleri onların doğru tarafta yer almalarına engel olmuştur. Onlar peygamberin kendilerini yanlış bir yola çağırmayacağına kesin inanıyorlardı. Söylediklerinin yalan olacağına asla ihtimal vermiyorlardı. Yanısıra onlar O'nun çıkışını büyük bir şeref olarak kabul ediyor, çağrısının başarıya ulaşmasını ve pek çok insanın onu kabul etmesini arzuluyorlardı. Ve yine onlar Mekkelilerin inkarcı bir tavır takınmalarında, kendi tutumlarının da küçümsenmeyecek bir etkiye sahip olduğunu farketmiyor değillerdi. Öyle ki aşırı gelenekçilik nedeniyle Rasulullah'ın amcalarından biri, atalarından devraldığı dinî geleneklerin baskısıyla akrabalık bağlarını da çiğneyerek kardeşinin oğlu (Rasulullah)'na karşı muhalefetin saflarına geçmiş ve ona komplo hazırlayanlarla bir olmuştur.

Kasas sûresinde müşriklerin bazı mu'tedil liderlerinin sözleri hikaye edilmiştir.
"Dediler ki, eğer seninle birlikte hidayete uyacak olursak yurdumuzdan atılırız." (57. ayet)

Yani anlaşılıyor ki onlar peygamberin çağrısının daha doğru olduğunu itiraf ediyorlardı. Fakat maddi ve manevi bir takım değer ve imtiyazlarını kaybetmek korkusuyla geleneklerinden ayrılmıyorlardı.
Müslüman olanların çoğu tehlikeyi önlemek ya da ecir elde etmek için müslüman oluyor, fakat gönüllerinde, adetlerinden, geleneklerinden ve atalarının bağlı bulunduğu şeylerden ayrıldıkları için bir utanma ve eziklik taşıyorlardı. Ancak uzun bir zaman geçtikten ve İslam genel bir yaygınlık kazandıktan sonra bu tür düşünce ve endişeleri bırakıp İslam'a iyice ısınmışlardı. Bunlar ya da bunlardan bazıları Kur'an tarafından "Müellefe-i Kulûb" diye adlandırılmıştır.

Tahmin ediyorum, evlad edinme konusunda naklettiğimiz ve Peygamber'in, evlad edinme yoluyla oğul edindiği kişinin boşadiğı hanımla evlenmesi konusunda inmiş bulunan Ahzab 36-40. ayetlerinde bu gelenekçilik asabiyetinin Peygamber çevresinde ve asrında ne kadar güçlü olduğunu ifade eden bir tablo vardır. Bu ayetleri dikkatli bir biçimde inceleyen biri görür ki burada birinci olarak işlenen konu Allah'a ve Rasulüne itaat etmenin zorunluluğunu, onlar bir işte hüküm verdiklerinde artık mümin için başka seçme hakkı kalmadığını bildirmektir. Açıktır ki, burada Allah'ın ve Rasulünün uzak kalınmasını emrettiği şeylerde onlara itaat etmek ve genel olarak uzaklaşılması gereken geleneklerden, özellikle de evlad edinme geleneğinden uzak durulması işlenmektedir. Ayetlerin üslubunda güçlü bir ifade vardır ki, buradan söz konusu geleneğin ne denli güçlü ve köklü olduğunu, tüm insanların gönlünde, iman edenlerin ve ihlash kimselerin kalbinde bile etkili olduğunu çıkarmak mümkündür, ikinci olarak; bizzat Peygamber'in kendisi bile bunu yapmakta tered¬düt geçirmiştir. Ondan başkasının da bu işe girişmeyeceği zaten buradan hemen farke dile biliyor. Peygamberin kendisi bile oğul edinme geleneğinin kaldırılmasında ve evlad edinenin, evlad edindiği oğlunun boşadiğı kadınla evlenmesinde, ters tepkilerin gelmesinden endişe etmiştir. Ayetler bir açıdan azarlama ve kınama ihtiva ederken, diğer yandan Peygamberi desteklemekte ve onu temize çıkarmakta¬dır. Bu da söz konusu geleneğin insanların gönlünde ne derece etkili yer ettiğini gösteren güçlü "bir delildir.
Hicretten sonra Peygamber'in seriyyelerinden biri, Haram ayların ilk gününde yanlışlıkla bir savaşa girişmişti. Müşrikler bunu kendileri için, müslümanlara karşı büyük bir koz olarak kullandılar. Zira müslümanlar bu kutsal ayın hürmetini çiğnemişlerdi. İşte müşriklerin çıkardığı bu gürültü ve yaygara aynı zamanda tüm müslümanlar üzerinde de etkili olmuştu. Müslümanlar, yapılan hareketi tenkide ve soruşturmaya başlayarak onların başlattığı hareketle kenetlenmişlerdi. Nitekim ayetlerden biri bu noktaya işaret etmektedir:

"Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: "Onda savaşmak büyük (bir günahtır). Allah katında ise, Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkar etmek Mescid-i Haram'a (ziyaretçilerin gitmelerine) engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır.) Fitne (küfür) ise öldürmekten beterdir. Eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler; sizden kim dininden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün yapıp etmeleri dünyada da, ahirette de, boşa çıkmıştır, onlar ateşin halkıdır, onda da sürekli kalacaklardır. Kuşkusuz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Bakara, 217-218)

Birinci ayette Haram Ay'da savaşma ile ilgili gerekçenin güçlü¬üğü, orada müşriklerin müslümanlara karşı ne denli tehlikeli işlere giriştikleri ve onlara karşı kötü niyetlere sahip olmalarının belirtilmesi, Allah'ın rahmetinden başka hiçbir amaçları bulunmayan Mücahidlerin eylemlerinin temize çıkarılması ve onların Allah'ın rahmeti ve bağışlamasıyla gönüllerinin huzura kavuşturulması bize bir yaklaşım kazandırmaktadır. Bu tablonun her tarafında, geleneklere duyulan asabiyetin ne kadar güçlü olduğu rahatlıkla okunmaktadır. Onun içindir ki, Hikmet gereği olarak, bu kadar güçlü ve hakimane bir üslub kullanılmıştır.
Bu ayetlerden ve başkalarından, Arapların, peygamberlikten Önceki geleneklerinin pek çoğunun öylece bırakılmasının hikmetini anlayabiliriz. Değiştirilmeyen bu gelenekler onların sosyal ve ailevi hayatlarıyla ilgiliydi. Şeytan taşlama, Safa ve Merve arasında Tavaf, Haceri Esved'i ellemek ya da selamlama, öpme, Arafat'ta ve Meş'ari Haram yanında vakfe yapma, kurbanları kesme, avlanmayi yasaklama, Haram aylara saygı gösterme, sınırsız cariyelerle ilişkide bulunma, köleliği hemen kaldırmama, dört kadınla evliliğe müsaade vesaire gibi uygulamalar, sözünü ettiğimiz gelenekçi tutum ve davranışlar ile daha iyi anlaşılır. Miras alman geleneklerin köklü biçimde yer etmesi, insanların onlara karşı taassubu, onları sosyal ve dinî yapılarının birer parçası olarak algılamaları bunların toptan reddedilişini ve kaldırılıp atılmasını zorlaştıracak dereceye getirmişti. Böyle bir hareket islam çağrrısınm tökezlenmesine, problemlerle karşılaşmasına ve insanların ona yönelip, onun bayrağı altına girmesine engel olabilirdi. Onun için sadece, iptal edilmesi zorunlu olan ve çağrının ilkeleri ve yüce hedefleryle çelişen, ya da duygu ve zevkin nefretle karşıladığı çirkinlik ve aşırılıkta olan yahut da genel maslahatla uyuşmayan eski gelenekler iptal edilmiştir... Kur'an babanın eşiyle evlilik, iki bacıyla bir arada evlilik, zina, kendisine dost tutma, sapık ilişkilerde bulunma, çıplak olarak tavaf etme, putların yanında kurban kesme, deniz avını haram sayma, kurbanların etlerinin yenmesini ve fakirlere yedirilmesini haram sayma gibi gelenekleri anında değiştirmiştir. Geri kalanlarını ise, düzeltmeyi, yararlı ve faydalı hale sokmayı, söz konusu temel ilkeler ve hedeflerle uyum sağlar duruma getirmeyi ya da en azından onlarla çelişmeyecek bir yapıya kavuşturmayı yeterli görmüştür, özellikle müslümanlar için çeşitli ve büyük yararları bulunan ve aynı zamanda Allah'ın vahyinin indiği bir yerde oluşan Hac geleneklerinin kendi haline bırakılması gerçekten anlamlıdır. Bunun yanında hukuki bazı temeller koydu. Bunların aracılığıyla daha yararlı, daha adil ve daha faziletli olanı seçmek mümkündür. Tabiî bu, o zamanki şartlarda en iyisiydi. Mesela zulüm etme, haksızlık yapma olasılığı bulunan durumlarda yalnız bir kadın ile yetinme, esirlerin insiyatifini iktidara bırakma, böylece ya onları bağışlama ve serbest bırakma ya da onların fidye vermelerini istemekle gelecekte köleliğin ortadan kalkmasına yardım etme vs. gibi.

dost1 13. April 2011 03:03 PM

[B]C) HAC VE HARAM AYLAR[/B]

Bu konunun Arapların dinsel yaşam ve onun tezahürleriyle da-ıha fazla İlişkili olduğu düşünülerek inanç ve dinler konusunda işlenmesi gerektiği söylenebilir. Fakat biz konunun sosyal hayat bölümünde hîr fasıl olmasını istedik. Zira bununla ilgili geleneklerin çoğunun, Arapların sosyal konumları ve yapılarıyla güçlü ve sağlam ilişkileri vardır. Bu nedenle onlavın sosyal yaşamlarında da büyük etkisi olmuştur. Öte yandan bu konu, inançlarının, ibadetlerinin ve toplumlarının -çevrelerinin- farklılığına rağmen tüm Arapları kapsayan bir özelliğe sahiptir. Arapların hepsi onu sosyal vasıtalarından biri olarak algılıyorlardı. Öyle ki, her köşeden, her bucaktan Mekke bölgesine -Beytü'l-Haram'a- geliyorlardı. Orada Hac mevsiminde ve panayırlarında buluşuyorlar, karşılaşıyorlardı. Haram ayların gölgesindeki havayı teneffüs ediyorlardı. Toplanıyor, tanışıyorlardı. Satacaklarını satıyor, alacaklarını alıyorlardı. Şiirler söylüyor, kendilerini övmek ve problemlerini çözmek için oturumlar düzenliyorlardı. Bu oturumlarda güçlü hatibler konuşmalar yapıyordu... Evet bu olayların ve eylemlerin hepsinde sosyal görüntü ağır basmakta ve güçlü bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bir diğer sebebe gelince, bu konu kendi şartlarında -özellikle de peygamberlikten önceki dönemlerde- bir harekete, ya da ulusal, siyasal, sosyal, fikri ve edebi bir kalkınmaya zemin hazırlamıştır. İsterse bu hareket ve kalkınmaya Öncülük yapan Hac, siyasal, düşünsel ve psikolojik başka etkenlerden yararlanmış ve onlardan destek almış olsun, yine de önemi değişmez.
Bu konu, başlığından da belli olduğu gibi, birbiriyle ilgili de olsa iki temel konudan oluşacaktır. Bu konuların birincisi Hac, ikincisi haram aylardır.

[B][B]1.[/B] Peygamber Asrında Kâ'be'nin Önemi ve Hac:[/B]
Kur'an-ı Kerim'de Hac'dan, Haccın pratik uygulamalarından, geleneklerinden ve yararlarından, Ka'be'den, Beytu'l-Haram'dan, ona duyulması gereken saygıdan ve bölgesinin güvenliliğinden söz eden bir dizi ayet Vardır.
Şimdi bunları verelim:

[B]1[/B] Biz, senin, yüzünü çok defa göğe doğru çevirdiğini görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnud olduğun kıbleye çevireceğiz. Arlık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. ([B]Bakara, 144[/B])

[B]2[/B] Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden olan bir haktır. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil olmayandır. Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir (Siz de) her nerede olursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. ([B]Bakara149-l50[/B])

[B]3[/B] Şüphesiz, Safa ileMerve Allah'ın işaretlerindendir. Böylece kim evi (Kâ'be'yi) hacceder veya umru yaparsa, artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir sakınca yoktur.([B]Bakara, 158[/B])

[B]4[/B] ...Mescid-i Haram'da onlarla savaşmayın ki onlar da sizinle orada savaşmasınlar. Fakat onlar sizinle savaşırlarsa hemen onları öidürün, kâfirlerin cezası böyledir. ([B]Bakara, 191[/B])

[B]5[/B] Sana, hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: "O, insanlar ve hac için belirlenmiş vakitlerdir. İyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir, ama iyilik sakınan(ın tutumudur.) Evlere de kapılarından girin. Allah'tan sakının, umulur ki kurtuluşa ererseniz. ([B]Bakara, 189[/B])

[B]6 [/B] Haccı.da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer kuşatılırsanız, artık size-kolay gelen kurban(ı gönderin). Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. Kim sizden hasta ise ya da başından şikayeti varsa, onun ya oruç ya da sadaka veya kurban olarak fidye (vermesi gerekir.) Güvenliğe kavuşursanız, hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene, kolayına gelen bir kurban(ı kesmesi gerekir). Bulamayana da, haccda üç gün, döndüğünüzde yedi (gün) o!mak üzere, bunlar tamı tamına on (gündür) oruç vardır. Bu aiîesi Mescid-i Haram'da olmayan içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, cezası pek çetin olandır. Hacc, bilinen aylardadır. Böylelikle kim onlarda haccı farz eder, (yerine getirir)se, (bilsin ki) hacda kadına yaklaşmak,'fısk yapmak ve kavgaya girişmek yoktur. Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah onu bilir. Azık edinin, kuşkusuz, azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri! Benden korkun. Rabbinizden bir fazl istemenizde size sakınca yoktur. Arafat'ta hep birlik indiğinizde Allah'ı Meş'ar-i haram'da anın. O, sizi nasıl doğru yola İletüyse siz de O'nu anın. Gerçek şu ki, siz bundan önce sapık olanlardansınız. Sonra insanların akın ettiği yerden, siz de akın edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir. (Hac) İbadetlerinizi bitirdiğinizde, artık atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anış ile Allah'ı anın. İn-sanlardan öylesi vardır ki: "Rabbimiz bize dünyada, ver" der; onun ahirette nasibi yoktur. Onlardan Öylesi de vardır ki: "Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru" der. İşte bunların kazandıklarına karşılık nasibleri vardır. Allah, hesabı pek seri görendir, sayılı günlerde Allah'ı anın. Bu günde elini çabuk tutana günah yoktur, geri kalana da günah yoktur. (Bu) sakınan için(dir). Allah'tan sakının ve gerçekten bilin ki. siz O'na döndürüleceksiniz. ([B]Bakara, 196-203[/B])

[B]7 [/B] De ki: "Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah'ı bir tanıyan Hanifler olarak İbrahim'in dinine uyun, O müşriklerden değİldi.([COLOR="Blue"]3[/COLOR]) Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan ev, Bekke (Mekke)de, o kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Kâbe)dir. Orada apaçık ayetler ve İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse o güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yelkenlerin haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de küfre saparsa, kuşku yok, Allah alemlere karşı muhtaç olmayandır. ([B]Al-i imran, 95-97[/B])

[B]8[/B] Onîar, Mescid-i Haram'dan (insanları) alıkoyarlarken ve onun koruyucuları değilken Allah, ne diye onları azablandırmasm? Onun koruyucuları yalnızca korkup sakınanlardır. Ancak onların çoğu bilmezler. Onların. Beyt(-i Şerif) Önündeki duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. Artık küfretmekte olduklarınız dolayısıyla tadın azabı. ([B]Enfal, 34-35[/B])

[B]9 [/B] Hani İbrahim şöyle demişti: "Rabbim bu şehri güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut." "Rabbim, gerçekten onlar insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Bundan böyle kim bana uyarsa, artık o, bendendir, kim de bana isyan ederse, kuşkusuz, Sen, bağışlayansın, esirgeyensin. Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram (kutlu ve korunmuş ev'in) yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, dosdoğru namazı kılsınlar diye (öyle yaptım), böylelikle sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara ilgi duyar kıt ve onları bir takım ürünlerden nzıkIandır. Umulur ki şükrederler ([B]İbrahim, 35-37[/B])

[B]10[/B] İri cüsseli (kurbanlık hayvanları) da size Allah'ın İşaretlerinden kıldık, sizler için onlarda bir hayır vardır. Öyleyse onlar, bir dizi halinde (boğazlanırken) Allah'ın adını anın; artık yana doğru düştüklerinde de onlardan yiyin, kanaatkara ve isteyene de yedirin. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirdik, umulur ki şükredersiniz. Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı büyüklemeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver. ([B]Hac. 36-37[/B])

[B]11[/B] (De ki): "Ben, sadece bu şehrin Rabb'ine kulluk etmekte emrolundum. O, burayı saygı değer kıldı ve her şey O'nundur. Ve bana müslümanlardan olmam emredildi." ([B]Neml, 91[/B])

[B]12[/B] Görmediler mi ki, çevresinde insanlar kapılıp yağma edilirken biz Harem (Mekke}i güvenilir kıldık? Yine de, onlar batıla inanıp Allah'ın nimetlerine nankörlük mü ediyorlar. ([B]Ankebut, 67[/B]) Ayrıca Bkz: (2/125-129; 5/2; 5/97; 9/3; 9/17-19; 9/28; 22/25-33; 28/57; 48/25; 48/27; 106/1-4)

Okuyucu burada kaydettiğimiz ayetleri çok görmemelidir. Biz bu konuda Kur'an'da yer alanların tümünü kasıtlı olarak naklettik. Çünkü biz bununla Haccın, Arapların yaşamı üzerindeki etkisini tesbit edeceğiz. Ve bu arada Kur'an'ın buna verdiği önemi ve üzerinde yoğunlaştığı noktaları belirtmeye çalışacağız.
Ayetler pek çok konuyu içermekte ve değişik hedeflere yönelmektedir. Bunların çoğu İslam'daki Haccm Menasıkini tesbit eden yasamalar sadedinde indirilmiştir.
Fakat bununla beraber çoğu, Peygamberin Peygamberlikten önceki asrı ve çevresiyle ilgili açık işaretler, güçlü karineler taşımaktadır, hac işleri, Hac menasıki, Ka'be ve Ka'be'ye duyulan saygı, kutsallık, Arapların genellikle O'na hürmet edişleri ve O'nun benzerinin olmadığını kabul edişleri ile ilgili işaretler.

[B]1)[/B] Neml 91, Kasas 57, Ankebut 67 ve Kureyş 3-4. ayetleri açıkça işaret ediyor ki, "[B]Harem'in[/B]", "[B]Belde-i Haram'ın[/B]" ve "[B]Beytu'l-Haram'ın[/B]" ([I]bunların hepsi Ka'be'nin kutsallığına bağlı olarak Mekke bölgesinin hürmet duyulması gerektiğini, orada Ka'be'nin yeral-masıyla daha bir farklı olması gerektiğini hedef almaktadır[/I]) güvenlik yeri oluşu peygamberlik gelmeden önce de Araplar arasında biliniyordu. Mekke'lilerin bunun aracılığıyla maddi, manevi, ekonomik ve sosyal pek büyük yararlar sağladıkları da ortada olan bir şeydi. Bu son anlam özellikle Maide 97. ayetin içinde gizlidir. Pek tabii olarak bu ayet, asrın ve bu çevrenin insanları olan Arapları içine alıyordu. Çünkü ayet, insanların orada yerleşmesi ve yaşaması için Allah'ın Beytullah'ı güçlü bir etken kıldığına işaret etmektedir.

[B]2)[/B] Bakara, 191. ayet, Mescid-i Haram bölgesinde savaşmak, Peygamberin asrında ve çevresinde Peygamberlikten önce de sakıncalı olarak kabu edildiğini gösteren açık bir işaret taşımaktadır. İslam onların bu geleneğini yerinde bırakmış, yalnız bu saygınlığın ve hürmetin önce Müşrikler tarafından ihlal edilmesi halinde kendilerinin de ihlal etmesine müsaade etmiştir. Bu ayetten sonra gelen ayetlerde açıklandığı gibi, müslümanlara orada aynısıyla karşılık verme mubah kılınmıştır.

[B]3)[/B] Bakara, 44 ve 149-150. ayetleri Kıble ile ilgilidir. Bunlardan Ka'be'nin, Arapların gönüllerinde büyük bir önemi ve üstün bir saygınlığı olduğu ortaya çıkmaktadır. Peygamber kavminin inkarcılığı ve şirkin görüntüleriyle kuşattıkları için namazda oraya yönelmekten vazgeçmişti. Buna rağmen oraya yönelme arzusu hâlâ içini kemiriyordu. Oraya yönelmekle, işi gerçek rayına oturtmuş olacağını düşünüyordu. Çünkü orası insanların Allah'a ibadet etmesi için ilk belirlenen evdi. Mescid-i Aksa'dan daha eski ve insanları kendi dinine çağıran ibrahim (as.) ile ilişkisi vardı, üstelik bunların hepsini Araplar da biliyordu. Bu nedenle orası yüreklerinin çarptığı ve toptan herkes için feyiz ve bereket kaynağı olarak algılanıyordu. Zaman zaman gözlerini yukarıya kaldırarak Allah'ın ilhamını ve iznini umuyordu. Allah da onun bu umudunu gerçekleştirdi. Onu hoşnud olacağı kıble olan Ka'be'ye yöneltti. "Ta ki insanların size karşı dili uzamasın" ifadesi burada dikkat çekmektedir. Bu cümle, Peygamberin (s.), Ka'be'nin Arapların gönlünde kapladığı büyük yere rağmen, Mescid-i Aksa'ya yönelmesinin insanlarda yani Peygamberin çevresini oluşturan Müslüman ve gayri müslim Arapların üzerinde bir üzüntü ve hayret havası estirdiğine ve bu atmosferin hâlâ sürekliliğini koruduğuna dair güçlü bir delil içermektedir. Hikmet gereği olarak onların bu durumları göz önünde bulundurulmuş ve ne ötekiler ne de berikiler için üzüntüye, eleştiriye, hayrete, sıkıntıya ve dillerinin uzamasına mahal bırakmamak için kıbleleri değiştirilmiştir.

[B]4)[/B] Al,i İmran, 95-97. ayetleri, gücü yeten insanın Beytullah'a, Hacc'a gelmesinin daha önceleri insanlardan istenen bir farza süreklilik kazandırdığına dair güçlü bir işareti içermektedir. Bu farz daha önce de insanlar tarafından kabul ediliyor ve bazıları tarafından yerine getiriliyordu. Orası insanlar için ilk belirlenen evdi. Bereket ve hidayet vardı orada. İbrahim'in makamı vardı. Burada "nas" kavramı dikkat çekmektedir. Bu da delilin gücünün daha da sağlamlaştırmaktadır.

[B]5)[/B] Hac, 25-33. ayetleri de böyledir. Bunlar da üslubunda ve içeriklerinde -çok açık bir işaret diyemesek de- güçlü deliller taşımaktadırlar.
[B]Birinci olarak[/B]: Bu ayetlere göre peygamberlikten önce Araplar tümüyle, ya da en azından büyük bir kesimi, ister yakın ister uzak olsun Mekke'ye geliyor ve o bölgenin yerlileriyle birlikte Hac ile ilgili ibadetleri yerine getiriyorlardı.
[B]İkinci olarak[/B]: Onlar genelde Hac ve Hac ile ilgili ibadetlerin İbrahim ile ilişkisi olduğundan haberdardı. Ayetler, Mescid-i haram'dan alıkoydukları için kafirleri suçlamaktadır. Çünkü Allah orayı tüm insanlar için fazilet ve mükafat alma yeri kılmıştır. Hz. İbrahim orayı bina edip, insanların oraya Hac etmek için gelmelerine çağrıda bulunması, köyde ve kentte yaşayan herkesin bu çağrıya kulak vermesi, en uzak yerden yaya ve binekli, kadın ve erkek olarak gelip, onunla ilgili ibadetlerini, üzerlerindeki adaklarını yerine getirmeleri, Beytu'l-Atik'i tavaf etmeleri, Ondan yararlanmaları ve bu mevsimde büyük faydalar elde etmeleri için orayı bir merkez kılmıştır. Burada özellikle 27. ayet dikkat çekmektedir. Çünkü bu ayet, rivayetlerin kaydettiklerini güçlü bir biçimde pekiştirmektedir. Ayetin de desteklediği bu rivayetlere göre, Hac Mevsimine katılanlar, onunla ilgili ibadetleri yerine getirenler ve panayırlarına gelenler yalnız Mekke bölgesinin ve Hicaz ülkesinin ahalisiyle sınırlı değildi. Sonra müşrik Araplara da mahsus değildi. Aksine oraya en uzak bölgelerden, Yemen'den, Necd'ten, Şam'ın yaylalarından sökün edip gelenlerin haddi hesabı yoktu. Yanısıra oraya katılanların içinde Hanif dinine mensup muvahhidler olduğu gibi, sabiiler, Hıristiyanlar ve Yahudiler de vardı. Ticaret, misyonerlik, övünmek, hitabette bulunmak, kasideler söylemek amacıyla gelenlerin yanında, hacc mevsimi ve oluşturduğu güven ortamı dışında hiçbir şekilde çözülmesi mümkün olmayan problemlerin çözümü için gelenler de vardı. Buna ilave olarak çoğunluk, Araplar arasında genel olarak saygı duyulan Ka'be'yi ziyaret etmek ve Hac ile ilgili ibadetleri yerine getirmek için geliyordu.

[B]6)[/B] Tevbe, 17,28 ve Enfal, 34-45. ayetler Peygamberlikten önce müşriklerin ya da başka bir ifade ile Arapların, Ka'be yanında bir takım dinsel ayinler yaptıklarını açıkça göstermektedir. Yine gösteriyor ki, bu ayinlerin bir kısmı Ka'be'nin onarımı ve hizmetleriyle ilgiliydi, bir kısmı da Hacılara su dağıtma ile ilgiliydi. Bu da pek tabii olarak, Hac ibadetleri ve geleneklerinin peygamberlikten Önce de yürürlükte olduğunu göstermektedir. Tevbe 28. ayeti, müşrik Arapların Mekke'nin fethinden sonra da, daha önceki uygulamalarının bir devamı olarak Mescid.i Haram'a ve hac geleneklerine önderlik yaptıklarını ve onları yürüttüklerini açıkça göstermektedir.

[B]7)[/B] Bakara, 125-129 ve Al-i Imran 95-97. ayetlerinde İbrahim'in makamı ve açık ayetleriyle -açık ve ortada olan alametleriyle- ilgili olarak kaydedilen ifadeler, açık bir işaret olarak kabul etmesek de, en azından güçlü bir delili içermektedir. Şöyle ki: Peygamberlikten önce Araplar, İbrahim'in Ka'be'yi yaptığını biliyorlardı. Ayrıca Ka'be'yi ziyaret ve haccetmekle ilgili gelenekleri ve Ka'be bölgesinin güven ortamı olduğuyla ilgili haberleri biliyorlardı. Tefsir, hadis ve siyer kitapları Makam-ı İbrahim ile ilgili pek çok rivayetler kaydetmişlerdir. Bunlara göre Makam-ı İbrahim üzerinde iki ayak izi bulunan bir taştır- Araplar bu ayakların İbrahim'in ayakları olduğuna inanıyorlardı. Onlara göre Bakara ayetlerinde de sözü edildiği gibi, İbrahim Ka'be'nin duvarlarını yükseltirken bu taşa ayağıyla basıyordu. Neticede ayaklarının izi taşta kaldı, ayette geçen "Açık alametler, işaretlerden de bu konudaki işaretler, yani ayak izleri olduğu söylenebilir. Bu yaklaşım temel esprisiyle Kur'an ifadelerinin özüne uygun düşmektedir. Ayetleri daha derin bir anlayışla incelediğimizde sözü edilen Bakara ayetlerinin genel özü, üslubu ve içeriği Arapların bundan haberdar olduğu şeklindeki yaklaşımı desteklemektedir. Zira ayetlerde anlatılan konu öyle bir uslubla işlenmiştir ki burada ilk muhatab alınan kimselerin bunu ilk defa duymadıklarını, özellikle Peygamberin çevresinde yaşayan Arapların bundan hiç de habersiz olmadığını çıkarmak mümkündür.

