PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Peygamber Harikalar Diyarında


Umar
30. April 2009, 11:59 PM
“Alis Harikalar Diyarında” (Alice’s Adventures in Wonderland), Lewis Carroll mahlasını kullanan Charles Lutwitge Dodgson tarafından 1865 yalında yazılan bir çocuk romanı… Roman, Alis adında bir kız çocuğunun, bir tavşan deliğinden geçerek girdiği fantastik bir dünyada başından geçen hikayeleri anlatır…

Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Türkiye’nin en büyük kentsel parkı olma özelliğini taşıyan çocuk parkının ismi de buradan mülhem ‘Harikalar Diyarı’…

Parkın en ilgi çeken köşelerinden biri ise çocukların rüyalarını süsleyen masal kahramanlarının heykellerinin bulunduğu Masal Adası… Çocuklar için Nasrettin Hoca, Keloğlan, Red Kit, Şirinler, Gülliver, Asteriks, Taş Devri, Pinokyo, Kırmızı Başlıklı Kız, Walt Disney gibi masal kahramanlarının büst yerleri oluşturulmuş…

Ee ne olmuş diyeceksiniz…

Şu: Ne hicri ne de miladi tarihi bile uymayan ve tamamen bir kurgu olan “Kutlu Doğum Etkinlikleri”nin çoğunda Peygamberimiz tam bir ‘harikalar diyarı’ kıvamında anlatılıyor.

Hiç gitmem bu tür toplantılara.

Ama bu sene bazılarına gittim, gözlerimle gördüm, duydum.

Bu etkinlikler vesilesiyle peygamberimizi bir ‘gerçek hayat örnekliği’ olarak anlatmaya çalışanları kastetmiyorum. Onların gayretini görmezden gelecek de değilim. Ama gördüklerim ve duyduklarım üzerine konuşuyorum.

Aslında bu tür anlatılara pek suç da bulamıyorum. Ne yapsın garibim bütün dini kitaplar peygamberleri öyle anlatıyor. Vaizlerimiz de orada ne bulduysa çıkıp vaazını veriyor.

Dini kültürümüzde peygamberlerin bir harikalar diyarı kahramanı gibi anlatılması ne derece doğru?

Sanki bir masal adasında yaşıyorlar… Çizgi filmlerdeki gibi uçan kaçan, tavşan deliğinden geçen, kayadan deve çıkaran, balığın karnında yaşayan, ateşe atılınca yanmayan, gökten kanatlı koç inen, denizleri yaran, ölüleri dirilten, gezegenlere yolculuğa çıkan fantastik bir dünya…

Çocukluğunuzdan beri duymuşsunuzdur. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin harikalar diyarı parkı gibi Diyanet de benzer bir park açsa ve oraya peygamberlerin yaşadığı masal adası benzeri bir ada yapsa sanırım farkı olmaz.

***

Doğru, dini dünya biraz da fantastik bir dünyadır. Böyle fantastik masal kahramanları üzerinden insanların “inanmaya” alıştırıldığını, mevcudu aşabilme azminin gösterildiğini söyleyebilirsiniz. Evet, bu bir yöntem olabilir. Zaten masallar biraz da bunun için vardır.

Dinin, peygamber masalları üzerinden “büyükler için de” bunu yapmaya çalıştığını söylerseniz, işte orada durun derim.

Hangi din, hangi peygamber? diye sorarım.

Tamam, önceki dinlerde böyle şeyler çok. Fakat bu dinleri reforma uğratmak, harikalar diyarını yaşayan/yaşanan bir diyara dönüştürmek, bunun için de dini dünyaya reel, rasyonel ve praksis bir bakış açısı getirmek esas ‘misyonu’ olan “gerçek hayat dini İslam” söz konusu olduğunda bu geçersizdir!

Aksi halde İslam’ı fena halde ıskalamış olursunuz.

***

Bu açıdan bakıldığında “alemlere rahmet” olarak gönderilen yani insanlıkta sevgi ve merhameti yaymak/yerleştirmek/yaşamak/yaşatmak için gönderilen “Allah’ın kulu ve elçisi” bir harikalar diyarı kahramanı değildir!

Bir tavşan deliğinden geçerek masal adasına gitmiş ve orada fantastik bir hayat sürmüş değildir. Doğduğunda ne Kisra’nın ateşi sönmüş, ne Bizans’ın gölleri kurumuş, ne de yıldız kaymıştır.

Hepimiz gibi bir “beşer” olarak doğduğunda hiçbir şey olmuş değildir.

Kainat onun ‘yüzü suyu hürmetine’ de yaratılmış değildir.

Kur’an kainatın hangi şeyden ve ne amaçla yaratıldığını açık açık söyler.

Bunlar, “Hristıyanların İsa’yı aşırı sözlerle övmesi gibi siz de bani aşırı sözlerle övmeyin” sözünden de anlaşılacağı gibi ‘kraldan fazla kralcı’ kesilip hem Kur’an’a aldırış etmeme ve hem de peygamberin uyarılarını dinlememedir.

Bu ümmet önceki ümmetlerin ‘keler deliğinden geçse geçmesi’ gibi adım adım onları izlemiş ve ne yazık ki bunları yapmıştır.

Yanlış olan bunları hala sürdürmek, Kur’an’ın tabiri ile kendini kınayan nefs (nefsu’l-levvâme) yani özeleştiri yapabilen kişilik olamamak, dinî kültürümüzdeki hurafeleri ‘levm’ etmeye yanaşmamak ve hatta bunlardan maddi ve manevi menfaat beklemeye kalkmaktır.

Oysa…

Ne olduysa onun ‘öksüz yüreğinde’ olmuştur. Esasında Muhammed, insanlığa dair esaslı sorular ve büyük arayışlar içinde çıktığı, derin vicdani sorgulamalar ve metafizik gerilimler yaşadığı “Hira” da dünyaya gelmiştir. Oradan şehre inmiş, büyük hareketini başlatmış, iddialarının arkasında durmuş, Bedir’de, Uhut’da vuruşa vuruşa tarihin meydanına çıkmış, böyle böyle ‘doğmuş’tur!

Allah’ın iradesi bir öksüzün vicdanında dile gelmiş, oradan insanlığa seslenmiştir.

Bu, tamamen bir gerçek hayat öyküsüdür.

Hepimizin bir benzerini yaşayabileceği bir yaşam hamlesi…

Onun için “Allah’ın kulu ve elçisi” nde bizim için güzel örnek (usve-i hasene) vardır.

Oysa hiçbir harikalar diyarı kahramanı örnek alınamaz.

***

Hz. Peygamber’in kim olduğu, en iyi, ezanda anlatılır; “Şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın elçisidir!”

Bu cümle ikişer kereden günde beş kez 72 bin cami minaresinden tekrar edilir.

Türkiye semalarıyla birlikte tüm İslam dünyası semaları bu sözlerle inler.

Türkiye’de günde 72×5= 360×2= 720 bin kez “Muhammed Allah’ın elçisidir!” sözünü duyarız, sadece bir günde!

Bu, Kur’an’ın söylediğine tamamen uygun yüksek sesle haykırıştır.

Çünkü “Muhammed” ismi Kur’an da dört yerde geçer. Üçünde ezandakiyle aynı; ‘Muhammed Allah’ın elçisidir” der (Al-i İmran; 144, Ahzab; 40, Fetih; 29), birinde de “Muhammed’e indirilen” denir. (Muhammed; 2).

Hatta birinde “Muhammed, Allah’ın elçisinden ‘başkası’ değildir!” denerek “başkası” değil; sadece “elçi” (resul) olduğu ısrarla vurgulanır. (Al-i İmran; 144).

Bir çok yerde de ısrarla onun bir mecnun (gizli güçlerle irtibatı olan, tılsımcı, muskacı), şâir (kelime büyüleriyle hayal kuran), kâhin (gelecekten haber veren, şifreci), sihirbaz (büyücü, falcı), muallem (öğretilmiş, beyni yıkanmış) olmadığı vurgulanır. (Tekvir; 22, Hakka; 41-42 Müddesir; 24, Duhan; 14, Tur; 29).

Peygamberimizin bizzat daha sağlında bu konularda uyarılarda bulunduğunu görüyoruz.

İleride olacakları sezmiş olmalı ki “Hakkımda, Hıristiyanların Meryem oğlu İsa`ya yaptıkları aşırı övgülerde bulunmayın. Şurası muhakkak ki ben bir kulum. Benim için ‘Allah`ın kulu ve elçisi’ deyin.” diye özellikle tembihlemiş (Buhari; Enbiya 44, Tırmizi; Şemail 55, Kütüb-i sitte; Medh 5392).

Ya da şu rivayetteki gibi: “Beni Amir heyetiyle Allah’ın elçisinin yanına gitmiştik. ‘Sen bizim efendimizsin!’ diye hitap ettik. “Efendi, Allah`tır!” buyurdular. Biz “Fazilette en ileride olanımız, mertlikte en başta gelenimizsin!” dedik. Bize “Hepsi bu kadar. Sakın Şeytan sizi uçurmasın” buyurdular. (Kütüb-i sitte; Medh 5391).

Görüldügü gibi hep o ezandaki cümle vurgulanıyor; Muhammed Allah’ın elçisidir!

Peki, neden?

Çünkü…

1- Peygamberlik, mecnunluk, kâhinlik, şâirlik, sihirbazlık, muallemlik, ruhbanlık ve din adamlığı ile daima karıştırılmıştır. Hala da öyledir.

2- Kur’an bütün bunları reforma uğratarak Sami/Arap muhayyilesindeki peygamberliğe reel, rasyonel, praksis (gerçekçi, makul, pratik; hayata dönük) bir yaklaşım getirmiştir.

Bunların farkında değilseniz peygamberi harikalar diyarında dolandırır, eski peygamberlik anlayışı ile karıştırır, böylece bir masal kahramanı haline getirmiş olursunuz. Nitekim ‘sorgulanmamış’ dinî kültürümüzün bunu başardığını (!) görüyoruz.

***

Şöyle ki:

Peygamberin sağlığında inkarcıların sürekli istedikleri; yerlerden pınar fışkırtmak, Uhud dağını altın yapmak, ayı yarmak, parmaklarından su akıtmak, bir kap hurma ile binlerce kişiyi doyurmak, gelecekte kimin başına ne geleceğini haber vermek gibi bir çok mecnunluk, kâhinlik, sihirbazlık ve muallemlik gösterilerinin, vefatından sonra bizzat Müslümanlar tarafından ona yaptırıldığını görüyoruz.

İnkarcıların “Bu ne biçim peygamber; yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor!” (Furkan; 7) sözünü bizzat Müslümanlar da söyler hale gelmişlerdir. Halbuki Kur’an sadece Abdullah’ın oğlu Muhammed’in değil; bütün peygamberlerin böyle olduğunu söyler; “Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı.” (Furkan; 20).

Demek ki beklenti hiç değişmiyor.

İnkarcıların bütün taleplerinin, sonraki yıllardaki kimi ‘sorgulanmamış’ kaynaklarca peygambere isnad edilmiş olması dehşet verici, dramatik ve bir o kadar da hazin bir durumdur.

Kur’an der ki: “(Muhammed) Rabbinden bize bir mucize getirmeli değil miydi?’ diyorlar. Önceki sahifelerde de yer alan söze dayalı apaçık delil (Kur’an) gelmedi mi?” (Taha; 133).

Kur’an bas bas bağırır: “Diyorlar ki: ‘Yerden bir pınar fışkırtmadıkça…Hurmalıklardan ve üzümlüklerden bir bahçe yapıp aralarından çaylar akıtmadıkça…Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşürmedikçe…. Veya Allah’ı ve melekleri karşımıza açıkça getirmedikçe… Altından bir evin olmadıkça ya da gökyüzüne çıkıp oradan bize özel bir mektup getirmedikçe sana inanmayacağız!’ Söyle onlara: ‘Rabbimin şanı yücedir. Ben sadece bir beşer, sadece bir elçiyim.’ (Zaten) kendilerine doğru yolu gösteren rehber geldiğinde insanların imana yanaşmamasının nedeni (işte bu)‘Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?’ demelerinden başka bir şey değildir…” (İsra; 90-94).

Durum buyken inkarcılarla aynı ağızla bizzat Müslümanların ‘Sadece bir beşer, sadece bir elçi’ yetmez, buna inanamayız; ayı yarmalı, parmaklarından su akıtmalı, odunu yanına çağırdığında gelmeli, tükürüğü deva, idrarı şifa olmalı ki peygamber olduğuna inanalım!” dercesine “Mucizât-ı Ahmediye” yarışına girmeleri de ne oluyor?

Bunların inkarcıların taleplerinden ne farkı var?

Sadece bir beşer, sadece bir elçi olsa -ki öyle- inanmayacak mısınız?

***

İnanamıyor olunmalı ki düzmüş de düzmüşler:

Mecnunluk yapmış: Cinlerle konuşmuş! Hani o cinlerle konuşan değildi? Nusaybin’den gelen ve cinlere inanan yabancı bir heyetle görüşmesini cinlerin kendisi sanıyor garibim!

Kâhinlik yapmış: Kimin nerede öleceğini bir bir haber vermiş… Osman’ın halife olacağını, Muaviye’nin başa geçeceğini, Yezid’in kan dökeceğini, Emevilerin, Abbasilerin zuhur edeceğini, İstanbul’un fethedileceğini, Fatıma’nın en önce öleceğini, Ammar’ı baği bir taifenin katledeceğini, İsa’nın nüzulünü, Deccal’in zuhurunu, Türklerle savaşılacağını, daha nice nice olayları haber vermiş…(Said Nursi; Risale-i Nur Külliyatı, Ondokuzuncu Mektup; Mucizat-i Ahmediye bölümü, Hadis kitapları; El-Fiten Ve’l-Melâhim bölümleri, Suyuti; Hasaisu’l-Kübra, 3 cilt birarada).

Sihirbazlık yapmış: Eliyle ayı işaret edince ikiyi bölmüş… Bir kap yemeğe elini dokunmuş ve üçyüz kişi doymuş… Parmaklarından sular akıtıp orduyu doyurmuş… Tükürüğü şifaymış, idrarını içen kadın bir daha hasta olmamış… Bir keçinin sadece ciğer ve böbreklerini bir kaba koymuş ve ondan yüz otuz sahabe doymuş… Hz. Cabir borcunu ödeyemiyormuş; peygamberimiz tarlasında gezmiş ve o yıl mahsul öyle artmış ki Cabir’in hiç borcu kalmamış… Çölde susuz kalınca bir kap suya üfürmüş, elini sokup çıkarınca çeşmeden akar gibi şarıl şarıl su akmış… Def-i haceti için bir yere oturmuş; civardaki iki ağaç hemen gelerek onun üzerini örtmüş kalkınca da ağaçlar tekrar yerine gitmiş… Zehirli bir keçi ona ‘ben zehirliyim beni yeme’ demiş… Hz. Ali’nin gözüne tükürmüş ve gözü iyileşmiş… Bir çocuğun koluna kaynar tencereden su dökülmüş; peygamberimiz çocuğun kolunu tükürüğü ile iyileştirmiş… Güvercin mağaranın kapısını örmüş… Kurt onun peygamberliğini haber vermiş… Deve ona salavat getirmiş… Arslan, ceylan, keler onunla konuşmuş ve risaletini haber vermiş… Ölmüş kızı çağırmış ve dirilip ona buyur (lebbeyk) demiş… Ölmüş adam kalkmış yanında Hz. Enes olduğu halde peygamberle yemek yemiş……( Said Nursi; Risale-i Nur Külliyatı, Ondokuzuncu Mektup; Mucizat-i Ahmediye, Hadis kitapları; El-Fiten Ve’l-Melâhim bölümleri, Suyuti; Hasaisu’l-Kübra, 3 cilt birada)…

Daha neler neler…

Tam bir ‘Muhammed harikalar diyarında’ kıvamı…

***

Bu kıvamda anlatılan peygamber ile Kur’an’ın “Mecnun, kahin, şair, sihirbaz, muallem değil” diyen, “Sadece bir beşer, sadece bir elçi” diye ısrarla vurguladığı resul/nebi arasında çok ciddi bir fark var. Bunu görmemek için akıl tutulması içinde olmak gerek.

Bana öyle geliyor ki Musa’dan sonra Yahudilerin, İsa’dan sonra Hristıyanların “sadece bir beşer, sadece bir elçi” olan bu peygamberlerin çarşıda pazarda dolaşmalarını yetersiz bulup harikalar diyarına göndermeleri, masal adası kahramanları haline getirmeleri, uçtukça uçurmaları gibi Muhammed’ten sonra da Müslümanlar aynı şeyi yaptı.

Biraz kanatıyor ama bu tesbiti yapmadıkça mesafe alamayacağız.

Artık bu peygamberler tapınak dinlerinin muhayyel, mitolojik, tütsülü efsunlu kahramanları…

Gerçek hayat dininin Allah’ın kulu ve elçisi, beşer nebileri değil.

Sadece “kutsal kitap” sayfalarında kalmış, gerçek hayatın içine girmelerine, çarşıda pazarda dolanmalarına izin verilmeyen, bir türlü yere indirilmeyen birer göksel kurgu figürü…

Öyle ya -Allaha muhafaza- içlerinden birisi Musa, İsa ya da Muhammed, harikalar diyarından gerçek hayata gelse; evimize, işyerimize, mahallemize, ülkemize uğrasa çoğumuz rahatsız oluruz. Hatta tepki gösterir, dışlarız. Zamanın değiştiğinden, dünya gerçeklerinden filan bahsederiz. Düzenimiz bozulur, keyfimiz kaçar. Düşünsenize “Komşun açken sen tok yatıyorsun, ne bu hal?” dese ne yaparız? “Bir yıllık ihtiyacımızı ayırdık, gerisini bölüştük, tamam ama gelecek yıl var?” dediğimizde “Sen Allah’a inanmıyor musun?” deseler tımarhaneye göndeririz!

Onun için gelmemeliler, harikalar diyarında, masal adasında kalmalılar.

Onları “yaşayan elçiler” olarak çağa ve hayatın içine taşımaya çalıştığınızda ilk itiraz eden neden bu “kurumlaşmış dinlerin” dindarları oluyor. Böyle yapmakla Peygamberlere saygısızlık yapıldığını, hadislerin, sünnetlerin inkar edildiğini sanıyorlar. Biz böyle konuştukça dört elle o asılsız rivayetlere, hurafelere sarılıyorlar.

Neden?

Ben de diyorum ki bu zaten hep böyleydi.

Hiçbir Peygamber yoktur ki kendisinden sonra getirdiği din ters yüz edilmemiş olsun!

Hiçbir peygamberî söylem yoktur ki kendi çağının “dindarları” ile tersleşmemiş olsun!

Hiçbir Allah’ın kulu ve elçisi, bir beşer nebi yoktur ki devrin “din adamlarının” öfkesini çekmemiş olsun!

Bu devran böyle geldi böyle gidecek.

Zaman kimi haklı çıkaracak göreceğiz…

***

Herkes duysun: Kur’an Allah’ın kitabı olmasa bile ona olan ilgimden hiçbir şey azalmazdı! Muhammed, peygamber olmasa bile onun zamanında yaşasaydım yanında yer alır, davasına inanır, Bedir’de, Uhut’ta, her yerde ona bir şey olmasın diye öne atılır vuruşur, savaşırdım!

Tek bir mucize göstermesini bile istemezdim.

el-Emin (dürüst) hayatı, öksüz vicdanı, cesareti, yiğitliği, mertliği, ekmeğini aşını bölüşmesi, merhametle dopdolu kalbi yeterdi.

İçinde sevgi ve merhamet, doğruluk ve dürüstlük, iyilik ve adalet çağrıları olan, açın, yoksulun, mağdurun, mazlumun, körün, amânın davasını güden Kitab yeterdi.

Varın peygamberi harikalar diyarında dolandırın durun.

Aman yere indirmeyin, çarşılarda pazarlarda dolaştırmayın.

Günde 720 bin kez ezanda tekrar edilen “Muhammed (yalnızca) Allah’ın elçisidir!” sözünü yetersiz bulun, ‘bu yetmez’ demeye devam edin…

Kutlu Doğum etkinlerinden birine gelse eminim içeri almazdınız. “Kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Fahr-i Kainat Efendimiz sallallahu aleyhi ve’ssellemi inkar eden ‘Muhammed’ adında birisi” diye üzerine yürürdünüz.

İbrahim, Musa, İsa…

Hep öyle olmadı mı?

‘Allah’ın kulu ve elçilerine’, 120 binine de selam olsun!

Recep İhsan Eliaçık