PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Kureyş sûresi


dost1
2. July 2012, 03:14 AM
MEKKE DÖNEMİ

Necm: 51

1,2Kureyş'in güvenliği esenliği; kış ve yaz seferlerinde güvenlik esenlikleri için… 3,4Öyleyse kendilerini açlıktan kurtararak beslemiş olan ve her korkudan onları güvene kavuşturmuş olan, bu Beyt'in Rabbine68 kulluk69 etsinler.
(29/106, Kureyş/1-4)


Dip not:

68 Bu Ev ifadesi ile kastedilen, “Beytullah” [Allah'ın evi], yani “Ka‘be”dir. Kur’ân'da Allah orası için, “evim” ifadesini kullanmıştır. Allah'ın evi ifadesi, “Allah'tan başkasına ait olmayan ev” demek olup oranın kamu mülkü olduğu anlamına gelir. Bu da, orada sosyal meseleler görüşülecek, kamusal ihtiyaçlara çözümler üretilecek, topluma ait, eğitim, öğretim yasama, yürütme gibi konularda kararlar alınacak demektir.
Bu Ev'in Rabbi: 2 numaralı notta açıkladığımız gibi rabb sözcüğü, “terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak birtakım hedeflere götüren, programlayıp yöneten” demektir.” Bu Ev'in Rabbi denilerek Rabbin “ev”e izafe edilmesi, Ka‘be'nin yapılışının ve işlevlerinin tümünün Allah tarafından programlanıp uygulandığını göstermektedir.
Gerçekten de o ev, Allah adına yeryüzünde yapılmış ilk evdir, orası bereketlidir, orada bolluk vardır.
Kureyşliler, Ka‘be'ye hac ve umre için gelen binlerce insana verilen hizmetleri kendi aralarında paylaşmışlardı. Her sülâlenin belirli bir görevi vardı. Ka‘be'nin bekçiliği, bakıcılığı, hacılara su dağıtımı, hacılara yardım, hacılara para toplama, yemek yedirme, hacıların mahkemeleşmesi gibi birçok iş Kureyş tarafından yapılmaktaydı. Bu kutsal turizm, Kureyşlilere tarifi zor bir üstünlük ve saygınlığın yanında, bol kazanç da sağlıyordu. Ne var ki, Kureyşlilerin Mekke'de sürdükleri bu sefa, onların kendi gayretlerinin değil, Allah'ın Ka‘be ile ilgili plânlarının bir sonucuydu. Nitekim Allah'ın Ka‘be ile ilgili bu plânı günümüzde de yürümekte ve kutsal turizm bugün Suudî Arabistan devletini ihya etmektedir.

69 İbâdet sözcüğü, dilimize fonetik olarak Arapça orijinaliyle girmesine rağmen kök anlamı olan “kulluk, kölelik etme”konusundaki insanın tarz ve tavrıyla ilgili asıl anlamını büyük oranda kaybetmiş ve sadece birtakım ritüel, ayin ve davranışlar için kullanılan bir kavram hâline dönüşmüştür. A-be-de kök fiilinin mastarı olan ibâdet sözcüğü, “kulluk yapmak, kölelik etmek” anlamına gelir. Bu anlamlar bir insanın kayıtsız şartsız teslim olmasını, itaat etmesini, boyun eğmesini ifade eder. Dinî terim olarak ibâdet ise; “kulun sahibine/yaratanına karşı, sahibi/yaratanı tarafından verilen görevleri kayıtsız şartsız kabullenip yerine getirmesi”dir. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, kulları için belirlediği davranış ve yaşam tarzını kullarına çeşitli şekillerde bildirmiş ve en son olarak bütün bu bildirileri Kur’ân'da toplamıştır. Bu gerçekler ışığında ibâdet, Allah tarafından bir talimatname [Kur’ân] ile kullara bildirilen görevlerin kullar tarafından kayıtsız şartsız itaat edilerek ve teslimiyet gösterilerek yerine getirilmesidir. Öyleyse ibâdet, halk arasında yaygınlaştığı gibi sadece üç-beş ameli yapmaktan ibaret değildir. İbâdet, “[B]Allah'ın kulluk talimatnamesinde vermiş olduğu görevlerin tümünü yapmak, hepsini uygulamak”tır.

galipyetkin
7. July 2012, 01:58 AM
Sayın dost1.

Bir görüş sunacağım. Şöyle ki.

Şura-14. ayette belirtildiği gibi ayrılığa düşmenin bir sebebi de fesat/gelir dağılımındaki dengesizliktir. ''Beyn'' ve ''bağy'' fesada sebep gösterilmiştir.

Nahl-90. ayet yapmamamız ve ortadan kaldırmamız gerekenler arasında ''bağy''ı da göstermiştir. Yapmamız ve yapılmasını sağlamamız gerekenlerde de adaletli olmamız, ihsanda bulunmamız, mekân ve zaman olarak komşudan bütün insanlığa kadar iyiliğe lâyık ve muhtaç olanlara karşı alıcı değil, verici bir tutum takınmamız öğütlenmektedir.

''Bağy'' kavramıyla ifade edilen davranışları, böyle sayılanları iyi analiz etmek için Hacc-40 ayetini ve dolayısı ile ''Beyt'' kavramını iyice sindirmiş olmak gerekiyor. Malum olduğu üzere ''beyt'' dışa kapalı, yani içeriden bereketli, yani üretime dayalı ve nezr/fedakârlık öngörülmüş bir ekonomik ve sosyal bir sistemi-politikayı, ikâmette kalmayı, beytte mak'am/görev sahibi olmayı yani ''İbrahim Makamı''ndan yer edinmeyi, bu da "meryem"liği yani bir birimize hizmetkâr olmayı ifade eder.
Bu yolda esas olan ''mal değişimi-değer değişimi'' yapılarak alış-verişin yerine getirilmesidir. Esası ''ihtiyaç ekonomisi'', herkesin ihtiyaçların karşılanması ekonomisidir. İsraf ve lükse izin yoktur. Bir disiplindir. Bireysel değil, toplumca kalkınma ve zenginleşmeyi öne çıkarır.