Bu ayetlerden başka, İbrahim sûresinin, 35-37. ayetlerinde Beytu'l-Haram bölgesinin güvenli bir yer oluşu ancak İbrahim'in duası ile gerçekleşmiştir, ayetlerin üslup ve muhtevalarından, Arapların, İbrahim ve İsmail'in (a) Ka'be'yi yaptıklarına inanması ve bunu yaygın halde bilmeleri, İbrahim'in üzerinde durduğu taşın hala muhafaza edildiğine ve onun ayak izlerini taşıdığına inanmaları, Arapların peygamberlikten önce de böyle inandıklarını, Beytu'l-Haram'a saygı gösterilmesinin ve güvenli oluşunun ibrahim çağırısıyla gerçekleştiğine inandıklarını söyleme olanağı vermektedir.

[B]2. Hac Bölgesinde Ekonomik Faaliyet[/B]

Bütün bunlar hac adetleri, Kâ'be, Ka'be'nin güvenli yer oluşu ve onun önceliği ile ilgiliydi.
öte yandan yine bu ayetlerden Özellikle Mekkelilerin imtiyazları ve önemli bir merkezde oluşları sebebiyle Kâ'be'ye ve Hacc'a karşı görevlerinin bilincinde oldukları gösterilmektedir. Onlar Beytu'l Haram'm çevresinde ve himayesinde kalmakla kendilerinde bir saygınlık ve diğer Araplara karşı bir ayrıcalık görüyorlardı. Enfal 34. ayette gösterildiği gibi onlar kendilerini Allah'ın ve Mescid-i Haram'ın velisi sayıyorlardı. Yanısıra şehirlerinin merkez oluşunu ve Allah'ın oraya bağışladığı saygınlık ve kutsallığı, insanların sevap kazanacağı ve güvenli bir hava teneffüs edeceği yer olarak göstermesi gibi nimetleri de idrak ediyorlardı. Orada kan akıtmıyor, tartışma ve savaşmaya fırsat vermiyorlardı. Hacı gruplarına karşı görevlerini yapmada dayanışma içine giriyorlardı, Şehirlerinde bulunan Beytullah'ın misafirleri olması hasebiyle hacıları hoş karşılamaya, ikram edip, barındırmaya özen gösteriyorlardı. Çünkü onlar kendilerini Beytullah'ın en yakın hizmetçileri olarak görüyorlardı. Onlardan bazısı Hacılara su dağıtmakla bazısı da onun onarımıyla uğraşıyordu, tevbe sûresinin 17-19. ayetleri de bunu göstermektedir. Bazıları ise hacılara mal ve para yardımı yapmak ve onları barındırmakla uğraşıyordu. Nitekim güvenilir rivayetlerde buna işaret edilmektedir. Bu nedenle onlara yöneltilen eleştiriler mükemmel ve sağlam olmuştur. Çünkü onlar genel olan örfe muhalefet etmişlerdi. Zira genel örfe göre, insanların Mekke'ye gelişleri, Kâ'be'yi ziyaret etmeleri, Hac ibadetlerini yapmaları, tam bir özgürlük ortamı içinde gerçekleşiyordu. Buna rağmen onlar Enfal'in, 34, Hac'cin 25 ve Fetih'in 25. ayetlerinde kaydedildiği şekilde, Müslümanları Mescid-i Haram'dan alıkoymuşlardı. Buna ilave olarak Hac mevsimleri ve Panayırlar onlara büyük ekonomik yararlar sağlıyordu. Onların servetlerinin başlıca kaynaklarından biriydi. Ticari faaliyetlerinin önemli kollarından birini oluşturuyordu. Biz bu konuyu birinci bölümün fasıllarından birinde ele almıştık.
[B]4. Hac Ayları[/B]
Yine bu ayetlerden hareketle, onların peygamberlikten önceki yaşamlarında uyguladıkları Hac menasık ve ibadetleriyle ilgili uygulamaların bir tablosunu çizmek mümkün olacaktır.

[B]1) [/B]Bakara, 197, ve Hac, 28. ayetlerinde Haccın belli bir kaç ayı ya da belirlenmiş günleri bulunduğu kaydedilmektedir. Bakara, 189. ayette ise, Hilallerin Haccın vakitleri olduğu zikredilmiştir. Yani Hac aylarının hilâllerle tesbit edildiği ifade edilmiştir. Bu ayların adlarıyla ilgili Kur'an'da açık bir metin yoktur. Fakat mütevatir rivayetler, onların Haram Aylar'dan üç kamerî ayı olduğunu ve bunların da Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarından oluştuğunu kaydederler. Bazı müfessirler bir takım rivayetlere dayanarak Hac aylarının Şevval, Zilkade ve Zilhicce olduğunu belirtmişlerdir. Eğer onların dayandığı kaynaklar doğru ve sağlıklı ise, haram aylara denkliği gözetilmeksizin yapılacak bir düzeltme kanaatimizce Islamî olur. Her ne olursa olsun, kanaatimiz odur ki İslam'dan önceki Hac ayları, ifade ettiğimiz şekilde, arka arkaya gelen üç Haram Ay'ın içindeydi. Zira Arapların kervanlarını, kafilelerini yola koyarak Hac için Mekke'ye gelmeleri, güven ve huzur içinde yollarına devam etmeleri -ki onlardan bazılarının evleri oradan çok uzaktı- ancak Şevval'i içine almayan ve Zilkade ile başlayan Haram ayların barışçı atmosferinde gerçekleşebilirdi.
Mevsimi ve panayırları bir aydan bir kaç gün fazla süren hac için, üç aylık bir süre ayrılmasının hikmetine gelince; hacıların uzak yerlerden, katedip gelmek zorunda olduğu uzak mesafeler, geliş ve gidiş için yeterli zamana ihtiyaç hasıl ediyordu. Sanırım bunda da, Arapların yarımadanın değişik yerlerinden ve uç taraflarından gelip hac ettiklerine, onun mevsimine ve panayırlarına katıldığına, bu geleneklerin yalnız Hicaz Araplarına özgü olmadığına dair kanıtlar çıkarılabilir.

Bakara, 197. ayeti kendisine hac görevini farz eden kimsenin Hacda kadına yaklaşmasını, günaha sapmasını ve kavga etmesini yasaklamaktadır. Burada "Kim onlarda haccı (kendisine) farz ederse" yani bilinen hac aylarında haccı farz ederse, cümlesi dikkat çekmektedir. Kişinin, hacca niyet ettikten sonra Hac aylarının girişinden itibaren mi Allah'a itaatla ve kendini ona vermek ile uyuşmayan, insanlarla bozuşma ve tartışmaya yanaşmayan bir yükümlülük altına girmesi gerekiyordu yoksa, bu yükümlülüğün kişinin hacca niyetinden, onun için yola çıkışından ya da Harem bölgesine girişinden sonra, isterse hac aylarından biri ya da daha fazlası geçmiş olsun, başlaması mı gerektiğini bilmiyoruz. Bu ayetten onu çıkarma olanağı yok gibidir. Biz bu yasağın Hac aylarının hepsini kapsadığını ya da en azından kişinin Hacca gitmeye azmettiği andan itibaren kendisini bir ibadet zamanı içinde sayması gerektiğini ve bu çerçeveyi aşmamasının lazım olduğuna meylediyoruz. İşte müslümanların Peygamber döneminde, Hac mevsimi ve panayırlarında ticaretle uğraşmaktan geri durmalarına neden olan da bu anlayıştır. Daha önceki bir konuda açıkladığımız gibi, bu ayetten sonra gelen ayet onlara bunun mubah olduğunu açıklamıştır. Fakat biz bunun peygamberlikten,önce ki muttaki insanların kendilerine farz kıldığı bir şey mi yoksa îslami bir uygulama mı olduğunu bilemiyoruz. Biz bu uygulamanın peygamberlikten önce de var olduğunu tahmin ediyoruz. Çünkü Araplar arasında yaygın olan uygulama haram aylarda -ki bunlar hac aylarının kendisidir- ve Harem bölgesinde kendilerine tartışma, dövüşme ve kan dökmeyi, hatta avın kanını dökmeyi bile yasaklamış olmalarıydı. Bunu ilerde ele alacağız, sonra onlardan bazıları Umre ile Haccı yaklaştırıyor yani Haccın tüm ibadetlerini yerine getirene kadar ihramda kalıyorlardı. Hatta asıl olan buydu. Müslümanlar ise, bunları yaklaştırma ile Umre ve hac arasında ihramını indirip bir kurban keffaret vermek, ya da kurban kesmekten aciz olduğu durumlarda oruç tutmak arasında serbest bırakılmışlardır. Şunu da dikkat çekmeliyiz ki, bazı muttaki müslümanlar evlerinden çıktaktan sonra İhrama bürünüyor ve Haccın tüm ibadetlerini bitirinceye kadar onları çıkarmıyorlardı.
Sonra Araplar peygamberlikten önce Nesi bid'atini çıkarmışlardı. Nesi, inşâ', yani Haram Aylar'ı erteleme ya da bazılarını kabul edip başkasını onun yerine haram kılma girişimidir. Nesi nedeni ile bazı zamanlar Hac ayları değişiyordu. Zilkade, Zilhicce yerine, Zilhicce Muharrem yerine, Muharrem, Safer yerine geçerdi. Ya da Şevval, Zilkade yerine, Zilkade, Zilhicce yerine, Zilhicce de Muharrem yerine geçerdi. Birinci durumda gerçek Zilkade Haram aylar'dan olduğu halde haram ay kabul edilmezdi. Safer de Haram Aylar'dan olmadığı halde Şevval haram ay kabul edilir, Muharrem ise, Haram Aylar'dan olduğu halde haram ay sayılmazdı! Bununla beraber ayların sayısı, bazen senenin mevsimlerini kolaylaştırmak bazen de asabiyet ve öfkelerinin tatmini amacıyla hep muhafaza edilirdi. Tevbe 37. ayet bu bid'ata işaret etmiş ve onu beyinsizlik, alçaklık aslî olan haram ayların saygınlığını ve hürmetini kaldırma olarak değerlendirmiştir.

"Nesi (Ertelemek) ancak küfürde bir artıştır. Bununla kafirler şaşırtılıp-saptırılır. Allah'ın haram kıldığına sayı bakımından uymak için, onu bir yıl helâl, bir yıl haram kılıyorlar. Böylelikle Allah'ın haram kıldığını helâl kılmış oluyorlar. Yaptıklarının kötülüğü kendilerine çekici ve süslü gösterilmiştir. Allah, küfre sapan bir topluluğa hidayet vermez." ([B]Tevbe, 37[/B])

Haram Aylar konusunda bununla ilgili bir takım açıklamalar daha yapacağız.

[B]2) Hac günlerinin en görkemlisi Arafat'ta Vakfe günüdür[/B]. Bu gün, Zilhicce'nin dokuzuncu günüdür. Bu gün Hacca gelen herkes bir araya toplanır, hepsi bir tek yüksek ve geniş arazide, Arafat yerinde buluşur. Hacılar bu günde Arafat'ta durmadan Hacı olmazlar,([COLOR="blue"]13[/COLOR]) Pek çok müfessirin tercihine göre Kur'an bu günü, daha önce verdiğimiz ayetler içinde naklettiğimiz Tevbe 3. ayetinde "Büyük Hac Günü" olarak nitelemiştir. Kesin söylemesek de bu adlandırmanın daha önceden bilindiğini ayetin kabul ettirici üslubundan ilhanı alarak tercih edebiliriz. Sonra Kur'an insanlara ancak kendi kavramlarıyla hitab etmiştir. Özellikle Allah'ın ve Resulünün müşriklerden uzak olduğunun Büyük Hac Günü'nde tüm insanlara bildirilmesi emri vardır ki, bu ancak söz konusu günün onlar tarafından bilinmiş olmasıyla açıklanabilir.
([COLOR="blue"]13)[/COLOR] Usdu'1-Gâbe (II; 328)'de "Hacc Arafedır'' anlamında bir hadis vardır.

Arafat gerçekten alabildiğine geniş bir arazidir. Milyonlarca insanı alabilecek, dağlarla çevrili bir alandır. Bazı kenarlarında kayalar ve tepeler vardır. Bakara 198. ayette adı geçmektedir.
Sözü edilen ayet ve ondan sonraki ayetle ilgili olarak ravilerin rivayetlerinden, müfessjrlerin sözlerinden anlaşıldığına göre, Arafat, gününün Arap boylarının birinden bir eve mensub bir başkandı. İnsanlar ancak onun oradan hareket etmesiyle hareket ederlerdi. Muhtemeldir ki, Araplarda liderlik yapanlar ve onların idari işlerini üstlenenler, herkesin katıldığı bu günü bazı şeylerin ilanı ve insanlara duyurulması konusunda bir vasıta olarak kabul ediyorlardı. İnsanlar haclarını bitirdikten sonra, "Nesi"de yetkili adama gidiyor ve onun Haram Aylar'm öne alınması, sonraya bırakılmasıyla ilgili açıklamasını dinliyorlardı.([COLOR="blue"]14)[/COLOR] Resulullah Mekke'nin fethinden sonraki senede Ebu Bekir'i (r) Hac başkanı olarak göndermiş ve o da insanlara haclarını yaptırmıştır. Bu olayı kaydeden rivayet ([COLOR="blue"]15[/COLOR]) kendi konusunda önemli bir haberi de zikretmiştir. İnsanlar o sene de aynen cahiliyede yerlerini aldıkları gibi Hac'da yerlerini almışlardı. Peygamber (s) herkesin katıldığı bu önemli günü, daha önce sözünü ettiğimiz, Allah'ın ve Resulünün müşriklerden beri olduğunu ilan etmek için. bir fırsat olarak gördü. Bir rivayete göre bunu Ebu Bekir, başka bir rivayette ise Peyamberin özellikle bunun için gönderdiği Ali b. Ebi Talib (r), insanlara bu haberi ilan etmişlerdi. Bazı rivayetler bu açıklamanın kesim ya da kurban bayramı günü, Arafat sabahında Mina'da yapıldığını da belirtmektedir. Her ne olursa olsun, bu rivayetler Haccı Ekber gününün önemini, her taraftan gelen milyonlarca insanın orada bulunmasıyla elde edilen fırsatı, oranın önemli işleri bitirme ve ilan etmeye elverişli oluşunu destekler mahiyette bir takım olgular taşımakta ve Mekke'nin fethinden sonra uygulamaya konan ilk resmi îslami Hac'da yapılan uygulamaların Peygamberlikten önce Arapların uygulamalarının bir devamından başka bir şey olmadığını belgelemektedir.
([COLOR="blue"]14)[/COLOR] İbn Hişam, I; 43-
([COLOR="blue"]15)[/COLOR] İbnHişam. III; 358, 3öl.

3) Bakara 198-199. ayetlerde "Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde" ve "insanların akın akın yürüdüğü yere siz de akın edin ifadesi yer almaktadır. Ayette geçen ifadenin sözlük anlamı şiddetli itişme, koşmadır. Terim olarak anlamı ise, Arafat'tan, Vakfe süresi bittikten sonra dönüş yapmaktır. Her iki ayetin içeriğinden anlaşıldığına göre ortada iki dönüş vardır. Biri Arafat'tan diğeri de Meş'arı Haram'dan. Bu her iki dönüş de İslam'a girmiştir ve hala pratik olarak yaşanmaktadır. Hacılar Arafat'tan döndüklerinde bugün Müzdelife diye bilinen yere gelirler. Müzdelife Kur'an'ın Bakara 198. ayetinde Meş'ar'i Haram olarak adlandırılan yerdedir. Orada sabaha kadar beklerler. Sonra oradan Mina'ya akın ederler.
Tefsir ve Siyer kitaplarında (16) peygamberlikten önce Hac geleneklerinden olan bu iki dönüş şekliyle ilgili bazı rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerden ve 199. ayetin insanların sökün ettiği yerden sökün etmelerini emretmesinden anlaşılıyor ki, bazı insanlar tüm insanların dönüş yaptığı yerden dönüş yapmıyor başka taraftan kendilerine özgü bir yol izleyerek oraya varıyorlardı.

Buradan da anlaşılıyor ki: Kureyş'in üst düzey yetkilileri, burjuva takımına mensub kişiler, kendilerini şerefli bir aileye mensub olma ve Kâ'be'nin hizmetlerini yapma gibi nedenlerle diğer insanlardan daha imtiyazlı görüyorlardı. Onlar bu imtiyazlarının, kendilerine tüm hacıların Arafat'tan veya Meş'ari Haram'dan dönüş için kullandıkları yolu kullanmama selahiyeti verdiklerini sanıyorlardı. Bazı rivayetlerdeki kayıtlara göre onlar -Meş'ari Haram yakınındaki- Müzdelife'de durmakla yetiniyor, insanlarla birlikte Arafat'ta Vakfe'ye katılmıyor ve buradan dönüşleri için de kendilerine özgü bir yol kullanıyorlardı. Bu sınıf "[B]Hums[/B]" yani "[B]yiğitler, cesurlar, kahramanlar[/B]" diye biliniyordu. Ve insanların Hac ibadetlerini ve geleneklerini belirleyenler bunlardı. Öyle anlaşılıyor ki, o zamanki sosyal çevre bu tür imtiyazları ve farklılıkları rahatlıkla kaldırıyordu. Yalnız "[B]Hums[/B]" veya "[B]Ahmas[/B]"ın insanlarla birlikte Arafat'ta Vakfe yapmadıkları şeklindeki rivayetten kuşkulandığımızı açıklamak isteriz. Çünkü bu Hac gelenekleri içinde temel bir kaide olarak kabul ediliyordu. Bakara 198. ayette Arafat'tan dönüşü normal bir şey gibi istisnasız bir genelleme şeklinde zikredilmektedir. 199. ayet ise yalnızca Meş'arı Haram'dan insanların sökün edip geldikleri yerden gelmelerini emretmektedir.
([COLOR="Blue"]16[/COLOR]) Bkz: Ibn Hışam, I, 113-115 ve Hâzîn ve Tabersî tefsirleri

Yine bu kitaplardan anlaşılıyor ki ([COLOR="blue"]17[/COLOR]) tanınan bazı boylar ve Arap aileleri vardı. Arafat'tan dönüşte insanlara önderlik yapmak onların başkanlarının hakkıydı. Öyle ki, bu boyun ya da ailenin başkanı oradan ayrılmayana kadar kimse orayı terketmezdi. İnsanların önünde bir engeldi onlar. Onun dönüş yapmasını beklerlerdi. Sonra da kendileri onun ardında dönüş yapmaya yönelirlerdi. Başkanın dönüşü "[B]îcaze[/B]" diye biliniyordu. Orada iki icaze vardı. Biri ilk dönüş sırasında Arafat'tan Meş'arı Haram'a, ikincisi de Meş'arı Haram'dan Mina'ya dönüş sırasındaydı.

Meş'arı Haram ise, yerde belirlenmiş bir işaretti. Müzdelife'yi Arafat ve Mina bölgesinden ayırıyordu. İhtimal ki, bu yerin iki bölgeyi ayıran bir sınır olarak kabul edilişi ve bu isimle adlandırılması ve insanların orada durması ile, insanlara Hac'daki Önemli görevlerini sona erdiğini bildirmek ve artık hacı olduklarını, bundan sonra bayram yapma haklarının olduğunu anlatmak istemişlerdir. Pratik olarak da, insanlar Meş'arı Haram'dan Mina'ya dönüşleriyle kurban bayramını kutlamış olurlardı. Orada kurbanlarını keserler ve birkaç gün orada dinlenirlerdi. Ya da burası Hacıların ancak orada durmakla hacı sayıldığı Arafat bölgesinin sınırı olduğu için bu adı almış olabilir.

[B]4. İslam'a Geçen Gelenekler[/B]4)

Olduğu gibi İslam'a geçen geleneklerden biri de Mina'da şeytan taşlamadır. Bu gelenek Kur'an'da açık anilmamıştır. Yalnız Bakara 203. ayette söz konusu edilmiş ve müfessirler de bu geleneği ve onunla ilgili bazı rivayetleri kaydetmişlerdir.
Peygamber döneminden bu yana Hacılar bayram günlerini Arafat ve Meş'arı Haram'dan dönüşlerinden sonra Mina'da geçirirler. Namazlardan sonra tekbir getirir ve'Allah'ı anarlar. Şeytanı taşlarlar. Bu ayet, hacıların Mina'da tekbir ve şeytan taşlama ile geçirdikleri bu günlere işaret etmektedir.
Ayetin işaret ettiğine göre insanlar bu konuda iki şekilde hareket edebiliyorlardı. Bazıları acele etmede daha hayır ve iyilik görürken, bazıları da daha ağır davranmayı, biraz daha kalmayı iyi olarak görüyorlardı. İslam'dan sonra müslümanlar da bu geleneğe bağlı olarak iki görüşe sahip oldular. Ayet onları bu konuda serbest bıraktı; acele edene günah yazılmıyor, orada kalan da günah işlemiş olmuyordu. Yeter ki her iki tarafın amacı iyilik ve Allah'tan korkma, takva olsun...
([COLOR="blue"]17[/COLOR]) İbn Hisara I, 113-115


Ibn Hişam'ın bildirdiğine göre Peygamberlikten önce birtakım hacılar bazı zamanlar Müzdelife'den Mina'ya iniş için izin verilmesinin gecikmesinden rahatsız oluyor ve izin başkanına gelip acele etmesi için ısrar ediyorlardı. Ta ki Mina'ya varıp, şeytanı taşlasınlar ve Hac ibadetlerini bitirsinler. Ayetin Özü ile bu rivayet, görüldüğü gibi, bu geleneğin peygamberlikten önceki haline döndüğünü pekiştirmektedir.

Cemreler ise, çakılların atıldığı yerlerdir. Bunlar ilk cemre, orta cemre ve son cemredir. Hacılar günlük olarak oralara üç gün boyunca çakıllar atarlar, ilk günde son cemreye yedi çakıl atarlar. Sonra her üç cemreye ikinci ve güçüncü günde yedişer çakıl atarlar. Sonra, Mina'dan Mekke'ye geçerler. Bazıları cemreyi üç gün yerine iki gün taşlamakla yetinir.

Bu geleneğin kökeni, rivayetlerden ve görüşlerden anlaşıldığına göre, şeytanın bu üç yerde hac ibadetlerini şaşırtmak ya da oğlunun kurban edilmesiyle ilgili olarak gördüğü rüyayı uygulamaktan vazgeçirmek amacıyla ibrahim'e görünmüş olmasıdır. Her nerede ona göründüyse ibrahim onu taşladığından onlar da İbrahim'in izini takip etmek istemişlerdir. Bazı müfessirler İbrahim'in rüyasıyla ilgili ayetlerin tefsirlerinde bu yaklaşımın daha isabetli olduğunu ifade etmişlerdir. İbrahim'in rüyası Saffat sûresinde hikâye edilmiştir:
"Biz de onu halım bir çocukla müjdeledik. Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek bir çağa erişince (İbrahim ona): "Oğlum" dedi. "Gerçekten ben, rüyamda seni boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun" (Oğlu İsmail) Dedi ki: "Babacığım emrolunduğun şeyi yap. inşallah, beni sabredenlerden bulacaksın." Sonunda ikisi de (Allah'ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, İsmail'i kurban etmek için) onu alnı üzerine yatırdı; Biz ona: 'Ey İbrahim' diye seslendik. 'Gerçekten sen, rüyayı doğruladm. Hiç şüphesiz biz, güzel davrananları böyle ödüllendiririz.' Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı. Ve ona büyük bir kurbanı fidye olarak verdik." (Saffât, 101-107)

[B]5) Arapların Mina'da başka bir geleneği daha vardı.[/B] O da Hac ibadetlerini bitirdikten sonra övünme meclisleri düzenlemeleriydi. Müfessirler Bakara 200. ayetin tefsiriyle ilgili olarak bu geleneği kaydetmişlerdir. Hacılar Hac ibadetlerini bitirdikten sonra Mina'da şiir söylemek, ataların ve kabilelerin övünç kaynaklarını bir bir saymak için oturumlar tertibliyorlardı. Ayetin, rivayetlerin naklettiği bu uygulamayı ilham etmesi mümkündür. Özellikle Mina günlerinin bayram, yeme, içme ve dinlenme günleri olduğunu düşündüğümüzde bu yaklaşım daha da isabetli görünür. Bahsi geçen ayet, kişinin dar kapsamlı asabiyet duygularını güçlendiren cah'iliyye böbürlenmeleri, övünmeleri yerine Allah'ı zikretmeyi ve onun nimetlerini dile getirmeyi emretmiştir.

[B]6) Ka'be çevresini tavaf etme Haccın en önemli geleneklerinden biriydi.[/B] İslam'da bu, Haccın rükünlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Hac sûresinin 26 ve 29. ayetlerinde buna işaret edilmiştir. Birinci ayetin metni, varlığı bilinen bir şeyi haber veriyor gibidir. Bu da söz konusu meseleyle ilgili kesinlik ifade edebilecek rivayetlere paralel olarak, bu geleneğin peygamberlikten önce de yürürlükte olduğunu söylemeye elverişli Kur'anî bir delil kabul edilebilir.

Tavaf, Ka'be ziyaretinin merasimleri ya da selamlamasıdır. Ka'be ziyareti iki çeşittir. Biri Umre diğeri Hacc'dır. Birincisi Hac mevsimleri dışında ve Hac niyeti olmadan da yapılabilir. Mekke'ye gelen herkesin ilk olarak bir kere Ka'be'yi ziyaret etmesi yani etrafında tavaf yapması gerekir, gelişi ister Hac için olsun ister olmasın. İster Hac niyeti olsun ister olmasın. Geliş Hac mevsimi dışında ya da hac niyeti olmadan gerçekleşirse Umre diye adlandırılır. Buna ilave olarak Mekke'ye gelenin ya da orada ikamet edenin mescid-i Haram'a gidip Ka'be etrafında defalarca Tavaf etmesi hakkı da vardır. Adı geçen iki resmi ziyaret, Bakara, 158 ve 196. ayetlerinde zikredilmiştir. Bu iki ayet tercihe şayan, görüşe göre, Mekke'nin Fet-hi'nden kısa bir süre önce inmiştir. Bu vakit belirlemeye 196. ayette kaydedilen şeyler yardımcı olmaktadır. Çünkü ayette oraya sokulmama, ya da Hac ve Umre görevlerini tamamlamaktan alıkoyan zorunlu bir durum olması olasılığından söz edilmiştir. Buna ilave olarak her iki ayetin üslubu ve özü şunları söylemeye elverişlidir.
[B]Birincisi[/B]: Bu iki ziyaret peygamberlikten önce de resmi ziyaretlerdi.
[B]İkincisi[/B]: Araplardan bazıları onların her birini ayrı ayrı yapıyordu, bazıları ise onları beraber, bir arada ifâ ediyordu. Şu anda yürürlükte bulunan uygulama ise, Hacılar Mekke sınırlarında ya yalnız Umre niyetiyle yani yalnız Ka'be'yi ziyaret için ihram elbiselerini giyiyorlar ya da onları Umre ve Haccı beraber yapmak niyetiyle giyiyorlar. Birincisi Ka'be'yj ziyaret ettikten sonra ihramını çıkarır ve ihramlı olmadığı zamanlarda kendisine mubah kılınan şeylerden yararlanır. Arafe'de vakfe zamanı gelinceye kadar. Bu sırada tekrar ihrama girer -ihram elbiselerine bürünür-. Ka'be'yi tavaf eder sonra da Arafat'a gider, ikincisi ise, Ka'be'yi ziyaret eder sonra Arafat'ta vakfesini tamamlayıncaya kadar ihramlı kalır. "Umre ile Hac'dan yararlanan" cümlesi birinci durumu kastetmiş bulunmaktadır 196. ayet, Harem bölgesi ahalisinden, olmayanlardan Umre ile Hac arasında yararlananlara bir kurban takdim etmelerini, ya da üç günü Hac'da yedi günü de kendi yurdlarına döndükten sonra tutulmak üzere on gün oruç tutmalarını zorunlu kılmıştır. Bu kurban onların bu sırada nimetlerden yararlanmalarının keffareti kabul edilmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki: asıl ve daha faziletli olan, hacca gelenin Haccın tüm ibadetlerini tamamlayıncaya kadar ihram halinde kalması ([COLOR="blue"]18)[/COLOR] ve Umre ile Hac arasında ihramını çıkarma halinden yararlanmamasıdır. Yine anlaşılıyor ki, Harem bölgesi ahalisinin bu keffaretten muaf tutulması onların orada ikamet etmiş olmalarından kaynaklanıyordu. Onlar diğerleri gibi, dini ibadetlerini yapmak amacıyla yola koyulmuş ve bu mevsimde oraya gelmiş kimseler değildir. Onların sürekli olarak ikamet etmeleri diğerleri gibi kendilerini ibadetlere vermemelerini gerektiriyordu. Bu nedenle onların görevin özünü yerine getirmeleri yeterli görülüyordu. Nafile olarak Tavaf etme ise ihramını çıkarma halinden yararlanarak dışardan gelenlere ve Harem bölgesi ahalisine, ihram elbiselerini giymeden de ifa etme olanağı vermiştir. Biz bu uygulamaların hepsinin ya da en azından çoğunun daha önce de yürürlükte olduğunu tahmin ediyoruz.
İslam'da tavaf ise, Ka'be binası etrafında yedi kere dönmektir. Her bir defasında Haceri Esved'in bulunduğu köşeden başlanır. Tavaf yapan adam taşın bulunduğu noktaya yönelir, Hacer'e ellerini sürer ya da onu öper yahud da işaret eder. Kur'an'da Haceri Esved, onu ellemek ve öpmekle ilgili bir şey olmadığı gibi, bu yedi dönüşe/tavafa ve onların başlangıç noktasıyla ilgili bir açıklama da yoktur. Yalnız bunlar şu ana kadar kesintisiz olarak uygulanan Mütevatir Nebevi Sünnet ile sabittir. Kesin söylemesek de, bu merasimlerin daha önceki şekilleriyle İslam'a geçtiğini tahmin ediyoruz.

