PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Sağ ve sol (Meymene ve meşeme)


dost1
27. January 2009, 04:29 AM
Selamun Aleykum! Değerli Kardeşlerim!

Meymene
Sözlüklerde “ميمنة meymene” sözcüğü için, “يمين yemin” veya “يمن yumn” sözcüklerinden türemiş olmasına göre “sağ el” veya “uğurlu / bereketli” karşılıkları verilmiştir.
Burada, sözcüğün “يمن yumn” sözcüğünden türediği kabul edilirse “ashab-ul meymene” deyimi; “bahtı iyi olan, bereketli, mutluluk sahibi” anlamına gelir.
Eğer “meymene” sözcüğünün “yemin” sözcüğünden türediği kabul edilirse bu takdirde ayetteki “ashab-ul meymene” deyimi “sağ el” anlamına gelir ve bu deyimin “yüksek mertebe” belirtmek için kullanıldığı anlaşılır. Çünkü Araplar için “sağ el”, kuvvet ve şerefin sembolüdür. Nitekim hürmet edilen kimseler meclislerde sağ köşeye oturtulur ve bir kimseye verilen değer “فلان منّى باليمين Fulanun minnî bil-yemin (o benim sağ kolumdur)” ifadesi ile belirtilirdi. Bu ifade günümüzde de aynen kullanılmaktadır.

meşeme

"مشئمة Meş`eme" sözcüğü, "شئم şum" kelimesinden türemiş olup; "uğursuzluk, talihsizlik" demektir. Araplar, "şu`ma (uğursuzluk)" sözcüğü ile "شمال şimal (sol el)" sözcüğünü aynı anlamda kullandıklarından sözlüklerde "şu`ma" sözcüğünün anlamı "sol el" olarak belirtilmiştir. Sefere çıkan bir kimsenin sol tarafından bir kuşun uçmasını uğursuzluk sayan Araplarda "sol el", zayıflığın ve zilletin simgesidir. Nitekim önemsiz ve aşağı mevkide görülen kimseler meclislerde sol tarafa oturtulur ve bir kimsenin değersiz olduğu "فلان منّى بالشّمال Fulanun minnî bi-l şimal (O benim sol kolumdur)" ifadesi ile belirtilirdi. Özetle "اصحاب المشئمة ashab-ul meş`eme"; Allah`ın aşağıladığı, bedbaht kimselerdir ve O`nun huzurunda sol tarafta bulunacaklardır.

Rabbimiz bu iki grup insandan Vakıa suresinin 27. ve 41. ayetlerinde de bahsetmiştir.

Burada yüce Allah, "sol ehli" olan zümre için "ayetlerimizi inkâr edenler" nitelemesinden başka bir nitelemede bulunmamıştır. Bunun sebebi ise, kâfirliğin bütün kötülükleri kapsaması ve hatta kötülüklerin tümünden baskın çıkmasıdır. Yani kâfirlikle birlikte hiçbir iyi amel düşünülemez, onlar iyi davranışlarda bulunsalar dahi bu iyiliklerin kendilerine hiçbir yararı olmaz, onların kâfir olmaları her şeyi siler bitirir. Dolayısıyla kâfirlerin köle azat etmediklerini, yoksulu doyurmadıklarını ayrıca belirtmeye hiç gerek yoktur. Onlar; uğursuz, kötü, defterleri sol taraftan verilecek olan "meş`eme" ehlidirler. Onlar; sarp yokuşun gerisinde kalmışlar ve onu aşmak için o yokuşa saldırmamışlardır.
Kaynak:işte Kur'an (Hakkı Yılmaz)

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

mavera
13. June 2009, 01:29 AM
Selamlar.

Bu konu dönüyor dolaşıyor, tuvalete sol ayakla gir, evden sağ ayakla çık, ayak yetmiyor, suyu sağ elle iç, yemeği sağ elle ye vb. şekiller ile inancın bir sembolü olarak karşımıza gelebiliyor.

Barış
13. June 2009, 01:38 AM
Annem Kuran kursunda eline yediği sopalar yüzünden, solak iken sağ elini kullanmayı da mecburen öğrenmiş. Gerçi sonradan faydasını gördü, iki elini de kullanabilmenin...

Ben de bir solak olarak, zamanında az düşünmedim değil yani, ben neden sol elimi kullanıyorum, cehennemlik miyim yoksa diye...

Bilginin olmadığı ya da yanlış bilginin olduğu yerde insan nelere takılıp kalabiliyor, çok üzücü aslında.

Ali Rıza Borazan
3. January 2010, 02:31 PM
evet sol ehli Kuranın bütünselliğinde Allahın gönderdikleri kitapları ve peygamberleri kabul etmeyen ahiret alemine inanmayanlar olarak anlatmış olup sağ ehlini de takva yolunu seçen müslüman olanlardan bahsetmiş ve hayatın yükünü omuzlayan insanlara yardımcı olup sarp yokuşa Allah rızası için boyun eğen anlamında anlatılmıştır.

galipyetkin
19. November 2011, 06:01 PM
Eğer bir toplumda "zaruri ihtiyaçtan" fazla kazanç elde edenler var ise, bu olay mutlaka bir çok insanın mağdur ve mahrum edilmesine sebep olur. Bunlardaki bu fazla ve elde tuttuklarına faiz, nema vs. denilir ve bunlar başkalarına gidecek olanları imkân bolluğu ve ellerini çabuk tutmaları nedeniyle zimmete geçirenler olduğundan, bu kişiler faiz yiyenlerdir. Bunlara toplumun geri kalanının hakkını haksız yere yiyenler denilir.

Bunun zıttı ise Salât-Salâvat(Havra -Manastır-Mescid-el haram) ehli olan ve mülkte iştirak içinde olup "sadaka" verenler veya "zorunlu ihtiyaçtan" artanın hepsini topluma iade ederek hakkıyla "zekât/vergi" verenlerdir. Bu zekât verme türü, cimrilerin verdikleri zekatlarından(1/40-kırkta bir) farklı olarak (Nahl-71; Muminun-4,5)" eşit olmak için mizanda vezin kuralı ile belirlenenden artanının hepsi olarak verilen" denilen türden hakiki zekâttır.

Ya mülkte iştirak halinde malik olup "salatı/karşılıklı yardımlaşmayı" hakkıyla eda edenlerden olacaksınız; ya da mülkte iştirakı(Haram usulünü) tercih etmemişseniz, bu kez de girişimcilik yolu(Helâl usulü) ile elde ettiğiniz kazancı servet ve sermayeye çevirmeyip/eklemeyip, sizin ve bakmakla yükümlü olduklarınızın günlük zaruri ihtiyacından fazlasını aynı gün sebile(devlet hazinesine-beyt-ül mal'a-kamuya-topluma) ''Muminun:4-5, Nahl:71'' şartlarında geri iade edeceksiniz.

İşte ahıret gününe hakkıyla inananlar ve ''Karz-ı Hasene'' ilkesini uygulayanlar bunlardır.

Günümüzde sebil kavram ve kurumunun karşılığı devletçilik, sosyalizm ve kollektivizm'dir ki Havra'yı, Manastır'ı, Mescid-el haram'ı(salât-Salavât'ı) ayağa dikerek/hayata geçirerek, sadakayı ve de zaruri ihtiyaçtan artanı vergi olarak vermektir. İşte bunu yerine getirmeyip , bunun yerine ticaret yapıp da zaruri ihtiyaçtan artanı /kârı sermayeye ekleyip de bunun üzerinden tekrar kazanç elde etmeye çalışanlar/kat kat riba yiyenler, liberalist-kapitalist sistemi uygulayanlardır /mescid'i aksa'da olanlardır.

Allah onları düştükleri liberalist-kapitalizm delâletinde bırakır, asla onlara Hidayet ederek basiretlerini açmaz. Onlar helâke ve hüsrana düşmüşlerdir de, yine kendilerini hak yolda zannederler.(Nisa-167-168-169-170)

Bunların bir kısmı Allah'a inanır ama güvenmezler, münafık bunlardır. ''Hasbüna Allah'' sözünü, inanarak ve kalpten söylemezler; çünkü servetsiz duramazlar. Bunlar ''liberalist tutucu''durlar.
(Oysa Allah yasaklanmış şeyleri yapmaktan sakınmayı ve bireysel zenginlikten kaçınarak kavâm miktarının aşılmamasını ister. Bu kaçınanlar kendi ellerinde bulunanlara değil, Allah'tan olanlara daha çok güvenenlerdir. Hakkıyla Allah'ı veli ve vekil edinenler de bu kaçınanlardır.)

Bir kısım halk ''Ashab el Yemin'' ile liberalist-kapitalist sağcılığı aynı şey zanneder. Oysa ''Ashab el Yemin'' kendisinin değil, güçlenmeye muhtaç olanlara sadakat ile davranan erdemli insanlardır ve safta öne geçmeyen, geri de bırakmayan, eşitlikçi, mülkte iştirak içinde olanlardır. Kur'an bunlara meymenetliler, sağcılar der(ki bu gününün anlatımı ile sol/halkçı dünya görüşündedirler).

''Sahib ül Yemin'' ise eşitliği ret ile, kendi mutluluğu için güç-kuvvet ve servet sahibi olmak isteyendir. Kur'an bunları ''kumarbaz diye tanıtır.(lütfen Sitemezin Ekonomi başlığının Kumar bahsindeki Bakara:219/1 yazımız bakar mısınız). Bunlar refah içinde yüzen kapitalistlerler ve kapitalizmi savunanlardır ki, Kur'an bunlara şomluk anlamında Meymenetsizler veya solcular/(bu günün sağ kesiminde olanlardır ki) hırsızlar der. Allah'ı gerçek anlamda veli-vekil edinip O'na güvenme ve Sebil sosyo-ekonomi politiğini kurarak kavâm içinde yaşama yerine mevkii, makam, iktidar, servet ve sermayeye güvenmeyi yeğlerler. Ferdiyetçidirler, sebil karşıtı (özelleştirmeci) oldukları ve refah içinde yaşamayı yeğledikleri için Kur'an nezdinde solcu-meşemedirler. Halbuki bu gün ekonomi ve siyasette-Avrupa'da- ''sağcılık'' ile Liberalist ve Kapitalist olmak kastedilir. Bunu Kur'an şomluk anlamında solculuk kabul eder. Bunlar da liberalistliği dindarlıkmış gibi halka yuttururlar. Bunlar sanki mülkten hesaba çekilmeyeceklermiş gibi umursamazlık içindedirler. Oysa Hak Din liberalizm- kapitalizmden uzaktır. Hak Din ile liberalist-kapitalizmi bağdaştırıp mülkü fitne yaptıkları için bunlara Meymenetsizler anlamında solcular der Kur'an.

Vakıa Suresinden bakalım:
''Soldakiler; ne yazık o soldakilere!'' (Vakıa-41)
''İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde'' (Vakıa-42)
''Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar'' (Vakıa-43)
''Serin ve hoş olmayan'' (Vakıa-44)
''Çünkü onlar bundan önce varlık içinde safahata dalarlardı'' (Vakıa-45)
''Büyük günahı işlemekte direnir dururlar.'' (Vakıa-46)

Bunlar bu gün tanımladığımız kapitalistlerdir. İşte Avrupa'nın tanımladığı sol ile Hak Din'in tanımladığı solculuğun aynı olmadığını, hatta alansal olarak zıt şeylere sol dediklerini gördük.

Sosyalizm anlamındaki sol, halkçılık, devletçilik, başta Leyl suresi olmak üzere başka surelerde de ''ihsan'' olarak tanımlanarak övülür. Çünkü sebil olan Allah Yolu toplumculuktur. "Saff suresi" kollektif mücadeleyi över. "Leyl" de bunu tavsiye etmiştir. "Saffat suresi" de sağdan gelenleri ki bunların davetine uyarak kapitalizme,ekonomik sağcılığa kayanlarla birlikte ateşe sürüleceklerini anlatır. Çünkü ten zevklerinden olan mülk tutkusundan kurtulamamışlar, kendi mutlulukları başkalarının felâketi olmuş, başkalarının ekmek paralarını yemişlerdir.

Hak Din, başkalarına yümünlü-bereketli olanlara ''Ashab ül Yemin'' demiştir. Başkalarına yümünlü olmanın yolu ise, çok toplayıp vermek değil, aksine az ile yetinmektir. Bu ise samimi dost, yaren ve yoldaş olmaktır. Bunu ret ise bireycilik-bencillik olduğu için orada ancak ''Sahib ül Yemin'' vardır ki kendi mutluluğu için güç, kuvvet ve servet sahibi olmaktır. Bu, ''Ashab ül Yemin'' olmayı reddetmek; sağda veya sağcı olmakla, sağdan gelmekle liberalist olmaktır. Burada rekâbet, haset, cimrilik(servet ve sermaye biriktirmek) olmadığı için kalpler ancak işlerin ve amaçların birleşmesiyle sulha ve sukûna varır.

YEMİN:
1-Sözü, Allah'ı zikrederek kuvvetlendirmek.
2-El tutuşarak, Allah'a bağlılıklarını bildirerek ve birbirlerine söz vererek ahitlaşmek.
3-Mübarek
4-Sağ el, sağ taraf.

İkinci sıradaki anlama baktığımıda:
a) Merkezde hiçbir insan bulunmamaktadır; sadece Allah'a izzet verildiği ve Allah'a güvenildiği, gerçek güçlü ve tam adil olana yaslanmak ve güven duymak olduğunu,
b) Hiçbir hiyerarşi bulunmadığı, toplumun bütün fertleriniğn birbirinin aynı ve özgür haklara sahip özgür bireyler olduğunu,
c) Allah'la yapılan ahidin toplumla yapılan ahit ile tamamlandığını,
ç) Tek taraflı bir vaat bulunmadığı, karşılıklı taahhüdün varlığını,
d) Herkes, ahde konu olan ''şeylerin'' hem alacaklısı hem de borçlusu oldığunu,
e) El ele tutuşarak dostluk ve saadet ile yardımlaşmanın el birliğiyle yerine getirileceği, kaderde ve kııvançta birlikteliği, yek vücut olmayı,
f) Tanımlamanın 4. sırasındaki ''sağ taraf-sağ el'' ile, bu yöndeki hareketin kuvvet olduğu ve bütün buna ''sağcılık'' dendiğini,
tesbit ederiz.

Şu halde Kur'an'ın tanımladığına göre sağcılık ekonomik ve sosyal yaşamda kollektif, el birliği ile bir düzen, kollektivizmdir.

Halbuki bugün, Avrupa yaşam tarzına ve tanımına göre yaptığımız tanımlamalar Kur'an tanımının tam tersini vermektedir. Biz dinin tanımladığı solculuğu sağcılık, sağcılığı ise solculuk olarak tanımlamaktayız. Kur'an okurken bu kıstas göz önünde bulundurulmalıdır. Mesela Saffat 28'dekiler, kapitalistler tarafından aldatılanlardır.

Camiden çıkmayıp 1/40 veren ve kendini kılık kıyafetiyle dindar ve mütedeyyin ilan edip, sağcılıklarıyla hava atan bir kesimin kendilerini bu kıstaslara vurup ne olduklarını fark edip, hal, tutum ve davranışlarını gözden geçirmeleri galiba şart.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.
Adalet ve rahmet sitesinden derlenmiştir.)

galipyetkin
2. February 2012, 09:01 PM
Noktasına virgülüne dokunmadan Av. İlhami Çetinden bir sayfa. Takdirlerinize.

''EKONOMİK SOLDA OLANLAR (YESİR).

Şimdi Mümin’in sosyo ekonomi politiğini bütün çıplaklığıyla ortaya koyan surelerden birsi olan haşır suresine geldik. Önce ganimet ve fey kavramına kısaca değinelim. Az zahmet ederek ve zahmete göre çok gelir getiren işler ganimet niteliğindedir.Yine çark ve benzeri dönen şeylerin, işi ve gücü arttırıcı düzeneklerin üretimi ve magnetik alanın arttırıcı ve kolaylaştırıcı üretime v.s.’ye katkıları hep fey’dir. Bütün kolay kazançlar da kumara benzetilerek, yesere tanımı içersindedir.

Sanayi devrimi, canlı emeği gözden düşürmüş, teknoloji ve insan dışı enerjiyi devreye sokarak az canlı emekle çok kazanç elde etme yoludur. Bu gelirler fey ve ganimet hükmünde olup, Enfal suresinin 1. ayetindeki hükme tabidir. Yani, müktesibin başkaca geliri yoksa içinden geçimliğini alarak gerisini Kuranda belirtilmiş kesimlerin hayat sevilerini geçimlik seviyesine çıkartmak için kullanılır. Kazancın tamamı beş gurup insan arasında taksim edilir. Yani onların yararlanacağı fonlarda biriktirilir. Ganimet işte bu beş gurup muhtacındır. Birisi hazinenin genel masrafları, dördü ise muhtaç ve mahrumlar için ayrı fonda biriktirilir. Enfal–1 hükmün, Enfal–41 ile Nesh edildiğini savunan GAFİLLER'e burada cevap vardır. Enfal–41 tahsis ayetidir. Fey niteliğindeki gelirin 1/5 hissesi devletin genel giderleri için tahsis edilir. Geriye kalan dört pay ise nitelikleri belirtilen insanların hayat seviyelerini yükseltmek için kullanılmak üzere ayrı fonlara konulur. Hak dinde “Gurkalık”(Paralı asker) olmadığı için, savaş ganimetlerinden gaziye pay verilmez. Meğer ki, onun da geliri ihtiyacının altında kalanlardan olsun.

Çünkü ganimetten savaşana pay verme usulü cahiliyenin talan kültüründe vardır.

Mümin cihad eder, talan savaşı yapmaz. İslam bu cahiliye âdetini tasfiye etmek için düzenleme yapmıştır. Onun için Resulullah atfedilen birçok hadisde muharibin ganimetten pay almasının, ahirette cihat sevabı almaktan mahrum kalacağı söylenmiştir.

