PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Mülk kavramı üzerine


Barış
26. January 2009, 05:28 AM
MÜLK KAVRAMININ İSLAM LİTERATÜRÜ VE KÜLTÜRÜNDEKİ İÇLEM VE KAPLAMI (Makale-11)


Bu kavramın içerdiği üç önemli husus hakkıyla bilinmeden, hak dinin Sosyo ekonomi politiği bilinemez. Bu bilinmeyince de, nübüvvetin aslı bilinemez. Aslı bilinmeyince de her Nebi sonrası çıkan ihtilafta dalalet ehlinin kazanması sonucu girdiği yolun niteliği saptanamaz. Bu saptanamazsa, takip edilen sünnetin hak mı(Resulullah’ın mı), yoksa atalarının sünneti mi olduğu(Atavizm) saptanamaz. Bid’atların ayıklanması mümkün olamayacağından, ümmetin hem dünya ve hem de ahiret hayatı hüsran olur. Ayrıca, eserin en başında verilen ve gelecekte müjdelenen, mülkte iştirakin neleri içine aldığı idrak edilemez.

Gerçektende batılı toplumcular, mülk kavramından sadece servet ve sermayeyi anlayıp, onun iştirak halinde kullanılmasına yoğunlaştıkları için, sosyal ve siyasi iştiraki kavrama dahil etmediklerinden anti demokratiklik ithamıyla karşılaşmışlardır. Oysa bizim lisanımızda mülk kavramıyla üş şey birden kasdedildiği için mülkün iştirak halinde kullanılmasının anlamı sosyal siyaset biliminde gerçek ve tam demokrasi olarak ifadesini bulur. Yani, birlikte hükmetme hak ve hak ve yetkisinin milletin müşterek tasarrufunda bulunması sisi demokrasi alanıdır. Sınıfsız toplum ve zadeganlığa son verilip şan ve ,şerefin halkın tümüne ait olduğu ve şerefte iştirak içinde bulanmaları ve toplumsal şerefin eşit iştirakçileri içinde bulanmaları kavramın anlamı içinde vardır.Bu dilde, batıdan farklı olarak, sosyal demokrasi denilince bunun anlaşılması gerekir. Mülkün servet ve sermaye gibi ekonomik anlamı doğu ve batıda aynıdır. Bunun iştirak halinde kullanılması ise, ekonomik demokrasidir. Maalesef insanlar bun tesis edecek kadar Medenileşememiştir. Olaya hak din açısından bakıldığında, bu üçünün iştirak içinde kullanılması dinin kemale ermesidir. Kavam üzerine yaşamanın içe sindirilmesi pozitif züht ve vera üzere iman, onun minhaç yapılarak, belli bir plan ve program dahilinde sistemleştirilmesi hak dinin hak olan Sosyo ekonomi politiği, vahiden çıkartılacak bu yorum(Mezheb-din) Allah’ı veli edinerek teslim olmak anlamında İslamlaşmak, üzerinde bulunulan bu din(Milletleşme biçimi) Din-i Kayyimedir.


§ -MÜLK KAVRAMININ DERİN ANALİZİ


Konumuza başlarken mülk ve mülkleşme eğilimlerini özet halinde açıklamış ve insanda bulunan, onu mizâcen en aşağıya doğru çekip bayağılaştıran iki şehvetten, birincisinin mülk şehveti olduğunu vurgulamış ama mülk kavramının içeriğini ve onu oluşturan unsurları açıklamamıştık. Şimdi, onun içini dolduruyoruz.

Mülk kavramı şu üç özelliği birden içinde barındırır.

· Servet ve sermaye sahibi olmak

· Şanlı-şerefli olmak, ihtişamla donanımlı olup ayrıcalık(imtiyaz) sahibi olmak

· Tahakküm etmek


İşte, İslam coğrafyasında ve Sami dillerinde bu kavramın kapsamında, bu üç hususiyet birlikte bulunur. Zaten kavramsal anlamı da budur. Mülk sözünden bunlar anlaşılır. Mülk şehveti deyince de, bu alandaki tutku anlaşılır. Her üç alanda vakarlı bir insanın ihtiyacı olan itidal ve kavam seviyesinin dışına taşmaktır. Bu hastalığın özü ise, servet ve sermayeyi alabildiğine uhdesinde bulundurmak tutkusu olarak özetlenen mizaç, sanayi devrimi sonrası liberal-kapitalist habis doymazlık ruhunun bu konuda alimlerce öteden beri ikaz edilmeyen İslam coğrafyasında yerleşip kökleşmesini kolaylaştırmış ve içerde gelir dağılımındaki dengeyi bozarken, dışarıda müstevlilerinin cirit atmasına sebep olmuştur. Öyle ki, eski kültür ganimetle (kolay yoldan zengin olmak), bazı ganimet amaçlı savaşların bile kutsal niteliğe bürünmesi ile sınırsız miktarlara ulaşmıştı. Şan, şeref tutkusu, Eşrafiyet tutkusunu beslemiş, köy ağalığından derebeyliğe kadar uzanan bir sınıflı alanın ve siyasi mülkleşme gücü ile, servetsel gücün aynı ellerde toplanmasına ve böylece iç çekişmeler ve rekabetlerin, iç savaşların ve isyanların besleyici kaynağı olmuştur. Sistem rekabet üzerine ise, onun psikolojik alt yapısı, hased, kin, cimrilik, düşmanlık üzerinedir. Bu, bütün insanlığın ezeli hastalığıdır. Medeniyet ise, bundan arınmaktır. Hak din deyn kökünden alınmadır ve medeniyetle aynı şeyi amaçlar. Yani medeni veya dindar insan hak ve görevin birlikte gündemde tutulması ilkesine sadıktır. Sanayi devrimi cimri, hased ve kindar canavar ruhun eline korkunç imkânlar vermiştir. Yani tarihi hastalık teknoloji ile de beslenerek vahşetin doruğuna çıkmıştır. Tarih boyu tahakküm tutkusu, krallıkların, diktatörlüklerin oluşmasına yol açmış, mülk ve yönetimin paylaşılarak(ortaklaşa)kullanılmasının önünde engel oluşturduğu gibi, genişlemeci siyasetlerle, başka uluslar üzerine doğru sarkıtılarak, tatmini yönüne gidilmiştir. İşte, Mülkün bu şekilde her üç unsurunu da, kişinin kendini yönetecek, geçindirecek ve bizatihi insan olma şerefinin dışında ve üzerinde, farklılıkla tatmin boyutlarına varan, eşitlik, benzerlik, refiklik ilkelerini ihlal eder boyutlara taşınması ile, başta hak dinin Sosyo-ekonomi/politiğine aykırı düştüğü gibi, yine dinin yeryüzüne tanıttığı evrensel hukukun eşiklik ilkelerine de aykırı bir gelişme göstermiştir.

