PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : KUR’ÂN'IN TERCÜME ve MEALİNİN ZORUNLULUĞU


Taner
1. July 2012, 04:01 AM
Yüce Rabbimiz, Kur’ân'dan önce gönderdiği kitapları, mesajını iletmek istediği muhatap toplumların diliyle gönderdiği gibi, peygamberleri de yine mesajını iletmek istediği muhatap toplumların içinden seçmiştir. Çünkü Rabbimizin amacı, mesajın muhataplar tarafından iyice anlaşılmasını sağlamaktır:

Ve Biz onlara, açıkça ortaya koysun diye, her peygamberi yalnız kendi toplumunun diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini/dileyeni saptırır, dilediğini/dileyeni de doğru yola iletir. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. (72/14, İbrâhîm/4; 318. necm)

Nitekim Âdem, Nûh, İdrîs, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ vd. peygamberlerin getirdikleri mesajlar hep kendi halklarının dillerinde olmuştur. Dolayısıyla Kur’ân da, Arapça konuşan bir topluma gönderildiği için Arapça olarak inmiştir. Bu ilâhî sünnete göre eğer Kur’ân Türklere inseydi Türkçe, Rumlara inseydi Rumca, Fransızlara inseydi Fransızca olacaktı. Zira toplumların mesajı anlayabilmeleri, aldıkları mesajın kendi dillerinde olmasına, doğru anlamaları da kendi dillerini iyi bilmelerine bağlıdır. Kur’ân, Arapça olmasına rağmen muhataplar Arapça'yı iyi bilmiyorlarsa, mesajı iyi anlamaları mümkün olmaz.

Kur’ân her ne kadar ilk olarak Arap toplumuna hitap etmiş olsa da, Kur’ân'ın muhatabı tüminsanlardır (bkz. Resmi Mushaf; Sâd/87 (Necm;67); Nisâ/105 (Necm; 556), 174(Necm;571);Yûnus/57(Necm;178); İbrâhîm/52(Necm; 323)). Peygamberimiz de tüm insanlığın, farklı diller konuşan tüm halkların peygamberidir (bkz. Resmi Mushaf; Enbiyâ/107(Necm;333);A‘râf/158(Necm;79), Sebe/28(Necm; 224), En‘âm/19(Necm;204), Furkân/1(Necm;96), Cuma/2-3(Necm;662)).

Dünya üzerinde yüzlerce-binlerce farklı dil kullanan topluluklar yaşamaktadır. Bu durumda insanların tümünün Arapça öğrenmesi söz konusu olamayacağına göre, Kur’ân'ın diğer dillere çevrilmesi zorunludur. Bu zorunluluğun yerine getirilmesi ve bütün insanların Allah'ın mesajını alabilmesinin sağlanması, Müslümanların manevî sorumluluğudur.

Bu sorumluluğu yerine getirme konusunda kendini yetkin gören ilim adamlarının en önemli görevi, Kur’ân'ın dili olan Arapça'yı ve çeviri yapacakları dili çok iyi bilmeleri, çeviri sırasında anlamı o dilde verilmemiş tek bir sözcük bile bırakmamalarıdır. Çünkü yarı Türkçe, yarı Arapça, yarı Farsça bir çeviriden ne bir Türk, ne de bir başkası bir şey anlayabilir. Eksik ve yetersiz bir çeviri ile Allah'ın mesajının gereği gibi aktarılabilmesi imkânsızdır. Kelime ve kavramların, bir başka dilin sözcükleriyle karşılanması da yetmez. Aynı zamanda Kur’ân sözcüklerinin de, indiği dönemdeki saflığıyla anlaşılıp bugüne aktarılması gerekir. Aksi hâlde, mesajın da yeterli düzeyde anlaşılamamasına neden olur. O günkü ifadelerin maslahat [yarar] ve mefsedet, [zarar] doğrultusunda modernize edilerek aktarılmasında ise bir sakınca yoktur. Çünkü kelimeler değil, mesaj önemlidir.

Dile ve çeviriye verilen önem ile aksi davranışların sonuçları, Kur’ân'da açıklanmıştır (bkz. Resmi Mushaf: Bakara/75; Nisâ/46; Mâide/13, 41).


Netice olarak Kur’ân, bütün sözcüklerin tam olarak anlaşılmasını sağlayacak şekilde başka dillere çevrilmelidir. Yapılan çeviride kapalı, anlaşılmaz tek bir sözcük bile bırakılmamalıdır. Eğer elinizdeki bu çeviride bir kapalılık, anlaşılmazlık varsa, bu Kur’ân'dan değil, çevirenin yetersizliğindendir.