([COLOR="blue"]18[/COLOR]) Bu konu daha ilerde tekrar açıklanacaktır.

Haceri Esved, peygamberlikten önce de kutsaldı. İslam ona gösterilen saygıyı, ellerin ona sürülmesi ve öpülmesi adetlerini, Tavafın her bir turuna onun bulunduğu taraftan başlama geleneğini öylece bırakmıştır. Haceri Esved siyah, parlak bir çakmak taşıdır. Rivayet edilen Arap geleneklerine göre gökten indirilmiştir. Belki de O, bazı kişilerin gözü önünde yere düşmüş bir göktaşının bir parçasıdır, Araplar onu kutsamış, semavi bir hediye olarak kabul etmiş ve Ka'be'nin duvarlarından birine koymuşlar sonra da tavaf turlarını oradan başlatmışlardır.
Bunun yanında traş olma ve saçları kısaltma ile ilgili bazı ayetler vardır. Ki bunlar, Allah'a hediye olarak sunulan kurban kesme de dahil olmak üzere tüm Hac ibadetlerini yerine getirdikten sonra, Ihram'dan çıkışın bir işareti gibi zikredilmektedir. Bunlar Bakara 196 ve Feth 27. ayetleridir. Birinci ayet, kurbanın kesilmesi, helal yere ulaşmadan ve kurban kesmeden başı traş etmeyi mahzurlu göstermektedir. Yani kurbanı ancak Ka'be yanında ya da onun bölgesinde kestikten sonra traş olmalarını istemektedir. Hac, 33. ayeti de bunu göstermektedir. Ayrıca başını hastalık ya da haşarelerin zorundan traş etmek durumunda kalan kişiye ibadet niyetiyle herhangi bir keffaret vermesini gerekli kılmaktadır: Bir sadaka, bir oruç bir kurban gibi.
Günümüzde de resmi kurban kesme yürürlüktedir. Hacılar Hac ibadetlerini ve Arafat'ta vakfelerini bitirdikten sonra kurbanlarını kesmektedir. Fakat hacıların Ka'be'yi ilk ziyaretlerinden sonra, resmi bir kurban takdim etmeleri yürürlükte değildir. Eğer Umre ile beraber Hacca niyet etmemişse, kıllarını kısaltmak ya da tıraş etmekle ve normal elbiselerini giymekle ihramından çıkmış olur. Sanıyorum, dışardan gelen hacılar için asıl olanın: Arafat'ta Vakfe'den sonraya kadar îhram'dan çıkmamak olduğuna başka bir karinede budur. Her ne olursa olsun, biz kesin söylemesek de traş olma ve kısaltmanın peygamberlikten önce de ihramdan çıkışın alametleri olduğunu ve hacıların bu eylemlere ancak kurbanlarını adadıktan sonra giriştiklerini tahmin ediyoruz.

[B]7) Biz müslümanm, adı geçen iki Ka'be ziyaretini ihram giymiş olarak yani dikili olmayan elbiselerle eda edeceğini söylemiştik[/B]. Bunun da peygamberlikten önce bir aslının olduğu ortaya çıkmaktadır. A'raf Sûresi'nin ayetlerinden biriyle ilgili olarak siret ve tefsir kitapları kaydediyorlar ki:

"Ey Adem oğullan her mescidin yanında süsünüzü alın..." (A'raf, 31)

Bazı hacılar, İslam'dan önce, Ka'be'nin çevresini çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Ayet bu uygulamayı ayıplamış, elbisenin bir zinet ve saygınlık olmasını, insanların her ibadet anında ve her mescitte saygı ifade eden bir görüntüye bürünmelerini ve kendi süslerini almalarının zorunlu olduğunu belirtmiştir. (19) Bu anlattıklarımıza ve alıntıladığımız rivayetlere göre Araplar, üzerinde normal elbiseleri olduğu halde Ka'be'yi tavaf etmeyi hoş karşılamıyorlardı. Onlar üzerlerinde elbiseleri olduğu halde bazı günahlar ve çirkin işler işlemekten sakınıyorlardı. "Ahmâs" onlara bu elbiseleri indirmelerini ve Ahmâs'ın Hacılara özgü kabul ettikleri ve "Ahmâs'a ait fistanlar" adını verdikleri elbiselerle örtünmelerini yasallaştırmışlardı. Tavaf eden tavafını, Hacı da Hac ibadetlerini bitirince çıkardığı elbisesini tekrar giyerdi. Kendi elbisesiyle tavaf yapanlara gelince bunların tavaftan sonra o elbiselerini giymeleri kendilerine haram olur ve onu atmaları gerekirdi. Buna "Atımlık" adı verirlerdi Ahmas'a ait elbiseleri bulananlar yahut da onu elde etme olanağı olmayanlar, elbiselerini çıkarıp, onları atmakla yitirmek istemeyenler onları tavaftan Önce indiriyorlardı ve kadın olsun erkek olsun orayı çıplak olarak tavaf ediyorlardı.
Çıplak olarak tavaf etme adeti Mekke fethinden sonrasına kadar yürürlükte kaldı. Allah'ın ve Resulünün müşriklerden beri olduğunu bildiren, necis olmaları nedeniyle Mescid-i Haramdın onlara yasak olduğunu ilan eden Tevbe 3 ve 2;8. ayetleri inince ve Hacc-i Ek-ber günü bunlar insanlara tebliğ edilince, tefsircilerin ve ravilerin iki ayetle ilgili olarak kaydettiklerine göre, bu adetin de iptal edildiği tebliğ edilmiştir.
Bununla ilgili bir konu da Bakara 189. ayetin yasakladığı ve müslümanların, hiç bir iyilik ve Allah'a yaklaştırıcı Özelliğinin bulunmadığını ilan ettiği evlere arkalarından girme geleneğidir. Müfessirler bu ayetle ilgili olarak şunu kaydedenler: Araplar -rivayetlerde, yalnız Medine Araplarına özgü kılanlar da vardır- ihrama girdiklerinde ([COLOR="blue"]20[/COLOR]) ihramlı oldukları sürece herhangi bir tavanın onlara gölge etmesini hoş karşılamazlardı. Amaçları başlarını örtmek ve bozulmakta olan ihramlarının bozulmasını Önlemekti. Bu da Ahmas'ın belirlediği sünnetlerden, yasamalardan biriydi. Bir ihtiyaç için evlerine girmek istediklerinde tavanların ya da örtülerin üstünü kapladığı kapılardan girmiş olmamak için arkalarından ve tavanlarından giriyorlardı. Ayet iptal ettiği şeylerle birlikte bu adeti de iptal etti. Çünkü bunda zorluk ve külfet vardı. Burada dikkatleri, erkekler için başı örtmemenin İslam'daki ihramın da şartlarından biri olduğu noktasına çekmek gerekir. Umarım ki bunda da adı geçen geleneğin ta'dili söz konusudur.

([COLOR="blue"]19[/COLOR]) Secdesi olan ibadet ve ibadet mekânına "Mescıd" denir. Rasulullah bir yerde namaz kılmıştı, daha sonra buraya "Rasuİuüah'm mescidi" adını verdiler. Kur'an'da. Yahudilerin Kudüs'teki bir tapmağı için "Mescıd"' adını kullanmış¬tır. Yine Mekke ve Kudüs'ün fethinden önce Kâ'be avlusu 'mescid'' olarak bi¬lmiyordu.


[B]8) Peygamberlikten önceki geleneklerden biri de Safa ile Merve arasını tavaf etmekti.[/B] Bakara 158. ayeti bu geleneğe, açıkça onun eski geleneklerden olduğunu gösteren bir uslubla işaret etmiştir.
Safa ve Merve ([COLOR="blue"]21[/COLOR]) Ka'be'ye yakın kayalık iki tepedir. Birbirlerinden yaklaşık dörtyüz metre uzaklıktadırlar. Rivayetlerde kaydedildiğine göre müşrikler bu iki tepenin yanma bazı putlar koymuşlardı. Onların yanında bazı ayinler yapıyorlar, onlara kurbanlar takdim ediyorlardı. Bu ayinler arasında onları tavaf etmek de vardı. Bu ayetin sebebi nüzulü ile ilgili olarak müfessirler ve ravilerin kaydettiklerine göre Müslümanlar bu iki yeri İslam'dan önceki gibi tavaf etmekten sıkıldılar. Ayet indi ve bu sıkıntılarını giderdi, onları her iki yeri de tavaf etmeyi sürdürmeye teşvik etti. Sa'y diye bilinen Islamî tavaf ise, gidiş-geliş olarak bu iki tepe arasında yedi tur yapmaktır. Hacı bunların birinden sabah erkenden başlayarak yürümeye koyulur. Yol ortasındaki, belirlenmiş alametlerin yanından hızlanarak koşar. Bütün turlarda hep dualar okuyup Allah'ı zikreder. Kesin söylemesek de bu iki tepeyi tavaf etmenin peygamberlikten Önce de var olduğunu, onlar arasındaki turların da İslam'dan sonra yürürlüğe konduğu gibi yedi tane olduğunu tahmin ediyoruz.

[B]9) Bakara 196, Maide 2 ve 97, Hac 28 ve 36, Feth 25. ayetlerde kurbanlıklara ve gerdanlıklara işaret edilmiştir[/B]. Ayetlerin içerikleri ve uslubları güçlü ve açık bir şekilde ifade ediyor ki, bunlar da islam'ın kabul ettiği peygamberlikten önceki geleneklerdi. Hedy/kurban, hacıların, Hac ile ilgili ibadetlerini bitirdikten sonra Allah'a şükür kurbanı kesmek için beraberlerinde getirdikleri hayvandır. Arap hacıları kurbanlıklarına gerdan takmayı adet edinmişlerdi. Yani onlar kurbanın boynuna deriden ince kayış ya da ağaç liflerinden yahud da iplerin fitillerinden gerdanlıklar takıyorlardı. Böylece onun kurbanlık olduğunu ilan ederlerdi. Artık bundan sonra o hayvan haram kabul edilir ve ona dokunulmazdı. İşte "Kalâid" kavramından kastedilen de budur. Onları helal kılmanın yasaklanması herhalde kurbanlıkların boynundan gerdanlıklarını almaktır. Çünkü böyle bir hareket onların hürmetine halel getirir ya da onu saldırı ve soymaya maruz kılar. Hedy; kurban edilmek için tahsis edilen her hayvana denir. Eğer bu hayvan deveden ya da sığırdan olursa "[B]Budun[/B]" adını alır. Hac 36. ayetinde onlara bu isim verilmiştir. Bir tek bedene de/büyük hayvan, birden çok hacının ortak olması caiz görülmüştür. Böylece büyük hayvan birden çok hacı için kurban olur. Belki de "[B]Hedy[/B]" kavramı hediye etmekten türetilmiştir. Çünkü kurban da Hacılar tarafından Allah'a ya da Ka'be'ye bir kurban, sayılır. Bugün müslümanlar kurbanları "[B]Edâhî[/B]" ve "[B]Edhiye[/B]" diye adlandırmaktadır. Bunun İçin hac bayramı, Kurban bayramı Cidu'l-Edhâ) diye de adlandırılır. Çünkü kurbanlar Meş'arı Haram'dan dönüşten sonra kesilir. Bu gün Zilhiccenin onuncu günüdür ve aynı zamanda bayramın İlk günüdür.

([COLOR="blue"]20[/COLOR]) İslâm'da ihram, dikişsiz elbise giymek demektir. Hâzîn'de (I; 493) belirtildiğine göre ihram, haram ayların girişini veya Haram mıntıkaya giriş için kullanılıyor¬du.
([COLOR="blue"]21[/COLOR]) Sözlükte, Safa= sert kaya; Merve= Yumuşak kaya demektir.


Ayetlerin ifade biçiminden kurbanların ve kurbanlık hayvanların ne kadar önemli bir gelenekle ilgisi bulunduğunu çıkarmak mümkündür. Kur'an'da, bu durumu takdir etmiş ve onu İslam'da geçerli kılmıştır. Bundan insanların, özellikle açların, yoksulların ve düşkünlerin faydalandıklarına işaret etmiştir. Kurban kesenlerin zenginler ve gücü yetenler olduğunu, bir çok insanın, daha doğrusu insanların çoğunluğunun fakir olduğunu, Hac ibadetlerini yerine getirmek için yola düştüklerini, bu uğurda zorluklara, sıkıntılara ve mahrumiyetlere katlandığını göz önünde bulundurduğumuzda bu geleneğin Hac zamanlarında ve çevresinde peygamberlikten önce ve sonra ne kadar önemli ve yararlı olduğunu kavrayabiliriz.
Araplar bu geleneği özenle ve saygıyla hatta kutsama ve korkuyla yerine getiriyorlardı. Bu gelenek o kadar etkindi ki, bazı hacılar kendi kurbanlarını serbest otlatmaya bırakırlardı. Özellikle eğer bu kurban gerdanlıktı ise, insanlar onu korur, hiç kimse ona kötülük etmez, dokunmazdı.

Kavilerin kaydına göre ([COLOR="blue"]22[/COLOR]) onların adetlerinden biri de "Develeri sığırları işaretlemeleridir", yani kurban olduğuna işaret olarak sırtında, kanı aksın diye onu hafif şekilde yaralamalarıdır. Onlar bu şekilde yaralanmış büyük hayvana "Şa'îra' işaretli adı veriyorlardı. Bazı müfessirler Hac 32 ve 36. ayetlerinde geçen "Şeâirullah" kavramının belirttiğimiz şekilde yaralanan büyük hayvanlar için kullanıldığını söylemişlerdir. Bizim tahminimize göre bu adet gerdanlıkların yerine geçiyordu. Hemen farkedilebileceği gibi yaralama ve kanın akması, hayvanların boyunlarından çıkarılabilmesi mümkün olan gerdanlıklardan daha kalıcı iki alamettir. İhtimal ki, bazı Araplar kurbanlarına gerdanlık takıyor, bazıları ise, onu işaretliyordu.
Onların adetlerinden biri de kurbanlarının kanını Ka'be duvarına sürmeleriydi. Onlar böylece Ev'in sahibine daha fazla yaklaştıklarını sanıyorlardı. Bazı tefsirci ve ravilerin kaydettiğine göre Hac Sûresinin 37. ayeti buna işaret etmiştir. Ayette kurbanların etlerinin ve kanlarının Allah'a ulaşmayacağı, O'nun insanlardan yalnızca takva ve samimiyet istediği vurgulanmıştır. Bununla söz konusu adet de iptal edilmiştir.
Onlar kurbanlarının etlerinden yemeyi günah sayıyorlardı. Onları fakirlere, yoksullara, yırtıcı hayvanlara bırakıyorlardı. Kur'an kurban sahiplerine dilediklerinde ondan yemelerini, yoksullara ve fakirlere, kanaatkara ve dilenenlere yani istesin-istemesin ihtiyaç sahiplerine yedirmelerini mubah kıldı. (23)
Kurbanlarını Ka'be avlusunda putların ve heykellerin önünde onların adına kesiyorlardı. Hayvanlarla ilgili olarak indirilen Hac 30. ayeti, putların pisliklerinden sakınmanın zorunlu olduğunu emretmiştir. Bu da mutevatir rivayetlere paralel Kur'anî bir delil olarak kabul edilebilir. Pek çok ayet bunu yasaklamada katî bir uslub kullanmıştır. Hayvanların kesimi sırasında Allah'ın adının anılmasının zorunlu olduğu pekiştirilmiş, Allah'ın adı anılmadığı zaman onun bir günah olduğu ifade edilmiştir. Çünkü bu durumda hayvan Allah'ın adına değil başkasının adına kesilmiş olur. Arapların yemekleri konusunda naklettiğimiz ayetlerde bu mesele açıklığa kavuşturulmuştu. Yanısıra Hac mevsiminde kesilen hayvanlarla ilgili olarak indirilen Hac Sûresi ayetleri de meseleye açıklık getirmiş bulunmaktadır.
([COLOR="blue"]22[/COLOR]) Usdu'i-Ğâbe, III; 228
([COLOR="blue"]23[/COLOR]) Hâzin Tefsiri, I, 431-442 ve III, 287-340.


Ma'butlara kurban kesme adeti eski bir adettir. Bu konuda tüm beşeriyet, toplumlarının, çevrelerinin, dönem ve çağlarının farklılığına rağmen birlikte hareket etmiştir. Fakat rivayetler Arapların kurban kesme geleneklerini İbrahim'e dayandırdıklarını kaydetmektedir. Bilindiği gibi İbrahim oğlunu kurban etme eylemiyle denenmişti. Allah, İsmail yerine, daha önce şeytan taşlama geleneğinden bahsederken naklettiğimiz, Saffât ayetlerinde belirtildiği gibi, büyük bir kurban göndermiştir. Onlar kendilerine ulaşan haberlere dayanarak bunun Zilhicce'nin Onuncu gününde vuku bulduğunu biliyorlardı. Haccı ilk olarak başlatanın İbrahim olduğunu bilip, Haccettikleri gibi, ilk kurban kesenin de o olduğunu bilerek kurban kesiyorlardı. Onlar İbrahim'in Ka'be ile ilişkisini ve Ka'be avlusundaki makamını biliyorlardı.

[B]10) Onların geleneklerinden biri de "ihramlı haldeyken" avlanmayı yasak kabul etmeleridir.[/B] Maide 1, 2 ve 94-96. ayetleri ihramlı oldukları halde avlanmayı helal kılmalarını müslümanlara yasaklamıştır. Ayetlerin özü bu geleneğin îslamî olmadığını ifade etmektedir. Bu yasak, İslam'dan önceki bir geleneğin pekiştirilmesi ile ilgilidir. Bu yaklaşımı destekleyen olgulardan biri de Arapların müslümanıyla, müşrikiyle Haram Aylar'da savaşmayı günah saydıklarını ilham eden Kur'an ayetleridir. Onun için burada ele aldığımız geleneği, bu aylarda yani Hac Ayleri'nda savaşmayı yasaklayan geleneğin bir uzantısı olarak görmek mümkündür. Böylece Araplar, bu aylarda kan dökmeyi ve savaşma yasağını o kadar genelleştirmişlerdir ki bu yasağın, avın kanını dökmeyi de kapsadığını kabul etmişlerdir. Ayetlerin üslubu gösteriyor ki; İhramlı halde avlanma yasağı ile ilgili geleneğin etkisi zayıflamış ve artık horlanır hale gelmişti. Tenzil'in Hikmeti onu yeni baştan yerleştirmeyi gerekli gör-müştür. Çünkü Haram Aylar'ın, Hac Ayları'nın, Harem Bolgesi'nin saygınlığını ve hürmet edilmesini sağlamlaştırmış, buralarda savaş¬mayı ve kan dökmeyi yasaklamıştır. Bu geleneğe karşı ilgisizlik ve horlamanın müslümanlardan gelmiş olabileceğini uzak bir olasılık olarak görmüyoruz. Çünkü onlar bu geleneğin kendileri için zorunlu olmadığını sanmışlardır. Zira erken inen Kur'an ayetlerinde bu konuya değinilmemiştir. Özellikle bu ilk inen ayetler, müslümanlara haram Ay'da, Mescid-i Haram'ın yanında saldırıya ve işkenceye uğramalarına karşılık, müşriklerle savaşmayı mubah kılıyordu.

Nitekim bu olgu Bakara 191-194. ayetlerde özellikle de gelecek ayetlerde işlenmiştir.
"Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: "Onda savaşmak büyük (bir günahtır.) Allah katında ise Allah'ın yolundan alıkoymak O'nu inkar etmek, Mescid-i haram'a (ziyaretçilerin gitmelerine) engel olmak, halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır.) Fitne ise öldürmeden beterdir. Eğer güçyetirirlerse, sizi dininizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler." ([B]Bakara, 217[/B])

Maide 96. ayet önceki bir geleneği, bir ölçüde hafifleten İslamî bir yasamayı ihtiva etmektedir. Burada Müslümanlara deniz avı ve yenmesi sınırsız olarak mubah kılınmakta, ihramlı oldukları sürece kara avı onlara haram olarak kalmış olmaktadır. Bu sözü edilen geleneğin hem kara hem de deniz avına şamil olduğunu, ayetin özünden hareketle bir de, Maide 1 ve 2. ayetlerinde avın genel olarak zikredilmesinden hareketle söyleyebiliriz. İslam'da "[B]Hurum[/B]" hali kişinin ihram giyme süresidir. Şöyle ki: Umre ile Hac arasında "[B]hill[/B]" halinden yararlanan ihramlı mahzurlu olan herşeyden istifade edebilir. Av da bunlar arasındadır. Bu sure sadece bir kaç gün bile sürmüş olabilir, yani onun Harem Bölgesi'ne girişiyle ilk resmi ziyaretini yapıncaya kadar ki süre, sonra Arafat'a gidişinden Mina'ya dönüşüne kadar. Buna bağlı olarak, Maide 94-96. ayetlerinde geçen "[B]Hurum[/B]" kavramı ıstılahi bir anlam ifade etmiş olur. İslam'dan önceki anlamını ve kapsamını tesbit etme ve kesin bir şey söyleme olanağımız yoktur. Fakat şunu söyleyebiliriz ki, o zamanlar bu kavram yeni olan İslami-Istılahi kapsamından daha geniş bir anlama geliyordu. Bizim tahminimize göre bu kavram İslam'dan önce ya Haram Aylar'ın zamanını ya da kişinin Haram Bölge'ye girişini yahut da her ikisini ifade ediyordu. Biz sonuncu maddeyi tercih ediyoruz. Yani Arap olan bir kişi Hac Ayları'nı da kapsayan, Haram aylar girdikten sonra ya da Beytu'l-Haram Bölgesi'ne girdikten sonra artık hurum sayılırdı. Her iki halde de kan dökmesi ve savaşması haram olduğu gibi kara ve deniz avının kanını dökmesi de ona haram olurdu. Hurum kavramının her iki durumda da kara ve deniz avının haramlığını birlikte ifade ettiği şeklindeki tercihi destekleyen olgulardan biri de, deniz avının çoğunlukla ancak Haram Bölge'nin dışında gerçekleşebilmesidir. Sonra Haram Bölge'sinde savaşma ve kan dökmenin mutlak olarak yani Haram Aylar'da da Haram Aylar'ın, dışında da haram olarak kabul edilmesi bu görüşü destekleyebilir. ([COLOR="blue"]24)[/COLOR]

[B]11) Daha önce bazı Kureyş ailelerinin Mescid-i Haram'm iman ve Hacılara su dağıtılması konusunda özellikle uzmanlaştığına seri bir biçimde işaret etmiştik.[/B] Bu konu Tevbe 17-20. ayetlerinde değinilen bir meseledir. Âyetlerin üslubu, bu görevleri yerine getirenlerin onu bir şeref vasıtası olarak kabul ettiklerini, bu nedenle başkasına karşı onunla büyüklük taslayabileceklerini, ve yine Arapların bu işe ne kadar önem verdiklerini göstermektedir. Biz, bu zincirleme açıklamamızda tekrar o konuya dönmeyi uygun, gördük. Çünkü birinci olarak bu iki görevi, ikinci olarak da, Kâ'be ve Hac ile ilgili başka görevleri Haccın önemli gelenekleri arasında saymak sağlıklı olacaktır.
Müfessirler ve raviler bu iki geleneğin başka bir geleneği oluşturan "[B]Rifade[/B]" yani hacıları ağırlama ile birlikte, Peygamberin üçüncü dedesi Kusay b. Kilâb tarafından yürürlüğe konduğunu nakletmektedirler. Bu nakillere göre Kusay'ın Kureyş için uygulamaya koyduğu yasalar arasında bunlar da vardı. Böylece onların Allah'ın Haremi'ne ve Hacıları'na karşı görevlerini yerine getirmelerini istiyordu. Zira Allah'ın Haremi'ne en yakın ahalisiydi onlar.
[B]Sikaye[/B], Mekke'ye geldiklerinde, Arafat'a gittiklerinde, oradan Mina'ya döndüklerinde Hacılara su ulaştırma görevini yerine getirmektir. Bu iklim bölgesinde sular azdı ve zorlukla elde edilebiliyordu. Onları hacılara hazırlamak ve ulaştırmak da gerekiyordu Bu görevi yerine getirenler aynı zamanda bir ölçüde tuzlu olan bu suların tadını değiştirmek için, içinde kuru üzüm ya da hurmanın bulunduğu suları da hazırlarlardı. Bu tatlı sular hacıların büyüklerine ve gözdelerine takdim edilirdi. Peygamber döneminde ve Mekke'nin Fethi'nden Önce son olarak bu görevi yerine getiren Peygamberin amcası Abbas b. Abdulmuttalib olmuştur.
Mescid'in imarı ise, Kâ'be hizmetleri, kapılığı ve bekçiliğiydi. Pek tabii olarak bu görevin kapsamına ziyareti kolaylaştırmak, ziyaretçilere yol göstermek, kılavuzluk yapmak, hac ibadetlerini yaparken onlara yardımcı olmak da giriyordu. Bu geleneği elinde bulunduran evin, dini bir niteliğinin olması da uzak bir olasılık değildir. Rivayetler "[B]Hicabe[/B]" adıyla bir gelenekten sözetmişlerdir. Yani Kâ'be kapısını açma, kapatma ve anahtarına sahip olma, koruma geleneği. Öyle sanıyorum ki, hicabe ve İmar bir evde toplanan bitişik bir gelenekti. Ayet, yalnız olarak "[B]îmare[/B]"yi kaydetmiştir.
([COLOR="blue"]24[/COLOR]) Hâzın'de bu goriışû destekleyen husus'lar vardır

Şu ana kadar görebildiğimiz rivayetler içinde birincisi İmare, ikincisi Hicabe olan, iki bağımsız gelenekten söz eden bir rivayet yoktur. Peygamber döneminde ve Mekke fethinden önce bu görevi son olarak üstlenen Talna b. Şeybe olmuştur. Peygamber bu görevi ve geleneği onda ve onun torunlarında bırakmaya karar vermiştir. Şimdiye kadar bu görev onlardadır.
Rifade ise, Arafat ve Mina günlerinde Hacılara yemek takdim etmektir . Mekkeli ileri gelen aileler yemek yedirme noktasında birbirleriyle yardımlaşıyorlardı. Bu boylerden birinin başkanı bu işi üzerine alırdı. Tevbe Sûresi ayetinin Sikaye ve İmare'yi özellikle zikretmesi Rifade'nin diğer iki geleneğe oranla daha az Önemli ve dar kapsamlı olduğunu hissettirmektedir.