Oysa bir hak din olan Kuran İslam’ı mülkleşmeye, yani ihtiyaç fazlası ve farklılık yaratacak nispetteki böyle bir mülkleşmeye izin vermez. Çünkü cinsel şehvet gibi, mülkleşme şehvetinin tutulması da dinin itidal, kavam, tevazu, kardeşlik ve farksızlık ilkeleri ölçüsü içinde tutulmalıdır. Bu ilkeler hak dinin omurgalarıdır. Omurgasız bir din ise, pelteleşmiş demektir. Onun içinin ayinle, dua ile ve neye hizmet ettiği belli olmayan geleneksel boş amellerle doldurulmasının ahde vefa, adalet ve merhamette, sevgi de sadakat ile bir ilintisi yoktur. Bu ihlallerde en büyük sebep ise, ilimsizliğin yanında, halk kitlelerinin araştırma alışkanlığının olmaması ve duyduğunu, söyleyenin kılık kıyafetine bakarak, toplumun ona verdiği izafi değeri gerçek kabul edip, onunla amel etmesidir. İlim adamları çoğu kez gerçeğe ulaşma yolunda kabuk ta kalmışlar, az da olsa gerçeğe ulaşanların, iyi ve güzele ilişkin doğru yargılarını sevmeyen yöneticiler, iyi ve güzel yerine, ehven-i şerri ( kötünün hafifi) tercih etmişlerdir. Tabiî ki çoğunlukla tam’a sahibi alimlerin onaylarını alarak bunu yapmışlardır. Bu bile dinin ilkelerine isyandır. Çünkü ehven-i şerrin dinde yeri yoktur. Din güzeli emreder. Hatta güzelliğin üç derecesin den “En güzele tabi olmayı”, onu uygulamayı tavsiye eder. Buna ihsan denilir. Hüsnün en güzeli anlamına gelir. Bunun dışına çıkan fikir ve uygulamalar aslında, Rönesans sözde aydınlanması ile batıyı bir veba gibi saran oportünizm ve pragmatizm egoizminin proto tip uygulamalarıdır. İslam coğrafyasındaki bireysel mülkleşme temayülü bir tarafa, batıdaki kollektivizm yanlısı teorisyenlerin de, özel mülkiyetin kaldırılması tezlerinde, mülkün üç unsurunun birden nazara alındığı görülmemiştir. Sadece özel mülkiyetin servet ve sermaye anlamıyla ortadan kaldırılmasını veya iştirak halinde kullanımını gündeme getirmekle yetinmişler, mülk kavramının şan şeref ve başkalarına tahakküm unsurlarıyla meşgul olanlar pek olmamıştır. En Azından Marks bu guruptadır.

Örneğin Marks ve Marksist toplumcu sistemlerin oluşmasında, özel Mülkün kaldırılması gereken niteliğinin, servet ve sermaye kısmı ile meşgul olmuşlar, bunun ortadan kaldırılmasıyla kollektivizmin kurulacağı zehabına kapılmışlardır. Oysa hak dinin ve bilhassa Kuran da Salât( Salâvat=havra) diye geçen ve Selam ona İsa uygulamalarındaki manastır kavramı ile ifade edilen dinsel kollektif dayanışmalı toplum düzeninde, Mülk kavramının üç unsurunun da, önce zihinlerden kaldırılması ile eşitlik ve kardeşlik siteminin kurulacağı açıklanmaktadır. Bir önemli hususta şudur ki, hak din kaldırmayı değil iştirak halinde kullanılmasını ortaya koyarak en ideal olanı ortaya koymuştur. Yani mülk kavramına giren her üç hususun; servet ve sermaye, şan şeref, yönetim alanlarında iştirak halinde kullanarak mülk şehvetini asgariye düşürmektir. Yani, hem kendine yeterli servetin veya gelirin üzerindekinden, hem farklılık yaratan sözde şereflerden, hem kendini yönetme ile sınırlı, kendine hükmetme hak ve yetkisinin sınırları dışına taşırılıp, başkaları üzerinde onun rızası hilafına hak iddia edişlerden, birlikte vazgeçilmesi mülkten vaz geçmektir. Bilimsel olan da budur. Bunun ölçüsü nedir denilirse, cevap olarak, zorunlu ve temel ihtiyaçları aşmayacak miktar ve cinsten olmalıdır diyebiliriz. Ama asla sermaye cinsinden değildir. Barınmak için bir ev, her halükarda zorunlu bir ihtiyaçtır. Bu konuda Hz. Muhammed A.S.’ın hırsızlık tanım ve sınırının belirlenmesinde verdiği ölçü bize güzel bir örnektir. Üstelik hırsızlık tanımı içinde bir düsturdur. Resulullah(s.a.v) hırsızlığı bir hadisinde şöyle tanımlamaktadır. Bir ev, bir binit, bir hizmetli fazlası hırsızlıktırALINTIDIR.
http://ilhami46.blogcu.com/mulk-kavraminin-islam-literaturu-ve-kulturundeki-iclem-ve-kaplami-makale-11_4407591.html

