PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Simgeler


elmuh
15. March 2009, 11:57 AM
DICTIONNAIRE DES SYMBOLES
Chevalier, Jean/Gheerbrant, Alain, Robert Laffont/Jupiter Paris, 1982
Fransızca’dan Çeviren: Elisabeth SAYIN

ÖNSÖZ


Simgeler, günümüzde “evdeki deli” muamelesini görmüyor artık. İlerlemenin, buluşların esinleyicisi olarak simge, kız kardeşi aklın yanında eski saygınlığına yeniden kavuştu. Bilim ise kurgunun öncelediği şeyleri doğruluyor artık. Günümüzde toplumda hüküm süren görüntünün etkileri sosyologlar tarafından ölçülmeye çalışılmakta, eski mitoslar ve modern mitosların doğuşu yeni bir yaklaşımla yeniden yorumlanmaktadır. Simgeler, imgeleyici hayatın merkezindedirler; onun kalbidirler. Bilinçaltının sırlarını ele verip, eylemlerin en gizli kalmış güçlerini ortaya çıkartıp, ufkumuzu bilinmeyene ve sonsuzluğa açmaktadırlar.

Gece olsun gündüz olsun hepimiz, gerek konuştuğumuzda, gerekse yaptığımız jestlerde, mimiklerimizde veya gördüğümüz rüyalarda bilinçli veya bilinçsiz olarak simgeleri kullanırız. Simgeler, bizi girişimlere teşvik eder, arzularımıza bir çehre, davranışlarımıza ise biçim verir. Kuruluşları, düzenlemeleri, yorumları birçok dalı yakından ilgilendirmektedir: Medeniyetler tarihi, dinler tarihi, dil bilimi, kültür antropolojisi, sanat eleştirmenliği, psikoloji, tıp… Bu listeye satış, propaganda ve siyaset teknikleri de eklemek mümkündür. Yapılan yeni araştırmalar, düşselliğin yapıları ile düşün imgeleyici işlevine ışık tutmaktadırlar. Bizi böylesine etkileyen gerçekleri tanımamak mümkün değildir. Beşeri ilimlerin, sanatların ve onlara bağlı olan tekniklerin tümü simgelerle karşı karşıyadır. Simgelerde saklı olan yoğun enerjiyi harekete geçirmek ve bilmeceleri çözmek için bütün bu disiplinler birlikte hareket etmelidir. Bizler, bir simgeler dünyasında yaşıyoruz; içimizde de bir simgeler dünyası yaşıyor.

Simgesel ifade, insanın kontrol edemediği bir yazgıyı açığa çıkarma ve bastırma arzusunun ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Başlangıçta simge, ikiye bölünmüş, seramik, tahta veya metal bir nesnedir. İki kişi arasında bölünür: İki misafir, alacaklı-borçlu, hacca giden iki kişi, uzun bir süre için ayrılacak iki kişi... İlerde kendilerinde kalan parçayı tekrar bir araya getirdiklerinde onları bağlayan şeyi, misafirperverliği, borçları, dostlukları vs. anımsayacaklardır.

Antik Yunan’da ana-babalar, simgeleri, çocuklarını tanıyabilmek, bulabilmek için kullanıyorlardı. Simge, görüldüğü gibi aynı zamanda ayırıyor ve kavuşturuyor. İki fikri bir arada taşıyor: Ayrılma ve kavuşma. Bölünmüş fakat yeniden bir araya gelebilecek bir topluluğu kastediyor.

Simgenin tarihine baktığımızda görülüyor ki her çeşit nesne simgesel bir değer taşıyabilir. Doğal ( taş, maden, ağaç, çiçek, hayvan, pınar, nehir, okyanus, tepe, vadi, gezegen, ateş, şimşek vs...) veya soyut ( geometrik şekil, sayı, ritim, fikir, vs...) şeyler olabilir. Burada söz konusu olan nesne sadece gerçek bir yaratık veya nesne değil fakat aynı zamanda bir akım, saplantılı bir imaj (görüntü), bir rüya, ayrıcalıklı bir postulat sistemi, alışılmış bir terminoloji vs. de olabilir. Sadece kendi çıkarları doğrultusunda ruhsal enerjiyi içinde tutup saklayan, farklı seslerle, değişik seviyelerde, farklı biçimlerde ve farklı aracılar sayesinde insanı çağrıştıran nesnedir simge.

Freudcu yaklaşıma göre ise simge, dolaylı bir şekilde, mecazlı ve çözülmesi çok kolay olmayan arzu ve çatışmanın ifadesidir. Simge, bir sözün, bir düşüncenin, bir davranışın gizli kalmış anlamıyla, açıkça belirlenmiş içeriğini bağlayan ilişkidir. Örneğin bir davranışa en az iki anlam verilebiliyorsa, anlamların bir tanesi diğerinin yerine -onu maskeleyerek- geçebiliyorsa ve onu ifade edebiliyorsa, aralarında simgesel bir ilişki vardır.

C.G. Jung ‘a göre simge, ne bir istiare ne de basit bir imgedir. Simge, ruhun varsayılan ve gizli kalmış doğasını en iyi ifade eden imgedir. Ona göre ruh, insanın bilinç ve bilinç altını kendi içinde; dinsel, ahlaki, yaratıcı ve estetik yapıtları ise bir noktada toplar; bireyin tüm entelektüel, düş kurucu, duyuşsal davranışlarına renk verip, biyolojik yapının karşısında yaratıcı (eğitici) ilke olarak yer alır. Simge, içine hiçbir şey almaz, açıklamaz: Bizi, henüz öteki dünyadan çıkmamış, anlaşılamayan ama karanlıkta sezilen, hiçbir kelimenin tam olarak ifade edemeyeceği bir anlama götürür. Jung, Freud’un tersine, simgeleri başka bir şeyin maskelenmiş (örtülmüş) hali olarak görmez. Onun için simgeler, doğanın bir ürünüdür. Simgeler, anlamsız değildirler ama taşıdıkları anlam da mutlaka sansür konusu değildir.

İçinde saklanan gün açığa çıkarsa simge ölür. Canlı olduğu takdirde simge, bir olgunun olabileceği en iyi ifade şeklidir. Simge, anlamla dolup taştığı sürece canlıdır; sezilen, hissedilen fakat henüz tanımı yapılmamışlığın ifadesi olarak kaldığı takdirde canlıdır.

Simgeyi, aldığı ışığı, façetaya göre geri ve farklı yansıtan bir kristale benzetebiliriz. Canlı bir varlıktır o. Hareket halinde ve değişimde olan varlığımızın bir parçasıdır. Onu hayranlıkla seyrederken, düşünme konusu yaparken biz kendimiz de izleyeceğimiz yolu görmüş oluruz.
Simgenin değerini yeniden saygınlığına kavuşturmakla estetik veya dogmatik öznelciliğin savunmasını yapmıyoruz. Sanat eserlerini entelektüel öğelerinden, dolaysız ifade yeteneklerinden arındırmak, aynı şekilde dogmaları tarihsel temellerinden yoksun bırakmak gibi bir niyetimiz yok. Simge tarihte vardır. Gerçeği de yok etmez. Onlara bir boyut, bir belirginlik, bir derinlik katar. Olgu, nesne, imge ile ussal ötesi; imgelemeci ilişki ve varlık seviyeleriyle kozmik dünyalar arasında ilişki kurar. Her iki duygunun da fark edilebilmesi için, yakın olanı uzaklaştırıp, uzak olanı yakınlaştırıyor simge.

Simgeyi algılayıp kavramak için seyirci değil, oyuncu olmak gerekiyor. Öznel kavrayışlar ve davranışlar, kavramlaştırmaya değil, deneyime bağlıdır. Simgenin özünde telkin edici olma vardır: Herkes kendi görsel gücüne göre onu algılar.

Yapılan tarihsel araştırmalar, kültürler arası karşılaştırmalar, sözel ve yazılı gelenekler tarafından yapılmış simge yorumları incelemeleri ile psikanalitik araştırmalar, simgelerin anlamı hakkında bizlere ışık tutmaktadır. Fakat anlamı belli kalıplarda dondurmamak gerekir: Simgenin anlamı, onu belli kalıplara sokmak isteyen şemaların, mekanizmaların, kavramların, betimlemelerin dışına taşar. Asla sabit değilir, herkese farklı görünür fakat bu, onun belirsizlikle özdeşleştiği anlamına gelmez. Simge, sonsuza dek uzanan çeşitlemeleri olan bir tür temaya dayanmaktadır. Simge, varlığın ve biçimin yetersizliğini ortaya çıkartır.

Biçimlerin, yorumların çeşitliliğine rağmen, simgenin özelliklerinden biri de simgeleyenle simgeleştirilen arasındaki ilişkinin telkinindeki sürekliliktir. Örneğin, gökyüzünü simgeleyen, başı aşağıda olan kupa aynı zamanda bilinçaltında gökyüzünün ifade ettiğini de simgeler, yani güvenlik, koruma, üstün varlıkların bulundukları yer, mutluluk, refah, bilgelik vs... Bazilikaların, camilerin kubbesinin, göçebelerin çadırının biçimini de alsa, insanların bilinç düzeyleri ne olursa olsun, kupa ile gök yüzü arasındaki simgesel ilişki, süreklilik göstermektedir. Simgelerin diğer bir özelliği ise birbirleriyle iç içe geçmeleridir, birbirlerine karışmalarıdır. Onları ayıran su geçirmez bir bölme yoktur, aralarında bir ilişki olasılığı her zaman vardır. Simgeler çok- boyutludur. Tıpkı gökyüzüne veya yere doğru çevrilmiş kupanın, yeryüzü ile gökyüzü, zaman-mekan, içkin-aşkın vb.yi ifade etmesi gibi. İlk çift kutupluluk budur. İkincisi ise zıtlıkların sentezi olan simgenin bir yüzünün geceyi bir diğer yüzünün ise gündüzü ifade etmesidir. Fakat kavramsal mantığın aksine sözünü ettiğimiz bu çift-kutupluluk bir “üçüncü”nün varlığını reddetmez. Simge bilimi, varlıklar arasında olası bir tamamlayıcılığı, evrensel bir dayanışma olarak kabul eder. Çok-boyutlu bir simgenin sonsuz sayıda boyutları olabilir. Simgesel bir ilişkiyi algılayabilen kişi, evrenin merkezi konumundadır. Tek bir merkez oluşturmak amacıyla ve belli bir noktada özdeşleşen bir topluluğun bireyleri veya birey için var olmaktadır simge. Evren o zaman bu çekirgenin etrafında döner. Dolayısıyla bazı kimseler için son derece kutsal olan simgeler diğer kimseler için kutsal olmayabilir. Bir simgeyi algılamak, kavramak bizi belli bir tinsel dünyaya oturtur. O nedenle simgeleri, birlikte oldukları varoluşsal çevreden koparmamak gerekir. Simgenin anlamı, değeri ancak o zaman gerçekten anlaşılabilir. İmgeler bütün bir tinsel deneyimi, zamanları, mekanları, kişisel durumları vb. taşır. Simgeler, görünüşte çok karmaşık gibi gözüken gerçekleri, tek ve derin bir gerçekte birleştirir. Bu derin gerçek, simgenin anlamını keşfeden kişinin özdeşleştiği tinsel merkezdir.

İnsanın yaratıcı bilinçaltından ve çevresinden doğan simgenin, gerek kişisel gerekse sosyal hayatta çok önemli görevleri vardır. İlk görevi keşfedici olmaktır: Simge, bilinmeyene doğru fırlatılmış bir füze başlığı gibidir. İnsan ruhunun zaman ve mekandaki macerasının anlamını keşfedip ifade etmeyi çalışır. Bir tarafı bilinen, bir diğer tarafı ise bilinmeyen olduğundan, aklın bir türlü tanımlayamadığı ilişkiyi kavramamıza yardımcı olur. Simge, bizi, bilincimizi kesin bir şekilde ölçmenin mümkün olmadığı, girişi riskli ve bir çeşit meydan okuma olan bir alana sokar. Bir simgenin anlamını keşfetmeye çalışan düşünce gücü, mantığını aşan düşüncelerle karşılaşabilir. Örneğin, dönen çark figürü tanrısal bir güneş kavramını andırıyor ise mantığımız buna bir açıklama getiremez zira insan tanrısal varlığı tanımlayamaz! Belki de bundan ötürü, tam olarak anlayamadığımız veya tanımını yapamadığımız, mantığımızın sınırlarını aşan kavramları ifade etmenin bir yoludur simge. Simgesel düşünce, her şeyin hakkından gelir. Her zaman bir ilişki icat eder veya keşfeder. Bir bakıma o, aklın sivri ucudur. Fakat kesin açıklamalarla kendini yok edeceğinin farkındadır. Sorunlar veya sırlar kendilerinden fakat simge biçiminde cevap üretirler. İkinci görevi ilkine yakından bağlı olan vekalet etme (yerini alma) işlevidir: Simge, bilinçaltında askıda kalmış arzuların, çatışmaların ve sorunların şekil değiştirmiş cevabıdır, çözümüdür. Simge, sansür yüzünden bilincimize girememiş şeyleri kamufle ederek bilincimize girmelerini sağlar. Çevresiyle, durumuyla veya kendisiyle tam olarak bilinçli bir şekilde ilişki yürütemeyen “Ben”in ilişkisinin yerini alır. Simge, baskı altına alınanın telkini değildir sadece. Aynı zamanda kontrol edilemeyen bir sezginin cevabıdır, bir arayışın anlamıdır.

Simgenin üçüncü görevi ikincide saklıdır; simge bir arabulucudur: Köprü kurar, ayrılmış öğeleri bir araya getirir, gökle toprağı, madde ile ruhu, doğa ve kültürü, gerçek ve rüyayı, bilinçaltı ile bilinci birleştirir. İçgüdüsel bir ruhsallığın merkezkaç güçlerine karşı simge, merkezcil bir güç oluşturur. Zıt eğilimlerin karşılaşmalarının sonucudur o. Karmaşık bir libidonun ayrıştırma yapılarına, yönlendirilmiş bir libidonun birleştirme yapılarının telafisine olanak verir. Bu bakımdan simge, bir denge unsurudur. Ruhsallıkta canlı, hareketli yaşayabilen simge, yoğun ve sağlıklı, aynı zamanda da kurtarıcı, rahatlatıcı bir ruhsal etkinliği sağlar. Bilinç düzeyleri, bilinen ve bilinmeyen, anlamı açık olanla anlamı gizli olan, benlikle üst benlik arasındaki geçişleri kolaylaştırır. Arabuluculuğun amacı, birleştirmektir. Dördüncü görevi budur işte simgenin: Birleştirici olmak. Temel simgelerin görevi, insanın dini, kozmik ve sosyal deneyimini, ruhsal bilinçaltında, bilinçte ve bilinç ötesinde yoğun bir şekilde birleştirmektir. Alt, dünyevi ve göksel seviyelerdeki temel birliği, uzayın alt yönlerinin merkezini göstererek, yeniden bir araya toplanma eksenlerini ( Ay, su, ateş, vs...) ortaya çıkartarak dünyanın bir sentezini oluştururlar. İnsanı dünyayla birleştirirler. Ona, uçsuz bucaksız bir ilişki ağında yer veren simge sayesinde, insan, evrende yabancılık çekmez.

Birleştiren simgenin eğitimsel hatta tedavi edici bir işlevi vardır. İnsanlarda bir yere ait olma veya en azından birey-üstü bir güce ortak olma duygusu yaratır. Evrende ayrı bulunan öğeleri birbirlerine bağlayarak, insanlara evrende yalnız ve kaybolmuş durumunda olmadıklarını hissettirirler. Burada simgeyi aldatıcı olan ile karıştırmamak gerekir. Aynı şekilde gerçek dışı olana tapmanın savunmasını da yapmıyoruz. Ama simge, güven, şefkat, öğrenme ihtiyacımızın bir ifadesidir. İfade ettiği gerçek, tanımlanması zor, derinden hissedilen, tıpkı döl veren, büyüten, besleyen ruhsal ve fiziksel bir enerjinin varlığı gibidir. Simgelere karşı koymak, kendimizden bir parçayı kesip atmak gibidir, gerçeklik öne sürerek tüm doğayı fakirleştirmektir. Simgesiz bir dünyada nefes almak mümkün değildir.

C.G.Jung’a göre simge ne kadar arkaik ve derin olursa o kadar kollektif ve evrensel olur. Simgeler arasındaki bağı çözmek kavramsal mantığın (logique conceptuelle) işi değildir. Simgelerin mantığı herhangi bir bilimsel sınıflandırmaya girmeyen, iki terim ya da iki dizinin arasındaki ilişkinin algılanmasında yer almaktadır. Simgelerin mantığından kastettiğimiz, aslında onların arasındaki bağlar, ilişkiler, kendi içlerinde veya kendi aralarında oluşabilen simge zincirleridir ( örneğin boğa-ay-gece-doğurganlık-kurban verme-kan-tohum-ölüm-yeniden doğma-vs...) Oysa bu kümeler anarşik değildirler, öylesine yani gelişigüzel, rastgele kurulmamışlardır. Kendi aralarında henüz çok iyi anlamadığımız yasalar ve diyalektikler aracılığıyla iletişim kurarlar. Onun için simgenin mantıklı olduğu söylenemez. O yaşamsal bir “pülsiyon”dur, içgüdüsel bir tanınmadır. Kendi dramını oynayan öznenin deneyimidir. Öznenin ve evrenin geleceğini ören sayısız karmaşık ve dokunulamaz bağların oyunudur. Burada dışlanan mantık, kavramsal fikir yürütmenin mantığıdır. Simgeyi fazlasıyla çözümlemek, onu bir (tek) mantık birimine indirgemek onu yok etmek demektir. Onun mantığı ussal (rasyonel) değildir. Pierre Emmanuel’e göre simgeyi entelektüel açıdan çözümlemek tıpkı soğanı bulmak için soğanı soymaya benzer. Soğan onu soğan yapan anlaşılmazlar sayesinde var olmaktadır.

Simgesel düşüncenin, ussal (rasyonel) düşünceyle ortak bir eğilimi vardır ancak araçları farklıdır. Us, gerçek olanı teke indirmek istediği halde, simge, yaratılanı teke indirip çoğulculuğu yok etmek ister. Fakat hayal etmek, ispatlamak değildir. Us ve simgenin diyalektikleri farklıdır.

Bilimlerin ilerlemesi, özellikle beşeri bilimlerin ilerlemesi, aklın (usun) ve simgenin birlikte var olmalarına bağlıdır. Bir simge, bilimsel bir olgunun habercisi olabilir. Mesela dünyanın yuvarlak olduğu ispatlanmadan önce insanlar onu yuvarlak olarak tasavvur etmişler ve bu şekilde simgeleştirmişlerdi. Bunun aksine, bilimsel bir olgu, bir simgeye de dönüşebilir. Mesela Hiroşima’daki nükleer mantar gibi.

Hayatını araştırmaya adayan bir bilim adamı, akıl-dışı (irrasyonel) güçlere, bu dünyada önemli bir yer tutan, duygu yüklü simgeye boyun eğmek zorunda kalırsa, simgeler dünyasına açılmak isteyen kişi, aklın gerçeklerinden vazgeçmez. Kendi yollarında ilerleyip, varlıklarını sürdürebilmek için us ve simge, birbirlerini sürekli çağrıştırmak zorundadırlar.

Bu korkunç, büyüleyici dünyanın gizli ve kutsal anlamını, görünenin ötesindeki gerçeği, sevinci, güzel yolların anahtarlarını arayalım, durmadan…