[B]12) Mekke'nin ticari faaliyetleri konusunda hac mevsiminde kurulan panayırlardan genel olarak söz etmiştik.[/B] Burada o bilgilere ilave olarak şunları da eklemek istiyoruz: Bu panayırların kuruluşunu Hac geleneklerinden biri olarak saymak sağlıklı olabilir. Çünkü bunlar sürekli olarak belli yerlerde ve belli günlerde kurulurdu. Bu panayırlar bir açıdan Mekke'nin ticari faaliyetlerinin alanını oluştururken, diğer bir açıdan da, diğer Arapların çok yararlı gördükleri önemli bir geleneği meydana getiriyordu. Araplar için hac ve Hac Ayları güven ve huzur ortamının egemen olduğu gidişler-gelişler için önemli bir fırsat oluşturuyordu. Hep birlikte bu panayırlarda bulunuyor, eşyalarını değiştiriyor, ihtiyaçlarını temin ediyor, gerekli gördükleri şeyleri satın alıyor ve daha başka pek çok yararlarını görüyorlardı. Tevatür yoluyla gelen rivayetlere göre Araplar Şam'dan, Necd'ten, Irak'tan, Yemen'den, Tihame'den, Bahreyn'den ayrı ayrı kabilelere, çevrelere lehçelere ve inançlara bağlı olmalarına rağmen Hac mevsimine ve panayırlarına geliyor-katılıyorlardı. Daha önce bu noktayla ilgili bir açıklama yapmış ve bu yaklaşımımızda Hac Sûresi ayetlerinden birindeki "Bütün uzak yollardan gelen..." cümlesini eas almıştık. Sonra onların bu panayırlarda özellikle başka fırsatları da oluyordu. -Çünkü hac günleri, onların her problemi için yeterli değildi-. Övünme, şiir söyleme, şairler arasında yarışma meclisleri düzenlemeleri, gece sohbeti halkaları tertiplemeleri, problemlerin çözümü, karmaşık meselelerin sağlıklı biçimde halledilmesi ve bütün bunlar için oturumlar düzenlemelerde ele geçmez olanaklar sağlıyordu panayırlar. Yanısıra, haberleşme kolaylığı, düşüncelerin yayılması ve konuşmaların yapılması için, liderlerin eşrafın, şairlerin ve hatiplerin tanışmalarına güzel bir imkan hazırlıyordu.
Siret kitaplarının tevatürle bildirdiklerine göre, Peygamber bu panayırlar fırsatını ganimet bilip, Arap elçilerini, eşrafını karşılamaya, Rabb'inin Risaleti'ni onlara arzetmeye ve onlara Kur'an okumaya koşuyordu. Nitekim Yesrib elçileriyle buluşması ve kendisiyle onlar arasında antlaşmanın tamamlanması da buralarda gerçekleşmişti. Bu olay neticesinde ancak Büyük Hicret olayı gerçekleşebilmişti. İslam çağrısının başarıya ulaşmasında ve parlak nurunun yükselmesinde bu olayın ne denli büyük etkisi olduğunu burada izaha gerek yoktur sanırım. Biz bu panayırlara gelenlerin sırf müşrik Araplar olmadığını, bunların yanında Hıristiyan Arapların ve Medineli Yahudilerin de bu panayırlara katıldığını sanıyoruz. Bunların bir kısmı misyonerlik faaliyetleri bir kısmı da ticaret için geliyordu. Onlardan Hac ibadetlerinin bir kısmına katılanların olması da düşünülebilir. Kıble'nin Kâ'be'ye tahvili ile ilgili olarak indirilen Bakara Sûresi'ndeki bazı ayetler bu yaklaşımı doğrular. Çünkü bu ayetlerde Ehl-i Kitab'ın bu değişikliğin hak olduğunu bildikleri, oğullarını tanıdıkları gibi bu gerçeğin de farkında oldukları kaydedilmektedir.

"Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Nerede olursanız, yüzlerinizi o yöne çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rab'lerinden bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil olmayandır. Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü ayeti (delili) getirsen, yine de onlar senin kıblene uymaz, sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. (Hatta) onlardan bir kısmı, bir kısmının kıblesine de uymaz. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların nevalarına uyacak olursan, kuşkusuz o zaman zalimlerden olursun. Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen, içlerinden bir bölümü bildikleri halde mutlaka gerçeği gizlerler." ([B]Bakara, 144-146[/B])

Sonra Kus b. Saİde ya da Kus beni Saide el-Eyadi'nin Hac mevsimlerinden birinde yaptığı konuşma arap rivayetlerin en meşhurlarındandır. Ve Kus tercihe şayan görüşe göre Hıristiyan bir kişidir.
Tüm bu faaliyetlerin oraya gelen Araplar üzerinde sosyal ve edebî büyük etkileri olduğu söylenebilir. Oraya gelip toplanan, oradan ayrılırken dağarcıkları haberlerle, zihinleri şiirler, konuşmalar ve veciz sözlerle dolu bulunan, zihinlerinde değişik tablolar Ve sahneler canlanan insanlar arasında, yani Arapların birbirlerine yakınlaşmasında, zihinlerinde ortak bir ulusalcılığın anlamının yer etmesinde, dillerinin birleştirilmesi ve arındırılmasında, İslam'dan önce başlamış bulunan gelişme hareketini diriltme ya da güçlendirmesinde önemli rol oynadığında kuşku yoktur. İslam'dan önce başlayan bu hareket ve gelişme neticesinde onlar putperestlik dininden, şirk dinine gelmiş, sonra da şirk koşulan ortakları Allah katında şefaatçi olarak görmeye başlamışlar, Ehl-i Kitap arasındaki ayrılığı, tartışmaları hoş karşılamamışlar ve onları bu yönden ayıplamışlar, kendilerinden bir peygamberin gönderilmesini temenni etmiş ya da bu beklentide olmuşlardır. Kendilerine bir uyarıcı geldiğinde Ehl-i Kitab'ın her iki kolundan da daha doğru bir yola gireceklerine yemin etmişlerdir. Sonra onlar arasından muvahhid bir sınıf çıkmış, kavimlerinin tutum ve davranışlarından tiksinmiş, yeryüzünde dolaşarak İbrahim'in milletine/dinine çağırmışlar ve ona uygun olarak ya da ona uygun olduğunu sandıkları bir biçimde ibadet etmeye başlamışlardır. Yanısıra Araplar Ehl-i Kitab'ın ve başkalarının yanında bulunan dini ve dini olmayan pekçok kültürleri iktibas etmişlerdir.
[B]5. Haram Aylar[/B]

Kur'an ayetlerinden, pratik ve açıklayıcı değeri bulunan konuyla ilgili kaydedilen rivayetlerden hareketle Haram Aylar'ın Arapların sosyal yaşamlarında özellikle de peygamberlikten önceki Peygamber çevresinde büyük etkisi olduğu söylenebilir. Savaşların sürekli olarak devam ettiği, saldırganlığın yürürlükte olduğu, insanların kendi keyfi istekleri, kinleri ve asabiyetleri peşinde sürüklendikleri bir ortamda onların gelişiyle herşey onlara duyulan ve hürmet sayesinde güllük gülistanlık oluyordu. Tüm insanlar kapsamlı ve tabii bir huzur ve barış ortamına giriyordu. Bu sırada birbirleriyle düşmanlıkları, aralarında kan davaları bulunan insanlar, haram sayılan Beytullah'ın bölgesinde ve bu bölgenin dışında karşılaştıkları hal¬de aralarında herhangi bir sürtüşme, kötülük ve savaş çıkmıyordu. Hatta daha önce belirttiğimiz gibi, bu ayların hürmetine halel getirir, saldırı ve kan dökme anlamına gelir düşüncesiyle bu aylarda avlanmayı bile yasaklamışlardı. Kur'an'da bu aylarla ilgili bir dizi ayet vardır. Şimdi bu ayetlerden daha önce verdiklerimizin dışında kalanları verelim:

[B]1 [/B] Haram ay, haram aya karşılıktır; hürmetler (de) karşılıklıdır. Öyleyse kim size saldırırsa size saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak Allah, sakınanlarla beraberdir. ([B]Bakara, 194[/B])

[B]2[/B] Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekatı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. {[B]Tevbe, 5[/B])

[B]3[/B] Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesap (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin. ([B]Tevbe, 36[/B]) Ayrıca Bkz: (2/217; 5/2, 94-97, 9/37)

Bu ayetlerde Haram Ay'lar'a gösterilen saygının peygamberlikten uzun bir zaman önce, o dönemdeki Arapların başlangıcını bilmeyecekleri kadar eski bir gelenek olduğunu gösteren açık tanıklar vardır. Yine bu ayetlerde söz konusu geleneklerin İslam'da da eskisi gibi kabul edilip korunulmasi gerektiği de belirtilmiş olmaktadır. Tevbe 36. ayeti birinci olarak bu geleneğin eski şeklini bildirip onu ikrar etmekte; ikinci olarak da Haram Aylar'ın belli ve değişmez aylar olduğunu bildirmekte, daha önce belirttiğimiz şekilde, aslında haram olmayan ayı haram kılan ve haram olan ayı da helal kılan, ayları ileri geri alan Nesi' bid'atına karşı saldırıya geçecek olan 37. ayete zemin hazırlamış ve onun için bir giriş olmuştur. Ayetin saldırıya geçişinden anlaşıldığına göre Haram Aylar'm saygınlığı sabittir. Belli ayları vardır. Onlarla oynanamaz. Veya yine anlaşıldığına göre, ayet ona saygı göstermenin Önemini takdir etmeyi amaçlamıştır. Tevbe Sûresi'nin 5. ayeti savaş halindeki ve saldırgan bir tutuma sahip müşriklerle savaşmayı Haram Aylar'ın çıkışma kadar geciktirmeyi emretmektedir. Nitekim Maide 2. ayeti de Haram Ay'ın saygınlığını ihlal etmeyi yasaklamaktadır. Bunların hepsi de söz konusu ayların İslam'da da hürmete ve saygınlığa sahip olduğunu ispat etmektedir. Yanısıra, ayetlerin özü, bu hükümleri yerinde bırakmanın daha önce yürürlükte bulunan bir uygulamanın kabul edildiğine işaret etmektedir. Maide 97. ayeti ile Haram Ay'ın saygınlığının insanlara sağladığı büyük yararlara işaret edilmektedir. Çünkü bunda, Kâ'be'de olduğu gibi, onların yaşamlarının belkemiğini oluşturan bir uygulama söz konusuydu.

Daha önceki bir münasebetle Kureyş müşriklerinin Peygamberin Seriyyeleri'nden birinin Haram Aylar'm ilk gününde düzenledikleri bir saldırıyı nasıl kullanıp-somürdüklerini, nasıl yaygarayı bastıklarını, ihlaslı müslümanların bile bundan bir ölçüde etkilendiklerine dikkat çekmiştik. Bu olaydan sonra Bakara 217. ayeti inmiş ve onların bu eylemlerini temize çıkarmıştı. Çünkü müşrikler daha önceleri müslümanları Haram Aylar döneminde Mescid-i Haram' dan alıkoymuş, onlara bu zamanlarda bile saldırmış, işkence etmiş ve onları dinlerinden döndermeye uğraşmışlardı... Bu yaygara ve onun etkisi, Haram Aylar'a gösterilen saygının Arapların gönülleri üzerinde ne denli büyük bir etkisi, alabildiğine önemli bir kutsallığı bulunduğunu gösteren en canlı delillerdir.
Etkin, egemen herhangi bir otoritenin bulunmadığı, ahali arasında sürekli karşılıklı saldırıların, başkaldırmaların gözlendiği, çeşitli türleriyle asabiyetin katı ve güçlü olduğu, bağnazlığın ve hamiyetin köklü olarak yer ettiği ve aynı zamanda pekçok ihtiyaçları bulunan; müşteri ve tüketici bekleyen ticareti; ürünlerini ve meyvelerini tüketmeleri, değiştirmeleri gereken çiftçileri; iğneden ipliğe, kapkacaktan elbiseye varıncaya kadar her türlü senelik ihtiyaçlarını temin etmek, ellerindeki irili-ufaklı hayvanları, yünleri, kılları ve tüyleri satmak durumunda olan köylüleri bulunan bir çevre/bir toplum için bu geleneğin ne kadar önemli ve büyük bir fonksiyona sahip olduğunu daha fazla açıklamaya gerek görmüyoruz. Eğer bu genel barış havası olmazsa onların hali nice olacaktı? Şu panayırlar onun sayesinde kurulmuş olmasaydı, onlar da buralara gelmemiş olsalardı ne olacaktı? îşte bunların hepsini Maide 97. ayeti apaçık Kur'an icazı ile ifade etmiş bulunmaktadır. Ayetlerin özünden anlaşıldığına göre, Araplar, Haram Aylar'ın saygınlığına, barışına kutsal bir biçim veriyor ve onu dini bir boyayla boyuyorlardı. Kuşku götürmez bir gerçektir ki; onlar bu ayların saygınlığını çiğneyen kişinin, onun kutsallığına hakaret edenin kendileri için kötülük, pislik ve uğursuzluk kaynağı olacağına inanıyorlardı. Çünkü onların dindarlıklarının temelini başka fasıllarda belirteceğimiz gibi bu olgu meydana getiriyordu. İşte söz konusu saygınlığı ve kutsallığı ayakta tutan, onu çiğnenmek ve ayak altına alınmaktan kurtarıp koruyan bu inanç olmuştur.
Görüldüğü gibi, Kur'an'da Haram Aylar belirtilmemiştir. Yalnız kopmayan tevatür onları kesinlik ifade edecek şekilde belirtmiştir. Bunlar, Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem'dir. Son üç ay, aynı zamanda Hac aylarıdır. Daha önceki bir münasebetle bunu açıklamıştık.

Ya da en azından İslam'dan önce böyle olduğunu belirtmiştik. Recep ayma gelince rivayete göre O "[B]Mudar'ın receb'i[/B] ([COLOR="blue"]25[/COLOR]) diye adlandırılıyor. Tercîb yani "Ta'zim" kökünden türetilmiştir. ([COLOR="blue"]26[/COLOR]) İbn Sa'd'ın Tabakat'ında bildirildiğine göre (27) Mekkeliler receb'te dini bir bayram kutluyorlardı. Receb ayındaki bu bayramın Mudar kabilelerine ya da Hicaz kabilelerine ya da bazılarına Özgü özel bir bayram olması uzak bir olasılık değildir. Bu bayramın söz konusu ayın saygınlık kazanmasında temel etken olabileceği de düşünülebilir. Böylece onlar Mekke'de dini kutsal bir barışın gölgesinde gelip-gidebiliyor ve ibadetlerini rahatlıkla yerine getirebiliyorlardı. Tabii ki bu soz konusu ibadet saygınlığının Mudar ve Hicaz kabilelerine mahsus bir ay olarak kaldığı anlamına gelmez. Aksine biz bu saygınlığın tüm diğer Araplara da yayıldığına ve Recep ayının başlangıcı bilinmeyen bîr zamanda Haram Aylar'ın ayrılmaz bir parçası haline geldiğine eğilim duyuyoruz, saygınlık ve kapsamları açısından hiçbir ayrıma girmeden Haram Aylar'dan söz eden, senenin on iki ay olduğunu bunlardan dördünün Haram Aylar olduğunu mutlak ve genel bir biçimde ifade eden ve Hicaz ülkelerinin Arapların kalblerinin attığı yer, dönüp-dolaştikları yerin merkezi ve hac ettikleri kutsal mekan sayıldığı bir zamanda inen Tevbe 36. ayeti, sonra bu konudaki rivayetlerden de anlaşıldığı gibi, Arapların Haram Aylar arasında ayırım yapmamaları ve bu ayı da saygınlık ve kutsallıkta diğerlerine eşit olarak kabul etmeleri, bizim yaklaşımımızı pekiştirmektedir.

([COLOR="blue"]25[/COLOR]) Hâzin, II, 230 da nakledilen bir hadiste
([COLOR="blue"]26[/COLOR]) Nesefı, II, 230 Hâzin'ın kenarında. T1 VIII, 9 iıyon baskısı


Şimdiye kadar görebildiğimiz kadarıyla Haram Aylar'ın say¬gınlığını ne zamandan beri kazandığını bildiren bir şey yoktur. Makul olan odur ki, bu saygınlık Hac mevsiminin, geleneklerinin ve panayırlarının oluşumundan ve Recep ayının Mudarlı ya da Hicazlılara göre dini bir mevsim olarak kabul edilişinden, intikam esasına dayalı bir takım olayların meydana gelişinden, bu mevsimler sırasında asabiyet saikleriyle insanlar arasında patlak veren ve kanların akmasına neden olan vak'aların ortalığı kaplamasından, güvenliğin ihlal edilmesinden, Mekke'ye gelen hacıların kesilmesinden, Hac ibadetlerinin yapılamamasından, insanların Hac mevsimleri ve panayırlarında elde ettiği menfaatlerin zedelenmesinden sonra bu aylara verilmiştir. İşte kargaşa ve anarşik durum nüfuz, otorite, ileri görüş ve parlak şöhret sahibi bulunan liderleri, başkanları harekete geçirmiş, insanların Hac ibadetlerini, ziyaretlerini, kurbanlarını kolaylıkla yerine getirmeleri ve ihtiyaçlarını gidermeleri için Haram Aylar ve onların getireceği barış havasını farz kılmıştır. Muhtemelen bu farz koyma eylemi Mekke liderlerinden ve otorite sahiplerinden, kendilerine özgü bazı imtiyazları, dinî yasama yapma yetkileri bulunan, daha önce belirttiğimiz gibi, insanların onların koyduğu kurallar üzerinde yürüdüğü, onların verdikleri direktifleri yerine getirilmesi gereken dini bir görev ve yasa olarak algıladıkları "[B]Ahmas[/B]" sınıfından gelmiştir. En azından Ahmas sınıfı da onlara zemin hazırlamış ve onu ikrar ve kabul etmede onlarla birlikte hareket etmiştir. Bu yaklaşımın doğruluğunu gösteren delillerden biri de Mekke'nin o şartlardaki konumudur. O sırada Mekke tüm Araplar tarafından saygı duyulan dini bir merkez olarak kabul ediliyor ve Mekke liderleri Haram Aylar'ın saygınlığına büyük özen gösteriyorlardı. Onu korumak uğrunda, yaptıkları çalışmalar, Bakara 217. ayetinin de işaret ettiği gibi, müslümanlardan meydana gelen olay karşısında müslümanlara ve Peygamber tepkileri ve yaygaraları neticesinde bir çok müslüman hatta bizzat Peygamber'i bile etki altında bırakmaları, bunun üzerine söz konusu ayetin inişi, Kur'an'ın bu ayların saygınlığını korumakla ilgili uyarıları ve onları çiğnemeyi yasaklamakla ilgili emirlerin kesinliği, az önce naklettiğimiz ayetlerde açıkça görüldüğü gibi, bunlarda Arapların pek çok yararlarının olduğuna dikkat çekmesi... Siret rivayetleri ve hadis kitapları Mekke liderlerinin ziyaretçilerinden birine karşı yapılan saldırı karşısında birbiriyle sözleşerek, bundan böyle Mekke'de zulme uğrayan birini gördüklerinde onun hakkını kendisine verene kadar onun yanında, zalimin karşısında yer alacaklarına yemin ettiklerini ve bu antlaşmanın Hilfu'l-Fudûl diye bilinen sözleşme olduğunu Peygamberin onunla ilgili olarak "Eğer onun gibisine tekrar çağırılsaydım kabul ederdim" buyurduğunu kaydetmektedir. Yanısıra Ficar harbini ve günlerini de zikretmektedir. Bu savaşın Haram Ay'da bir kişiyi öldüren bir topluluğa karşı yapıldığı, Peygamberin de genç yaşta ona katıldığı bazı amcalarına ok hazırladığı bildirilmektedir. Bunların hepsi Mekke liderlerinin Haram Aylar'ın saygınlığına özellikle dikkat ettiklerini göstermekte ve bu konuda yapılacak ilk çalışmanın onlardan gelmiş olabileceği ihtimali daha ağır basmaktadır.
Haram Aylar'da kutsal barış yasasını çıkaran liderlerin, sözü geçerli kimselerin ya da Ahmas'm dini mevsimlerin saygınlığını koruma, insanların onlara güven ve huzur içinde katılmalarını sağlamada daha öte bir amaç güdüp-gütmedikleri soruşturulabilir.
Bununla İlgili olarak aklımızda bir görüş şekillenmektedir. Yalnız onun parlak bir şey olduğunu kesin söylemiyoruz. Bize göre bu yasama eyleminde bulunanlar sözü edilen amaçtan daha ileri bir hedefi de amaçlamışlardır: Arapların arasındaki vuruşmaların, savaşların ve kinlerin etkisini azaltmak, aralarında dostluk, sevgi ve birlik bağlarını sağlamlaştırmak... Bu yapı, onlar arasında bir tek düzlemde genel bir dayanışmaya girmeleri, onu savunmaları, meydana gelebilecek tehliki ve kriz durumlarından korunmaları, insanları sarstıkça sarsan büyük olaylara karşı himaye etmeleri için bir kolaylık sağlayacaktır. Çünkü başkanlar bunlara karşı hazırlıklı olmak, zaman zaman başlarını saran felaketleri bertaraf etmenin yollarını bulmak için düşünür olmuşlardı. Muhtemelen Ahbaş'ın (Habeşistanlılar ya da bir sınıf) Yemen'e karşı savaşları bu etkenlerden ve tehlikelerden biriydi, ya da önemli olaylardan biriydi. Ayrıca Arap aylarının isimlerinde bu görüşü pekiştiren bir dayanak bulmamız da mümkündür.
Sağlıklı olduğu kabul edilebilecek rivayetlere göre, bilinen Arap aylarının adlandırılması daha önceleri kabul edilen eski isimler olarak kalmamıştır. Onların herbirine yeniden isimler verilerek bu isimler elde edilmiştir. Ramazan ismini "[B]r[[/B]B]emza[/B]" yani aşırı sıcaklıktan kaynaklanan kökünden geldiğini de düşündüğümüzde, ki pek çok kişi bu görüşte olduğunu ifade etmiştir. "Rebiulevvel" ve "Rebiussani" aylarının adlandırılmasında mevsimlik bîr işaret olduğunu değerlendirdiğimizde yeni isimlerin yaz mevsiminde verildiğini söyleme olanağı elde ederiz. O sırada Ramazan ayına denk gelen ay yaz aylarının en aşırı derecede sıcak olanıydı. Onun için bu aya Ramazan ayı adı verildi. Ondan önceki Şaban ayı ve ondan sonraki Şevval ayı Ramazan ayı ile birlikte yaz aylarını oluşturmuştu. Yaz aylarının sıcaklığı insanları eylemlerden, daha tabii olarak da aşırı sıcaklığın ve su kıtlığının egemen olduğu bir ülkede savaştan ve savaşa koşmaktan alıkoyuyordu. Daha sonra Zilkade, Zilhicce ve Muharrem geliyordu. Bunlar aynı zamanda Hac Ayları'ydi. Yeni adlandırma sırasında mevsim sonbahardı. Onlarda da savaşmak yasaklandı. Daha sonra Receb'te de savaşmak yasak kabul edildi. Böylece yedi aydan oluşan bir zincir oluşturuldu. Bu aylarda savaşmaya imkan yoktur. Bu yedi ayın dördü Haram aylardı. Üçü ise aşırı sıcaklığın egemen olduğu yaz aylarıydı. Muharrem'den sonra peşpeşe gelen beş ayda ise, Araplar ot-otlak, mera peşinde dağılıyordu. Böylece kışı ve ilkbaharı geçirmiş oluyorlardı. Ancak Haram Ay-lar'dan Receb'in dönüşüyle onlarda tekrar yerlerine dönüyorlardı ve bu hareket sürekli olarak böyle sürüp gidiyordu. Eğer bir harb ya da bedevilik hayatının, arap asabiyetinin gereği olarak bir savaş ve saldırı yapılması gerekiyorsa beş ay bunun için yeterliydi. Bunlar esnasında insanlar öfkelerini dindirip, asabiyetini köreltebelirdi. Yanı sıra yedi ayda arka arkaya barış içinde yaşamları onlara meselelerin problemlerini çözmeleri için zaman ve zemin hazırlamaya yeterdi. Özellikle bu tür problemlerini Hac mevsiminde, panayırlarında ve toplantılarında gündeme getirme olanakları fazlaydı. Halkın öfkesini dindirmeye ve onları sükûnete kavuşturmaya elverişli bir ortamdı.
Eğer bu görüş sıhhatli olup da kabul görürse, o zaman bu çok değerli, kadri yüce adetin (sünnetin), Arap Yarımadasında bir çok Önemli olay ve perişanlıklardan sonra, toplumsal ve düşünsel kalkınmanın öncülerinin belirmesinde çok etkin bir zemin hazırladığını söylemeye hakkımız olduğunu sanıyoruz.
Az önce bir münasebetle değindiğimiz Haram Aylar'ın ileri geri alınmasını esas olan Nesi bid'atı da bu görüş ve bunun temel esprisi için bir yapıtaşı olabilir. Çünkü Kamerî olan Arap Ayları zamanla dönüyordu. Kış aylan yaz aylarına yaz aylan da kış aylarına geçiyordu. İşte bu bid'atın çıkarılmasıyla senenin mevsimleri takip ediliyor ve Kamerî senenin hesabı Şemsî seneye göre yapılabiliyordu. Sonuçta Hac Mevsimi ve panayırlar sonbahara denk getiriliyor ve yedi ay boyunca savaştan el çekmek geleneği sabit ve yerinde kalıyordu.
Biz bunu söylerken, bir takım rivayetlerin Nesi'in bazı zamanlarda, insanların daha önce başlattıkları bir savaşı ya da intikam talebini tamamlamalarına zemin hazırlaması için onların isteğiyle gerçekleştiğini kaydettiklerini biliyoruz. Ama yine de bu işin aslında senenin mevsimlerini düzenlemek, Hac aylarını zorluk çekmeden gidip-gelme imkânı sağlayacak bir uygunluğa kavuşturmak, düzeltmek için çıkarıldığını tercih ediyoruz. Eğer bu nesi, savaşlar ve intikamlar için de istenir olmuşsa, bu daha sonraları olmuştur. Ya da bu bid'atın kullanılması şeklinde bir uygulama olmuştur. Muhtemelen, Kur'an'ın Nesi Bid'atına karşı saldırısı, onu kötüye kullanma nedeniyledir. Bundan böyle insanlar Haram Aylar'ı çiğnemeye ve yararlı gelenekleri bozmaya cesaret edemesin içindir.

Her ne olursa olsun, bu geleneğin önemi Arapların sosyal hayatındaki etkisi değişik yönleriyle güçlü ve kapsamlı olarak ortaya çıkmaktadır. Sonra bu gelenek ve onun etkisi aynı zamanda onu ilk olarak tesis edenlerin güçlü akıllarını, parlak görüşlerini, geniş nüfuzlarını ve etkilerini de yeterli derecede yansıtmakta ve göstermektedir.
Bu konuda işlenen Kur'an öncesi Araplar arasında yaşatılan ve sonradan Kur'an tarafından da onaylanan bir takım geleneklerin kökenleri ıçin, Peygamberler tarihine ve özellikle Uz, İbrahim (a) in etkilerine dikkat edilmelidir. (Çev.)

dost1 23. May 2011 08:57 PM

[B]D) SOSYAL VE İDARİ DÜZEN[/B]

[B]1. Hükümet Güçleri[/B]

Medeni dünya ile ilişkisi bulunan ve ahalisi küçümsenmeyecek derecede medeni olan, pek çok şehirleri ve kasabaları, köyleri bulunan tedkik ettiğimiz çevre gibi bir çevrenin, incelediğimiz asır gibi bir asrın herhangi bir şekilde hükümet güçlerinden ve yargı organlarından yoksun olması pek tabii olarak makul karşılanamaz, insanların içlerine korku salan, bazılarının haklarını koruyan, adetlerini, geleneklerini, değişik görevlerini yerine getiren, azgınları, kötüleri, bozguncuları ve sapıkları durduran, onlara hadlerini bildiren bir hükümet olmadığını söylemek bunların hepsinin yalnız asabiyetin dağılımı ve organizesi ile gerçekleştiğini -ki sosyal asabiyet ne kadar güçlü ve etkili olsa da- ifade etmek doğru olamaz.

Biz bu konuda sözkonusu asrın ve çevrenin üzerinde egemen bulunan idare düzeninin şeklini Kur'an'daki açıklamalardan ve karinelerden çıkarmaya çalışacağız.

[B]1[/B] Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; Peygambere itaat edin ve sizden
olan emir sahiplerine de... (Nisa, 59)

[B]2 [/B] Kendilerine güven ya da korku haberi geldiğinde onu yaygmlaştırıverirler. Oysa bunu peygambere ve onlardan olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan sonuç çıkarabilenler, onu bilirlerdi... (Nisa, 83)

Bazı müfessirlerin dediklerine göre Ulu'l-Emr, önderlik, liderlik, başkanlık ve güç sahibi kimselerdir. Ayetlerden çıkan anlamın da böyle olduğu tercihe şayandır.
[B]Burada mesele şudur[/B]:
Bu kavram peygamberlikten önce de kullanılıyor ve ondan liderlik, başkanlık ve güç sahipleri kastediliyor muydu? Sonra mesela Mekke'de, Taif te, Yesrib'te bu isimle anılan hüküm, güç ve başkanlık sahibi kimseler var mıydı?
Biz bu soruya olumsuz ya da en azından kuşkulu olarak cevap vermeye eğilim duyuyoruz. Özellikle Kur'an'ın ilhamlarına kulak verdiğimizde bu eğilimimiz daha da güç kazanacaktır. Eğer bu hüküm ve idareden, varlığı bazı yükümlülükler getiren ve iradesini yürürlüğe koymak için bir güce dayanan, varlığında ve idaresini yürürlüğe koymada bir kuvveti olan hükümetleri kastediyorsak, Kur'an'da ve bu ayetlerde buna benzer ve onları kasteden herhangi bir şey yoktur. Bu anlamda hükümet güçlerinden düzenli ve etkili yargılardan söz etmek mümkün değildir.

Ayetlerin üslubu, o ana kadar var olmayan ve daha alışılmayan bir otoriteyi tesis etme, ona güçlü ve etkili bir yürütme olanağı sağlama zemini hazırlama çabasını ilham etmektedir.

Fakat bu, önemli olaylarda ve işlerde başvurulan, insanların korkuyla karışık olarak saygı duyduğu, herkese kendi haddini bildirecek ve itaat etmesini sağlayacak otoriteler hiç yoktu, demek değildir. Bazı ayetlerde ve Kur'anî ifadelerde ve bir takım siret rivayetlerinde bazı deliller ve olaylar bu türden bir şeyin var olduğunu göstermektedir.

Mesela Meryam Sûresi'nin aşağıdaki ayetinde "Nâdiy" kavramı geçmektedir.

"Onlara apaçık olan ayetlerimiz okunduğunda, o, küfre sapanlar, âmân edenlere derler ki: "İki gruptan hangisi makam bakımından daha iyi ve topluluk (Nâdiy) bakımından daha güzeldir?" (Meryem, 73)

'Alâk sûresinin aşağıdaki ayetlerinde de "Nadîy" kavramı yer almaktadır:

"Hayır, eğer o, bir son vermeyecek olursa, andolsun onu alnının ortasından tutup sürükleyeceğiz. O yalancı günahkâr alnından. O zaman da meclisini (Nadiye) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız." (15-18. Ayetler)

Müfessirler "[B]Nâdiy[/B]" kavramını toplumun meclisi ve şûra yeri binası olarak açıklamıştır. "[B]Nâdiy[/B]" kavramını da o şekilde... Meryem ayetinin özü kafirlerin, müminlere karşı meclisleri ve güçleriyle meydan okuduklarını ve övündüklerini ilham etmektedir. Alak ayetinin temel esprisi ise, Kur'an'ın tağuti güçlere dilediklerini yapmaları için Meclislerini çağırmaları şeklinde meydan okumasıdir. Allah onları, Zebanileri -emirlerini yerine getiren (melekleri) nin gücü ile tehdit etmiştir. Sonra Peygamber'e (s) de tehdidinden ve vaidinden kuşku etmemesini hatırlatmıştır. Burada dikkatleri çeken başka bir nokta da Mer¬yem Süresindeki ayetten sonra gelen ayetin kafirler için bir uyarı şek¬linde ifade edilmesidir. Onların meydan okuyuşlarına ve tehditlerine karşılık olarak: Onlar ilerde kimin askerî güç yönünden zayıf olduğunu bilecekler, görecekler şeklinde cevap vermesidir: "Kimin durum ve konum olarak daha kötü, asker açısından daha zayıf olduğunu öğrenecekler" Meryem, 75. Bunlardan hareketle müminlere karşı "Nâdiy"leriyle böbürlenenlerin Mekke'deki iktidar, güç sahipleri olduğuna bir delil olarak kabul etmek mümkündür.


Enfal Sûresi'nde kafirlerin Peygamber'e tuzak kurmalarını hatırlatma türünden şu ayetteki uyarı yer almaktadır.

"Hani o küfre sapanlar, seni tutuklamak ya da öldürmek veya se¬ni sürgün etmek amacıyla, sana tuzak kuruyorlardı." (Enfal, 30)

Müfessirler "[B]lîyusebbitûke[/B]' yerine çakmak için kavramının "seni hapsetmek için' anlamında olduğunu açıklamışlardır. Kavramın özü, tefsircilerin "[B]Yusebbitûke[/B]" kavramını doğru olarak açıkladıklarını ilham ettiği gibi "Yuhricûke" ifadesinden kastedilenin de "sürgün etme" olduğunu göstermektedir. Bu da, Mekke'de sürgün etme ve hapsetmeye gücü yeten bir güç ya da otorite bulunduğunu göstermektedir.

Kur'an'da "çıkarma" (ihrâc) ifadesinin yalnız olarak veya hicret kavramı ile birlikte yer aldığı bir takım ayetler vardır. Bunlara bakalım:
[B]1[/B] Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolunda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler... (Al-i İmran, 195)

[B]2 [/B] Onlar yalnızca: "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. (Hac, 40)

Ayetlerde geçen "[B]ihrac' [/B]çıkarma kavramı ilk etapta zor durumda kalan müslümanların çıkışlarını ve hicretlerini işkence ve eziyetten kaçışlarını hatırlatsa da bunlarda zorla, güç ile çıkarma ve sürgün etme anlamı da vardır. İsterse bu zorla çıkarma doğrudan doğruya gerçekleşmiş olsun, isterse, Mekke liderleri, başkanları, idare ve otorite sahipleri tarafından tezgahlanan, müslümanların zayıf olanlarını ezme, zorlama, işkence etme gibi nedenlerle tahakkuk etmiş olsun farketmez.

Burada Mekke'deki büyük çoğunluğu kapsamış olan Peygamber'in davasına karşı inatçı-inkarcı tutumu da hatırlatmalıyız. Pek çok Mekki Kur'an ayetinin yoğun şekilde işlediği mekke liderleri ve başkanları tarafından tezgahlanan bu tavrı unutmamak için burada yalnız iki örneğini vermekle yetineceğiz:

[B]1[/B] Onların tümü Allah'ın huzuruna çıktılar da zayıflar büyüklük îaslayanlara dedi ki: "Kuşkusuz, biz size tabi olanlar idik; şimdi siz, bizden Allah'ın azabından herhangi bir şeyi önleyebiliyor musunuz?" Dediler ki: "Eğer Allah bize doğru yolu gösterseydi biz de sizlere doğru yolu gösterirdik. Şimdi bizler yakınsak ta, sabretsek te bize göre farketmez, bizim için kaçacak hiçbir yer yoktur" (İbrahim, 21)

[B]2 [/B] Onlardan önde gelen bir grup: "Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun, çünkü asıl istenen budur" diye atıldı. (Sa'd, 6)

Bu iki ayette birlikte ifade edildiğine göre orada "[B]Mele[/B]" yani eşraf, nüfuz sahibi, emreden kişilerin, sınıfların bunların yanında emredilen ve izleyen halk kitlelerinin varlığı söz konusudur. Bu tutum gösteriyor ki: Liderler ve başkanlar otorite ve güç sahibi kimselerdi. Kitlelere; onların emirlerine bağlanmak, tavırlarında, tutumlarında ve yönlendirmelerinde onları izlemekten başka çare yoktu...

Sonra "Sicn"/hapishane, zindan kavramı Yusuf süresindeki bir dizi ayette geçmektedir. Mesela gelecek ayet bunların biridir.

"Sonra da onlara (Yusuf un iffetine ilişkin) delilleri görmelerinin ardından, onu belli bir vakte kadar kaçınılmaz olarak zindana atmak (görüşü) belirdi. Onunla beraber iki delikanlı daha zindana girdi." (Yusuf, 35-36)

Hapishane kavramının Kur'an'da geçmiş olması, anlamının anlaşılır olduğunu gösterir. Ve Kur'an'ın indiği toplumda bilinen kullanılan bir şey olduğuna bir işarettir. Yanısıra hapsedecek gücü bulunan bir kuvvetin varlığını da gösterir. Cin sûresinde bir ayette geçen "[B]Haras[/B]" kavramı da bunun gibidir: "Biz semaya dokunduk onu kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk." (Cin, 8)

Bu ifade biçimi de, onun anlaşılır olduğunu göstermektedir. Allah'ın gökteki bekçileri sadedinde de gelmiş olsa, bu ayet orada bekçileri hizmetinde kullanan bir otoritenin var olduğunu gösterir.

Bu Kur'anî delillere ilave olarak Tevbe 19. ayetinin kaydettiği önemli görevlere, Hacıları sulamaya ve Mescid-i Haram'ın imarına işaret etmek istiyoruz. Biz bu görevlerin sırf şahsi ya da ailevi olduğuna diğer biçimlerinden soyutlanmadıklarına inanıyoruz ve onu tercih ediyoruz. Boyların başkanları tarafından salt olarak ve yalnız kendi özel güçleriyle yerine getirilmiyordu. Aksine bu görevler aynı zamanda resmi bir otorite ve nitelik de taşıyorlardı. Bu boyların ellerinde bulundurdukları görevin resmi bir görev olduğu kesindir. Buna bağlı olarak denebilir ki, rivayetlerin kaydettiği diğer görevler (28) bu görevlerle birlikteydi. Hacıları ağırlamayı ifade eden "[B]Rifade[/B]", Mekkelilerle başkaları arasında onu gerektirecek bir olay meydana geldiğinde yürürlüğe giren "[B]Elçilik[/B]", savaşta "Ordu komutanlığı", "[B]Sancak, bayram teslimi[/B]" "Bayram ve sancak taşıyıcılarını belirleme" gibi görevler de diğerleri gibi bireysel ve şahsi değildi. Bunlar herhangi bir şekilde resmi bir otorite ve nitelik taşıyorlardı.
[COLOR="Blue"](28) Ibn Hışam I, 121-122, Usdu'İ-Ğâbe, s 53 212[/COLOR]

Bu evlerin/boyların başkanları söz konusu görevi onların adına yerine getiriyorlardı.
Neml Sûresi'ndeki bir takım ayetler Sebe' Kraliçesi'yle hükümetinin adamları arasındaki bir konuşmayı hikaye etmektedir.

"Dedi ki: "Ey önde gelenler, bu işimde bana görüş belirtin, siz şahitlik etmedikçe ben hiç bir işte kesin (karar veren biri) değilim" Dediler ki: "Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız, iş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredeceksen (biz uygularız)." Dedi ki: "Gerçekten hükümdarlar, bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, böyle yaparlar." Ben onlara bir hediye gönderiyim de, bir bakayım elçiler neyle dönerler." (32-35. Ayetler)
Hemen farkedilebileceği gibi bu karşılıklı konuşma, kıssasının yanında, konu olarak Kur'an'la muhatab kılınan dinleyicilere ilginç ve garip gelebilecek bir şey kapsamıyordu.
Bir dizi ayet de çoğunlukla ancak resmi otoriteler ve hükümet şartlarında geçerli olabilecek ifadeleri içermiş bulunmaktadır. Ordu, Mülk, Sözleşme-Antlaşma, Barış vs. gibi şu Örneklere bakalım:

[B]1[/B] Allah kendisine hükümdarlık verdi diye, Rabbi hakkında İbrahim'le tartışanı görmedin mi? (Bakara, 258)
[B]2[/B] Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bîr kavme sığınanlar...(Nisa, 90)
[B]3 [/B] Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster, Allah'a tevekkül et. (Enfal, 61)
[B]4 [/B] Bunlar içlerinden antlaşma yaptığınız kimselerdir ki, sonra her defasında ahidlerini bozarlar Onlar sakınmazlar. (Enfal, 56)
[B]5 [/B] ...Artık kimin yere daha kötü ve askerce daha zayıf olduğunu bileceklerdir (Meryem, 75}
[B]6[/B] Hani size ordular gelmişti. Böylece biz de anların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. (Ahzab, 9)

Bu halkaları birleştirip bir zincir oluşturduğumuzda, Mekke halkının medenî dünyadan kopuk olmadığını, aksine onunla sağlam ilişkileri bulunduğunu, onda bulunan pek çok şeyi tanıdığını, hükümetleri, valileri, polisleri, orduları ve benzeri gibi hükümetin görüntüleri ve vasıtalarında haberdar olduklarını, sonra o dünyanın medeniyet ve refahından pek çok şeyi ondan alıntıladığını da ilave ettiğimizde onların, hükümetin görüntüleri ve vasıtalarından bir takım şeyler iktibas ettiklerini söyleyebiliriz. İktibas ettikleri şeyleri kendi toplumlarıyla uyum sağlar hale soktuklarını böylece hükümetin bir takım tezahürlerine ve vasıtalarına kavuştuklarını tesbit edebiliriz. Çünkü onların çevresi gibi bir çevrenin bundan müstağni olması düşünülemez.

Mütevatir rivayetlerle başkanların, ileri gelen aile başkanlarının Mekke'deki dini ve medeni makamları işgal ettiklerini bildiğimize göre, buna bağlı olarak Mekke'de soyluların ya da seçkinler heyetinin oluşturduğu bir hükümet vardı. Otoritesi hem dini hem medeni idi. Bu devletin başlıca makamlarına gelenler, onlarda yürürlükte bulunan yöntem gereği olarak, ailevi ve ırsî bir yolla bu makamlara geliyorlardı.
Bu arada Ebu Süfyan'ın Peygamber dönemindeki rolü, başkomutanlık, harbleri idare etme ve antlaşmaları imzalama gibi görevlerini, Peygamber'in Amcası Abbas b. Abdulmuttalib'in -ki bu Mekke Eşraf hükümetinde onun arkadaşlarından biriydi- onun üzerinde titreye titreye Peygamber'e getirişini ve bu esnada ona yakın olmasını kullanarak fetih günü Mekke'nin kapıları üzerinde ona Beyat etmesini temin edişini, Peygamber'in bu beyatlaşmayı memnuniyetle karşılamasını ve Ebu Süfyan'ı pek çok rivayetlerin kaydettiği gibi (29) onun evine girenin güven içinde olacağını ilan etmekle mükafatlandırmasının, düşündüğümüzde peygamberlikten hemen önceki dönemde onun hükümet başkanı ya da hükümetin en nüfuzlu bir üyesi olduğunu söyleyebiliriz.
Taîf ve Medine gibi diğer şehirlerde de durumun mekke'deki duruma yakın olduğunu tercih ediyoruz. Rivayetlerin bildirdiğine göre Yesrib'teki iki büyük kabileden biri olan Hazrec'in Peygamber'in Hicreti'nden hemen önce Abdullah b. Ubey'i Medine Kralı olarak ilan etmek için ona Tac'ın incilerini diziyorlardı. Bu rivayete bakarak tercihimizin isabetli olduğunu çıkarmak bu arada da Zuhruf Sûresi ayetlerine dayanmak mümkündür:

"Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" Rabb'inin rahmetini onlar mı paylaştırmaktadırlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz paylaştırdık ve onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü "teshir" etmesi için bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükselttik. Rabb'inin rahmeti, onların toplayıp yığmakta olduklarından daha hayırlıdır." (31-32. Ayetler)

[COLOR="blue"](29) Ibn Hİşam 1; 196, M6, 383, II, 65, 69, 89, 238 Muhtemelen bu da ümeyye oğul¬larının hüküm ve idare konusunda deneyimleri olduğunu desteklemekte, Peygamberin vefatından özellikle de Ömer b. Hattab'ın şehıd edilmesinden son¬ra kendilerinin buna daha layık olduklarına inandıklarını pekiştirmektedir.[/COLOR]

Daha önce geçen bir münasebetle belirttiğimiz gibi. Taif bu iki büyük şehirden biriydi ve bu ayetin herhangi bir şekilde ona işaret ettiği kesindir. Ayrıca ayette Mekke'yi ve Yesrib'i kapsayan kapsamlı ve genel bir delil vardır. Çünkü Mekke'de olduğu gibi, Taif te de nüfuz sahibi büyük kişilerin bulunduğuna işaret vardır. Yanısıra, müşriklerin sözlerini hikaye etmektedir. Eğer bu vahiy doğru ve gerçek olsaydı Mekke'nin ya da Taif in büyük adamlarından birine inmesi gerekirdi. Zira insanlara yasa koyabilecek, onlara yol gösterebilecek ve onlara kendilerini izlemesini emredip, otoriteleri ve nüfuzlarıyla onların gösterilen yolda yürümelerini sağlayacak ancak onlardı. İkinci ayetin ihtiva ettiği karşı koyuşta, güçlü başlıca bir delil daha vardır. Çünkü ayet onların kendilerini otorite ve nüfuz sahibi görmelerini eleştirmekte ve eğer Allah bazı insanları bazılarına üstün kilmişsa bu sırf dünya işlerini düzene sokmak içindir. İnsanların bir kısmı emretsin diğer bir kesimi de bu emirlere itaat etsin diye böyledir. Üstünlük taslamak için değil.

Badiye/köylere gelince Kur'an'da oralarda bir idare düzeni bulunduğunu ya da onların da şehirlerdeki hükümet güçlerinin onlar üzerinde etkili bir nüfuzları olduğunu gösteren bir şey yoktur.

Tercihe şayan olarak gördüğümüz görüşe göre Bedevi kabilelerin ileri gelenleri, söz sahibi olanları, işlerim ve başkanlıklarını üstlenen seçkinleri bu kabilelerde otorite ve hüküm sahibi kimseleri oluşturuyorlardı. Onların bu görevleri babadan oğula geçerdi. İleri gelen ve tanınan aileler arasından çıkardı bu otorite sahipleri ve kabile tarafından kabul edilirdi. Savaşlarda komutanlık ve idare onların elindeydi. Dış ilişkilerde onlar kabileyi temsil ederlerdi. Antlaşma ve barış sözleşmelerini onlar kabile adına yapıyorlardı. Herkesin haddini bilmesini temin ediyor, kötülük yapanları bu kötülüklerinden sakındırıyorlardı. Kabilenin birliğini, merkezini, onurunu ve orada herkesin hakkını alabilmesi, hakkın gerçekleşmesi için gerekli düzenlemeleri yasamaları onlar belirlerdi. Çeşitli sosyal asabiyetler de bunu destekliyordu. Şehirlerin çevrelerinde yaşayan, şehirle ilişkisi daha fazla ve sağlam olan kabilelerde şehirdeki hükümetlerin otoriteleri genel olarak etkili ve geçerli oluyordu. Ve bu kabileler o kurallara boyun eğmekten başka bir seçeneğe sahip değillerdi. Çünkü bunda onlar için pek çok yararlar vardı. Müşterek hayat şartlarının ihtiyaçları, istekleri-korkuları bunları sarmış olduğundan şehirdeki yasalara onlar da uyarlardı. Özellikle şehirlerin sosyal hayat, dini tören ve ayinler ile ilgili olarak yürürlüğe koyduğu yasalar hem şehirli hem de köylüler açısından ortak bir yönü bulunduğundan bedevilerin bunlara uyduklarını kesin söylemek doğru olur. Daha Önce bu yasamalar ve onların tezahürleriyle ilgili hem şehirlileri hem de köylüleri ilgilendiren, tüm insanların üzerinde etkili olan çeşitli şekillerini görmüştük.

[B]2. Yargı Otoriteleri[/B]

Az önce belirttiğimiz ve çizmeye çalıştığımız tablo genel olarak hükümet güçleriyle, özellikle de üst düzey güçleri, otoriteleriyle ilgilidir.
Kur'an'da yer alan bir dizi ayetten hareket edilerek söz konusu toplumda insanlar arasında meydana gelmesi beklenen problemleri, ayrılıkları çözüme kavuşturmak için bir takım otoritelerin ya da yargı mercilerinin bulunduğunu söyleyebiliriz.

1) Birbirinin mallarını haksız yoldan yememeleri ile ilgili olarak insanlara uyarılarda bulunan bazı ayetlerde "hakimler, yargıçlar" kavramı geçmektedir. Yargıçlara başvurmaktan, insanların mallarını günah yollarda elde etmelerine elverişli hükümler vermeleri için onları aldatmaktan, tuzağa düşürmekten söz eden ayetler vardır:
"Mallarınızı haksızlıkla aranızda yemeyin ve siz, bile bile günahla insanların mallarından bir bölümünü, yemeniz için onları hakimlere aktarmayın." (Bakara, 188)

2) Bir takım ayetlerde "mahkemeleşme" "hüküm" ve "hakem" "cahiliye yargısı" sözcükleri kullanılmaktadır. İnsanlar arasında yargı sadedinde kaydedilen bu ifadeleri gelecek ayetlerde görüyoruz.
[B]1[/B] Hiç şüphe yok, Allah size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında da hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel Öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa, 58)
[B]2 [/B] Sana indirilene ve senden Önce indirilene inandıklarım öne sürenleri görmedin mi? bunlar, tâgutun önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onlar onu tanımamakla emrolunmuşlardır. Şeytan da onları tam bir sapıklıkla saptırmak ister. Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin" denildiğinde, o münafıkların senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün. (Nisa, 60-61)
[B]3[/B] Hayır öyle değil; Rabb'ine andolsun, aralarında çeliştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı bulunmaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar. (Nisa 65)
[B]4[/B] Şüphesiz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için sana kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) hainlerin savunucusu olma. (Nisa, 105)
[B]5[/B] (Kadın ile kocanın) aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, düzeltmek isterlerse, Allah da aralarında başarı sağlar. Şüphesiz, Allah, bilendir, haberdar olandır. (Nİsa, 35)
[B]6[/B] İncil sahihleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. (Maide, 47) Ayrıca Bkz: (5/42-44; 5/50; 24/48-51)

3) Bazı ayetlerde insanlar arasında hükmetme ve onların haklarını kollama, koruma sadedinde "şahidler", şahidlik ve şahid gösterme" kavramları kullanılmıştır. Gelecek ayetlerde bunları görüyoruz:

[B]1[/B] Erkeklerinizden de iki şahid tutun, eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda öbürü ona hatırlatacak iki kadın. Şahidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun çok olsun süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu Allah katında en adil, şahidlik için en sağlam, şüphelenmemiz için en uygun olandır... (Bakara, 282)
[B]2 [/B] Şahidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, artık şüphesiz onun kalbi günahkardır. (Bakara, 283)
[B]3[/B] Ey iman edenler, sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, vasiyet hazırlanışında, aranızda içinizden adaletli iki kişiyi (şahit tutun. İki¬sini) şayet kuşkulanacak olursanız namazdan sonra alıkoyarsanız, on¬lar da (size): "Akraba dahi olsa onu (yeminimizi) hiç bir değere değiştirmeyeceğiz ve Allah'ın şahidlığini gizleyemeyeceğiz. Aksİ taktirde biz elbette günahkarlardan oluruz" diye Allah adına yemin etmesinler. Eğer o ikisi aleyhinde kesin olarak günahı hak ettiklerine İlişkin bilgi sahibi olunursa, bu durumda haksızlığa uğrayan iki kişi öbürlerinin yerine geçerler ve: "Bizim şehadetimiz o iki kişinin şehadetinden şüphesiz daha doğrudur. Biz haddi aşmadık, yoksa gerçekten zulmedenlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler. Bu, gerektiği gibi şahidliği yapmalarına ya da yeminlerinden sonra yeminlerinin reddedilmesinden korkmalarına daha layıktır. Allah'tan korkup-sakının ve dinleyin Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (Maide,106-108)Ayrıca Bkz:(65/2)

Bu ayetler demeti, görüldüğü gibi, çeşitli yargı vasıtalarım, yollarıni ve kavramlarını ihtiva etmektedir. Bu ayetlerin bir kısmında, onların Peygamber ve müslümanlar için birer Kur'anî yasama olduğunu ya da Peygamber'in hükmünü ve yargısını, onun yanında mahkeme olmayı kabul etmelerini telkin etmektedir. Bir taraftan, kabul ettirici dili, diğer taraftan çoğunun içerikleri ve kipleri bu kavramların daha önceden alışılan ve kullanılan, dinleyiciler tarafından anlamları bilinen şeyler olduğunu göstermektedir. Buna bağlı olarak Risalet öncesi Peygamber asrında ve çevresinde yargıçlar ve hakimler vardı, insanlar iktisadi ve miras, evlenme, borçlar, kan davaları, mülkiyet hakları, diğer mali ve ticari anlaşmazlıklar gibi gayri iktisadi problemlerini, orf ve geleneklere bağlı olarak söz konusu hakim ve mercilere götürüyor ve oralara başvuruyorlardı. Yargıçların ve hakimlerin ya da yargıçlığın, takip edilen yollan, şahitleri dinlemede, delillerini takdim etmede, belgelere dayanarak çıkarımlarda bulunmaya başvurma ilkeleri vardı. Bu yargıç ve takip edilen yöntemler sırf şehirli kesimlere özgü değildi. Köylüleri ve kentlileri hep birden kapsıyordu. Yani demek istiyoruz ki, şehirlerde olduğu gibi, köylerde de hakimler ve yargıçlar vardı. Fakat bunu söylerken yargı ve yargı vasıtalarının köylere oranla şehirlerde daha ileri olduğunu tercih etmeyi de ihmal etmiyoruz. Çünkü şehirliler, köylüleri medeniyet ve medeniyetin tezahürlerinde geçmiş bulunuyorlardı. Tabiîdir ki şehirde problemler daha çeşitlidir. Normalde şehirdeki ustalık, sanat, genel olarak köylülükte ve köyde bulunmaz.
'
[B]3. Yargıçlık Düzeni[/B]

Yine, verdiğimiz ayetlerden yola çıkarak bu asır ve çevredeki yargıçlık nedeniyle ilgili belli başlı noktaları tesbit edebiliriz:
[B]a)[/B] Problemin çeşidi ne olursa olsun yargıçlara ve hakimlere başvurmak isteğe bağlıydı. Yani hak sahibi, yargıca ve hakime, başvurmak istediği zaman başvururdu. Yoksa bu işleri takip eden bir yargı otoritesinin, takip ettiği ve bağlayıcı olduğu genel bir amme hukuku yoktu. Bu, Nisa 60-61; Maide 41; Nur 48. ayetlerinden çıkarılabilen bir olgudur. İlk etapta hemen fark edilen odur ki: Yargıçlara başvurmayanlar haklarını almada ve kendilerini kollamada bireysel ve asabiyet güçlerine dayanan, güvenen güçlülerdi. Kur'anî bir karineye dayanmasak da köyde bunun birinci planda yer aldığını söylemenin makul olacağını tahmin ediyoruz.
[B]b)[/B] Yargıçlara ve hakimlere başvurma eylemi ancak her iki davacı tarafın da ittifakı ile gerçekleşebilirdi. Bir taraf bir yargıcı başvurduğunda yargıç ikinci tarafı da yanına getirmeye zorlayacak güce sahip değildi. Eğer ikinci adam çağrısını kabul ederse gelir mahkeme olurdu, yoksa, yargıç tarafından ona zor kullanılamazdı. Bu olgu Nisa 60-61 ve Nur 48-51. ayetlerinden anlaşılmaktadır.
Aynı şekilde yargıç şahidleri yanına çağırmak ve onların şahidliklerini dinlemek için şahidleri zorla yanma çağırmak ve onların şahidliklerini dinlemek için şahidleri zorla yanına getirme ve görevlerini yapmalarını isteyecek bir otoriteye sahip değildi. Bunda da iş şahidlerin keyfine kalmıştı. Dilerlerse gelip şahidlik ederler yoksa, Bakara 282. ayetinden anlaşıldığına göre bazı şahidler, şahidlik yaptıklarından işkenceye maruz kalıyor, rahatsız ediyorlardı. Bu durum da onların şahidlikten kaçınmalarına neden olabilir.
[B]c)[/B] Davacılar başka bir yargıca başvurmada anlaştıktan sonra muhakeme olacakları yargıcı kendileri seçerlerdi. Nisa 61-65. ve Maide 42-44. ayetlerinden anlaşılan budur.
[B]d)[/B] Yargıcın gücü ve otoritesi, kendisi aleyhinde hüküm verilene hükmü uygulamasına ve kendisine hükmedilen şeyin sahibine teslim etmesine yetmezdi. Nisa 65. ve Nur 48-51. ayetleri buna ışık tutmaktadır. Yargıç, iddia ve delilleri dinledikten sonra hükmünü verirdi. Ve onun görevi bununla sınırlı kalırdı, bundan öteye geçemezdi. Kendisi aleyhine hüküm verilen adam kendiliğinden hakka teslim olduğunda ya da davacı tarafın asabiyete dayalı bir gücü olur da aleyhinde hükmü verilen adam korkudan, ona boyun eğmekten başka çaresi olmadığını anlarsa yargıcın hükmü uygulanırdı. Yoksa yine iş, kendi lehine hüküm verilene ve bu durumda onun neler yapabileceğine bağlı kalıyordu.
[B]e)[/B] Yargıçların benzer olaylarda kendisiyle hükmettiği bilinen düzenlemeler ve hükümler vardı. Bu, maide 50. ayetinden anlaşılmaktadır. Zira bu ayetten ve ondan önceki 41-49. ayetlerden anlaşıldığına göre, Yahudiler bir meselede Peygamber'e müracaat etmişlerdi. Onlar Peygamber'in, daha önce bilinen Arap hükümlerine uygun hüküm vereceğini düşünüyorlardı. Fakat umduklarını bulamadılar. Bekledikleri gerçekleşmedi. Çünkü Rasulullah Tevrat Yasası'na uygun hükmetmek istemiş ya da hükmetmiştir. Yahut da Allah'ın, kitabtan indirdikleri dışında hiçbir şeyle hükmetmemesini, onların arzu ve isteklerine uymamasını, onların istekleri doğrultusunda hareket etmemesini emretmesi nedeniyle doğru hükmetmek zorunda kalmıştı.

Bunların hepsine bağlı olarak şu sonuçları çıkarabiliriz:

[B]Birinci olarak[/B]: Peygamberlikten önceki Peygamber Asrı ve çevresindeki yargıçlar ve hakimler, örf ve gelenek ile yargıç ve hakim olmuş kimselerdi. Bu insanlar mesleklerini deneyimlerden, olaylardan, bilgilerinden, maharetlerinden, namlarından ve isimlerinden elde etmiş kimselerdi. Bu toplumda yürürlükte bulunan resmi otoritelerin seçtiği ve kendi nüfuzu ile desteklediği resmi yargıçlar değillerdi. Aynı şeyi bedevi toplumlar ve bedevi yaşam için de söyleyebiliriz. Ayrıca yargıçlığın babadan oğula geçen bir saltanat gibi olduğunu ve bazı ailelerin onunla şöhret bulduğunu, çocukların babalarından gördükleri olaylar ve problemlere karşı verilen hükümleri devralmalarını uzak bir olasılık olarak görmüyoruz.
[B]îkinci olarak[/B]: Yargıçların zorlama noktasındaki olumsuz durumu ve açığı hiç kuşkusuz ailevi, kabilesel, antlaşma, dostluk ve himaye gibi türleriyle sosyal asabiyet gelenekleri tarafından kapatılıyordu. Bu da ayrıca söz konusu büyük asabiyetin etkisini ve arap toplumunda vazgeçilmez bir zaruret olduğunu ortaya çıkarmaktadır.

Yargının bu düzen ve kaideleri Peygamber'in peygamberlikle görevlendirilmesinden, hatta Peygamber'in hicretinden sonra uzunca bir süre öyle devam etti. Sonra, ayetlerde açıkça görüldüğü gibi, İslami otoritenin gelişmesi ve yerleşmesiyle bu konuda gelişme kaydedildi. Artık zamanla Peygamberin Önünde mahkeme olmak, çağırdığında onun çağrısına kulak verip gelmek, hüküm verdiğinde onun hükmünü uygulamak, onların adetlerine göre serbest olduğu halde şimdi zorunlu hale gelmişti, suç işleyenlere ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlara karşı amme hukukunun takipçisi ve İslami otorite ve yargının temsilcisi olan Peygamber tavır alıyor ve onları cezalandırmaya başlıyordu.
Yanısıra, Nisa 60-61. ayetleri, Arapların yanında mahkemeleşmeyi alışkanlık haline getirdiği bir takım Yahudi yargıçlar bulunduğunu ilham etmektedir. Öyle ki tefsircilerin cumhuru 60. ayetteki "Tağût" kavramının Yahudi bir yargıç olan Kab b. Eşrefi kastettiğini söylemişlerdir. Tercihe şayan odur ki, Medine ve çevresinde yaşayan Araplar bunu yapıyordu. Çünkü daha öce belirttiğimiz gibi, Mekke ve Taif te önemli sayılan Yahudi bir azınlık yoktu. Aynı zamanda Maide 41-42. ayetleri Yahudi bilgin ve Rabbanilerin Yahudilerden problem sahibi bulunan kimselerin arasında yargı görevini üstlendiği ve Tevrat Yasası'na göre hüküm verdiğini ilham etmektedir. Ayetler, onların Müslümanların Önünde mahkemeleşmek istediklerinde bu haklarına yine sahip olduklarını, yalnız bu hükümlerinin Tevrat'tan kaynaklanmış olması şartıyla Önceki uygulamalarının değişmediğini ilham etmektedir. Muhtemelen bu durum Mekke veya Hicaz'ın başka bölgelerinde yaşayan Hıristiyanlar için de geçerliydi ve Maide 47. ayeti de bunu ilham ediyor.

[B]4. Sınıfsal Farklılıklar[/B]

Bu konuda, daha önce açıkladığımız konular ve çıkarımlar; belli ailelerden merkezi ve hakları miras yoluyla babadan oğula geçen Ahmas sınıfının varlığı, insanlara uygulamaları için çıkardıkları yasalar ve gelenekler, kendilerinin insanların üstünde bir takım imtiyazlara sahip olduğu şeklindeki anlayışları, Mekke ve Taifte dini ve sivil nüfuzu ve başlıca yüksek makamları temsil eden Eşraf ailelerinin miras yoluyla aldıkları imtiyazlar, ifâze ve icâze -bu ikisi, hac ile ilgili, o dönemde başkanların hacılara verdikleri isimlerdir -Haram Ayların geciktirilmesinde insanlara önderlik yapma hakkına sahip olan çevrelerin bu haklarını miras yoluyla devralmaları, miras yoluyla hakimliği ve yargıçlığı devraldıklarını tercih ettiğimiz hakimler ve yargıçlar sınıfı, sonra liderlikleri çoğu zaman babadan oğula geçen kabile başkanlarının, işleri idare edenlerin ve otorite sahiplerinin, evet bütün bu saydığımız sınıfların durumuna ilişkin daha önceki açıklamalarımız, Peygamberlik ve öncesi çevrede herhangi bir sınıfsal düzen olup olmadığını soruşturmamıza neden olmuştur. Biz bu noktayı soruştururken "düzen" kavramını biraz değişik anlamda kullanıyoruz. Hindistan'dakine benzer sınıfsal bir ayrılık var mıydı? İnsanların bir kısmını diğerinden farklı imtiyazlara sahip kılan bir yapı mevcut muydu? Yüksek sınıflar-alçak sınıflar, hizmete koşulan ve hizmet edilen sınıflar, soylular, seçkinler-tebaa ve avam sınıfları var mıydı?...
Biz bu soruyu olumlu şekilde cevaplandırmaya meylediyoruz. Daha önce arzettiğimiz ayetler, onlarla ilgili olarak tesbit ettiğimiz delaletler ve karineler ayrıca onları destekleyen siret rivayetleri ve olayları bu müsbet şekildeki cevaba müsaittir. Özellikle büyükler sınıfının Kur'an'ın kendilerine değil de Peygamber'e indirilişini reddetmelerini hikaye eden Zuhruf 31-32. ayetleri bu konuda açık bir delil oluştururlar.

Bu cevabı destekleyen ve pekiştiren başka ayetler de vardır. Aşağıda bunları görüyoruz:
[B]1[/B] Öyle ki (o gün) kendilerine uyulanlar, kendilerine uyanlardan kaçmışlardır. Onlar azabı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar da parçalanıp kopmuştur. (Bakara, 166)
[B]2[/B] Ve dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar da bizi yoldan saptırmış oldular. (Ahzab,67)
[B]3 [/B] Zayıf olanlar büyüklük taslayanlara: Hayır, siz gece ve gündüz hileli düzenler (kurup) bizim Allah'ı inkar etmemizi ve O'na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz" dediler, (Sebe', 33)
[B]4[/B] Ateşin içinde karşılıklı delillerle tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklenenlere derler ki: "Gerçekten biz, size uymuş olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir misiniz? (Mü'min, 47)
[B]5[/B] Ey iman edenler, bir kavim (başka bir) kavimle alay etmesin, belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. (Hucurat, 11)
[B]6 [/B] Ey insanlar, gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler olarak kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün olanınız, takvaca en ileri olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah bilendir, haber alandır. (Hucurât, 13)

Biz, insan toplumunda sınıflar arası ayrılıkların her zaman ve mekanda var olan bir şey olduğuna, Peygamber Asrı ve çevresinde varlığı ayetler tarafından ilham edilen ayrılıkların genel olarak normal ayrılıklar türünden bir şey olduğuna inanmıyoruz. Bu ayetler ve daha önce değindiğimiz liderliklerin, makamların, başkanlıkların, dini imtiyazların miras yoluyla babadan oğula geçişi bu asırda ve çevrede oturmuş ve kabul görmüş sınıfsal ayrılıkların varlığı konusundaki görüşümüzü destekleyen güçlü deliller vardır.
Hucurat 13. ayeti insanların yaradılışta, hayat haklarında, hayatta özgür olma hakkından yararlanmada eşit olduğunu haykıran ve yankı yapan bir çıkış mesabesindedir. Buna göre Allah katında insanların en değerli olanları, dini ve dünyevi görevlerini Allah'ın ululuğunun bilincinde olarak yerine getiren muttakîlerdir. Alışageldikleri sınıfsal geleneklere göre ulu, büyük ve eşraf evlerine mensub olanlar olmadığını bildirmektedir, işte bu haykırış o çevrede sınıfsal ayrılıkların bulunduğunu gösteren en güçlü karinelerden birini oluşturmaktadır. Bu sınıfsal ayrılıkların yıkılması hedef alınmıştır. Haklar ve görevlerde insanların eşit olduğu ilkesinin yerleştirilmesi amaçlanmıştır. Pek tabiidir ki bu ayetle beşeri toplumlarda hâlâ değişmez bir yasa olarak yürürlükte bulunan ve bir kısmının fakir bir kısmının zengin, bir kısmının güçlü, bir kısmının zayıf, bir grubun çok, diğer grubun az olması vesaire... kastedilmemiş ve hedef alınmamıştır...

[B][B]5.[/B] Peygamberlikten Önce Araplarda Kölelik[/B]

Kölelik, sınıfsal ayrılıkların gizlenemeyecek görüntülerinden biridir. Peygamberlikten önceki Peygamber Asrı'nda ve çevresinde, köklü geleneklerden biriydi. Geniş ölçüde yayılmış bulunuyordu. Bu nedenle ve ayrıca bir önceki konuyla olan ilişkisi dolayısıyla bu konuya ayrı bir fasıl ayırmayı uygun gördük. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki kölelik hali sırf Arap toplumuna özgü bir uygulama değildi. Daha önceki asırlardan kalma değişik ülke ve toplumlarda genel ve kapsamlı bir düzen halini alan bir uygulamaydı kölelik.
Kölelik ve köle ile değişik amaçlar ve yöntemlerle ilişkili bulunan pek çok Kur'an ayeti vardır. Dolayısıyla bunlardan hareketle Araplardaki köle ve kölelik hakkında pek çok şeyi tesbit etmek mümkündür. Şimdi bu ayetleri verelim:
[B]1 [/B] Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı. Özgüre karşı Özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi... (Bakara, 178)
[B]2[/B] Müşrik kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın iman eden bir cariye, müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de İman edinceye kadar nikahlamayın; iman eden bir köle, müşrik bir erkekten daha hayırlıdır... (Bakara, 221)
[B]3[/B] ...ve sağ ellerinizin malik olduklarına (kölelere) güzellikle davranın. Çünkü, Allah, büyüklük taslayıp da böbürleneni sevmez. (Nisa, 36)
[B]4[/B] Şehirde (bir takım) kadınlar; Aziz (Vezir)'İn karısı kendi uşağının nefsinden murad almak istiyormuş... dediler (Yusuf, 30)
[B]5 [/B] Allah hiç bir şeye gücü yetmeyen ve başkasının mülkünde olan ile, tarafımızdan kendisine güzel bir rızık verdiğimiz, böylelikle ondan gizli ve açık infak eden kimseyi örnek olarak gösterdi; bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah'ındır, fakat onların çoğu bilmezler. (Nahl, 75)
[B]6 [/B] Allah bir örnek verdi. Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahihleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer, 29)
[B]7[/B] Ve onlar, ırzlarını korurlar; Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu (cariyeler) başka; çünkü onlar kınanmazlar. (Meâric, 29-30) Ayrıca Bkz: (4/3, 24-25; 24/32-33; 24/31 ve 58; 30/28; 52/24; 56/17)
Bu ayetler demeti inişlerinden önce de Araplar tarafından, bilinen Arapça kavramları ihtiva etmeleri nedeniyle, aşağıdaki kaideleri çıkarmak mümkündür:
1- Arap çevrelerde kölelik yaygın bulunuyordu.
2- Erkekler de kadınlar da köle sahibi olabiliyorlardı.
3- Araplardan, büyük sayılarda kölesi bulunan kişiler vardı.
4- Kölelik hem erkekleri hem de kadınları kapsıyordu.
5- Köle için değişik kavramlar kullanılıyordu: Erkeklerden tek kişiye "Abd' köle, çok kişiye "îb'ad' köleler, Kadınlardan tek kişiye "el-Eme"/Cariye, çok kişiye "el-tma"...Cariyeler adı veriliyordu. Ayrıca onlara "Memlûk", "Ğilmân", "Vildân", "Fetâ" ve "Fetât" isimleri de veriliyordu... Gılmân ve Vildân kavramlarının kullanılmasına bağlı olarak "Gulam" ve "Veled" kelimeleri de kullanılmaktaydı.
6- "Fetâ" ve "Fetât" kavramları lutufta bulunma ve sevgisini tezahür etme türünden ifadelerdi. "Gılmân" ve "Vildân" kavramları ise büyük yaşlara gelmemiş ve sahiplerinin özel hizmetlerini gören erkek kölelere özgü olarak kullanılırdı.
7- Erkek için "Abd' köle, kadınlar için "el-Eme"/cariye kavramları genellikle yaygın olan kavramlardı. Ve bu sözcükler "Hür' özgür erkek, "Hurra 'özgür kadın kavramlarının karşıtı olarak kullanılıyordu.
8- "Abd" kavramı boyun eğme anlamına gelen ibadetten türemedir. Onun içindir ki, insanların Allah'a karşı konumlarım belirlemekle ilgili gelen ayetlerin pek çoğunda bu kavramın tekil ve çoğul olarak kullanıldığını görüyoruz. Özellikle Allah'a karşı peygamberin, salih kimselerin ve meleklerin konumları belirlenirken bu sözcük kullanılmıştır. Bunun yanında lütuf ve şeref verme anlamını vermek için müsait yerler de vardır. Zira Allah'a boyun eğiş gerçek boyun eğiştir. Onda insanın insana kulluğunda mevcut olan horlanma ve zillet yoktur.
9- Bir köleye ya da cariyeye birden çok adam ortak olarak sahip olabiliyordu.
10- Ona iyi davranilmasmın tavsiye edilmesinden, kölelerin zaman zaman sahiplerinden kötülükler ve katılıklarla karşı karşıya geldiği anlaşılmaktadır.
12- Köle sahipleri kölelerini ve cariyelerini kendi çeşitli işlerinde ve hizmetlerinde çalıştırıyorlardı.
13- Köle, sahibi ile anlaştığında, kendisini sahibinden satın alabiliyordu. Bu satın alışın yollarından biri de "Mûkâtebe" idi. Mukâtebe, kölenin kendisine karşılık efendisine belli bir zaman süresinde belli bir mal getirmeye söz vermesidir. Tabii ki, kölenin efendisi onun bu malı kazanması için ona müsaade edecektir. Nur Sûresi 32. ayetinden anlaşılan da budur. Çünkü ayette alışılagelen bir duruma teşvik edildiği ilham edilmektedir.
14- Cariye sahipleri, cariyelerini evlendirmekte kolaylık göstermiyorlar idi. Bu da cariyelerin temelli fuhuşla uğraşmalarına neden oluyordu.
15- Cariye sahipleri, istediği kadar cariyesiyle nikah sözleşmesi yapmadan evlenebiliyordu. Bu konuda belli bir sayı yoktu, onlar kendisinin malı olduğundan onları istediği şekilde kullanabiliyordu. Ve bu evlilik olarak adlandırılmıyordu.
16- Köle ve cariye efendilerinin izni olmadan evlenemezlerdi.
17- Özgür olan biri, efendisi izin verdiğinde bir cariye ile evlenebilirdi.
18- Özgür erkekler açısından cariyelerle evlilik rağbet edilen bir şey değildi. Genellikle köleler onlarla evlenirdi. Eğer özgür biri onlarla evlenirse fakirliği nedeniyle, özgür bir kadınla evliliğe gücü yetmediğinden evlenirdi.
19- Bir köleden dolayı bir özgür kişiye kısas yapılması uygun değildi. Özgür biri bir köle öldürdüğünde öldürülmezdi. Fakat köle özgür olanı öldürdüğünde tabii olarak öldürülürdü.
20- Cariyeler daha fazla zinaya bulaşıyor ve onda yoğruluyorlardı.

Tabloyu tamamlamak için sözü edilen Kur'anî çıkarımlara, mütevatir rivayetlere dayanarak bazı gelenekleri ilave edeceğiz:
1- Köle, değerli ve menkul mallardan sayılırdı. Alınır, satılır, miras bırakılır ve kiralanırdı.
2- Cariyelerin efendilerinden olan çocukları özgür sayılırdı. Yalnız anneleri kök olduğundan "melez" (Hecîn) diye ayıplayıcı bir ad takılırdı.
3- Cariyelerin özgür kocalarından olan çocukları efendilerinin kölesi sayılırdı. Aynı şekilde cariyelerin köle olan kocalarından çocukları da öyleydi.
4- Bir cariyenin sahibinden bir çocuğu olduğunda ona "ümmü veled" denilirdi, Artık onu satmak, almak ve bağışlamak doğru olmazdı ve efendisinin ölümü ile özgür olurdu.
Burada anlattıklarımızdan anlaşıldığına göre kölenin önemi büyüktü. Bu asır ve çevrede Önemli bir yer işgal ediyordu. Ekonomi ve geçimin büyük yükü onun sırtındaydı. Durum bu olduğuna göre, insanların özellikle liderlerin, başkanların ve zenginlerin çok köle sahibi olmaları, onları ekonomik ve geçim hayatlarının vasıtalarından önemli bir parça olarak kabul etmiş olmaları makuldür.
Köleliğin birinci kaynağı malum olduğu gibi savaşta esir almaktır. Düşman kabilesini yenen kabile, çocukları hatta erkekleri esir alıp onları köleleştirebilir ve onlara karşı, efendinin kölesine yaptığı muameleyi yapabilirdi. Arapların kadınlardan hoşlanmamaları esir düşme utancının korkusuydu ya da bu korku onun nedenlerinden biriydi. j
Mütevatir rivayetlerden anlaşıldığına göre Arapların yanında bulunan kölelerin çoğu siyah tenliydi. Bu da onlarin Sudan ülkelerinden toplandıklarını göstermektedir. Ya da siyah tenli bir nesil daha önceleri oraya hicret etmiş ya da sürülmüş, orada yayılmış, çoğalmış fakat bu kölelik damgasını üzerinden atamamış kalmıştır.
Yine rivayetler tevatürle bildirmektedir ki: Bu kölelerden Habeşistanlı, Bizanslı, Mısırlı ve Kaldanîli kimseler de vardı. Bu da Hicaz tüccarlarının ticaret kervanlarıyla ulaştıkları ülkelerin pazarlarından çeşitli yönlerinden yararlanmak için bazı köleler satın aldıklarını göstermektedir. Biz bu kölelerden bazılarının sanat sahibi ve hizmette mahir olduklarını, bazılarının okur-yazar olduklarını tercih ediyoruz.

[B]6. Kur'an'la Köleliğin Ortadan Kaldırılma Çabalan[/B]:

Kur'an'da yer alan bir dizi ayet boyunları açmaya -köleleri azad etmeye- işaret edip teşvik etmekte, bu yolla Allah'a yaklaşmaya çağrıda bulunmaktadır. Bunu günahlara keffaret olarak kabul etmeye davet etmektedir. Gelecek örneklerde bunu görüyoruz:
[B]1 [/B] Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz, iyilik değildir. Ama Allah'a,ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; ona olan sevgisine rağmen, malı yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya, isteyip dilenene ve kölelere veren... (Bakara, 177)
[B]2[/B] ...Kim bir mü'mini hata sonucu öldürürse, mümin bir köleyi özgürleştirmesi ve ailesine teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir... (Nisa, 92)
[B]3 [/B] Ancak yeminlerinizle bağlandığınız sözlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Onun keffareti, aiIelerınizdekilere yedirdiklerinizin ortalamasından, on yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır... (Maide, 89)
[B]4 [/B]Ancak o, sarp olan yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nerden bileceksin? Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir. (Beled, 11-13) Ayrıca Bkz: (9/60; 58/3)

Bu ayetler müslümanlar için bir yaşama, kölelere yumuşak davranma ve onları azad etme ile ilgili İslam çağrısının hedeflerinden birini içeriyorsa da bu, peygamberlikten önce de Araplar yanında köle azad etmenin bilinmeyen bir şey olduğunu söylemek zordur. Hatta Beled Sûresi ayetleri boyunları açmanın istenen bir üstünlük vasıtası olduğunu kuvvetle telkin edecek bir kiple ifade edilmiştir. Öte yandan Bakara 177. ve Tevbe 60. ayetleri bu işin alışılagelen bir şey olduğunu ilham etmektedir. Sonra mütevatir olan Arap rivayetleri bunun pratik olarak görülen bir realite olduğunu, insanların rahatını düşünenler ve şahsiyet sahibi kimselerin kendisinde yarıştığı önemli iyiliklerden biri olarak sayıldığını, insanların bu tür eylemleri Allah'a ya da Tanrılarına şükür amacıyla yapmayı adadıklarını bildirmektedir.(30)
Bu iyiliği bizzat Peygamber de peygamberlik gelmeden önce yerine getirmişti. Hz. Hatice'nin kölesi Zeyd b. Harise'yi bağış olarak kabul etmiş ve onu azad ederek evlad edinmiştir. Aynı şekilde Ebu Bekir de işkence gören bazı müslüman köleleri sahiplerinden satın alarak azad etmiştir. Bu olay İslam çağrısının başlarında gerçekleşmişti. (31)
Azad edilen köle kendisini azad edene dostluğunu sürdürüyordu. Öldüğü zaman varisi yoksa varis oluyordu. Varisleri varsa mirasından bir pay alma hakkına sahipti. Bu gelenek İslam'a da geçmiştir. İslam fıkhında bu mesele "Azad etme dostluğu" ya da "Azad etme dostu" diye bilinmektedir.
[COLOR="blue"]30 Usdu'l-Ğâbe, II, 168
31 ibnHişam, I; 288-290[/COLOR]

dost1 12. June 2011 09:32 PM

[B]ÜÇÜNCÜ BÖLÜM[/B]

[B]Düşünce Hayatı[/B]

[B]A) Kur'an Dili ve Arapların Aklı Gucu[/B]
[B]B) Eğitim Seviyesi, Sosyal ve Pratik Bilimler[/B]
[B]C) Arapların Yerleşik Konumlarını Savunma Ruhu[/B]


[B]A) KUR'AN DİLİ VE ARAPLARIN AKLİ GÜCÜ[/B]:
Bir ulusun herhangi bir asırdaki dili, ulusun o asırdaki akli güçlerinin ölçütlerinden biridir. Çünkü dil, insanın zihnindeki düşüncelerin ve anlamların, hissedilen değişik ihtiyaçların ifade edilmesi için bir vasıtadır. Eğer herhangi bir ulus, herhangi bir asırda dil kaynakları ve ifade yönünden zayıf düşmüş ve bu alandaki çalışma alanı daralmışsa bu, söz konusu ulusun o asırda ufkunun daraldığını, marifetlerinin, deneyimlerinin ve akli güçlerinin zayıfladığını gösteren kesin bir delil olur. Bunun tam tersi olarak zengin bir dil hazinesine ve değişik düşüncelere ve anlamlara elverişli ince ifade biçimlerine sahipse, sözcükleri zengin ve bol ise, bu da o ulusun zihninin zindeliğine, ufkunun genişliğine, düşünce ve deneyimlerinin güçlülüğüne ve akli diriliğine delil olur. Bu nedenle biz dili, Arapların akli güçleri için bir ölçüt olarak ya da Peygamber asrı ve çevresinin düşünce hayatının görüntülerinden biri olarak aldığımızda doğru bir yaklaşımla bulunmuş olmaktayız.
Bu asrın ve çevrenin dili için elimizde, Kur'an dilinden daha doğru, daha sağlam-güvenilir ve daha zengin bir tablo yoktur. Bir taraftan o, Peygamber'in tebliğ ettiği gibi hiç değişmeden bize kadar geldiğinde herhangi bir kuşku ve şüpheye yer bırakmayan bir metin; diğer taraftan da, bu asırdan kalan her türlü şaibeden uzak, sağlam ve yazılı olarak bize kadar ulaşan biricik kaynaktır. Bu asrın ve çevrenin sözleri olduğu rivayet edilen başka herhangi bir söz için bu kadar güçlü ve kesin olarak konuşma imkanına sahip değiliz. Çünkü bunların hepsi ancak uzun bir zaman sonra yazılmışlardır. Bu uzun seneler boyunca söz konusu rivayetler dilden dile dolaşmış, değişikliğe, tahrife, arttırmaya, eksiltmeye, hatta birleştirmeye ve uydurmaya, heva ve heveslere, çirkin emellere maruz kalmışlardır.
Bizim inancımıza göre Kur'an dilinin, Peygamber asrının ve çevresinin dilini özel bir şekilde temsil ettiğinde hiç bir tartışmaya ve kuşkuya yer yoktur. Daha önceki fasılda biz bu meseleyi kesin olarak tesbit etmiş ve onunla ilgili olan bir dizi Kur'an ayetini nakletmiştik. Bu ayetler sözünü ettiğimiz yaklaşımı açık ve güçlü olarak desteklemektedir. Orada Kur'an nasslarına dayanarak vardığımız sonuç şu olmuştu: Kur'an dili, müfredatı, ıstılahları, terkibleri, istiareleri ve teşbihleriyle, ana hatlarıyla -azlık/çokluk, darlık/genişlik meselesinden sozetmeden- genel olarak Araplarda, özellikle peygamberlikten önceki Peygamber'in çevresinde ve asrında alışılagelen, anlaşılan ve kullanılan bir dildi.

Biz daha önce kullandığımız gibi burada da "ana hatlarıyla" ifadesini tekrar kullandık. Bununla dediklerimize şunu ilave etmek istiyoruz: Her toplumda -hatta öğretimin kolaylaştığı, araçlarının geniş bir alana yayıldığı toplumlarda bile- bireyler arasında anlayışta ve dilin kullanımında, güzel ifade ve karşılamada, dikkatli kullanımda, engin nüfuzda, güzel üslub ve tezyinde, kelime zenginliğinde bir takım farklılıklar bulunması normaldir. Bu farklılıklar akli güçlerinde, zeka keskinliğinde, geniş bilgilerinde, deneyimlerinde, ilim ve marifet zenginliğinde bir takım farklılıkların görüntülerinden bir görüntüdür. Bunun içindir ki biz bir tek ulusta ya da o ulusun toplumlarında bireylerin kendi ihtiyaçlarını ve duygularını ifade etmek için iki bin kelimeden fazlasını zihninde taşımadığını ve kullanmadığını görüyoruz. Bunun yanında yine aynı dilin onbin kelimesini ya da fazlasını kendi ihtiyaçlarını görme ve duygularını ifade etmek için kullanan bireyler de vardır. Bununla beraber dil, tüm müfredatı, terkibleri, ıstılahlarıyla tüm ulusun genel dili olmaya devam eder. İsterse bireylerin dildeki payları farklı farklı olsun fark etmez. Bu genel yasanın Peygamber'in asrı ve toplumu olan Arap ulusu için de geçerli olacağı tabiidir. Kur'an'daki dil üstünlüğünün, kullanımın, üslubun, geniş kapsamlılık ve ifade yönünden o asırdaki Arap ulusunun çoğunluğuna hitab ettiği kesindir. Bazı yazarların Kur'an dilinin insan akıllarının üstünde, onların ulaşabileceği, idrak edebileceği, Özellikle de anlayabileceği seviyeden daha yukarıda olduğunu iddia etmeleri bir taraftan vakıa ile bağdaşmamakta, diğer yandan Rasul'un görevi ile uyum arzetmemektedir. Zira Rasul'un görevi tüm insanlarla ilişki kurmak, farklı gruplara ulaşmak, bizzat zorunlu olarak Peygamber'in dili olan Kur'an diliyle onlara hitab etmek, kendilerine Kur'an okumaktır. Bu aynı zamanda pek çok Kur'an ayetleri tarafından vurgulanan bir gerçektir. Onlardan aşağıdaki örnekleri verelim:

[B]1[/B] ...(Bu) ayetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyden haberdar bulunan (Allah) tarafından birer birer açıklanmış bir Kıtap'tır. (Hud, 1)
[B]2[/B] ...Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler. (Nahl, 44)
[B]3 [/B] Onu bir Kur'an olarak, insanlara dura dura okuman için (bölüm bölüm) ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik. (İsra, 106)
[B]4[/B] Hamd, Kitab'ı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir. Dosdoğru bir (Kitab) ki, kendi katından şiddetli bir azabla uyarıp-korkutmak ve salih amellerde bulunan müminlere müjde vermek için; (ki) şüphesiz onlar için güzel bir ecir vardır. {Kehf, 1-2)

Kur'an'da müşriklerin Kur'an'la mücadeleleri ile ilgili gerçekten çok ayet vardır. Ve bunlar açıkça onu tümden anladıklarını ve bununla ilgili olarak tartıştıklarını göstermektedir. Onların Kur'an'ın uslubunda tam bir biçimde şekillenmiş ve kenetlenmiş hikaye edilen sözleri, Kur'an'ın onları yaklaşık anlamıyla kendi üslubuna uygun biçimde hikaye ettiği farzedilse dahi bu iddia, onların sözlerinin kendi müfredatlarında ve uslublarında Kur'an'ın müfredatına ve uslublarma benzemediği anlamına gelmez. Aynı şey gerçekten sayılamayacak çoklukta müslümanların ve ehli kitabın Kur'an'a karşı tutumlarını hikaye eden pek çok ayet için de söylenebilir. Bu tutumlar gerçekten sayılamayacak kadar çoktur, her uzun ve orta sûrede onlara değinilmiştir. Şimdiye kadar geçenler arasında bulunan pekçok örneği vardı. Onun için burada bir kaç Örnek daha vermekle yetineceğiz.