Şimdi bunun tekrar edildiği haşır suresinin 7. ayetinden başlayalım ki, işletme sahiplerinin gelirlerinin içinden sadece ailelerinin geçimlerini sağlayacak miktarı alıp, gerisini hazineye vergi olarak vermelerinin doğru iş olduğunu, hazinece tasarruf edenlerin de, bunun 4/5 hisse miktarını belirtilen mahrum bırakılanlar, zayıf ve mağdurların hayat seviyelerini yükseltmek, çalışabileceklerini iş sahibi yapmak için harcanacağını bilmeleri ve burada kullanmalarını ayet açıklar.

Bunun sebebinin ise, varlıkların belli bir sınıfın refah içinde yaşaması sonucunu doğurmamasının önlemi olduğu bize açıklanır.Çünkü hak dinde özel girişime iş yaptırmak zorunlu hale gelmişse, bunu kâr için değil, fi Sebilullah için yapması koşulu vardır (Bakara-218).

Şimdi önceki sure ve ayetlerde niçin liberalistlerin kötü akıbetinden bahsedildiğini daha iyi anlamış oluruz. Çünkü onlar bunun tersini yaparlar. Toplumda devlet teşvik ve desteğiyle zenginler oluştururlar. Bunlardan hem az vergi alarak Yemin-i Bânus üzere Minhaç uygularlar. Hem de milletin malından onlara üstte haraçlar verilerek teşvik edilirler… Bundan daha büyük zalimlik olur mu?

“Allah'ın, (fethedilen) ülkeler halkından Peygamber'ine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet( İyi şans, meymenet)olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.”(Haşır–7)

Savaşların zorunlu sonucu olan menkul ve gayrimenkul ağırlıkların ele geçirilmesindeki usul burada da hatırlatılıyor. Peygamber size bu meblağdan bir pay vermek zorunda değildir. Sizin savaşınız talan savaşı değil, kendini savunma savaşıdır. Size haraç taksimi yapmıyor, küçük hediyeler veriyor.

Allah ve onun dinine yardım eden fakir Müslümanlar; doğrular, sadıklar, Sıddıklar olarak tanımlanır. Ashab-ül Yeminlik de budur: başkaları için yümün getirmek. Erdemli olanlar, semirmeden ve meleleşmeden yardımlaşanlardır. Bunun en münasip uygulanacağı yer ise Devletçilik ve sosyalizmdir.

”(Allah'ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.”(Haşır–8)

Şimdi yine Ensariyet Kurumu açıklanır. Bu, olması gereken idealist Hıristiyan’a (Nasranî) da isim olan bir niteliktir. Bu isme layık olmayan çokça Hıristiyan bulunduğunu da bilmekteyiz. Kavramsal olarak Ensâriyet, selam onlara Meryem, Zekeriya, Yahya ve İsa’nın yaşam biçimleridir. Manastırda kendilerini nezrederek ve canlı emeklerini Karz-ı Hasene olarak rıza için Allah’a, fiilen kamuya tahsis edenlerdir (işte kurbanı kesenler bunlardır). Öyle ki, bunlar eşitliğin de ötesine geçerek, gönül rızasıyla eşitler arasında sonunculuğu kabul eden gani gönüllülerdir. Bunların yaptığına ''îsâr'' denilir ki, nefsin cimriliğinden ve onun lanet edilmiş bencillik sistemlerinden korunmanın yoludur. Kurtuluşa ermenin kolay ve kestirme yolu da budur. Kazançları kamuya vermek, ama geri alırken oradan sadece ihtiyacı olan maişetini geri almak.

’Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.’(Haşr-9)

Yukarıdaki ayet hak dinin sosyo ekonomi politiği ve onun kemal arayışı içindeki insanının asla cimrilik(ferdiyetçi sistem) içinde bulunmamasını vurgular ve kurtuluşa erenlerin nefsin cimriliğinden korunduklarını açıkladıktan sonra, aşağıdaki Hışr–10 ayet yine kâmil insan ve onun sosyo ekonomi politiğinin kinden arınmasını ilke yapmıştır. Bu ikisinin mutlaka bir insanda bulunması şartı ise, liberalizm-kapitalizm fâsık ve fâcir sisteminin olmazsa olmazlarıdır. Yani hased, kin ve cimrilik üzerine kurulmuş ve başarıyı buradaki yoğunlaşmaya bağlamış olan bir sistem olduğu herkesçe bilinmektedir. Demek ki insan YA MÜMİN, YA DA LİBERALİST olur. Hem müminim, hem liberalistim demek yalan ve yanlış bir sözdür. Çünkü, mademki imanın şartı bu dinin doğru sözlü nebisi tarafından şarta bağlanarak, ferdiyetçilikten vazgeçmeye endekslenmiş ve deniliştir ki, “kendin için istediğin her iyi şeyi başkası içinde istemedikçe iman etmiş sayılmazsın…” Liberalizm ise hayatta kalabilmek ve başarılı olmak için bu sözü ret etmeni senden istiyorsa, bunun anlamı şudur. BİR KİMSE HEM MÜMİN HEM LİBERALİST OLAMAZ; olsa da, mümin kalamaz. Şimdi kinden arınmayı dilemeğe dair ayeti verelim.

”Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”(Haşır–10)

Şimdi hak din ve onun inananları için en büyük tehlike olan münafıklara söz getirilmiştir. Çünkü kâfir zaten kendisini inkâr etmez ve ona karşı önlem almak kolaydır. Ama münafık içimizdedir ve birçok insan onu mümin zanneder. Tehlike de buradadır.
(En büyük tehlike de siyasettedir. Türk siyeset tarihini 1950'den itibaren gözden geçiriverin; her mahallede bir milyonerden, babalar gibi satışların neyi ifade ettiğini bir araştırın ve tefekkür edin.G.Y.)

”Münafıkların, kitap ehlinden inkâr eden dostlarına: Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız; sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız, mutlaka yardım ederiz, dediklerini görmedin mi? Allah, onların yalancı olduklarına şahitlik eder.”(Haşır–11)

”Andolsun, eğer onlar çıkarılsalar, onlarla beraber çıkmazlar; savaşa tutuşmuş olsalar, onlara yardım etmezler; yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.”(Haşır–12)

”Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allah'a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.”(Haşır–13)

İşleri ayrı ayrı olan liberalistlerin aralarındaki birleştirici unsur sadece çıkar birliğidir. Ama çıkarları çatıştığında bu birliği de koruyamazlar. Çünkü işleri ve çıkarları bireysel olanların kalpleri de birlikte çarpmaz. Kimin serveti nerede ise, kalbi oradadır. Nitekim Avrupa devletleri ferdiyetçi dünya görüşünü benimsediklerinden aralarında birçok defa dünyayı yeniden paylaşım savaşları süregelmiştir. İşte ayet bize bu gerçeği açıklayarak, Leyl suresi 4. ayette vurgulanan(İşlerin Kollektif yapılmayıp bireysel girişime sapılmasını kınar) hususu tekrarlayarak pekiştirmiş olur. Göğüslerini siper edecek kadar fedakârlıkları yoktur, Kalelerin zırhların arkasından yiğitlik yaparlar.

”Onlar müstahkem şehirlerde veya siperler arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir(Çıkar savaşları). Sen onları derli toplu sanırsın, hâlbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.”(Haşır–14)

Kâfir ve münafıklara Allah adaletinin sünneti ise, zulümlerinden dolayı hep aynı olmuştur. Çünkü Allah inkâra karşı hâlimdir ama, zulme karşı bu kadar affedici değildir. İnsan haklarına tecavüz edenlerin tarih boyu akıbetleri bellidir…

”(Onların durumu) kendilerinden az önce geçmiş ve yaptıklarının cezasını tatmış olanların durumu gibidir. Onlara acıklı bir azap vardır.”(Haşır–15)

Münafıkların güvenilmez kişiler olduğunu, zora geldiklerinde müttefiklerini terk etmeyi her zaman tercih edeceklerini de aşağıdaki ayet bize bildirir. Bu huylarından dolayı da kâfir ve fâsıklar dahi onları müttefik olarak görmezler. Hele stratejik ortak hiç saymazlar. Münafıklar, kapitalist-emperyalistleri, kendi kendilerine stratejik müttefik ilan etseler de, kâfir ve fâsıklar, küfürde ileri gitmenin gerektirdiği acımasız katliamlar için onların geri döneceklerini bildikleri için onlara güvenmezler. Onlar, aldattıkları kendi toplumunun insanlarını dahi ahirette terk eder, kendilerini kurtarmanın yollarını ararlar…

”Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana "İnkâr et" der. İnsan inkâr edince de: Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım, der”(Haşır–16)

Yine aşağıdaki ayeti güncelleştirerek daha algılanır hale getirirsek, zulümde sonuna kadar kâfir, fâsık ve fâcir müttefikleriyle gitmeseler dahi, onlara ''üs''ler vererek, limanlar açarak yardımcı olmalarından dolayı cezaları eşittir. Birlikte cezalandırılacaklardır. Yani bizzat Deccal ile birlikte Irak’a girip Müslüman kanı dökmeseler de, Müslüman kadınların ırzlarına geçmeselerde, emperyalist sözde stratejik ortaklarının bu işlerde ortaklık teklif eden sözleriyle cesaret ve destek verdiklerinden birlikte olamasalar da, cezalarından bir indirim yapılmaz, müstevlilerle birlikte cehenneme yuvarlanırlar.

”Nihayet ikisinin de sonu, içinde ebedî kalacakları ateş olacaktır. İşte bu, zalimlerin cezasıdır.”(Haşır–17)

Münafık ve fâsıkların durumu açıkça ortaya konulduktan sonra, hakiki müminler uyarılıyorlar. AMELLERİNİZ imanlarınız kadar önemlidir. Onun için bu münafık zalimlere dikkat edin ki sizi de saptırmasınlar…

”Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”(Haşır–18)

”Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.”(Haşır–19)

”Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli, isteklerine erişenlerdir.”(Haşır–20)

Münafığın mizacı, ten(beden-ceset) zevklerinden olan mülkleşmeden yanadır. Bu haliyle, terimsel dini grubu neyle anılırsa anılsın, kavramsal anlamda Mecusileşmiştir. Bunun için dünyada ateşten, hararetten, susuzluk ve doymazlıktan uzak duramadığı için, ahirette ateşini ateşle tasfiye etmeye tabi tutulur.''

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

pramid
2. February 2012, 10:35 PM
KURANDA ALEYNA (bizim üzerimize) kelimesini kızına isim olarak koyan ile...(anlamını bilmeden)

sağın yaranlarını kurandan okuyup sağcı olana şaşarım...

sol-sosyalist-kominist : amerikan düşmanı diye bilinir.

amerikada kominizm/sosyalist düşmanı....

hepimiz amerikayı sevmeyiz ve düşmanımız deriz (!)

BİR GARİPLİK YOK MU? ( ben ist/izm karşıtıyım. hepsine)

galipyetkin
3. February 2012, 12:27 AM
Sayın pramid.

'Rızkı ben veririm ve bu rızkı edinmekte de herkes eşittir. Kimse benim sizlere verdiğim bu rızıkları sahiplenip de, benim yerimi alıp kendi düşüncesine göre benim rızıklarımı dağıtma hakkı yoktur. Sizin, yani yönetime getirilmiş kişilerin görevi benim adaletimi yerine getirmek değil midir? Bu adalete de ancak size peygamberlerin vasıtası ile gönderdiğim iradem olan ayetleri uygulamakla ulaşırsınız'' diyen ve Beyt sistemini ve kollektivizmi öneren Allah'ın sistemini ortadan kaldırmak için para babaları kapitalistlerin islama ait ortak yaşamı ortadan kaldırmak için ortaya attığı komünizmin bir bulandırıcılık olduğunun farkını anlayabilmelisiniz.

Kur'an'ın tanımlarından ''beyt yaşamı''nı ve

(Mu'minun-4, 5 ve Nahl-71) ile izin verilmiş yaşam ve

cebellezicilerin empoze ettiği (1/40=%2,5) tanımlar arasındaki farkı anlayabilmelisiniz.

Sağdan gelenler ile soldan gelenler hakkındaki bu sitede yazılar var. Onları iyi ve sindirerek okumalısınız.


Sayın pramid.
Lütfen bu yazdıklarımı yalnış anlamayın.Yazdıklarım sizi kendimce bilgilendirmektir.
Hiç yılmadan her yazılanı lütfen en katı şekilde eleştirin. Ki en güzele, kimlik kartı olan müslümanlığa değil de ideal olana ulaşalım.

Teşekkürlerimle.
Galip Yetkin.

pramid
3. February 2012, 10:57 AM
'Rızkı ben veririm ve bu rızkı edinmekte de herkes eşittir. Kimse benim sizlere verdiğim bu rızıkları sahiplenip de, benim yerimi alıp kendi düşüncesine göre benim rızıklarımı dağıtma hakkı yoktur. Sizin, yani yönetime getirilmiş kişilerin görevi benim adaletimi yerine getirmek değil midir? Bu adalete de ancak size peygamberlerin vasıtası ile gönderdiğim iradem olan ayetleri uygulamakla ulaşırsınız'' diyen ve Beyt sistemini ve kollektivizmi öneren Allah'ın sistemini ortadan kaldırmak için para babaları kapitalistlerin islama ait ortak yaşamı ortadan kaldırmak için ortaya attığı komünizmin bir bulandırıcılık olduğunun farkını anlayabilmelisiniz.

sevgili galip. anlıyorum ama soru basit... NE BU GARİPLİK ?

ÜMMETÜN VAHİD ve parçalı ülkeler...
İslam, eşitlik, Sosyal adalet....
Toplum, biribirinden emin, dayanışmacı ve güvende silm toplumu.
bireyci,birbirine güvenmeyen ve yardım etmeyen ortam...(Sağdan gelenlere kananlar "size ne oluyorduda birbirinize yardım etmiyordunuz." (Saffat Suresi)

galipyetkin
4. February 2012, 01:00 PM
Sayın pramid.

Garipliği biz yaratıyoruz. Çelişki bizde.

Bize öğretilmedi ve doğru olan bize öğretilmiyor.

Kaç kişi ''AVF'' ifadesinin anlamını biliyor ki? Bırakın anlamını, bu kelime ile karşılaşmış mı?

Bakın ukalalık naraları atan ben Sitenin ekonomi bölümünde ''Meysır'' kısmında ''Bakara-219/1'' yazımda bunu atlamışım. Bu yazımdan sonra bu eksikliği gidereceğim.

İsa Peygamber kendisine katılmak isteyen zengine ''git neyin var neyin yok, elden çıkar da öyle gel.'' der. Bu avf'tır, vaftizdir, abdest almadır. Bu kilometre göstergesini sıfırlamak, saati 0'dan başlatmaktır; tevbe edip ''Ha bismillah'' demektir, Bakara 279'u uygulamaktır.

Yani Allah'ın yoluna dönmek istiyorsan sadece gayrimeşru işini terk değil, bu yoldan kazandığın tek kuruşu dahi elden çıkartıp(sahibine-kamuya iade edip), ondan sonra kazandıklarında ihtiyaç sınırını göz önünde bulunduracaksın diyen bir öğretiye rastladınız mı?

Hangimiz bunu yapıyoruz?

Allah'ın ayetlerini tatbik etmiyor, kendimize güvenmiyoruz. Sindirememişiz.

Cesedimizin arzuları üstün. Reklam bombardımanı içindeki çelişkilerimizden ancak biri bu.

Saygılarımla
Galip Yetkin.

pramid
7. February 2012, 12:13 PM
ihtiyaç fazlanı vermen için önce ihtiyacını karşılayacaksın.
Bu arada mal sayıp durmayacaksın.
Kendi ihtiyaçları olsa bile onları kendilerine tercih ederler(haşr suresi)

Eğer Rabbinden ummakta olduğun bir rahmeti beklerken (darlıkta olduğundan) onlara sırt çevirecek olursan, bu durumda onlara yumuşak söz söyle.
Elini boynuna bağlı kılma, tamamen de açıp saçma. Sonra kınanmış, hüsrana uğramış halde oturur kalırsın.Şüphe yok Rabbin, dilediğinin rızkını genişletir, daraltır, şüphe yok ki o, kullarından haberdardır, onları görür.(isra 28-29-30)

avf: Birisine yemek yedirdiğimiz zaman bizlere teşekkür eden birisi için "afiyet olsun" deriz. Avf/afiyet aynı köten gelir.

avf: kadına, hakkını bağışlar(bakara 237)( أَنْ يَعْفُونَ)
avf: çoğalmak (araf 95)(حَتَّى عَفَواْ)

afiyet olsun: demek isteriz ki "bunun hepsi senin olsun; benden çıktı. zira ihtiyacım yoktu."

affetmek: hakkı olanın hepsini bağışlamak.(günahımızın bir kısmının durmasını ister miyiz. hepsinin bağışını isteriz..)

galipyetkin
7. February 2012, 04:23 PM
Sayın pramid.

Aramızdaki anlayış farkı bakın ne?

Diyorsunuz ki: ''........ Zira ihtiyacım yoktu.'' Yani ''zulanız'' sağlam. Kendinizin güvencesi o ''zula''.

Ben ''zula'' edinmiyorum. Benim güvencem başka. Benim anlayışım Haşr-9.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

pramid
7. February 2012, 07:26 PM
tamam öyle algıladıysanız öyle olsun. selam

galipyetkin
8. February 2012, 12:04 AM
Sayın pramid.

Benden de size selâm ve nezâketiniz için teşekkürler.

Hürmetlerimle.
Galip Yetkin.

galipyetkin
21. June 2012, 04:31 AM
Kur'an'dan Sağcılık Çıkar mı?
Kur'an'da kapitalist yönde ekonomik bir yaşam veya sistem var mı?

Kuran’dan Sağcılık Çıkar Mı?
Yılmaz YUNAK'tan.

İkiyüzlülükten, cahillikten, kalleşlikten ve ihanetten gına geldi arkadaş!

Bugüne kadar sürekli olarak “Kuran’dan solculuk çıkar mı/Kuran’dan sosyalizm çıkar mı” türünden yazılar okudunuz. Hatta kimi hain kalemler, bu kutsal çabayı “Kuran’dan sosyalizm çıkarma çabaları” türünden bel altı vuruşlarla alaya almaya çalıştılar.

Kısa keseceğim ve net soracağım arkadaş!

Bana, tüm zamanların en büyük Devrimcisini söyle!

Kıvırtma, yalana dolana sapma, inanmadığın şeyleri eveleyip geveleme!

Bana, tüm zamanların en büyük Devrimcisini söyle!

Kim?

Marx mı, Lenin mi, Mao Zedung mu, Che Guevara mı?

Kim?

İnsanların tüm mal ve nimetlerden, rızıklardan eşit biçimde yararlanmaları gerektiğini, sosyal statü olarak mümkün olduğu kadar eşit biçimde bulunmaları gerektiğini anlattığım sağcı Müslüman(!) bir genç, “İyi de, komünistler hep silah kullanarak bir şeyler yapmaya, iktidarları devirmeye çalışıyor!” diye aklınca tavır koydu.

Tamam!

Kabul!..

Sorumu bu minvalde geliştirerek tekrarlayacağım o zaman.

Bana silah kullanarak devrim yapan, silah kullanarak iktidar deviren, silah kullanarak/savaşarak statüyü alt üst eden tüm zamanların en büyük Devrimcisini söyle!

Kıvırtma, yalana dolana sapma, inanmadığın şeyler konusunda eveleyip geveleme!

Kim bu tüm zamanların en büyük silahlı Devrimcisi?

Marx mı, Lenin mi, Mao Zedung mu, Che Guevara mı?

Kim?

Neden bu denli sinirli, bu denli hırçın, bu denli isyankâr olduğumu sorgulayıp duruyorsunuz!

Bıktım ikiyüzlülüğünüzden birader!

Yetti!..

Gına geldi!..

Bana öyle bir Devrimci söyleyin ki, bu devrimcinin yaptığı tüm zamanların en büyük devrimi hâlâ taş gibi sağlam olarak hüküm sürüyor olsun! (Pratiğini yozlaştıran sahtekârların eylemlerini bu muazzam devrimle karıştırmayın sakın; onlar hırsız, onlar hain, onlar sahtekâr!)

Hadi size bazı ipuçları vereyim:

Bir gün içinden gelen bir sese kulak vererek bir “dağa” çıkıp bir mağaraya kapanmasıyla başladı her şey.

Sonra silah kullanmaya, bizzat savaşmaya başladı.

Kime karşı savaşıyordu peki?

Oligarşiye!.. (Komünist ağzı oldu değil mi; sizi gidi kırtosbağaları sizi!)

Sizin gibi oturduğu koltuklarda klavye başında ona buna çamur atarak savaşmadı O; elde kılıç, elde mızrak, elde ok ve yay kendinden katbekat güçlü orduların içine daldı.

Sizin atalarınız çok kızıyorlardı O’na; çünkü “kurulu düzen”i değiştirmeye çalışıyordu; nitekim, o denli büyük bir devrimciydi ki, o kahrolası düzeni değiştirip paramparça etti.

Hâlâ anlamak istemediğinizi biliyorum; bu nedenle, kitlelere söylediği bazı garip(!) şeyler konusunda ipuçları vereceğim biraz da.

Bu arada, sonradan kıvırtmamanız için “solculuk” nedir, ona kısaca değineyim; siz bunun tam tersini “sağcılık” olarak kabul edin. Aşağıdaki paragrafı “Vikipedi”den aldım; laf aramızda, bu satırları, sırf bu çalışmam nedeniyle ısmarlama yazdırsaydım, hatta ben yazsaydım, bu kadar isabet sağlayamazdım. (Bu arada, bu fakirin “solcu” olmadığını da biliyor olmalısınız.)

Bakın, solculuk neymiş:

“İyileştirme arayan veya var olan sosyal hiyerarşiyi (insanlar arasındaki sosyal yapıdan kaynaklanan üstünlük) kaldırmak isteyen ve zenginliğin ve imtiyazların eşit dağılımını destekleyen politik harekete karşılık gelen terim.”

Sizi gidi ahlâksız kırtosbağaları sizi!

Bakın o tüm zamanların en büyük Devrimcisi neler söylemiş(Çok kısaltarak veriyorum):

“Ahlâk yoksunları bir gün hesaba çekildiklerinde malları onları kurtarmayacaktır. (Leyl, 4-11)

“Arınıp temizlenmek için malını harcayan, kesinlikle mutlu olacaktır. (Leyl, 18-21)

“Hayır! Bilakis asıl siz öksüze izzeti ikramda bulunmuyorsunuz. Birbirinizi yoksulu doyurmaya teşvik etmiyorsunuz. Her şeye açgözlülükle saldırıyorsunuz. Mala mülke gözünüz doymuyor; yığdıkça da seviyorsunuz…” (Fecr, 17-20) (Ben de bir ekleme yapayım: Gizli banka hesaplarıyla ünlü İsviçre’yi marazi bir tutkuyla seviyorsunuz! Neden acaba!)

“Mal ve servet arzusu nedeniyle gözünüz öylesine dönmüş ki, ele geçirme hırsı gözünüzü bürümüş! (Adiyat, 8

Ve muhteşemlerin muhteşemi, okuduğunda insanı hüngür hüngür ağlatan o muazzam sözler; iyi okuyun, ezberleyin; bir kağıda yazıp, her an görebileceğiniz bir yere asın!

“Dini yalanlayanı, yetimi itip kakanı, yoksulun doyurulmasını özendirmeyeni, yardıma ve iyiliğe engel olanı gördün mü! Bunlar namaz kılarlar, ama namazları riya içindir! Vay haline bu namaz kılanların! Vay haline bu kuru kuruya yatıp kalkanların! Vay haline bu riyakârların!” (Maun, 1-7)

“Vay haline bunların ki, boyuna mal istif edip sayarlar da sayarlar; bunlar mallarının kendilerini sonsuza kadar yaşatacağını zannederler!” (Hümeze, 2-3)

“Ölçeği tam ölçün, hak yiyenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların malına mülküne göz dikmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak sağa sola saldırmayın.” (Şuara, 181-183)

Sizi “konjonktür gereği” amerikanın dostu kesilen riyakârlar sizi; tüm zamanların en büyük Devrimcisinin bu son sözlerini tekrar edeceğim; bakın “artık” ağzınıza almaya çekindiğiniz “emperyalizm”i nasıl mahkûm ediyor:

“Yeryüzünde bozgunculuk yaparak sağa sola saldırmayın!”

Sizi riyakârlar sizi; her Cuma çıkışında tekrarlanan o kutsal amerikan karşıtlığı neden birden bıçak gibi kesildi?!. “Kadim dostunuz” amerikan haydudunun Müslüman Irak’ta 2.000.000 insan öldürmesine neden sessiz kalıyorsunuz?!.

Sizi kırtosbağaları sizi; Kuran’dan sosyalizm çıkarma çabaları ha!

Devam edelim; bakalım bu eşi benzeri görülmemiş “Devrimci” başka neler söylemiş:

“O ülkede Firavun büyüklük taslamış ve halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir grubu ezmek istiyordu. Oğullarına kurbanlık muamelesi yapıyor, kadınlarını hayasızlığa zorluyordu. Sürekli terör estirip duruyordu. Biz ise o ülkede ezilenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve Firavun’un yerine geçirmek istiyorduk” (Kasas, 4-5)

Vay canına be!

Sırf bu paragraf için üç ciltlik kitap yazamazsam namerdim!

Yerimiz dar; bu nedenle, “sınıflar”, “bir grubu ezmek”, “sürekli terör estirmek” gibi sözler için bir şey söyleyemeyeceğim; ama “kadınlarını hayasızlığa zorluyordu” için şunu söylemeden geçemeyeceğim:

Devlet İstatistik Enstitüsü, “sağcı” Özal zamanında, Türkiye’de “vesikalı orospu” sayısının % 500 arttığını söylemişti, % 500… (Şu anda, bir mucizeye tanıklık ediyorsunuz; Firavunların ortadan kalkmadığını en yetkin ağızdan, Kuran’dan okuyor; Allah’ın mucizesine tanıklık ediyorsunuz!) Devlet, uyguladığı ekonomi politikalarıyla kadınları orospuluğa itiyordu; bu kadınlar durup dururken ahlâksızlaşmamıştı! Dikkat edin; bunu söyleyen Devletin resmi kuruluşuydu, komünistler veya solcular değil!

“Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?!.” (Kasas, 60)

“Allah pisliği aklını kullanmayanların üzerine bırakır!” (Yunus, 100)

“İçinizden erdemli kişiler pek az çıkıyor. Bu nedenle siz de zalimlere uyuyor, refah ve lüks hayat uğruna günaha gömülüp gidiyorsunuz!” (Hud, 116)

“Andolsun, size hakkı okuyorum, ama çoğunuz haktan tiksiniyorsunuz!” (Zühruf, 78)

Buraya kadar okuduklarınız için, hiddetten köpürüp durduğunuzu bilmiyor değilim; ama “hatırlatıp öğüt vermenin inananlara yarar sağlayacağını” umut ediyorum. (Zâriyat, 55)

Şimdi dikkat kesilin sahtekârlar!

“Rızık bakımından kiminiz kiminizden zengin kılınmışsınız. Ama siz zenginler (ve zenginliği savunan siz sağcılar.Y.Y.) arada fark kalmaz, eşit hale geliriz diye bu rızıkları yanınızdakilerle/seviyeniz altındakilerle paylaşmıyorsunuz! Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorsunuz!”(Nahl, 71) (Dikkat edin; cümleyi ünlemle bitirdim)

N’oldu; hani eşitlik komünistlikti?!.

Hiç kıvırtmadan söyleyin bakayım; siz Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorsunuz? (Bu kez soru işaretiyle bitirdim; size hâlâ bir şans verdiğimi gözardı etmeyin.)

Hey yüce Yarabbim!

“Eşitlik”, bu tüm zamanların en büyük Devrimcisinin ağzından çıkan sözlerle nasıl da güzel anlatılmış, nasıl da güzel!

Ne diyor Devrimci?

Eşitliği reddedenler Allah’ın nimetini, dolayısıyla Allah’ı inkâr ediyorlar!

“Yuh size ve Allah’ı bırakıp da taptıklarınıza!” (Enbiya, 67)

Bakın uyarmadı demeyin; “Siz, rahat ve lüks içinde yaşayanlar azaba çekildiğinizde çok kötü feryat edeceksiniz!” (Mü’minun, 64)

Arkadaş, siz gayba inanıyor, hatta namaz bile kılıyorsunuz değil mi; o halde tüm zamanların en büyük Devrimcisinin sözünü dinleyip neden “size rızık olarak sunulanlardan başkalarına pay çıkarmıyorsunuz?” (Bakara, 3) Siz, “gerçeği örtenler için rezil edici bir azap olduğuna” da mı inanmıyorsunuz yoksa?!. (Bakara, 90)

“Paylaşımcılar” diye sözüm ona aşağıladığınız insanların iki eli ahrette yakanızda olacak unutmayın; çünkü bakın tüm zamanların en büyük Devrimcisi ne diyor:

“Sana neyi paylaşacaklarını soruyorlar. Onlara söyle: İhtiyaç fazlası olan her şeyi.” (Bakara, 219)

Ne diyor Devrimci?

İhtiyaç fazlası her şeyi paylaşacaksınız!

Bu kadar!

“Kuran’dan sosyalizm çıkarma çabaları” ha!

Hangi sağ görüş bugüne dek ihtiyaç fazlası her şeyin paylaşılması gerektiğini söyledi?!.

Anlama güçlüğü çektiğinizi (aslında “çeker gibi görünmenin” daha kârlı olduğunu bildiğinizi) bildiğim için tekrar edeceğim:

Tüm zamanların en büyük Devrimcisi; eline silahı alarak hakim sınıflarla göğüs göğüse savaşmış olan, oligarşiye karşı silahlı isyan başlatmış olan o Aziz Devrimci ne diyor?

“İhtiyaç fazlası her şeyi paylaşacaksınız!”

Daha ne konuşuyorsun birader!

“Faiz”den konuşalım mı biraz da?

Hangi “sağcı” doktrin “faizin serbest piyasanın meşru araçlarından biri” olduğunu inkâr edebilir; böyle bir şey mümkün mü? Şu anda (2010) iktidarda bulunan sağcı parti, faiz gelirlerini beyan bile ettirmiyor! Açın Gelir Vergisi Kanunu’nu bakın; stopaja tabi tutulmuş faiz gelirleri isterse katrilyon lira olsun, beyan bile edilmiyor! Borsadan trilyonlar kazananlar gelir vergisi beyannamesi bile vermiyor!

Bakın, oligarşiye karşı silahlı isyan başlatan, tüm zamanların en büyük Devrimcisi ne diyor:

“Faiz yiyenler, şeytan çarpmış saralı gibi kalkarlar. Çünkü, ‘Faizin alışverişten farkı yok’ derler. Oysa Allah alışverişi helâl faizi haram kılmıştır. Kim bu öğütlere kulak verir de faizi hemen terk ederse, geçmişine sünger çekilir. Artık gerisi Allah’a kalmıştır. Kim de tekrar başlarsa cehennemi boylar; bir daha da oradan çıkamaz.” (Bakara, 275)

Yerimiz dar, uzun uzun yazma şansımız yok; bu nedenle bu tüyler ürpertici sözler üzerinde daha fazla duramıyorum; ama “bir daha da oradan çıkamaz” kısmına dikkatinizi çekmekten de kendimi alamıyorum.

Kötü yoldasınız arkadaş; gelin vakit varken “Kuran’da sağcılık aramak”tan bir an önce vazgeçin; sonra gerçekten çok pişman olacaksınız!

Of yarabbim of!

Savaştan söz ediyorduk değil mi?

Bakın, sizin şu “piyasanın meşru aracı” için Devrimci ne diyor:

“Ey iman edenler! Allah’ın öfkesini çekmekten sakının. Eğer gerçekten iman etmişlerdenseniz faizi terk edin. Eğer terk etmezseniz, bilin ki, Allah’a ve Peygamberi’ne savaş açmış olursunuz.” (Bakara, 278-279)

Savaş açmak, harp etmek!..

Kime karşı?

Allah’a ve Elçisi’ne karşı!..

Ne dersiniz; yukarıda sözünü ettiğim Müslüman gencin söylediği gibi hakim sınıflara karşı mı savaş açmak istersiniz, yoksa Allah’a ve Peygamberi’ne mi?!.

Savaştan söz ediyoruz burada sahtekârlar sizi, savaştan!

Allah sizi affeder inşallah…

Bugünlerde “ballı ihalelerden” Kuran okumaya fırsat bulamıyorsunuz; ben size yardımcı olayım:

“Yolsuzluk yapanlar, kıyamet günü bu yolsuzluklardan kazandıklarıyla gelirler. Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz!” (Ali İmran, 161)

Özelleştirmeler, satılık kalemşörler, özelleştirmeler… Konuşturmayın beni; çünkü yerim dar! Bundan on yıl önce yazdığım kitapta “Allahaşkınıza Telekom’u özelleştirmeyin, bu kurum Türkiye’nin en çok kurumlar vergisi ödeyen kuruluşu, sizin aklınızdan zorunuz mu var!” demiştim; ve o tarihlerde beni çok sevmiştiniz, televizyonlarınızda konuk etmiş, ana haber bültenlerine çıkarmıştınız! O zaman “komünist” değil miydim de şimdi oldum?!. Bu denli değişmenizi nasıl açıklıyorsunuz? O zamanlar muhalefette idiniz de, şimdi iktidar mı oldunuz yoksa!?.

Allah’tan hiç mi korkmuyorsunuz arkadaş!

Allah inşallah sizi affeder, inşallah…

Tüm zamanların en büyük Devrimcisi ne diyor:

“O servetler sizden yalnız zengin olanlar arasında dönüp duran bir kudret aracı olmasın!” (Haşr, 7)

Ne demek bu?

Bu devrimci zengin düşmanı mı, servet düşmanı mı?!.

Hangi sağcı görüş sahibi böyle bir sözü söyleyebilir; bugüne kadar hangi sağcı görüş sahibi böyle bir şey söylemeye cesaret edebilmiş veya gerek görmüş?!.

Bakın, bulunduğu ayetin ismi bile insanı mest eden o güzelim sözlere:

“Siz, Kuran’ın anlamını inceden inceye de düşünmüyor musunuz? Yoksa kalplerinizin üzerinde kilitler mi var?!.” (Muhammed, 24)

Hadi, altına ve gümüşe geçelim:

Bana, altın ve gümüş biriktirmeyi tasvip etmeyen bir sağ doktrin gösterebilir misiniz? Hangi sağcı siyasetçi hayatı boyunca bir kez olsun böyle bir şey söyleyebilmiş veya söylemiş?!.

Bakın, Devrimci ne diyor:

“Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları acı bir azabın beklediğini haber ver.” (Tövbe, 34)

(Kolayını bulduğunu sanıyor ve Dolar veya Yuro biriktiriyorsunuz, değil mi? Allah yardımcınız olsun!)

Son bir şey…

Size göre insanlar malları hususunda diledikleri gibi davranabilirler değil mi? Hatta bunun gavurcasına bile nasıl da aşık olmuşsunuz: Usus-fructus-abusus; kabaca, kullanma, faydalanma, tasarruf…

Öyle mi?

Mallarım hususunda dilediğim gibi davranabilir miyim sahi?!.

Size ve savunduğunuz görüşe göre böyle tabii.

“Paran kadar konuş!”; öyle mi?!.

Bakın, Devrimci ne diyor:

“Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını terk etmemizi veya mallarımız hususunda dilediğimizi yapmamamızı sana namazın mı emrediyor?” (Hud, 87)

Hz.Şuayb’e “namazı” ne “emrediyor”muş?

Namazı!..

Namazı!..

Emretmek!..

Bundan daha açık bir söz söylenebilir mi?!.

Namaz kılan biri, malları hususunda dilediği gibi davranamaz!

Kuran yalan mı söylüyor?!.

Boşuna yazıyorum, biliyorum bunu; çünkü tüm zamanların en büyük Devrimcisi uyarıyor bu konuda beni:

“İşte Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır. Çünkü onlar duygusuz, kör ve sağır olmayı tercih ettiler.” (Nahl, 108)

Dikkat edin; “tercih ettiler” diyor Devrimci…

Tercih ettiler…

Aynen sizin gibi…

Tüm zamanların en büyük Devrimcisini, eline silah alarak oligarşiye karşı göğüs göğüse savaşmayı şiar edinen bu mümtaz Devrimciyi hâlâ çıkaramadığınızı, “çıkaramamayı tercih ettiğinizi” biliyorum.

Hadi, “Kuran’dan sosyalizm çıkarma çabaları” diye alaycı ısmarlama yazılarınıza devam edin!

Allah sizi affetsin.

Sana selam olsun ey Muhammed Mustafa…

Önemli Notlar:

1) Bu çalışma “sağcıları” tahkir için kaleme alınmamıştır; çünkü dostlarımdan birçoğu sağcıdır. Bu çalışma, “Kuran’dan sosyalizm çıkarma çabaları” ve benzer isimler altında “ısmarlama” yazılar yazan kalemşörleri uyarmak, mümkünse doğru yola çekmek için yapılmıştır.

2) Üslup hırçıncadır, evet; ama böyle olması için yeterli nedenlerimin olduğu teslim edilmelidir.

3) Çalışmada, R.İhsan Eliaçık’ın üç ciltlik mealinden yararlanılmıştır. (yaşayan KUR’AN/Türkçe Meal-Tefsir/İnşa Yayınları, 2007)

4) Ayetler çoğu kere birebir verilmemiş; çalışmanın içeriği doğrultusunda kısmen kısaltılmış, kısmen birleştirilmiştir. Mealin tam metni için sözü edilen esere başvurulmalıdır''.

Hürmetlerimle.
Galip Yetkin.

ates demir
21. June 2012, 12:19 PM
Ashab i meymene sağ yan ehli ise ashab i meşeme sol yan ehli olur.
Ashab i meymene doğu ehli ise ashab i meşeme; şimal kuzey anlaminda olmasına rağmen batı ehli anlami taşır.
Ashab i meymene andıni/yeminini tutanlarsa, ashab i meşeme tutmayanlardir. And ise " bela" sozudur. Nasıl?
Rabbiniz/yol göstericiniz değil miyim sorusuna karşılik olarak bela dedik. Ama sadece sözde. Önemli olanı ise özgür irade sahibi oldugumuzda bu yeminimizi tutup tutmadigimiz. Sonucta bakilacak olan sey budur. Yemininize sadiksaniz adiniz ashabı meymene dir. (Yemin/and sahipleri) Rabbinizin vahyine uymak ve dogru insan olmak, vicdanli, vicdanini dinleyen olmak. Bu evrensel kaidedir belirleyici olan. Varacaklari yer cennettir.
Ashabi meşeme ise bela deyipte sözünü ozgur oldugunda tutmayanlardir. Varacaklari yer yine atestir.

ates demir
21. June 2012, 12:25 PM
Meymene icin sağ veya dogu anlamlarina katilmiyorum. Cok daha basit olani shb mymn sozcuklerinde sakli. aSHaBı MeYMeNe yemin sahibleri demektir.

Miralay
21. June 2012, 12:57 PM
Ellerinize sağlık.
O kadar güzel şeyler yazmışsınız ki; ben de acizane bu konuda düşündüklerimi yazacaktım ama, sizin yazdıklarınız yanında sönük kaldıklarından dolayı vazgeçtim.

Bir de vakıa suresinde ashabusSabikun var. Sanırım bu terim hepsinin özeti oluyor. :)

Selam,dua ve muhabbetlerimle

galipyetkin
21. June 2012, 01:35 PM
''Şimal'' kelimesi bir yön belirtmek için söylenmemiştir. O devirde Mekke ve Medineye göre şimal-kuzey'de bulunan Şam şahrinde imal edilen derilerden dolayıdır. Bu üretilen deriler pürüzlüdür, dümdüz değildir. Elinizle yokladığınız zaman bu pürüzleri fark edersiniz. Bundan kinaye ekonomik ve sosyal yaşamları pürüzlü olanları, dosdoğru yolda olmayanları belitmek içindir. Bu yönde mercimek tanasi ve vücuttaki-derideki sivilcelerle anlatılan kinaye de vardır. Bunlar aklımda kalanlardır. ''Dost1'' esasını daha esaslı bilir zannederim.

Saygılarımla
Galip Yetkin.

ates demir
21. June 2012, 02:00 PM
Ashabi sabikundan benim anladigim sabika sahibleridir. Anlami bilinenlerdir.
Mugarrebun olanlar Rablerine yaklasanlardir. Musanin 2 denizden yola cikarak birlestigi yeri aramasi icsel bir yolculuk ve miraçtir. Musa Rabbini ariyordu, tipki İbrahim tipki Yusuf tipki Muhammed nebi gibi. 2 deniz icinizdeki 2 islemcidir. Biri calisirken biri susan...

ates demir
21. June 2012, 02:02 PM
İki islemci birinin tadi aci digeriniki tatli.

ates demir
21. June 2012, 02:02 PM
Ve nehirler akar arzda, kirmizidir nehrin suyu. Demirden dolayi

merdem
13. January 2013, 08:39 PM
Proflarimiz sag olsun! Yazarken aklima geldi, hayatta olana da sag ( saglam, saglik olsun sag' dan mi geliyor? ) diyoruz, inekten süt almaya sagmak diyoruz ( sag su inegi der gibi ), yön tayin etmede sag diyoruz, sag ol diyoruz...bol yagisa sagnak...cümle üretimine takildim birden...sagir demicem iste :-)

Buyrun:


SAĞCILAR ve SOLCULAR ya da İYİLER ve KÖTÜLER

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu



Tabiat aleminin mevsimden mevsime yenilenip değiştiği gibi, dil de medeniyetten medeniyete, hatta kültürden kültüre değişip yenilenir. Böylece ortaya yeni, yeni isim, terim, tarif ve tasnifler çıkar. Çünkü dil, tabiatın, varlıkların, hayatın, hareket ve davranışların adeta bir aynasıdır, ekranlara onları aksettirir.

Tabiatta sanki bir gelenler ve gidenler mücadelesi vardır. Nitekim mevsim giriş ve çıkışlarında yazın başlangıcı ve sonu, kışın başlangıcı ve sonunda bu didişme sahneleri açık bir şekilde görülür. Hatta mevsim giriş ve çıkışları, insanların da çokça hayatlarını kaybettikleri zamanlardır, diyebiliriz. Hayat sahnesinde de karşıt takımların birlikte sahneledikleri oyunlar seyredilir. Bir tarafta sağcılar ve iyiler yerlerini alırken, diğer tarafta da solcular ve kötüler mevzi alıp konuşlanırlar. Onun için tabiat ve hayatta canlı ve cansızlar var; gece ile gündüz, aydınlık ile karanlık var. Olumlu ile olumsuz, müspet ile menfi var. İman ile küfür var. Yani eşyanın tabiatında yapıcılar ve yıkıcılar var; düzene yani bu doğal-ilahi düzene sadık olanlar ve hem onun için ve hem de onun içinde çalışanlar var ve bir de ona karşıt olanlar, düzenin dışına çıkıp onu yıkmaya çalışanlar var. Bir tarafta Rahman’ın evliyaları, dostları ve sahipleri var; karşı tarafta da şeytanın velileri, dostları ve sahipleri var. Eğer tabir caiz ise dünya ve böylece tabii ki dünyadaki olaylar, iki merkezli ve iki kutuplu yörüngeye sahip olan bir elips zemininde cereyan edip gitmektedirler. Bunları ifade ettikten sonra şimdi dildeki isimlendirmelerin, ilim dallarının, siyaset ve ekonominin… istiklallerini ilan etmelerinden sonra müstakil hale gelen alanların nasıl yeni, yeni isimler ve terimler ürettiklerini araştırmaya çalışalım.

Din, insanoğlunun irade ile yapmış olduğu bütün hareket ve davranışlarını kapsayan sosyal bir kurumdur. İslam anlayışına göre bu yerküresinde ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’in bir din getirmiş olduğu malumdur. Böylece ilk toplumlarda insanlar adeta peygamberler tarafından, onların bulunmadığı zamanlarda ise onların eğitip yetiştirdiği havariler ve tilmizler tarafından yönetilmiş oluyordu. Yani ruh ve beden yönüyle insanı meydana getiren unsurlar olan fikir, his, irade ve ünsiyet gibi melekelerin toplumda bilim, din, ekonomi ve siyaset gibi kurumlara dönüşebilmesi, epeyce bir zaman almıştır. Onun için önceleri insanların dini temsil eden bir peygambere veya onun yetiştirdiği tilmizine kayıtsız şartsız itaati zorunlu idi. Hatta böyle dini temsil eden bir din adamına itiraz etmek, onların söz ve görüşlerine yorum getirmek olamazdı. Onlar hep doğru söylerler ve doğruyu yaparlar, halk da onlara uyup itaat ederlerdi. İşte buna “dogma” adı verilir. İnsanları bu şekilde sevk ve idare etme işi ancak Hz. Peygamber dönemine kadar devam etmiştir. Artık Hz. Muhammed’den sonra bir daha peygamber gelmeyeceği için insanların kendi kendilerine yönetebilmeleri söz konusudur. Nitekim Hz. Peygamber Muaz b. Cebel’i Yemen’e yönetici olarak gönderirken nasıl yapacaksın buyurduklarında Muaz’ın Kuran ve Sünnete göre dediğinde onlarda bulamazsan sorusuna karşılık kendi reyime göre karar veririm ifadesine karşılık Hz. Peygamber’in bu durumdan çok memnun olup Allah’a hamd ettiği tarihi bir gerçektir. Yine Hz. Peygamber’in askerlerini Bedir’de konuşlandırdığı zaman sahabeden Habbab İbn Münzir’in gelip ya Rasülellah bunu vahiy ile mi yaptınız yoksa kendi fikriniz mi diye sormuştu. Hz. Peygamber de hayır bu kendi görüşüm dediklerinde Habbab hayır ya Rasülellah! Böyle değil, şöyle yapalım dediği zaman Hz. Peygamber de onun bu teklifini kabul etmişti. Buradan anlaşılıyor ki Hz. Peygamberle birlikte insanın kendi düşüncesi ve kendi kararı önemli hale gelmiştir. Başta Ahmet Hamdi Akseki, Afzalurrahman ve Hüseyin Atay olmak üzere birçok araştırmacı İslam’da “dogma” bulunmadığını eserlerinde yazmışlardır. Dini temsil eden birinin olmadığına göre doğmanın da yok olacağı tabiidir. Çünkü Hz. Peygamber kendi yerine vekâlet etmek üzere hiçbir kimseyi bırakmamıştır.

İşte böylece artık bundan sonra kimse kimseye bağlı değildir, herkes kendisi düşünüp araştırıp kendisi karar verecek ve bunu uygulayacaktır. Yani din adamlığı kurumu (dini temsil etme işi) Hz. Muhammed’le birlikte yürürlükten kaldırılmıştır. Veya meseleye bir başka açıdan da bakarak şöyle demek daha güzel olup fayda sağlayacaktır. Artık herkes din adamıdır; herkes kendi dinini kendisi seçtiği gibi, yine kendisi arayıp araştıracak, bilmiyorsa bilenlere soracak ve yine kendisi kendi karar ve ictihadına uyacaktır. Kendi içi, iç dünyası ve ictihadı başka iken, büyüğümüz, önderimiz liderimiz ve kanaat önderimiz diye kendi görüşünden farklı olan bir görüşe uyarsa yaptığı bu amel yerine getirilmiş olmaz; iade edilmesi ve bunun yeniden yapılması gerekir. Mesela istikbali kıble meselesinde kendi görüşü kıblenin güneyde olduğunu söyleyen bir kimse, bu görüşünü terk ederek ağabeyinin veya hocasının ya da şeyhinin görüşü olan kuzeye doğru namaz kılarsa onun bu namazı kabul olmaz; artık o bunu yeniden kılması gerekir.

Gelip geçen bu zaman içinde de felsefe de dinden ayrılmıştır. Daha sonraları da fizik, kimya, biyoloji, sosyoloji, ekonomi ve politika da felsefeden ayrılmışlardır. Artık her ilim kendi kendini yönetmeye ve bir takım yeni, yeni kelime, isim, deyim ve terimler üretmeye başlamıştır.

İşte bugün zaman, zaman kullandığımız “sağcı” ve “solcu” kelimeleri de böyle siyasi ve sosyal hayatta üretilmiş olan yeni terimlerdir, diyebiliriz. Yani “sağcı”, bu bir yeni kelime olup siyaset ve fikir hayatında muhafazakârlıktan yana olan, gelenek ve göreneğe, mevcut düzenin değerlerine bağlı kalan kimse, birey ve toplum (hakiki ve hükmi şahsiyet) demektir. Mesela “sağcı yazar” ve “sağcı parti” ifadelerinde olduğu gibi. “Solcu” kelimesi de yeni bir kelime olup düşünce, siyaset ve ekonomide sol görüşü benimseyip gelenekçiliği ve muhafazakârlığı reddeden, sosyalizm taraftarı olan (kimse ve parti…) demek olur. (Misalli Büyük Türkçe sözlük)


İşte bugün sağcılık ve solculuk, sağcılar ve solcular dediğimizde daha çok siyasi eğilimleri dile getiren bu iki kelimenin renklerinin tonlarında her ne kadar zaman, zaman değişmeler meydana gelmişse de asıl bunların içeriğini dolduran şey, 1789 Büyük Fransız İhtilalinden sonra toplanan 1. Cumhuriyet Meclisi yani Milli Meclis olmuştur. Bu mecliste başkanlık kürsüsüne göre sağ taraftaki sıralara ihtilale karşı oldukları bilinen aristokratlar ve kilise temsilcileri, sol taraftaki sıralara da ihtilali yapan liberal burjuva temsilcileri oturmuşlardı. İşte bu oturuş durumuna bakarak kralcı aristokrat ve kilise temsilcilerine (yani eski düzen taraftarlarına) sağcı, ihtilalci burjuva temsilcilerine (yani yeni düzen taraftarlarına) da solcu denilmiştir. Böylece siyasi literatür de yepyeni bir kelime ve yeni bir terim kazanmış bulunmaktadır. Ancak bu tabirlerin zamanımıza kadar devam ede gelen kaypaklığı, onların menşeinde mevcuddur. Nitekim kralcıların meclisteki sayıları azalıp burjuvalarla sosyalistlerin siyaset mücadelesi başlayınca, bu defa burjuvalara sağcı, sosyalist ve komünistlere solcu denilmiştir.

Batı demokrasilerinde sağcılık genel olarak liberal kapitalist siyasi programlara bağlılığı, yani iktisadi hayatta özel mülkiyet ve özel teşebbüse, siyasi bakımdan klasik hürriyetlere taraftarlığı ifade eder. Solculuk da muhtelif derece ve şiddetlerde özel mülkiyete, özel teşebbüse karşı çıkan, iktisadi hayatta devletçi ve kolektivist görüşleri savunan siyasetlere taraftarlık etmektir, diyebiliriz.

Felsefi bakımdan sağcılık, materyalizme (maddeciliğe ve inkârcılığa) karşı olmak, madde ile beraber ruhun varlığına, Allah’a ve dine inanmaktır. Solculuk ise madde dışında ve ötesinde bir değer tanımamak, dini ve Allah’ı inkâr etmektir. Bu açıdan solculara göre sağcılık gericilik sayılır.

Sosyal değişme ve gelişme açısından, tekâmülcü (evrimci), toplumu ıslahat ve reformlar yaparak, büyük sarsıntılara uğratmadan kendi şartları ve kurulu düzenin mantığı içinde değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışan görüşler sağcı sayılır.

Dine dayalı veya dindar siyasi görüşler (Hıristiyan Demokrat v.b.) ve devleti din esaslarına göre kurmak isteyen (şeriatçı) siyasi programlar da sağcılığın kapsamı içinde yer alır, denilmiştir.

Kuran-ı Kerim’de de “sağcı” ve “solcu” tabirleri vardır. Yalnız Kuran’da sağcılar ve solcular diye çoğul olarak geçmektedir. Orijinal şekliyle “ashab-ül yemin” (sağcılar, sağ sahipleri ve sağda olanlar) (Vakıa 56/ 27), “ashab-üş şimal” (solcular, sol sahipleri ve solda olanlar) (Vakıa 56/ 41); bundan başka “ashab-ül meymene” (sağcılar, sağ sahipleri ve sağda olanlar) (Beled 90/ 18) ve “ashab-ül meşeme” (uğursuzlar) (Beled 90/ 19) kelimeleri geçmektedir. Şimdi bu kelimelerin üzerinde biraz durarak Kuran anlayışındaki sağcıları ve solcuları tanımaya çalışalım.

“ashab-ül yemin” derken “ashab” kelimesi “sahib”in çoğuludur. “Sahib” ise ister insan veya hayvan, ister yer ve zaman olsun, bir şeyden ayrılmayandır. Bu birliktelik ister bedenle olsun –ki bu asıl ve en çok olanıdır- isterse yardım ve destekle olsun fark etmez, aynıdır. (Rağıb, Müfredat). Bu kelimeye bazı sözlükler dostluk, arkadaşlık ve sahip anlamları vermişlerdir. “el-yemin”e gelince bu aslında sağ el demektir. Sağ el, sol elden daha kuvvetlidir, onun için sağa bu ad verilmiştir. El-yümnü, uğur ve bereket manasına olan kelime de buradan gelir. Çünkü araplar hayır ve bereketi yemine (sağa) nisbet ederler. İslam’dan önceki dönemlerde araplar önemli işlerinde neticenin iyi mi kötü mü, hayırlı ve uğurlu mu, yoksa hayırsız ve uğursuz mu olacağını anlamak için kuş uçururlardı. Kuşların uçuş yönlerine ve uçuş biçimlerine bakarak gelecekten haber verirler ve kehanette bulunurlardı. Gelecek hakkında böylece yorum yaparlar ve bilgi üretmeye çalışırlardı. Eğer bu kuş sağ tarafa uçarsa işlerin iyi gideceğine hayır ve uğurlu olacağına hükmederler, eğer sol tarafa uçarsa o zaman da bunu bir kötülük ve uğursuzluk sayarlardı.

Rağıb, Yüce Allah’ın “ashab-ül yemin ma ashab-ül yemin” (sağın adamları, nedir o sağın adamları!)(Vakıa 56/ 27) ayeti, saadet ve bereketlere mazhar olan kişileri anlatır. Bu da, insanların hayır ve bereketi sağ ile, kötülük ve uğursuzluğu sol ile ifade etmeleri esasına göre söylenmiştir. “yemin” kavramı, aynı zamanda bereket ve saadet için de kullanılır. Yüce Allah’ın “ve emma in kane min ashab-il yemin” (Eğer o, sağın adamlarından ise,) (Vakıa 56/ 90) “fe selamün leke min ashab-il yemin” (Ey sağcı) sana sağcılardan selam!)(Vakıa 56/ 91) sözü de bu anlamdadır, demiştir. (Bak. Müfredat, yemin maddesi).

Yemin etmede kullanılan “yemin” (sağ el) sözcüğü, elin istiare yoluyla kullanılmasıdır. Bu, sözleşen, yemin eden ve bu gibi kişilerin sağ ellerini kullanmalarındandır. Araplar ahitleşme ve sözleşme hususunda sağ elini arkadaşının sağ eline vurması ve dokundurup sürmesi alakasıyla yemin etmeye yemin adı verildi. Yani böylece sağ el aynı zamanda yemin etmek ve yemin demektir. Yeminin çoğulu “eyman” gelir. Nitekim şu ayetlerde bu kelime yemin anlamında kullanılmıştır. “Yoksa ne hükmederseniz mutlaka sizindir diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler (yeminler) mi var?” (Kalem 68/ 39). “Ötekiler (münafıklar), sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dair en ağır yeminleri ile Allah’a yemin ettiler.” (Nur 24/ 53).

Bazı İslam âlimleri “ashab-ül yemin”i “Böylece kitabı sağ eline verilen kimse, kolay bir şekilde hesap verecek” (İnşikak 84/ 7–8) ayetine dayanarak, amel defteri denilen kitapların kıyamet gününde sağ tarafından verilecek olan kimseler olarak anlamışlardır. Elmalılı bunu naklettikten sonra ashab-ı yemin hakkındaki kendi görüşünü şöyle açıklamaktadır: Ashab-ı yemin, yeminine sadık, sözünü tutan, işine sahip mutlu kişi manasını ifade edebilir ki, mukabili yemini bozan demektir. Ayrıca bu tabirin, Allah için yeminine sadık ve vefakâr anlamında kullanıldığı da söylenebilir. (Elmalılı, VII, 398).

Aslında Allah, ruhlar âleminde ve görevlendirdiği Peygamberler vasıtası ve gönderdiği kitaplar yardımı ile tüm insanlardan söz almıştır, ahit almıştır. Onun için ilahi kitapların bu sözleşmenin metinleri olduğunu söylemek mümkündür. Tevrat ve İncil’e eski ahid ve yeni ahid adı verilmesi de bunu gösterebilir. Ayette “Onlar o Allah’a verdikleri sözlerini tutmayanlar, Allah’ın yerine getirmelerini istediği emirleri yerine getirmeyenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlardır. İşte gerçekten zarar edecek olanlar da onlardır” (Bakara 2/ 27) buyrulmuştur. Bu ayetin tefsirinde M. Hamdi Yazır şunları söylemektedir: İlk yaratılışta “ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz” (Fatiha 1/ 5) kavramı üzere akıl ve yaratılış olarak, Allah ile aralarında yapılmış olan ezeli antlaşmayı, iman ve kulluk antlaşmasını, bu yaratılışa ait genel kanunu, yukarıda görüldüğü üzere, her iki taraftan antlaşma ile belgelenip tekit edildikten: bir taraftan kitaplar indirme ve peygamber gönderme ile takviye, diğer taraftan da kalb ve dil bakımından iman ve ikrar ile kuvvetlendirdikten sonra bu ilahi antlaşmayı ve misakı kendi kendilerine bozmaya ve kaldırmaya, çözmeye kalkışırlar. İman etmemeye ve imandan çıkmaya çalışırlar. (Hak Dini, I, 245)

“Şimdi Rabbinden sana indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen bir kimse, kör olan bir kimse gibi olur mu? Fakat bu anacak üstün akıllı ve temiz vicdanlı kimseler idrak ederler. Onlar ki, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar.” (Ra’d 13/ 19–20). Bu “ülu’l elbab” denilen üstün akıllı kimselerin devam eden ayetlerde 8 çeşit özellikleri zikredilmiştir. Ancak burada bizim konu ile ilgili olan “Allah’ın ahdini ifa ederler” ifadesi birinci sırada anılmıştır. Allah’a verilen söz, yemin ve ahid, Araf suresinin 172. ayetinde Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiştir. Onlar da “Evet buna şahidiz, demişlerdir.” İşte bu ilahi ifadede açıklandığı üzere, Allah Teala’nın rabliğini itiraf edip hükümranlığını kabul etmek şeklinde kendi öz benliklerinde taahhüt ettikleri tevhit ahdine vefa ederler. Ve bu misakı, sözleşmeyi bozmazlar. Vefasızlık edip sözlerinden dönmezler ve yeminlerini bozmazlar. (Elmalılı, V, 140).

Burada Kuran’ın sağcılar dediği kimseleri daha iyi ve daha kolay anlamak için biz, başka bir açıklama getirmek istiyoruz. O da “ashab-ül yemin” (sağcılar, sağ sahipleri ve sağda olanlar) derken “el-yemin” kelimesinin bilinen belli bir yemin olmasıdır. Arapçadaki teknik ifadesiyle bu Marife-bilinen malum bir kelimedir. Bu da insanların yaratılışta Allah’ın koymuş olduğu düzeni yaşama ve yaşatma konusunda Allah’a verilmiş olan ahit, söz ve yemindir. İşte bu söz ve yemin sahipleri, Allah’ın koyduğu hayat tarzını, sosyal, siyasi, iktisadi ve ailevi…düzenleri yaşamak ve yaşatmak için yeminine sahip çıkarak, sözünde duran kimselerdir. Bunlar iman ederler yani nizama girmeyi ve onun için ve onun içinde çalışmayı kabul ederler; böylece bunun faydasını hem dünyada görür ve hem de ahirette görürler. Solcular ise iman değil, “ayetlerimizi inkâr edenler ise işte onlar soldakilerdir.” (Beled 90/ 19) ayetinde ifade edildiği gibi küfrederler. Allah’ın koyup kurduğu düzeni kabul etmezler; O’nun emir ve nehiylerini dinlemezler. Onun için de dünya ve ahirette rezil ve rüsvay olurlar.

Bu sağcılar kesimine lafız ve söz olarak sağcı deyip de anlam olarak dürüst ve erdemli bir hayat yaşayanlar anlamını verenler de vardır. Bazı müfessirlere göre bu sağdakiler “inanıp doğru ve yararlı işler yapmakta” her zaman fazla önde olmayan, ama hata yaptıktan ve günah işledikten sonra tedricen dürüstlüğe ve erdemliliğe ulaşanlardır. (Razi). Ama bunlar “önde olanlar” kadar iyi bir hayata sahip olamasalar da nihai kazançları, onları ötekiler ile aynı ruhi doygunluk seviyesine ulaştırır. (M. Esed, III, 1105). Buradaki “önde olanlar” ise ayetteki “sabikun” grubudur. “ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman” (Vakıa 56/ 7) buyrulduktan sonra “ashab-ül meymene”, “ashab-ül meşeme” ve “es-sabikun” olmak üzere burada üç sınıf insandan bahsedilmektedir. Bunlar, sağcılar, solcular ve öne geçenlerdir. Burada hitap her ne kadar Kuranın indiği zamanki muhataplara ve şimdiki okuyuculara gibi görünüyorsa da aslında bu ifade tüm insanlığı kapsamaktadır. Yani ilk insandan itibaren kıyamet gününe kadar bütün insanlar bu üç grup içinde mütalaa edileceklerdir. (Mevdudi, Tefhim-ül Kuran, VI, 93). Medarik, bu üç sınıftan ikisinin cennete, diğer bir sınıfın da cehenneme gideceğini söylemiştir. (H.B.Çantay, K.H. ve Meal-i Kerim, III, 972).

Görüldüğü gibi buraya kadar biz, hem bugün halk dilinde kullanılmakta olan sağcı ve solcu tabirleri ile Kuran’ın ifade ettiği sağcı ve solcu kelimeleri üzerinde durup bunları açıklamaya çalıştık. Bugün dilimizde geçerli olan sosyal, siyasi ve ekonomik anlamdaki “sağcı” ifadesi, XVIII. Asırdan sonra batıda kullanılmaya başlamış olan kelimenin tercümesinden başka bir şey değildir. Yani dine inanmakla beraber bunun, insan ürünü düzenlerin mensubu olan ve sosyal, siyasal ve ekonomik yapıyı değiştirme değil, onların devam etmesini isteyen bir tip olduğunu söyleyebiliriz. Bizim kanaatimize göre Türkçemizdeki sağcı ile Kurandaki sağcı ifadesi bir birinden tamamen farklıdır. Kurandaki sağcı kelimesinin zamanımızdaki dilimizde kullanılmakta olan kelimelerden hangisi ile tercüme edebiliriz diye araştırma yapıp şöyle bir düşündüğümüzde bunu ancak “dinci” kelimesinin karşılayabileceğini görürüz. Dinci demek her şeye ama her şeye din gözlüğü ile bakan, ilahi vahyi ve kutsal emirleri merkeze alan kimse demektir. Hayata ilahi buyrukların hâkim olmasını isteyen kişilere bugün “dinci” diyorlar. Hâlbuki sağcıların genel olarak söylemek gerekirse böyle bir dertlerinin olmadığını ifade edebiliriz. Zira onlar, liberalizm ve kapitalizm gibi dünya düzenlerinin, demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi ve kadın erkek eşitliği gibi batı değerlerinin arkasında koşturup duruyorlar. Maalesef müslümanların bugün şunculuk ve bunculuktan ileriye giderek İslam’a ve İslami esaslara gelemedikleri gibi, sağcıyız diyenler de batı değerlerini ellerinin tersiyle itip henüz ilahi değerlere gelememişlerdir. Ben şeriatın aleyhindeyim diyen bir müslüman, müslüman olabilir mi? Behey şaşkın, bu nasıl bir Müslümanlık! Şeriat, Allah’ın emirleri, nehiyleri, buyruk ve tavsiyeleri demektir. Hiçbir kimsenin kanun koymaya ve bir kural getirmeye hak ve salahiyeti, güç ve kudreti yoktur. Onun için batı değerleri ve doğu değerleri diye bir şey olamaz. Ama var denirse, biz hayır, yok deriz ve uyum ve ahenkten ziyade, taazzuv etmiş, organik olarak organizmalaşmış bir düzenden ziyade bir çelişkiler dünyası var, diye cevap veririz. Toplum adına ve hayat adına bugün doku uyuşmazlığı içinde, bir takım acılar ve sancılar çeken krizden krize düşen bir yapıdan, yani bozuk düzenden başka bir şey yoktur. Bunların demokrasileri de ekonomileri de hep çelişkilerle doludur. Paralarını kiraya verip oturduğu yerden hiçbir ek emek veya risk ilave etmeden bedavadan paraya para kazandıranlar, vergi adına zulüm yapanlar, başkanlarının gözünün içine bakarak o parmak kaldırınca parmak kaldıran, adına milletvekili denen şu robotların davranışlarını sergileyenler… Sahi şu çalışan milletvekillerinin dışındaki sadece parmak kaldırma görevlisi olanların aldıkları maaşları neyin karşılığıdır hiç düşündünüz mü ve bu paraların helal olduğunu söyleyebilir misiniz?

Tüm güç, kuvvet, izzet ve şeref Allah’ındır. Kim ululuk, şan ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref, ululuk ve değer tümüyle Allah’ındır. (Fatır 35/ 10). Başka bir ayette “ama asıl şeref, Allah’a, O’nun elçisine ve inananlara aittir. Fakat ikiyüzlüler bunun farkında değildirler” (Münafikun 63/ 8) buyrulmaktadır. Yani şeref ancak Allah’a mahsustur. Hz. Peygamber Risalet-elçilik görevi, inananlar da iman etmeleri nedeniyle şereflidirler. Fakat kâfirlerin, fasık, facir ve münafıkların şereften bir payları yoktur. (Mevdudi, VI, 332)

Onun için Türkiye’deki sağcılık düşüncesinin İslami gerçeklerle uyuştuğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü aralarında değerler farkı bulunmaktadır. Ekonomileri faiz üzerine oturan, demokrasileri ise Allah’ın muradının ne olduğuna değil, insan istek ve iradesine dayanan, içtihat ve icma ile değil, kendi istek ve arzuları ile kanun yapan bir sistemin mensupları İslama hizmet etmiş olamazlar. Olsa, olsa bunlar, günü kurtarmak için geçici hevesler peşinde koşmaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Kanuniden beri kanun yapan bu kanun mensupları, her geçen gün aşağıya ve her geçen gün tükenmeye doğru sürüklenmektedirler. O nedenle yapılacak tek şey, eşyanın tabiatına uygun hareket ederek insan şeref ve onurunu ön plana alarak Allah’a kullukta birleşip herkesin eşit temsil edildiği kişiliğini yaşadığı, bir hukuk toplumunu, tüm organları ile uyum içinde olan, taazzuv etmiş tek bir uzviyet olan, iman, amel ve ahlak toplumunu yeniden kurmaktır.

Eğer bir gün müslümanlar, Kuranın öngördüğü sağcılık zihniyetine ererlerse yamalı bohçaya dönüşmüş ve birbirinden kopup parça, parça olmuş sistemlerin peşinde koşmayı bırakıp merkezde Allah var diyerek, kâinattaki tevhit birliğine erip bir iman toplumu olarak ilahi düzeni yeniden kuracaklardır. Bizim bu husustaki tavsiyemiz tüm müslümanların Kuran ve sahih sünnet ışığında yeni bir dünya kurmaya çalışanlara köstek değil, destek olmaları, yolun ortasındaki küçük bir taş parçasını kıyıya uzaklaştırmak gibi bir katkıda bulunmalarıdır. İyilerin iyilikleri, kötülerin kötülüklerini silip süpürür. (Hud 11/ 114) Çalışanlara başarılar diliyorum.

galipyetkin
7. February 2013, 06:56 PM
İhsan Eliaçık'tan

Kur'an'da 'Sağ-Sol' Var mı?


Mevcut Kur’an meallerin bir çoğuna göre Kur’an’da ‘sağcılar’ ve ‘solcular’ vardır.

Bu anlayışa göre Kur’an’da adı geçen ‘sağcılar’, o bildiğimiz sağcılar; muhafazakâr, milliyetçi, mukaddesatçılar olup ‘cennete’ girecekler, ‘solcular’ da o bildiğimiz sosyalistler, komünistler, anarşistler vs. olup cehennemi boylayacak olanlardır.

Gördüğü bildiği her ‘sağcı’ya cennetlik, her ‘solcu’ya da cehennemlik gözüyle bakan ‘kurtulmuşluk vehmi’ içinde bir yaklaşım…

Kur’an’da geçen ‘ashâbu’l-meymene’ veya ‘utiye kitabehu yemin’ tabirlerini sağ ehli/ sağın adamları/ kitabı sağından verilenler/sağcılar, ‘ashâbu’l-meş’eme’, ‘utiye kitabehu şimal’ gibi tabirleri de sol ehli/solun adamları/ kitabı solundan verilenler/ solcular diye çeviriyor ve bugünkü sağ-sol tabirlerinin kastedildiğini anlayarak, tanıdığı solcu birine “cehennemliksin” diye yaftayı basıveriyor. Kendisi gayet rahat ve asayiş berkemal (!)

Yapılan bir araştırmada Türkiye’de Kur’an’da en çok okunan surelerin Yasin, Mülk ve Vakıa vb. sureler olduğu ortayı çıkmış. Kur’an’ı neden okuduklarıyla ilgili bir soruya verilen cevap ise işin vehametini gözler önüne seriyor: % 88 ölmüş anne babasının ruhuna göndermek için… % 8 ‘benim de anne babama da okusana’ dendiğinde… % 2 de ‘41 Yasin sırasında bana düşeni okurken’… demiş. Anlamak için okuyanların oranı % 1. Sadece yazıyla yüzde ‘bir’.

“% 99’u Müslüman olan ülkemizde…” diye konuşmaya bayıldığımıza göre, o % 1’de kesin gayr-i Müslimlerdir. Çünkü gayr-i Müslim ölüsüne okursa Kur’an değil; İncil, Tevrat vs. okur. Kur’an’ı okursa ne diyor diye okur, % 1 de onlar yani.

Bu gayet acıklı ve hazin durumdan başka ne çıkar?

Halbuki ölülerinin arkasından okuduğu o surelerde geçen sağ, sol tabirleri üzerinde 15 dk. düşünse ne olduğunu anlayacak.

Şu halde Kur’an’da gerçekten sağcı-solcu diye tabirler geçiyor mu?
Geçiyorsa ne anlamda kullanıyor, bunların geçtiği yerler neresi?
Buyurun…

***
Nüzul sırasına göre aktarıyorum.

İlki Beled suresinde:

[Bilir misin, nedir zor olan? (12).Bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak (13).Açlık gününde doyurmak (14). Garip bir öksüzü (15). Yahut yerde sürünen bir yoksulu (16). Sonra iman edenlerden/güvenenlerden olmak, sabrı tavsiye edenlerden ve merhameti tavsiye edenlerden olmak… İşte ‘ashâb-ı meymene’ bunlardır (17).Kâfirlik edenler ise ‘ashâb-ı meş’eme’ olanlardır. (18). Onların, ateşe atılıp üzerlerine kilit vurulacak! (19).]

Görüldüğü gibi ayet bağlamında ‘ashâb-ı meymene’ köleleri özgürleştirenler, açlık gününde garipleri, öksüzleri doyuranlar, yerde sürünen yoksulu ayağa kaydıranlar (kaldıranlar olmalı.G.Y.), güvenip dayanışma içine girenler, acıları paylaşanlar (sabrı tavsiye), birbirine sevgiyle ve merhametle davrananlar (merhameti tavsiye) demek oluyor.

Ayette geçen ‘meymene’ kelimesinin, günümüzde politik bir kavram olarak kullanılan ‘sağcılık’ ile alakası yok.
Meymene yön işareti olarak sağ tarafta olan demek, “Yemen” de o kökten. Çünkü Yemen Kabe’ye batıdan yöneldiğinizde sağ/güney tarafta kalıyor. Keza Kabe’nin doğuya bakan tarafında iki tepe bulunur.

Güneyindekine Safa tepesi denirdi. Daru’l-Erkam’ın evi de güneydeki Safa tepesindeydi. Peygamberimiz Mekke’nin ilk yıllarında arkadaşları ile orada toplanırdı. Aynı şekilde yemen Y-M-N kökünden gelir, bolluk, bereket demektir. E-M-N şeklinde söylenişi ile, iman/güven manası kazanır.

Şu halde ‘âshab-ı meymene’ coğrafi olarak güney/sağ tepedeki evde toplananlar, etimolojik olarak Allah’a ve birbirine güvenenler, onun için biriktirmeye/toplamaya gerek duymayanlar, böylece bereketi/iyiliği yayanlar anlamındadır.

Ayetin sonunda geçen ‘ashab-ı meş’eme' ise yukarıda geçenlerin tam tersini yapanlardır: Köle sahipleri, öksüzü, yetimi, yoksulu görmeyenler, vermeyenler, kendine saklayanlar. Bunlardan dolayı aça, yetime ve yoksula uğursuzluk getirenler, şehre/ülkeye kabus gibi çöküp her türden uğursuzluğun/kıtlığın/eşitsizliğin/adaletsizliğin/ bereketsizliğin kaynağı olanlar…

Ayette köleleri özgürleştirmenin, açları/garipleri doyurmanın, yerde sürünen yoksulu kaldırmanın “iman”dan önce geldiğine dikkat ediniz.

***

İkincisi Hakka suresinde

“İşte o zaman kitabı sağından verilen haykıracak: “Gelin bakın kitabıma!(19). Zaten bir gün kitabımın böyle önüme konacağını biliyordum.” (20). Artık böyle olan mutlu bir hayat sürecek (21). Muhteşem bahçeler içinde (22). Her yanından meyveler sarkacak (23). Onlara, “Dünyadayken yaptıklarınızın karşılığı olarak yiyin, için, afiyet olsun.” denilecek (24).

Kitabı solundan verilene gelince; “Eyvah, ben bittim! Keşke kitabımı hiç görmeseydim (25). Hesabımın ne olduğunu öğrenmeseydim (26). Ne olurdu o ölümle iş bitseydi (27). Malım bir işe yaramadı (28 ). Saltanatım yer ile yeksan oldu!” diyecek (29). Ve bir ses; “Tutun onu, bağlayın (30). Atın cehenneme (31). Sıkı sıkıya zincirleyin, atın gitsin!” diyecek (32 ). Çünkü o, yüce Allah’a inanmıyordu (33). Yoksulu doyurmaya teşvik etmiyordu (34). Bugün de burada ona sahip çıkacak kimse olmayacak (35). İğrenç yiyeceklerden başka bir şey de verilmeyecek (36). Ki onu günahkârlardan başka kimse yemez” (37).

Görüldügü gibi ayette geçen ‘kitabı sağından verilenler’in sevinçli ve mutlu olacağı, ve bütün bunların dünyada (geçmiş günlerde) yaptıklarının karşılığı olduğu söyleniyor. Geçmiş günlerde yaptıklarının ne olduğu ise bir önceki Beled suresinde açıklanmıştı.

Kitabı solundan (şimal) verilenlere gelince bunların “mal ve saltanat sahipleri” olduğunu görüyoruz. Onlar “Malım bir işe yaramadı, saltanatım yok oldu” diyecek olanlardır. Ayete göre yine onlar “Allah’a inanmayan/yoksulu doyurmaya teşvik etmeyenlerdir.”

Müşriklerin Allah’a inandığı bilindiğine göre bu kime karşı söyleniyor? Allah’a inandığı halde yoksula bigane kalanlara! Kur’an’a gore ‘yoksulu doyurmaya teşvik’ etmeyenin başta namaz olmak üzere din namına yaptıkları (salât) boş, Allah’a inanma iddiası da geçersizdir. Yoksulla bağını koparan Allahsız, imansız ve namazsızdır!

Keza “şimal” kelimesi yön olarak kuzey/sol demektir. Çünkü o devirde Kabe’nin kuzeyinde/solunda müşriklerin toplandığı Daru’n-Nedve bulunurdu. Sonraları burası Emevî ve Abbasî ‘sultanlarının’ ikametgahı olarak kullanılmıştı. Şu an müezzin mahfili olarak kullanılıyor. (DİB, c.8, s. 555-556).

“Şimal” kelime kökü olarak da Ş-M-L kökünden gelir: Teşmîl, şumûl, şâmil… Türkçe’de de kullanırız: Alemşumûl, cihanşumûl, teşmil etmek, şumulluce açıklamak, her şeye şâmil olmak…

Şimâl sözlükte kapsamak, içine almak, hepsini kendine ait kılmak, tümüyle, etraflıca… manasına geliyor. Kur’an’da geçen toplamak (C-M-A), biriktirmek (K-N-Z), kubbe yapmak (K-B-B), çoğaltmak (K-S-R) kökleriyle aynı çağrışıma sahiptir.

Şu halde ‘ashabu’l- şimal’ toplayanlar, biriktirinler, kendine kubbe yapanlar, mallarını ve saltanatlarını çoğaltma/artırma yarışına girenler, bunun için Kabe’nin solundaki/kuzeyindeki Daru’n-Nedve’de toplanan şehrin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri, mal ve saltanat sahipleri demektir.

Nitekim bunun böyle olduğunu sonraki ayette daha açık göreceksiniz.

***

Üçüncüsü Vakıa suresinde:

‘Ashâbu’ş-şimâl’… Nedir ‘ashâbu’ş-şimâl’?(41). İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su (42). Kapkara boğucu bir duman (43). Ne serinletir ne rahatlatır (44). Çünkü onlar bundan once zenginliğin şımarttığı kimseler/mutrefîn idi (45). Büyük günahta ısrar ediyorlardı’ (46).

Görüldüğü gibi ayette geçen ‘ashâbu’-şimal’ın kelime manası kuzeydekiler/sol taraftakiler demek oluyor. Bunun ne demek olduğunu yukarıda açıklamıştık. Etimolojik olarak da kendilerini şehre ‘teşmil’ etmek isteyenler, her şeye ‘şamil’ olmak isteyenler, cihanşumul/kentşumul olmak isteyenler yani mal ve saltanat bakımından her şeyi kendilerine ait kılmak isteyenler, bunun için de toplayıp biriktirerek herkese hükmetmek isteyenler demek oluyor.

İşte bunlar zenginliğin şımarttığı kimseler/lüks içinde yaşayanlar (mutrefîn) idi. Ve bunlar büyük günahta ısrar ediyorlardı. Kur’an’da ‘büyük günah’ emeği sömürmek ve buradan mülk biriktirmek ve bununla lüks ve şatafat içinde yaşamakla ilgilidir. (bkz. “Büyük günah nedir?” başlıklı makalemiz).

Şu halde sağcı-solcu diye çevirilen bu tabirleri, hem tarihsel olduğu, hem de artık bugün kastedilen anlamları yansıtmadığı, tam tersi anlamı tersine çevirip çağın idrakine hitap edemediği için kullanmamak gerekir.
Bunların yerine örneğin ashab-ı meymene güvenenler, erdemliler, paylaşımcılar, iyiliği/bereketi yayanlar, ashab-ı şimal toplayıcılar, biriktiriciler, egemenler, ashab-ı meş’eme de uğursuz tecefiler, şer odakları vs. olarak çevirilebilir.

***
Kur’an’da sağcı-solcu diye çevirilen kelime ve tabirlerin geçtiği yerleri gördünüz. Toplam üç surede (Beled, Hakka , Vakıa) geçiyor.

Bunların günümüzün sağcı-solcu tabirleri ile hiçbir alakası yoktur. Olsa bile tam tersi manada kullanılıyor.
İdris Küçükömer’in “Aslında Türkiye’deki sağ sol, sol sağdır” demesi gibi bir durum var.

Kur’an’ın ‘soldakiler’ veya ‘kitabı solundan verilenler’ dediği; mal ve saltanat sahipleri, zenginliğin şımarttığı kimseler, lüks ve şatafat düşkünleri, köle sahipleri, öksüzü, yoksulu görmeyenler; tam tersi bunlara neden olanlardır.

Kur’an’ın ‘sağdakiler’ veya ‘kitabı sağından verilenler’ dediği; mal biriktirmeyenler, saltanata karşı çıkanlar, zenginlere itiraz edenler, lüks ve şatafata karşı çıkanlar, kölelerin özgürlüğünü savunanlar, öksüzün, yoksulun, yerde sürünenin, ezilenin davasını güdenlerdir.

***

Fransız Devrimi’nden sonra mecliste sağda oturanlar statükoyu savunanlar, solda oturanlar da satötükoya karşı çıkanlar olmuştu.

Mekke’de ise Kabe’nin solunda/kuzeyinde (Daru’n-Nedve) toplananlar statükocular, sağında/güneyinde (Daru’-l-Erkam) toplananlar statükoya karşı çıkanlar olmaktaydı.

Çağımızda sağcılık statükoculuk, solculuk ise statüko karşıtlığı ile bilinir.

Yani o devirde Ebu Cehil ve adamları coğrafi yön olarak solda/kuzeyde (şimal), siyasi ve sosyal davranış itibariyle ise sağda idiler.

Peygamberimiz ve arkadaşları ise coğrafi yön olarak sağda/güneyde (yemen), siyasi ve sosyal davranış itibariyle ise solda idiler. Pek tabiki coğrafi yön bugün için artık tarihsel, davranış ve tutumlar ise evrenseldir. O günde ve bugünde davranış ve tutum olarak nerede durulduğu önemlidir.

Günümüzdeki sağ-sol tabirlerini sokaktaki adamın algısıyla ele aldığımızda ve kabloları doğru bağladığımızda durum bundan ibarettir.

Kablo yumağı gibi iyice karışmış, yıpranmış, öznel anlamlar yüklenmiş bu tabirleri kullanmamak en iyisi. Nitekim “Yaşayan Kur’an” meal-tefsir çalışmamda sağ-sol tabirlerini hiç kullanmadım.

Fakat illa kulanacaksanız durum budur.

İnsanlara görünür manzarada ‘sağcı’ veya ‘solcu’ denmesine bakmayınız. Kur’an’ın ölçülerine göre bakınız: Mal, saltanat, köleler, garipler, öksüzler, yerde sürünenler ve yoksullar konusunda nerede durduğuna bakınız…

Saygılarımla.
Galip Yetkin.
Adil Medya'dan alıntıdır.

sevginur
8. February 2013, 01:27 AM
sevgili arkadaşlar vakıada geçen sağ sol kelimeleri hangi ayetlerde nasıl geçiyor neden sağ sol kavramı konumuş kuranda diye netten araştırırken Sayın murat kayacan' yazını okudum sizlerle paylaşmak istedim ve bu konun zekat konusunada nasıl örtüştüğünü fark ettim mlesef bilgisyarımdaki arıza yüzünden sık sık donuyor daha sonra sorularım olacak inşALLAH
Birde okadar heyecanlıyımki iman konusundada sağ sol olarak düşündüğümde sanki kavramlar ögrendikçe aklımızı zihnimize çığır açtırıyor
Sağ(cılık) ve Sol(culuk) Kavramları ile Bu Kavramların Kur'an Meallerindeki Kullanımları


ÖZET

Bu çalışma sağın ve solun kaynağını sergilemek, her iki kavrama İslam Dünyasında ve özelde Türkiye’de yaklaşımları ortaya koymak, aynı zamanda da Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da her ikisine yüklenen anlamı tasvir etmek amacındadır. Ayrıca hedefimiz, birtakım Türkçe meal sahipleri tarafından “sağcı” ve “solcu” olarak tercüme edilen Ashâbu’l-meymene, Ashâbu’l-yemîn, Ashâbu’l-meş’eme ve Ashâbu’ş-şimâl gibi Kur’anî kavramların günümüzdeki sağcılık ve solculuk ile ilişkisinin olup olmadığını ortaya koymaktır.

Anahtar kelimeler: Sağ(cılık), sol(culuk), Ashâbu’l-meymene, Ashâbu’l-yemîn, Ashâbu’l-meş’eme, Ashâbu’ş-şimâl


RIGHT(ISM) LEFT(ISM) and THEIR USAGE IN QURAN TRANSLATIONS

This paper tries to describe the origin of “right” and “left”, some of the approaches to them in the Muslim world especially in Turkey as well as the approaches of the Torah, the Gospel and the Quran to these concepts. It attempts to discover whether there is a relationship between them and Quranic concepts such as Ashâb al maymana, Ashâb al yameen, Ashâb al mashama and Ashâb al shimaal which have been translated by few Muslim Turkish Quran translators as “rightists” and “leftists.”

Keywords: right(ism), left(ism), Ashâb al maymana, Ashâb al yameen, Ashâb al mashama and Ashâb al shimaal
GİRİŞ

Sağ ve sol kavramları iki yüz yılı aşkın bir süredir tedavülde olup kullanılmaktadır ve politikaya sıçrayışı Fransız İhtilali ile yaşıttır.[1] Pek çok modern kavram gibi içeriği ve boyutları pek de belli olmayan bu iki kavram[2] siyaset düşüncesi ile eylemi dünyasını bölen ideolojiler ve hareketler arasındaki zıtlığı göstermek için kullanılmaktadır.[3]

I. Fransız Cumhuriyeti Meclisi’nde Kralın “sağ” tarafında oturanlar, geçmiş rejimi ve imtiyazları temsil eden aristokratlardı; ruhban sınıfının temsilcileri de aristokratlarla aynı safta, yani sağda yerlerini almışlardı. Bu Meclis’te Solu burjizavi temsil etmekteydi. Devrim öncesinde olduğu gibi devrim sonrasında da sağ kanatta toplanan aristokrasi ve kilise; eşitlik, değişim, vb. kavramlara şiddetle düşmandı. Bir dönem sonra Meclis’ten aristokrasi ve rahipler çekilirken, yerlerini burjuvaziye bıraktılar. 19. Yüzyıl sanayi devrimiyle Meclis’in sol tarafına işçi haklarını savunan temsilciler geçti. Böylelikle Fransa’da bir dönemin solcuları yeni dönemin sağcıları oldu. Doğuş yerinde bile sağ, her zaman ekonomik ve siyasal eşitliğe, özgürlük ve değişime karşı bir ideoloji olmuştur. Dolayısıyla bu ideolojnin bugün kapitalizmin en sıkışık yerinde güçlükle nefes alabilen geniş kitleler için sağlıklı, sahici ve samimi bir çıkış yolu olması tarihsel anlamda ve doğası gereği mümkün değildir.[4]

Sol için temel kavramlar; insan tabiatı, eşitlik, köklü sosyal değişim ve modernite (çatısı) altında kapitalizm analizidir. İmaduddin Halil çağın modası ve bilinen geleneğine göre solun; bilimsel, gerçek ilerici, işçilerin, köylülerin, halkların haklarını savunan, emperyalizm ve sömürü karşısında amansız bir düşman[5] olan fikir akımı olduğunu ifade etmektedir. Sağın önceliğinin; insan tabiatı, eşitlik-özgürlük ilişkisi,[6] gelenek-teamül-sadakat üçlüsü ve kapitalizm içinde özel mülkiyet olduğu ifade edilmektedir.[7] Giddens’a göreyse sağ-sol kombinezonu artık pek çözümleyici değildir. Kolaylıkla sol ya da sağ olarak tanımlanamayan popüler tutumlar da bu yaklaşımı destekler niteliktedir. Hatta birçok meselede insanlar arasındaki ayrım daha ziyade liberal ya da cemaatçi (communitarian) oluşlarına göredir.[8]

Sağ ve sol kavramlarının çıkış yeri olan Batı’da nasıl bir çerçeveye sahip olduğundan özetle söz etmemizin ardından bu iki kavram hakkında şu sorulara cevap arayacağız: Sağ ve (İslam ile arasında daha az irtibat kurulan) sol kategorileri İslam dünyasında ve özelde Türkiye’de nasıl algılanmış ve anlamlandırılmıştır? Tevrat, İncil ve Kur'an-ı Kerim’de bu iki kavrama ne tür anlamlar yüklenmektedir? Kur'an-ı Kerim’de mevcut ve “sağ-sol” kategorilerini çağrıştırır şekilde meallendirilen ayetlerin konusunun günümüzdeki sağ ve sol kavramlarıyla bir ilişkisi var mıdır? Sağcılar ya da solcular şeklinde meal verilen terkipler nasıl Türkçeleştirilirse daha isabetli bir meal verilmiş olur?
A. İSLAM DÜNYASINDA VE ÖZELDE TÜRKİYE’DE SAĞ VE SOL KAVRAMLARININ ALGILANIŞ BİÇİMİ ÖRNEKLERİ

Siyasi olarak kendini sağda veya solda görme eğilimi İslam dünyasında değişik şekillerde makes bulmuştur. Sözgelimi, Suriye'de İhvan[9] 1940'ların sonundan itibaren oldukça militan bir toplumcu tutum takındı. Popülistlerle ve Batı'yla işbirliğine karşıt sol gruplarla ittifak kurdu. Suriye İhvan liderlerinden Mustafa Mübarek, hareketlerinin "İslamcı Marksizm'i"[10] savunduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. 1949'da bu hareket, İslamcı Sosyalist Cephe'yi kurdu ve Batı’ya karşı savaşta öncülüğe devam etti. Bu durum 1959'da Suriye İhvanı'nın lideri Mustafa Sıbâi'nin bir müddet İslamî hareket üzerinde etkisini sürdüren İslam Sosyalizmi[11] adlı kitabının yayınıyla zirveye ulaştı.

Mısırlı müfessir Seyyid Kutub için ise sol-sağ, radikal-muhafazakâr, ilerici-gerici sorunsalı hiç bir anlam ifade etmiyordu. Kutub, insanları her şeyi reddedip yeni bir başlangıca davet ediyordu. Kutub'la birlikte İslamcıların kendilerini "İslami sosyalizm", "demokrasi" vb. ile tanımlamayı, saf İslam adına terk ettikleri bir dönem başladı.[12]

Bildiğimiz kadarıyla “İslami sol” kavramı ise ilk kez 80’lerin başında, sadece Mısır’da değil, genel olarak İslam dünyasında, özel olarak da Arap dünyasında en önemli temsilcisi olan Hasan Hanefi tarafından, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’un yayınladıkları el-Urvetu’l-Vuska dergisinin oluşturduğu geleneği yeniden diriltmek amacıyla çıkardığı derginin ilk ve tek sayısında gündeme getirilmiştir.[13]

Türkiye’ye gelince 1960 öncesinde bu topraklarda -Suriye’den farklı olarak- sağcılıkla, İslamcılık birbirinin eşdeğeri idi. İslamcılığı sağcılık temsil ederdi o yıllarda.[14] 1960'lı yıllarda bütün dünyayı saran Sosyalizm akımının Türkiye’de etkili olmasıyla, kendilerini milliyetçi-mukaddesatçı kanat olarak tanımlayan (Türkiyeli) Müslümanlar, bu noktadan sonra ısrarla sağcı ve anti-komünist kavramlarıyla kendilerini tanımlamaya başladılar.[15] 1960’lı yılların dergisi Hilal’de sağcılığın daha İslami tarifleri yapılmaya çalışıldı: "Sağ ne faşizm, ne liberalizm, ne de Amerikan kapitalizmidir. Sağ Hz. Peygamber'in yaptığı, beşeriyetin en büyük inkılâbından güç alan ilahi nizamdır, yani İslam'dır. Sağ İslamiyet, sağcı da Müslümandır." Dergi bir dönem böyle bir bakış açısına sahip olduysa da, özellikle 60'lı yılların ikinci yarısındaki yayın çizgisiyle büyük ölçüde İslam'ı milliyetçi, mukaddesatçı, mistik, sağcı, teslimiyetçi, uzlaşmacı ve gelenekçi unsurlardan[16] arındırmaya çalışan; dini kaynağından öğrenme gereğine inanan, sorgulayıcı, siyasi kimliği net bir anlayışın filizlenmesine zemin hazırlayan bir çizgiyi benimsemiştir.[17]

1980’li yıllara gelindiğinde, sağ meselesini genellikle bir kısım zümrelerin malı olarak gördüğü ideolojik çerçevenin dışında ele alan Ahmet Kabaklı’ya göre sağ; iman, sağduyu ve geleneklerdir. Bunların birleşmesiyle oluşan düşünce ve davranışlardır.[18] Yine o dönemde, Kabaklı’nın aksine Ali Bulaç “sağ” tabirinin doğuşundan itibaren şaibeli olduğuna ve hiç de övgüye değer bir içeriğe sahip olmadığına işaret ediyordu.[19] Ona göre, Türk Sağı birçok dezavantajı yanında din ve İslam olgusu karşısındaki ikiyüzlü tutumuyla da dikkati çekmektedir. Sağın sahici Müslümanlığı savunması mümkün değildir. Liberal kapitalizme olan yatkınlığı, militarist ve şoven –çoğunlukla ırkçı/milliyetçi- özü ve Jön Türkvari yöntemleriyle temelde İslam’ın devrim, ümmet ve adalet ruhundan rahatsızlık duyar. Jön Türkler, İttihad ve Terakki, Türk Ocakları ve Ziya Gökalp gibi akım ve kişiler aracılığıyla doktriner yapısı teşekkül etmiş sağın sahici İslamiyeti Durkheim sosyolojsinin tanımı içinde “ulusu ulus yapan birkaç unsurdan biri” olma özelliğinden öte bir değerde ve anlamda görebileceğini ummak yanlıştır. Doktriner sağ –ne ölçüde demokrat görünse bile- son tahlilde otoriter, merkeziyetçi ve anti-özgürlükçüdür. Türk Sağına göre İslamiyet, Türklüğü ve ulusal kimliği süsleyen bir motiftir. Müslüman çevreler ise onu vazgeçilemez bir dünya görüşü ve bir yaşam biçimi olarak görmektedir.[20]

Yine Bulaç’a göre Türk sağı ister istemez anti-İslamcı olmak zorundadır. Çünkü onun ideolojik ve politik beslenme kaynakları burjuvazi ve ilk Türk milliyetçileridir. Kendini sağcı olarak tanınmlamaktan özel zevk alanların gerçek İslamiyeti kavrama şansları da ne yazık ki çok zayıftır. Yine de genel sağ tanımı içinde yer alan sayısız bireyin iyi birer mümin duyarlılığı taşıdıklarını inkâr etmemek gerekir. Ancak bireyler değil de doktriner politika ve ideolojileri söz konusu ettiğimiz için bu bağlamda kendini Müslüman olarak tanımlayan kimselerin sağcılığı bırakması gerekir, bu bir zarurettir.[21]

Uğur Mumcu’ya göre, sağ ideoloji genel olarak, kurulu düzeni savunmaktadır. Kurulu düzen de kapitalizme dayandığı için belli ayrıcalıklarla doludur. Sağ ideolojide din, kapitalizmin geniş halk kitlelerince desteklenmesi için kullanılan bir propaganda konusu ve malzemesidir. Sağ ideolojide pratikte insan hakları diye bir konu da yoktur.[22]

1990’lı yıllara gelindiğinde ise, sağın tanımları konusunda şunlar ifade edilmektedir: Tanıl Bora’ya göre özeleştiriden yoksun, düşünümsel boyutları zayıf bir pragma ya da siyasa olan sağın[23] katı (milliyetçilik), sıvı (Muhafazakârlık) ve gaz (İslamcılık) olmak üzere üç hali mevcuttur.[24] Yine ona göre sağcılık, insanın iradî olarak seçmediği etnik köken, cinsiyet, din, mezhep, memleket gibi kategorileri mutlaklaştırma; politik ve kültürel düzlemlerde istikrar, statüko ve itaatten yana olma; tarihe hamasetle yaklaşma; otorite ve devleti yüceltme; popülerlik, uyumluluk, mutedillik ve tepkisizliği alışkanlık edinme anlamında bireysel ve toplumsal bir alışkanlıktır. Milliyetçilik ve muhafazakârlık birer politik akım olarak bu alışkanlıkların bilinçli olarak değer haline getirilmesidir.[25]

Genel olarak entelektüel olmadığı, belirsiz, mevcut değerlerin savunucusu ve yüzeysel olduğu kabul edilegelen[26] sağın; faşistinden serbest piyasa ekonomisini kabul edenine, dindar olanından milliyetçisine kadar ortak taraflarının ne olduğu belirlenemeyecek boyutta geniş bir kesimi nitelemek için kullanılmaktadır. Sağ yerli özelliklerini sağlamlaştırmak için daha çok kültüre ve tarihe yönelmektedir.[27]

Ahmet Alkan’a göre ise sağ; bekçiliğini yaptığı değerleri irdelemeyi hiç düşünmeyen, sınamayı hoş karşılamayan, gerçeğin hazır olduğunu varsayan bir akımdır. Sağ aydının görevinin de o gerçekleri izah etmek olduğu düşünülmektedir. Yaptıkları iş, tez ortaya koymak değil savunmadır. Mevcut pek çok şeyi öylesine muhafazaya soyunmuştur ki, ideolojisini paylaşmadığı siyasi otoriteyi bile devlet-i ebed müddet olarak kutsamıştır.[28]

Sağın ortaya koyduğu siyasetin temel yöneliminin; jakoben (tepeden inmeci), modernleş(tir)me projelerine karşı kültürel, siyasal alanda halkın değerlerine mümkün olduğunca saygılı, ekonomik alanda da liberal bir programa sahip bir modernleş(tir)me projesi olduğu da ifade edilmektedir.[29] Sağ adı verilen siyasi teşekküller, parti, kurum ve anlayışlar katı bir ideolojnin merkezde yer aldığı, bu ideoloji doğrultusunda hareket eden siyasal unsurlar olarak tavsif edilemez. Bu anlamda en doktriner sağ partilerin bile doktrinlerinin çekirdeğini oluşturan iddialardan reel-politik şartları sebep göstererek rahatlıkla vazgeçtikleri söylenebilir.[30] Sağ siyasal retorik; ekonomi-politik anlamda statüko karşıtı ve değişimci; kültür-politik anlamda teoride muhafazakâr, pratikte eyyamcı; telojik-politik anlamda ise hem teoride hem de pratikte alabildiğine oportünisttir.[31]

İlhami Güler’e göre ise, insanların ve toplumların sağcı oluşunun biri antropolojik diğeri teolojik iki nedeni vardır. Antropolojik açıdan sağcılık eğilimi, insanların ve toplumların fıtratında var olan içinde bulunulan doğal halin mutlaklaştırılmasıdır. Bir fikir ve irade olmaktan çok bilinç dışı ve içgüdüsel bir durumdur. Bu durumda ahlak programlarının, ibda ve inşa anlamında fikrî ve felsefî hareketlerin muhtevası, insanın bu doğal haline karşı bir duruştur. Sağcılığın teolojik nedenine gelince; tarih boyunca dinlerin “genel olarak sağcılığın yatağı” olduğu bilinen bir husustur. Peki, neden birçok “dindar” kimse; katı muhafazakâr, gelenekçi, statükocu, değişime karşı istikrardan yana, itaatkâr, otoriter, dogmatik, mutaassıp ve de fatalisttir? Güler’e göre bunun en önemli nedeni dinlerin merkezindeki Tanrı tasavvurudur.[32]

İslam ile irtibatı sağa kıyasla pek az kurulması nedeniyle,[33] özetle söz edecek olursak “sol”[34] ise mevcut değerlere karşıdır[35] ve sınıf mücadelesi temelinde ekonomiye ağırlık vermiştir.[36] İslamcılar ve muhafazakâr halk nezdinde solculuk çoğu kez dinsizlikle özdeşleşen bir anlam taşımıştır.[37] Sağcılığın karşıtı olan dinamiklik, başkaldırı, özgürlük, sürekli eleştiri vb. bazı hususlara 18. Yüzyıldan itibaren “sol” denilmektedir. Fakat “sol” tabiri sağcılığın bütün karşıtlarını tüketmez. Bu nedenle sağcı olmayanın zorunlu olarak “solcu” olduğu söylenemez. Ayrıca tarihte ve günümüzde birçok “sol” hareketin sağcılaştığı da bilinen bir husustur. Sağcılığın zorunlu karşıtlığı dinamizm, var oluşun ve değişmenin farkında olma, eleştiri silahını elden bırakmama, alışkanlık veya nam-ı diğer adet, töre, örf ve gelenekler içinde uzun süre mayalanıp çürümeme ve etnik köken, cinsiyet, din, mezhep ve memleket gibi iradi olmayan verili tarihsel kategorileri mutlaklaştırmamadır.[38] Bulaç’a göre Türk solu daima ve ötedenberi din olayına ve İslam olgusuna karşı olmuştur. Bundan dolayı bu toplumda derin tarihsel, kültürel ve sosyolojik kökleri olmayan türedi bir ideolojidir.[39]
B. KUTSAL KİTAPLARDA SAĞ VE SOL
1. Kur'an’da sağ ve sol

Kur'an-ı Kerim Hz. İbrahim’in, putları sağ eliyle vurup kırdığını belirtmektedir.[40] Allah Hz. Musa’ya Tur dağının “sağ tarafından” seslenmiş ve onu, hususi bir konuşmada bulunmak üzere kendisine yaklaştırmıştır.[41] Büyücülerin hilesini sona erdirecek olan asası da onun sağ elindedir.[42] Düşmanlarından kurtulmaları sağlanan İsrailoğullarına Tur’un sağ yanına gelmeleri için süre tanınır ve onlara kudret helvası ile bıldırcın eti lutfedilir.[43]

Ahirette, mümin erkeklerle mümin kadınlar, nurları onların önlerinden ve sağlarından, (amellerinin) aydınlatıp giderken onlara, “Bugün müjdeniz, zemininden ırmaklar akan ve içlerinde ebedi kalacağınız cennetlerdir.” denilir.[44] Önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydınlatıp giden kimseler de, "Ey Rabbimiz! Nurumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin." derler.[45] Ahirette kitabı “sağ tarafından” verilen kimse: "Alın, kitabımı okuyun." deme rahatlığına sahiptir.[46]

Köle azat etmek, kıtlık gününde yakınlığı olan bir yetime veya hiçbir şeyi olmayan yoksula yemek yedirmek, iman edip de sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmak[47] gibi güzel hasletlere sahip “sağdakiler” ahirette cennettedirler.[48] Onların ahirette işi kolaydır.[49] Her insan topluluğunun önderleri ile birlikte çağırılacağı o günde amel defteri “sağından verilenler” en küçük bir haksızlığa uğramamış bir şekilde amel defterlerini okuyacaklardır.[50]

Peygamberlere karşı olumsuz tavır alanlar,[51] ahirette birbirlerini suçlayıp dururlarken, inkârda önde gidenlere tâbi olanlar: “"Gerçekten siz bize, sağ taraftan geliyordunuz." diyeceklerdir.[52] Bununla inkârcı önderlerin hak tarafından yanaştıklarını ancak onları haktan uzaklaştırdıklarını ifade etmektedirler.[53] Zeccac “sağ taraftan gelmelerine” dair sözlerin (yoldan çıkan) inkârcıların tavırlarıyla ilişkili olduğunu söylemektedir. Yani ayetteki ifadenin sahipleri; inkârcıların onlara ikna edici gerekçeler getirdiğini, din tarafından yaklaşıp asıl dinin ve hakkın “saptırdıkları şeylerin ta kendisi” olduğunu ileri sürdüklerini ve sapıklığı onlara süslediklerini söylemek istemektedirler.[54]

Allahu Teala’ya karşı gelmesinin ardından şeytan; insanların önlerinden, arkalarından, “sağlarından, sollarından” sokulacağını ve O’nun çoklarını şükredenlerden bulmayacağını söylemektedir."[55] Allah'ın yarattığı şeylerin gölgeleri, küçülerek ve Allah'a secde ederek “sağa sola” dönmektedir.[56] İçinde yaşadıkları toplumun zulmünden hicret edip mağaraya sığınan gençlerin mağarasına vuran güneş doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder; batarken de sol taraftan onlara isabet etmeden geçerdi. Onların mağarada uykuda oldukları halde onları gören uyumadıklarını sanırdı. Onları Allahu Teala sağa sola çevirirdi.[57] Kur'an-ı Kerim’de anlatılan ve ibret almamız istenen Sebe kıssasında onlardan “yiyip içip Rablerine şükretmeleri istenmekte”dir. Şükredecekleri şey de “biri sağda, diğeri solda” iki bahçedir.[58] İnsanın yapıp ettiklerini yazan iki melek vardır ki biri insanın “sağında diğeri de solunda”dır.[59]

Kur'an’da bunların dışında sağ ve soldan söz eden ve siyasal anlamdaki sol ve sağ ile irtibatlı olduğu sanılmaya müsait meali verilen ayetler de mevcuttur. Onları Ehl-i Kitab’ın kutsal metinlerinde sağ ve sol kelimelerine yüklenen anlamı ortaya koyduktan sonra, ayrı bir bölümde ve detaylı bir şekilde ele alacağız.
2. Tevrat ile İncil’de sağ ve sol

Tevrat’a göre de –nötr anlamlı kullanımları hariç tutarsak Kur'an’da olduğu gibi- sağ olumlu sol ise olumsuzdur. Hikmetli adamın yüreği sağında, akılsızınki ise solundadır.[60] Allah’ın sağ eli korkunç bir güce sahiptir, (o elinin) altında düşmanlar kırılır.[61] O, (İsrail’i) koruyucu olan Rab’dir. O, (İsrail’in) sağ yanında gölgedir. Gündüz güneş ve geceleyin de ay ona zarar veremez.[62] Rab, sağ eli ve kutsal koluyla harikalar yapmış ve zaferler kazanmıştır.[63] Salih kişilerin çadırlarında sevinç ve zafer çığlıkları şöyle çınlamaktadır: “Rabbin sağ eli yiğitlikler yapar! Rabbin sağ eli üstündür!”[64]

İncil’de sağ, iyi olan/kabul edilen şeylerle irtibatlı olarak kullanılırken sol olumsuz bir niteliğe sahiptir. Allah çarmıha gerilerek öldürülen İsa’yı önder ve kurtarıcı olarak kendi sağına yükseltmiştir.[65] Hz. İsa balık tutmada başarılı olamayan havarilere ağı kayığın sağ yanına atmalarını bu sayede balık tutabileceklerini söylemektedir. Havariler, o kadar çok balık tutarlar ki artık ağı çekemez olmuşlardır.[66] “İnsanoğlu kendi görkemi içinde tüm melekleriyle birlikte gelecek ve görkemli tahtına oturacak. Ulusların hepsi O’nun önünde toplanacak. O da koyunları ve keçileri ayıran bir çoban gibi, onları birbirinden ayıracak. Koyunları sağına, keçileri soluna alacak. O zaman Kral, sağındaki kişilere ‘Sizler, Babamın kutsadıkları, gelin!’ diyecek, ‘Dünya kurulduğundan beri sizin için hazırlanmış olan egemenliği miras alın. (...)’. (...) Sonra solundakilere şöyle diyecek: ‘Ey lânetliler, çekilin önümden! İblis ile onun melekleri için hazırlanmış sönmez ateşe yollanın.”[67]
C. KUR'AN MEALLERİNDE “SİYASAL ÇAĞRIŞIMLI SAĞ VE SOL” MEALİ VERİLEN AYETLER

Açıklamalı meal yazarı Hasan Basri Çantay (1887-1964) Vakıa suresindeki 8. ve 9. ayetlere şöyle meal vermektedir: “Sağcılar(a gelince) o sağcılar ne mutludurlar! Solcular(a gelince) o solcular ne bedbahttırlar!” Çantay ayetlerin orijinalinde geçen (أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ) Ashâbu’l-Meymene ve (أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ) Ashâbu’l-Meş'eme ifadelerine verdiği anlama benzer şekilde (أَصْحَابِ الْيَمِينِ) Ashâbu’l-yemîn[68] ve (أَصْحَابُ الشِّمَالِ) Ashâbu’ş-Şimâl[69] ifadelerine de yine sağcılar ve solcular şeklinde meal vermiştir.[70] Ahmed Davudoğlu’nun tercihi de sözkonusu ifadeleri sağcılar ve solcular olarak Türkçeleştirme yönünde olmuştur.[71] Birçok mealde Ashabu'l-Yemin'e "sağcı", Ashabu'ş-Şimal'e "solcu" denildiğini söyleyen Ali Bulaç’ın iddiasının[72] aksine, meal yazarlarının çoğu ideolojik çerçeveye sahip “sağcı” ve “solcu” kelimelerini meallerinde kullanmamakta gayet özenlidir.

Bazı meal yazarlarınca sağcı ve solcu şeklinde meal vermeye malzeme teşkil ettiği düşünülen ayetlerde bu kelimelerden ne kastedildiğini ortaya koymak, siyasal içeriğe sahip sağ ve sol kavramlarıyla Kur'an’daki ifadelerin bir ilişkisinin olup olmadığını gösterme açısından önemlidir. Bunu gerçekleştirirken konuya ilişkin kavramların Arapça orijinallerini çoğunlukla Latin harfleriyle vereceğiz.


1. Sağ: Ashâbu’l-yemîn ve Ashâbu’l-meymene
a. Ashâbu’l-yemîn

Sol (شأم) kelimesinin zıddı olan ve sağ taraf anlamındaki yemin (يَمِينِ)[73] kelimesi ve türevleri bereketli, kuvvet, kudret, iyi, hak ve ant anlamındadır. Aynı kökten gelen Yemen’in Kâbe’nin sağında kaldığı için bu adı aldığı söylenmektedir.[74] Ashâbu’l-yemîn, kıyamet gününde amel defterleri sağ taraflarından verilecek olan[75] bereketli, uğurlu ve mutlu kimselerdir.[76]

Ashâbu’l-yemîn ifadesi Kur'an’da dört ayette beş defa geçmektedir: “Ashâbu’l-yemîn (sağdakiler), ne mutlu o Ashâbu’l-yemîne!”[77] ayetinde kastedilen onların saadete eren kimseler olduklarıdır.[78] Diğer bir ayette cennette verilen nimetlerden söz edilmesinin ardından, “Ashâbu’l-yemîn içindir (bu nimetler).”[79] denilmektedir.

Ashâbu’l-yemîn’e defterlerini sağdan alacak olan dostlarının selamı iletilmektedir: “Eğer o, Ashâbu’l-yemînden ise, sana Ashâbu’l-yemînden selam!"[80] O anda canının boğazına gelip dayandığı saniyede bu selâm ne gönül okşayıcı, ne hoş bir armağandır! Defterleri sağdan verilecek olan yoldaşlarının ilerdeki dostluğu onun gönlünü şenlendirir.[81]

“Her nefis kendi kazancına bağlıdır (ona göre rehin alınmıştır). Ancak Ashâbu’l-yemîn hariç.”[82] ayetindeki Ashâbu’l-yemîn ifadesine dair, Ali bin Ebi Talib ve İbn Ömer onların “Müslümanların çocukları olduğunu” söylerken, bu yorumun gerekçesi olarak onların günah yüklenmemiş olmaları gösterilmektedir.[83] Mukatil ise Allah’ın misak aldığı günde Adem’in sağ tarafında bulunan cennetlikler olduğunu söylemiştir.[84] Sumeyt ibn Aclân’ın “günah içinde gafletli bir dönemin ardından tevbe edip hayatını o doğrultuda sürdürüp vefat eden kimseler” olduğu görüşüne ek olarak[85] onların melek ya da Allah’ın hizmeti için seçtiği kullar olduğu da ifade edilmektedir.[86] Hasen(u’l-Basri) ve İbn Keysan ise bunların ihlaslı Müslümanlar oldukları, sorumluluklarını yerine getirdikleri için de ahirette rehin alıncak bir durumlarının söz konusu olmadığı kanaatindedir.[87]
b. Ashâbu’l-meymene

Ashâbul-meymene, ifadesi iki ayette üç defa geçmektedir: “Sağın adamları (var ya) ne mutludurlar o sağın adamları!”[88] “(Güzel amelleriyle sarp yokuşu[89] aşan) O kimseler var ya işte onlar sağın adamlarıdır.”[90] Bunlar cennet ehlidir. Bunlar, ya amel defterleri sağ taraflarından verilenler[91] olduklarından ya onların sağ tarafları Allah'tan bir nûr ile aydınlandığından[92] ya da yemin sözü ile güzel ve iyi olan şeylere işaret edildiğinden, yemîn kökünden türemiş olan meymene ile isimlendirilmişlerdir.[93]

Ashâbu’l-meymene terkibinin cennete sağ taraftan götürülen kimseler olduğu da ifade edilmektedir. Süddî[94] ve İbn Abbas Ashâbu’l-meymene’nin Adem’in sulbünden zürriyeti çıkarıldığında onun sağında yer alan kimseler olduğunu söylemiştir. İbn Cüreyc’e göre bunlar iyilik yapan, el-Hasen ve Rabî’e göre ise güzel amelleri nedeniyle kendilerine uğur getiren kimselerdir. el-Müberrîd’e göre, Ashâbu’l-meymene (dinde) öne geçen kimselerdir.[95] Ashâbu'l-meymene lafzının ayette tekrarlanmasından maksat ise Ashâbu'l-meymenenin elde edecekleri sevabın, çok olacağını anlatmaktır.[96] Ayetteki مَا أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ (Ne Ashâbu’l-meymene!) "Ne" (مَا) lafzının tekid ve lafzın anlamının da şöyle olması mümkündür: Kitapları (amel defterleri) sağ taraflarından verilecek olanlar, işte onlar ileriye geçecek ve mevkileri yüksek olacak olanlardır.[97] Onların sonsuz mutluluk ve güzel bir yaşayış imkânına kavuşmalarına da işaret edildiği de söylenebilir.[98] Ashâbu'l-meymene ifadesinin “doğruyu bulmuş olanlar” manasında mecaz olarak kullanılması da söz konusu olmuş olabilir. Sağ taraf, meclis ve mahfellerde saygı ve hürmet mevkii olduğuna göre, " Ashâbu'l-meymene" hürmet makamında bulunan yüksek şeref sahipleri demek olur.[99]

Onlar, o yüksek vasıflarla nitelenmiş olan o kahramanlığı yapan, esir kurtarmak veya öyle zor bir günde bir yetime veya çaresize yemek yedirmek suretiyle can kurtaran, bunlara gücü yoksa iman edip de birbirine sabır ve merhamet tavsiye etmek suretiyle teselli ve kalp kuvveti vermeye çalışan müminler, mutluluk sahipleri, kitapları sağ taraflarından verilecek kişiler, kendilerine ve başkalarına uğurlu kimselerdir.[100] “İşte bunlar, amel defterleri sağlarından verilenlerdir.”[101] Aynı zamanda bu gibi kimseler hayra vesile olan ve kendilerinden istifade edilen kişiler olmaları sebebiyle meymenetli diye nitelendirilirler. Bunlar öyle çok meymenet sahibi zatlardır ki uğur ve bereketleri her yönden gıpta ve hayrete şayandır.[102]
2. Sol: Ashâbu'ş-şimâl ve Ashâbu’l-meş’eme
a. Ashâbu'ş-şimâl

Ashâbu'ş-şimâl, bedbaht kimselerdir ve bu lafızla, Ashâbu’l-yemînin karşısında yer alan ve kitapları kendilerine sol yanlarından verilen, hor ve hakîr durumda olan kimselere işaret edilmiştir.[103] Sonra, Cenâb-ı Hak, Ashâbu’ş-şimâlden daha geride olan ve kendilerine olan kızgınlığın şiddetinden dolayı yüzlerine bile bakılmayacak olan en gerideki bir başka topluluktan bahsetmiştir.

Ashâbu’l-meş’eme ile aynı anlamda olan ve kitaplarını sol taraflarından alan cehennemlikleri tanımlamak için kullanılan[104] Ashâbu’ş-şimâl[105] tabiri Kur'an-ı Kerîm'de Vakıa suresinin kırkbirinci ayetinde geçmektedir. Bu kimselerin dünyadaki davranış ve tutumları şöyledir: “Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefâhete dalmışlardı. Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı. Ve diyorlardı ki: ‘Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?"[106] Müşrik oldukları ifade edilen[107] bu varlıklı kimseler; kendilerine mühlet verilmiş, şımartılmış keyiflerine düşkün ve hiçbir şeye aldırış etmeyen kimseler idiler. Onların kibiri, dünyevi güçleri, pozisyonları, ailelerinin toplumdaki nüfuzu ve sahip oldukları insan gücünden dolayı idi. Halbuki her türlü dünyevi güç, kaybolup gidecek bir gölgeden başkası değildir.[108] Müfessirlerin çoğu, bu kesimin işlediği büyük günahın[109] şirk olduğu kanaatindedir.[110] Bu büyük günahın diriliş olmadığına dair yeminleri anlamına geldiği de söylenmiştir.[111]
b. Ashâbu’l-meş’eme

Meş’eme’nin (مشأمة) türediği شأم kelimesi يُمْنِ kelimesinin zıddıdır. Bu kelime ve türevleri, doğurgan olmayan kadın, sıkışık mekân, kötü komşu, kişinin içinde bulunduğu topluma zarar vermesi, sol tarafına almak,[112] zararlı, faydadan yoksun anlamlarına gelmektedir. Şam (شأم) bölgesinin de Kabe’nin solunda kaldığı için bu adı aldığı söylenmektedir.[113] Ashâbu’l-meymenenin zıddı olan Ashâbu’l-meş’eme ifadesiyle[114] söz konusu kesime mensup olanların kötü hallerine işaret edilmektedir.[115] Meş’eme terimi aynı zamanda tahkir ve gazap ifadesidir.[116] Sol tarafı,[117] sol kolu, uğursuzluğu[118] ve “kötülüğe batmışlık durumunu” ifade etmek için de kullanılır. Bu mecazın kökeni, gelecekteki bazı olayların, kuşların belli dönemlerdeki uçuş yönlerine bakılarak tahmin edilebileceği inancına dayandığı da ifade edilmektedir. Uçuş sola doğru ise uğursuzluk demektir. Bu eski inanış zamanla dilin kullanımına yansımış, böylece “sol” kavramı, az veya çok “uğursuz” ile eş anlamlı hale gelmiştir. Kur’an'ın deyimsel kullanımında bu kavram, “eğrilik/kötülük”e dönüşmüştür.[119]

Ashâbu’l-meş’eme şeamet ve uğursuzluk getiren değersiz, meymenetsiz, kendilerine ve başkalarına uğursuzluğu dokunan kimselerdir ve bu tabir iki ayette geçmektedir. İlk ayette Ashâbu’l-meş'eme hayırsız, imansız ve kâfir kimseler[120] için kullanılmıştır: “Solun adamları ise ne uğursuzdurlar onlar!”[121] İkinci ayette ise, “Âyetlerimizi tanımayanlar ise, onlardır işte uğursuz kimselerdir.”[122] denilmektedir. Muhammed b. Ka’b’a göre onlara Ashâbu’l-meş’eme denilmesinin nedeni, kitaplarının sol taraftan verilmesinden,[123] Süddî’ye göre, onların Adem’in sol tarafından alınıp yaratılmalarından,[124] Yahya b. Sellâm’a göre kendilerine kötülük etmelerinden[125] veya cehenneme sol taraftan götürülenlerden olmalarından dolayıdır.[126] İbn Cüreyc’e göre bunlar kötülük yapan, el-Hasen ve Rabî’e göre ise kötü ve çirkin amelleri nedeniyle kendi başlarına iş açan kimselerdir. Onları sonsuz keder, kötü bir hayat[127] ve şiddetli bir azap beklemektedir.[128] Onlar yalanlayan ve sapkın kimselerdir.[129] Ashâbu’l-meş’eme de sol tarafta, alçak yerde bulunan değersiz yahut kendilerine ve yakınlarına uğursuzluğu dokunan kimseler olunca her iki anlama da delalet edecek şekilde lafız -Vakıa suresi 9. ayette- tekrarlanmaktadır.[130] Böylece de durumun önemine ve hayret edilecek bir hal olduğuna dikkat çekilmiş[131] ve karşı karşıya kalacakları azabın çok olacağına[132] işaret edilmiş olmaktadır.
SONUÇ

Gerek Ashâbu’l-yemîn gerekse Ashâbu’l-meymene tamlaması "uğur, bereket"; ve yine gerek Ashâbu’ş-şimâl, gerekse Ashâbu'l-meş'eme tamlaması ise "uğursuzluk, kötülük” ile ilişkili olmakla beraber esasen bunlar Araplardaki “hayrın sağdan ve şerrin sol taraftan geldiği” tela kkisiyle bağlantılıdır. Yine, Arapça'da bu mâna ile ilişkili olarak söz konusu tabirlerden birincisi değerli ve yüksek mevkideki insanları, ikincisi de düşük mertebede bulunanları ifade etmek üzere kullanıllmaktadır. Bu bilgiler dikkate alınarak, -bağlama göre farklı tercümeler yapılabilirse de- "Ashâbu'l-meymene" ve "Ashâbu'1-yemîn" terkipleri meal verilirken aynen bırakılabilir. Bununla birlikte, illa da Türkçeleştirmek tercih edilecekse “sağcılar” şeklindeki çeviriden ziyade “amel defterleri sağlarından verilenler/ahirette mutluluğa erenler/Allah'ın razı olduğu tavırları ve tutumları benimseyenler/O'nun katında değerli kimseler" şeklindeki çeviriler yeğlenmelidir. Aynı şekilde, Ashâbu’l-meş'eme ve Ashâbu’ş-şimâl deyimleri de lafız korunarak meallere yerleştirilebilir ya da bu terkipler tercüme edilecekse “solcular” yerine “bedbaht kimseler/kötülüğe batanlar/defterleri soldan verilenler” şeklinde verilen mealler tercih edilmelidir.

Bu ifadeler Kur'an’da doğrudan ekonomik ve(ya) ideolojik bir işleve sahip değildir. "Ashâbu’l-yemîn: Sağ Ehli", "Ashâbu'ş-Şimâl: Sol Ehli" demektir. Nasıl "ateş ehli" anlamındaki "Ashâbu'n-Nar"ı, "ateşçi"; Hıristiyan ve Yahudileri kasteden "Ehl-i Kitab"ı "kitapçılar" olarak anlamlandırmıyorsak benzer şekilde "Ashâbu’l-yemîn" ve "Ashâbu’ş-Şimâl" ifadelerini, siyasal içerikli sağcı ve solcu kelimelerini kullanarak tercüme etmemek gerekir. Araplar sağcıya "Yemînî" (يميني), solcuya "Yesârî" (يساري) demektedir. Kur'ân'da veya sünnette yemînî ve yesârî kullanılmamaktadır.

Felsefi olarak bir siyasal rejimin destekçileri anlamındaki sağcılar ve karşıtları anlamındaki solculardan mütevellit sağcılık ve solculuk terimlerinin İslam ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Hiçbir Müslüman kendisini İslam dışı sistemler içinde asla “sağcı” olarak tavsif etmemelidir. Belki de –Allahu rahmet etsin- Seyyid Kutub'un da belirttiği gibi İslam'a herhangi bir dış katkıyı radikal bir şekilde reddetmek gerekmektedir.

Kur'an-ı Kerim’de sağ ve sol ifadelerinin siyasetle alakalı olarak yorumlanması mümkün değildir. “Siyasal çağrışımlı sağcılar ve solcular” şeklinde meali verilen dört terkip de Mekki surelerde geçmektedir. Dolayısıyla ortada İslami bir düzen de yoktur ki, o ayetlerde sağcılıktan ve solculuktan bahsedilmiş olsun. İnananlara yakışan isim "Müslüman"dan başkası değildir: "O (Allah), sizi 'Müslüman' olarak isimlendirdi."[133] "Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve 'ben Müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?"[134] Allahu Teala Müslümanları ne sağda ne solda fakat “orta yolda”[135] bir ümmet kılmıştır. Takvaya uygun olan da budur.

http://www.muratkayacan.net/content/view/607/29/