hasanöktem
3. November 2009, 12:16 PM
Selam,
nerden kalmış aklımda tam olarak bilmiyorum( doğruluğundan da yüzde yüz emin değilim, veya hiç olmazsa bir yönüyle doğrudur...) :
Osmanlı'nın kendine has bir toprak anlayışı, işletim sistemi varmış.şöyleki :
toprakların hepsi ( yeni ele geçirilenler de dahil olmak üzere) Yüce Allah'ın yeryüzündeki imardan sorumlu olan( tek tek halifelerin=kişilerin emiri, reisi olan BİR halife'ye yani padişah'a...) aid'tir. halife bütün bu toprakların intifa( faydalanma,istifade etme) hakkını insanlardan dilediğine geçici olarak devretme hakkına sahiptir. dilediğine ve uygun gördüğüne kendisinde bulunan bu intifa hakkını geçici olarak devretmektedir.

şimdi burda halife'nin veya o günkü yetkililerin kıstasları şöyle görünmektedir :

eğer bir vatandaş, gidip te bir toprak parçasının intifasını yetkililerden istiyorsa onunla sözleşme imzalanır ve mutlaka o toprağı veya araziyi işletmesi ondan istenir bir şart olarak...şayet o vatandaş, intifasını aldığı araziyi işletmezse veya bir süre sonra işletmesinden vazgeçerse, sözleşmenin hükümleri de butlan olup hükümsüz kaldığı için iptal olur ve derhal o toprak veya o arazi kendisinden geri alınır...hani bir zamanlar " toprak işleyenin, su kullananın " gibi bir sloganı vardı ya, işte onun gibi.

şimdi, bunun sonuçları ne olur, yani böyle bir yasa bugün için geçerli olsa ne olur diye biraz düşünürsek :

benim trilyonlarım bile olsa, gidip binlerce/onbinlerce dönüm araziyi satın alıp , dikenli tellerle ÇEVİRİP, 50 yıl sonra burası hazine değerinde olacak(o halde bir 50 yıl böyle beklesin...) nasılsa ihtiyacım yok, çocuklarıma ve torunlarıma hazine olsun diyemem...çünkü, toprak ve su, hava, denizler, ormanlar, hayvan nesli vb.vb. Yüce Allah tarafından ademoğlu'na yani genel insan neslinin istifadesine verilmiştir...tek bir kaç kişinin âti'deki faydasına değil...yeryüzünde yaşayan TÜM insanların bu saydıklarım üzerinde hakları vardır...bunlara kimse el koyma/ kendine saklama/ atıl ve işletmesiz bıraktırma/ geri kalan diğer insanların bunlardan istifade etmesini engelleme hakkına sahip değildir...meğer ki, bu arazi veya toprakları işletip, onlardan nebatat, emtia vb. ürünler elde edip tüm insanlığın hizmetine sunmuş olsun...

bence buna ihtiyacımız var...hem de acilen...

bir ara biryerde okudum, karun'un biri 30 bilmem kaçyıl önce alıp etrafını çevirdiği ve 30 küsur yıldır böyle atıl ve işletmesiz bıraktığı arazisinin bugün artık çok değerli bir yerde bulunması üzerine , belediye yetkililerine rüşvet dahi teklif ederek, sıkıştırarak imar'a açtırmak, orada villalar yapıp satmak istiyormuş...işte maalesef bugünkü toprak ve arazi ile ilgili yönetmeliklerimiz buna uygundur...yazık değil mi, tüm insanlığı zaten kısıtlı olan arazi ve topraktan 30 yıl MAHRUM bırakmak...yazık değil mi, bir milyar'ın üzerinde aç insanın bulunduğu bir dünya'da , binlerce/ onbinlerce dönüm araziyi etrafına dikenli teller çevirip 30 yıl dünya'yı bu toprakların işletmesinden, ürün alınmasından, nebatat yetiştirilmesinden MAHRUM bırakmak...

bilmiyorum, acaba bu durumu düzeltmek bir ütopya mı...

belki de ütopya'dır...( inşaAllah değildir...)

çünkü, bunu yapacak olanlar, işte zaten bu atıl toprakların sahipleri...

veya, sürekli bir biçimde bunlarla sıkı bir dirsek teması içinde olanlardır...

doğrusu insan pek az şükreder...

doğrusu insan pek nankördür...

