PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Sınırdaki şeytan!


EVVAB_İNSAN
1. October 2008, 09:25 PM
SINIRDAKİ ŞEYTAN!

Bu arada başlıktaki karizmaya da dikkatinizi çekerim. Çok gâvur bir başlık oldu çok!

Şimdi sözün başında şöyle bir geri yaslanıp A4 ekranıma bakıyorum. Acaba başlığı tanım düzeyinde açıklamaya girişsem mi? I-ıh! Gözüm kesmiyor. Onun için hemen söze bodoslamadan girmek istiyorum.

Anlatmak istediğim şey, Hz. Muhammed'in Cebrail ile ilk görüştüğü andaki ruh haline ilişkin. Rivayet ne diyor? Korkmuş. Korku ile titreye tireye eve gelmiş. Kat kat yorganların altına girmiş ve karısına "Hatice ben cinlendim galiba!" demiş. İnsanı kuyruk sokumundan yakalayan bir korkudur bu. Nevriniz döner. Ayağınızın altındaki dünya hışır hışır kaymağa başlar. İçte ve dışta ne güvenilir ne tutarlı bir şey kalır.

En harbi Arafat da Arasat da burasıdır! Tek başına sızdır. Umarsız, takatsiz, güvensiz, güçsüz. Kendinizden başka yaslanacak bir şeyiniz yoktur! İnanç ne ki? Tüm bilgileriniz iflas etmiştir. Kimse de gelip size bunun yeni bir doğum olduğunu söylemez. Bir ayağınız, alışkanlıklarınızın oluşturduğu güvenli sulardadır ama öbürü, bütün bildiklerinizi ve inandıklarınızı size unutturacak bir heyecan ve adrenalin bolluğu içinde karanlık boşluğu tarıyordur. Bu durumda bildiğiniz ve inandığınız hiçbir şeye tutunamazsınız. Aslında o gül yüzlü, mağaradan eve değil, karısının yanına, alışkanlıklarının oluşturduğu güvenli sulara kaçmıştır.

Karlos Kastaneda'nın kitaplarında bu durum, geçiş zamanı ve sırası gelmiş büyücü grubunun (Bilgi savaşçılarının) yüksek bir uçurumdan atlamaları ile temsil edilmiştir.

Kryon'da, bildik, alışkanlıkların sahilinden engine açılan bir inanç insanının öyküsü olarak anlatılır. Sahilden yeteri kadar açıldıktan sonra, yakında deniz, uzakta sisten başka bir şey görünmez olur. İmân burada imandır! Ta ki, bir adanın silüetini görünceye kadar devam edersin. Ya da devam edemezsin ama bazen artık geri dönemeyecek kadar da açılmışsındır.

İşte zurnanın zırt ettiği yer burasıdır. "Bilinmeyen" burada adamakıllı donanır ve yalınkılıç insanın üstüne üstüne gelir! Bu, harbiden şeytanın insana peşrev çekmesidir! Üç buçuk değil, üç yüz buçuk atarsın, o da dakka başı! Sonra bir şey ya da bir şeyler olur. Rahatlarsın. Bir yerlerden bir biçimde destek gelir. Burada ancak araştırmacılar, öyle iman ehli filan değil, ancak araştırmacılar, bilmek isteyenler, gerçek bilgi ve bilim açları sırat-ı müstakim üzere durabilirler.

Burada o iman kahramanları da kolayca sapıverirler. En basitinden kendinizi seçkin, güçlü ve Allah'ın özeli sayar ve bu hat üzerinden yürümeğe başlarsınız. Saptığınızı bütün eforunuzu, araştırmalarınızı ve aldığınız yolu egonuzun bloke ettiğini anlamazsınız bile!

Yani Hz. Muhammed Ebu Süfyan'a kıç attıracak bir bencil olabilirdi ama onun "Muhammed-ül Emin" kimliği, Hilmi, Mekke'nin zihinsel çalkantısı içinde içine girdiği araştırma perspektifi onu korudu! Ama ne demezsiniz, yine de korkmasına engel olamadı.

Hiç kuşkusuz, böylesi geçiş anlarında, sınırda o şeytanla yapılan karşılaşmalar ve oradaki zorlanmalar yani sınırdaki şeytanla boğuşup onu yenmelerin en makul çözümlerinden biri de hemen karar vermemek ve sabırlı olup, olayı, durumu kavrayıncaya kadar kendine yeterli bir süre tanımaktır. Yani zamana bırakmaktır.

O güzeller güzeli, üç buçuk atarak mağaradan evine geldi. Zangır zangır her tarafı titriyordu! Peki, bu ne kadar sürdü? Hiç de o kadar uzun değil. Aradan bir sene geçti geçmedi, Kureyşliler onu ayartmak istediler. "Al sana şu kadar ipek yüklü deve. Kabileden şu, şu, şu genç ve güzel kadınlar. Ticarette kolaylık vs. vs... peki o ne dedi? "Bir elime Ay'ı, bir elime yıldızları verseniz, ben bu yoldan dönmem!" dedi. Hah! Demek ki sınırın ötesinde bir yeşil ve aydınlık alan buldu.

Her gün burada bir BAHAR sabahına uyanmağa başladı ve buranın değerlerinin, aşağıdaki katın değerlerinden üstün ve gerekli olduğunu anladı. Yani doğum tamamlandı! Ve sınır çizgisinin ötesinde bir yere yerleşildi. Böylece daha büyük inanç, bilgi ve sezgilerle donanmış olarak sınırın ötesindeki bir yerin "sakini" oldu. Bence gerçek "Şakkı Sadır" budur!

Şimdi size bir de pek duymadığınız bir Mevlânâ ve Şems öyküsü anlatacağım. Bunu olmuş bir olay gibi değil de dilsel sembollerle yüklü bir mesaj olarak okuyun.

Menakıpçılar Şems'le Mevlana’nın buluşmasını iki denizin buluşmasına benzetirler. Pek de yabana atılası bir benzetme değildir bu. Ama birçok aktarımcı da bir kilitle anahtarın buluşması olarak niteler bu buluşmayı. Bu da olayın başka bir yönünü anlatır. Şems Cuma'dan sonra Mevlâna’nın atının yularını yakalar ve "Hasan Basri dedi ki (Süphanım, Şanım ne yücedir! Cübbemin içinde Allah’tan başka kimse yoktur!) Muhammed de dedi ki, (Ya rabbi seni Hakkıyla tenzih edemedik!), buna göre, hangisi daha yüksek bir irtifadan konuşmaktadır?" Zor ve gıcık yapıcı bir sorudur bu! Mevlâna’nın yanıtını biliyorsunuz. "Hasan bir uçtu, sarhoş olup takılıp kaldı. Oysa Muhammed Mustafa, günde 72 makam geçerdi. O yüzden o çözümü tenzihte buldu, öbürü kendi sarhoşluğuna takılı kaldı".

EVVAB_İNSAN
10. October 2008, 05:08 PM
Böyle der koca Mevlâna... Ve siz Mevlânâ'nın burada üst seviyeden bilgi verdiğini sanırsınız; oysa cayır cayır polemik yapar. Bu polemik kalabalıkların gerçeklik dünyası ile gelişigüzel oynanmamasına ilişkindir. Aslında Mevlânâ, görevin namusuna sahip olmanın, kişisel uçuşlarla değişen içsel gerçekliklere feda edilmemesi gerektiğini söylemiştir. Bakın anlamıyorsunuz. Hadi dönün bir daha baştan okuyun. Anlayacaksınız, anlayacaksınız.

Peki, daha başka olan neydi? Eh işte bildiğiniz gibi Şems naralanıp kendini yere atar. O zamanların moda gösterileridir bunlar. Hâlâ da kalıntıları vardır. Mevlânâ da gelenin kim, sorunun da neyi sorduğunu anlar. Aslında Şems Mevlânâ'ya "Heey, ahpap! Senin için iri kuştur, yücelerden uçar dediler. Senin kaç metreye takatın vardır bakayım?" demiştir. Mevlânâ da "Back Raundum sağlamdır âbicim. Beri gel hele, şöyle yaklaş içime içime!" demiştir. Mustafa ÖZ Hocadan derlenmiştir.

Halkın önünde iletişimlerini sağlayacak bir gösteri yapmışlar sonra da mesajı aldığı için Mevlânâ Şemsi salmamıştır. Hatta Şems'in Mevlânâ'yı halkın elinden aldığı düşüncesi ile dedikodular üretilmiş, büyük rahatsızlıklar olmuştur.
Benim size yapmağa çalıştığım şeyi Şems Mevlânâ'ya yapıyordu. Yani durmadan sınır ötesine çağırıyordu.

Ve sınırda şeytanların beklediğini, umulmadık fırıldaklar çevirebileceklerini biliyordu. Ama o durmadan Mevlânâ'yı fitillemeğe, sınır ötesi aykırılıklara doğru kışkırtıp duruyordu. Şu ünlü öykü Şems'in en bilindik kışkırtmasıdır: Bir ara Mevlânâ’ya içkiyi sormuş. O da "Falanca böyle der, filanca böyle der, şu âlime göre..."filan diye sonu gelmez kaynaklara boğmuş konuşmayı. O zaman Şems yerinden kalkmış, Mevlânâ'nın kitaplığındaki bütün kitapları havuza atmış ve sonra karşısına geçip "Eh" demiş. "Artık onlar yoklar. Sen ne diyorsun, söyle bakayım!" Bu öyküye bayılır tasavvuf sevenler. Oysa Şems'çe kışkırtmaların en masumudur!

Sonunda Mevlana’nın istiaba haddi dolar ve Şems'den huylanmağa başlar. Öyle şeyler söylemektedir ki, Mevlânâ taşıyamaz hale gelmiştir. Halk da iyice öfkelenmiştir Şemse. Ve bir gece Mevlânâ kapı dışındaki homurtuları duyar. Artık test etme ve Şems'den kurtulma zamanıdır! Der ki, "Aşk, söğüt gölgesinde hak sohbeti değil, can pahasına girişilen bir oyun derdin. Aşkında sabit misin, görelim!" der.

O zaman Şems yerinden fırlar ve "Sen bizi kendi canımıza mı uğraşır sandın?" der ve hızla kapıya ilerler. Üç adım sonra da Şems'in sırtına inen bıçakla duyduğu acının feryadı duyulur ve sonra ortalık sessizleşir. Bu test pahalıya oturmuştur. Bu durum da yukarıdan ayarlanmış bir senaryonun uygulamasıdır. Bu yolla Mevlânâ coşturulup, kaynatılmak istenmiş, bir tür boyut atlayıp, enerji tazelemesi sağlanmıştır.

Bu öyküde size anlatmak istediğim şey, Mevlânâ'nın Şems'ten kuşkulandığı anlar. Yani sınırdaki şeytan! Sınırda herkesi böyle bir ya da birden çok şeytan bekliyor. Siz İsa'nın çölde, hani o işe başlamadan önce altı ay kadar dolaşmasını öylesine bir şey mi sandınız? Çölde değil, sınırda dolaştı. Şeytanla yüzleşti ve onu yendi. Yoksa Allah’ın kelâmı onun ağzından asla bu dünyaya dökülemezdi.

Kafamda "Ebul Haris" diye kalmış, böyle biri. Sanırım sahabelerden. Bir ara şöyle demiş: "Ben peygamberden iki çeşit bilim öğrendim. Birini sizlerle paylaştım. Öbürüne dair bir şey söylesem, kellemi götürürdünüz!" Hoppala! Demek ki iş içinde iş, oyun içinde oyun var! Biricik hakikat, biricik bilgi bize şeriat dairesinde öğretilenlerden ibaret değil. Oysa işler ne güzel ve ne kolay olurdu! Kılardın beşi, yerdin aşı, iş biterdi. Bütün sorun kuralları bilmek ve uygulamak sanılıyor.

Bu aslında dine ve İslâm'a bir bakış tarzı. Birileri öyle bir yerden bakıyorlar ki, kolayca tüm din ve dine ilişkin şeyler, kuralları bilmek ve uygulamaktan ibaret görünüyor. Ve bunlar bir görüşe (bir paradigmaya) göre böyle görüp düşündüklerini fark etmiyorlar. Yani artık tek doğru yok; bakış ve sistem doğruları var. İki kere iki, yalnızca onlu sayı sisteminde 4 ediyor! Bir zamanlar tüm dış dünya gerçeklerini kavradığını sandığımız Öklit geometrisi bizi artık Ay'a bile götüremiyor!


Artık hakikat, "Kıl beşi, ye aşı" da değil! Din, vahyî metinlerde anlatılan ilkelere uyumdan ibaret olmayabilir. Artık bir tane İslâm, bir Tane Kur'an da yok. Bakış sayısı kadar İslâm ve Kur'an var. 1500 yıldır feodalizmin Kur'an'ı okundu da kimse fark etmedi. Tüm bir Müslüman coğrafya, Ebu Süfyan'ın güç dini için Kur'an'ı kullandı da fark etmedi! Bir de kendilerine "HANİF" dediler!
Leydiler ve centilmenlers! Yeşil, durgun ve güvenli sularda dalgasına bakmak isteyenler çoğunlukta.

Bunlar bence gerçek dinî kitle değil Kur'an'ın gereği gibi boyayamadığı defolu malzemedir! Köylü Müslümanlığından söz ediyorum! Köylüleri kötülemek, aşağılamak değil derdim elbet. Ama bir zihin ve kültürlenme düzeyinden söz ediyorum ki, buna köylü kardeşlerimin de itiraz edeceğini sanmıyorum. Ve uzun zamandır Müslümanlık, bu köylü Müslümanlarından oluşuyor. Bunlar, bilmez, bilmek istemez, Kafa tembelidirler. Öğrenmek bunlara göre değildir. Oysa ilk emir "Oku"dur. İlk emir, bildiğimiz namaz biçiminde tapınmak değil, bilgi ile uğraşmaktır. Bunun doğru olduğunu biliyorlar ama yanlarında bu tür şeyler konuşulmağa başlandığında kendilerine daral geliyor.

Ve işte bu durgun suların içinde öyle balıklar var ki, tam nehre katılacağı sırada sınırda şeytanla hesaplaşmak zorunda kalıyor. Oysa bunların fazla zorlanmadan nehre katılmaları gerekiyor. Ama tam tersine, korkak köylü kafası bu balıkları etkiliyor ve içlerine korku ekerek onların dinamizmlerini öldürüyorlar. Ben bu yazıyı, bu zor zamanlarda bıçak sırtında yürüyenlere yardımcı olsun diye yazdım. Kısaca öğüdüm şu: Bekleyin ortalık ağarsın ve harita netleşsin. Ama sakın gözünüzü en uzaktaki ufuktan ayırmayın!

Sınırdaki Şeytan'ı görmek ve onunla boğuşabilmek için yardımcı olmak dileği ile sözü bitireceğim: Sınır ötesine düşen lâflarım ona göre karanlıkta dağılır gider ama beri tarafa düşenler, ona besleyici ve dopingleyici görünüyor. Sanırım şimdi bu ana tema üzerindeyiz.

Konuyu şu mübarek ve hikmetli sözle bitirmek istiyorum: Zor dostum zor!