[B]1[/B] Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size rahmet edilsin(A'raf, 204)
[B]2 [/B] Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman: "İşittik" dediler. "İstesek biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir." (Enfal, 31)
[B]3[/B] Bir sûre indirildiğinde onlardan bazısı: "Bu, hanginizin imanını artırdı?" der. ancak iman edenlere gelince; onların imanını arttırmıştır ve onlar müjdeleşmektedirler. (Tevbe, 124)
[B]4 [/B] Onu bir Kur'an olarak, insanlara dura dura okuman için (bölüm bölüm)ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik. (îsra, 106)
[B]5 [/B] Tâ, Hâ, Biz sana bu Kur'an'ı güçlük çekmen için indirmedik, İçi titreyerek korku duyanlara ancak öğüt-hatırlatma (olsun diye indirdik). (Taha, 1-3)
[B]6 [/B] Küfre sapanlar dediler ki: "Bu (Kur'an), olsa olsa ancak onun uydurduğu bir yalandır, onu kendisi düzüp uydurmuş ve ona bîr başka topluluk da yardımda bulunmuştur." Böylelikle onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira İle geldiler. Ve dediler ki: "(Bu,) geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." (Furkan, 4-5)
[B]7 [/B] Küfre sapanlar dediler ki: "Kur'an ona tek bir defada toplu olarak indirilmeli değil miydi?" Biz onunla senin kalbini sağlamlaştırmak için onu böyle (ayet ayet indirdik) ve onu belli bir okuma düzeniyle (tertiİ üzere) düzene koyup okuduk. (Furkan, 32)
[B]8[/B] Küfredenler dediler ki: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin ve onda (okunurken) yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz." (Fussilet, 26)
Ayrıca Bkz: (16/44, 64; 27/92; 46/12)

Peygamber'in ilişkisi, tabiatıyle medeni-bedevî, Mekkeli-Mekkeli olmayan, Hicazlı-Hicazlı olmayan, okuma-yazma bilen-okuma-yazması olmayan/ümmi hatta asil Araplar ve Arapçayı zar zor konuşan ya da sonradan öğrenen yabancı/a'cemilerle ilgili idi. Onlarla ilk ilişki kurup hitab ettiği şey onlara Kuran ayetlerini okumaktı. Bu değişik ve çeşitli sınıflarda, topluluklarda Kur'an dilinin anlaşılmayan birşey olduğunu söylemek makul bir şey olmaz.
Bizim görüşümüze göre Peygamber toplumunda ve asrında Kur'an dilini derin bir anlayışla anlayan ve onu kullanan bir sınıfın varlığı -isterse bu sınıf şehirlerdeki aydın tabakayla sınırlı kalsın- geri kalan diğer sınıfların ve kesimlerin çoğunluğunun, onu ana hatlarıyla anlamaları söz konusuydu.
Kur'an dilinin üstün seviyesi, beyan gücü, uslub üstünlüğü, ifade belagatı, mana enginliği, ifade inceliği, parlak delil getirişi, geniş alanları kapsaması, kaynak zenginliği, sanatlarını dile getiren eski-yeni pekçok kitap; alimler, ahlakçılar, edebiyatçılar ve filologlar tarafından kaleme alınmıştır. Öyle ki onlara ilave edilecek bir şey kalmamıştır. Şu kadar var ki: Bunların hepsinin Peygamber'in çevresi ve asrının Arap aklının bir yönüne ışık tutmuş olabileceği düşünülebilir. Onun akü hayatının görünümlerinden biri olarak ortaya çıkabilir. Bunu aynı zamanda onların maddi ve geçim hayatının bir tablosu olarak da değerlendirebiliriz: Herhangi bir asırda zihnindeki anlamları ve ihtiyaçları bu şekilde ifade edebilecek, kafasında dönen düşünceleri bu dille gündeme getirebilecek bir çevre, beyanında güçlü, üslubunda parlak, ifadesinde beliğ, anlamlarında etkili, söyleyişinde ince, dikkatli, delil getirmesinde güçlü, ele alışında geniş, kaynağında ve sanatlarında zengin bir dili kullanan bir ulus genel olarak parlak bir akla, keskin bir zekaya, cevval ve zinde bir zihin gücüne, ufukların, deneyimlerin ve marifetin genişliğine sahip olmalıdır.
Denebilir ki: Muhakkak Kur'an Allah kelamıdır. Arapların akli gücünün onunla mukayese edilmesi doğru olmaz. Kur'an tüm kafirlere önün gibi bir söz, bir sûre, birkaç sûre yapmaları için meydan okumuş, gelecek Mekki ayetlerde görüleceği gibi onlar ona karşı aciz kalmışlardır:

[B]1[/B] Yoksa: "Bunu kendisi yalan olarak uydurdu" mu diyorlar? De ki:"Bunun benzeri olan bir sure getirin ve eğer gerçekten doğru sözlüler iseniz, Allah'tan başka bütün güç yetirdiklerinizi de çağırın." (Yunus, 38)
[B]2[/B] Yoksa: "Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Haydi siz, yalan üzere uydurulmuş olan onun benzeri on sûre getirin "ve eğer doğru sözlüler iseniz, Allah'tan başka güç yetirdiklerinizi de çağırın." (Hud, 13)
[B]3[/B] De ki: "Eğer bütün ins ve cin (toplulukları) bu Kur'an'ın bit benzerini getirmek üzere toplansa, onun bİr benzerini getiremezler." (İsra, 88)
[B]4 [/B] Yoksa "Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar? Hayır, onlar İman etmiyorlar. Şu halde, eğer doğru sözlüler İseler, onun benzeri bir söz getirsinler. (Tur, 32-34)

[B]Fakat biz biliyoruz ki[/B]: Bu meydan okuyuş ve onların ona karşı aciz durumda kalışları burada belirtmeye çalıştığımız konuyla çelişmemektedir. Yani Kur'an'ın hem maddesi, müfredatı ve terkipleriyle hem de, Peygamber asrının ve çevresinin dilinden oluşmasıyla aykırılık arzetmez. Onun dili değişik sınıflarına rağmen herkes tarafından alışılagelen ve genel olarak anlaşılan bir dildi. Özellikle de Aydın Sınıf için anlaşılan, alışılan, konuşma ve yazıda kullanılan bir dildi. Daha önce arzettiğimiz açık Kur'an beyanatı bu yaklaşımı kesin bir şekilde pekiştirmektedir.
Ayrıca diğer bir taraftan, insanlar usta şâiri, belâgatlı konuşan hatibi dinliyor, dahî yazarı okuyor onların sözlerini mükemmel olarak arılıyorlardı. Özellikle de onlardan kültürlü olan sınıf burada hatırlanmaktadır. Dinledikleri ve okuduklarının inceliklerine kadar nüfuz ediyorlardı. Hiç bir zaman, onların okudukları ya da dinledikleri şeyleri kendi dillerinden değil, ya da kendi dillerinin sınıfından değil deyip geri çevirmemişlerdir. Sonra şairin parlak şiiri, hatibin akıcı konuşması, yazarın üslubu onların kendi dillerinin sınıfından dışarı çıkarmamıştır. Onların farklı yönleri sadece uslub üstünlüğündedir. Güçlü, parlak, üstün ifade, tatlı ve hoşa giden kullanımlar bu kişilere parlak ve üstün bir meziyet kazandırmış olmaktadır. İnsanlar da onun gibisini yapmaktan aciz kalmaktadır. Allah'ın ve kitabının bu konuda en üstün seviyede olduğu tartışma götürmez. Fakat bu, söz konusu sınıfın seviyesiyle, toplumun üstün edebî dilini kullananların seviyesi arasında kullanılan müfredat, kaynak, terkib, kurallar vesairede kopukluk olduğu anlamına gelmez. Böyle olmadığı zaman herhangi bir toplumdaki, çevredeki dil birliğinin sağlıklı bir biçimde anlaşılması mümkün olmazdı. Realiteler de bunu desteklemektedir. Herhangi bir asırdaki yazı, konuşma ve şiir arasında uslub, ifade ve parlaklık bakımından bir yakınlık bulunur, özellikle de üstün sınıf arasında bu yakınlığı gözlemek zor değildir. Bunun yanında pek çok kimseler üstün, parlak ve eşsiz bir uslub bulmakta zorluk çekmezler. Bu temel kuralların tabii bir olgu olmaları hasebiyle Peygamber asrı ve çevresi için de geçerli olacağına inanıyoruz.
Böylece başka bir açıdan anlaşılıyor ki, kafirlere karşı meydan okunan şeyler, Kur'an'da yer alan Rabbanilik, doğru sözlülük, çağrısının doğruluğu, delillerinin ve içeriğinin parlaklığı gibi konulardır. Yoksa onun kullandığı dil zenginliği, filolojik müfredat, söz, sözcük ve kurallar olarak dil sanatları değildir. Böylece mesele aydınlanmış, Kur'an'm, Kur'an dilinin Arapça olduğu, onun Arapların dili ve lisanı, Peygamber'in ve kavminin lisanı olduğunu belirtmesinin anlamı ortaya çıkmış ve aynı zamanda neden kâfirlere meydan okuduğu da anlaşılmış olur.
Kur'an'da, yalnız bize ait olmayan bu yaklaşımı destekleyen pek çok nasslar vardır. Meydan okuma ile ilgili ayetlerin önünde ya da sonunda buna' benzer yaklaşımları pekiştiren ayetler vardır. Gelecek ayetlere bakalım:

[B]1[/B] BuKur'an'ın, Allah'tan başkası tarafından, yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak o, önündekıleri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, o alemlerin Rabbindendir. (Yunus, 37)
[B]2 [/B] Hayır onlar ilmini kuşatmadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulme sapanların nasıl bir sonuca uğradıklarına bir bak. (Yunus, 39)
Ayrıca Bkz: (11/14; 17/89; 52/29-32)

Öte yandan En'am ve Enfâl sûreleri'nde yer alan iki ayet daha vardır:

[B]1[/B] Allah'a karşı yalan yere iftira düzenden ya da kendisine hiç bir şey vah-yolunmamıgken bana da "Vahy geldi" diyen ve "Allah'ın indiidiğinİn bir benzerini de ben indireceğim" diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimİeri ölümün şiddetli sarsıntıları sırasında meleklerin de pençelerini uzatarak onlara:"Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah'a kargı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz," dediklerinde bir görsen. (En'am, 93)
[B]2[/B] Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman: "İşittik" dediler. "İstesek, biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu eskilerin efsanelerinden başkası değildir." ' (Enfal, 31)

Her iki ayetin ilhamına göre Peygamber'in çevresinden bir takım adamların Kur'an'ı hikaye etme, uydurma gücüne sahip olduklarını iddia ettikleri anlaşılmaktadır. Halbuki onların bu işten aciz olduğu kuşkusuzdur. Demek oluyor ki onların bu iddiada bulunması ancak Kur'an'ın kullandığı dil zenginliğinin, terkiblerinin, ifade sanatlarının kendilerinin, terkiblerine, dil zenginliğine ve ifade sanatlarına benzer olduğunu görmelerinden kaynaklanmış olabilir. Onlar bunların hepsinin kendilerinin eli altındaki olanaklar olduğunu düşünmüşler, yalnız bu Rabbani ve doğru ifadeyi, çağrının dosdoğru oluşunu parlak delil getirişini, hak olan davasını unutmuşlardı. Allah da bu açılardan Kur'an'ın benzeri olabilecek bir şey getirmeleri için kendilerine meydan okudu.

İlk etapta akla gelen bir yaklaşım da şudur ki: Onların sürekli olarak Peygamber'in Kur'an'ı uydurduğu şeklinde yaklaşımda bulunmaları ve bu yaftalamaların tekrar tekrar hikaye edilişi herhalde onların bu zihniyetlerinden kaynaklanıyordu.
Meydan okuyuşun ancak terkibler, dil zenginliği, uslub ve düzen üstünlüğünden kaynaklandığını söyleyen bazılarının sarf/vaz geçirme teorisine bağlı olduklarını biliyoruz. Onlara göre Allah bu kafirleri, sözü edilen açılardan Kur'an'ın bir benzerini getirmekten vazgeçirmiş, onlar da kendi dillerinden olduğu halde onu yapmaktan aciz kalmışlardır. Bu yaklaşımda da açıkça görüldüğü gibi Kur'an dilinin, dil zenginlikleri, üslubu nazmı ve filolojik sanatları yönünden Arapların benzerini yapabileceği şeyler arasında olduğu, eğer Allah onları vazgeçirmeseydi bir benzerini yapabileceklerinin itiraf edildiği görülmektedir. Onların böyle demelerinin nedeni Kur'an dilinin, sözlük zenginliği ve ifade sanatlarında Peygamber çevresi ve asrının dili olduğunu inkar edememelerinden kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşımın da böylece temelde bizim yaklaşımımızı desteklediği görülmektedir. Artık burada Allah'ın meydan okuduğu bir konuda, Arapları onu yapmaktan vazgeçirmesinin ne derece doğru olup olmadığını tartışmaya gerek yoktur. Çünkü bu durumda dahi sonuç, eğer Allah, onları vazgeçirmemiş olsaydı onlar Kur'an'ın bir benzerini getirirlerdi.
[B]1 [/B] [I]Bu ayetin nüzul sebebi için bkz' Ibn Hışam, VI; 32[/I]

■ Kur'an ayetleri ve uslublarında Peygamber çevresi ve asrında Arap dilinin sahip olduğu sanatları çıkarmaya yarayacak yerler vardır. Buradan hareketle Arapların akli gücünü, zihin zindeliğini ve sanat zevkini tesbit etmekte onları birer kriter olarak kullanmak mümkündür.
Bu sanatlardan biri "şiir"dir. Aşağıdaki görüleceği gibi bir dizi ayette şiire ve şairlere işaret edilmiştir:

[B]1 [/B] Şairler ise; gerçekten onlara da azm-sapıklar uyar. Görmedin mi, onlar her bir vadide vehmedip durmaktadırlar ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylemektedirler. Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah'ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar başka. (Şuara, 224-227)
[B]2 [/B] Biz ona (Peygambere) şiir öğretmedik; (bu) ona yakışmaz da. O, yalnızca bir öğüt ve apaçık olan bir Kur'an'dır. (Yasin, 69)
[B]3 [/B] Ve derler ki: "Biz, deli bir şair için ilahlarımızı terk mi edeceğiz? Hayır, o, hakkı getirmiş ve gönderilen (peygamber)leri de doğrulamıştı. (Saffat, 36-37)
Ayrıca Bkz: (21/5; 52/30-31; 69/41)

Peygamber'in çevresinde ve asrında yaşayan Arapların şiirle uğraşılarının ayrıca açıklamaya ihtiyaç duymayacak bir şey olduğuna göre, bu açık olguya burada bir önemli şeyi daha ilave etmek doğru olacaktır. Bu asrın ve toplumun Arap şiiri, sanatında, belagatında, parlaklığında Kur'an diliyle paralel ve uyum içinde olmalıdır. Arapların Peygamber'i, şiir söylemek ve şairlik yapmakla suçlamaları, Kur'an'ın ayetlerini ve parlaklığını onlara sunarken kulak verdikleri bu üstün üslûba şiir demeleri bunu göstermektedir. Ayrıca bu kadar kesin olmakla beraber, o zamana nisbet edilişi az ya da çok tartışma götürecek yapıda bulunan, rivayet edilmiş şiir örnekleri de onların şiir seviyesini ortaya koymaktadır. Sonra herhangi bir asırda şairlik ve şairlerin gücü, Kur'an'm üstün seviyesi, gücü, parlaklığıyla yürüyecek bir üstünlüğe ve güce ulaşmış olan bir ulusun bu seviyesi, onların üstün duygularının, duygusal coşkularının, his ve hayal güçlerinin üstün bir dereceye ulaştığını terennüm eder. İlave edilmesi doğru olan olgulardan biri de, Kur'an'ın nazım olarak hiçbir şiir ihtiva etmemesine, manzum Arap şiirinin tipolojik şartlarına, birbiriyle denk iki bölümden ve beyit esasından oluşan Arap şiirinin hiçbir Örneğini içermemesine, sonra kasidenin her beytinin beyit sonlarında kafiye birliğini zorunlu olarak görmesine rağmen Arapların Peygamber'e şairlik ithamında bulunmasının nedenlerini soruşturmanın güzel olacağıdır. Acaba Araplar parlak ya da şiirsel anlamlar taşıyan beliğ sözleri, konuşmaları ölçülü ve kafiyeli olmasa da şiir olarak mı görüyorlardı? Yoksa ölçülü ve kafiyeli sözleri şiir olarak kabul ettikleri gibi uyum ve ahengi bulunan-konuşmaları, ölçüsüz de olsa, veya ölçülü sözleri uyumlu ahenkli olmasa da şiir olarak mı kabul ediyorlardı? Kur'an'da aruz bilginlerinin bildiği türden şiir olarak adlandırılacak ölçülü ve kafiyeli bir konuşma, söz yoksa da pek çok ayetlerde hatta sürelerde uyumlu ahenkli bir uslub ya da kafiyeli üslubun kullanıldığı kuşku götürmez bir gerçektir. Sonra Kur'an'da her iki türünde de cümle birbirine bağlı, iki bölümden oluşmasa da Recez'e benzeyen yerler vardı.

Gelecek örnekleri inceleyelim:
1 Güneşe ve onun parıltısına, Ona uyduğu zaman Aya, onu parıldattığı zaman gündüze, onu sarıp-örttüğii zaman geceye, göğe ve onu bina edene, yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve ona bîr düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu ve ondan sakınmayı İlham edene an-dolsun ki nefsini arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve ornı Örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. Semud (halkı) azgınlığı dolayısıyla yalanladı; En zorlu bedbahtsızları ayaklandığında, Allah'ın elçisi onlara dedi ki: "Allah'ın devesine ve onun su içme sırasına dikkat edin." Fakat onlar onu yalanladılar, deveyi de yere yıkıp öldürdüler. Böylelikle Rableri de günahları dolayısıyla onları yerle bir etti, kırıp geçirdi; orasını da dümdüz etti. (Allah, asla) Bunun sonucundan da korkmaz. (Şems, 1-15)
2 Soluk soluğa koşan (at)lara andolsun, (tırnaklarıyla) ateş saçanlara, sabah vakti baskın yapanlara, derken orada tozu dumana katanlara, bununla bir (düşman) topluluğun orta yerine kadar dalanlara. Hiç şüphesiz insan, Rabb'ine karşı oldukça nankördür. Ve gerçekten kendisi de buna şahiddir. Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı da çok katıdır. Yine de bilmeyecek mı? Kabirlerde olanların deşilip dışa atıldığı, göğüslerde olanların da derlenip devşirıldıği zamanı? ('Adıyât, 1-10)
Ayrıca Bkz: (53/1-12; 74/1-30; 69/19-24)
Bu konu ile ilgili olarak verilen örneklerin anlaşılabilmesi için ayetlerin orijinallerinin gözönünde bulundurulması ve eğer mümkünse Arapça olarak okunması gerekmektedir. (Çev.)


Bu ayetleri ve Kur'an'da yer alan pekçok benzerlerini, özellikle de Mekki olanlarını okuyan birisi manzum şiir olmayan fakat ondan uzak da bulunmayan, yabancı olmayan güçlü, etkili bir söz karşısında olduğunu farkedecektir. Şiirin zaruretleri adı verilen uyum ve ahenk için bir takım ileriye almalar, geriye bırakmalar da görecektir. Müddesir ve 'Adiyat ayetleri bunun en güzel örnekleridir.
Bunun yanında parlak Örneklendirmeleri, temsilleri, tavsirleri ve engin anlamları da mûşahade edecektir.
Soruşturduğumuz noktaya, Kur'an'dan destekli tam ve doyurucu bir cevap verme gücüne sahip olmasak da, şiir kavramının anlaşılan anlamının, manzum şiir olduğunu teslim etmekten başka çaremiz yoktur. Sonra genel anlamda şiir denince de manzum şiir söyleyen - yazan kişilere de şair dendiğini kabule yanaşmalıyız. Bunu ifade eden ve kesinlik ifade edecek dereceye ulaşan tevatür nedeniyle, bir de özellikle Şuara Sûresi ayetlerinde yer alan Kur'an'ın ortadaki karinesiyle diyebiliriz ki: Araplar eğer Kur'an'ın nazmı ve üslubunun parlaklığı, insanların içlerine, gönüllerinin derinliklerine etki eden gücü, yetkin temsilleri, parlak istiareleri ve tasvirlerini görmemiş olsalardı Peygamber'e şair demezlerdi. Tüm bunları gördükten sonra ölçü ya da nakarata takılmamışlardı. Özellikle bu kısa ayetlerde kafiyenin son harfinin benzeşmesi ya da kafiye, şiirin vurgusu ve edası olduğundan onların yaklaşımlarını güçlendirmiştir. Eğer bu yaklaşım doğru olarak kabul edilirse Peygamber asrında ve çevresinde yaşayan Araplara göre ya da en azından aydın sınıfına göre -ya da eğer ifade doğru ise onların edebiyatçılarına göre- şiirin alanı ve tanımı Aruz bilginlerinin kabul ettiği bilinen tanımdan daha geniş ve kapsamlı olacaktır. İşte bu tanım aynı zamanda yeni edebiyatçıların da kabul ettiği bir tanımdır. Onlar şiiri, manzum ve mansur olmak üzere ikiye ayırıyorlar. Şiirin Özellikleri arasında bütünlüğünü, parlaklığını sanatını ve güzelliğini beraber değerlendiriyorlar. Böylece anlaşılıyor ki, Peygamber asrının ve toplumunun edebiyatçıları, uzun asırlar sonra ulaşılabilen bir anlama kadar nüfuz etmişler, sanatsal bir zevke, ilham edilmiş bir öze/ruha, ileri bir görüş, geniş bir ufka ulaşmışlardı.
Fakat bizim bu yaklaşımımız gereği olarak Peygamber'in şair olması gerekmez. Kur'an, ona bunu söyleyenlerin dediklerini reddetmiştir. Onun şiir öğrenmiş olmasını da reddetmiştir. Şiir söylemenin ona yakışmayacağını ifade etmiştir. Bunlar tümüyle gerçektir. Her yönüyle doğrudur. Rivayetlerde mütevatir olarak Peygamber'in hiç bir şiir düzenlemediğini başkasının şiirlerini, beyitlerini misal olarak getirdiğinde aynı ölçü ve kafiyeye uymadığını, bazan ona işaret etmekle yetindiğini bildirmektedir. Bu aynı zamanda daha önce belirttiğimiz gibi Arapların Kur'an'da şiire, şiirin şekillerine, uslublarına, istiarelerine, teşbihlerine, edasına vurgusuna, bölümlerine benzer şeyler görüp onu "şiir"; Peygamber'i de şair olarak adlandırmalarına da aykırı değildir. Buna ilave olarak denebilir ki: Allah Teala bu olumsuzluk ve pekiştirme ile Peygamber'i Şuara ayetlerinde belirtilen sıfatlarla tanıtılan şairler sınıfından ayırıp dışarı çıkarmak ve onun peygamberlik ve risalet ile özellikle görevlendirildiğini bildirmek istemiştir. Onun rastgele söz söyleyen, her vadide dolaşan ve şairlerin yaptığı gibi yapmadığını söyleyen bir kimse olmadığını belirtmek istemiştir. Kur'an'ın ancak bir zikir ve açık bir okuyuş olduğunu, ona tabi olanların, şairlere tabi olan ve onlardan etkilenen sapıklardan olmadıklarını ifade etmiştir. Bunların hepsi belirtmeye çalıştığımız konuyu pekiştiren yaklaşımlardır. Ayrıca "O ancak bir zikir ve apaçık bir okuyuştur" ayetinin Yasin Sûresi ayetleri arasında yer alması da bizim belirtmeye çalıştığımız yaklaşımın doğru olduğuna güçlü bir delil olmaktadır. Çünkü Yasin Sûresi'nde, Allah'ın Peygamber'e şiir öğretmediği ve ona yakışmadığını belirtilmektedir. Bu ayeti takib eden ayet de bu yaklaşımı güçlendirmektedir. Metin olarak şöyle: "Aklı olanı uyarmak, kafirler için de sözü gerçekleştirmek için...11 (Yasin, 70)

Bunun yanısıra, Kur'an'ın şiire ve şairlere saldırısından şunları da çıkarmak mümkündür:
Birinci olarak: Buradan anlaşılıyor ki Peygamber toplumunda ve asrında şiire ve şairlere büyük önem veriliyordu. Kur'an'ın hedeflerinden biri de buna karşı koymak ya da toplumdaki önemine gölge düşürmekti. Böylece şiire değil Kur'an'a, şairlere değil Peygamber'e zemin hazırlanmış olacaktı.
İkinci olarak: Kafir olan şairlerin, İslamî dönemde şairlerin oturmuş konumlarından, etkilerinden ve toplumda el üstünde tutulmalarından dolayı takındıkları menfi tavırların vurgulanması. Şuara Sûresi'nin son ayetinde müminlerin kötülenmeden istisna edilişi, Peygamber'in şartlarla uyuşmaya, şiirin ve şairlerin konumuna değer vermeye mecbur kaldığını, müslümanların şairlerini, kafirlerin şairlerinin saldırılarını savmaları ve aynıyla karşılık vermeleri için onları cesaretlendirmek zorunda kaldığını göstermektedir, işte bu istisnada bir aralık bir cesaret veriliyordu.

Üçüncü olarak: Bu toplumda ve asırda yaşayan şairlerin karşılıklı atışmaları, kınamaları, rekabet ve yarış yapmaları bir gelenek halini almıştır. Şair bu amaçla hiciv, ayıplama ya da böbürlenme konularında uzun bir kaside yazardı. Onun hasmı da hicivle, ayıplama ve böbürlenmeyle karşılık verirdi ve bu hal öyle sürüp giderdi. Geleneklerden biri de şairin topluluğunu, kabilesini ya da inancını savunmasıydı. Onun hasmı olan şair de kendisine reddiye yazar, topluluğunu, kabilesini ya da inancını savunurdu. Düşmanlarına karşı muzaffer olan yani onlara aynısıyla karşılık veren mümin şairlerin istisna edilişi, kesinlik ifade edebilecek dereceye ulaşıncaya kadar tevatürle nakledilen bu gelenekler Kur'anî bir karinedir.
Dördüncü olarak: Şairler abartma, tahrik etme ve atalarla övünme yollarının hepsini kullanırlardı. Fakat burda hareket mantıkları samimi bir inanç, ahlak, ciddiyet ve sağlıklı bir hakikate oturmamıştı.

Araplar, şairler ile cinler arasında bir takım ilişkilerin ve bağların olduğuna da inanıyorlardı. Peygamber'e şiir ve şairliğin izafe edilmesinde bu inancın da bir etkisi olmuştur. Bunu dördüncü bölümde ele alacağız.