Saygılarımla

hiiic
28. October 2010, 08:11 AM
Tevbe 35
(Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): "İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!"

http://www.traditioninaction.org/religious/religiousimages/E003CardinalsInHell.jpg

pramid
29. November 2010, 11:21 PM
mülk: güç, yönetim,
melik: yöneten

adalet mülkün(yönetimin, gücün) temelidir.

mutlak mülk Allahındır.

bob
18. December 2010, 01:11 AM
... Oysa hak dinin ve bilhassa Kuran da Salât( Salâvat=havra) diye geçen .....


Demek salavat, havra demekmiş. Bkz. Hac 40.
Salatı boşuna tartışmışız.

dost1
18. December 2010, 04:40 PM
Selamun Aleykum! Değerli Bob Kardeşim!

Demek salavat, havra demekmiş. Bkz. Hac 40.
Salatı boşuna tartışmışız.

salât sözcüğü İbranicede de vardır. İbranice'deki salât sözcüğü "selâmlama, selâm durma" anlamına gelen saluta fiilinden gelmektedir. Bu sözcük, İbranilerden Araplara, onlardan da Endülüs yoluyla batı dillerine [Fransızca, İtalyanca ve İngilizceye] geçerek salutation şeklini almıştır.

Görünen o ki, sözcüğün İbranice anlamı Arapça anlamını bastırmış ve Müslümanlar ile Kur'ân arasına yüce dağlar gibi girip oturmuştur. Dikkat çekicidir ki, saluta sözcüğünün türevlerinden olan صلوات - salavât sözcüğü, Hacc Sûresinin 40. Âyetinde İbranice "manastırlar" anlamıyla yer almasına rağmen bu husus İslâm bilginlerce dikkate alınmamıştır. Üstelik hâlâ da alınmamaya devam edilmektedir.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

bob
18. December 2010, 05:32 PM
Değerli Halil Ağabeyim,
Hac 40'ın size göre çevirisini rica ediyorum. Orada havralardan, kiliselerden ve manastırlardan mı bahsediliyor?
İnsanların bir kısmını bir kısmı ile yenilgiye uğratması ya da defetmesi ne anlama gelmektedir?
Bu defetme hangi boyuttadır? Fikri mi? Fiziki mi?

pramid
19. December 2010, 04:18 PM
fasih arapça, ibranice ve arapçanın ana dili olan ibrahimin dilidir. arapça kelimenin etimolojisini incelemek isterseniz sansritçe diline bakın. kabe, namaz, mekke gibi terimler sanskritçedir.

dost1
23. December 2010, 01:05 AM
Selamun Aleykum! Değerli bob Kardeşim!

Değerli Halil Ağabeyim,
Hac 40'ın size göre çevirisini rica ediyorum. Orada havralardan, kiliselerden ve manastırlardan mı bahsediliyor?
İnsanların bir kısmını bir kısmı ile yenilgiye uğratması ya da defetmesi ne anlama gelmektedir?
Bu defetme hangi boyuttadır? Fikri mi? Fiziki mi?

Hacc 40 ı önce necmi içerisinde görelim.

Hacc;39-41: Kendilerine savaş açılan kimselere kendileri zulme uğramaları; onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için hakksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle izin verildi. Ve şüphesiz ki Allah onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yerle bir edilirdi. Allah, Kendisine yardım edenlere; eğer kendilerine yeryüzünde bir güç verilirse salâtı ikâme eden, zekâtı veren, ma‘rûfu emreden ve münkerden alıkoyan kimselere kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, kavî'dir [çok güçlüdür], azîz'dir [mutlak gâliptir]. İşlerin sonucu da sadece Allah'a âittir.

Hacc 40 da geçen "Savme, Biye ve Salavat" dünyayı bırakıp kendilerini ibadete adayan kimselerin ibadet yerlerinin isimleridir. Salavat, Aramicede salavta idi. Belki de İngilizce'deki salute ve salutation kelimelerinin kökenidir.

Değerli Kardeşim ayette sözkonusu edilen yerlerin binadan çok mensubu olduğu dinin ayakta tutulması için oluşturulan kurumlar olduğunu düşünüyorum.


İnsanların yenmesi ve yenilmesi taşıdıkları fikirlerle birlikte olur. Her fiziki eylem arkasındaki fikirlerin sonucundadır.

Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah genel adı "İSLAM" olan dinini oluşturan Resullerine vahyettiklerinde kullarına buyruklarının yerine getirilmesini istemiştir.
Kulların Allah'ın buyrukları doğrultusunda oluşturdukları yaşamlarının adı ibadettir/kulluktur.

Allah'ın buyruklarının öğrenildiği yerler bu öğrenme sürecinde "mescid/mesacid,savme,biye,salavat " vb olarak adlandırılırlar.

Allah'a kulluğu/ibadeti öğrenen insanlar yaşamlarını Allah'a kul olma/ibadet etme şeklinde geçirirler.

Allah'ın HAKK DİNİNİN yanında batıl dinler de olacaktır. O dinlerin de kullukları/ibadetleri ve bunları gerçekleştirecek kulları/ibadet edenleri olacaktır.

Rabbimiz Kur'an'da bize bazı kıssalarla ders verir.

Bakara;246: İsrâîloğulları'nın Mûsâ'dan sonra ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar, kendi peygamberlerinden birine, “Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O [peygamber], “Size savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?” dedi. Onlar [İsrâîloğulları'nın ileri gelenleri], “Bize ne oldu da yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan çıkarılmışken Allah yolunda savaşmayalım?” dediler. Sonra da savaş kendilerine farz kılınınca da onlardan pek azı hariç, yüz çevirdiler. Ve Allah, o zâlimleri en iyi bilendir.

Bakara;247: Peygamberleri de onlara, “Şüphesiz Allah, size hükümdar olarak Tâlût'u gönderdi” demişti. Onlar [İsrâîloğulları], “O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hakk sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir” dediler. O [peygamberleri], “Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından ziyadeleştirmiştir” dedi. Allah da, mülkünü dilediği kimseye verir. Ve Allah, vâsi'dir, alîm'dir.

Bakara;248: Peygamberleri de, “Şüphesiz onun hükümdarlığının âyeti [kanıtı], size, güçlü varlıkların taşıdığı, içinde Rabbinizden bir sekine, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye [kalıntı] bulunan o tabutun gelmesi olacaktır. Eğer iman etmiş kimseler iseniz, şüphesiz bunda sizin için kesinlikle bir âyet vardır” dedi.

Bakara;249: Sonra Tâlût, ordu ile ayrılınca dedi ki: “Şüphesiz Allah sizi mutlaka bir nehirle imtihan edecek. Artık kim ondan içerse, benden değildir. Kim de, –ancak eliyle bir avuç alan başka– onu tatmazsa, işte o bendendir.” Sonra da içlerinden pek azı hariç, ondan içtiler. Tâlût ve beraberindeki iman eden kimseler onu [nehri] geçtiklerinde onlar [İsrâîloğulları], “Bizim bugün, Câlût ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok” dediler. Allah'a kavuşacaklarına kesinlikle inananlar, “Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir” dediler.

Bakara;250: Ve onlar, Câlût ve ordusu için ortaya çıktıkları zaman, “Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sâbit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” dediler.

Bakara;251: Sonra da, Allah'ın izniyle onları [Câlût ve ordusunu] bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü ve Allah, kendisine hükümdarlık ve hikmet [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] verdi. Ona dilediği şeylerden de öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı . Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir lütuf sahibidir.

[B]Bakara;252: İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir. Biz, onları sana hakk ile okuyoruz. Şüphesiz sen de kesinlikle gönderilenlerdensin.

Farklı dinlerin kulluklarını/ibadetlerini yapanlar arasında sürekli bir mücadele olacaktır. Cenabı Allah her ne olursa olsun Yolunda olanları muzaffer edecektir. (Mücadele21)


Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

FEDAKARADAM
29. December 2010, 05:44 PM
Tevbe 35
(Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): "İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!"

http://www.traditioninaction.org/religious/religiousimages/E003CardinalsInHell.jpg

Hıristiyan gravürlere göre resimlere inanırsan yolunu şaşırırsın.Cehennemim zebanileri çok korkunç olduğundan onların resmi bile çizilmez.Öyle basit gravürlerle mesele anlatılmaz.

hiiic
29. December 2010, 05:53 PM
Sadece görsel bişeylerde olsun diye ekledim,,, zamanında birileri aynı inanca sahipmiş bunu resmetmişler.. sayfayı süslesin diye
Yoksa herhangi bir bilimsel değeri yok, sadece sanatsal değere sahip.

pramid
1. January 2011, 03:35 PM
ön yargıları bırakın.

birikimlerinizi(iki elinizle tuttuğunuz şey (asanızı)) atın.

kuran karşısında yılan gibi kaçacak ve birikimlerinizin boş olduğunu göreceksiniz.

sonra tekrar birikimlerinizi kuranla eşleştirin ve kendinizi çek edin.

eliniz yani gücünüzün, bembeyaz bir şekilde, çek ettiniz göğsünüzden allahın yardım vadi ile çıktığını göreceksiniz. artık mülk sahiplerine tebliğ yaparsınız.

insanlık mülkün allahın olduğunu kabul edince inanacak.

pramid
13. June 2012, 04:40 PM
KAPİTALİZM VE HAMMADDE


Dünyada hiçbir din kapitalizme yetişemedi. Kuranı terk eden islam zihni de tekasür hastalığına çözüm üretmedi, üretmek için çabalamadı. Batıda aydınlanma ile din safdışı edildi. Katolikliğin canı okundu ve içinden çıkan Protestanlık sermaye birikimine onay vermesi için adeta üretildi. Müslümanlar " Kapitalizm nedir?" diye soruları nerdeyse yeni yeni sormaya başladılar. Şu son 10 yılda vicdanlı bir kısım Müslüman da :


-"Ya biz kemalizmin bazı yönlerini törpüledik, bir çok alanda da onları gerilettik ama sanki bişeyler yanlış gidiyor. Hani birilerimiz çok zengin oluyor da diğerleri yerinde sayıyor. bu pek şık durmuyor galiba" dercesine bir homurdanma içerisinde.


Bu paradoksu daha evvel farkedenler, Kur'an'a bir kez daha bu sefer ezilenlerin gözüyle baktılar ve gördüler ki, " Din nerde, Müslümanlar nerde. Bunlar infak etmiyorlar, sadece kendileri için kazanıyorlar ve hiç kimseyi düşünmüyorlar. Yetimi doyurmuyor, öksüzü korumuyorlar."


Çok haklı eleştiriler olmasına karşın, bazı soruları da akla getirmiyor değil. Hep sermaye sahipleri çok kazanacak ve geniş halk kesimleri onların infak edişleri, hayırları ve yardımlarıyla mı ayakta kalacaklar. Gerçekten böylesi bir paylaşım eşitlemek için yeterli mi? Yoksa bu konumlanış tam tersi mevcut sınıfsal yapıyı güçlendiren bir durum mu?


Bağımlılık ilişkisi ile eşitlik mümkün mü? ‘İhtiyacından arta kalanı vericeksin kardeşim’ diyerek çok radikal hayır kurumu/anlayışının temsilcilerinden öte bir şey oluyor muyuz?


Paylaşıma endekslenmiş dini yorumun mutlak suretle üretim ilişkilerine dair de esaslı çözümlemeleri olması gerekir. Paylaşımın salt artı değer üzerinden elde edilen birikimin paylaşılmasını kapsamadığını tam tersi artı değere sebebiyet veren üretim ilişkilerinin eşitlenmesinde yattığını görmemiz gerekir. Üretim kavramı elbette üretim ilişkileri her daim üstyapının konusudur ve üst yapı üzerine konuşmanın en büyük handikapı da sivil toplumculuktan, devrimci bir niteliğe bürünmesinde yatmaktadır.


Oysa kapitalizm, bireylerin emek vasıtasıyla edindikleri sermaye gücünü kullanarak egemenliğini kabul ettirdiği bir anlayıştır. Tek tek bireyler/ şirketler bir araya gelir kendi iktisadi güçlerini birleştirirler ve aynı zamanda bütün insanlığa karşı otorite oluştururlar. Sermaye bunu yaparken de insan emeğini metalaştırmaktan başka çaresi yoktur.


Yani bir bakıma sermayenin ontolojisi emektir. Ama emeğin ontolojisi sermaye değildir. Emek insan yaratılışıyla kaim fıtri bir niteliğe sahiptir. Kapitalizm gelişirken iki unsur üzerine büyüdü. Hammadde -ateş, hava ,toprak, su-‘dan oluşan altyapısı ve insan emeği…


SERMAYE-EMEK İLİŞKİSİ…


Sermaye varlığını yaratılmış olana borçlu. Aldatma ve tahakküm üzerine kendi varlığını idame ettirebiliyor. Uzak ülkelerdeki yerlileri kandırıp, hammaddelerini çaldılar, sonra da o hammaddeleri işlemek için insan emeğine ihtiyaç duydular ve insanları köleleştirdiler.


Sermaye Allah’ın bahşettiklerinin bir sonucu. Ondan dolayı hak Allah’ın yani tüm insanların. Vakıa Suresi'nde Allah 'anasır’ı erbaa' da denen dört öğeye atıfta bulunarak, üretilen herşeyin menşeinin kendisi olduğunu gösteriyor :


58. Attığınız meniyi gördünüz mü?

59. Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?

60. Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez.

61. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz).

62. Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?

63. yine toprağa ektiğiniz tohumu gördünüz mü?

64. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?

65. Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık. Hayret eder dururdunuz.

66. "Doğrusu borç altına girdik."

67. "Doğrusu, biz yoksul bırakıldık" (derdiniz).

68. İçtiğiniz suya baktınız mı?

69. Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?

70. Dileseydik onu tuzlu yapardık. O halde şükretseniz ya!

71. O çaktığınız ateşi gördünüz mü?

72. Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?

73. Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık.

74. Öyleyse büyük Rabbinin adını yücelt.


Ayetlerde de görüldüğü üzere, bir sermayenin oluşumunu sağlayacak ne varsa, insan gücünden toprağa, suya ateşe kadar, herşeyin sahibi olarak Allah kendini var kılıyor. Böylelikle toplumsal düzlemde bu ögelere sahiplik oluşturacak her güce karşı da meydan okumuş oluyor. Allah’ın varlığı bir otorite kurmaktan ziyade, varolan ya da olabilecek otoritelere karşı deyim yerindeyse bir kalkan işlevi görüyor.


Yukarıdaki ayetlerde de sık sık dileseydik tabiri geçer. Yani bir bakıma biz yeryüzünde otorite kurmak isteseydik, hükmetmek isteseydik anlamı çıkar ki, Allah'a iman etmek bir otorite kurmak değil, varolan otoriteleri ortadan kaldırmaktır.


Bu ayetlerle birlikte sermayenin ontolojisinin şifreleri çözülmüş oluyor. Allah böylece İnsanoğlunun salt kendi bilgisiyle ya da akli donanımıyla mülk edinebileceği varsayımını meşrulaştırma kapısını kapatmış oluyor :


Karun :Bu serveti üstün deham sayesinde kazandım dedi... ( Kasas 78)


Emek hiçbir aracıya gereksinim duymadan Allah tarafından insanoğluna bahşedilmiştir. Materyalist bakış açısıyla insanın kendi doğallığında olan bir gerçekliktir de denebilir. Tartışma konusu bu değil. Yıllarca burayı tartışmaktan ana unsuru göremedik . Mesele dünyada gözümüzle gördüklerimiz üzerinden eşitlikçi bir yapıyı kurabilmek. Gördüğümüz şeyler Allah’ındır ya da doğanındır. Hangisine inanırsan inan ,görünen şeyleri kendi çıkarına alet edemezsin veemeğin dışındabir unsuru kişisel kazanım ve iktidarın haline dönüştüremezsin. Necm suresi de tam olarak bunu ifade etmektedir :


İnsan için emeğinden başkası yoktur (Necm 39)


Burda açıkça emek salt kazanım aracı olarak görülüyor ve onun dışındaki bütün üretim ilişkileri kökten reddediliyor. Yani sermayeye bağımlı ölçülebilir bir emekten (ücret) ziyade, sermayeyi oluşturan ölçülemez emekten (sınıfsız toplum – üretim ilişkisi ) bahsediyor. O yüzden üretim dendiği zaman akla sadece bir fabrika gelmemeli. Toplumsal bir mekanizma düşünülmeli.


Çünkü bir insan ücret aldığı zaman bütün yaşamsal kodları belirlenmiş oluyor. Artık ne zaman çalışacağı ve dinleneceği, ne kadara ne şekilde yaşayabileceği bir şekilde dizayn edilmiş oluyor ve insan toplumsal olarak bağımlı bir varlık halini alıyor.


Onun üzerinde güç sahibi olan ilişkiye girdiği üretim biçimi yani sermaye sınıfı oluyor ki bu da Kur'an'da sıklıkla ifade edilen şirk anlayışının temelini oluşturuyor. Sermaye de bu hegomanyasını kalıcı kılabilmek için iktidar araçlarını kullanıyor.


Bu iktidar araçlarını reddetmemiz gerektiği için tevhid inancını çok önemsiyor ve Allah'tan başka otorite yok diyoruz.


"Sermaye üretken midir sorusu budalacadır. Sermayenin üretimin temelini oluşturduğu , dolayısıyla kapitalistin de üretime kumanda etme konumunda olduğu yerde, emek ancak sermaye tarafından özümsendiği ölçüde üretken olabilir." (Grundrisse s. 398)


Sermayenin emek üzerinden elde ettiği üretkenlik artı değere denk düşmekte böylelikle şirk toplumunun da parametrelerini açığa çıkarmaktadır.


Emeği tek kazanım aracı olarak gören İslam, biriken sermaye üzerinden oluşan sermayenin belirli ellerde toplanmasını yasaklıyor.


"Allah’ın peygamberlerine sağladığı o fe’y (malları) , içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlete dönüşmesin Allah'a , peygamberine,muhtaç yakınlarına yoksullara ve yolu kesilmişlere aittir. (Haşr 7)"


Bu ayette dikkat çeken şey, üretim ilişkisinin dışında kalan, fe’y (malları) üzerinden sermayenin toplum içinde nasıl dolaşım sağlaması gerektiğini belirtmesidir. Fe’y malları ki savaşmadan elde edilen ganimettir. Yani bir nevi elde biriken sermayedir. Kur'an, üretim ilişkisi olmadan biriken bu sermayenin toplumun geneline yayılacak şekilde dağıtımını öngermekte. Bugün tekelci kapitalizmin en önemli unsurlarından biri olan oligarkların durumunu apaçık bir şekilde deşifre etmekte. Ayetteki devletten kasıtta bir avuç sermaye sınıfı…
Sermayenin bir şekilde yığılı halde bulunmasını dağıtan Kur'an'ı Kerim zaten üretim ilişkisine dayalı önermesinde kazanımı sadece emek üzerinden meşru görüp geri kalan sermaye hareketlerini anlamsızlaştırmaktadır. Böylece emeği öngörülemeyen bir değer olarak görmektedir. Yani ücret konusuna değinmemektedir. Ragıp El-İsfahani Kur'an'da ‘ecr’ olarak geçen ve genelde ücret olarak çevrilen kavramın, ‘dünyevi mükafat’ anlamına geldiğini ve Kur'an'da anladığımız manasıyla ücret kavramının geçmediğini belirtmektedir.


Ücret, kapitalizmin sınıflı toplumuna özgüdür. Grev gibi haklar da gene sınıflı toplum anlayışında yer bulabilir. Bu yönüyle ücretli emek, emeğin sermayeleştirilmiş bir halidir ve emeğin yaptırım gücü , sermayenin yapma gücüne dönüşmüştür. Böylece emek sermaye gibi üretime katkı sunan değerlerden biri olarak görünür.


Oysa emek bu açıdan değer değil, değer üreten değerdir. Ku'ran'daki halife kavramı da burada anlam kazanmaktadır. Yapan, bozan, düzelten anlamlarına karşılık gelen halife, emeğin fonksiyonlarını kapsamakta ve insanı emek sahibi varlık olarak nitelendirmektedir. Aynı şekilde Mülk Allah’ındır ve bundan ötürü ekonominin iktidarla olan ilişkisi de ortadan kaldırılır ve insanlar ekonomik güçleri sayesinde toplumda otorite kuramazlar.


Emeği sömüren kitlelere , "Fazlalıklarınızdan kurtulun, onu yoksullarla paylaşın" gibi vicdani dili tek argüman olarak kullanmaktan kaçınıp, emeği araçsallaştıran sermaye birikimine karşı sınıfsız toplumun müdafaasını yapabilmelidir.


Çünkü sorun sadece biriken sermaye değildir, bu sermayenin hükmetme ve toplumu dizayn etme gücüdür.


Üretim araçları üretim araçlarına sahip olanların değil de onu kullananların olursa , insanlıkla din de barışacak ve put gibi aracılık yapan sermaye sınıfı kul ile Allah’ın arasına girememiş olacaktır.


Bu karşı koyuş, mücadeleyi devrimci bir niteliğe büründürme halini alacaktır ki bu hareket ; Kapitalizmin arka sokaklarına itilen kayboluşları, şehrin görünen meydanlarına taşıyarak, kapitalizmi yerle bir edecek bir oluşuma ön ayak olmalıdır.
***

DEVLET/beyt VE TAPINAK EKONOMİSİ

Dünyada ortaya çıkan bu ilk devletlerin egemen sınıfı saray-tapınak merkezli ruhban aristokrasisidir. Kuranda bu oluşum firavun örneklemesi ile verilir. Firavunun iki ayağı vardır. Karun ve haman. Sermayenin elinde bulunduğu sınıf ve dini tekelinde bulunduran sınıf. İkisi e firavuna hizmet eder.

KUREYŞ DÖNEMİ DEVLET, TAPINAK EKONOMİSİ VE TÜRKİYE

Kureyş’e imkan sağlandığı için, kışın ve yazın yolculuk etme imkanı sağlandığı için, işte bu nedenle bu Ev’in rabbi için çalışıp, ona ibadet etsinler; onları açlıktan doyurmuş ve korkudan emin kılmıştı. (Kureyş 1-4)

Devlet ilk önceleri, özellikle Mezopotamya bölgesinde temel amacın tanrıları beslemek olduğu ‘tapınak ekonomisi’ olarak örgütlenmişti.

Bu gerçeklik Kureyşi de tanımlamaktadır. Hicaz bölgesinde bulunan Mekke de aynı şekilde tapınak ekonomisi ile ayakta durabilmekteydi. Mekke halkı, toprakları verimsiz ve suları az olduğundan tarım yapamadılar. Bunun yerine ticaret ile uğraşıyorlardı. Malların taşınması ve takas edilmesi için aracı oluyorlardı. Yani bir nevi lojistik destek sağlayan sigorta ya da güvenlik şirketi gibi. Bu aracı kurum sınıfsal farklılığı bariz bir şekilde üretemezdi. Bu işi sadece zenginler değil orta kesim de yapıyordu. O açıdan aralarında çok fazla statü farkı da oluşmuyordu. Bu fark ancak kabeyi elinde bulunduran oligarşinin ‘tapınak ekonomisi’ ile oluşabilirdi.

Kabe’nin dinsel hüviyeti, ekonomik ilişkilerin üretilmesi için bir sebep teşkil ediyordu. Burada da gene üretim ilişkisi dışında var olan bir ticaret ekonomisi mevcuttu. Yani bir şekilde AVM kültürüydü. Aralarında tek fark seri üretim ile birlikte dinsel kimliğin ayartıcılığına gerek kalmayarak, Beytin tanrıyla kul arasındaki araçlar (put) değil, popüler kültürün ikonları(put) tüketim endeksini belirlemektedir.

Kureyşte Tapınak ekonomisinin zarar görmemesi için bütün önlemler de alınmıştı. Hac mevsimini haram aylar kabul ederek savaşmanın ekonomik çıkarları zedelemesini önlemiş oluyorlardı. Hac günlerinden önce ve sonra dinlenme yerlerine ve Mekke yakınında bulunan suların yakınlarına ticaret panayırları kuruluyordu. Tam bir uluslararası ticaret organizasyonuydu. Her türlü ticari faaliyetin yapıldığı şenlik havasında geçen bir dönem. Elbette eğlence kültürü ve kadının metalaştırılması da günümüz hakim kültür paradigmalarıyla uyuşmaktaydı. Günümüz hac organizasyonları da dönemin ekonomik algısı ile bütünleşmektedir. Artık hac ezilen halkların uluslararası kongresi olmaktan çok uzaktır.
Şimdi Türkiye’nin üretim gücü olmadan kapitalizme üretim yataklarını ve kamu kaynaklarını aktarma ya da kapitalizmin hammaddeye ulaşmak için yaptığı savaşları ve hamleleri güvenilir kılmak adına Ortadoğu ya ‘rol model’ olma ile Kureyş’in ‘tapınak ekonomisi’ birbirine fazlasıyla benzemektedir. Mekke’de Şam, Yemen, Irak, Fas, Mısır, Habeşistan gibi bölgelerin üretimlerinin koruyucu ve taşıyıcısıdır. Peki Türkiye’deki Tapınak ekonomisinin ayağı nedir?

Tabi ki on yıldır Müslümanlar eliyle bir kez daha yeniden üretilen geleneksel din. Nasıl ki Kureyş oligarşisi tanrıya ibadet ve onu mutlu etme adına, hediyeleri, karşılıksız harcamaları kabul etmiştir.

Şimdi de Yeşil sermayenin otel, eğlence, avm gibi uygulamaları; Hammaddesiz, fabrikasız, üretimsiz büyümenin adı tapınak ekonomisidir.

Ve günümüz İslami sanılan ekonomi modeli de budur. İhale kültürü de kabeye adanılan hediyelerin panayırlarda satılmasıdır. İhaleler de bir nevi yandaşlara hediye değil midir?

İktidar Müslüman kimliğini kullanarak kamu otoritesini ele geçirir ve bu otoritenin nimetlerini de kendi siyasal ve ekonomik geleceği için yakın çevre ile paylaşır. Geniş halk kesimlerine karşı kullanılan genel amaç ’dinsizlerden intikam almaktır’ bu intikam alınana kadar yani ‘tanrı hediyeleri kabul edene kadar’ halk desteğe devam etmektedir :

Devletin varlık nedenleri her ne ise, önemli olan kurumsal yapıya hakim olanların vereceği görüntüdür. Buradan görüntümüze bakınca, anlatılarımızda yerden yere vurduğumuz cahiliye kültürüne ne kadar da çok benzemekteyiz…" Sedat Doğan