PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Rabıtayı inkar edenlere cevap


hiiic
20. September 2011, 10:06 PM
Şuradan (http://www.ismailagacemaati.com/tasavvuf-ve-ahlak/rabitayi-inkar-edenlere-cevap.html) alıntıdır
Sırf ağız eğip bükme nasıl yapılır, Din nasıl değiştirilir tekniğini görmeniz için astım. Ben böyle dehşet görmedim. Yahudiye rahmet okutur bunlar. Yahudiler yapmadı bunların yaptığı gibi tahrifat.


************************************************

RABITAYI İNKAR EDENLERE CEVAP
İslâm'da Râbıtanın Şer’î Deliller ile İsbâtı


I. KİTAP İLE İSBATI

Hiçbir şeyin Kur’an-ı Kerim’in dışında kalması mümkün olmadığına göre, elbette ki râbıta-i şerifenin hükmü de onda vardır. Bazı âyet-i kerimelerin ibâre, bazılarının da işâre mânâlarında râbıta-i şerifenin hükmünü bulmak mümkün. Yani bazılarında açıkça, bazılarında da işâret ve delâlet yoluyla râbıta-i şerife ifade edilmiştir.

Meselâ bu cümleden olarak, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, ona (kurbiyete-yaklaşmaya) vesîle arayın ve onun yolunda mücâhede edin ki, felâha erebilesiniz”(1) âyet-i celilesini zikredebiliriz.

Bilindiği gibi lisânımızda “vesîle”, kendisi ile maksada-hedefe ulaşılan vâsıtadır. Müfessirler, burada geçen “vesîle”ye çeşitli mânâlar vermişler... Bunlardan Fahr-i Râzî hazretleri, “vesîle”yi “mürşid-i kâmil” ile tefsir etmiştir.

İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) de bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken, “Vesîle”den murad, sâlih ameller olduğu gibi, Allâh’a yakın olmak için kendisiyle tevessül edilen her şeydir, diyor. Sonra da Te’vîlât-ı Necmiye’den şunları naklediyor:

Bu âyet-i kerime, ‘vesîleyi arama’ emrini açıklamaktadır; bu, elbette ki lâzımdır. Çünkü Allah Teâlâ’ya vusûl yani Hakk’a ermek, seyr u sülûkü tamamlamak, ancak vesîle ile elde edilir. Bu vesîle de, hakîkat âlimleri ve tarîkat şeyhleridir.(2)

Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadîs-i şerifte de meâlen şöyle buyrulmaktadır:

“Ne zaman ki Âdem (a.s.) hatâsını anlayıp,
– Yâ Rabbî, eğer beni (hâlen) mağfiret etmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için afvımı diliyorum, demişti.

Allah Teâlâ ona,

– Ey Âdem! Ben onu henüz yaratmadığım halde, sen Muhammed’i(n kadrini-kıymetini, nezdimizdeki şân ve şerefinin yüceliğini) nereden ve nasıl bildin? diye sordu.

O da,

– Yâ Rabbi, sen beni yed-i kudretinle yarattığın ve rûhundan bana nefhettiğin zaman, başımı kaldırıp baktığımda, Arş-ı A‘lâ’nın ayaklarında, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlüllah’ yazılmış olduğunu gördüm... Zâtının ismine, ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edeceğini (düşündüm ve bu yolla) bildim, dedi. Cenâb-ı Hak ona,

– Ey Âdem, doğru söyledin. Hakîkaten o, benim nezdimde yaratılmışların en sevimlisidir. Onun hürmetine benden (afvını) dilediğinde, ben de seni affettim. Şayet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım” buyurdu.(3)

İşte bu hadîs-i şerifte de açıkça görüldüğü üzere, dînimizde vesîle vardır... Ve bunlar da, başta Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz olmak üzere, onun vârisi olan hakîkat âlimleridir.

Yukarıda zikrolunan âyet-i kerîmede mü’minlere, kurtuluş ve selâmet için, üç şeye riâyet etmeleri emredilmiştir:

1) Allah’tan korkmak,

2) Ona yaklaşmaya vesîle aramak,

3) Onun yolunda mücâhede etmek...

Vesîle’den murad ise, mürşid-i kâmiller olduğuna göre, onların târif ettikleri râbıta-i şerifenin câiz olması bir tarafa, me’mûrun bih yani farz olması gerekir.

Ayrıca yukarıda geçtiği üzere, “vesîle”nin tefsirinde “râbıta”ya da yer veren müfessirler olmuştur. Çünkü mefhum umûmidir; mutlak olarak vesîleyi aramamız emrolunuyor... Karîneden mücerret emirler ise vücub ifade eder ki, “vesîle”yi arayıp bulmamız vâcip oluyor. Râbıta-i şerife ise, vesîlelerin en faziletli ve şerefli olanıdır. Zira râbıta-i şerife; müridi, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in hakîki vârisleri olan mürşidân-ı kirâmdan zât-ı âlîlerine; ondan da, Allah Teâlâ’ya ulaştıran bir vâsıtadır. Nitekim, Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri, “İsm-i zât ile meşgul olmanın keyfiyeti”ni anlatırlarken, şu îzahlarda bulunurlar:

“Tâlib; hâlî ve tâhir bir mekânda (boş ve temiz bir yerde) oturur; gözlerini yumup ağzını kapayarak dilini damağına ilsak eder (bitiştirir). İstiğfar ile kalbini havâtır ve mâsivâdan hâlî kılar (iyi-kötü bütün düşüncelerden ve Allah’tan gayri her şeyden kalbini uzak tutar); bu hususta mürşidine râbıta-i muhabbetle râbıta eyleyerek rûhâniyetinden istimdât eyler (yardım taleb eder). Ki, bu istimdâd-ı hâs, mürşidi vâsıtasıyla bütün ervâh-ı silsile-i sâdâta ve ruhâniyet-i Muhammediye’ye ve Hak sübhânehû ve teâlâ’ya râci‘ ve müntehîdir.”(4) Yani müridin bu hususi istimdâdı, mürşidi vâsıtasıyla bütün silsile-i sâdât hazerâtının ve Resûlüllah Efendimiz’in rûhâniyetine ve oradan da nihâyet Cenâb-ı Hakk’a ulaşır.

Ve yine, “(Habîbim) söyle: Eğer siz Allâh’ı seviyorsanız, hemen bana ittibâ edin ki, Allah da sizleri sevsin”(5 âyet-i kerimesinde de râbıta-i şerifeye işâret vardır. Zira tâbi olan kişinin metbûunu, yani uyduğu zâtı görmesi, yahut da hayâlinde canlandırması îcap eder. Böyle olmadığı takdirde ise, ona ittibâ denilmez. Râbıta-i şerifede de, yukarıdan beri anlatıldığı üzere, bağlanılan zâtı hayâlinde tasavvur etmek esastır.(6)

Hâsılı; her şey Kur’an-ı Kerim’de mevcut olmakla birlikte bunlardan bir kısmı avâma tebliğ edilmemiştir. Ancak havâs zümresine mensup olan zevât-ı kirâm; âyet-i kerimelerdeki bâtınî hükümlere âit işâret ve delâletleri, meselâ râbıta-i şerife, zikr-i kalbî ve benzeri ibâdetlerin varlığını bizlere haber vermişlerdir.

Daha önce de ifade olunduğu üzere, mürşid-i kâmiller, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in hakîki vârisleridir. Vâris, mûrisinin terekesinin (mirasçısı olduğu zâtın bıraktığı malların) tamamında hakkı ve nasîbi olan kişidir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), şerîat ilimlerinin hem zâhirine, hem de bâtınına mâlik bulunduğuna göre, şer‘-i şerîfin bilhassa bâtını ile alâkalı hususlarda söz söyleyebilmek için, onun hakîki vârisi olmak îcab eder.

Bu sebeple, zâhirî ilimlerden bir nebze bilgiye sahip olup da, bâtınî ilimlerden nasîbi olmayanların, mânâ âlemine taalluk eden hususlarda söz söylemeleri doğru olmaz. Zira bu gibi kimselerin, gerek âyet-i kerimelerin ve gerekse hadîs-i şeriflerin ihtivâ ettiği mânâların, bâtın ile alâkalı kısımlarını anlamaları mümkün değildir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde buyurmuşlardır ki:

“Rabb’im bana sordu; cevap vermeye kaadir olamadım... Yed-i kudretini, hudutsuz ve keyfiyetsiz bir halde, iki omuzum arasına koydu. (...) Beni evvelînin ve ahirînin (öncekilerin ve sonrakilerin) ilmine vâris kıldı... Çeşitli ilimleri öğretti... Bunlardan birisi; kimseye söylememem üzere verilen ve benden başkasının tahammül etmesine imkân olmayan ilimdir. Diğeri; gizlenmesi ve söylenmesi hususunda, Rabb’imin beni muhayyer kıldığı (serbest bıraktığı) ilimdir. Öbürü de; havâs ve avâmdan herkese tebliğ etmekle memur bulunduğum ilimdir...”

İmâm-ı Rabbânî’nin (k.s.) Mektûbât’ını Farsça aslından Arapçaya terceme eden Muhammed Murâdü’l-Kazânî hazretleri, Mukaddime’de bu hadîs-i şerifi naklettikten sonra şöyle diyor:

Peygamberimiz’in (s.a.v.), havâs ve avâmdan herkese tebliğe memur edildiği ilim, şerîat ve ahkâm ilmi ile diğer muhtelif ilimlerdir. Gizlemekle memur olduğu ilim, nübüvvet ilmidir. Çünkü, ondan sonra peygamber yoktur. Nübüvvet ilmini ise, peygambelerden başkası bilemez ve tahammül edemez. Tebliğde muhayyer bırakıldıkları ilim ise, velâyet ilmidir. Bu ilim; şerîatın bâtın ilmidir, hakîkat ve esrâr ilmidir... Fahr-i Kâinat (s.a.v.) bu ilmi, ashabtan bazılarına bildirmişlerdir... Nitekim muhakkikînden şeyh Abdü’l-Ganiyy-i Nablûsî (rh.), Sahîh-i Buhârî’de rivâyet edilen bir hadis-i şerifte, Ebû Hüreyre’nin (r.a.) şöyle dediğini nakletmektedir:

“Peygamberimiz’den (s.a.v.), muhâfaza edilmesi îcab eden iki şey hıfzettim, ezberledim... Bunlardan biri, size neşrettiğim (yani söyleyip anlattıklarımdır). Diğerine gelince; şayet onu neşredip yaymış olsaydım, (insanlar) küfrüme hükmedip (beni) katlederlerdi.”(7)

Müfessirlerden birçoğu da, yukarıda zikri geçen âyet-i kerimedeki “vesîle”yi, “sâlih ameller” diye tefsir etmişlerdir... Bu şekildeki tefsir ile de buradan râbıta-i şerifeyi anlamak ve isbat etmek mümkündür. Şöyle ki:

Ameller, ancak ihlâs ile “sâlih (güzel)” olur. İhlâs ise, gafletten uzaklaşmak, Mevlâ’dan gayriyi nefyetmekle yani kalbten sürüp atmakla mümkündür. Yine tecrübeyle sâbittir ki, râbıta-i şerife ile meşgul olduğumuz zaman, ibâdetlerimiz gafletten uzak, amellerimizin zevkine ermek mümkün olmaktadır. Gaflet içinde yapılan ibâdetlerin ise zevkine varmak mümkün olmadığı gibi, makbul de değildir.

Görülüyor ki râbıta-i şerife, gafletin izâlesini mûcip olan, onu gideren “vesîleler”in en şerefli ve en üstün olanıdır. Âbid için gafletten kurtulmak maksud olunca; bu maksada ulaştıran şey’in de maksud olması lâzım gelir. Bizi bu mühim maksada götüren, gâyeye-hedefe ulaştıran en büyük vesîle, râbıta-i şerife olduğuna göre, onun da maksud ve me’mûrun bih olduğu (dînen emredildiği) hakikati ortaya çıkmış olur.(8)

Bu bahsi bir hadîs-i şerifle noktalayalım. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Ümmetimin hayırlılarından bir topluluk vardır ki, Allâh’ın rahmetinin genişliğinden dolayı, açıktan gülerlerse de, azâbının korkusundan dolayı, gizli gizli ağlarlar. Onların vücutları yerde, kalbleri semâdadır. Ruhları dünyada, akılları âhirettedir. (Yeryüzünde) sekîne(9) ile yürürler, vesîle ile Allâh’a yaklaşırlar.”(10)
***

II. SÜNNET İLE İSBATI

Râbıta-i şerifenin sünnet ile isbâtına gelince...

Bu hususta birçok hadîs-i şeriften câiz olduğu hükmünü çok açık bir şekilde çıkarmak mümkündür. Meselâ, “Ameller niyetlere göredir; herkes için niyet ettiği şey vardır” meâlindeki hadis-i şerif, bunlardan biridir. Bilindiği gibi ameller, bedenî ve kalbî olmak üzere iki kısma ayrılır. Buna göre kişi, mubah olan hareket ve tasavvurlardan herhangi birine tâat olarak niyet etse, o hareket ve tasavvurun tâat olacağı bedîhîdir; yani, îzah ve isbâta ihtiyaç olmayacak derecede açıktır.(11)

Kezâ, Sahîh-i Buhârî’de zikrolunan bir hadis-i şerifte geçen şu cümleler de delildir. Şöyle ki:

Hz. Ebû Bekir (r.a.) bir gün, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’e, “Yâ Resûlallah! Rûhâniyet cihetinizle, halâ’da bile hayâlimden ayrılmıyorsunuz” diyor. Nitekim Sıddîk-i Ekber radıyallâhü an zâtihi’l-athar hazretleri, bu sebeple Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’den son derece hayâ ederlerdi.(12

Kısaca, aç bir kimsenin tok olan birine, “Sen de açsın!” demesi, tok olanın da aç olmasını gerektirmediği gibi, itiraz eden kimsenin, “râbıtayı sahih görmüyorum, doğru bulmuyorum” demesi de, râbıta-i şerifenin sahih olmamasını îcab ettirmez.

Ayrıca mânevî bir ibâbetin, daha çok edille-i şer‘iyenin bâtınî ve mânevî tarafları ile sâbit olmasının gerektiği de mâlumdur. Hâl böyle olunca, âyet-i kerimelerin ve ehâdîs-i nebeviyenin bâtınî mânâlarına âşinâ olmayan, hatta bu sâhada hiçbir nasîbi bulunmayan kimselerin râbıtâ-i şerifeyi doğru kabul etmemeleri yersizdir. O bakımdan onların, en insaflı şekliyle râbıta ehline, “Hak olduğunu iddia ettiklerinizle beraber olunuz” demeleri îcab eder. Aksi hâl, yani râbıta-i şerifenin dînen sâbit olduğunu inkâr ve hatta İslâm’ın dışında bir şey olduğunu iddia etmeleri, hem kendilerini hem de diğer insanları dalâlete düşürmekten başka bir işe yaramaz.(13)

Hele hele râbıtaya, “Kaynağını Budizm’den aldığı ve İslâm’a zaman içinde yamandığı bütün çıplaklığıyla ortada bulunan, üstelik bir Hind meditasyonundan asla başka bir şey değil”(14) diyerek, âdeta Güneş gibi ortada apaçık duran nassları ilmî usûl çerçevesinde değerlendirmeyip sadece zâhirine göre hükmetmek, ya da kendi keyfince, nefsinin hevâ ve hevesine göre yorumlamak insanı nereye götürür, hangi hükmün altına sokar çok iyi düşünmek lâzım.
***

III. İCMA‘ İLE SÜBÛTU

Râbıta-i şerifenin icma‘ ile isbâtına gelince; şurası muhakkaktır ki, tasavvufla meşgul olan âlimler, râbıtanın meşru‘ olduğu hususunda icma‘ etmişler... Bunlardan kalabalık bir cemaat da bu icma‘ı tesbit edip üzerinde ittifak etmiştir. Ve bu husus, yani râbıtanın dînen meşru‘luğu, onların nezdinde çok meşhur olan bir hükümdür. Muğlak ve kapalı bir yanı, şüphe ve tereddüde mahal olacak bir tarafı yoktur.

Tasavvuf ehlinin râbıta ameli üzerindeki bu icma‘ı, kendi mezheplerinde delildir ve bu yolda olanların da bunu kabûl etmeleri vâciptir. Bu gibi mânevî meseleleri kuşatıcı bir ilmî yeterliliğe sahip bulunmayan kimselerin ise, onlara itiraz etmeleri câiz olmaz.(15)
***

IV. KIYÂS-I FUKAHÂ İLE SÜBÛTU

Râbıta-i şerife, edille-i şer‘iyenin dördüncüsü olan kıyas ile de sâbittir. Şöyle ki:

Bütün fukahâ, namazda huzûru celbetmek için, namaz kılanın, işâret edilen yerlerin hâricine bakmamasının sünnet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu hâl, kişide himmet ve gayreti toparlar, dağınıklığı giderir. Râbıta da işte böyledir; o da, Allâh’ın gayrindeki her şeyi kalbten kovmak ve huzûru celb etmek için yapılır. (16)

Yine âlimler, namazda kalb huzûrunun şart olduğunu, şayet tamamında mümkün olmazsa tamamen de terk edilemeyeceğini; hiç değilse cüz’î bir miktarında kalbî huzûrun bulunmasının zarûrî olduğunu ifade etmişler... Bunun için de en müsâit yerin, iftitah tekbiri olduğunu söylemişlerdir.
Ayrıca kıyâmda, “İyyâke na‘büdü ve iyyâke nesteıyn (Ancak sana ibâdet eder, senden yardım dileriz)”(17) âyetini okurken, kalbî huzûr üzere bulunmak yani kalben Allâh’ın huzûrunda olduğunun şuurunda olup gaflette olmamak... İlk ve son ka‘dede, Tahıyyât’ta, “... es-selâmü aleyke eyyühe’n-Nebiyyü ve rahmetullâhi” derken de, kendisini Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in huzûrlarındaymış gibi tahayyül ve tasavvur etmek îcab ettiğini beyân etmişlerdir.

Bütün bu anlatılanlar ise, râbıtadan başka bir şey değildir. Zira râbıta, mâsivâyı kalbten atmak ve huzûru temin etmek maksadıyla yapılır; huzûru temin ettiği ise tecrübe ile sâbittir. Binâenaleyh, kıyâsa da uygun olmadığını söylemek isabetli bir görüş olmaz.

Bütün bu senetlere rağmen yine de itiraz eden bazıları, “Bu hususta bir delil olsaydı, bize de ulaşırdı” derlerse, şöyle cevap verilir:

Bu mevzûdaki delillerin size ulaşmaması, o delillerin olmamasını iktiza etmez. Sizin bu delilleri bilmemeniz, başkalarının da bilmemelerini îcap ettirmez.

Sonra, bir şahsın sûretini kalbte hazırlamak, niçin yasak ve küfür olsun. Zira sohbet dediğimiz ibâdet de, Resûlüllah’ın (s.a.v.) sûretini kalb aynasına tab‘etmek için yapılmıyor mu? Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizi hatırından çıkarmayan insan, onu kalbine tab‘eden insandır. Râbıta ehli olan mürid de, Resûlüllah Efendimiz’in hakîki vârisi olan mürşidinin sûretini tasavvur ile kalbine tab‘etmeye çalışan insandır.

Ayrıca, bu itirazlara mukabil râbıta ehli, “Râbıta-i şerife için hiçbir delilin bulunmadığını ve bizden evvel de hiçbir kimsenin bu ibâdeti yapmamış olduğunu farzetsek bile, biz faydasını gördüğümüz için yapıyoruz... Kişinin; sevdiğini tasavvur, onun elini-ayağını öptüğünü tahayyül veya sevdiğinin kalbine konulduğunu mülâhaza etmesini; Kitap, sünnet, icmâ‘ ve kıyas nehyetmiş midir ki, râbıtanın dinde olmadığını iddiâ ediyor, meşru‘iyetini kabul etmiyorsunuz?”(18) derse, acaba itiraz edenlerin cevabı ne olabilir?

Elbette ki ilmî, mâkul ve mantıklı bir cevapları olamaz. O halde râbıta-i şerifenin, kıyas yoluyla İslâm’a aykırı bir amel olduğunu iddia etmek de doğru olmaz.
***

“EŞYADA ASLOLAN HELÂL OLMAKTIR”

“Eşyada aslolan hıll”dir”(19) yani helâl olmasıdır. Haramlık ârızîdir, sonradan oluşur. Şerîatın açıkça nehyetmediği/yasaklamadığı her şey mubah ve yapılması câizdir.

Tasavvur ve tefekkürden ibâret olan râbıta-i şerife hakkında hiç bir şer‘î delilin olmadığını –farazâ– kabul etsek bile, menhiyyün anh yani dînen haram ve yasak olduğunu isbat edebilmek mümkün müdür? Tabii ki değildir. O takdirde, râbıta-i şerifenin mubah bir fiil olduğu, hiçbir itirâza yer olmayacak kadar açıktır.

Hâl böyle olunca, neticeye gitmek için deriz ki; mubah bir fiile devam etmemiz sayesinde, mendub olan bir şeye ulaşırsak, o mubah olan fiilin de mendup olduğu anlaşılır.

Demek oluyor ki, râbıta-i şerifenin gayr-i İslâmî olduğunu söylemek doğru bir iddiâ olamaz.(20)

Yine bilindiği gibi, namaz kılan kimsenin, kıyamda secde mahalline bakması sünnettir. Ama karanlıkta namaz kılan ile a‘mâ olan kimseler, göremedikleri için, namaz esnasında secde mahalline baktıklarını tasavvur ederler.

Bütün bu haller, bir nevi râbıta değil midir? Maksat; kalbi bir noktaya toplayıp, huzûru celb etmek ve Allâh’ın (c.c.) huzûrundaymış gibi namaz kılmak değil midir?

Kaldı ki râbıta-i şerife, sayıları tevâtür haddine ulaşmış bir topluluğun amelidir. Her biri, râbıta-i şerifenin meşru‘iyetini, lüzûmunu, faydasını îzah ve isbat etmişlerdir.

Bunlardan birisi de, amelde mezhebimizin müessisi olan İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe rahimehüllahdır (80/699-150/767). Zât-ı âlileri, diğer bazı evliyâullah hazerâtı gibi büyük evliyâdandır... Vefatlarından iki sene evvel, Silsile-i Sâdât-ı Nakşibendiye’den nübüvvet ve velâyet yollarının kendisinde birleştiği Câfer-i Sâdık’ı (r.a.) buluyor ve ona intisap ederek râbıta usûlü ile ahz u feyz eyliyor.

Ona bağlı bulunduğu bu son iki sene zarfında, öyle bir vâridât-ı sübhânî, feyz-i Rabbânî ve nûr-i İlâhî’ye kavuşuyorlar ki, “Âlimler peygamberlerin vârisleridir”(21) meâlindeki hadis-i şerifin mûcibince, zâhir ve bâtın ilimlerde Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in vârisi, Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiye’nin 12 şûbesinden A‘zamiye kolunun da reisi oluyorlar.

Ancak, tasavvuf sâhasında pek fazla bir şey konuşup yazmadılar... Çünkü, onların zamanında en büyük ihtiyaç, akâid ve fıkıh ilmi sâhasında idi. Bu itibarla, akâid ve fıkıh ilminin yayılmasına çalıştılar; himmet ve gayretlerini bu sâhada teksif ettiler. Zira âlimler-ârifler, kendi aralarında vazife taksimi yaparlar. Her biri kendi zamanında, hangi sâhada hizmet vermesi îcap ediyorsa, o sâhada tezâhür eder.

Bu sebeple İmâm-ı A‘zam hazretleri de, kemâlâtını zâhirî ilimlerde göstermekle beraber, bâtınî ilimlerde de son derece kemâl sahibi idiler. Ve bu kemâlâta, yukarıda açıkladığımız üzere, Câfer-i Sâdık (r.a.) gibi kâmil ve mükemmil bir mürşidin eteklerine yapışıp teslim olarak ve ona râbıta-i muhabbetle bağlanarak nâil oluyorlar... Nâil oldukları bu büyük istifâde ve istifâza devletini de, “Levle’s-senetân, le heleke’n-Nu‘mân (İki sene olmasaydı, Nu‘man helâk olmuştu!)” vecîz kelâmlarıyla ifade ediyorlar.(22)

Bu kadar İslâm ulemâsının yalan üzerine ittifakları muhâl olduğuna göre, râbıta-i şerifeyi tekzip nasıl mümkün olabilir? Hele de bunu inkâr edenlerin ilmi, isbat eden ulemânın ilmi yanında, cevhere nisbetle kömür mesabesinde ise –ki öyle olduğu muhakkak– bu durumda ilmin cevherine sahip olan ulemâya karşı, basit ve nisbî bir bilgi ile muârazaya kalkışmamalıdır.

Böyle bir hareket, Tefsîr-i Kebîr sâhibi Fahr-i Râzî hazretleri ile sadece hece harflerini bilen birinin muârazaya kalkışması gibidir.

Halbuki münâsip olan; büyüklerin kadrini itiraf edip, kıymetli sohbetlerinden mahrum olsa bile, onları sevmektir... Sevemiyorsa, hiç olmazsa, onlara dil uzatıp kötü sözler sarf etmemektir.(23)




Râbıta nedir, ne değildir?


Bu çalışmazımızda, râbıtanın lûgatte ve tasavvuf ıstılâhında ifade ettiği mânâlar, tarîkatlardaki yeri, mâhiyeti ve bunlara uygun bazı konular üzerinde duracağız.
***

1. KELİME OLARAK RÂBITA

Râbıta kelimesi, Arapça “rabt” mastarından ism-i fâil müfred müennestir. Cem‘îsi, revâbıt gelir. Lûgatte çeşitli mânâlarda kullanılmıştır. Şöyle ki:

1. İki şeyi birbirine bağlayan ip ve sâir bağ, bend: Bunu tutturacak bir râbıt lâzım, gibi.

2. Münâsebet, alâka: Akrabalık râbıtalarına ehemmiyet vermek; dostluk râbıtalarını kuvvetledirmek; râbıta-i muhabbet gibi. Yani kalbi, bir şeye muhabbetle-sevgiyle bağlamak ki, bu mânâda râbıta, isteyerek veya istemeyerek, her insanda mevcuttur. Ancak, kalbin bağlandığı şey; bazan güzel, bazan çirkin, bazan da mübahlardan herhangi bir şey olabilir. Çünkü bu, ya İlâhî emirdir; Hz. Allâh’ı, Resûlü’nü ve Allah dostlarını Allah için sevmek gibi... Ya da İlâhî bir nehiydir; haramlardan ve mekruhlardan hoşlanmak gibi... [Her ne kadar mekruhlar için ikâb (ceza) yoksa da, itâbı yani azarlanıp kınanmayı mûciptir.] Yahut da mubah olur; insanın eşini ve çocuğunu, fıtratında/tabiatında olan ve hiçbir zaman kendisinden ayrılmayan bir huyla sevmesi gibi.(1)

3. Mensûbiyet, intisap: Dervişin şeyhine olan râbıtası gibi.

4. Nizam, tertip, usûl, münâsebet. Meselâ:

“Bu iş’te, bu adamda râbıta yoktur” cümlesinde,

Milli şairimiz M. Akif'in,

“Çamlıbel sanki şehir: zâbıta yok, râbıta yok
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vâsıta yok” mısralarında,

Ahmed Cevdet Paşa'nın, “Sonraları şark ve garpta büyük büyük vak‘alar zuhûra geldi; nice devlet ve milletlerin râbıtaları bozuldu” ifâdelerinde olduğu gibi.

Binâenaleyh, “Râbıtasız adam”, “O adamın râbıtasızlığı mâlum” demek; münâsebetsiz, ağırbaşlı olmayan, yol-yordam bilmeyen adam demektir. “Râbıtasız bir dâire”; nizamsız, tertipsiz bir dâire demektir. “Râbıtalı söz”; tertipli, muntazam ve yerinde sarf edilmiş sözdür. “Râbıtalı adam”; münâsebetli, kavli ve fiili yerli yerince olan, sözünü ve işini bilen adam, demektir.

Kezâ, “Râbıtalı adam” demek; Allah Teâlâ’nın, sabır-sebat-feyz ve ilhâmla kalbini kuvvetlendirdiği insan demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de, Ashâb-ı Kehf ile alâkalı olarak, “Biz de onların hidâyetini artırdık... Onların kalblerine râbıta verdik (ve böylece metin kıldık, kuvvetlendirdik)”(2) buyuruyor. Hz. Mûsâ’nın (a.s.) annesi hakkında da, “Mûsâ’nın annesinin kalbi (üzüntü ve kederden) bomboş kalıverdi. Eğer biz, (va‘dimize) inananlardan olması için, kalbine râbıta vermemiş (bu vesîleyle pekiştirip kuvvetlendirmemiş) olsaydık, neredeyse iş meydana çıkacaktı”(3) buyuruluyor.

5. İbâredeki cümleleri birbirine bağlaya edat: Bu iki cümle arasında râbıta ister, gibi.(4)
***

2. TASAVVUF ISTILÂHINDA RÂBITA

Tasavvufta râbıta, esas itibariyle Nakşibendî yolunun ıstılahlarındandır. Ancak diğer tarîkatlerde de lafız olarak değilse de mânâ olarak râbıta vardır.

Ehlüllâha göre râbıta; mürîdin, hâlis bir muhabbetle şeyhinin sûretini, istifâde ve istifâza mülâhazasıyla, hayal hazînesinde tasavvur etmesi... Şahsen görmemiş ise, ruhâniyetini tasavvur eylemesi(5) ve bu usûle riâyetle, kalben onun rûhâniyetinden istimdât etmesidir. Başka bir ifadeyle; dervişin şeyhine husûsi sûrette bağlanmasıdır. Yani mürîd, kendi kalbinden hilâfet sırrına mazhar olmuş üstâzının kalbine mânevî bir irtibat kurarak, onun kalbinden kendi kalbine feyz geldiğini tefekkür eder... Ve yine bu esnada devamlı olarak kalben, mürşidinin mübârek sûretini tasavvur eyler.

Yukarıdaki parağrafı biraz daha açacak olursak, mutasavvıflara göre râbıtayı şöyle de ifade edebiliriz:

Râbıta, mürîdin, kâmil ve mükemmil olan şeyhinin rûhâniyetinden feyz alacağına inanarak, onun sûretini (şekil ve şemâilini) zihninde tasavvur etmesidir. Yine râbıta; mürîdin şeyhini severek yâdetmesi (hatırlaması) ve sûretini zihninde canlandırmasıdır ki, buna râbıta-i muhabbet denir.
Mürîdin kalben şeyhi ile beraber olması ise, mânevî birlikteliktir, gönüllerin bir olması ve kaynaşmasıdır. Bu maiyet-i mâneviyeye (mânevî beraberliğe) de, râbıta-i kalbiye ismi verilir.

Mürîdin ilk hedefi, şeyhinde fâni olmaktır ki, buna fenâ fişşeyh tâbir edilir. Zira şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın öncüsüdür. Sâlik, râbıta vesîlesiyle önce şeyhi ile, sonra da şeyhi vâsıtasıyla Allah (c.c.) ile irtibâtını kurmuş olur.(6)
***

3. TARÎKATLERDE RÂBITA USÛLÜNÜN TATBİKİ

Râbıta; turuk-ı aliyye tâbir edilen yüce tarîkatlerin tamâmında ve bâhusus –her hâl ve keyfiyeti Resûlüllâh’ın (s.a.v.) sünen-i seniyyelerine ittibâ(7)dan ibâret olup, şerîattan hâriç, sünnetlerden fazla hiçbir usûl ve âdetleri bulunmayan– Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiye’de mühim bir rükündür.

Tatbik usûlüne gelince...

Bilindiği gibi kalb; sol memenin iki parmak aşağısında, üçüncü parmağın altında bulunan bir et parçasıdır. Yumurtaya ve çam kozalağına benzer. Sivri olan başı, sol kaburganın altına; kalın olan kısmı ise, içeriye doğru girmiştir. Buna sanevberî kalb denilir. Rûhânî kuvvete ise, hakîki kalb adı verilir. Sanevberî kalb, hakîki kalbe hücre ve yuva gibidir.

Mürid, kendisine ezâ ve cefâ vermeksizin tam ve kâmil bir edeple oturur... Başını ve vücudunu, azıcık kalbe meylettirir... Gözlerini kapar... Zira göz, kalbin rehberi, delîli ve kılavuzu demektir... Göz ne ile meşgul olursa, kalb de onunla meşgul olur. Bu itibarla havâss-ı zâhirin (duyu organlarının) boş ve hareketsiz olması lâzımdır. Vücudun hiçbir uzvu, kişinin kendi isteğiyle hareket etmeyecektir. Dudaklar birbirine bitişik, dil de damağa yapışık olur. İki kaşın arasındaki nefis de kalbe bağlanır. Yani mürid, bu hâl üzere kendini hazırlar; tam bir zevk ve şevk, kusursuz bir hürmet ve tâzimle şeyhinin huzûrunda bulunduğunu tasavvur ederek, onun kalbinden kendi kalbine nûrânî bir hatla feyz-i İlâhî’nin aktığını tahayyül eder. Müşahhas bir misâlle anlatmak gerekirse, mürid, mürşidinin kalbini Güneş gibi kabul edip, ondan mânevî cereyânı kendi kalbine çektiğini düşünebilir. Bunun en azı, bir çeyrek saattir; daha az olursa, tesiri de az olur.

Anlatılan bu minvâl ve miktar üzere râbıtaya devam edip, Allah’tan başka her şey unutulduktan sonra ise, kalbî zikre başlanır. Kalbî zikir sırasında bütün dikkat mânevî kalbe çevrilir. Maddî kalbin atışı, nefesin girip çıkması ile hiç alâkadar olmadan, mânevî kalbimizdeki hakîkat-ı câima-i kalbiye makamında verilen adet ne kadar ise o miktar “Allah-Allah-Allah” diyerek zikre başlanır. Zikir ânında, bu ismin sâhibinden başka hiçbir şey düşünülmez. Şayet akla başka düşünceler gelecek olursa, zikir bırakılıp istiğfâr getirilerek üç-dört dakika râbıta yapılır ve zikre öyle devam edilir. Zikir ânında da, râbıtada olduğu gibi, dil damağa yapışık olarak tutulur. Verilen adet tamamlandıktan sonra da, yapılan bu zikir, usûlünce hediye edilir.

Râbıtayı inkâr etmek mümkün mü?

Buraya kadar anlattıklarımızla ortaya çıkmıştır ki, râbıta-i şerifeyi inkâr etmek mümkün değildir. İnkâr edenler ise, ya çok câhil, ya da çok inatçı olduklarından dolayıdır.

Câhile tavsiyemiz; bilmediği şeye karışmamasını söylemekten ibârettir. Zira bir insan, cehline rağmen, şu helâldir, şu haramdır, derse; Allâh’ın (c.c.) göndermediği bir hüküm ile hükmetmiş, şerîatta olmayanı şerîata sokmuş, şerîatta olanı da şerîattan çıkartmış olabilir. Bu ise küfürdür! Cenâb-ı Hak, “Kim Allâh’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir”(1) buyuruyor.

Bildiği halde inat ve itiraz edene ise tavsiyemiz; ilmi ile amel etmesi, inadı bırakıp nefsinin hevâsına uymamasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, “Hevâ ve hevese uyma; yoksa bu seni, Allâh’ın yolundan saptırır”(2) buyuruyor.
İnat edip hevâsına tâbi olmakta ısrar ediyorsa, bilmelidir ki, mânevî bakımdan kalb hastasıdır. Bu gibi kimselerin yapacağı ilk iş; kalblerini tedâvî etmeleridir. Aksi halde, tatlı zikirlerin zevkine varamayacakları gibi, onların meşru’iyetini açıkça gösteren delilleri de görüp anlamaları mümkün olmayacaktır!
***

PEYGAMBERİMİZİ (S.A.V.) SEVMEK VE ONA OLAN RÂBITA

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’e muhabbet farzdır.

İmâm Buhârî’nin (rh.) Hz. Enes’den (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruluyor:

“Ben sizden birinize; babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, (kâmil) mü’min olamazsınız.”

İnsanın kendi nefsi de “bütün insanlar” tâbiri içine dâhildir. Buna göre, Peygamberimiz’e (s.a.v.) olan sevginin, her şeyin üstünde olması gerektiği açıktır. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), “Yâ Resûlellah! Sen bana, nefsim hâriç, her şeyden daha sevgilisin” deyince, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, “Hayır; Allâh’a yemin ederim ki, ben sana nefsinden daha sevgili olmadıkça...” buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Şu anda sen, nefsimden daha sevgilisin” diyerek, onu, imanın kemâli için nefsi de dahil, her şeyden daha çok sevdiğini ifade etmiştir.

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizi sevmenin alâmetleri ise şunlardır:

a) Onu fazlaca anmak,

b) İsminin anılması hâlinde, salavât-ı şerîfe getirerek hürmet ve saygı göstermek,

c) Sünnetlerine uymaktır.

Bu hususlarda, hiç şüphesiz ashâb-ı kirâm, zirvede idi... Onlar, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in mübârek isimlerini huşu‘ ile yani saygı ve sevgi ile vücutları ürpererek zikrederlerdi...

İslâm âlimlerinin îzahlarına göre muhabbet; sevdiğini, devamlı olarak anmak ve kalben ona meyletmektir. Kısaca, sevdiğinin huzûrunda olsun veya olmasın, onu hatırından çıkartmamaktır.

Peygamberimiz’e (s.a.v.) çokça salevât-ı şerife getirmekteki maksat da; lâzım olan bu muhabbeti temin edip ziyadeleştirmek... Ve böylece Resûlüllah Efendimiz’i, hayâlinde temessül ve tasavvur edebilmeyi mümkün kılabilmek içindir.

Şeyh Ahmed bin Abdü’l-Hayy el-Halebî kuddise sırruh, Peygamberimiz’e (s.a.v.) salât ve selâmın âdâbı mevzuunda dedi ki:

“Kişi, salât ve selâm getirmeye devam ettikçe, kendisinin, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in dizleri önündeymiş gibi olduğunu tasavvur etmesi hâli teşekkül eder ve bu hâl kuvvet kazanır. Salât ve selâmın kabûlünün alâmeti de, Peygamberimiz’in (s.a.v.) mübârek sûretlerinin nefiste tabiî olarak kolayca sâbit olması, gerçekleşmesidir. Yani hayâlinde düşünüp canlandırması, onun huzûrunda olduğunu mülâhaza etmesinin çok kolay hâle gelmesidir.”

Bütün bu ifadelerden, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in mübârek sûretlerini tasavvur etmenin lüzûmu anlaşılmaktadır. Ayrıca hiçbir şer‘î delil, bizi bu tasavvurdan men‘etmemiştir. Böylece, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizi tasavvur etmenin, yani ona râbıta yapmanın meşru’iyeti de sâbit olmuş olur.

Mânâ ehlinin büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) şöyle demiştir:

“Maksadın elde edilmesinde yolların en yakîni, devamlı olarak kalbi şeyhe bağlamak, vâkıât ve hâtırât ilminde yâni mânâ âleminde görülen şeyler, iç âlemde duyulan ses ve alınan mesajlar hususunda ondan istifade ederek şeyhin tasarrufunda fâni olmaktır.”

Mürid, şeyhini kalben tasavvur ettiği zaman, ma’nen ona yakın olur. Kalbini şeyhine bağlayarak ondan istifade eder. Tabiî ki bu fayda, ancak râbıtanın şartlarını-âdâbını bilen ve bunlara riâyet eden kişi için hâsıl olur. Mürid, bir meselenin hallini istediğinde, şeyhini kalbinde hâzır eder ve kalben ona sorar. Onun rûhâniyeti müridine, o meselenin hallini ilham eder. Bütün bunlar, kalbi şeyhe rabtetmekle mümkün olur.

İşte bu yapılan amelin adı, râbıta-i şerifedir. Şeyhin sûretini tasavvur yani râbıta, zikrin verdiği meyveyi verir, hatta ondan daha da tesirlidir.

Şurası muhakkaktır ki; ashâb-i güzînin en çok istifade ettikleri husus, Peygamberimiz’in (s.a.v.) tal‘atını yani mübârek sîma ve çehrelerini görmeleridir. Onun cemâlini görmeleri dolayısıyla, hiçbir riyâzât ve mücâdeheye yani nefse güç ve zor gelen ağır terbiye usûllerini tatbik etmeye ihtiyaçları kalmamıştır.

Bu sebepledir ki, derece bakımından hiçbir kimse, aynı devirde yaşamış olsa bile, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizi görenlerin mertebesine (sahâbe derecesine) ulaşamamıştır.

Tuhfetü’l-Kitap sâhibi İbnü Ebî Dâvûd el-Hanbelî hazretleri şöyle buyurdular:

“Müridin şeyhine olan bağlılığının alâmeti, kalbini şeyhine bağlayıp onda müstağrak olmasıdır. [Yani sâlik, İlâhî muhabbetin istilâsı altında şeyhini temâşâ ederken, maddî âlem ve mâsivâ hakkında hiçbir his, idrâk ve şuûra sahip olmamasıdır.] Şeyhine taalluk (tam bir bağlılık) hâsıl olursa, buradan, Cemâl-i Sermedî’yi müşâdeheye intikal eder. Bu ise ancak, Allah Teâlâ’yı bilenlerin müşâhedesidir. Yoksa, nefs-i emmârenin şehveti ile fetvâ veren ve kendilerinde nûrdan, rûhaniyetten zerre bile olmayan nasipsizlerin görüp anlayabilecekleri bir husus değildir.”

Abdülvehhâb-i Şa‘rânî hazretleri de, Nedâricü’s-Sâlikîn isimli eserlerinde buyururlar ki:

“... Âdâptan birisi de, müridin, şeyhini gözlerinin önünde hayâl etmesidir. Meşâyih nezdinde bu husus, âdâbın en mühimmi ve en kuvvetlisidir.”

Bahru’l-Mevrûd isimli eserlerinde ise şöyle derler:

“Ey kardeşim! İyi bil ki; bizden birimizin, kalbini şeyhine –ki o şeyh ister hayatta, ister vefat etmiş olsun– bağlaması, muhakkak faydalıdır. Çünkü bizim şeyhe bağlanmamız, onun Allah Teâlâ’ya müstenit olmasındandır.... [Yani hakikatte, onun vâsıtasıyla Allâh’a bağlanmaktayız.] Yoksa, onun şahsına değildir bağlılığımız.”

Şeyh İbrahim bin Ömer Molla İhsâî (k.s.) de Risâle’sinde bu hususu şöyle açıklıyor:

“Mürid için şeyhi ile musâhabe (görüşüp sohbet etmek) mümkün olmazsa, onu hayâlinde tasavvur ederek, şeyhinin huzûrunda olduğunu kabul eder... Tamamiyle şeyhinin vücûdunda fâni olunca da, Allah’a (c.c.) teveccüh eder. Bu usûlü tekrar ede ede, nûr-i İlâhî’nin parlak bir şekilde letâifine gelip, bir takım mânâların açılmasını ve mâsivâdan kurtularak, Allah Teâlâ ile beraber olmasını temin etmiş olur.”(3)
***

SONUÇ

Buraya kadar yaptığımız nakiller ve îzahlar muvâcehesinde, netîceyi şöyle hulâsa edebiliriz:

Samîmi bir kalb ve tam bir muhabbetle kâmil ve mükemmil olan şeyhin sûretini, istifâde ve istifâza mülâhazasıyla, kalben tasavvur etmek, diye târif olunan râbıta-i şerife meşru‘dur...

Zira vesîleyi, bizzat maksûda vâsıl olmaya vâsıta olduğu cihetiyle, hayâlinde canlandırmakta bir beis yoktur. Memnu‘ olan; vesîlenin kendisini, bizzat maksûd kabul etmek, yâni vâsıtayı gâye edinmektir.

Râbıtada ise, böyle bir hâlin mevcût olmadığı âşikârdır; dolayısıyla dînen memnu‘ (yasaklanmış) bir usûl değildir... Edille-i şer‘iyenin hem zâhirine, hem de bâtınına istinat etmektedir. Hatta mubah ve câiz olması bir tarafa, me’murun bih’tir.

Tasavvuf erbâbınca; feyzin menşei, kulu Allâh’a (c.c.) yaklaştıran yolların en yakîni, en üstünü ve en şereflisi olarak kabul edilmiştir. Binâenaleyh, insaf sahibi ilim erbâbınca inkârı kabil değildir. İnkâr edenlerin ise hasta ve zayıf akılları bunu idrâkten âcizdir. Nitekim Rabb’imiz (c.c.) şöyle buyurmuştur:

“(Habîbim), ömrüne yemin ederim ki, hakîkaten onlar (o inkârcılar, mânevî) sarhoşlukları içinde serseri bir halde bocalıyorlardı.”(4)

Gâyet tabiîdir ki, ne söylediğini ne yaptığını bilmeyecek derecede sarhoş olan bu münkir ve muârızların, inkâr ve îtirazlarının ne dinî ne de ilmî bir kıymeti vardır.

Ayrıca onlara, bu inkâr ve itirazlarının hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, çok şey kaybettireceği de açıktır... Hatta, inkâr-itiraz ve Allah dostlarına karşı takındıkları bu menfî tavır ve hareketleri, sarf ettikleri edebe aykırı münâsebetsiz sözleri dolayısıyla, ebedî hüsranlarından korkulur.

Bu sebeple Cenâb-ı Hak’tan duâ ve niyâzımız; Ümmet-i Muhammed’e ve evlâdına hidâyet-i kâmile nasip eyleyerek, şerîatın zâhir ve bâtınına âit en küçük bir hükmü dahi inkârdan ve Allah dostlarına itiraz edip cephe almaktan muhâfaza buyursun. Âmîn...

hiiic
20. September 2011, 10:13 PM
....

gerçek hanif
21. September 2011, 08:28 AM
İşte dini tahrip etmek böyle bir şey olsa gerek.İçini boşalt.yerine sap,saman ,çöpü din diye doldur.sonra bu insanlara yedir.Yiyenin karnı ağrıdığında da içine şeytan girmiştir de.üfürükle çıkarmak için kılıflar bul seanslar yap ,Cinci Hoca ,şeyh gibileri Rablar edin.Türbelerde günah çıkar.Psikolojik olarak rahatlamak için camiye hacca filan git.

hiiic
22. September 2011, 04:36 PM
Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadîs-i şerifte de meâlen şöyle buyrulmaktadır:

“Ne zaman ki Âdem (a.s.) hatâsını anlayıp,
– Yâ Rabbî, eğer beni (hâlen) mağfiret etmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için afvımı diliyorum, demişti.

Allah Teâlâ ona,

– Ey Âdem! Ben onu henüz yaratmadığım halde, sen Muhammed’i(n kadrini-kıymetini, nezdimizdeki şân ve şerefinin yüceliğini) nereden ve nasıl bildin? diye sordu.

O da,

– Yâ Rabbi, sen beni yed-i kudretinle yarattığın ve rûhundan bana nefhettiğin zaman, başımı kaldırıp baktığımda, Arş-ı A‘lâ’nın ayaklarında, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlüllah’ yazılmış olduğunu gördüm... Zâtının ismine, ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edeceğini (düşündüm ve bu yolla) bildim, dedi. Cenâb-ı Hak ona,

– Ey Âdem, doğru söyledin. Hakîkaten o, benim nezdimde yaratılmışların en sevimlisidir. Onun hürmetine benden (afvını) dilediğinde, ben de seni affettim. Şayet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım” buyurdu.(3)

İşte bu hadîs-i şerifte de açıkça görüldüğü üzere, dînimizde vesîle vardır... Ve bunlar da, başta Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz olmak üzere, onun vârisi olan hakîkat âlimleridir.

Allaha iftiradır. Bu kıyımın benzerini bu gün hristiyanlar yapmaktadırlar.
Bu bahsedilen ALlaha katında ortak koşmak, Allaha baskı yapmaktır.

Bu uydurmalarla amel eden, bırakın ameli bunlara inanan zaten Kuranın bahsettiğinden çok geridedir. Kuran kültürünün uzağındadır. Artık müşrik midir kafir midir bilemem. Allahın bahsettiği Müslüman olamıyacağı çok açık.

gerçek hanif
22. September 2011, 05:10 PM
Tasavvuf ve Tarikatta sapkınlığın sonu yoktur.Yukarıdaki olayda Adem yarı tanrı hüviyetine büründürülmüş.Bunu Tam'a tamamlayanlarda var.Parayla mı ? Enel Hak !

hiiic
23. September 2011, 05:00 PM
Ya şuna bak yaaa :)


Milli şairimiz M. Akif'in,

“Çamlıbel sanki şehir: zâbıta yok, râbıta yok
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vâsıta yok” mısralarında,


adamlar bunu bile rabıtaya delil göstermiş :)
Kuranda CANAVAR varmı diye bir başlık açmıştım aynen ona benzedi. Yani şaka gibi.

Sınır gözetleyen bağlı atlar birlikler askerler; dürbünlü silahlar, uydular, nöbet kuleleri.

Manasındaki rabıtayı almış ne anlama getirmişler.
Ya bu yukardai yazı çok komik. Bunu menzilliler yayınlıyorlar. :)

Ben böyle ağız eğip bükme görmedim.

hiiic
23. September 2011, 06:24 PM
....