Kur'an'dan çıkarılabilecek filolojik sanatlardan biri de "seci'dir. Seci' ölçü ve nakaratın şart olmadığı kafiyeli sözdür. Kur'an'da bunun elverişli ve parlak bir demek örneğini görebiliriz. Bunların bir kısmı uzundur. Bir kısmı kısadır. Az önce naklettiklerimize ilave olarak gelecek örnekleri de vereceğiz:
[B]1 [/B] Fecre andolsun, (zilhice ayında ilk) on geceye, çifte ve teke akıp gittiği zaman geceye. Bunlarda akıl sahibi olan için bir yemin var, değil mİ? Senin Rabb'inin Ad'e ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. Ve vadilerde kayaları.oyan Semud'a? Ve kazıklar sahibi Fir'avun'a? Ki onlar şehirlerde azgınlaşmalardı. Böylece de, oralarda fesadı yayınlaştırmışlardı." (Fecr, 1-12)
[B]2[/B] Senin Rabb'inin fil sahihlerine neler yaptığını görmedin mi? Onların tasarladıkları planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üzerlerine ebabil kuşlarını gönderdi. Onlara sertleştirılmiş taşlan atıyorlardı; sonunda onları yenik ekin yaprağı gibi kıldı. (Fil Sûresi)
[B]3 [/B] Şüphesiz, biz sana kevseri verdik. Şu halde Rabb'in için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu asıl ebter (soyu kesik) olan sana kin duyandır. (Kevser Sfrresi)
Ayrıca Bkz: (54/1-5; 55/1-8; 76/1-6)

Kur'an'da ayetleri birbiriyle seci'li dört sure (2) vardır. Ayetlerinin bir tekrarı bulunmaktadır. Her ayetin ya da ayetler grubundan sonra uyarma, hatırlatma ya da ayıplamanın yer aldığı bir ayet aynen tekrar edilir. Bu da konuşma uslublarında başka bir sanattır. Bizim görebildiğimiz kadarıyla bu üslupta bir metne rastlanmamıştır. Edebiyat bilginlerinden buna işaret eden kimse görmedik. Halbuki bunun apayrı bir sanat olduğu açıktır. Bunlar onun örnekleridir:
[B]1[/B] Rabbinin makamından korkan kimse için ise iki cennet vardır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? Çeşit çeşit inceliklere ve güzelliklere sahiptirler. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabiliyorsunuz? İkisinde de akmakta olan iki pınar vardır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? İkisinde de her meyveden iki çift vardır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? (Rahman, 46-53)
[B]2 [/B] Biz, öncekileri yıkıma uğratmadık mı? Sonra arkadan gelenleri onların izinde yürüteceğiz, işte biz suçlulara böyle yapmaktayız. O gün yalanlamakta olanların vay haline. Sizi basbayağı bir sudan yaratmadık mı? Sonra onu savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Belli bir süreye kadar; işte (buna) güç yetirdik. Demek ki, biz ne güzel güç yetirenleriz. O gün yalanlamakta olanların vay haline. Biz yeryüzünü bir toplanmayeri kılmadık mı? Dirilere ve ölülere. Ve onda sabit yüksek dağlar var etmedik mi? Size tatlı bir su da İçirmedik mı? O gün, yalanlamakta olanların vay haline. (Mürselat, 16-28)

[B](2)[/B] [I]Şuâra, Kamer, Rahman ve Mürselat sureleri[/I]

Arapça rivayetlerin seci' ile ilgili olarak kaydettiklerine göre onlar, genellikle kahinlerin, müneccimlerin sözleri, rüyalarda duyulan fısıltılardır. Seci'li eski sözlere örnek olarak gösterilen şeylerin çoğu bu sınıfa izafe edilen şeylerdir. Kur'an ayetlerinin de hikaye ettiği gibi Araplar Peygamber'e kâhin diyorlardı. Belki de bunun nedenlerinden biri de Peygamber'in okuduğu seci'li ayetler ve sûrelerdir. Onların böyle Bir iddiada bulunmaları, kahinlerin insanlara verdikleri cevapların seci' şeklinde olduğunu kaydeden Arapça rivayetlerin aslının, sağlıklı olduğuna delil olabilir. Ama buna rağmen biz onlara nisbet edilen seci' yazılı parçaların metin ve rivayet olarak onlara ait olmasından kuşku ediyoruz. Onların uydurma ve birleştirme izlerinden uzak olduğunu sanmıyoruz, seci'nin en sağlıklı ve doğru tabloları ve parçalarını, sanatlarını ancak Kur'an'da bulabiliriz. Çoğu nazım türünden naklettiğimiz örneklerden kişinin seci' ile ilgili bir sanatı, zevki, güzelliği eda ve tesir gücü görmesi mümkündür. Bu da Arapların aklî gücünü ortaya koyan görüntülerden biridir. Çünkü bu, açıkça görüldüğü gibi Arap dili ile ilişkilidir.

Kur'an'da altmış sekiz sûre seci'lidir ya da en azından seci'nin kapsamına girmektedir. Bunların elli yedi'si kısadır. Beş tanesi orta, altı tanesi de uzundur. Onların büyük çoğunluğu (64 tanesi) Mekki'dir. Muhtemelen bu da, Peygamber asrında ve çevresindeki seci'li gönüller ve kulaklar üzerindeki hakimiyetini, etkisini ve nüfuzunu gösteren bir delildir. Biz yukarıda kullandığımız cümleyi "ya da en azından seci'in kapsamına girmektedir" şeklinde kullanmaktan, ayetleri kafiyesiz, fakat ölçülü olan sûreleri kastettik. Çünkü biz bunların da bir açıdan seci'in kapsamına girdiğini, bununla beraber gerçekten seci' niteliğini taşıyan, yani kafiyeli olan sûrelerin daha fazla olduğunu belirtmek istedir.

Buna ilave olarak öncelikle bir noktaya daha dikkat çekmeliyiz: Baştan sona seci'li ya da ölçülü olan bu kadar sûrenin yanında geriye kalan diğer sûrelerde de az bir grup ayet dışında aynı seci' ve ölçüyü görürüz. Bu da görüşümüzü, seci'in gücünü ve nüfuzunu pekiştirmektedir, ikinci olarak dikkat edilmesi gereken nokta seci'in bir tek sûrede yalnız bir kafiye olmayabileceğidir. Bir takım sûreler vardır ki, değişik kafiyeleri bulunan zincirleme seci'leri ihtiva etmektedir. Daha önce naklettiğimiz Müddesir, Mürselat ve Fecr Sûresi ayetleri buna en güzel örnektir. Bazı sûreler de vardır ki, tek kafiyeli ya da değişik kafiyeli bir dizi seci'li zincirlemeler içerdiği gibi tek kafiyeli olmayan ölçülü bir dizi ayetler zincirini de ihtiva etmektedir. Evet, işte bütün bunlar Risalet öncesi dönem ve coğrafyada, Kur'an dili olan lügat ile ilgili sanatsal ve edebî tezahürlerdir, ki bunlar göz ardı edilemez.
Bu sanatlardan biri de hiçbir kafiye ve ölçüye bağlı olmayan "mürsel' Düz nesir (serbest) sanatıdır. Kur'an ayetlerinin çoğu bu tür bir sanat çeşidine uygundur. Çünkü bu, çoğu uzun ve orta sûrelerin üslûbudur. Bunlardan bazıları hayli uzundur. Gelecek örneklerde görüldüğü gibi bazı ayetlerin kelime sayısı yetmişi, yüzü aşmaktadır:

1 Ey İman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazı¬nız. Aranızdan bir katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın Üzerinde hak olan da yazdırsın. Ve Rabbi olan Allah'tan sakınsın, ondan hiç bir şeyi eksiltmesin Eğer üzerinde hak olan, aklı ermez ya da zaaf sahibi veya kendini yazmaya güç yetirmeyecekse, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur.) Şahıdler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu az olsun, çok olsun süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu Allah katında en adil, şahidlik için en sağlam, şüphelenmemeniz İçin de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alışveriş ettiğinizde de şahid tutun. Yazana da şahide de zarar verilmesin. Yaparsanız o, kendiniz için fisktır. Allah'tan sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilendir. (Bakara, 282) (Ayrıca Bkz: 3/154)

Bazıları ise orta uzunluktadır. Bu Kur'an'daki mürsel metnin çoğunluğunu oluşturmaktadır.
Burada, mürseli tanıtmakla ilgili kaydettiklerimize ilave olarak Kur'anî mürselin ayet sonlarında oturaklı ya da ölçülü bir ses güzelliğinin olduğuna dikkat çekmeliyiz. Naklettiğimiz örneklerde açıkça görüldüğü gibi burada kafiyesizlik, ölçüsüzlük ve kafiyede ses benzeşmesinin yokluğu fazla bir eksiklik olarak kabul edilmezse durum bundan ibarettir. Kur'an ayetlerinin çoğunu oluşturan, mürsel Kur'an ayetlerinde de bunu rahatlıkla müşahade edebiliriz.
Burada nesir, seci' ve mürselin her iki türünde de söz konusu olan önemli bir noktaya, bunların her birini yerli yerince kullanmada uslub parlaklığına dikkat çekmeliyiz. Kur'an ayetlerini düşünen bir insan seci'li kısa ayetlerin, yine onun gibi mürsel kısa ayetlerin genellikle müjdeleme, uyarma, vadetme, tehdit etme, uyarma ve örnek verme konumunda kullanıldıklarını görecektir. Zira bunları üslubunda, vurgusunda ve edasında süratle dikkatleri çeken bir yapı sözkonusudur. Onun için duygulara ve gönüle hitab etmektedir. Orta ve uzun olan mürsel ayetler ile seçili olan orta ayetler genellikle tartışma, delil getirme, Öğretme, yasama, bildirme, hikaye etme, örnek verme konumlarında verilmektedir. Zira bu konumlar tabiatı gereği olarak uzundur. Burada duygulardan daha ziyade akla hitab edilir. Amaç anlaşılmasını, görülmesini, muhatabın düşünceye yönelmesini, muhakeme etmesini, sonuç çıkarmasını sağlamaktır. Korkutmak, teşvik etmek, vaadde bulunmak ve tehdit etmek değildir.

Dilin bu kadar çeşitli türleri kapsaması, zincirlemeler, güzel kalıba dizmeler, şaheser girişlerden daha ziyade üslupta, beyanda ve söz makamlarının birbirine uygunluğunda görülen bu yetkinlik, yatkınlık Peygamber asrı ve çevresindeki Arap lisanına gerçekten üstün bir şekil ve yüce bir derece kazandırmıştır.
Bu sanatlardan biri de "Emsal'/ornek vermelerdir. Emsal, Kur'an'da iki çeşittir. Birisi temsil ve kıyaslamadır. Ve bunlar nisbeten detaylıdır. İkincisi ise kısa misallerdir. Gayet üstün ve parlak bir uslubla ifade edilen güzel cümlelerdir. Üstün ve parlak uslubuyle uyum sağlayacak sosyal hikmetleri ve ahlaki öğütleri de kapsayabilmektedir. Bunlarla ilgili olarak gelecek örnekleri verelim:

[B]1[/B] (Allah) gökten bir su indirdi de kendi miktarlarmca sel oldu. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir süs ya da bir meta sağlamak için ateş üzerinde erittikleri şeylerde de bunun gibi bir köpük vardır. îşte Allah, hak ile batıla böylece cevap verir. Köpüğe gelince, o atılır gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır. İşte Allah, örnekleri böyle vermektedir. (Ra'd, 17)
[B]2[/B] Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerde,dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. Ki (o ağaç) Rabb'inİn izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle misaller (Emsal) verir. Kötü sözün durumu da gövdesi yerin Üzerinden koparılmış, sabit olmayan kötü bir ağaca benzer. (İbrahim, 24-26)
[B]3[/B] Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça sanki incimsi bir yıldızdır ki doğuya da, batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; neredeyse ateş ona dokunmasa dayağı ışık verir. Nur üstünde nurdur. Allah kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltir. Allah insanlar için Örnekler (Emsal) vermektedir. Allah her şeyi bilendir. (Nur, 35)
Şimdi ikinci türün örneklerine geçelim. Şuna da dikkat etmeliyiz ki, bunlar Kur'an tarafından emsal olarak verilmemiştir. Yalnız inişinden sonra önemli, etkili bir hikmeti, yetkin bir anlamı içerdiğinden insanlar onları birer emsal olarak kabul etmişti. Zaten bu Özellikleri taşıyan cümleler pratikte mesellere dönüşür:
1 ...Evet, dedi yalnız kalbim tatmin olsun diye... (Bakara, 260)
2 ...Küfreden dehşete kapıldı. (Bakara, 258)
3 ...Fetvasını sorduğunuz meselenin hükmü verildi... (Yusuf, 41)
4 ...Karışık rüyalar... (Yusuf, )
5 ...Yakub'un gönlünde bir istek... (Yusuf, 68)
6 ...Onların hilesi büyüktür... (Yusuf, 28)
7 ...Zannın bir kısmı günahtır... (Hucurat, 12)
8 ...Onun meseli kaim kitaplar taşıyan eşeğin meseli gibidir... (Cuma, 5)

Kur'an'da, Peygamberlik döneminden önceki dönemden kalma kısa emsaller bulunduğunu güvenle ya da kesinlikle söylemeye müsait bir şeye rastlayamadık. Bununla beraber Kur'an'da bu türden pek çok şeyin bulunduğu kuşkusuzdur. Bunlar Peygamberlikten önceki dil, edebiyat ve Arapça sanatları olarak kullanılmıştır. Bunun içindir ki biz bu dizi sırasında emsalleri de vermeyi uygun gördük.

Önemli bir noktaya daha parmak basmalıyız ki o da dil bilginlerinin, emsali dil sanatlarından biri olarak ele alırken, hepsinin tek bir vetire üzere yürümüş olmalarıdır. Hepsi de emsalin kısa çeşidini kaydetmekle yetinmişlerdir. Fakat Kur'an ise birinci çeşidini gerçekten büyük ölçüde ve yoğun bir şekilde ele almış, özellikle onu takdir etmiş ve ona işarette bulunmuştur. Çünkü bunların herbirisi zikredilirken ya emsale başlamadan önce ya da onun bitişinden sonra bir emsal olduğu ifade edilmiş, Allah'ın böyle misal verdiği vurgulanmış yahud da bu anlamda birşey söylenmiştir. Naklettiğimiz örneklerde de bunu görebilmekteyiz: Madem ki Kur'an, Peygamber asrının ve çevresinin kullandığı Arap dilinin en doğru ve en sağlam şeklidir; öyleyse bu tür emsalin de, o dilin sanatlarından biri olarak gösterilmemesi gafletine düşülmemelidir.
Bu sanatlardan biri de "kıssa" (hikaye ya da "Kasas" (Hikayeleridir. Kur'an'da hem daha önceki Peygamberliklerden ve uluslardan, onların başlarına gelenlerden hem de peygamberlerin dışındaki insanlardan güzel bir uslubla söz eden pekçok kıssalar vardır. Örneğin: Kehf, 60-82; Neml, 17-44.

Yusuf Sûresi'nde Kur'an'ın, tam olan kıssalarından parlak bir Örnek yer almaktadır. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki, olaylar, ayrıntılar Tevrat'ta kaydedilene çok yakın bir biçimde ele alınmış ve işlenmiştir. Okuyucunun onu Mushaf tan, güzelliğini ve üstün parlaklığını görebilmesi için, muhakeme ederek dikkatlice okuması çok iyi olur.
Kehf, Neml sûrelerindeki ve Yusuf kıssasındaki çekici diyaloga, etkili ibretlere, hikmet dolu Öğütlere dikkat edilmelidir. Kıssanın olayları arasına serpiştirilen, ibretler ve ders alınacak şeyler renklendirilmiş ve cazip hale getirilmiştir.

Peygamber'in peygamberlikten önceki asrı ve çevresinin dili olan Arap dilinin Kur'an'da temsil edilen sanatsal yönlerinden biri de Sarf, Nahiv ve İştikak yönleridir. Kur'an'da, bunun güzel örnekleri vardır. Hatta en güzel örnekleri ondadır denebilir. Arapça'nın bu yönünün, Peygamber'in peygamberlikten önceki asrının ve çevresinin diliyle ilişkisi, bir taraftan çok açık, diğer taraftan da su götürmez bir gerçektir. Zira Kur'an'ın ihtiva ettiği Sarf, Nahiv ve İştikak kurallarının, Kur'an'ın inişinden önce kullanılan ve Kur'an'ın kendisiyle indiği dil olan Arap dilinin değişmez bir damgası olduğunda kuşku yoktur. Bunda aynı zamanda bu dilin ulaşmış olduğu yüksek dereceyi ve mükemmel olduğunun gücünü gösteren bir delil vardır. İşte bu nokta hâlâ araştırıcıların hayretini ve dehşetini cezbeden bir meseledir. Mükemmel inceliğinde, cer harflerinde, anlamlarında, irablarında olduğu gibi; vezinlerinde, çoğullarında, sıfatlarında, kiplerinde de öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, bir başkası ona ulaşabilmiş değildir, bunu söylerken en azından arada geçen bin dört yüz küsur seneyi de değerlendirmeliyiz: Tabiidir ki, bu hayret verici üstün görünüm cevval, hareketli ve diri bir zihniyeti, üstün dereceli sanatsal bir zevki gösteren sağlıklı bir delildir. Biz bu konuda örnekler vermeye ve buna ihtiyaç olduğuna da kani değiliz. Çünkü Kur'an dilinde, halen ilk halini muhafaza eden, herkes tarafından bilinen fasih Arapça için genel ve yaygın temeller vardır.
Burada değinilmesi uygun olan bir nokta da Kur'anî olan Sarf, Nahiv, İştikak ve Garibu'l-Kur'an'ın cahiliyet dönemi Arap şiirinden alındığı, filolog ve müfessirierin de metodlarında, doğru olandan uzaklaşarak, Kur'an'ı, söz konusu şiire tabi tuttukları tavırlarıdır. Çünkü bize, Kur'an'dan başka yazılı ve sağlıklı bir yolla ulaşan bir şey yoktur. Sonra bu dilin sağlıklı ve doğru olan dil kurallarının kaynağı başkası değil, ancak Kur'an'dır. Kur'an'da yer alan, geçerli kurallara aykırı düşen bazı çıkışlar her canlı dilde bulunabilecek olan istisnalar türünden bir şeydir. Kurallara, kaidelere temel olarak alınan cahili şiir ise tedvin dönemine kadar yazılı olarak ulaşmamıştır. Cahili şiirin çoğu İslam'dan sonra değişik amaçlarla uydurulmuştur. Bu amaçlardan birinin de bizzat söz konusu şiiri örnek getirme düşüncesi olduğunu söyleyebiliriz.
Dil alanına giren noktalardan biri de "Arapçalaştırma"dır. Bu da Kur'an'da sembolize edilmiştir. Çünkü Kur'an, Rumca, Habeşçe, Farsça, İbranice ve başka dillerden bir dizi özel ve cins isimleri, sözcükleri almış, kullanmıştır: İbrahim, İsmail, İsrail, Yusuf, Yakub,Süleyman, Davud, İsa, Musa, Cahit, Talut, Cibril, Mikâl (Mikail)... Dirhem, Dinar, Siccîl, îstebrak, Rabbaniler, Havariler, Suradık, Mişkâr, Kâfur, Zencebil, Sundus vesaire gibi... Arapçalaştırma, öncelikle gösteriyor ki; Peygamberlikten önceki Araplar, bir şeyin kendisini başkasından aldıklarında, onu kullandıklarında, dillerinde karşılığı olmayan pekçok yabancı kavramları da alırlardı. Bu da dillerinin gelişmesinin nedenlerinden biri oluyordu, ikinci olarak onlar genelde ve çoğunlukla bu sözcüklere kendileri şekil veriyor yabancı özel isimlere de kendi vezinlerini uyguluyor, harflerini, uygun biçimde diziyor ve değiştiriyorlardı. Böylece onların edalarını güzelleştiriyor, kendi vurguları ve harfleriyle uyumlu ve ahenkli hale sokuyorlardı. Bu her iki nokta da tâ baştan Arap dilinin genişliğini, esnekliğini, bu uzak asırdaki diriliğini, tali olarak onu konuşanların hareketli, cevval ve esnek bir zihniyete sahip olduğunu, sonra onlarla diğer uluslar, komşu olan pekçok ülkelerle pekçok ilişkilerini, onlardan medeniyet ve kültürle ilgili birçok vasıtayı, araç-gereçleri iktibas ettiklerini göstermektedir. Hemen farkedilebileceği gibi, Kur'an'ın, onun apaçık Arapça bir dil olduğunu belirtmesiyle, yabancı kökenli sözcüklerin o dilde bulunması arasında bir çelişki olasılığı yoktur. Çünkü bu sözcükler kipleri, düzeltilmiş ya da Arapçalaştırılmış vurgularryla Kur'an'ın inişinden önce o dilin bir parçası haline gelmişlerdi. Hatta bu olgu, bu Arapçalaştırılmiş kavramların, sözcüklerin peygamberliğe ve Kur'an'ın inişine yakın olmayan bir zamanda Arapçalaştığını ilham etmektedir. Çünkü o kelimelerin varlığı, evet bizzat bu var oluşları daha güçlü ve açık bir delildir. Şuna da dikkat çekmek gerekir ki, pek çok Kur'an sözcükleriyle ilgili olarak kasıtlı ya da zorlanmalara dayalı iddialar ve ipe sapa gelmez yaklaşımlar da vardır.
Eskilerden bazıları Kur'an'da, inişinden önce Arapların tanımadıkları bilmedikleri yabancı sözcüklerin kullanıldığını zikretmişlerdi. Onlara göre Peygamber'in mesajı tüm uluslara yönelik olduğundan Kur'an'ın değişik ulusların dillerinden bir takım sözcükleri içermesi gerekli ve yerinde olmuştur. Ve "Biz gönderdiğimiz her elçiyi ancak toplumun dili ile gönderdik..." (İbrahim, 4) ayetinin kapsamı ile de ahenkli ve paralel olmuştur... Burada, çarpıklık ve tutarsızlık o kadar açıktır ki, eleştiriye bile gerek yoktur.
Zikrettiğimiz bu dil sanatlarına ilave olarak Kur'an'da sembolize edilen tartışma, kesin delil getirme, gayet parlak ve duyguların en incesine kadar nüfuz eden psikolojik durumların tasviri; dinleyicisinin ve okuyucusunun ondaki büyüklüğü, eşsizliği, dehşet verici dakik düzeni görüp Aziz ve Celîl olan Rabb'inin ululuğuna, azametine teslim olmasına yönelten tabiat olaylarını, evrenin yasalarını güçlü bir şekilde gözler Önüne serişi; insanın ahirette karşılaşacağı hesaba çekilmeyi, nimetleri ve cezalandırılmaları güçlü ve parlak bir biçimde tasvir ederek dinleyicisi ve okuyucusunu sanki elleriyle dokunduğu, gözleriyle gördüğü gerçek sahnelerin önündeymiş gibi bir atmosfere sokusu gibi diğer konuşma sanatlarını, her birini özel bir konuda ele aldığımız diğer sanatlar gibi bir sanat olarak sayılmasa da bunda bir güç, bir üstünlük, bir ifade, eda ve uslub belagatı vardır ki bu da, Kur'an dilinin konuşma sanatlarının her çeşidini en üstün derecede ve parlak şekliyle, en engin nüfuzuyla, en etkin ifade biçimiyle içerdiğini, onlara en geniş anlamda yer verdiğini yeteri kadar göstermektedir. Tali olarak da, bu dilin temsil ettiği o asrın ve toplumun ahalisinin zihinsel faaliyetlerinin, üstün zevklerinin ve geniş sanatkarlıklarının nereye ulaştığını göstermektedir.

Bu sanatların sembolize edildiği ayetler gerçekten pek çoktur. Hatta bunlar yaklaşık olarak tüm Kur'an ayetleridir. Kendisi bizzat bu meselenin bilincine varmak, ondaki, tatlılığı üstünlüğü ve sürekliliği tadmak isteyen kimse, onları ard arda defalarca okumalıdır. Onların parlaklığı, eşsizliği, önünde bilinçli ve engin nüfuzla durmalıdır. Onun içindir ki bir takım örnekleri burada vermeyi gereksiz ve yetersiz bir uzatma olarak görüyoruz. Yalnız bununla ilgili bir takım ayetler demetinin rakamlarına işaret etmekle yetineceğiz. Mesela Bakara 8-20. ayetleri münafıkların niteliklerini belirtmede şaheser bir örnektir. 74. ayet Yahudilerin kalblerinin katılığının dozajını belirlemede etkili bir tasvir örneğidir. Al-i İmran 59-60. ayetleri karşıdakinin delillerini çürüten tartışmalar için örnektir. En'am 59-65. ayetleri evren ve yaratıcısının büyüklüğünü nitelemenin örneğidir. Ahzab 13-20. ayetleri dar anlamda münafıkların korkaklığını, geniş anlam da ise asıp kesmelerini niteleme hakkında bir örnektir. İbrahim 42-47. ayetleri, zalimlere Özenen kişinin eleştirilmesine misaldir. Hakka 13-37. ayetleri diriliş günü, hesaba çekilme, cennet ve cehennemin niteliklerini sergilemeye örnektir. Müddesir 11-29. ayetleri isyankarların belini büken tenkide ve onların inkarcı konumlarını nitelemeye misaldir.
Bu konuyu şununla belirtmek istiyoruz: Peygamber asrının ve toplumunun ulaşabildiği belagat, fesahat, beyan, söz uslublarında mahirane sanatkarlığın onların aklî güçlerini, isabetli görüşlerini, üstün zevklerini gösteren bir kriter olabileceği şeklindeki yaklaşımda biz yalnız değiliz. Bunu bir çok müfessir de kaydetmiştir. Örnek olarak Tabersi'nin Mecmau'l Beyan Tefsiri'nde kaydettiklerini verelim:
"Muhakkak ki Allah fesahatin en üst derecesine ulaşan, Belagatın en üt zirvesine tırmanan belagattı, fesahatlı kişilere hitab etmiştir." Zemahşeri'nin, Keşşaf Tefsiri'nde dediklerim örnek verebiliriz:
"Onlar, doğru ile yanlışı sağlıklı olarak birbirinden ayırmada, işlerin ince olanlarını, durumların kapalı olanlarını tanımada, tedbirde, dehâda ve maharette, isabet etmede ulaşılmayacak bir düzeye gelmişlerdi."
Neysaburî Bakara 22. ayetinin son kısmında yer alan "Bildiğiniz halde Allah'a ortak koşmayın" bölümüyle ilgili açıklamasında diyor ki:
"Yani siz işlerin ince olanlarını, durumların kapalı bulunanlarını bilen, ilim ve marifet ehli olduğunuz halde... Araplar böyleydi. Özellikle Kureyş'ten Katanu'l-Harem ve Kinane dehasında ve maharetinde ellerine su dökülmeyecek kimselerdi."
Bunun yanısıra, Müfessirlerin cumhuru, Kur'an dilinin Peygamber toplumu ve asrının dil zenginliği, müfredatı, terkibleri, kaideleri ve kavramlarının aynısı olduğunu belirtmede ittifak halindedir. Bizim buna yaptığımız ilave şudur: Kur'an'ın üstün edebiyatı onda yer alan eda şaheserliği, beyin gücü, uslublardaki sanatkarlıktan -bu aynı zamanda harf harf, kelime kelime o zamandan bize kadar sağlıklı olarak ulaştığında kuşku olmayan biricik edebi metindir- hareketle Arapların bu dili kullanmak ve Kur'an'i anlamak konusunda, fesahatin en son noktasına belagatın en üst zirvesine ulaştıklarını ve bunun ardında da tabii ve ma'kul olarak üstün bir aklın, parlak bir düşüncenin, maharetin ve dehanın, geniş kapsamlı, zihinsel bir faaliyet, hareket ve zevkin var olduğunu belirtmemiz gerekir.
Buna ek olarak diyoruz ki: Peygamber'in toplumu ve asrı herkesçe bilinen genel tabii olgunun sınılan dışına taşmayacaktır. Orada da bir konuşma dili bir de edebiyat ve yazı dili vardı. Yalnız bunların bir kısmı bir kısmının içinde yer alır. Peygamber'in hadisleri, sahabenin konuşmaları, Arapların rivayet edilen konuşmaları, Kur'an Üslubuyla karşılaştırıldığına bu yaklaşımın doğruluğu daha da iyi kavranır. Konuşmalar genellikle normal oturumların konuşmalarıdır. Bunlar, nazım, inşa, ahenk güzellik ve üstünlük yönünden Kur'an dilinin seviyesinin aşağısındadir. Bunu destekleyen bir nokta da kahinlerin seciyeleri, müneccimlerin nakledilmiş sözleri, Arap hatiplerinin konuşmaları, meşhur şairlerinin şiirleri gibi dizgi ve döküm yönünden, güzellik ve eşsizlik açısından daha seviyeli olan, rivayet edilmiş şeylerdir. Genel olarak rivayet edilen konuşmaların dilleri de böyledir. Ki biz hem birinci tür rivayetlerin hem de ikinci tür rivayetlerin pek çoğunu kabul etmede titiz davranıyor ve çekimser kalıyoruz.
Bütün bunlara ilaveten Arap dilinin üstünlüğünü ve olgunluğunu ortaya koyan önemli bir olgu daha var. Bu da konuşma ve hitab dilinin müfredatı ve terkibleri arasında önemli bir fark olmamasında tecelli etmektedir. İkinci olarak da her iki dilin Sarf, Nahiv, İştikak ve Araplaştırma kaidelerinde birlikte hareket etmiş olmasında ortaya çıkmaktadır.


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 09:05 PM.

Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam