hanifler.com Kuran odaklı dindarlık

hanifler.com Kuran odaklı dindarlık (http://www.hanifler.com/index.php)
-   Tasavvuf Araştırmaları (http://www.hanifler.com/forumdisplay.php?f=26)
-   -   Kuranda Geçen, Tarikat, tasavvuf, şeyh, mrşit ve rabıta... (http://www.hanifler.com/showthread.php?t=1690)

hiiic 31. July 2010 04:45 PM

Kuranda Geçen, Tarikat, tasavvuf, şeyh, mrşit ve rabıta...
 
----------------------------------------------------------------------------------


[B]En’âm 64 [/B]
De ki: Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Sonra siz yine O'na ortak koşarsınız.
[B]Yâsîn 74 [/B]
Onlar, yardım göreceklerini umarak Allah'tan başka ilahlar edindiler.
[B]A’râf 191 [/B]
Kendileri yaratıldığı halde hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları (Allah'a) ortak mı koşuyorlar?
[B]En’âm 41 [/B]
Bilakis yalnız Allah'a yalvarırsınız. O da (kaldırılması için) kendisine yalvardığınız belayı dilerse kaldırır; ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz.
[B]Yûnus 18 [/B]
Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır, diyorlar. De ki: "Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Haşa! O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir."
[B]Tevbe 113 [/B] (Kafir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah'a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara.
[B]Bakara 165 [/B]
İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.
[B]Tevbe 31 [/B]
(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.

[B]Yâsîn 75[/B]
Halbuki ilahların onlara yardım etmeye güçleri yetmez. Aksine kendileri bunlar için yardıma hazır askerlerdir.
[B]Âl-i İmrân 80 [/B]
Ve size: Melekleri ve peygamberleri ilahlar edinin, diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra hiç size kafirliği emreder mi?
[B]İsrâ 42 [/B]
De ki: Eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilahlar da bulunsaydı, o takdirde bu ilahlar, Arş'ın sahibi olan Allah'a ulaşmak için çareler arayacaklardı.
[B]Mâide 72 [/B]
Andolsun ki "Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler kafir olmuşlardır. Halbuki Mesih "Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Biliniz ki kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur" demişti.
[B]Âl-i İmrân 151 [/B]
Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaları sebebiyle, kafirlerin kalplerine yakında korku salacağız. Gidecekleri yer de cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür!
[B]En’âm 80 [/B]
Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak, Rabbim'in bir şey dilemesi hariç. Rabbimin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Hala ibret almıyor musunuz?
[B]En’âm 81 [/B]
Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki guruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır?"
[B]Nisâ 48 [/B]
Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.
[B]Nisâ 116 [/B]
Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.
[B]En’âm 22 [/B]
Unutma o günü ki- onları hep birden toplayacağız; sonra da, Allah'a ortak koşanlara: Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız? diyeceğiz.
[B]En’âm 23 [/B]
Sonra onların mazeretleri, "Rabbimiz Allah hakkı için biz ortak koşanlar olmadık!" demekten başka bir şey olmadı.
[B] En’âm 94 [/B]
Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçılarınızı da yanınızda göremeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış ve (tanrı) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir.
[B]Yûnus 35 [/B]
De ki: Ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı? De ki: "Hakka Allah iletir." Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl (böyle yanlış) hükmediyorsunuz?
----------------------------------------------------

Ali Rıza Borazan 31. July 2010 09:42 PM

MUCİZE, KERAMET VE İSTİDRAÇ NEDİR?

Mucize Kavramını toplumların genel anlayışını teşkil ettiği için Müsemmadan bir alıntı yaparak başlamak istiyorum.

MÜSEMMA

Sözlükte aciz bırakan, güçsüz kılan, karşı konulmaz, harika olay, kudretsizlik ve takatsizlik veren iş anlamlarına gelen mucize, dini bir terim olarak, insanların benzerini meydana getirmekten aciz kalacakları, peygamberlik iddiasında bulunan zattan âdetin hilafına ve tabiat kanunlarının aksine olarak ve meydan okuma üslubu ile zuhur eden harikulade olay demektir Peygamberin nübüvvet davasını ispat ve doğrulamak amacıyla gösterilirler Herhangi bir olayın mucize olabilmesi için onun nübüvvet görevi verilmiş kişilerin elinde ortaya çıkması gerekir Mucize gerçekte Allah’ın fiilidir, “peygamber mucizesi” denilmesi mecazîdir Mucizenin, tabiat kanunlarının çok üstünde ve onlara aykırı olması, iddiaya uygun olarak ortaya konulması, bir yalanlama ya da inkârdan sonra meydana gelmesi ve insanoğlunun aciz kaldığı bir olay türünden gerçekleşmesi gerekir Peygambere verilen mucizeler, bir yönüyle imanın temel esaslarından olan nübüvvetle, diğer yönüyle de vahiy ile alâkalıdır Dolayısıyla mucizeye inanmak gerekir: “Dediler ki: 'Ona, Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!' De ki: 'Mucizeler ancak Allah katındadır ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım” (Ankebut, 29/50) Mucize akıl bakımından da imkansız değildir Çünkü her an insanın çevresinde meydana gelen olaylar ve hayatın her alanı mucizelerle doludur Varlıkların yaratılmaları, ömürleri tamamlanınca yok olmaları ve hayatın kesintisiz olarak devam etmesi bunun en güzel örneğidir Sürekli müşahede ettiğimiz ve bu nedenle değişmez sandığımız tabiat kanunlarını var eden Allâh’tır Allâh bu kanunları dilediği zaman, peygamberlerinin peygamberliklerini ispat için değiştirebilir Bu durumda mucizenin vukuu için aklî bir engel yoktur

Evet, İslam toplumlarında mucize kavramı:” Sözlükte aciz bırakan, güçsüz kılan, karşı konulmaz, harika olay, kudretsizlik ve takatsizlik veren iş anlamlarına gelen mucize, dini bir terim olarak, insanların benzerini meydana getirmekten aciz kalacakları, peygamberlik iddiasında bulunan zattan âdetin hilafına ve tabiat kanunlarının aksine olarak ve meydan okuma üslubu ile zuhur eden harikulade olay demektir Peygamberin nübüvvet davasını ispat ve doğrulamak amacıyla gösterilirler.

KURANDA TANIMLANAN MUCİZE

Kuranda Tanımlanan mucize bu anlatılanlardan tamamen farklıdır. Kuranda kelime olarak mucize geçmez bu bize Kuranda geçen Ayet, beyine delil, burhan kelimelerinin karşılığı olarak geçmiştir. Bir başka ifadeyle Ayet kelimesinin karşılığı olarak kullanılmıştır.

Ayet; Allahın, Kâinatla beraber yaratmış olduğu Kâinat içerisinde zerreden küreye kadar, bütün madde ve mana âlemine söylendiği gibi, aynı zamanda, peygamberi diğer insanlardan ayıran, Allahın vahiyle konuşmasını ve kitaplara ve vahiylere de ayet ifadesi kullanılmıştır.

Peygamberleri şöyle tanımlamaktadırlar. “peygamberlik iddiasında bulunan zattan âdetin hilafına ve tabiat kanunlarının aksine olarak ve meydan okuma üslubu ile zuhur eden harikulade olay demektir.” Böyle bir mucize tanımı kurana göre, doğru Değildir. Peygamberler diğer insanlardan farklı olarak yanıldığı zaman vahiylerle düzeltilen ve Vahiy orijinli bir bilgi ile toplumun karşısına çıkanlardır. Yani toplumların anladığı dilde peygamberlere verilen mucize sadece vahiylerdir ellerindeki kitaplardır.

17/93- "Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız." De ki: "Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım?"

İslam toplumlarında anlaşılan ve inananların anladıkları gibi peygamberler on parmağımdan su akıtarak askerleri sulamamış. Suyu olmayan çeşmeyi akar hale getirmemiş. Gökten sofra indirmemiş, Gerçek anlamında denize asa ile vurup denizi yarmamış, Hazreti İsa gerçek anlamında ölüleri diriltmemiş Salih peygamber dağdan mucize bir deve gerçek anlamında doğurtmamıştır.

Kuran’da anlatılan bu ifadeler, mecazi anlamda anlatılmıştır. Mucizeler sadece Allaha aittir. İnsanlar akıl ayeti ile ancak evrenin yasalarına uygun olarak bir şeyler icat ederlerse. İcat edenlerin ortaya koydukları mucize değil icattır. İcat edenlerin adı da mucittir.

Peygamberlerin getirdikleri Ayet(mucize) de sadece vahiy bilgisine bağlı olarak kitaplardır.

Müfessirlerin yanıldıkları nokta, Âdetin hilafına olarak peygamberlere evren yasasına uygun olmayan bir mucize verilmemiş o zaten peygamber olmakla Allahın bir mucizesi olmaktadır. Eğer Allaha ait olan bir mucize peygamberlerin peygamber olduğunu iddia etmek için olağan üstü harikulade âdetin hilafına bir takım mucizeler verilmiş olsaydı, Allahın ilahlığı yanında bir ilah daha ortaya çıkardı. Ki böylece kâinat fesada uğrar tevhit akidesi bozulurdu. Hem peygamber ilah hem de Allah ilah olurdu. Kuran böyle bir anlayış ortaya çıkaranlara müşrik ifadesi kullanmaktadır.

9/30- Yahudiler: "Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler; Hıristiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar?

9/31- Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar, tek olan bir İlah'a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O'ndan başka İlah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden Yücedir.

Yahudilerin ve Hıristiyanların kendi peygamberlerini ve âlimlerini ilahlaştırmalarını kuran eleştirirken, kuranın indiği dönemin dışındaki çağlarda peygamber ve âlimler ilah konumuna getirilerek onları Allaha rağmen helal ve haram koyma konumuna getirmişlerdir. Bu anlayışlar Allahtan kitap peygamber geldiğine inanıp da Allahın vahiy orijinli olan gönderdiği dinden saparak zan ve tahminle hareket eden kitap ehli için kullanılan ifadelerdir.

Kuran Peygamberlik hakkında insanların bekledikleri bazı âdetin hilafına ait mucizeler gelmeyince ona böyle bir mucize göstermeleri konusunda ısrar etmelerine karşı Allah da onlara şöyle cevap veriyor.

29/ 50- Dediler ki: "Ona Rabbinden ayetler (birtakım mucizeler) indirilmeli değil miydi?" De ki: "Ayetler yalnızca Allah'ın Katındadır. Ben ise, ancak apaçık bir uyarıcıyım."

51- Kendilerine okunmakta olan Kitap’ı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu? Şüphesiz, bunda iman eden bir kavim için gerçekten bir rahmet ve bir öğüt (zikir) vardır.

İşte Peygamberlere Allahın diğer insanlardan farklı olarak vermiş olduğu mucize budur. Bütün dünya insanları bir araya gelseler kuranın benzerini meydana getiremezler. İşte size insanlara kuranda meydan okuyan bir ayet şudur.

17/88- De ki: "Eğer bütün ins ve cin (toplulukları), bu Kur'an'ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa bile- onun bir benzerini getiremezler."

27/ 23- Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur'an)�an şüphedeyseniz, bu durumda, siz de bunun benzeri bir sure getirin. Ve eğer doğru sözlüyseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi (kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın.

Allah peygamberlere İlim ve hikmet vermiştir. Diğer insanlardan farklı olarak onlara vahiyle kitap göndererek Kendisine iman edenleri vahyin ışığında karanlıklardan nura çıkarmıştır. Yoksa peygamberlere söylenenler gibi olağan üstü harikulade eşyanın yaratılışına muhalefet eden hiçbir mucize göstermemişlerdir. Bu inanç tamamen israiliyattır. Allahın dini Kâinatla kâinatın, kuranla kuranın ve kuranla kâinatın çatışmadığı bir dindir.

30/30- Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.

Bazı cemaatlerde anlaşıldığı gibi, peygamberler evliyalar, küfürde ileri gitmiş firavunların gösterdikleri gibi mucize keramet ve istidraç diye bir olay yoktur. İşte bize gelen bilgilerin yanlışlığının belgeleri şunlardır.

SADAKAT FORMUNDAN ALINTI

Evliyanın kerameti…




“Keramet”, kelime olarak şeref manasınadır.



Tasavvuf ıstılahında ise keramet, peygamberlik iddiası ile ilgisi olmaksızın iman ve amel-i sâlih sahibi bir kişide meydana gelen harikulâde (âdetin üstünde-fevkalâde) hâldir.



Eğer kendisinden bu hâl zuhûr eden kimse, iman ve sâlih amel sahibi değilse, o hârikulâde hâl, istidrâc adını alır.



İstidrac, adım adım ilerlemek, basamak basamak yükselmek demektir. Şeytan, böyle sahtekârları bu gibi hâllerle adım adım daha derin bir uçuruma yuvarlamayı hedefler. Nihâyet Allâh’ın rahmetinden uzaklaştırıp gadabına yaklaştırır.

Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) zuhûr eden hârikulâde hâllere de mûcize denir.(1)

Kerâmet, Cenâb-ı Hak’ın velî kuluna bir ikrâmıdır ve iki kısımdır:

1. Mânevî ve hakîki kerâmet ki, buna enfüsî kerâmet de denir. Bunlar; ilimde, irfanda, ahlâkta, ibâdette, tâatte, amelde, edepte, insanlıkta ve adamlıkta gösterilen üstün meziyetler, hasletler ve faziletlerdir.



Kısacası en büyük kerâmet, kişinin kötü huyları bırakıp, iyi ve güzel ahlâk sahibi olmasıdır.



2. Kevnî ve sûrî kerâmet. Buna âfâkî kerâmet de denilir. Meselâ uzun mesâfeyi kısa zamanda almak, az bir gıdayı çoğaltmak, su üzerinde yürümek, ateşte yanmamak ve saire gibi.



Nakşibendî ricâli bu nevi kerâmetlere ehemmiyet vermez; bunu, "çocukları uyutan haşhaşa veya onları eğlendiren oyuncaklara benzetirler.”(2) Hatta bazıları, “Kerâmet hayzu’r-ricâldir” demişlerdir. Yani kerâmeti, bir kadının ay hâli gibi görüp açığa çıkmasından hayâ etmişler, bununla meşgul olmamışlardır.

Bir velînin kemâlâtı ne derece yüksekse, kendisinden kerâmet de o nisbette az zuhûr eder. Binâenaleyh kerâmetin çok olması, o velînin büyüklüğünü göstermez.



Bir mü’minin velî olması için de, sûrî kerâmetinin olması şart değildir. Âlimler, hârika haller ortaya koymakla yükümlü olmadıkları gibi, evliyâ da kerâmetler gestermekle mükellef değillerdir. Zira velîlik, Allah Teâlâ’ya yakınlıktan ibarettir. Kerâmet de, mâsivâyı unuttuktan sonra, velî kuluna Cenâb-ı Hakk’ın bir ikrâmıdır.



Bir kimse düşünün ki, kendisine bu yakınlık ihsan edilmiş; fakat gaybla alâkalı hâller ve hâdiselere dair bilgiler verilmemiş.

..
İkinci bir kimse daha düşünün; ona da bu yakınlık verildiği gibi, gaybla ilgili hâller ve hâdiselere ait bilgiler de verilmiş...


Üçünçü bir kişi de vardır ki, kendisine bu yakınlıktan yana bir şey verilmemiş. Ama gizli hâller ve hâdiselerle ilgili bilgiler-haberler verilmiş...
İşte bu üçüncü kişi istidrac ehlindendir. Onun nefsinin sâfiyeti, kendisini gaybla alâkalı keşifler ve müşâhedelere bağlayıp dalâlete düşürmüştür. Kur’ân-ı Kerim’de onların bu hâline şöyle işâret edilmektedir

:

“... Onlar kendilerinin bir şey (bir hakikat) üzerinde olduklarını sanırlar; dikkat ediniz, onlar gerçekten yalancılardır. Şeytan onları istilâ etti (tesiri altına aldı) de kendilerine Allâh’ı zikretmeyi unutturdu. İşte onlar, şeytanın fırkasıdırlar (yandaşıdırlar). Dikkat ediniz; şeytanın fırkası-takımı hüsranda olanlardır (kayıptadırlar).(3)



Evet, mâneviyat büyükleri kevnî ve sûrî kerâmetlere ehemmiyet vermezler. Izhârını da tasvib etmezler. Ancak halk, bu gibi hârikulâdeliklere pek meraklıdır ve çokça itibar eder. Nitekim kâilini bilmediğimiz bir şâirimiz diyor ki:

Şeyh uçmazsa kerâmetle eğer


Mürîd uçurur tâ be-kamer.(4)



Nakşî yolu Müceddidîn kolu silsilesinin son halkası Süleyman Efendi (k.s.) hazretleri talebelerine ve müntesiplerine hitâben buyurmuşlardır ki:



“Önce geçen evliyâullah, âfâkî kerâmetlerle meşgul olup ziyan ettiler. Siz ictinâb edin (kaçının). Zira sizler, en yüce mertebe olan Zâtullah (yani zâtının ism-i a‘zamı olan Allah ism-i celâlinin zikri) ile meşgul, (sıfâtının ism-i a‘zamı olan) Hayy u Kayyûm sıfatıyla alâkadar olmakla beraber, bu dîn-i mübînin ihyâ ve bekâsına çalışıyorsunuz. Bu da en büyük mertebedir. Sizi tebşîr ederim (müjdelerim): Din yenilenecektir.”(5)



Talebelerinin ittifakla anlattıklarına göre, Süleyman Efendi (k.s.) hazretleri, âfâkî ve enfüsî kerâmet ızhârına kat‘î sûrette karşıdır. Ayrıca o kerâmeti;

1) Âfâkî,



2) Enfüsî,



3) Füyuzât-ı Rabbânî’yi ümmet-i Muhammed’in gönüllerine aşılamak diye üç kısma ayırmaktadır.



Hakiki kerâmet ise, füyuzât-ı Rabbânî’yi ümmet-i Muhammed’in kalblerine aşılamak, onların hidâyetine vesîle olmaktır, buyururlar.

Âfâkî ve enfüsî kerâmeti kat‘î sûrette tasvib etmeyen Süleyman Efendi (k.s.)hazretlerinden de, zaman zaman sadece irşad maksadıyla bu nevi kerâmetlerin zâhir olduğu rivâyetler arasındadır. Nitemim talebelerinden emekli müftü Mehmed EMRE hocaefendi, haftalık Ufuk (Eylül 1978) gazetesine verdikleri beyanatta mevzûmuzla alakalı olarak şunları ifade etmektedir:

“O, kerâmeti ancak irşad sadedinde gösterirdi. Sebepsiz yere ve gelişigüzel kerâmet ızhârından şiddetle kaçınırdı. Huzurundaki sohbetin mânevî hazzı, insanı o derece sarardı ki, dinleyenlar adeta gaşyolurdu. Konuştukları sözlerin inceliklerini ve onun işâretlerinde gizlenen kerâmetleri, ancak huzurlarından ayrılma hâli yaklaştıktan veya ayrıldıktan sonra anlamak kabil olabilirdi.

“Efendi Hazretleri’nin en şümûllü mânevî yönü ve kerâmet-i zâhiresi, Kur’ân-ı Kerim ile ilgili şer‘î ilimleri öğretmekteki gayreti ve muvaffakiyetidir. Teşrîi ve icrâi mevkide bulunan bir çok kimsenin düşmanlık göstermesine, dinî hizmet kademelerinde vazife almış pek çok din adamının kıskançlığı, dedi-kodusu ve iftira kampanyasına kalkışmasına rağmen, tâkip ettiği ulvî dâvâyı yüzbinlere mâl edebilmesi, onun kemâli ve kerâmeti için gösterilebilecek misâllerin başında gelir.”

Kerâmet ızhar etmeyi, mânevî rütbe ve derecelerin kemâline mâni bir nakîsa olarak kabul eden Süleyman Efendi hazretleri, yine bu hususta şunları söylemektedir:

√ Bizim bu âlemde biricik emelimiz var; o da Ümmet-i Muhammed’in evlatlarının kalblerine füyuzât-ı Muhammediye’yi aşılamaktır.



√ Zinhar kerâmete tâlib olmayınız, âfâkî ve enfüsî kerâmetler ızhârında yarışan bir kısım anadolu velîleri, mülk ü milletin tahrîbine sebep olmuşlar, seyirci kalmışlardır. Bizim ve sizlerin tâlib olacağımız bir tek kerâmet vardır; o da Ümmet-i Muhammed’i (feyz-i İlâhî ile) aşılamak, dîn-i celîl-i İslâm’ı öğretip yaymaktır.

İSTİDRAÇ

Cenab-ı Hak, peygamberlere davalarını tasdik için "mucize" verir, veli kullarına da "keramet" dediğimiz bazı harika haller ihsan eder. Velinin gösterdiği kerametler, aynı zamanda Peygamberimizin davasının doğru olduğunun bir alâmetidir. Çünkü velinin gösterdiği keramet, kendi peygamberinin kerameti sayılır. Keramete Hz. Ömer'den iki örnek verilir:



Birincisi Hz. Ömer'in gönderdiği mektubun atılmasıyla Nil nehrinin taşması, diğeri de Hz. Ömer'in Medine'de, minber üzerinde hutbe okurken bir aylık uzaklıktaki İslam ordusunun komutanına "Ya Sâriye, dağdan sakın!" diyerek sesini ona duyurması ve ordunun tehlikeyi atlatmasıdır. Keramet, Yüce Allah'ı bütün sıfatlarıyla birlikte tanıyan, O'na ibadette kusur etmeyen, günahlardan sakınan, helal olmayan lezzetlere iltifat etmeyen, gaflete dalmayan insanlarda görülür. Fakat bu özellikleri taşımayan, hatta tam tersi bir yaşayışın içinde bulunan kişilerde görülen olağanüstü haller keramet değil, "istidraç"tır.

"İstidraç", bir hadiste şöyle tarif edilir: "Allah'ın, isyana devam eden kişiye istediği nimetleri verdiğini gördüğün zaman bu bir istidraçtır." (Fıkh-ı Ekber Aliyyü'l-Karî Şerhi Tercümesi, s. 195.


) Yani, Cenab-ı Hakkın, dinden uzak, isyankâr bazı kişilerin isteklerini yerine getirmesinin sebebi, böylelerinin azaplarını daha fazla arttırması içindir. Yoksa onlarda bir hakikat olduğundan değildir. Mesela, şeytanın yeryüzünde rahatça dolaşabilmesi, Firavun ve Nemrut gibi tanrılık iddiasında bulunan zalim kişilerin dünyada birçok imkânı ellerinde tutması, istidraca birer örnektir.

Bu hallerin onlara verilmesi de azaplarının arttırılmasını yöneliktir. Bir ayette "Ayetlerimizi yalan sayanları Biz, bilmeyecekleri noktalardan yavaş yavaş felakete yaklaştırırız" buyurularak bu gerçeğe işaret edilir. Zaten istidracın bir diğer anlamı da, bir kimseyi yavaş yavaş arzusuna götürüp haberi olmadan felâkete atmaktır



"Keramet ve istidraç mânen birbirine zıttır. Çünkü keramet, mucize gibi Allah'ın fiilidir. Keramet sahibi de kerametini Allah'tan olduğunu bilir ve bunun farkındadır. Böylece velinin Allah'a olan tevekkülü daha da artar. Fakat bazen keramet gösterdiğinin farkına varır, bazen de varmaz. En iyisi ve isabetli olanı farkına varmamasıdır. Fakat istidraç sahibi, nefsine dayanır, kendi gücüne güvenir, gururu ve kibri öyle fazlalaşır ki, Karun gibi, "Bu servet, bilgim sayesinde benim oldu" âyetini okumaya başlar.



Diğer yandan istidracın sihirle de yakından bir ilişkisi vardır. İstidraç ehli, sihri kullanarak yapılmayan bir şeyi "yapılmış" gibi gösterir. Mesela, cam parçalarını yemediği veya karnına şiş batırmadığı halde, seyredenler onun cam yediğini ve karnına şiş batırdığını sanır.



Böylece kendisine bakanların gözlerini bağlamıştır. Sonuç olarak, Allah'ı tanımayan, O'nun emir ve yasaklarına uymayanlardan böyle garip ve olağandışı şeylerin görülmesi istidraçtan başka bir şey değildir. Hatta İmam-ı Rabbanî Hazretleri, Allah'a iman etmiş olsa bile böyle hallerin gösteriş için yapılmasını istidraç olarak kabul eder.




Mehmet Paksu

KURANDA TANIMLANAN MUCİZE AYET SADECE PEYGAMBERLERE GELEN VAHİYLERDİR.

İşte bize klasik din anlayışında İslam toplumlarında tasavvuf ve ehli tarikat olanların anlayışların özetlemiştir. Anladıkları kavramları özetleyecek olursak şunlardır.

MUCİZE: Peygamberlerin kendi peygamberliklerini ispat etmek için, Adettin hilafına göstermiş oldukları harikulade insanları aciz bırakan hallerdir.

KERAMET: Evliyaların âdetin hilafına muhalefet eden bir takım gösterdikleri harikulade hallerdir.

İSTİDRAÇ: İnkârcı olanlardan zuhur eden bazı harikulade hallerdir.

Anlattıkları Gibi Mucize keramet ve istidraç bu şekildedir. Aklını kullananlara soruyorum. O zaman peygamberle diğer insanlardaki fark nedir? Bu Tanımlar İslam toplumlarında zan ve tahminle yalan söylemeden öte geçmez. Bu Tanımlalar kuranda anlatılanlarla kesinlikle uyum sağlamaz.

KURAN’DA TANIMLANAN MUCİZE NEDİR?

Kuranda Mucize diye bir kelime geçmez. Ayet beyine delil belge ifadeleri geçer.

AYET: Allahın Zerreden küreye kadar madde ve mana âleminde ne varsa hepsinin adı ayettir.(mucizedir) İşte insanları aciz bırakan ve insanlara verilmeyen ayet bunlardır. Bu sebeple insan kâinat içerisinde Allahın yaratmış olduğu en büyük mucizedir.

İşte İslam müfessirlerinin bu tanıma uygun bir yaklaşımla kurandaki ayetleri anlamaya yeltenmeleri ayetlerin çarpık olarak anlamalarına sebep olmaktadır.

Kuranı Anlama konusunda kurana yönelen ve samimi ihlas sahibi olanları kurandaki ayetleri anlarken bu konunun hassasiyetle göz ardı edilmemesini tavsiye ediyorum

Kuranianlamametodu.blogspot.com

hiiic 29. December 2010 02:45 PM

Hakikat Dansı

Hakikat pınarlarından akis akis akan bu parıltılı güzeliklerin o gösterişli hafasında tenazül eden pek muhterem çok gülveren şıh efendi hazretlerimizin özlü tatamako hakikat dansından güzel bir bağ sunmak istiyoruz. Bu zikir sadece onun yolunu açmakla kalmaz, aynı zamanda tüm güzelliklerinde basamaklarını aydınlatır. Ona ulaşmak isteyenlerin bu çoşkusu sel olur akar feyz olur konar yüreklerine müminlern ühühü... ühühühühhüühhü.. hıck hıck.... sözüm ona bir insan sandalyesine oturttuğumuz bu şeyhler yarın sırat köprüsünü sırtlarına vurunca, O GÜNÜN dehşet ve şeraatinden melekler dahi korkudan !!! nefsim diye bağıırırken o güzeller gülü şeyhleri!! o insan yerine koyup insan zannettiğiniz kişileri o GÜN!! göreceksiniz ühühühühühü ohohohohoh ühühühühühü
(saidle beraber ortağı fetonun konuşmalarından harman işte)


Bakın zikrullaha ulaşmanın yolunu kakotama zikri;; [URL="http://www.vidivodo.com/247013/aczimendi-tarikat-show"]TIKLAYIN[/URL] (kdv hariç 662 bucuk hatim sevabı) izleyin...

FEDAKARADAM 29. December 2010 02:53 PM

[QUOTE=Ali Rıza Borazan;6042]MUCİZE, KERAMET VE İSTİDRAÇ NEDİR?

Mucize Kavramını toplumların genel anlayışını teşkil ettiği için Müsemmadan bir alıntı yaparak başlamak istiyorum.

MÜSEMMA

Sözlükte aciz bırakan, güçsüz kılan, karşı konulmaz, harika olay, kudretsizlik ve takatsizlik veren iş anlamlarına gelen mucize, dini bir terim olarak, insanların benzerini meydana getirmekten aciz kalacakları, peygamberlik iddiasında bulunan zattan âdetin hilafına ve tabiat kanunlarının aksine olarak ve meydan okuma üslubu ile zuhur eden harikulade olay demektir Peygamberin nübüvvet davasını ispat ve doğrulamak amacıyla gösterilirler Herhangi bir olayın mucize olabilmesi için onun nübüvvet görevi verilmiş kişilerin elinde ortaya çıkması gerekir Mucize gerçekte Allah’ın fiilidir, “peygamber mucizesi” denilmesi mecazîdir Mucizenin, tabiat kanunlarının çok üstünde ve onlara aykırı olması, iddiaya uygun olarak ortaya konulması, bir yalanlama ya da inkârdan sonra meydana gelmesi ve insanoğlunun aciz kaldığı bir olay türünden gerçekleşmesi gerekir Peygambere verilen mucizeler, bir yönüyle imanın temel esaslarından olan nübüvvetle, diğer yönüyle de vahiy ile alâkalıdır Dolayısıyla mucizeye inanmak gerekir: “Dediler ki: 'Ona, Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!' De ki: 'Mucizeler ancak Allah katındadır ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım” (Ankebut, 29/50) Mucize akıl bakımından da imkansız değildir Çünkü her an insanın çevresinde meydana gelen olaylar ve hayatın her alanı mucizelerle doludur Varlıkların yaratılmaları, ömürleri tamamlanınca yok olmaları ve hayatın kesintisiz olarak devam etmesi bunun en güzel örneğidir Sürekli müşahede ettiğimiz ve bu nedenle değişmez sandığımız tabiat kanunlarını var eden Allâh’tır Allâh bu kanunları dilediği zaman, peygamberlerinin peygamberliklerini ispat için değiştirebilir Bu durumda mucizenin vukuu için aklî bir engel yoktur

Evet, İslam toplumlarında mucize kavramı:” Sözlükte aciz bırakan, güçsüz kılan, karşı konulmaz, harika olay, kudretsizlik ve takatsizlik veren iş anlamlarına gelen mucize, dini bir terim olarak, insanların benzerini meydana getirmekten aciz kalacakları, peygamberlik iddiasında bulunan zattan âdetin hilafına ve tabiat kanunlarının aksine olarak ve meydan okuma üslubu ile zuhur eden harikulade olay demektir Peygamberin nübüvvet davasını ispat ve doğrulamak amacıyla gösterilirler.

KURANDA TANIMLANAN MUCİZE

Kuranda Tanımlanan mucize bu anlatılanlardan tamamen farklıdır. Kuranda kelime olarak mucize geçmez bu bize Kuranda geçen Ayet, beyine delil, burhan kelimelerinin karşılığı olarak geçmiştir. Bir başka ifadeyle Ayet kelimesinin karşılığı olarak kullanılmıştır.

Ayet; Allahın, Kâinatla beraber yaratmış olduğu Kâinat içerisinde zerreden küreye kadar, bütün madde ve mana âlemine söylendiği gibi, aynı zamanda, peygamberi diğer insanlardan ayıran, Allahın vahiyle konuşmasını ve kitaplara ve vahiylere de ayet ifadesi kullanılmıştır.

Peygamberleri şöyle tanımlamaktadırlar. “peygamberlik iddiasında bulunan zattan âdetin hilafına ve tabiat kanunlarının aksine olarak ve meydan okuma üslubu ile zuhur eden harikulade olay demektir.” Böyle bir mucize tanımı kurana göre, doğru Değildir. Peygamberler diğer insanlardan farklı olarak yanıldığı zaman vahiylerle düzeltilen ve Vahiy orijinli bir bilgi ile toplumun karşısına çıkanlardır. Yani toplumların anladığı dilde peygamberlere verilen mucize sadece vahiylerdir ellerindeki kitaplardır.

17/93- "Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız." De ki: "Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım?"

İslam toplumlarında anlaşılan ve inananların anladıkları gibi peygamberler on parmağımdan su akıtarak askerleri sulamamış. Suyu olmayan çeşmeyi akar hale getirmemiş. Gökten sofra indirmemiş, Gerçek anlamında denize asa ile vurup denizi yarmamış, Hazreti İsa gerçek anlamında ölüleri diriltmemiş Salih peygamber dağdan mucize bir deve gerçek anlamında doğurtmamıştır.

Kuran’da anlatılan bu ifadeler, mecazi anlamda anlatılmıştır. Mucizeler sadece Allaha aittir. İnsanlar akıl ayeti ile ancak evrenin yasalarına uygun olarak bir şeyler icat ederlerse. İcat edenlerin ortaya koydukları mucize değil icattır. İcat edenlerin adı da mucittir.

Peygamberlerin getirdikleri Ayet(mucize) de sadece vahiy bilgisine bağlı olarak kitaplardır.

Müfessirlerin yanıldıkları nokta, Âdetin hilafına olarak peygamberlere evren yasasına uygun olmayan bir mucize verilmemiş o zaten peygamber olmakla Allahın bir mucizesi olmaktadır. Eğer Allaha ait olan bir mucize peygamberlerin peygamber olduğunu iddia etmek için olağan üstü harikulade âdetin hilafına bir takım mucizeler verilmiş olsaydı, Allahın ilahlığı yanında bir ilah daha ortaya çıkardı. Ki böylece kâinat fesada uğrar tevhit akidesi bozulurdu. Hem peygamber ilah hem de Allah ilah olurdu. Kuran böyle bir anlayış ortaya çıkaranlara müşrik ifadesi kullanmaktadır.

9/30- Yahudiler: "Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler; Hıristiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar?

9/31- Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar, tek olan bir İlah'a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O'ndan başka İlah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden Yücedir.

Yahudilerin ve Hıristiyanların kendi peygamberlerini ve âlimlerini ilahlaştırmalarını kuran eleştirirken, kuranın indiği dönemin dışındaki çağlarda peygamber ve âlimler ilah konumuna getirilerek onları Allaha rağmen helal ve haram koyma konumuna getirmişlerdir. Bu anlayışlar Allahtan kitap peygamber geldiğine inanıp da Allahın vahiy orijinli olan gönderdiği dinden saparak zan ve tahminle hareket eden kitap ehli için kullanılan ifadelerdir.

Kuran Peygamberlik hakkında insanların bekledikleri bazı âdetin hilafına ait mucizeler gelmeyince ona böyle bir mucize göstermeleri konusunda ısrar etmelerine karşı Allah da onlara şöyle cevap veriyor.

29/ 50- Dediler ki: "Ona Rabbinden ayetler (birtakım mucizeler) indirilmeli değil miydi?" De ki: "Ayetler yalnızca Allah'ın Katındadır. Ben ise, ancak apaçık bir uyarıcıyım."

51- Kendilerine okunmakta olan Kitap’ı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu? Şüphesiz, bunda iman eden bir kavim için gerçekten bir rahmet ve bir öğüt (zikir) vardır.

İşte Peygamberlere Allahın diğer insanlardan farklı olarak vermiş olduğu mucize budur. Bütün dünya insanları bir araya gelseler kuranın benzerini meydana getiremezler. İşte size insanlara kuranda meydan okuyan bir ayet şudur.

17/88- De ki: "Eğer bütün ins ve cin (toplulukları), bu Kur'an'ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa bile- onun bir benzerini getiremezler."

27/ 23- Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur'an)�an şüphedeyseniz, bu durumda, siz de bunun benzeri bir sure getirin. Ve eğer doğru sözlüyseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi (kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın.

Allah peygamberlere İlim ve hikmet vermiştir. Diğer insanlardan farklı olarak onlara vahiyle kitap göndererek Kendisine iman edenleri vahyin ışığında karanlıklardan nura çıkarmıştır. Yoksa peygamberlere söylenenler gibi olağan üstü harikulade eşyanın yaratılışına muhalefet eden hiçbir mucize göstermemişlerdir. Bu inanç tamamen israiliyattır. Allahın dini Kâinatla kâinatın, kuranla kuranın ve kuranla kâinatın çatışmadığı bir dindir.

30/30- Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.

Bazı cemaatlerde anlaşıldığı gibi, peygamberler evliyalar, küfürde ileri gitmiş firavunların gösterdikleri gibi mucize keramet ve istidraç diye bir olay yoktur. İşte bize gelen bilgilerin yanlışlığının belgeleri şunlardır.

SADAKAT FORMUNDAN ALINTI

Evliyanın kerameti…




“Keramet”, kelime olarak şeref manasınadır.



Tasavvuf ıstılahında ise keramet, peygamberlik iddiası ile ilgisi olmaksızın iman ve amel-i sâlih sahibi bir kişide meydana gelen harikulâde (âdetin üstünde-fevkalâde) hâldir.



Eğer kendisinden bu hâl zuhûr eden kimse, iman ve sâlih amel sahibi değilse, o hârikulâde hâl, istidrâc adını alır.



İstidrac, adım adım ilerlemek, basamak basamak yükselmek demektir. Şeytan, böyle sahtekârları bu gibi hâllerle adım adım daha derin bir uçuruma yuvarlamayı hedefler. Nihâyet Allâh’ın rahmetinden uzaklaştırıp gadabına yaklaştırır.

Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) zuhûr eden hârikulâde hâllere de mûcize denir.(1)

Kerâmet, Cenâb-ı Hak’ın velî kuluna bir ikrâmıdır ve iki kısımdır:

1. Mânevî ve hakîki kerâmet ki, buna enfüsî kerâmet de denir. Bunlar; ilimde, irfanda, ahlâkta, ibâdette, tâatte, amelde, edepte, insanlıkta ve adamlıkta gösterilen üstün meziyetler, hasletler ve faziletlerdir.



Kısacası en büyük kerâmet, kişinin kötü huyları bırakıp, iyi ve güzel ahlâk sahibi olmasıdır.



2. Kevnî ve sûrî kerâmet. Buna âfâkî kerâmet de denilir. Meselâ uzun mesâfeyi kısa zamanda almak, az bir gıdayı çoğaltmak, su üzerinde yürümek, ateşte yanmamak ve saire gibi.



Nakşibendî ricâli bu nevi kerâmetlere ehemmiyet vermez; bunu, "çocukları uyutan haşhaşa veya onları eğlendiren oyuncaklara benzetirler.”(2) Hatta bazıları, “Kerâmet hayzu’r-ricâldir” demişlerdir. Yani kerâmeti, bir kadının ay hâli gibi görüp açığa çıkmasından hayâ etmişler, bununla meşgul olmamışlardır.

Bir velînin kemâlâtı ne derece yüksekse, kendisinden kerâmet de o nisbette az zuhûr eder. Binâenaleyh kerâmetin çok olması, o velînin büyüklüğünü göstermez.



Bir mü’minin velî olması için de, sûrî kerâmetinin olması şart değildir. Âlimler, hârika haller ortaya koymakla yükümlü olmadıkları gibi, evliyâ da kerâmetler gestermekle mükellef değillerdir. Zira velîlik, Allah Teâlâ’ya yakınlıktan ibarettir. Kerâmet de, mâsivâyı unuttuktan sonra, velî kuluna Cenâb-ı Hakk’ın bir ikrâmıdır.



Bir kimse düşünün ki, kendisine bu yakınlık ihsan edilmiş; fakat gaybla alâkalı hâller ve hâdiselere dair bilgiler verilmemiş.

..
İkinci bir kimse daha düşünün; ona da bu yakınlık verildiği gibi, gaybla ilgili hâller ve hâdiselere ait bilgiler de verilmiş...


Üçünçü bir kişi de vardır ki, kendisine bu yakınlıktan yana bir şey verilmemiş. Ama gizli hâller ve hâdiselerle ilgili bilgiler-haberler verilmiş...
İşte bu üçüncü kişi istidrac ehlindendir. Onun nefsinin sâfiyeti, kendisini gaybla alâkalı keşifler ve müşâhedelere bağlayıp dalâlete düşürmüştür. Kur’ân-ı Kerim’de onların bu hâline şöyle işâret edilmektedir

:

“... Onlar kendilerinin bir şey (bir hakikat) üzerinde olduklarını sanırlar; dikkat ediniz, onlar gerçekten yalancılardır. Şeytan onları istilâ etti (tesiri altına aldı) de kendilerine Allâh’ı zikretmeyi unutturdu. İşte onlar, şeytanın fırkasıdırlar (yandaşıdırlar). Dikkat ediniz; şeytanın fırkası-takımı hüsranda olanlardır (kayıptadırlar).(3)



Evet, mâneviyat büyükleri kevnî ve sûrî kerâmetlere ehemmiyet vermezler. Izhârını da tasvib etmezler. Ancak halk, bu gibi hârikulâdeliklere pek meraklıdır ve çokça itibar eder. Nitekim kâilini bilmediğimiz bir şâirimiz diyor ki:

Şeyh uçmazsa kerâmetle eğer


Mürîd uçurur tâ be-kamer.(4)



Nakşî yolu Müceddidîn kolu silsilesinin son halkası Süleyman Efendi (k.s.) hazretleri talebelerine ve müntesiplerine hitâben buyurmuşlardır ki:



“Önce geçen evliyâullah, âfâkî kerâmetlerle meşgul olup ziyan ettiler. Siz ictinâb edin (kaçının). Zira sizler, en yüce mertebe olan Zâtullah (yani zâtının ism-i a‘zamı olan Allah ism-i celâlinin zikri) ile meşgul, (sıfâtının ism-i a‘zamı olan) Hayy u Kayyûm sıfatıyla alâkadar olmakla beraber, bu dîn-i mübînin ihyâ ve bekâsına çalışıyorsunuz. Bu da en büyük mertebedir. Sizi tebşîr ederim (müjdelerim): Din yenilenecektir.”(5)



Talebelerinin ittifakla anlattıklarına göre, Süleyman Efendi (k.s.) hazretleri, âfâkî ve enfüsî kerâmet ızhârına kat‘î sûrette karşıdır. Ayrıca o kerâmeti;

1) Âfâkî,



2) Enfüsî,



3) Füyuzât-ı Rabbânî’yi ümmet-i Muhammed’in gönüllerine aşılamak diye üç kısma ayırmaktadır.



Hakiki kerâmet ise, füyuzât-ı Rabbânî’yi ümmet-i Muhammed’in kalblerine aşılamak, onların hidâyetine vesîle olmaktır, buyururlar.

Âfâkî ve enfüsî kerâmeti kat‘î sûrette tasvib etmeyen Süleyman Efendi (k.s.)hazretlerinden de, zaman zaman sadece irşad maksadıyla bu nevi kerâmetlerin zâhir olduğu rivâyetler arasındadır. Nitemim talebelerinden emekli müftü Mehmed EMRE hocaefendi, haftalık Ufuk (Eylül 1978) gazetesine verdikleri beyanatta mevzûmuzla alakalı olarak şunları ifade etmektedir:

“O, kerâmeti ancak irşad sadedinde gösterirdi. Sebepsiz yere ve gelişigüzel kerâmet ızhârından şiddetle kaçınırdı. Huzurundaki sohbetin mânevî hazzı, insanı o derece sarardı ki, dinleyenlar adeta gaşyolurdu. Konuştukları sözlerin inceliklerini ve onun işâretlerinde gizlenen kerâmetleri, ancak huzurlarından ayrılma hâli yaklaştıktan veya ayrıldıktan sonra anlamak kabil olabilirdi.

“Efendi Hazretleri’nin en şümûllü mânevî yönü ve kerâmet-i zâhiresi, Kur’ân-ı Kerim ile ilgili şer‘î ilimleri öğretmekteki gayreti ve muvaffakiyetidir. Teşrîi ve icrâi mevkide bulunan bir çok kimsenin düşmanlık göstermesine, dinî hizmet kademelerinde vazife almış pek çok din adamının kıskançlığı, dedi-kodusu ve iftira kampanyasına kalkışmasına rağmen, tâkip ettiği ulvî dâvâyı yüzbinlere mâl edebilmesi, onun kemâli ve kerâmeti için gösterilebilecek misâllerin başında gelir.”

Kerâmet ızhar etmeyi, mânevî rütbe ve derecelerin kemâline mâni bir nakîsa olarak kabul eden Süleyman Efendi hazretleri, yine bu hususta şunları söylemektedir:

√ Bizim bu âlemde biricik emelimiz var; o da Ümmet-i Muhammed’in evlatlarının kalblerine füyuzât-ı Muhammediye’yi aşılamaktır.



√ Zinhar kerâmete tâlib olmayınız, âfâkî ve enfüsî kerâmetler ızhârında yarışan bir kısım anadolu velîleri, mülk ü milletin tahrîbine sebep olmuşlar, seyirci kalmışlardır. Bizim ve sizlerin tâlib olacağımız bir tek kerâmet vardır; o da Ümmet-i Muhammed’i (feyz-i İlâhî ile) aşılamak, dîn-i celîl-i İslâm’ı öğretip yaymaktır.

İSTİDRAÇ

Cenab-ı Hak, peygamberlere davalarını tasdik için "mucize" verir, veli kullarına da "keramet" dediğimiz bazı harika haller ihsan eder. Velinin gösterdiği kerametler, aynı zamanda Peygamberimizin davasının doğru olduğunun bir alâmetidir. Çünkü velinin gösterdiği keramet, kendi peygamberinin kerameti sayılır. Keramete Hz. Ömer'den iki örnek verilir:



Birincisi Hz. Ömer'in gönderdiği mektubun atılmasıyla Nil nehrinin taşması, diğeri de Hz. Ömer'in Medine'de, minber üzerinde hutbe okurken bir aylık uzaklıktaki İslam ordusunun komutanına "Ya Sâriye, dağdan sakın!" diyerek sesini ona duyurması ve ordunun tehlikeyi atlatmasıdır. Keramet, Yüce Allah'ı bütün sıfatlarıyla birlikte tanıyan, O'na ibadette kusur etmeyen, günahlardan sakınan, helal olmayan lezzetlere iltifat etmeyen, gaflete dalmayan insanlarda görülür. Fakat bu özellikleri taşımayan, hatta tam tersi bir yaşayışın içinde bulunan kişilerde görülen olağanüstü haller keramet değil, "istidraç"tır.

"İstidraç", bir hadiste şöyle tarif edilir: "Allah'ın, isyana devam eden kişiye istediği nimetleri verdiğini gördüğün zaman bu bir istidraçtır." (Fıkh-ı Ekber Aliyyü'l-Karî Şerhi Tercümesi, s. 195.


) Yani, Cenab-ı Hakkın, dinden uzak, isyankâr bazı kişilerin isteklerini yerine getirmesinin sebebi, böylelerinin azaplarını daha fazla arttırması içindir. Yoksa onlarda bir hakikat olduğundan değildir. Mesela, şeytanın yeryüzünde rahatça dolaşabilmesi, Firavun ve Nemrut gibi tanrılık iddiasında bulunan zalim kişilerin dünyada birçok imkânı ellerinde tutması, istidraca birer örnektir.

Bu hallerin onlara verilmesi de azaplarının arttırılmasını yöneliktir. Bir ayette "Ayetlerimizi yalan sayanları Biz, bilmeyecekleri noktalardan yavaş yavaş felakete yaklaştırırız" buyurularak bu gerçeğe işaret edilir. Zaten istidracın bir diğer anlamı da, bir kimseyi yavaş yavaş arzusuna götürüp haberi olmadan felâkete atmaktır



"Keramet ve istidraç mânen birbirine zıttır. Çünkü keramet, mucize gibi Allah'ın fiilidir. Keramet sahibi de kerametini Allah'tan olduğunu bilir ve bunun farkındadır. Böylece velinin Allah'a olan tevekkülü daha da artar. Fakat bazen keramet gösterdiğinin farkına varır, bazen de varmaz. En iyisi ve isabetli olanı farkına varmamasıdır. Fakat istidraç sahibi, nefsine dayanır, kendi gücüne güvenir, gururu ve kibri öyle fazlalaşır ki, Karun gibi, "Bu servet, bilgim sayesinde benim oldu" âyetini okumaya başlar.



Diğer yandan istidracın sihirle de yakından bir ilişkisi vardır. İstidraç ehli, sihri kullanarak yapılmayan bir şeyi "yapılmış" gibi gösterir. Mesela, cam parçalarını yemediği veya karnına şiş batırmadığı halde, seyredenler onun cam yediğini ve karnına şiş batırdığını sanır.



Böylece kendisine bakanların gözlerini bağlamıştır. Sonuç olarak, Allah'ı tanımayan, O'nun emir ve yasaklarına uymayanlardan böyle garip ve olağandışı şeylerin görülmesi istidraçtan başka bir şey değildir. Hatta İmam-ı Rabbanî Hazretleri, Allah'a iman etmiş olsa bile böyle hallerin gösteriş için yapılmasını istidraç olarak kabul eder.




Mehmet Paksu

KURANDA TANIMLANAN MUCİZE AYET SADECE PEYGAMBERLERE GELEN VAHİYLERDİR.

İşte bize klasik din anlayışında İslam toplumlarında tasavvuf ve ehli tarikat olanların anlayışların özetlemiştir. Anladıkları kavramları özetleyecek olursak şunlardır.

MUCİZE: Peygamberlerin kendi peygamberliklerini ispat etmek için, Adettin hilafına göstermiş oldukları harikulade insanları aciz bırakan hallerdir.

KERAMET: Evliyaların âdetin hilafına muhalefet eden bir takım gösterdikleri harikulade hallerdir.

İSTİDRAÇ: İnkârcı olanlardan zuhur eden bazı harikulade hallerdir.

Anlattıkları Gibi Mucize keramet ve istidraç bu şekildedir. Aklını kullananlara soruyorum. O zaman peygamberle diğer insanlardaki fark nedir? Bu Tanımlar İslam toplumlarında zan ve tahminle yalan söylemeden öte geçmez. Bu Tanımlalar kuranda anlatılanlarla kesinlikle uyum sağlamaz.

KURAN’DA TANIMLANAN MUCİZE NEDİR?

Kuranda Mucize diye bir kelime geçmez. Ayet beyine delil belge ifadeleri geçer.

AYET: Allahın Zerreden küreye kadar madde ve mana âleminde ne varsa hepsinin adı ayettir.(mucizedir) İşte insanları aciz bırakan ve insanlara verilmeyen ayet bunlardır. Bu sebeple insan kâinat içerisinde Allahın yaratmış olduğu en büyük mucizedir.

İşte İslam müfessirlerinin bu tanıma uygun bir yaklaşımla kurandaki ayetleri anlamaya yeltenmeleri ayetlerin çarpık olarak anlamalarına sebep olmaktadır.

Kuranı Anlama konusunda kurana yönelen ve samimi ihlas sahibi olanları kurandaki ayetleri anlarken bu konunun hassasiyetle göz ardı edilmemesini tavsiye ediyorum

Kuranianlamametodu.blogspot.com[/QUOTE]

Uzun da olsa gayet güzel cevaplar olmuş.Teşekkür ederiz..

FEDAKARADAM 29. December 2010 02:57 PM

Rabıta; iki şeyi birbirine bağlayan ilgi, bağ, münasebet gibi manalara gelir. Tasavvuf yolunda ise rabıta; Allah-u Zülcelal’e, O’nun Resulüne (sav) ve Peygamber Efendimiz’in varisleri olan salih kimselere duyulan bir sevgiden ibarettir.

Nasıl ki sevgi; sevgilinin hayalini, güzelliğini, hal ve hareketlerini düşünerek, kalbi sevgiliye bağlamak anlamına geliyorsa; rabıta da insanın Allah-u Zülcelal’in rızasını kazanmak için O’nun salih kullarına gönülden bağlanmasıdır.

Yani rabıta, muhabbet ve hürmetle kalbi bağlamaktan ibarettir. Rabıtanın özü şudur: Peygamber Efendimiz -sav-’in varisi olan alim ve salih bir kimseyi düşünmek, sadece onun şahsını hayal etmek ve müstakil olarak ondan bir şey istemek değildir.

Bilakis aslında her şeyi yaratan ve yapan fail-i hakikinin Allah-u Zülcelal olduğuna itikat ederek, Allah-u Zülcelal’in o alim ve salih kimseye ihsanda bulunup, o insanda ortaya çıkardığı fazileti düşünmektir.

Bu durum şuna benzer. Bir fakir ihtiyacını karşılamak için bir zenginin karşısına gelip talepte bulunur. Fakat o fakir bilir ve inanır ki, gerçekte veren ve ihsan eden Allah-u Zülcelal’dir. Çünkü yerlerin ve göklerin hazineleri O’nun elindedir. O’ndan başka fail-i hakiki yoktur. Fakir, zenginin kapısında ancak, Allah’ın nimet kapılarından bir kapı ve oradan kendisine bir nimet vermesinin mümkün olduğunu bildiği için durur. İşte rabıtanın özü de budur.

[B]Lakin günümüzde bazı kimseler: “Allah-u Zülcelal’den başka varlık düşünülür mü? Niçin Allah’ı düşünmüyoruz da, bir insanı düşünüyoruz? Bu şirk değil midir? Allah-u Zülcelal’in sevgisi bölünmüş olmuyor mu?” gibi aklın kabul etmeyeceği yanlış bir takım fikirler öne sürerek, samimi olarak Allah-u Zülcelal’in rızasını arayan insanların kafalarına şüphe sokmaya çalışıyorlar.[/B]

Öncelikle şunu belirtelim ki, zat ve sıfatları ile hiçbir benzeri ve eşi, ortağı bulunmayan Allah-u Zülcelal’i düşünmek, O’nun zatını hayale getirmeye çalışmak değildir. Çünkü insanın bir zatı düşünebilmesi için onu görmesi gerekir. Onun için insan ne kadar istese de Allah-u Zülcelal’i hayal edemez ve zaten hayal etmesi de caiz değildir. Çünkü Peygamber Efendimiz -sav- bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

[B]“Allah’ın zatını tefekkür etmeyin. O’nun nimetlerini ve yaratıklarını düşünün. Çünkü siz Allah’ın zatını düşünmeye güç yetiremezsiniz.” (Beyhaki, Şihabu’l İman; Ahmet bin Hanbel, Müsned)
[/B]
Hal böyle olunca, insanlar içinde Peygamber Efendimiz -sav-’in varisi olmuş alim ve salih olan ve Allah-u Zülcelal’in:
“...Ben onları severim, onlarda beni sever...” (Maide 54) iltifatına ulaşmış ve hayatlarının her anını insanlara faydalı olabilmek için harcayan, kalpleri ilahi nurla dolu olan salih kimseleri sevmenin, bu sayede Allah-u Zülcelal’in rızasına doğru gitmeye çalışmanın gerekli olduğu açık olarak anlaşılmaktadır. Çünkü onlar Allah’ı hatırlatır, Allah’ı sevdirir ve herkesi Allah’a sevk etmeye çalışırlar.

Bu da Allah-u Zülcelal’in bir vergisidir. Bunca alim ve salih kimselerin ısrarla söylediği, büyük menfaatleri olan bir şeyi, ancak ahirete meraklı olan kimselere nasip etmektedir.

Herkesin şunu iyice bilmesini istiyoruz ki, bu kadar alim ve salih kimselerin tasavvuf ve tasavvufun kural ve kaideleri hakkında kitaplar yazmaları, bunları savunmak için değil; insanı Allah-u Zülcelal’in rızasına götüren bu yola bilmeden veya bilerek düşmanlık eden kötülemeye çalışan kimselerin içinde bulundukları bu büyük yanlıştan dönmeleri içindir.

İnşallah-u Teâla bu yazılanları okuyup hakikati idrak edebilenler, tuttukları bu yanlış yolu bırakacaklardır. İnatçı olanlara ise söyleyecek bir sözümüz yoktur. Çünkü inat, tedavisi olmayan bir hastalıktır.

En büyük hidayet ve nur kaynağı olan Peygamber Efendimiz -sav-’i görüp de iman etmeyenler, o güneşten zerre kadar ışık alamadan ölüp gitmişlerdir.

Şüphesiz bir kişi, istifade etmek amacıyla Peygamber Efendimiz -sav-’in varisi olan alim ve salih kimselere baktığında, sohbet meclislerinde bulunduğunda manevi olarak istifade eder. Onu düşündüğünde de durum aynıdır.

[B]GÜLİSTAN ARAŞTIRMA SERVİSİ
Kaynak:Gülistan Dergisi
51. Sayı-Mart 2005[/B]

hiiic 29. December 2010 03:02 PM

[B]Kasas 56
(Resulüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir. [/B]

Bu ayeti gülistan araştırma sevisine de yolla.. ne araştırıyorlarsa artık, birazda Kuranı araştırsınlar...

Allahın resulu sevdiğini hidayete erdiremiyorken,,, şeyhin gönlüne girerek Allaha kavuşmak nasıl oluyor?

FEDAKARADAM 29. December 2010 03:08 PM

[QUOTE=hiiic;7331][B]Kasas 56
(Resulüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir. [/B]

Bu ayeti gülistan araştırma sevisine de yolla.. ne araştırıyorlarsa artık, birazda Kuranı araştırsınlar...

Allahın resulu sevdiğini hidayete erdiremiyorken,,, şeyhin gönlüne girerek Allaha kavuşmak nasıl oluyor?[/QUOTE]

Kul isteyince Allah ona yardımcı olur.Bu istemek işi sebat ve sabır işidir.

iSLAM BÜYÜKLERİNİN HAYATINI İNCELERSEN TAMAMAMINA YAKINI TARİKAT VE TASAVVUF EHLİ OLDUĞUNU GÖRÜRSÜNÜZ.

Sen şimdi git onların hayatını incele, burada öyle konuş kardeşim..Bilmediğin şeyin düşmanlığını yapıyorsunuz..

Miralay 29. December 2010 03:14 PM

Selam değerli fedakaradam kardeşim
Ben 25 yılımı nakşıbendi tarikatında geçirmiş ve tasavvuf adına yazılmış ne kadar kitap varsa okumuş birisi olarak size soruyorum;

Sanırım siz de bir tarikat ehlisiniz. Rabıtanın tarikatlerde uygulamaları aynen şöyle oluyor:

25 estağfirullah çekip,gözlerini kapatarak,şeyhini bir dağ gibi yüce düşünerek ondan gelecek nurun kalbine aktığını tahayyül edersin. En basitinden rabıta tanımı bu şekilde anlatırdık yeni intisab edenlere.
Başımız sıkıştığında "himmet,medet şeyhim" dememiz emrolunurdu. Hatmei Haceganlarda silsile övgülerle okunur,yüce zatların ruhaniyetlerinin (ölmüş ya da diri) aramıza katıldığına inandırılırdık. Yani onlara Allah'ü Zülcelal'in sıfatlarından ölümsüzlüğü ve her zaman heryerde hazır ve nazır olması sıfatlarını haşa! yakıştırırdık.
Yeryüzünde yağmurun yağmasını,depremlerin olmasını,hatta dünyanın dönmesini bile 40'lar meclisi denilen Ricalül Gaybın,kutupların,gavsların yaptığını; tövbe haşa! rabbimizin yardımcıları olduğuna inandırılırdık.

Bu madalyonun bir yönü...

Diğer yönüne bakalım inşaAllah;

Allah sizden razı olsun. [B]"Hal böyle olunca, insanlar içinde Peygamber Efendimiz -sav-’in varisi olmuş alim ve salih olan ve Allah-u Zülcelal’in:
“...Ben onları severim, onlarda beni sever...” (Maide 54) iltifatına ulaşmış ve hayatlarının her anını insanlara faydalı olabilmek için harcayan, kalpleri ilahi nurla dolu olan salih kimseleri sevmenin, bu sayede Allah-u Zülcelal’in rızasına doğru gitmeye çalışmanın gerekli olduğu açık olarak anlaşılmaktadır. Çünkü onlar Allah’ı hatırlatır, Allah’ı sevdirir ve herkesi Allah’a sevk etmeye çalışırlar.

Bu da Allah-u Zülcelal’in bir vergisidir. Bunca alim ve salih kimselerin ısrarla söylediği, büyük menfaatleri olan bir şeyi, ancak ahirete meraklı olan kimselere nasip etmektedir."
[/B] buyurmuşsunuz.

Tabii ki Cenab-ı Allah'ın velileri vardır. Allah yolunda cehdü gayret eden herkes Allah'ın velileridir.
Lakin bu kişilerin kim olduğunu bizim bilmemiz olanaksızdır. Her önüne gelen,"ben Allah dostuyum" , veya müridleri şeyhi için "Allah dostudur" demeleri o kişinin Allah dostu olduğunu göstermez. Kimsenin alnında "BU ALLAH DOSTUDUR" yazmaz.
Tarikatlerde bir zatın Allah dostu olduğunu, İslamı güzel yaşaması ve yanında Allah'ın hatırlanması gösterge olarak belirtilir.
Ben sokakta kimi görürsem göreyim Allah aklıma gelir. İsterse bir sarhoş olsun veya bir ağaç,hayvan...
Kimse de İslamı güzel yaşadığını iddia edemez. Allah'ın kimden ve hangi hareketten razı olacağını da sadece O zülcelal bilebilir.

Vesselam

hiiic 29. December 2010 03:18 PM

[B]Bakara 170
Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, [COLOR="Red"]"Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" [/COLOR]dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? [/B]

Buyrun, önceki atalarımız dediğiniz islam alimlerinin gerçeğini Ayet açıklıyor.. Eğer gerçekten bahsettiğiniz gibi islam büyüklerinin tamamına yakını tarikat tasavvuf ehliyse, tamamına yakını yoldan çıkmış demektir. Zatende öyle olmasalar din bu kadar suni sahte bir hal almazdı...

hiiic 29. December 2010 03:30 PM

Ama acaba hata yapmayalım Miralay,,,

Böyle diyorsun ama belki işin bi hakikatı bilinmeyen gizli bir ilmi vardır... Başka bir sebepten dolayı böyle yapmak belki şirk olur ama, başka sebepten değil belki sadece bizi Allaha yaklaştırsın diye şeyhe bu şekil yakarışlar yapmak doğru olabilir belki?


Fedakar sen nediyorsun bu konuda? Şehy sizi Allaha yaklaştırıyor değil mi? Himmet istemeninde sanırım tek sebebi bu başka bişey değil..ne varki bunda son derece masum..

Öyle değil mi?? fikrinizi alalım fedakar arkadaşım.

FEDAKARADAM 29. December 2010 03:39 PM

[QUOTE=hiiic;7336][B]Bakara 170
Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, [COLOR="Red"]"Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" [/COLOR]dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? [/B]

Buyrun, önceki atalarımız dediğiniz islam alimlerinin gerçeğini Ayet açıklıyor.. Eğer gerçekten bahsettiğiniz gibi islam büyüklerinin tamamına yakını tarikat tasavvuf ehliyse, tamamına yakını yoldan çıkmış demektir. Zatende öyle olmasalar din bu kadar suni sahte bir hal almazdı...[/QUOTE]


Kardeşim, tarikat tasavvuf işi atalarımızın geleneği değildir.O hidayet yoludur.Dileyen nasibini alır.Keramet göstermek tarikatın işi de değildir.Uçmak kaçmak denizde yüzmek te keramet değildir.Bunlar hayvanalra mahsustur.Asıl keramet, ilahi aşka ermektir.İlahi aşka eren kesinlikle kurtulmuştur.Şeriat, tarikatın kapısıdır.Tarikat ise İslam'ın bahçesidir,yani tasavvuf ilmidir...Tasavvuf ilmi ise islam'ın özüdür.

Sır ilmi, kalp, ruh ilimleri nefsin mertebeleri, riyazet, murakabe, mücahede, mücadele, müşahede hep tasavvuftandır.Bunlar olmazsa, ve bilinmezse insan ömürboyu da olsa hidayete eremez.Sadece şekilcilikte kalır.

Şeriatta bazı şeylere ruhsat verilir ama tasavvufta asla ruhsat olmaz.Çünkü tasavvufta olmazsa olmazlar vardır ki bunu size izah etmek çok uzun sürer.

O verdiğiniz ayetler İslam'dan önce putlara tapan kafirler ve müşrikler için indirilmiştir

Haşa! Şeyhe Allah gibi tapınmak asla yoktur.Sadece onu vesile edip esas maksada varılır.Maksat, fena fillah ve beka billah makamlarından geçmektir.

Sadece bir örnek vermek istersek; Sultan Fatih'in hocası Akşemseddin hz.leri tasavvuf ehlidir.Bunu da inkar etmek ahmaklıktır.

Söyleyecek daha çook sözümüz var....

hiiic 29. December 2010 03:45 PM

Söyleyecek çok sözünüzün olduğu belli, ama bu konuya delil getireceğiniz herhangi bir Ayeteniniz var mı?
Bana kurandan tarikat hakkında 1 tane aydınlatıcı ayet getirir misiniz?
Ben tarikat yoktur demiyorum, ben budizmde yoktur demiyorum, ben hristiyanlıkta yoktur demiyorum hepsi vardır ama hepsi sapıklıktır. Hiç biri kuranda geçmez. ama bu sayılan grupların kendisini müslüman olarak göstermesi çok ayıp. Madem müslümansınız hani Kuranda deliliniz nerede?

[B]İsrâ 36
Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur [/B]

Bu ayet gereği en azından tarikat hakkında 1 delilinizin olması gerekmez mi?
Hani nerede?

tarikat vardır, bir sürüdü şeyh vardır gelmiştir geçmiştir, ama tarikatizm farklı bir dindir, islamla alakası yoktur sadece okunacak ezberleri kurandan seçerler.. çakra felan işler,, budistler bu konuda daha ilim sahibi.

FEDAKARADAM 29. December 2010 03:46 PM

Tasavvufun hedefe aldığı terbiye her mümin için gerekli bir terbiyedir.Öyle ki İmam Gazali (rah) böyle bir terbiyeye girip nefsi ıslah etmeyi herkes için farz-ı ayın kabul eder.Yani olmazsa olmaz gibi şart koşar ‘Çünkü peygamberler hariç hiç kimse manevi hastalıklardan uzak değildir ve onlardan tek başına kurtulamaz’ der.(İbn-u Acibe İkazu’l-Himem 21.)

Veliler ve mürşitler aynı zamanda daha sonra bir disiplin halini alacak tasavvufî terbiyenin temellerini oluşturuyordu.Hasan el-Basri Maruf el-Kerhi Malik b.Dinar Zünnun el-Mısrî Süfyan es-Sevri Haris el-Muhasibi Cüneyd el-Bağdadi gibi zatlar bu hareketin ilk öncülüğünü yapan kimselerdir.

Önceleri vaaz,sohbet ve örnek tavırlarla halkı kucaklayan bu irşat faaliyetleri hicri altı miladi on birinci yüzyılda tarikat adı altında kurulan terbiye müesseseleri ile yeni bir şekil aldı.Ve İslam alemine yayıldı.

Kurucularına nispet edilerek,Kadirî,Rufâî,Kübrevî, Şazelî,Nakşibendî Mevlevî Bayramî adı verilen çeşitli tarikatlar.müslümanların dini duygu ve düşüncelerinde bir bütünlük oluşturdu. Bütün bu terbiye ekollerinin oluşturduğu sisteme “tasavvuf” diyebiliriz.Bu sistemi kuranların ortak görüşü şudur:

“Hz. Peygamberin (s.a.v) sünnetini takip etmekten başka Allah’a giden hiçbir yol yoktur. Biz bütün hallerini ve işlerini Kur’an ve sünnetle ölçüp onların emir ve işaretine göre hareket etmeyeni Allah adamı saymayız.(Ebu Nuaym Hilyetü’l-Evliya X 257; Sülemi Tabakatu’s-Sufiyye 159; Kuşeyri Risale I 107; Sühreverdi Avarifü’l-Mearif 55. )


Büyük veli Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (k.s) şöyle der:
“Maneviyat ilmi ve terbiyesi almayan kimse hiç farkında olmadan bir çok büyük günah işlerken ölür gider.(İbnu Acibe İkazu’l-Himem 21.)

İbnu Allan es-Sıddîkî (rah) ise, farkında olunmayan bu günahların kibir kendini beğenme ibadetiyle övünme insanları beğenmeme gibi gizli günahlar olduğunu belirtir (Abdulkadir İsa Hakâik ani’t-Tasavvuf 35.)

hiiic 29. December 2010 03:48 PM

Allah yolunuzu açık etsin,, bu site ve biz sizinkinden değil farklı bir dinin mensubuyuz biz... Bizim delillerimiz sadece Kurandan, bizler müslümanız, size saygı duyuyorum,,, imamı azam peygamberinizede saygılar hürmetler ben kastomonudan...

Bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa bize gereken bilgiyi vahy kanalıyla aldığı o değerli öğütleri iletti biz onlar üzerinde düşünüp öğüt alıyoruz. sizin kaynaklarınızın çoğu yalandır, uydurmadır, israiliyat saçmalığıdır. Yolunuz açık olsun... Dilerimki tevbe edip Kuranın yolunu tutasınız. Allah dilerse.

Miralay 29. December 2010 03:50 PM

Değerli kardeşim,
Birazda Kur'andan tarikatler ve şeyhlerle ilgili örnekler versen de,şöyle bir içimiz ferahlasa. Güzel bir Kur'an sohbeti de yapmış oluruz bu vesile ile.

Vesselam

FEDAKARADAM 29. December 2010 03:53 PM

[QUOTE=hiiic;7342]Söyleyecek çok sözünüzün olduğu belli, ama bu konuya delil getireceğiniz herhangi bir Ayeteniniz var mı?
Bana kurandan tarikat hakkında 1 tane aydınlatıcı ayet getirir misiniz?
Ben tarikat yoktur demiyorum, ben budizmde yoktur demiyorum, ben hristiyanlıkta yoktur demiyorum hepsi vardır ama hepsi sapıklıktır. Hiç biri kuranda geçmez. ama bu sayılan grupların kendisini müslüman olarak göstermesi çok ayıp. Madem müslümansınız hani Kuranda deliliniz nerede?

[B]İsrâ 36
Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur [/B]

Bu ayet gereği en azından tarikat hakkında 1 delilinizin olması gerekmez mi?
Hani nerede?

tarikat vardır, bir sürüdü şeyh vardır gelmiştir geçmiştir, ama tarikatizm farklı bir dindir, islamla alakası yoktur sadece okunacak ezberleri kurandan seçerler.. çakra felan işler,, budistler bu konuda daha ilim sahibi.[/QUOTE]

Şu linkleri bir tıklayın!.

[URL="http://www.enfal.de/k-v-t.htm"]Kur'an ve tasavvuf[/URL]

hiiic 29. December 2010 03:56 PM

İnceledim ve tarikata delil bir konu göremedim, siz buraya asarak(kopylarayak) ben cahile yardımcı olurmusunuz... hangi sure kaçıncı ayet, yada siz ayetin konusunu söyleyin ben Allahın izniyle hatırlarım..


Amma lakinki ben tarikatın olmadığına dair bir sürü ayet asabilirim.

Miralay 29. December 2010 03:58 PM

Allah razı olsun verdiğiniz linki okudum. İçinde birkaç ayet geçiyor. Lakin konumuzla ilgisini bulamadım. Çoğunluğu yazarın fikir ve görüşlerden ibaret bir yazıydı. Yine de teşekkür ederim.

hiiic 29. December 2010 04:02 PM

[B]Tevbe 34
Ey iman edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) [COLOR="Red"]Allah yolundan engellerler[/COLOR]. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! [/B]
***
[B]Tevbe 31
(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır. [/B]

[B]Azhap 67
Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yolda saptırdılar, derler. [/B]

Daha da artırabilirim,,, şüphesiz akıl sahipleri için bu ayetlerde pek çok ibretler vardır...

FEDAKARADAM 29. December 2010 04:08 PM

Tasavvufla ilgili ayetler..(adı tasavvuf denilmez)

[B][COLOR="Blue"]“Ve sana kitabı da hak olarak indirdik, kendisinden evvelki -semavî- kitabı tasdik edici ve üzerine bir koruyucu olmak üzere. Artık aralarında Allah Teâlâ'nın indirmiş olduğu -hükümler- ile hükmet. Ve sana gelen haktan -ayrılıp da- onların havalarına tâbi olma. Sizden her biriniz için -vaktiyle- bir şeriat, bir açık yol kılmıştık. Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi elbette sizleri bir ümmet kılmış olurdu. Fakat size vermiş olduğu şeyler de sizi imtihan etmek için -bir ümmet kılmadı- artık hayırlı işlere koşunuz. Nihâyet cümleten dönüşünüz Allah Teâlâ'yadır. Binaenaleyh nelerde ihtilâf etmiş olduğunuzu o size haber verecektir..”(Maide Suresi. Ayet: 48)[/COLOR][/B]

[B][COLOR="Blue"] “Yoksa o kimse ki, gece saatlerinde ibadete- devam eder, secde edici ve kıyamda durucu olarak ahiret azabından çekinir ve Rab'binin rahmetini diler, -bununla böyle olmayan eşit olur mu?.-Deki: Hiç bilenler ile bilmeyenler eşit olabilirler mi?. Ancak saf akıl sahipleri düşünüverir,bundan ibret alırlar.” (Zümer Suresi. Ayet :9)




” Ve o kâfir olanlar der ki: Onun üzerine Rabb’inden bir mucize indirilmiş olmalı değil mi?. Sen ancak bir uyarıcısın ve her kavim için bir hidâyetçi vardır.” (Raad Suresi. Ayet: 7)

“Ve insanlardan öylesi de vardır ki, ne bir ilme ve ne bir rehbere ve ne de aydınlatan bir kitaba sahip olmaksızın Allah hakkında mücalede bulunur.” (Hac Suresi. Ayt: 8)


” Görmediniz mi ki: Allah Teâlâ sizin için göklerdekini ve yerde olanı musahhar kılmıştır. Ve üzerinize zâhiren ve batınen nimetlerini pek geniş surette itmam buyurmuştur. Ve insanlardan öylesi de vardır ki, ne bir ilme, ve ne de bir rehbere ve ne de aydınlatan bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında mücadelede bulunur.” (Lokman Suresi.ayet: 20)




“Ve eğer onlar, o tarik (yol) üzerinde dosdoğru gitse idiler, elbette kendilerine bol bol su içirirdik.” (Cin Suresi. Ayet: 16)



“Onları bu hususta imtihana çekelim diye ve her kim Rab'binin zikrinden yüz çevirirse onu da pek meşakkatli bir azaba sevk eder.” (Cin Suresi. Ayet: 17)



“Şüphe yok ki: Bu, bir öğüttür, artık kim dilerse Rab'bine bir yol tutar.”(Müzemmil Suresi. Ayet: 19)


“Şüphe yok ki: İşte bu, bir öğüttür. Artık kim dilerse Rab'bine bir yol tutar.”(İnsan Suresi. Ayet:29)



” İşte bu, hak olan gündür, artık kim dilerse Rab'bine sığınacak bir yer edinsin.” (Nebe Suresi. Ayet: 39)

[/COLOR][/B]

Tasavvuf, tarikat, bir mizaç, bir meşrep, manevi bir zevk ve kader meselesidir. Tabii, her meslek erbabının hakikisi olduğu gibi taklitçisi ve sahtekarı da olmaktadır. Bugünkü, İslam dışı bazı tarikatçılara bakarak, gerçek ehli tarikat ve tasavvufu tenkit etmek, mesela; Hasan-i Basri, Cüneyd-i Bağdadi, Ahmed Yesevi, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahauddin, Seyyid Ahmed Rufai, Mevlana Celaleddin-i Rumi, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Mevlana Halid-i Bağdadi ve onların temiz yolunda sünneti Resulullah üzere hareket ederek, İslam’ın özüne bid’atları karıştırmadan, yaşayan dindar insanları tenkit etmek cahlliktir vebali ağır olur.

FEDAKARADAM 29. December 2010 04:13 PM

[B][U][COLOR="Red"]Tarikat veya tasavvuf düşmanları bu mesajımızı hiç atlatmadan okusunlar!...

[/COLOR][/U][/B]
[B][COLOR="Blue"]
[U][COLOR="Blue"][COLOR="DarkGreen"]FECİR SURESİ
[/COLOR][/COLOR][/U]
27. Ey nefs-i mutmainne[/COLOR][/B] (huzura ermiş nefis)! Sözün gelişi bu hitabın da o gün olacağını anlatıyor. "dön" emrinin de derhal olmayıp ilerde olacağı açıktır. Onun için tefsirciler bunun, "diyecek" fiili takdir edilerek hikaye şeklinde zikredilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu ifade üslubu Kur'ân'ın i'cazı yönlerinden birisidir. Bunda dinleyici derhal geleceğe hazırlayacak bir telkin vardır. Yani o gün kâfir insan hakikatı anlayıp "keşke hayatım için takdim etseydim" diyecek; öyle olmayıp hakkı önce anlamış, iman etmiş, kalp huzurunu iman ve ihlas ile Rabb'ine hayır takdim etmede bulmuş olan her mutmain nefse de yüce Rabb'i diyecek ki, ey o nefs-i mutmainne!

[B][COLOR="Blue"]28. Dön Rabbine, hem razı olmuş, hem de kendisinden razı olunmuş olarak. Öyle bir halde dön ki, Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut. "Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan." (Mâide, 5/119)[/COLOR][/B]

[B][COLOR="Blue"]29. Dön de gir kullarımın içine, bana ihlas ile kulluk eden, sadece bana kul olma özelliğiyle diğerlerinden ayrılan samimi salih kullarımın zümresine katıl. "Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, bu gibi kimseler, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Onlar ne güzel arkadaştırlar."(Nisâ, 4/69);
[/COLOR][/B]
[B][COLOR="Blue"]30. Ve gir cennetime onlarla beraber.[/COLOR][/B] Tefsircilerin açıkladığı diğer bir mânâ ile: Kendime yaklaştırdığım kullar sırasına dizil ve onların nurlarıyla parla. Zira kutsal, temiz ruhlar yani nüfus-ı zekiyye, karşı karşıya konmuş aynalar gibi karşılıklı olarak birbirlerine yansıdıkça nurları artar. Diğer bir mânâ ile, bedenlere gir, onlarla birlikte sevap yurduna dahil ol.

Daha önce de geçtiği gibi nefs, bir şeyin kendisi denilen zat ve hakikatıdır. Nitekim "o, binefsihi kâim" denilir. Bizatihi, yani kendi kendine duruyor demektir. İnsanın nefsi de "ben" dediği zat ve hakikati, "kendisi"dir ki, kendisine muhtelif halleri içinde vahdetle "bir" şuuru, duygusu vardır. Bu itibar ile biri şair, yani duyan ve hisseden, biri de meş'ur, yani duyulan ve hissedilen olmak üzere iki özelliği vardır. Nefsin hakikati bu iki özelliğin bir olma ve uyuşma noktasındadır. Bununla beraber uyku, gaflet, baygınlık, ölüm hallerinde olduğu gibi birbirlerinden ayrılan bu özelliklerden her biri itibariyle dahi düşünülür de bazan yalnız hissetme, bazan soyut ayırma gücü ve idrak ile irade başlangıç ve ilkesi olarak kendisiyle başkasını hissederek ayırt eden veya birleştiren ruha dahi nefs denilir ki, hisseden nefis veya şehvani nefis, idrak eden nefis veya düşünüp söyleme özelliği olan nefis denilmesi bundandır. Bu mânâda nefse dilimizde "can" tabir edilir. Duyan insan ile duyulan insan arasına perde girebildiği, yani insanın duygusu ile duymuş olduğu şeyin her zaman uyuşmayıp ayrılabildiği de kesin ve muhakkaktır. Demek ki insanın nefsiyle uyum sağlaması, bir olma ciheti kendisinde değil, kendisinin üstünde bulunan bir hakikattedir ki o, insanın ve herşeyin Rabb'i olan yüce Allah'tır. "Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer. Siz ancak onun huzurunda toplanacaksınız."(Enfâl, 8/24) buyurulduğu üzere yüce Allah kişi ile kalbinin arasına perde olur. Onun için insanlar hep ona haşr olunur, ona toplanır. [B][COLOR="Blue"]"De ki: Ruh, Rabb'imin emrindendir."(İsrâ, 17/85[/COLOR][/B]) kriterince ruh, Rabb'in emri olduğu gibi,[COLOR="Blue"][B] "Allah o canları, öldükleri sırada, ölmeyenleri de uykularında alır."(Zümer, 39/42)[/B][/COLOR] buyurulduğu üzere insanın ruhu, şuuru kendinden ayrıldığı ölüm ve uyku sırasında nefisleri alan Allah'tır. Onun için insan kendinden geçtiği zaman, kendini kendinde duymaz olmakla yok olup gitmiş değil, ruhu ve bütün hakikatı ile geri gidip Allah'a dönmüştür. O vakit artık insan kendisini kendinde değil, ancak Rabb'inin huzurundaki bütün hakikatiyle duyacak, ona göre ya azap görmüş veya razı olmuş ve razı olunmuş olacaktır. Artık ebedi ve sonsuz olan bu azap veya hoşnutluğa göre, hiç kuşkusuz, birkaç günlük dünya azap ve lezzetleri hiçtir. Kısacası insanın nefsi, hisseden ve hissedilen her iki özelliğiyle "ben" dediği zat, hakikatidir. Yalnız idrak etmesi özelliğiyle ruha da denilir. Onun için burada çokları zat mânâsına, bazıları da ruh mânâsına anlamışlardır. Şu halde nefs-i mutmainne, huzura ermiş zat veya ruh demek olur. Razi der ki: İtmi'nan, yerleşip sabitleşmedir. Bu yerleşip sabitleşmenin nasıl olduğuna dair birkaç vecih vardır:

BİRİNCİSİ: Hiçbir kuşku bulunmayacak şekilde hakka yakinen inanma zevkine ermektir. Nitekim, [B][COLOR="Blue"]"Fakat kalbimin iyice yatışması için"(Bakara, 2/260) [/COLOR][/B]âyetinden maksat budur.

İKİNCİSİ: [COLOR="Blue"][B]"Bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olmazlar."(Bakara, 2/112)[/B][/COLOR] mânâsınca korku ve hüzünden sarsılmayacak şekilde güven elde etmektir. Bu güven duygusu ise ölüm sırasında, öldükten sonra dirilme sırasında ve cennete girerken [B][COLOR="Blue"]"Korkmayın, mahzun da olmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin."(Fussilet, 41/30)[/COLOR][/B] hitabı işitilmekle olur.

ÜÇÜNCÜSÜ: Kur'ân ve delil, bu kalp huzurunun ancak Allah'ı zikirle elde edileceği hususunda mutabıktır. Kur'ân, [B][COLOR="Blue"]"Bilin ki, kalpler ancak Allah'ı zikir ile huzur bulur."(Ra'd, 13/28)[/COLOR][/B] diyor. Bunun delili de iki vecih iledir. Birisi, akıl kuvveti sebep ve neticeler silsilesinde ilerledikçe kendiliğinden mümkün olan herhangi bir sebebe ulaşsa akıl buna başka bir sebep arar. Onunla durup kalmaz. Devamlı şekilde her şeyden daha üstün olanına geçer. Bu ilerlemede ta bütün ihtiyaçların kesildiği ve bütün zaruretlerin sona erdiği varlığı kendinden, kendiliğinden olması vacip olan varlığına ulaşıncaya kadar gider. Onun önünde ihtiyaç durduğu için akıl da durur ve onunla kalbi yatışır. Akıl kuvveti mümkün olan şeylerden herhangi bir şeye dönmüş ve bakmış ise onda durup sabitleşmesi imkansızdır. Varlığı vacip olan Allah'ın azametine bakıp hepsinin ondan olduğunu bildiği zaman da ondan, başkasına geçmesi imkansızdır. Bir de, kulun ihtiyaçları sonsuzdur. Allah'ın yardımı olmadıkça da, Allah'ın dışındaki her şeyin devamı ve kuvveti sonludur. Sonsuz olan şeyler sonlu şey ile telafi edilip giderilemez. Onun için kulun sonsuz olan ihtiyacı karşılığında Allah'ın sonsuz olan kemali gerekir ki, huzur ve sükunet olabilsin. O halde sabit olur ki, her kim Allah'ı tanımayı Allah'tan başka bir şey için seçerse onun içi huzur bulmuş değildir. Onun nefsi, nefs-i mutmainne değildir. Ama her kim Allah'ı onun dışında bir şey için olmayarak seçerse işte o nefs-i mutmainnedir. Böyle olan her kimsenin ise yalnızlığını gidermesi Allah ile bir olmak suretiyle olur. Şevk ve arzusu Allah'a, beka ve devamı Allah'ta, konuşması Allah iledir. Onun için bu kimse dünyadan ayrılacağı sırada kuşkusuz "Rabb'ine razı olmuş ve razı olunmuş olarak dön." hitabına muhatap olur. Bu öyle bir sözdür ki bundan insan ancak ilâhî fikir kuvvetinde, her şeyden el ayak çekip Allah'a yönelme ve sırf onunla meşgul olma hususunda kemale ulaştığı zaman istifade eder. Demek ki nefs-i mutmainne esasen istikrarı olmayan ve kendileri ihtiyaçtan kurtulmuş bulunmayan sebep ve netice silsilelerinden geçip bizzat etkili olan en yüce ilk unsuru tanımaya yükselerek onu tanımak gayesinde karar kılan ve varlığında ve diğer hallerinde onun dışındakilere ihtiyaç hissetmeyerek ona ancak onun için tevhid ve ihlas ile itaat edip boyun eğen nefis demektir ki bu tanıtmanın özeti "Hayır, her kim Allah'ı görüyormuş gibi ona ibadet edici olduğu halde kendini Allah'a teslim ederse, işte onun mükafatı Rabb'i katındadır. Bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olmayacaklardır."(Bakara, 2/112) mânâsı üzere Allah için İslâm ve ihsan ile korku ve hüzünden kurtulmaya kesin inancı, "Öyle insanlar var ki, Allah'ın rızasını elde etmek için canını bile verir."(Bakara, 2/207) mânâsı üzere nefsini yalnız Allah'ın rızasını arayıp bulmaya bağlayarak hayvani tabiattan, kötülüğü emreden nefsin sıkıştırmasından, ayıplanan nefsin ayıplamasından, Allah'ın dışındakilere esir olma bağlarından kurtarıp ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak Allah yolunda mal ve canıyla yetişebildiği hayrı yapacak gerçek hürriyeti kazanma kararıdır.

Nitekim bundan sonraki sûrede "O, bir köleyi azat etmektir."(Beled, 90/13) âyeti ile bu mânâ açıklığa kavuşturulmuştur. Hakk'a gönül huzuru ile inanmış, hiçbir şüphe ve kuruntu çalkalamayacak şekilde kesin inanç serinliğine ermiş nefis, yahut hiçbir korku ve üzüntünün sarsmıyacağı güvene kavuşmuş nefis diye tarif de onun birer ifadesidir.

İbnü Cerir'in nakline göre, İbnü Abbas: "Nefs-i mutmainne, tasdik edici nefistir"; Katade: Allah'ın vaadi ile gönlü huzurlu, sözünü tasdik edici nefistir"; Mücahid: "Allah'ın, kendisinin Rabbi olduğunu tasdik edip buna iyice inanmış ve her yaptığı işte onun emrine teslim olmuş ve boyun eğmiş nefistir." demişlerdir. Diğer bir ifade ile; "Allah'ın, Rabb'i olduğuna inanmış, gönlünü ancak ona vermiş, kalbi onun emriyle çarpar, Allah'a dönmüş ve boyun eğmiş nefis." Başka bir ifade ile, "Allah'a kavuşacağına yakinen inanmış, gönlü onunla çarpar". diye rivayet olunan tefsirler de, "Gerçekten mümin olanlar o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. Onlara âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Bunlar yalnız Rab'lerine tevekkül ederler."(Enfal, 8/2), "İşte sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O halde yalnız ona teslim olunuz. İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele.

[B][COLOR="Blue"]Allah anıldığı zaman onların kalpleri titrer. Başlarına gelenlere karşı da sabırlıdırlar. Onlar namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar."(Hacc, 8/2)[/COLOR][/B] ve "Tevbe ile Rabb'inize dönün."(Zümer, 39/54) gibi âyetlerin mânâlarına da işaret ederek birbirlerini tamamlayan tariflerdir.

Tasavvufçuların da nefsin mertebeleri, makamları ve halleri üzerinde uzun sözleri vardır. Hatta bütün tasavvuf, "Nefsini tanıyan Rabb'ini de tanımış olur." düsturuyla onun üzerinde dolaşır. Bu cümleden olarak nefsi şu mertebeler üzere sınıflandırırlar: Nefs-i emmare (insanı kötülüğe sürükleyen nefis), nefs-i levvame (kötülükten sonra iç huzursuzluk, rahatsızlık veren nefis), nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırdeden, temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştıran nefis), nefs-i radiye (razı olmuş nefis), nefs-i merdiye (kendisinden razı olunmuş nefis), nefs-i mülheme (ilham olunmuş nefis), nefs-i zekiyye (temizlenmiş nefis), "Ve amma her ne zaman Rabb'i onu imtihan ettiği zaman." âyetleri çok cahil ve zalim olan nefs-i emmarenin cahillik ve dünya sevgisi ile zulüm, kibir, eğlenceye, mal ve makama meyil ve hırs gibi şehvani ve cismani tabiatını açıkladığı gibi sonunda "İnsan o gün öğüt almaya çalışır, fakat öğütten ona ne fayda? Ah, ne olurdu der, keşke hayatım için takdim etseydim." ile de kendini kınayan nefs-i levvamenin tabiatı ve fakat bu kınamanın zamanı geçmiş olduğundan dolayı faydası olmayıp hükmü ebedi azap ve bağda kalmak olduğu anlatılmakla nefs-i emmare ve nefs-i levvame hükümleri gösterilmiş, sonra da vaktiyle hakkı anlayıp o mertebelerden geçip yükselmiş olan nefs-i mutmainnenin hükmü anlatılmıştır.