Bu disiplinden dönmek, malum olduğu üzere ''bağy''dir, ticaret ehli olmak, yani dönekliktir. Dönmek ise ''kaptanlık, kervancılık, tacirlik, seyyar satıcılık v.s.......dir. Bu seyyar satıcılık günümüzdeki ancak rızkını çıkartabilen gariban insanlar değil elbette; taşımacılık suretiyle ve kâr, sömürü amaçlı taşımacılıktır. Bunlar kimsenin bir siparişi olmadığı halde, çok bol piyasa ürününü, sömürme amaçlı üretenlerin mallarını gerek hile, gerek iştah kabartan çeşitli tanıtımlarla v.s. ile lüks/ihtiyaç üstü arzular yaratıp dışarıdan temin eden veya aynı maksatla içeriden temin edilip dışarıda ''kâr'' gayesi ile piyasa ekonomisini/pazar ekonomisini dayatan piyasa işgalcileridir. Bu tüketim ekonomisi olup, bireysel, kap-kaççı bir düzendir. Eğer bu düzene uyulursa din artık ''tüccar dini'' vasfını alır.
İslam devleti, bu tüccar dinine maruz kalmamak için de bu günkü ''gümrük'' olan ''Hicaz Hattı''nı kurmuştur.

Yukarıda belirttiğim ekonomik ve sosyal ayrım, Bakara-58 ve Bakara-61. ayetlerde fark ettirilmiş ve ''karye-komün'' yani üretim ve tüketimde kollektivizmin geçerli olduğu yer ile; meşhur olmaktan gelen ''şehir'' yani kapitalizmin-anamalcılığın geçerli olduğu tüketime dayalı, bireyciliğin geçerli olduğu yer ayrımı ve neticeleri etraflıca ifade edilmiştir.

Denilecektir ki: üretilen dağıtılmayacak mı?

Tabii ki dağıtılacak, aksi stokculuk olur ki islama aykırıdır. Dağıtılacak fakat kap-kaç(tezgahtarcılık) olarak değil de, bir akarsuyun geçtiği yerlari sulaması gibi, bereket dağıtması gibi kâr amacı gütmeden (hakkaniyetle) ihtiyaç gidermek için dağıtım yapılacak. Malum ''su'' rızk demek. Aksi Bakara-275' te de kınanmıştır.

Sayın Dost1.

Kısaca arz ettiğim sebepler, ayete verilmiş mâna ve dipnotlarındaki açıklamaları kabul etmemi önlüyor.

Ben kollektivist bir bakışla ayeti şöyle anlıyorum: "Yaz ve kış (kervan) seferlerinden/bu seferlere bağımlılıktan (Beyt yaşamı ile) kurtaran, güvenlik ve esenliğe kavuşturan bu Beyt'in Rabbine (bu yaşam şekline eren) Kureyş'liler (layıkiyle) kulluk etsinler, Allah'ın gösterdiği yoldan yürüsünler"

Böylece kişisel anlayışım, ''nimete hakkıyla şükretmek/karşılığını üreterek vermek, nankör olmamak için kâr ve kazancın (insan haklarının) dışarıdan getirilip kişileştirilen liberalist sistemden vaz geçilip, müşterek üretilen ve müşterek maişetlenilen ''Beyt'' (Mekke kariyesi-Beytü'l haram) üzere, "komşuluk hukuku prensibince zekat-ı ita ile" iştirak halinde mülkiyetle mümkün'' olduğudur. Kureyş, bireyciliği, sömürü düzenini; Kureyş'liler de sömürenleri anlatır.

Sayın Dost1.

Bu yazımı bir ''İhtirazi kayıt'' olarak kabul edin lütfen.

Size ve sunuşta isimlerini verdiğiniz ve bizleri tefekküre iten, bilhassa 'dip not'lu bu eser için emek sarf edenlere teşekkürlerimi sunarım.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

dost1
7. July 2012, 03:24 AM
Selamun Aleykum! Değerli Galipyetkin Kardeşim!

Allah razı olsun. "İhtirazi kayıt" olarak düştüğünüz yazınızı okudum.

Rabbimiz ilerleyen necmlerde ilk kıbleyi:"tevhidin öğretilmesi, öğüt, uyarı, Kur’ân ile cihad, müjdeleme, sabretme, af ve hoşgörü ile muamele”
ve yeni kıbleyi:Aşağıdaki âyetlerde açıkça görüleceği gibi, Müslümanların yeni hedef ve stratejilerini ise, salâtın ikâmesi [okulların açılması, sosyal destek kurumlarının oluşturulması ve ayakta tutulması], zekâtın alınması, ma‘rûfun emredilip münkerden nehyedilmesi, hikmet [zulmü engelleyip adaleti sağlayan ilkeler] ile hareket edilmesi, gerektiğinde de savaşılması… kısaca İbrâhîm'in Mescid-i Harâm'daki uygulamalarının tatbik edilmesi; eğitim-öğretim eksenli bir yapılanma ile devlet hâline gelinmesi oluşturmaktadır."
belirtecektir.

Nahl 90 ile ilgili olarak;

(Rûm: 28) "Allah, size kendinizden bir örnek veriyor: Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeylerde yeminlerinizin malik olduklarından [yasa ile size teslim edilen kişilerden] ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur ve kendinize çekindiğiniz gibi onlarla da karşılıklı çekinir misiniz? İşte Biz, aklını kullanan bir toplum için Âyetleri böyle açıklarız."


(Zuhruf: 32) "Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır."

(Tâ–Hâ: 131) "Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme [rağbetle bakma]. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir."

(Hıcr: 88–89) "Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını müminler için indir. Ve: "Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim" de."
ayetlerine de bakar mısınız?

Değerli Kardeşim!
Ayetlerde geçen "adl ve kıst" sözcükleri genelde hep adalet sözcüğü ile meallendirilir.

“ قسطkıst” sözcüğü genellikle “ عدلadalet” diye açıklanmıştır. Böyle açıklanmış olmakla beraber, “kıst” sözcüğü tam olarak “adalet” demek değildir. Çünkü “adalet”, “bire bir karşılık, denge, denklik, eşitlik” (Lisanü’l-Arab; c.7, s. 359-360) demek iken, “kıst” sözcüğü “nasip, pay, hak edilmiş olan pay” (Lisanü’l-Arab, c.6, s. 123-128) demektir.

“Kıst” söz konusu olduğunda, mutlaka hak edilen ve söz verilen kadar karşılık ödenir. Bir nevi eşitlik olan “adalet” ise işlenene bire bir karşılık vermeyi gerektirir. Hâlbuki eşitlik her zaman hakkın karşılığı değildir, hatta bazen de zulümdür. Nitekim çalışma hayatında eşitlik esası değil, elemanların kalifiye oluşu, kıdemi gibi hususlar hesaba katılarak kıst esası uygulanır; böylece ücretler kişilerin niteliklerine göre belirlenir. Bir aile reisi de evlâtları arasında eşitlik ilkesiyle değil, kıst ile muamele yapar. Çünkü her çocuğun yaşına ve gördüğü eğitime göre ihtiyaçları değişiktir ve çocuklar aile bütçesinden bu ihtiyaçlara göre pay alırlar. Meselâ, biri ilk öğretimde diğeri üniversitede okuyan iki çocuklu bir aile, çocukların harçlıklarını hiçbir zaman eşit miktarlarda tespit etmez.
Türevleriyle birlikte Kur’an’da 27 kez yer alan “kıst” sözcüğünün, “ اقتساط iktisat/ "zulme yol açmadan, aşırıya kaçmadan, hayırlı, yararlı yolu izlemek”, “ تقسيط taksit/ "hakkı olan bir şeyi belli zamanlara pay pay bölmek” ve “ قسطاسkıstas” formları Arapça anlamlarının aynısıyla Türkçede de kullanılmaktadır.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsustur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

galipyetkin
7. July 2012, 08:53 AM
Sayın dost1.

Açıklamalarınız için teşekkürler.

Maksadımın bir polemik yaratmak olmadığını anlamanızdan dolayı müteşekkirim. Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.

''sidik torbası''/kıst ait olduğu ayette her halde konu edilecektir. Fakat bilhassa Zuhruf-32. ayete sıra geldiğinde, ve gene bazı ayetler hakkında bazı görüşlerim olacak zannederim; o zaman da diyeceklerimi ''ihtirazi kayıt'' adı altında bildirip bırakacağım. Tekrar teşekkür ederim.

Saygılarımla .
Galip Yetkin.

pramid
8. August 2012, 09:09 AM
"Rızıklar Güvende Mi?"

Hiç kuşkusuz evrende bulunan her şeyin hükmü ve hikmeti Allah’a mahsustur. O ki, yarattığı her şeyi insanların hizmetine sunmuş ve onlara emanet etmiştir. Emanet, gündelik dildeki en genel anlamıyla güvenilen kimseye veya kuruma bırakılan şeye denir. Geldiği “emn” köküne bağlı olarak esas anlamı ise güven, korkusuzluk ve korumak demektir. Bu anlamda pratiğe yansıması; güvenilir ve güvende olmak, inanmak ve onaylamak(mümin olmak), bir şeyi korumayı üzerine almak, insan benliğinin/nefsin itminana kavuşması ve anlayarak hakka boyun eğmek(iman), korkunun ortadan kalkması şeklinde olmaktadır.

Allah, insanların birbirlerine adaletli davranmaları, eşitlik, özgürlük, mutluluk ve güvenlik içinde yaşamaları için, onlara en büyük emaneti olan Vahyine uymalarını buyurmuştur. Rızkınıda insanlar için genişçe yaymıştır. Bu rızıklardan(nimet/her türlü geçimlik) insanlar üretim, ticaret, takas ve başka yöntemlerle ihtiyaçlarını gidermek için yararlanmaktadırlar. Söz konusu yararlanmada rızkı verenin yaptırım hakkının olması doğal ve gereklidir. Bu bağlamda Kureyş Suresinin çok önemli mesajlar içerdiğini düşünüyorum. Surenin tarihsel yanını ve özel olarak Mekke’deki Kureyş kabilesi ile olan ilgisini saklı tutarak mesajlarının evrenselliğinden hareketle günümüzdeki izdüşümüne bakmak istiyoruz.

“Rızıklarını kazanmaya çalışanlar (Kureyş) için, onların yolculuklarında yazın ve kışın güvenliği sağladı. Öyle ise onlar da bu Ev’in(dünya) Rabbine kulluk etsinler. Ki O, açlıktan doyuran ve onları her tür korkudan güvende tutandır.” (Kureyş, 106:1-3)

Surenin içeriğine baktığımızda şu önemli mesajları görüyoruz: yazın ve kışın ticaret ya da başka çalışmalarla rızkı kazanma, açlıktan doyurulma, güvende tutulma ve bunları onlara sağlayan her şeyin sahibi Allah ile olan ilişkileri. Bu mesajlar nazil olduğu dönemde geçerli olduğu gibi, her dönemde aynı şekilde geçerlidir. Yani evrenseldirler. İnsanların Allah ile olacak ilişkileri ayette şöyle özetlenmiş: “… onlar da bu Ev’in(Kâbe(taban)/Sisteme) Rabbine ibadet etsinler” Emir ve öğüt böyle… İnsanlar ne yapmışlar?

Allah için mi hayırlar üretip tüketmişler(ibadet), yoksa başka türlü mü? Şimdi ona bakalım: insanlar yaratıldıklarından beri, kendi aralarında ayrılığa düşerek birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışmışlar ve insanlardaki bu üstünlük sağlama tutkusu, zamanla azgınlığa dönüşmüştür. Neticede Allah’ın emir ve yasakları çiğnenmiş, yerine sömürü ve zulüm üzerine oturan bir düzen kurulmuştur(Günümüzde buna kapitalizm/tekasürleşme deniyor). Böylece Allah’ın yeryüzüne yaydığı ve insanların hizmetine sunduğu rızkın elde edilmesi ve dağıtımı adalet ve eşitlik ölçüleri içinde değil, güçlü egemenlerin istediği gibi olmuştur/olmaktadır. Çünkü vahiyden uzak, tamamen güçlülerin kendi heva ve heveslerine göre oluşturduğu Dünya düzeninde güçlü olanlar, sürekli haklı çıkmış ve öyle görülmüşler/görülüyorlar…

Egemenlerin kurduğu düzenlerde insanlar kendi aralarında çeşitli ideolojilere, dinlere, uluslara ve benzeri topluluklara ayrılmışlar. Bu topluluklar da kendi aralarında irili, ufaklı alt ve üst düzeyde sınıflara ayrılarak insan toplumu karmaşık bir hal almıştır. Neticede insanların ihtiyacı olan rızkın elde edilip dağıtımında haksızlıklar hüküm sürdüğü için, açlık ve açıkta kalma korkusu toplumda önemli bir sorun haline gelmiştir. Doyurulacağından emin olmayan bir toplumda huzurlu ve güvenli bir yaşamın var olması düşünülemez. Böyle bir toplumda bireyler tereddüt ve tedirginlikler içinde ürkek ve korkak bir şekilde yaşarlar. Özgüvenlikten uzak çoğunluk böyle iken küçük azınlıklar da tam tersine büyüklenme ve şımarıklık içinde nimetleri israfla tüketirler/tüketiyorlar.

Bilindiği gibi, rızkın kazanılmasında üretimin önemli bir yeri vardır. Bu anlamda üretim alanları ve araçları değişik değişiktir. İnsanlar bilgi, beceri, alet ve emekleriyle tarım, hayvancılık, sanayi ve çeşitli hizmet sektörleri gibi alanlarda gerekli olan ürünleri üretirler. İnsan, söz konusu çalışmaları hep yaşadığı yerde değil, bazen gurbete giderek, bazen de ticari yolculuklarla başka yerlerde de yapabilir. Bu şekilde yaz ve kış demeden yeryüzüne yayılmış olan rızıklardan ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Bu noktada üretim de tüketim kadar önemlidir. İbadet kavramının esasta üretim, daha özel olarak da “hayır üretmek” olduğunu düşünürsek, üretimde çok dikkatli olunması gerektiği kolayca anlaşılır. Üreten kapitalist, insanın zihnini bozarak tüketicisini de üretiyor. Onlar, “Ürettiklerimizin tüketimini insanların keyfine bırakamayız, tüketicimizi de kendimiz üretiriz.” diyorlar ve öyle de yapıyorlar.

Durum böyle olunca iş Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde olan insanlara(muttakilere) kalıyor. Kapitalistin keyfine göre değil; gerektiği miktarda, gerektiği zaman, gereken kalitede/standartlarda ve fiyatta, gerçekten ihtiyaç olan maddelerin üretimi ibadettir. Çeşitli reklamlarla(alış-verişte müşteriyi kızıştırarak) insanları özellikle de masum çocukları kandırarak satmak için yapılan stoklama, üretim değil, kaynak israfıdır ve bu şekilde para kazanmak hiç de ahlaki değildir.

Yukarıda da değindiğimiz gibi, rızkın elde edilmesi ve dağıtımı, vahiyden uzak bir otoritenin elinde ise, toplam gelir dağılımında da adaletsizliğin olacağı kesindir. Böyle olunca insanlar arasında asgari denge bozulmakta, açlığından ölen insanlarla, mal varlığının miktarını bilmeyecek/bilemeyecek kadar zenginleşenler aynı toplumda görülebilmektedir. Bu konularda uluslar arası ve ulusal kurumlar aracılığıyla çeşitli istatistikler yapılmaktadır. Burada bunların istatistikî sonuçlarına girmeden şunu söylemeliyim; ülkemizin milli gelir, asgari geçim, asgari ücret, açlık sınırı, adaletli gelir dağılımı, insani gelişim endeksi, mutluluk memnuniyeti gibi konularla ilgili karneleri(raporlar) pek iç açıcı değil. İflas ettiği söylenen Yunanistan’da asgari ücret Türkiye’nin tam iki katı, iflasın eşiğinde denen İspanya’da ise iki katından da fazladır.

Rızıklarını sağlamak ve korumak için çalışanların, açlıktan ve korkudan emin kalabilmeleri, sömürü ve zulme dayalı yasalarla mümkün değildir. Dünyada sürmekte olan düzene(eskisine de yenisine de) bu açıdan bakıldığında, sömürü ve zulüm üzerine kurulmuş tağuti sistemlerin egemenlikleri olduğu görülmektedir. Köpek balığı(qırş) gibi hep kendileri yiyorlar. Öyle ki bunlar kendilerini kendilerinden başkalarına da yedirmezler. Yani güç ve sermayeleri hep kendi içlerinde dolaşır veya el değiştirir. Bu anlamda dünyadaki ticaret (kureyş/qrş: kuruş yani para) yollarının çoğunun emin/güvenli olmadığı, yani rızık emanetinin büyük bir kısmının gaspçı ve hırsızların elinde bulunduğu görebilen gözler için apaçık ortadadır. Başka bir ifadeyle mallar/nimetler, zenginlerin(abdestli-abdestsiz kapitalistlerin) ellerinde toplanıp bir zulüm aracı (devlet/güç) olmuştur(Haşr, 59: 7).

Egemenlerin, zayıfların haklarına tecavüz ettikleri ve yeryüzünde az tok insanın, çok aç insanın bulunmasından belli olmuyor mu? Örneğin; kimi medya haberlerine göre, Afrika’dan çalınıp(gasp edilip) Avrupa’ya götürülen kaynakların onda biri geri Afrika’ya dönse, bütün Afrika halklarının Batı Avrupa ülkeleri standardında bir yaşamları olabilecekmiş. Bu haberler/bilgiler medyada gereği gibi yer almazsa da onları zaten bilmek zor değil.

Ekonomik gücü elinde bulunduran müstekbirler diğerlerini sömürmek ve egemenliği sürekli kendi ellerinde tutmak isterler. Bunlar sömürdükleri ülkelerin ileri gelen yönetici kesimini kendi yanlarına alarak, diğerlerini açlığa ve yoksulluğa iterler. Ötekileştirdikleri bu insanlara işbirlikçileri eliyle zulmederler. Kendi emelleri doğrultusunda devam eden düzenlerini yıkıp vahiy doğrultusuna çekmeye çalışan Müslümanları da katlettiklerini görmekteyiz. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de bu olay bütün şiddet ve çıplaklığıyla sürüyor. Batı emperyalizmi ve yerli işbirlikçi mukallitler eliyle mazlum halklar öldürülüyor/katlediliyor. Oysa Kureyş Suresinde istenen, insanların kaynaklarına(emanete) sahip çıkıp, adaletle kendi ihtiyaçlarını kendilerinin karşılamasıdır/doyurulmalarıdır.

Rızkı yeryüzüne yayan Allah, vahiy bilgisiyle donatılan ve bu terbiye ile adaleti, eşitliği, özgüven ve özgürlüğü sağlamak için çabalayan Müslümanların gerekirse yaz-kış yolculukları yapıp göç etmelerini, her türlü şartlara kendilerini alıştırmalarını istemektedir. Elde ettikleri haklarını güven içinde tutabilmeleri, itaat ve ibadetlerini Allah’ın buyruklarına uygun olarak yerine getirmelerine bağlıdır. Ancak bu şekilde yapılan kulluk ile doyurulmuş, güvende ve korkusuzca yaşanabilir. Çünkü O, Rab, bu Evin yani yer, gök ve her şeyin sahibidir. Bu noktada şunu söyleyebilir miyiz? Kendilerine nimet/rızık verilenler Bu Evin Rabbine gereği gibi kulluk etmedikleri için bilinen olumsuzluklar yaşanıyor. Sorgusu ölüm sonrasına bırakılan hesap, işte böyle tersine dönüyor…

Elbette, ahretteki cennet-cehennem kavşağında bugünden yarına tutulan hesapların bir sağlaması yapılacak; “Sonra, o gün, her nimetten hesaba çekileceksiniz (Tekâsür, 102:8).” Kureyş Suresi ile ilişkisi bakımından Tekâsür Suresinin son ayetini konu bağlamında böylece andıktan sonra, soru bir başlıkla başladığım yazıyı bir soru ile bitirmek istiyorum: “O gün”, aynı zamanda herkes için, bu gün olabilir mi?

Hasan Akçay
25. January 2015, 12:51 PM
29 KUREYŞ SURESİ

1,2Kureyş'in güvenliği esenliği; kış ve yaz; her zamanki seferlerinde güvenlik esenlikleri için… 3,4Öyleyse kendilerini açlıktan kurtararak beslemiş olan ve her korkudan onları güvene kavuşturmuş olan, bu Beyt'in Rabbine kulluk etsinler.


Lisanul Arab'daki tarife göre
صيف-sayf
yaz degil "ilkbahar"dir:

العرب تقول :
السنة أَربعة أَزمان ,
ولكل زمن منها ثلاثة أَشهر ,
وهي فصول السنة :
منها فصل ال صيف وهو فصلُ ربيع الكَلإِ آذارُ ونَيْسانُ وأَيّارُ
, ثم بعده فصل ال قيظ حَزِيرانُ وتَموزُ وآب ,
ثم بعده فصل ال خريف أَيْلُولُ وتَشْرِين وتَشْرين ,
ثم بعده فصل ال شتاء كانُونُ وكانونُ وسُباطُ.

http://free-minds.org/forum/index.php?topic=9188.20

dost1
26. January 2015, 04:10 AM
Selamun aleyküm,
Değerli HAsan Akçay Kardeşim,

"Sayf" sözcüğü ilkbahar değil yazdır. Lütfen Lisanul A'rabdaki "sayf" maddesinin tamamını okuyunuz.


صيف: الصَّيْفُ: من الأَزمنةِ معروف، وجمعه أَصْيافٌ وصُيُوفٌ. ويومٌ
صائفٌ أَي حارٌّ، وليلة صائفة. قال الجوهري: وربما قالوا يوم صافٌ بمعنى
صائفٍ كما قالوا يوم راحٌ ويومٌ طانٌ ومطر صائفٌ. ابن سيده وغيره:
والصَّيِّفُ المطر الذي يجيء في الصيفِ والنباتُ الذي يجيء فيه. قال الجوهري:
الصَّيْفُ المطر الذي يجيء في الصيف، قال ابن بري: صوابه الصَّيِّف، بتشديد
الياء. وصِفْنا أَي أَصابنا مطر الصَّيْفِ، وهو فُعِلْنا على ما لم يسمَّ
فاعله مثل خُرِفْنا ورُبِعْنا. وفي حديث عُبادة: أَنه صلى في جُبّةٍ
صَيِّفةٍ أَي كثيرة الصُّوف. يقال: صافَ الكَبْشُ يصُوفُ صَوْفاً، فهو
صائِفٌ وصَيِّفٌ إذا كثر صُوفُه، وبناء اللفظة صَيْوِفة فقلبت ياء
وأُدْغِمت.وصَيَّفَني هذا الشيء أَي كفاني لِصَيْفتي؛ ومنه قول الراجز:
مَنْ يَكُ ذا بَتٍّ فهذا بَتِّي
مُقَيِّظٌ مُصَيِّفٌ مُشَتِّي
وصِيفَتِ الأَرضُ، فهي مَصِيفةٌ ومَصْيوفةٌ: أَصابها الصَّيِّفُ،
وصُيِّفْنا كذلك؛ وقول أَبي كبير الهذلي:
ولقد وَرَدْتُ الماء لم يَشْرَبْ به
حَدَّ الرَّبيعِ إلى شُهور الصَّيِّفِ
يعني به مطر الصيف، الواحد صَيِّفةٌ؛ قال ابن بري: وفاعل يشرب في البيت
الذي بعده وهو:
الا عَوابِسُ كالمِراطِ مُعِيدةٌ،
بالليلِ، مَوْرِدَ أَيِّمٍ مُتَغَضِّف
ويقال: أَصابَتْنا صَيِّفة غَزيرة، بتشديد الياء. وتَصَيَّفَ: من
الصَّيْف كما يقال تَشَتَّى من الشِّتاء. وأَصاف القومُ: دخلوا في الصَّيف،
وصافُوا بمكان كذا: أَقاموا فيه صَيْفَهُم،وصِفْتُ بمكان كذا وكذا وصِفْتُه
وتَصَيَّفْته وصَيَّفْته؛ قال لبيد:
فَتَصَيَّفا ماءً بِدَحْلٍ ساكِناً،
يَسْتَنُّ فوق سَراتِه العُلْجُومُ
وقال الهذلي:
تَصَيَّفْت نَعْمانَ واصَّيَّفَتْ
وصافَ بالمكان أَي أَقام به الصيف، واصْطافَ مثلُه، والموضع مَصِيفٌ
ومُصْطافٌ. التهذيب: صافَ القومُ إذا أَقاموا في الصّيفِ بموضع فهم صائفون،
وأَصافوا فهم مُصِيفون إذا دخلوا في زمان الصَّيف، وأَشْتَوا إذا دخلوا
في الشِّتاء. ويقال: صُيِّفَ القومُ ورُبِعوا إذا أَصابهم مَطَر الصيف
والربيع، وقد صِفْنا ورُبِعْنا، كان في الأَصل صُيِفْنا، فاستثقلت الضمة مع
الياء فحذفت وكسرت الصاد لتدل عليها. وصافَ فلانٌ ببلاد كذا يَصِيفُ إذا
أَقام به في الصَّيف، والمَصِيفُ: اسم الزمان؛ قال سيبويه: أُجري مُجرى
المكان وعامله مُصايَفَةً وصِيافاً.
والصائفة: أَوانُ الصَّيف. والصائفةُ: الغَزْوةُ في الصيف. والصائفةُ
والصَّيْفِيّةُ: المِيرةُ قبل الصيف، وهي المِيرة الثانية، وذلك لأَن
أَوَّلَ المِيَرِ الرَّبْعِيَّة ثم الصَّيْفِيَّة ثم الدَّفَئِيَّة. الجوهري:
وصائفةُ القوم مِيرَتُهم في الصيف.
الجوهري: الصَّيْفُ واحد فُصُول السنة وهو بعد الربيع الأَول وقبل
القَيْظِ. يقال: صَيْفٌ صائفُ، وهو توكيد له كما يقال لَيْلٌ لائلٌ وهَمَج
هامِجٌ. وفي حديث الكَلالة حين سُئل عنها عمر، رضي اللّه عنه، فقال: تكفيك
آيةُ الصَّيف أَي التي نزلت في الصيف وهي الآية التي في آخر سورة النساء
والتي في أَوَّلِها نزلت في الشتاء.
وأَصافَتِ الناقةُ، وهي مُصِيفٌ ومِصْيافٌ: نُتِجَتْ في الصَّيْف
وولدُها صَيْفِيّ.
وأَصافَ الرجلُ، فهو مُصِيفٌ: وُلد له في الكِبَرِ، وولده أَيضاً
صَيْفيّ وصَيْفِيُّون، وشيء صَيْفِيٌّ؛ وقال أَكثمُ بن صَيْفي، وقيل هي لسعد بن
مالك ابن ضبيعة:
إنَّ بَنيَّ صِبْيَةٌ صَيْفِيُّونْ،
أَفْلَحَ مَنْ كان له رِبْعِيُّونْ
في حديث سليمان بن عبد الملك: لمَّا حضرته الوفاة قال هذين البيتين أَي
وُلدوا على الكِبَر. يقال: أَصافَ الرجل يُصِيف إِصافةً إذا لم يولد له
حتى يُسِنّ ويَكْبَرَ، وأَوْلاده صَيْفِيُّون. والرِّبْعِيُّون: الذين
وُلدوا في حداثته وأَوّل شَبابه، قال: وإنما قال ذلك لأَنه لم يكن في
أَبنائه من يُقَلِّده العهد بعده. وأَصافَ: ترك النساء شابّاً ثم تزوَّج
كبيراً.الليث: الصَّيْفُ رُبُع من أَرْباع السنة، وعند العامة نصف السنة. قال
الأزهري: الصيف عند العرب الفصل الذي تسميه عوامُّ الناس بالعراق وخُراسان
الربيعَ، وهي ثلاثة أَشهر، والفَصْل الذي يَليه عند العرب القَيْظ، وفيه
يكون حَمْراء القَيْظِ، ثم بعده فصل الخَريف، ثم بعده فصل الشتاء.
والكَلأُ الذي يَنْبُتُ في الصَّيْف صَيْفِيٌّ، وكذلك المطر الذي يقع في
الربيع ربيعِ الكَلإِ صَيْفٌ وصَيْفِيّ. وقال ابن كُناسة: اعلم أَن السنة
أَربعة أَزمِنة عند العرب: الربيعُ الأَول وهو الذي تسمِّيه الفُرْسُ الخريف
ثم الشتاء ثم الصيف، وهو الربيع الآخِر، ثم القَيْظ، فهذه أَربعةُ
أَزمِنةٍ. وسُميت غَزْوَة الروم الصائفةَ لأَن سُنَّتَهم أَن يُغْزَوا صيفاً،
ويُقْفَلَ عنهم قبل الشتاء لمكان البردِ والثلج.
أَبو عبيد: استأْجرته مُصايَفةً ومُرابعةً ومُشاتاةً ومَخارفةً من
الصَّيفِ والرَّبيعِ والشتاء والخَرِيفِ مَثْل المُشاهرَةِ والمُياومَةِ
والمُعاومَةِ. وفي أَمثالهم في إتمام قَضاء الحاجةِ: تمامُ الرَّبيع الصيفُ،
وأَصله في المطر، فالربيع أَوَّله والصيف الذي بعده، فيقول: الحاجة
بكمالها كما أَنَّ الربيع لا يكون تمامه إلا بالصيفِ. ومن أَمثالهم: الصيفَ
ضَيَّعْتِ اللبنَ إذا فَرَّطَ في أَمره في وقته، معناه طلْبتِ الشيء في غير
وقته، وذلك أَن الأَلبان تكثر في الصيف فيُضْرَب مثلاً لترك الشيء وهو
ممكن وطَلَبِه وهو مُتَعَذِّر، قال ذلك ابن الأَنباري وأَوّلُ من قاله عمرو
بن عمرو بن عُدَسَ لِدَخْتَنُوسَ بنت لقِيطٍ، وكانت تَحْتَه فَفَرِكَتْه
وكان مُوسراً. فتزوّجها عَمْرُو بن مَعْبَد وهو ابن عمِّها وكان شابّاً
مُقتراً، فمرَّت به إبل عمرو فسألتْه اللبن فقال لها ذلك.
وضافَ عنه صَيفاً ومَصيفاً وصَيْفوفةً: عَدَلَ. وصافَ السَّهْمُ عن
الهَدَفِ يَصِيفُ صَيفاً وصَيْفوفة: كذلك عَدَلَ بمعنى ضافَ، والذي جاء في
الحديث ضافَ، بالضاد؛ قال أَبو زبيد:
كلَّ يومٍ تَرْميهِ منها بِرَشْقٍ،
فمَصِيفٌ أَو صافَ غَيرَ بَعِيدِ
وقال أَبو ذؤيب:
جَوارِسُها تأْوِي الشُّعُوفَ دَوائِباً،
وتَنْصَبُّ أَلْهاباً مَصيفاً كِرابُها
أَي مَعْدُولاً بها مُعْوَجَّةً غير مُقَوَّمَةٍ، ويروى مَضِيفاً، وقد
تقدَّم؛ والكِرابُ: مَجارِي الماء، واحدتها كَرَبَةٌ، واللِّهْبُ: الشّقُّ
في الجبل أَي تَنْصَبُّ إلى اللَّهْبِ لكونه بارِداً، ومَصِيفاً أَي
مُعْوَجّاً من صافَ إذا عَدلَ. الجوهري: المَصيفُ المُعْوَجُّ من مَجاري
الماء، وأَصله من صافَ أَي عدلَ كالمَضِيقِ من ضاقَ. وصافَ الفَحْلُ عن
طَرُوقَتِه: عدل عن ضِرابها. وفي حديث أَنس أَن النبي، صلى اللّه عليه وسلم،
شاوَرَ أَبا بكر، رضي اللّه عنه، يوم بَدْر في الأَسْرَى فتكلم أَبو بكر
فصافَ عنه؛ قال الأَصمعي: يقال صاف يَصِيفُ إذا عدَلَ عن الهَدف؛ المعنى:
عدل، صلى اللّه عليه وسلم، بوجهه عنه ليُشاور غيره. وفي حديث آخر: صافَ
أَبو بكر عن أَبي بُرْدَةَ، ويقال: أَصافه اللّه عني أَي نَحَّاه،
وأَصافَ اللّه عني شرَّ فلان أَي صَرَفه وعدَل به. والصيفُ: الأُنثى من البُوم؛
عن كراع.
وصائفٌ: اسم موضع؛ قال معن بن أَوس:
فَفَدْفَدُ عَبُّودٍ فَخَبْراء صائفٍ،
فَذُو الحَفْرِ أَقْوَى منهمُ فَفَدافِدُهْ
وصَيفِيٌّ: اسم رجل، وهو صيفي بن أَكْثَمَ.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsustur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.
__________________

Hasan Akçay
26. January 2015, 06:10 AM
Inceleyecegim,
Allah isterse.

Lisanul Arab alintisindaki yazi karakterini büyütebilir misiniz
lütfen. Tesekkür ederim.

Hasan Akçay
26. January 2015, 11:03 AM
Sözlükten bir alinti
(http://free-minds.org/forum/index.php?topic=9603550.msg294597#msg294597)

العرب تجعل السنة ستة أَزمنة: شهران منها الربيع الأَوّل، وشهران صَيْف، وشهران قَيظ، وشهران الربيع الثاني، وشهران خريف وشهران شتاء؛

Araplar yılı 6 mevsime bölerlerdi:
2 ay Rebiulevvel (erken İlkbahar)
2 ay Sayf (geç İlkbahar)
2 ay Kayz (yaz)
2 ay Rebiussâni (erken Sonbahar)
2 ay Harîf (geç Sonbahar)
2 ay Şitâ (kış)

*

"Sayf"a sıcak denmesi doğaldır.

Çünkü SAYF
aşırı sıcakların habercisi olan
"ramazân"a kadar uzanır.

Ramazân
21 Haziran yaz dönümünden hemen sonradır;
"Kayz"a ait ilk dolunaydır.

Hasan Akçay
30. January 2015, 07:23 AM
"YIL = 4 mevsim"e göre Miladî 620'nin dolunay tarihleri (Kirmizilar haram aylar)
Bkz. http://www.timeanddate.com/calendar/?year=620&country=74

Sayf: 22 Nis 620, 22 May, 20 Haz
Kayz: 20 Tem, 19 Agu, 17 Eyl
Harîf: 17 Eki, 15 Kas, 15 Ara
Şitâ: 13 Oca 621, 12 Sub, 13 Mar

SICAK dolunay (Şehru RAMAZÂN): 20 Temmuz 620

*

Kureys sûresinde belirtildigi üzere
Kureysli tüccar ticarî yolculuklarini 620'nin Şitâ ve Sayf'inda yaptilar,
PANAYIR vakti olan haram aylarda Mekke'de idiler.

Hasan Akçay
31. January 2015, 06:46 AM
Cevherî:

الصَّيْفُ واحد فُصُول السنة وهو بعد الربيع الأَول وقبل
القَيْظِ.

SAYF senenin bölümlerinden biri olup
Rebîulevvel'den sonra, Kayz'dan öncedir.

Yani

"YIL = 6 mevsim"
diyenler için

Rebiulevvel: Mart, Nisan
Sayf: Mayis, Haziran
Kayz: Temmuz, Agustos

Önemli olan, Kureys sûresinde "mevsimler"den söz ediliyor olmasi.

Mevsimler
"vakten sabit"tir.

Dolayisiyla

mevsimlerin aylari
vakten sabittir.

Mart ve Nisan REBîULEVVEL denen "erken ilkbahar"in içindedir;
Mayis ve Haziran SAYF denen geç "ilkbahar"in içinde;
Temmuz ve Agustos KAYZ denen yaz mevsiminin içinde.

Yaz
21 Hazirandan sonraki ilk dolunay
ile baslar.

2:185'teki "Şehru Ramazân"dir bu.

RAMAZÂN aşiri SICAK demek.
SICAK... Çünkü o dolunay aşiri sicaklarin habercisidir.

Sicak dolunay arti onu izleyen 3 dolunay
vakten sabit "erbeatun hurum"dur, dört haramlar* (9:36),
dört haram ay.

Haram olan ne? Savas...

Çünkü Kureysin ekmek teknesi olan Mekke panayiri o aylarda kuruluyor; savas olursa insanlar panayira gelemez, alis veris olmaz ve ekmek teknesi boş kalir; sonuçta Kureys açliktan ölür.

Kureys sûresinde "Sizi açliktan kurtaran O" denmesi bunu gösterir, ellezî at’amehum min cûın.

Kisacasi SAYF yaz degildir
tipki şitâ gibi
Kureysin uzak ülkelere ticarî yolculuklar yaptigi bi mevsim olup
yazdan öncedir;
cevherînin ifadesiyle kablel kayz, قبل القَيْظِ.

Yaz mevsiminde
Kureysli tacirler için panayir var,
yolculuk yok.

____________________________________

*Muhtemelen
Şehru Ramazân (inananlarin kendilerini tuttugu, savm yaptigi ay),
Zilhicce (inananlarin hac yaptigi ay),
Zilkâde (inananlarin savasa kalkismayip oturdugu ay)
Recep (inananlarin barisa saygi gösterdigi ay)

Hasan Akçay
5. February 2015, 05:11 AM
Birçok nedenle dinî görevler Kamerî takvime göre düzenlenmiştir.

Sayin Hakki Yilmaz'in
Bakara 189 yorumunda
öne sürülmüs bu.

Ama o kadar dayanaksiz bi iddia ki
Kuran'dan onay almasi mümkün degil.

Şimdi...

"Kamerî takvim"de yilin aylari
kışa denk gelirler, ilk bahara, yaza, sonbahara...
yani vakten habire oynarlar.

Oysa Kureysin tüccari
Kureys sûresinde belirtildigi üzere
kışın ve ilkbaharda yolculuklar yapmaktadir;
Mekke'de yoktur.

Mekke panayiri ise
hac ile
eş zamanlidir

yani

eger hac "kamerî takvim"e göre düzenlendiyse
hac kışa denk gelir, ilkbahara denk gelir;
panayir kışa denk gelir, ilkbahara denk gelir.

Tüccar napacak bu durumda;
ticarî yolculuklarini mi yapacak,
panayira mi katilacak?

Ikisi de onun işi. Hangisini yapacak?

Hasan Akçay
5. February 2015, 11:28 AM
Benim anladigim
yanilgi
içinde ŞEHR geçen ayetlerin
yanlis okunmasindan kaynaklaniyor.

ŞEHR-شهر aslinda tipki
HiLAL-هلال gibi
gökteki ayin görüntülerinden biridir

yani

HiLAL "hilal"dir,
ŞEHR dolunay.

Dinî görevlerin vaktini
ikisi de bildirir.

Örnegin
haccin vaktini
hilal bildirir.

Bakara 189: Sana hilalleri soruyorlar.
De ki: insanlar için ve
hac için vakitlerdir onlar, hiye mevâkîtu lil hac.

Yine örnegin
"savm"in vaktini
dolunay bildirir.

Bakara 185: Sicak dolunayda o okuma indirildi.
O dolunaya tanik olanlariniz onu "savm"lasinlar
men şehide minkumuş şehra fel yesumh.

Gökteki hilaller, dolunaylar... vakten sabittir;
"kamerî takvim"deki aylar ise vakten oynak.

Kisacasi insanlarin uydurdugu kamerî takvim ile
Allah'in yarattigi dolunaylarin, çeyrek aylarin, hilallerin... ilgisi yok.

Dinî görevler olarak hac ve savm
"kamerî takvim"e göre degil
hilallere, dolunaylara göre düzenlenmistir.
(2:189, 2:185)


*

Tabii o arada sayin Hakki Yilmaz "salât"i gözardi etmis.

Salât
günese göre düzenlenmistir
(11:114, 17:78)

galipyetkin
7. March 2015, 06:19 PM
İslam dininin ezelden beri hiç değişmeyen bir içeriği vardır ve bu içerik, Muhammed Peygamber ile yinelenmiş ve bu da, islam ekonomisine uygun bir sosyal hayat tarzı sunmuş ve dayatmış olmasıdır.

Kureyş Suresi'nde de Dinin Muhammed Peygamber'le birlikte Mekke'ye hakim olmasıyla emperyalist-kapitalist(ucuza kapatıp pahalıya satarak emek sömürüsü) olan kervancılığın geçirdiği değişim; ticaretten islamın getirdiği "değer değişimine" geçiş anlatılmak istenmektedir. Aynen bir kuşun timsahın dişlerinin arasında kalmış et parçalarını temizleyip, timsahın da temizlenmesine müsadesiyle rahatlamasının sağlamasından, tıpkı yabani bir bufalonun müsaadesiyle kulak ve burun içindeki parazitleri temizleyen kuşa duyduğu mihnet ve mutluluk ve rahat gibi sömürücü Kureyş'in(Mekke'nin değil, ve Kureyş anılarak tüm sömürenlerin) İslam'a mihnetle, paraya tapmayıp Rabb'a "zekat-ı ita" ile kuluk etmesi isteniyor.

Yukarıdaki yazılanlarda salat denmiş, dolunaylar denmiş, hilal-şehr denmiş, kameri takvim denmiş,.... denmiş, vs denmiş......., ve de bir yerde şu söylenmiş:

"Haram olan ne?
-Savas...
Çünkü Kureysin ekmek teknesi olan Mekke panayiri o aylarda kuruluyor; savas olursa insanlar panayira gelemez, alis veris olmaz ve ekmek teknesi boş kalir; sonuçta Kureys açliktan ölür."
Ve devamla:
"Kureys sûresinde "Sizi açliktan kurtaran O" denmesi bunu gösterir" denmiş.

Bu son deyiş ile de sanki Allah Kureyş'in sömürü düzenini onaylıyor intibaı verilmiş. Böylece de sanki bu sure her mealde kişiye yani "Kureyşlilere" özel indirilmiş gibi sunulmuş ve iç ve dış sömürü, hem de Mekke halkını kendine tâbi kılıp köleleştirme es geçilmiş.
Kızını diri diri gömen Mekke'li garibanın kodamanların kervanlarıyla elde ettiği kazancından ona ne.

Halbuki ayet sömürücü Kureyş'in lutfuna kalmış o günün sömürülenlerine, mustaazaflarına, bu güne de, bu günkü sömürü düzeni altında inleyenlere de hitap ediyor.

Acaba ne ima ediyor?

Saygılarımla.
Galip Yetkin.