Nefs-i mutmainneye bu hitap ne zaman yapılacaktır? Bu hususta üç görüş vardır: Ölüm zamanında olması, öldükten sonra dirilme zamanında olması, hesap tamamlandığında olmasıdır. Sözün akışına göre, en açığı da bu denilmiştir. Çünkü sözün gelişi bunun da "Ne olaydı hayatım için takdim etmiş olaydım." sözünün söylendiği günde ve ona karşılık olarak söylendiğini göstermektedir. Bu şekilde "dön" sözünün mânâsı, hesap görülen yerden yüce Allah'ın yardım ve ikramı ile emir buyurduğu yere dön demektir. Yahut "Hesap neticesine önem veren ve amellerin kabul olunup olunmayacağı endişesi ile meşgul olan kalbi boşaltarak yine evvelki gibi Allah'tan başkasına dönüp bakmayarak tamamiyle Rabbine dön, onu düşünmekle meşgul ol." demek de olabilir. Zira nefs-i mutmainnenin özelliklerinden birisi de Rabbinin huzurunda hesap verileceğine gönül huzuru ile iman etmiş olduğundan dolayı hesaba önem vermek, amellerinin kabul ve rıza görüp görmediğini düşünmektir. Gerek hesapsız ve sualsiz geçecek olsun, gerekse kolay bir hesapla geçecek olsun amellerinin hesabının tamamlandığı duyurulurken ona böyle "haydi hesap ve sual endişesinden tamamiyle sıyrıl da Rabb'ine dön" denilmesi büyük bir gönül rahatlığı verme ve müjde olduğu kuşkusuzdur. O halde "radıyye", seni bu ebedî nimete erdiren Rabb'inden razı ve hoşnut; "merdiyye" de, Rabb'in katında rıza ve kabul görmüş, yani temiz kalbin, güzel çalışma ve gayretin nedeniyle Rabb'in da senden razı olarak, seni en büyük kurtuluş olan rıza ve hoşnutluğuna eriştirmek üzere dön demektir. deki "fâ", tefsiriyye (açıklama "fâ"sı) olarak "dönüş"ü açıklamaktadır.

İkrime ve Dahhâk'ten rivayet olunduğuna göre bu hitap ile "dön" emri, öldükten sonra dirilme sırasındadır. Yani "ey ölüm ile sükuna ermiş olan nefs-i mutmainne! Rabbin ve tek döneceğin yer olan yüce Allah'ın huzuruna razı olmuş ve razı olunmuş olarak dön de sonsuz hayata er" demek olur. Bu şekilde nefse ruh diyenler "kullarımın içine gir" âyetindeki girmeyi, ruhların ayrılmış oldukları bedenlere girmesi ile tefsir etmişler ve bunun İbnü Abbas ve İbnü Cübeyr'den rivayet edilmiş olduğunu sölemişlerdi. "Cennetime gir" de, birlikte sevap yurdu olan cennete girmedir.

İbnü Zeyd ve daha birçokları da bu hitabın ölüm sırasında söyleneceği görüşünü benimsemişlerdir. Abd b. Humeyd, İbnü Cerir, İbnü Ebi Hatim, İbnü Merduye ve "Hılye"de Ebu Nuaym İbnü Cübeyr'den şöyle rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v.)'in yanında "ey nefs-i mutmainne!" âyeti okunmuştu. Hz. Ebubekir (r.a.), "bu hakikaten güzel" dedi. Resulullah (s.a.v.) da: "Haberin olsun ki, melek sana onu ölümün sırasında söyliyecektir" buyurdu. Hakim-i Tirmizî de bunun gibi "Nevadiru'l-usûl"de Sabit b. Aclan yoluyla Selim b. Amir'den, Hz. Ebubekir es-Sıddîk'ten rivayet etmiştir. Buna göre nefis ruh mânâsına olup onun dönmesi, ruhun bedenden ayrılarak Rabb'ine doğru razı olmuş ve razı olunmuş olarak gitmesidir. "Gir kullarımın içine..." Bu âyetin başındaki "fâ", fâ-i takibiyye olarak hiç gecikmeden hemen ruhlar âleminde Allah'a yakın ruhlar zincirine katılmak veya sonra yeniden dirilmek suretiyle salihler zümresine girmek, "cennetime gir" onlarla beraber cennete girmek demek olur.

İbnü Cerir, İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim Ebu Salih'ten şöyle rivayet etmişlerdir: Bu âyette, "Rabb'ine dön" emri ölüm anındadır. Nefsin Rabb'ına dönmesi dünyadan çıkmasıdır. Kıyamet günü olunca da ona, "kullarımın içine gir, cennetime gir" denilecektir.

Bu mânâ açık gibi görünse de yukarıda hatırlatıldığı üzere " o gün insan öğüt alır" âyetinin akışına göre bu hitabın da o güne ait olması gerekeceğinden öldükten sonra dirilip hesabın tamamlandığı sırada söylenmesi daha açık görülmektedir. Şu halde bu eser ve nakillerin âyetlerin akışı ile uyum sağlayarak birleştirilmesi "Kim ölmüşse kıyameti kopmuştur." hadisinin mânâsınca ölüm gününün kıyamet gününe ilhak edilmiş olması nedeniyle o günün hükmü ölümden itibar edilmek, yahut bu emirlerin sonuncusu olan "gir cennetime" emri o güne ait olduğu için, her biri değil de toplamı itibariyle o akış içersinde söylenmiş bulunduğunu kabul etmek suretiyle mümkün olur. Bir de denilmiştir ki: Bu hitap üç yerde söylenecektir. Zira İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim Zeyd b. Eslem'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Bu âyette nefs-i mutmainne; ölüm sırasında, öldükten sonra dirilirken ve toplanma günü cennet ile müjdelenmiştir. Bu rivayet zikredilen izah ve yorumların hepsine uygun düşer. Bütün bu ayrıntılı bilgiler, söylendiği gibi âyet, daha önce zikredilenlerden elde edilen karineyle "Allah buyurur ki: Ey nesf-i mutmainne!" meâlinde, "Allah buyurur ki" sözü takdir edilerek haber verme mânâsında olduğuna göredir ki çoğunluğun tercihi de budur. Buna göre bu hitabın ve emirlerin kanun koyma türünden değil, yapma ve yaratma türünden olması gerekir. Oysa daha önce geçen haber verişlerden sonra sûrenin sonu olmak üzere bu hitabın Allah tarafından kanun koyma suretinde doğrudan doğruya istek ifade eden bir hitap olması da pek muhtemeldir. Bu hitabın, üst tarafına bağlanmadan ayrı olarak söylenmesi de yalnız önceki kısımdan ayrı ve farklı olmasından dolayı değil, bunun mutmain nefisler tarafından bizzat ve özellikle dinlenmesi istendiğine dikkat çekmek için olur. Bundan dolayı bir kısım tefsirciler de bunun nefs-i mutmainneye dünyada da her zaman için hitap olduğu görüşüne varmışlardır. Bu bize daha açık ve daha faydalı görülmektedir. Bu surette "dön" emri, iradeye bağlı bir dönüş olarak her işte ve bütün işlerinde hoşnut olmak kaydıyla yüce Allah'a ve onun emir ve takdirine dönmeyi emirdir. Gerçi verilen ayrıntılı bilgilere göre "nefs-i mutmainne" kavramında bu dönüş mânâsı da var ise de bolluk ve sıkıntı anlarında kaza ve kadere rıza göstermek ve bu surette bu imtihan ve tecrübe âleminin müşküllerine göğüs germek nefs-i emmare ve nefs-i levvamenin tabiatına uygun olmadığı gibi bu, nefs-i mutmainnenin tabiatı için de kolay olmayıp bu mertebe nefs-i mutmainnenin olgunluk mertebesi olan "razı olmuş nefis" özelliğini taşıdığı için ve Allah katında kendisinden razı olunmuş olmak da buna bağlı olduğu için "razı olmuş" ve "razı olunmuş" kayıtlarıyla açık açık emredilmiştir. Bu durumda "fâ" sebep bildiren "fâ" olarak dünyada Allah'ın rızasına uygun iyi amelleri çoğaltarak üzerlerinde şeytanın otoritesi olmayan Allah'ın saf ve ihlaslı kulları zümresine girmeye çalışarak dünyada ve ahirette o zümreye dahil olmak; de, ahirette onlarla birlikte cennete girmek ile emir olmuş ve bu şekilde nefs-i mutmainnenin yine yukarıda açıklanan yönler ile ahiretteki güzel sonu da bir netice olmak üzere hissettirilmiş ve bildirilmiş olur.

İşte böyle bir nefs-i mutmeinne ile geçirilecek olan dünya ömrü, Kurban bayramından önceki on gece; ihlaslı salih kullar zümresi içinde cennete girme anı da o gecelerin bürüyüp geçtiği en büyük bir mutluluk bayramının gerçek fecridir.

[B][COLOR="Red"]Ey Rabbim! Bu satırları acizlik ve kusur içinde ömür sayfasına yazmaya çalışan bu zavallı kulu ve bunları güzel bir bakışla okuyup onun hayrını isteyenleri öyle bir nefs-i mutmainne ile razı olan ve razı olunan kullar olarak sana dönüp cennetinle cemaline eren samimi kulların zümresine kat. "Allah'ım! Senden, sana kavuşacağına inanan, senin kazana razı olan ve senin lutfettiğine kanaat eden bir nefs-i mutmainne istiyorum".[/COLOR][/B]

hiiic 29. December 2010 04:13 PM

1. verdiğiniz ayetlerin hiç birisi tarikata delil değildir.
2. Bir üstte yazdığım ayetleri tekrar okursanız bu mubarek sandığınız ...ların özünü daha iyi anlayacaksınız.
3. Bana vekil olarak Allah yetmez mi?
4. Bunlara sizi Alaha yaklaştırsın diye mi talepte bulunuyorsunuz?
5. Kulun kelamımı daha üstündür ALlahın kelamı mı?

hiiic 29. December 2010 04:23 PM

size bu ayeti çok yakıştırdım. o kadar açıklama yapmışsınız, hatta çokda üzerine basmışsınız sanki şok bir gerçek açıklayacakmış gibi ama ne yazıkki yazdıklarınızın Kuran ayetleri haricinde gerisi boş.

[B]Âl-i İmrân 7
Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar. [/B]

FEDAKARADAM 29. December 2010 04:37 PM

Sadece Kur'an diyenler Vehhabilerdir.Hatta daha da ileri giderek hadis-i şerifleri bile dinden saymazlar.Sahabelerin büyük bir kısmına da kafir derler.Bunların kökeni misyonerliktir ve kendilerini müslüman gösterirler ama ,aslı da münafıklardandır.Peygamberin sözlerini kaalaya da almazlar.Bunların hepsi aslında beynamazdır.Bir çoğu bida't ehlidir.Kendilerini akıllı gösterirler ama akıl onlarda uçuktur.

İSLAM'A ATGÖZLÜĞÜ İLE BAKIP ONU SIKIŞMIŞ BİR KALIBA SIĞDIRMAK İSTERLER.BİZLER BÖYLELERİN KARŞISINDA ÇELİK GİBİ DURURUZ, SÖZÜMÜZ ONLARADIR.....

Bakalım bu sözlerimden kimler gocunacak bekliyorum...

FEDAKARADAM 29. December 2010 04:39 PM

[QUOTE=hiiic;7353]size bu ayeti çok yakıştırdım. o kadar açıklama yapmışsınız, hatta çokda üzerine basmışsınız sanki şok bir gerçek açıklayacakmış gibi ama ne yazıkki yazdıklarınızın Kuran ayetleri haricinde gerisi boş.

[B]Âl-i İmrân 7
Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar. [/B][/QUOTE]

Kardeşim, o yukarıda ki verdiğim tefsir Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirindendir.Doğrusunu siz mi biliyorsunuz?

hiiic 29. December 2010 09:22 PM

1. verdiğim meal elmalılı değil, diyanet vakfının mealidir...
2. Lütfen size verilen ayetlerin üzerini sıvamak yada onu geçersiz kılmak için "Hadis" dahi olsa herhangi bir söz getirmeyelim. Bu benim inancıma göre (Kurana göre) çok büyük bir suçtur. Biz size ayet sunuyoruz siz o ayeti geçersiz kılmak için laf söylüyorsunuz. Büyük vebaildir Allaha sığınalım. Allahın kelamının üzerinde söz olmaz, zaten hadis sandıklarınızın büyük çoğunluğu emevi uydurmasıdır ki bunuda sadece ilimde derinlik kazanmışlar hakkıyla bilir.

En doğrusunu Allah bilir.

Barış 29. December 2010 11:47 PM

Selam Fedakar Adam,

Sitemizdeki yazıları,paylaşımları, özellikle Kuran kavramlarına ilişkin ayetleri okumanızı ve ondan sonra bizlere savaş açmanızı tavsiye ederim.

Evet savaş dedim, ve evet üstüme alındım ifadelerinizi..
Evet evet, yakaladınız beni suçüstü, yoksa ben vahhabi miyim??

Vahhabi falan ne demek inanın bilmiyorum, pek de ilgilenmiyorum açıkçası.
İlkokul çocuğu olmadığım için, anlayabildim bubi tuzaklı meydan okuyuşunuzu.
Böyle bir tarz benim tercihim değildir. Çevremdekilere dahi öğütte bulunacaksam, Abese suresindeki gibi davranmaya ve çok gerekli olan yerde de Kafirun suresindeki gibi davranmaya gayret ederim.

Lütfen gereksiz nitelemelerde ve genellemelerde bulunmayalım. Forumlar, sanal olsa da neticede evlerimizdir dostlarımızla paylaştığımız, misafir kabul ettiğimiz.


Birkaç bağlantı veriyorum aşağıda, sitemizde bulunan. isterseniz burada paylaşılan ayetlere bir göz atın Fedakar Adam kardeşim.


[URL="http://www.hanifler.com/showthread.php?t=3"]Kur'an Yeterli midir?[/URL]

[URL="http://www.hanifler.com/showthread.php?t=1"]Kur'an Anlaşılır mı?[/URL]

[URL="http://www.hanifler.com/showthread.php?t=2073"]Allah mülkünü kimse ile paylaşmaz.[/URL]
[URL="http://www.hanifler.com/showthread.php?t=1861"]Dinde parçalananlar dinle alay edenlerin aralarında kıyamette karar verilecektir.[/URL]

[URL="http://www.hanifler.com/showthread.php?t=1644"]Soru sormak aklın dindarlığıdır.[/URL]

Selametle.

ÖmerFurkan 30. December 2010 12:02 AM

Gerçekten fedakaradamsınız.Kolaymı müslümanlığı bırakıp şirke sapmak.?Neyse bana ne senin arınmandan .

hiiic 30. December 2010 12:04 AM

Ben de vahabileri tanımıyorum bilmiyorum ama eğer vahabiler sadece kuranı baz alıyorlar ve onun ışığında yürüyorlarsa, akşama kadar kınayan kınsın ben de vahabiyim o zaman...

Ama şu kadarını biliyorum ki zaten kuran müslümanı şucu bucu diye kendine özel isim takmaz, Hanif müslümanım işte, bu kadar.

Barış verdiğin linklerin başında ayrıca bir http:/ olduğu için sayfaları göstermiyor, istersen ilk bir kere daha kontol et, sadece sitenin linkinde yer alan 2 http:/ den birisini sileceksin. :)

FEDAKARADAM 30. December 2010 12:25 AM

[quote=barış;7362]selam fedakar adam,

sitemizdeki yazıları,paylaşımları, özellikle kuran kavramlarına ilişkin ayetleri okumanızı ve ondan sonra bizlere savaş açmanızı tavsiye ederim.

Evet savaş dedim, ve evet üstüme alındım ifadelerinizi..
Evet evet, yakaladınız beni suçüstü, yoksa ben vahhabi miyim??

Vahhabi falan ne demek inanın bilmiyorum, pek de ilgilenmiyorum açıkçası.
Ilkokul çocuğu olmadığım için, anlayabildim bubi tuzaklı meydan okuyuşunuzu.
Böyle bir tarz benim tercihim değildir. çevremdekilere dahi öğütte bulunacaksam, abese suresindeki gibi davranmaya ve çok gerekli olan yerde de kafirun suresindeki gibi davranmaya gayret ederim.

Lütfen gereksiz nitelemelerde ve genellemelerde bulunmayalım. Forumlar, sanal olsa da neticede evlerimizdir dostlarımızla paylaştığımız, misafir kabul ettiğimiz.


Birkaç bağlantı veriyorum aşağıda, sitemizde bulunan. Isterseniz burada paylaşılan ayetlere bir göz atın fedakar adam kardeşim.


[url="http://http://www.hanifler.com/showthread.php?t=3"]kur'an yeterli midir?[/url]

[url="http://http://www.hanifler.com/showthread.php?t=1"]kur'an anlaşılır mı?[/url]

[url="http://http://www.hanifler.com/showthread.php?t=2073"]allah mülkünü kimse ile paylaşmaz.[/url]
[url="http://http://www.hanifler.com/showthread.php?t=1861"]dinde parçalananlar dinle alay edenlerin aralarında kıyamette karar verilecektir.[/url]

[url="http://http://www.hanifler.com/showthread.php?t=1644"]soru sormak aklın dindarlığıdır.[/url]

selametle.[/quote]

Verdiğin sitelerin linkini url adresiyle vermemişsin. Sadece linklerin üzerini yazıp bıraktığından dolayı linklerin yanıt vermiyor, isterseniz deneyin!..

FEDAKARADAM 30. December 2010 12:29 AM

Ya Rabbi, öyle müslümanlarla karşılaşıyoruz ki acaip bilgiç olmuşlar.Ben ise aralarında cahil kalmışım da haberim bile yokmuş.Bunlar çok doğru yoldaymışlar da ben şirkte kalmışım...

BUNLAR DAHA ŞİRKİN NEVİLERİNİ BİLE BİLMİYORLAR Kİ BİZİ NASIL ANLAYACAKLAR?.

FEDAKARADAM 30. December 2010 12:33 AM

Ayetleri sadece kendi görüşlerinize göre uygun olanlarını değil, asıl maksat ve meramınızı anlatın.Ayetlerin içeriğini kim tam olarak bilebilir ki? Sadece mealine bakarak mı yorum yapılır?

hiiic 30. December 2010 12:33 AM

Zaten cahilliğin en kötüsü de işte o; cahil olupda kişinin kendisinin bundan haberinin olmaması.
Şirk? Neden şeyden medet istiyorsunuz? yoksa sizi Allaha mı yaklaştırıyor?

FEDAKARADAM 30. December 2010 12:37 AM

[B]TASAVVUFUN MENŞEİ[/B]

Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi tasavvufî yaşantı Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile ortaya çıkmıştır.
Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şeriflerdir. Asr-ı saâdet'te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan zümre yoktu. Sufilik yaşanırdı, fakat adı yoktu.
Tasavvuf ilminin müslümanlar arasında zuhuru, hicri ikinci asrın ortalarına doğrudur.
Bugün elimizde mevcut eski tasavvuf kitaplarından sayılan "Nefehâtül-Üns" ün beyanına göre, sofi ismi verilen ilk zat hicrî 150 tarihlerinde vefat etmiş olan Ebu Hâşim isminde bir zâhiddir. Bu zatın Suriye'de Remle şehrinde bir zaviye meydana getirdiği ve sâliklerine sofi ismi verdiği rivayet edilmektedir.
Süfyan Sevri, Ebu Hâşim hakkında: "Ben Ebu Hâşim'i görmeden önce sofinin ne olduğunu bilmiyordum" demiştir".
Sofi ismi Peygamber Efendimiz zamanında yoktu. Bu kelime "Tâbiîn" devrinde söylenmeğe başladı.
Saadet asrında en yüksek mevkiyi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizle sohbet şerefine eren Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı almışlardı. Her biri ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı ayrıydı. Bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ etmeye, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha çok önem veriyordu.
Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra Ashâb-ı kiram'a yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara "Tabiîn" denilmiştir. Ondan sonra da "Tâbiîn"e erişen "Tebe-i tabiîn" gelmektedir. Bu üç nesil, eri hayırlı insanlar olarak kabul edilmişlerdir. Peygamber Efendimiz zamanında bütün müslümanlar o'nun sohbetlerinde feyz aldıklarından, kendilerine "sahabe" ismi verilmişti. Hazret-i Muhammed sallâllahu aleyhi ve sellem efendimizin irtihallerini müteakip, sahabe-i kiramdan bu feyzi ahzedenlere "tabiîn" denmeye başlandı. Bu sırada müslümanlar arasında vahdet zayıflamaya, birtakım bâtıl fikirler İslâm camiası içersine sokulup yayılmağa başladı, işte tam bu sırada bir topluluk, sâlih ameller işlemekte, doğrulukta, dinlerine olan samîmi bağlılıklarında, zühd ü takvada ileri giderek, uzlet ve vahdeti ihtiyar ettiler. Kendi nefisleri için birtakım zaviye ve hücreler meydana getirdiler. Bu şekilde hareket eden kimselere "sofiyye" denmeğe başlandı.
İslâmî ilimler ilk devirlerde bir bütündü. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi. Bugünkü şekliyle bir Tefsir, bir Hadis ilmi yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu. Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.
[B][COLOR="Blue"]Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye'nin ne olduğunu bilmiyordu, amma yaşıyordu. Peygamber Efendimizin sohbetinde kendilerine icabeden herşey veriliyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizin aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu. Ashâb-ı suffa da aynı şekilde yetişiyordu. Herkes nasibi kadar alıyordu. Kimisi çok alıyordu, kimisi az alıyordu. Hele bunların arasında bir zümre vardı ki; "Seninle beraber olanlardan bir taife de -gece- kalkıyorlar." (Müzemmil: 20) âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere, fazla ibadetleriyle seçilmişlerdi.
İlk devirlerde zühdî bir hareket tarzında başlayan tasavvuf; İslâm dininin kendi bünyesinde doğmuş, gerçek canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde gelişmiştir. Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın ortalarına rastlamaktadır. Tarikat kelimesi ise tasavvufun sistemleşmesinden sonra kullanılmaya başlamıştır.[/COLOR][/B]
Zühd hareketi "Mutasavvıfe" adı ile bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı. Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini, kelâmcılar kelâm ilmini sonradan meydana getirdilerse; başlangıçta sadece hareket halinde beliren tasavvuf da öteki, İslâmî ilimler gibi, sonradan bir ilim haline geldi.
İslâmiyetin ilk zamanlarında nefislerini riyâzat ve zâhidliğe vakfedenlere "zâhid, âbid" gibi isimler verilirdi. Daha sonraları zahidâne hayata sülük etmiş kimselere "sofi" denmeye başlandı.
[B][COLOR="Blue"]Söfiyyenin zuhuru ile şeriat ilmi iki kısma ayrılmıştır :
a) Fukahâ ve ehl-i fetvaya mahsus olan ahkâm-ı âmmedir ki, ibadât ve muamelâttan ibarettir.
b) Tasavvuf ehline ait mücahede, muhasebe-i nefs, bunlardan hasıl olan zevk, vecd haletleri, bunları ifade için kullanılan ıstılâhat ve izahattır. Daha ziyade zevken anlaşılabilen bu haller için"Men lem yezuk lem ya'rif" yani "Tatmayan bilmez" derler. Hazret-i Mevlâna'ya "Âşıklık nedir?" diye sordukları vakit: "Benim gibi ol da öğrenirsin" demiştir.[/COLOR][/B]
Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller için de hükümler kondu. Böylece "Tasavvuf ilmi " doğmuş oldu.
Namaz, oruç ve diğer amellerin zahirî bir şekli varsa ve bunlar zahirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşu gibi bâtınî bir şekli de vardır. Bu da bâtını fıkhın yani tasavvufun mevzusunu teşkil eder.
[B][COLOR="Blue"]Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehri kısmını Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi kısmını ise Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri sistemleştirmişlerdir. Bundan sonra çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir. Tarikat-ı Muhammediye'dir. Gaye, Allah-u Teâlâ'yı en güzel şekilde zikretmek ve O'na kulluk yapmaktır.[/COLOR][/B]

[B] -Bu yazı çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.[/B]

hiiic 30. December 2010 12:39 AM

Peygambere iftira atmayın,,, oturmuş onun hakkında yalan uyduruyorlar,, siz bu çeşitli kaynakları bırakında aramızdaki ortak kaynak olan Kurana yönelelim.. Bu çeşitli kaynaklar sizi yoldan saptırırda kendinizi doğru yolda sanarsınız,, Kurandan başka kaynakda arıyorsanız ne diyelim, illada ısrarcıysanız yolunuz acık olsun,,, Biz müslümanız, üzerimize bu tür asılsız iftiraları kaynak diye getirmeyin.

hiiic 30. December 2010 12:51 AM

Ey cahiller! Bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz? ([I][COLOR="White"]Zümmer 64)[/COLOR][/I]

Barış 30. December 2010 12:57 AM

Bağlantı adreslerini düzelttim, ilgilenen varsa bakabilir, uyarılar için teşekkür ederim.

Kuran Anlaşılır mı? başlığı, özellikle ayetleri anlamayacağına inanan ve bu inancı kendisini anlamaktan alıkoyan kardeşlerimize yardımcı olabilir inşallah.

Selametle.

FEDAKARADAM 30. December 2010 02:08 AM

[QUOTE=hiiic;7370]Peygambere iftira atmayın,,, oturmuş onun hakkında yalan uyduruyorlar,, siz bu çeşitli kaynakları bırakında aramızdaki ortak kaynak olan Kurana yönelelim.. Bu çeşitli kaynaklar sizi yoldan saptırırda kendinizi doğru yolda sanarsınız,, Kurandan başka kaynakda arıyorsanız ne diyelim, illada ısrarcıysanız yolunuz acık olsun,,, Biz müslümanız, üzerimize bu tür asılsız iftiraları kaynak diye getirmeyin.[/QUOTE]


Biraderim asıl siz bizi anlamıyorsunuz.Bizim yolumuz, şeriat, tarikat, ehli sünnet yoludur.Kur'an'a kim muhalefet ediyor ki?

Yahu kardeşim bıktık şu tarikat düşmanlarından...

BAŞKA SİTELERDE DE SİZİN GİBİ DÜŞÜNENLER VAR.ORALARDA DA HERKESİ AYDINLATMAYA ÇALIŞIYORUZ AMA ANLAMAMAK İSTEMEK SİZİN İŞİNİZE GELİYOR.

Azıcık gözünüz açın da İslam büyüklerinin hayatını okuyun.Hiç olmazsa İmam-ı Azam Ebu Hanife(Rahmetullahi aleyh) efendimizin hayatını okursanız kesinlikle tasavvufta yerleri vardır.Açın okuyun hayatını da cahil olan kimlermiş görün artık!

Alimallah, siz mezhepleri de inkar edersinizdir.Hatta ictihad yoktur diye konuşursunuzdur.Önyargılı olmak istemem ama mezhebiniz var mıdır acaba?

Müctehidler ve mutasavvuflar zerre kadar Kur'an ve sünnet ışığından ayrılmamışlardır.Sizler hayatınızı heba ediyorsunuz.Tekbaşına hareket edip de alimlerden sayıyorsunuz kendinizi...

Ehli sünnet yolu, şeriatın yolu bizim yolumuzdur.Kur'an'ımız bir olduğuna göre bu münasebetsizlik neyin nesidir?Nerede anlaşamıyoruz sizinle?...

FEDAKARADAM 30. December 2010 02:17 AM

Kur'an; apaçık ayetleri açıklayan ve kutsallığı kıyamete kadar sürecek olan kitabımız olduğu halde onun yolundan nasıl gidileceğinin metodlarını biliyor musunuz?.bu metodlar nelerdir sizce? Tebliğ nasıl yapılır?

Linklerin sadece biri çalışıyor,diğerleri çalışmıyor.Ona göre cevap verecektim...

hiiic 30. December 2010 02:22 AM

Değerli arkadaşım...

Mezhepler konusundaki hükmü Allah Yüce Kuranında belirtmiştir,,, Onun dışında Alim kisvesi altındaki herhangi birisinin lafı benim için dini otorite olamaz. Aksi taktirde Budsit rahipleri örnek almam doğru olur mu? Ya takip edip alim dediğiniz kişiler doğruyu bulamamışda yoldan çıkmış kimselerse...

Buyrun Allahın izniyle mezhepler konusunu Kurandan inceleyelim. İslamı farklı mezheplere ayırmanın hükmü nelermiş, Allahın izin verdiği kadarını paylaşıyorum;

[B]Âl-i İmrân 103
[COLOR="DarkGreen"]Hep birlikte Allah'ın ipine (İslam'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.[/COLOR] Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. [/B]

[B]Âl-i İmrân 105
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra [COLOR="darkgreen"]parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın[/COLOR]. İşte bunlar için büyük bir azap vardır. [/B]

[B]Şûrâ 13
"Dini ayakta tutun ve [COLOR="darkgreen"]onda ayrılığa düşmeyin[/COLOR]" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı...[/B] Özellikle ayette diğer peygamberlerinde aynı dini tebliğ ettiğini görebilirsiniz.

[B]En'am 159
[COLOR="darkgreen"]Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, [/COLOR]senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir. [/B]

Bunlar rabden gelen ayetler, kabul etmediğiniz yada beğenmediğiniz var mı?


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:14 PM.

Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam