PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Kur'an'a Göre HZ Muhammed'in Hayatı


dost1
27. March 2011, 04:43 PM
Selamun Aleykum! Değerli Kardeşlerim!

Muhammed İzzet Derveze'nin KUR'AN'A GÖRE HZ. MUHAMMEDİN HAYATI adlı eserini sizlerle paylaşmak istiyorum.

İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
1. Siret Kitaplarındaki Eksiklik.
2. Risalet Öncesiyle İlgili Değerlendirmelerin Zayıflığı.
3. Oryantalistlerin Çalışmalarında Kullandıkları Kaynaklar.
4. Bu çalışmayı Yapmanın Nedenleri ve Şartları.
5. Risalet Öncesi Dönemle İlgili Kur'anî Tabloların Çokluğu.
6. Bu Çalışmanın Kaynakları ve Konulan.
7. Ayetlere Çokça Yer Verilişinin Gerekçesi.
BİRİNCİ BOLUM
Bölge ve Yerleşim
A) Hicaz ve Hicazlılar
1. Kur'an'da Hicaz Bölgesi.
2. İklim Şartları ve Tarım.
3. Deniz ve Denizcilik.
4. Hicaz Şehirleri.
5. Mekke'nin Yeri ve Önemi.
6. Yesrib ve Taif'in Yeri ve Önemi.
7. Hicaz Şehirlerindeki Halkın Durumu.
8. Bedevilik (Badiye-A'rab).
9. Hicaz Halkının Araplığı.
10. Kur'an Dili ve Arapça.
B) Hicaz'ın Sosyo-Ekonomik Yapısı
1. Ekonomik Faaliyetler.
5
2 ve 3. Ölçü, Tartı ve matematiksel İşlemlerin Bilgisi.
4. Hicaz'da Zirai Faaliyet.
5. Hicaz'da Sinai Faaliyet.
6. Araplarda Yaşam Tarzı.
7. Hayvancılık ve Avcılık.
8. Araplarda Yeme, İçme, Eğlence, Barınma, Giyim-Kuşam.
C) Hicaz'daki Yabancı Azınlıklar
1. Mekke'deki Yabancılar.
2. Ehl-i Kitab'ın Mekke'deki Durumu.
3. Israiioğullarının Mekke'deki Varlığı.
4. İsrailoğutlarının Yesrib/Medine'dekİ Varlığı.
5. İsraİloğullarının Hicaz Halkı Üzerindeki Tesirleri.
6. Hıristiyanların Hicaz'daki Rolleri.
İKİNCİ BOLUM
Sosyal Hayat
A) Aile Hayatı
1. Peygamber Asrında Erkeğin ve Kadının Rolü.
2. Çeşitli Adetler ve Gelenekler.
B) Kabilecilik Asabiyeti
1. Peygamber Asrında Kanbağı İlişkileri.
2. Kabilevi Paktlar.
3. Velayet Asabiyeti.
4. Himaye Etme Asabiyeti.
5. Gelenekçilik ve M üsi uman I ardaki İzleri.
C) Hac ve Haram Aylar
1. Peygamber Asrında Kâ'be'nİn Önemi ve Hac.
2. Hac Bölgesinde Ekonomik Faaliyet.
3. Hac Ayları.
4. İslâm'a Geçen Gelenekler.
5. Haram Aylar.
D) Sosyal ve İdari Düzen
1. Hükümet Güçleri.
2. Yargı Otoriteleri.
3. Yargıçlık Düzeni.
4. Sınıfsal Farklılıklar.
5. Peygamberlikten Önce Araplarda Kölelik.
6. Kur"an'la Köleliğin Ortadan Kaldırılma Çabalan.
UÇUNCÜ BOLUM
A) Kur'an Dili ve Arapların Akli Gücü
B) Eğitim Seviyesi, İlim, Kültür ve Pratik Bilgiler
1. Okuma Yazma.
2. Arapların Yabancı Dillerle İlgileri.
3. Bilim ve Teknik.
4. Araplarda Tarih Bilgisi ve Peygamber Kıssaları.
5. Coğrafya ve Astronomi,Bilgisi.
6. Tıp ve Eczacılık Bilgisi.
7. Soybilim.
8. Kâhinlik ve Büyücülük.
9. Hikmet.
C) Arapların Yerleşik Konumlarını Savunma Ruhu
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Dinler ve İnançlar
A) Şirk, Kapsadığı İnançlar ve Tezahürleri
7
1. Şirk Kavramı ve Kapsamı.
2. Evliya, Şahidler ve Şefaatçiler.
3. Şürekâ, Erbâb, Endâd, Alihe.
4. Ortak Koşmanın Nedenleri.
5. Arap İnancında "Allah'ın Çocuk Edinmesi".
B) Putlar ve Putculuk
1. Madenden Yapılan/Maddi Putlar.
2. Kur'an'da Putların İsimleri.
C) Melekler ve Arapiarda Melek İnancı
1. Melek Kavramı.
2. Arapların Melek İnancı.
3. Kur'an'da Meleklerin Değeri.
D) Cinler ve Araplarda Cin İnancı
1. Cin Kavramı.
2. Araplarda Cin İnancı.
3. Kur'an'da Cinlerin Mahiyeti.
4. Araplara ve Kur'an'a Göre İblis.
5. Araplara ve Kur'an'a Göre Şeytan.
E) Allah ve Peygamberlik İnancı
1. Allah İnancı.
2. Peygamber İnançları ve Peygambere Muhalefet.
3. Ahiret İnancı.
F) İbrahimî Dinin Devamcıları
1. Sabiîler.
2. Hanifler.
3. İbrahimi Din.
G) Yahudilik, Hıristiyanlık ve Etkileri
1. Yahudilik.
2. Hıristiyanlık.
3. Tevrat ve İncil Kavramları.
H) Çeşitli Alışkanlıklar, İbadetler, Düşünceler
1. Güneş'e, Ay'a, Yıldızlar'a ve Ateş'e Tapma.
2. Risaleî Öncesi Araplarda İbadetler.
3. Nefs Kavramı.
4. Ruh Kavramı.

dost1
27. March 2011, 04:44 PM
ÖNSÖZ

Bismillahirrahmanirrahim

Siret Kitaplarındaki Eksiklik:

Klasik siret kitapları yazanların çoğunun -Peygamberin (s) risalet öncesi asrı ve çevresiyle ilgili konularda- titiz davranmamalarına ve bu konuya önem vermemiş olmalarına akıl erdirmek zordur. Onların bu asır ve çevre ile ilgili olarak kaydettikleri, Peygamberin şahsı ile alakalı olan konularla sınırlıdır: Peygamberin soyu, ailesi, kabilesi, doğumu, emzirilmesi, himaye edilişi, yolculukları ve evlilikleri. Çok nadir olarak bu asrın durumu ve bu çevrenin sosyal, ekonomik, siyasal ve dini konumu ile ilgilenirler. Rasulullah'ın ortaya çıktığı ve onun, büyük bir başarı ve geniş bir yayılma gösteren ve hala tüm dünya hayatına her açıdan büyük katkılarda bulunmakta olan bu çağrısının ilk olarak gündeme geldiği ortamı aydınlatacak, onlara ışık tutacak malzemeye ne de az yer verirler.

Arapların İslam'dan önceki durumlarıyla ilgili olarak, klasik siyer kitaplarının yaptığı kırpmalar bir yandan gelenek halini alırken öte yandan da o kadar genellemeler ve geniş çizgilerle ifade edilmiştir ki okuyucunun ondan kesin bir bilgiye varması -çok az şeylerin dışında- olanaksızdır. Sonra belirtilen şeylerin hangi asra nisbet edildiği de kesin biçimde belirlenememektedir. Kaldı ki, aktarılan bu kırpıntılar dahi düzmece ve uydurma olmak ihtimalinden uzak değildir. Tedkik amacıyla bunlara dikkat edenlerin; onlardaki yumuşatma ya da birleştirmeyi, olaylar, olgular ve Kur'an ayetlerini açıklama amacını görmesi zor olmaz. Hatta onların bizzat Kur'an nassları ya da çağrıştirdıklarıyla çeliştiğini görmesi fazla çabaya ihtiyaç göstermez.


İşte zamanın bize kadar koruduğu en eski siret kitaplarından biri olan İbn Hışam'ın Sireti'nde -ki bu kitap üzerinde ciddiyet, güven damgası vardır. Peygamberlik döneminden önce olsun, sonra olsun ya da Peygamber (s) ve Ashabına nisbet edilen saygı ve yüceltme ile ilgili olsun, kaydedilen rivayetlerde titiz davranmayı, ihtiyatlı hareket etmeyi esas almış bu işin dindarlık ve günahkârlık açısından ne derece hassas olduğu bilinciyle hareket etmiştir- naklettiği rivayetlerin ve kaydettiği haberlerin, özellikle risaletten önceki vakıalarla ilgili olanlarında bu titizliği açıkça görebiliyoruz. Kitabını yazarken ve olayları kaydederken ravilerin ona ulaştırdığı ya da yazılı kitaplarda gördüğü şeyleri toptan vermeye çalışmıştır. Onlardan bazılarının zayıflığını bizzat kendisi belirtmiş bir kısmını da belirtmemiştir.

Bu aksaklıkların çoğu, İbn Hişam'ın Sîret'i gibi eski, ciddi ve güvenli olan Taberi Tarihi ve Tabakat kitaplarının en muteberlerinden sayılan İbn Sa'd'ın Tabakât'ı için de geçerlidir.

Buna ek olarak klasik kitaplarda kaydedilen, nakledilen pek çok rivayetlere ve haberlere karşı, düşünen bir insanın onları inkâr etmese bile, sürekli olarak dikkatli ve uyanık olması lazımdır. Çünkü bu haberler ve rivayetlerle Peygamber'in, risalet öncesi dönem ve ortamının maddî gelişme, edebiyat ve düşünce hayatı açısından küçümsenmesi amaçlanmaktadır. O donem ve ortam; cehalet, geri kalmışlık, sefalet, itilmişlik, perişanlık, barbarlık, kültürel araç ve vasıtalardan mahrumiyet, düşünce, inanç, ahlak ve edebiyatta katı bir maddecilik gibi sıfatlarla tanıtılmaktadır. Halbuki bu iddialar işlerin tabiatına ve apaçık mantıksal kurallara aykırı düştüğü gibi Kur'an-i Kerim'in bildirdiklerine ve nasslarına da ters düşmektedir.

2, Risalet Öncesiyle İlgili Değerlendirmelerin Zayıflığı:

Klasik sîret kitaplarında yer alan daha önce işaret ettiğimiz karalama esasına dayalı değerlendirmelerden başka, bazı kitaplar ve risaleler bulunmaktadır. Öğretim amaçlı Arapça bu tür kitaplarda yer alan edebi, tarihi ve sanatsal bazı bölümler ve konuların İslam'dan önceki Arapların hayatına, adetlerine, geleneklerine ve inançlarına ışık tuttuğunu biliyoruz.Yalnız bu risaleler, kitaplar, bölüm ve konular çok genel bir üslubla yazılmıştır.

Öncelikle bunlar Peygamber asrı ve çevresiyle özel bir biçimde ilgilenmez. İkinci olarak; buralarda kaydedilen rivayetler iyi-kötü, sağlam-zayıf, gerçek-yalan demeden birbirine karışmıştır. Netice itibariyle düşünen bir araştırıcı yine onları titizlikle okumak zorundadır. Onları gerçek, tarihi, güvenilir rivayetler ya da aşağı-yukarı doğru belgeler olarak almakta, çoğu zaman tereddüt etmek mecburiyetinde kalacaktır. Çünkü bu rivayetlerin eski olanları ancak uzun bir zaman sonra kaydedilmiştir. Rivayetler uzun zaman hafızalarda muhafaza edilmiş ve bu arada dilden dile nakledilmiştir. Tabiki bu esnada bu rivayetler üzerinde alabildiğince oynanmış ve eklemeler yapılmıştır. Artık o dönemden söz etmek bu rivayetlere dayanmakla mümkün olagelmiştir. Onların yazarları da, onları tarihi gerçekler olarak kabul etmiş, konularını, bölümlerini, risalelerini, değerlendirmelerini, çoğunlukla araştırma ve tedkike başvurmadan, bu rivayetlerin üzerine bina etmişlerdir.

Yine ilginçtir ki, zamanımızda sîret kitapları ya da İslam'ın ilk asrının (Sadr-ı İslam) tarihini yazanlar, hatta Arapların düşünce hayatını açıklamaya çalışanlar, İslamdan Önceki hayatın bazı olgularına ulaşanlar bile bu çağı ve bu çevreyi bize yeteri kadar tanıtamamışlardir. Hatta üzelerek belirtelim ki, onlar bu çağı ve çevreyi çok az bile tanıtabilmiş değillerdir. Şu kadarını bilmek yeterlidir ki; Arap düşünce ve dini hayatı üzerine yazılan bir dizi Arapça kitap içinde en güçlüsü olan "Fecru'l-îslam"da bile, Risalet öncesi Arap dinleri ve inançlarının incelenmesi ihmal edilmiştir. Araplarda bulunan kahinlik, sihir/büyü, efsaneler, gelenekler ve adetlere hiçbir işarette bulunulmamıştır. Halbuki bu sahalar ve oralarda yer alan güçlü hareketler, özellikle Peygamberlikten önce olanları, Arap düşünce hayatının bir tezahürü ve somut örneği olması açısından araştırılmaya ve sözü edilmeye değer. Halbuki bu kitapta üzerinde durulan konuların tamamı Yahudilik, Hıristiyanlık ile Yunan fel-sefesi ve bu felsefenin İslam'ın ilk asrında bu hayat üzerindeki etkisinin zikredilmesinden ibarettir. "Hayat-ı Muhammed" kitabının yazarı da yaklaşık olarak bu yazarın yolunu izlemiştir. Bu son kitap parlak bir girişe, doyurucu konulara, araştırmalara, önemli ilavelere ve değerli yaklaşımlara, mülahazalara özellikle sonraki baskılarında kavuşmuştur. Fakat temel yapısı önceki kitapla aynı paralelliktedir. Kaldı ki, herhangi bir halifenin, kralın/sultanın, başkanın/komutanın, alimin, şairin, edebiyatçının hayatını inceleyen bir kitaba baktığımızda, asrımızın son çeyreğinde kaleme alınan bu güzel çalışmaların birini tedkik ettiğimizde görürüz ki, yazar kendisinden söz ettiği kişiyi kuşatan çağı, bütün yönlerden incelemekten geri kalmamakta bu konuda kayda değer her şeyi vermektedir. Çevre şartlarım, onun doğumundan önceki edebi, siyasal ve sosyal yaşam biçimini ele almakta araştırmakta, incelemekte ve tedkik etmektedir.

Pek tabiidir ki, Peygamber asrinin ve çevresinin bu şekilde kapsamlı olarak ortaya konmasının Arap ve İslam Tarihinde ve Siret-i Nebi'de büyük ciddiyetle üzerinde durulması gereken konulardan olmadığını hayatı incelenen halifeler, krallar, komutanlar, şairler ve bilginlerin çağını ve çevresini geniş ve kapsamlı bir biçimde ortaya koymak kadar önemli olmadığını sanmak elbette ki isabetli olmaz. Peygamberin (s) ortaya çıktığı, ilahi vahyi gündeme getirdiği, islam Dinini, bütün yasaları, ilkeleri ve kurallarıyla yürürlüğe koyduğu, bütün dünyayı etkisi altına alan bu güçlü kuralların, yasaların ilk pratiğe aktarıldığı bir bağın ve çevrenin Önemli olmadığı söylenemez. Sonra Arapların kendisinden hareketle medeni dünyaya yöneldiği, o zamana kadar sıra ile kendilerine hükmeden ve egemen olan iki süper devleti/imparatorluğu, eşsiz deha sahibi komutanlar, üstün yetenekli valiler, idareciler ve hakimlerin gücüyle enkaz haline getirecek bir güce kavuştuğu bu çağı ve çevreyi aydınlatmak için ne kadar büyük çaba sarfedilse yine azdır. Ne kadar çok da olsa bu konuya verilen önem yine de yetersizdir.

Arapça rivayetlerde yer alan tedvin, yazım ve içerik yetersizliği, bazı değerli yazarların ve araştırmacıların bu konularda görüş belirtmekten kaçınmalarının nedenlerinden biri olmuştur. Çünkü biz bu yazarları geniş bilgi sahibi, söz sanatı sahibi, yazarlık sanatının gereklerini halkaların birbirine bağlılığının zaruretini anlayan, kitaplarını ölçülü, dikkatli, muhakemeli ve basiretli olarak yazan birer şahsiyet olarak biliyoruz. Bizim burada kaydedeceğimiz tesbitler, Peygamber asrını ve Peygamberlikten önceki çevreyi yeterli biçimde aydınlanmış olarak görmemizi sağlıyacak ve bakış darlığından alıkoyacaktır. Böylece konunun önemi ve nazikliği ortaya çıkacak, yanlış algılamalardan ve hataya düşmelerden emin olunacaktır.

3. Oryantalistlerin Çalışmalarında Kullandıkları Kaynaklar:

Bazı müsteşrikler Peygamberin hayatı ve İslam'ın ortaya çıkışı konusunda bu asır ve çevre hakkında bir takım şeyler yazmışlardır. Yalnız ifade edilmesi gereken gerçeklerden biri de oryantalistlerin araştırma ve hüküm çıkarmada kendilerine özgü yöntemleri olduğudur. İşte onların bu yöntemleri bazılarını -hatta kin ve heva-heves peşinde koymayanlarını dahi- görüşlerinde ve vardıkları sonuçlarda belli ölçülerde zorlanmalara itmektedir. Onların bu tutumlarından dolayı büyük yanlışlıklara düştüklerini, kuruntulara kapıldığını görüyoruz. Bu yanlışlıklarının kaynağı çoğu zaman sahih olmayan yanlış bir haberi, ya da bir rivayeti yahud da bir işareti büyütmeleri, saygı ile karşılamaları, ya da söz konusu haberi sağlıklı bir şekilde anlamamaları yahut sağlıklı bir gerekçe olmadığı halde, o haberi başkalarına tercih etmeleridir. Çünkü onlar genellikle meseleyi kılı kırka yararcasma incelemeyi, kırk dereden su getirmeyi, kuşku ile bakmayı ve değişik faraziyelerle ortaya çıkmayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Bu nedenle onların aradaki önemli farka rağmen iki meseleyi mukayese ettikleri olayların mantığının ve eşyanın tabiatının uygun görmediği şeyleri gayet uygun gördükleri müşahede edilebilmektedir. Şuna da dikkat çekmek gerekir ki onlar, daha önce zaaf noktalarına ve tutarsızlıklarına işaret ettiğimiz rivayetlere ve klasik Arapça kitaplara son çare olarak başvurmakta ve onları en son dayanak olarak algılamaktadırlar. Burada örnek olarak "İslam Tarihi" kitabının yazarı İtalyan müsteşrik Caetani'nin, Abdulmuttalib'in Kureyş'ten oluşundan hatta Arap oluşundan kuşku etmesini ya da bu sahada kuşkular yaratmaya çalışmasını gösterebiliriz. Çünkü rivayetlerden biri, kardeşi Muttalib'in onu Yesrib'ten getirdiğini ve onu kendisine soranlara da kendisine ait "bir kölesi" (Abd) olduğunu söylediğini kaydetmektedir. İşte İslam tarihi yazarı bu rivayete yapışmakta ve Kur'an'ın bu konudaki açık işaretlerini, yakîn ifade edecek dereceye ulaşan tevatür halindeki rivayetleri görmezlikten gelebilmektedir. Halbuki bu yazar oryantalistler içinde küçük bir azınlığı oluşturan ve aşırı kin, karalama, karıştırma ve çirkin gösterme amacıyla yazmayan gruptan sayılmaktadır. Maksatlı olarak kaleme sarılanları ise, kin, düşmanlık saikleriyle araştırmalarının ve değerlendirmelerinin çoğunda yanlışlıklara düşmüşler ve bunların bazılarında ilim, araştırma, ciddiyet ve güven sınırlarının dışına taşmışlardır. Onların kitaplarını ve çalışmalarını, etüdlerini inceleyenler bu olguları rahatlıkla müşahede ederler. Biz burada bu meseleyi daha fazla irdelemeyeceğiz. Zira bu, konumuzun sınırlarının dışına taşmaktadır.

4. Bu Çalışmayı Yapmanın Nedenleri ve Şartları:

Bir ara boş bir zamanım olmuştu ki o sırada Kur'an-ı Kerim en güzel yardım ve arkadaşımdı.(1) Bu esnada ben onun hizmetiyle uğraştım. Okudum. Ezber yaptım.Onu anlamakta derinleştim ve daha sağlıklı düşünme olanağı buldum. Bu arada dikkatlerim Resulullah'ın, risalet öncesi çağı ve ortamında yürürlükte bulunan dinî, fikrî, sosyal ve ekonomik hayat ile onların yaşam biçimleri üzerine çekildi. Baktım ki Kur'an'da bu konularla ilgili tanımlamaları, nitelemeleri, işaretleri kapsayan pek çok ayet mevcut olup, bunlarla o dönemin çevre şartlarını büyük ölçüde tesbit etme olanağı bulunmaktadır. Kendi kendime dedim ki: Bu kadar ayeti ihtiva etmesine rağmen Kur'an bu çağ ve çevrenin şartlarını büyük ölçüde tesbit etme olanağı bulunmaktadır. Kendi kendime dedim ki: Bu kadar ayeti ihtiva etmesine rağmen Kur'an bu çağ ve çevrenin tasviri için neden bir kaynak olmasın? Kaldı ki Kur'an bir yazar ya da araştırmacının kendisine dayanacağı en güvenilir, en doğru ve en eski kaynaklardan sayılmaktadır. Sîret kitaplarında ve diğer kitaplarda yer alan rivayetler geç zamanlarda yazıya geçtiğinden, hafızalarda taşındığı şırada güzel konmamama ve sağlıklı bir biçimde nakledilememiş olma ihtimali bulunduğundan, ayrıca bu rivayetlere heva-hevesin,
Kitabın yazarı 5 Haziran 1939'da Şam'da Fransız Askeri Mahkemesi tarafından, Filistin davası nedeniyle tutuklanmış; 3 Kasım 1940'a kadar süren tutukluluğunun dörtte birini Mezze Askeri Cezaevinde, geri kalanını ise Şam'daki "Kale Cezaevinde" geçirmişti. Cezasını tamamlamasına az bir müddet kala, Fransız askeri yönetiminin çöküşüyle serbest bırakılmıştı.

ön yargıların, kasıtlı müdahalelerin, uydurmacılığın, düzmeciliğin ve uzlaşmacı gayretlerin etkisi uzanmış olabileceğinden, kişinin gönlünde pek çok kuşkulara neden olabilirse de Kur'an böyle değildir. Çünkü Kur'an tüm bu şaibelerden tamamen uzaktır, her türlü takdirin üstündedir. O tedvin/yazılış sağlamlığı ya da en kısa zamanda kaydediliş konusunda hiç bir kuşkunun erişemiyeceği kadar sağlamdır. Kur'an'ın bu özellikleri, ırkları, dinleri ve duygu ve düşünceleri farklı olmasına rağmen insanların büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiş bulunmaktadır. Harflerdeki fazlalıklar İrâb, Nahv ve Kıraatlardaki farklılıklarla ilgili rivayetler hatta kelimelerin fazlalığı-noksanlığı ile ilgili bazı rivayetler, bazı kelimelerin neshedilmesi, bazılarının bırakılması -bu konudaki rivayetlerde Öyle illetler ve açıklar vardır ki onları kabul etmeye yanaşmamızı engellemektedir.
(2) İle ilgili söylentilerde Kur'an'ın, Peygamber çağından ve onun Raşid Halifelerinin döneminden bu yana her çeşit şaibeden uzak olarak bize kadar sağlıklı ve güvenilir bir biçimde ulaştığına gölge düşürecek basit bir işaret bile yoktur. Buna bağlı olarak denebilir ki: Kur'an'da, Rasul'un risalet öncesi çağı ve çevresine ışık tutabilecek açıklamalar, pek tabii olarak her türlü kuşkunun üstünde olacaktır. Herhangi bir şüphe ya da kuşkulanmanın söz konusu edilmesi düşünülemez. Kur'an Rasulullah'ın lisanı ile Allah'tan tebliğ edilmiş ise de ancak ve ancak pratik olayları ifade etmiş ve yürürlükte bulunan durumları gözler önüne sermeye çalışmıştır. Vahiy yaşanan gelişmeler üzerine inmiştir. İşte bu gelişmelerle ilgili olarak; Kur'an, ne önünden, ne arkasından herhangi bir yanlışlığın ulaşamayacağı kesin söz ve ayırıcı hükümdür. Hatta bu olaylara bakış açısından dolayı, gayr-i müslimler bile onu; -sağlıklı, güvenilir, çağdaş bir belge olması nedeniyle- başka şekilde algılayamaz. Onu keyfi biçimde değerlendirmeye tabi tutamaz.
Bu açıdan Kur'an ayetlerini incelemeye başlayıp onları konularına göre tasnife tabi tuttuğumda Peygamber çağı ve çevresini değişik açılardan ele alan pek çok değerlendirmelerle, nitelemelerle Allah'ın yardımıyla yazıp tamamladığımiz "el-Tefsİru'l-Kavim" adlı eserimizin mukaddilesine, Kur'an'ın tedvinine dair bir bölüm ayırıp koyduk. Orada şunu ispatladık. Bugün elimizde iki kapak arasında bulunan Mushaf, Rasulullah'ın vefatı esnasında bize bıraktığı mushafın aynısıdır.

karşılaştım. Böylece bu çağı ve bu çevreyi Kur'an'dan alınan tablolarla aydınlatmaya ve bunlarla pek çok olgunun tesbit edilebileceğine olan inancım daha da sağlamlaşti. Evet bu tesbitler ve tablolar tam yeterli olmasa da konunun ana başlıklarını, ana hatlarını belirleyecek ve olması gerekene ışık tutacaktır. Hatta bu çabayla ortaya konacak olan tabloların bir kısmı şu ana kadar genellikle dikkatten kaçan tablolardır. Sonra başka gerçek tablolar var ki az veya çok şu anda zihinlere nakşedilenden farklılık arzetmektedir. Bunlar kendi alanlarında önemli ve ilginç tesbitler olarak ortaya çıkar. Bu çoğunun başlangıcı bilinse de önemlerini asla yitirmezler. Çünkü ben bu tabloları aynı şekilde ve yalnız Kur'an-ı Kerim çerçevesinde ortaya koymaya çalışan bir tek kişi hatırlamıyorum. Şunu da belirtmeliyim ki: Burada yaptığımız tesbitler ancak istidlal ve ayetlerden esinlenme suretiyle resmedilebilen tesbitlerdir. Kur'an'ın bu tesbitleri bizzat yapmasını beklememek gerekir. O kendi üslûbu, ifade biçimi ve Kur'anî niteliklerine uygun düşecek biçimde hakikatleri belirtmiştir. Biz ise bu ifade, uslub ve niteliklerden bazı çıkarımlarda bulunmak istedik. Çünkü Kur'an'ın asıl metodu ve konusu, davet, öğüt, korkutma, müjdeleme, teşvik, sakındırma, takdir etme, eleştirme, hikaye etme vs. gibi yöntemleri kullanmaktır.

5. Risalet Öncesi Dönemle İlgili Kuranı Tabloların Çokluğu:

Pek tabii olarak ben Kur'an'da Rasul’un (s), risâlet öncesi çağı ve çevresiyle ilgili olarak yer alan pek çok delaletin şu ana kadar hiç ele alınmamış, açıklanmamış ve değerlendirilmemiş olduğu görüşüne katılmıyorum. Elbette ki Kur'an, muhtelif çağ ve ülkelerde yüz milyonlarca insanın arasında elden ele dolaşmış, yüzbinlercesi okumuş, incelemiş, onbinlercesi onu anlamıştır. Ve onu anlayanların çoğu bu sözü edilen delaletleri farketmiş, hissetmiş, onların zihinlerinde bu tabloların pek çoğu şekillenmiştir. Onlar bu asır ve çevre ile ilgili Kur'anî delaletleri ondan iktibas etmişlerdir. Sîret ve tefsir kitaplarında bu konuyla ilgili olarak çokça açıklamalara ve yorumlamalara rastlamak mümkündür. İkinci bir cümleyle ifade edersek, itiraf edeyim ki, burada tespit edilen tablolar ve tasvirler, Kur'an'ı sürekli okuyan ve anlamaya çalışan kimselere hiç de yabancı gelmeyecektir.

Fakat bu Kur'an okuyucularının büyük çoğunluğunun onun ayetlerini anlamak amacıyla yeterli çaba sarfetmediğini, derin ve basiretli anlayışa ulaşmadıklarını, Kur'an'ın ihtiva ettiği bu tablolardan pek çoğunu görmeye güç yetiremediklerini söylemeye engel olmaz. Hatta bu olgu, bir ölçüye kadar, çok azınlıkta kalan, Kur'an'ı anlayan kuçuk grub için de geçerli olmaktadır. Aynı şekilde neslimizin kültürlü kesiminin büyük çoğunluğu, -tamamı olmasa da-Kur'an'a karşı aynı durumdadır. Onların öncelikle Kur'an'ı, ardından sîret ve tefsir kitaplarını okumaları sağlanmamıştır. Öyle sanıyorum ki, onlar çocukluklarında Kur'an'ın tamamını ya da bir kısmını okumuş ya da okutmuşlar sonra onunla aralarındaki bağları kopmuştur. Onların içinden düşünerek ve içtenlikle, basiretli bir biçimde okuyanlar çıkmış, yahut araştırma yapmak isteyenler olmuşsa da bunlar çok ender rastlanan durumlardır. Hiç kuşku yok ki, buna benzer tablolar özellikle bu neslimiz ve gençliğimiz için yeni bir şey olacaktır. Ve aynı zamanda bu, onlarla Kur'an arasındaki zayıflamış ya da kopmuş olan bağı yeniden oluşturacaktır ki bu, gerçekten çok önemlidir. Kur'an ile Arap nesli özellikle müslüman nesil arasındaki bağın zayıf, kopuk ya da buna benzer bir pasiflikle olması gerçekten çok çirkindir. Zira bu kitap kendilerini nisbet ettikleri dinin kitabı ve kendileriyle iftihar ettikleri, sayesinde izzet ve şeref elde ettikleri övünç kaynaklarıdır.

6. Bu Çalışmanın Kaynaklan ve Konuları:

Yukarıda söz ettiğim noktaların hepsi, Allah'tan hayır ve iyi dilekte bulunmamı ve bu tabloları çizerken yalnız Kur'an-i Kerim'e dayanarak çalışmaya devam etmemi sağlamışlardır. Bu tabloları gün yüzüne çıkarmada rivayetlere dayanmaktan uzak durdum. Yalnız bu rivayetler, istidlallerin ve iktibasların sağlıklı olduğunu açıklayıcı, detaylarını açıcı ya da yaklaşımların doğruluğuna delil oldukları zamanlar hariç. Bu çalışmamla önemli bir boşluğu doldurmaya gayret ettim. Ancak Peygamberin (s) Risalet öncesi çağı ve çevresi hakkında, ileride, daha geniş bilgi sahibi, daha becerikli ve daha kapsamlı çalışma yapabilecek, yeterli, doyurucu bir araştırmaya muktedir, onların ikisini de gerçekçi ve kapsamlı bir şekilde tasvir edecek ehliyetli kimselerden önce bu eyleme giriştiğim için üzülüyorum. Yine de bu gayretimle gençliğimize karşı bir görevi yerine getirdiğimi, onlarla Kur'an arasındaki bu kopuk bağı canlandırdığıma inanıyorum. İşte bu çalışmamdan, okuyucunun önüne sunduğum bu kitap oluştu.

Kitap konu ve te'lif açısından birbiriyle uyum sağlayan ve ahenk içinde olan dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde: Bölge ve Yerleşim, ikinci bölümde: Arapların sosyal hayatı, üçüncü bölümde: Düşünce hayatı, dördüncü bölümde: Bu çağda ve bu çevrede yaygın halde bulunan dinler ve inançlar ele alınmıştır. Bu bölümler, önsöz kısmında daha detaylı olarak verilmiş bulunmaktadır.
Kitap birbiriyle ahenkli konularının yanında Kur'an'a dayalı etüdler ve tahlillerden oluşmaktadır. Ayetler konularına göre etüdlere tabi tutulmuş ve tahliller yapılmıştır. Onların delaletlerine dikkat çekilmiş, nüzul şartları ve münasebetlerinin ilham ettiği olgulara işaret edilmiş ye bunların Peygamberlikle görevlendirilmeden önceki zamanla ilgileri tesbit edilmiştir. Bu çalışmalar, umarım kitabın ilgi çekiciliğini ve yararlılığını daha da arttırmıştır.

7, Ayetlere Çokça Yer Verilişinin Gerekçesi:

Okuyucu, işlediğim konularla ilgili olarak, delil sadedinde bol ayet verdiğimi görecektir. Gerçek odur ki, ben bu çalışmamda ayetleri çoğaltmayı değil bilakis çok delil göstermeyi amaçladım. Çünkü; birinci olarak, Kur'an bu kitabımızın dayanağı ve biricik kaynağıdır. İkinci olarak, ayetler ne kadar birbirine benzese de benzeşmelerine rağmen aralarında önemli farklar vardır ve kaydedilmesinde yarar görülmektedir. Üçüncü olarak, herhangi bir konuda ayetlerin çokluğu, okuyucuya ifade edilmek istenenin daha açık bir biçimde algılanmasını ve daha dikkatli olarak konuya yönelme olanağını sağlayacaktır. Ben ayetlerin numaralarını vererek, okuyucunun onları Mushaf ta okumasını uygun görmedim. Zira bu ayetleri kitapta doğrudan onun gözleri önüne sermek, konuyu araştırmada ve onu sürdürmede okuyucuya daha kolay gelecektir. Umarım ki bunda da öncekilere ilave olarak amaçladığımıza ulaştincı pratik bir girişim vardır. Yani gençliğimiz ile Kur'an arasındaki bağ yenilenmiş, Onun ayetlerini anlama ve kapsamlarını idrak etmede kendilerine uygun bir yöntem gösterilmiş olacaktır.

Kendisine yöneldiğim bu işte; ister doğruya ulaşmış olayım ister hataya düşmüş olayım, ister bu tabloları çizmeye güç yetirip bu tahlile dayalı etüdümle istidlalimin sağlıklı olduğuna bir parça açıklık kazandırayım, ister bunda başarısız kalmış olayım, gerçek odur ki; giriştiğim çalışmada var gücümle çabaladım. Bu iyi niyetimin bana şefaatçi olacağını, bu çalışmanın karşılıksız kalmayacağını ümid ediyorum. Allah'tan bana kötülük yolunu kapatıp iyilik yolunu açmasını, doğru iş ve sözü bahşetmesini, beni mağfiret ve hoşnudluğuna erdirmesini temenni ediyorum.
18 Ağustos 1946
Bu tarih, yukardaki girişin temize çekildiği tarihtir. Kitabın müsveddelerinin yazımı ise 1359 hicri yılının Muharrem ayında (Mart 1940) tamamlanmıştır. Kitap basım İçin Şevval 1365 h. (Ekim 1946) tarihinde matbaaya teslim edilmiştir.

dost1
27. March 2011, 05:01 PM
BİRİNCİ BÖLÜM

Bölge ve Yerleşim

Bu bolüm Hicaz'ın bölgesel özelliklerini ele almaktadır. Bu bölgelerin hava şartlarını, su kaynaklarını, toprak yapısını incelemektedir. Sonra orada oturan yerleşik halkın niteliklerini, uyruklarını, dillerini, yerleşim bölgelerini, yaşayışlarını, yiyeceklerini, içeceklerini, folklorlarını, savaş araçlarını araştırmaktadır. Ticaret, sanayi, ziraat, gemicilik, avcılık, hayvan besiciliği ve eğitim ile ilgili konuları irdelemektedir. Bu bölüm aşağıdaki alt başlıkları kapsamaktadır:
A) Hicaz ve Hicazlılar.
B) Ekonomik hareket ve yaşayış,
C) Hicaz'daki yabancı azınlıklar.

A) HİCAZ VE HÎCAZLILAR

1. Kur'an'da Hicaz Bölgesi:

Hicaz bölgesi tabii olarak açıkça bilinen ve sürekli gözler önünde olan bir olgu olabilir. Yalnız ifadenin, birbirine bağlılığını koparmamak ve arada açık bırakmamak için bu bölgenin niteliklerini Kur'an'dan ilham alarak tesbit etmede herhangi bir sakınca görmüyoruz. Bunun yanında Kur'an'ın nitelemesindeki canlılık ve kuvvetin hala kendisini koruduğunu, özellikle bu nitelemede, verimli ve sahil bölgelerinin daha canlı ve güçlü biçimde nitelendirildiğini ifade etmek gerekir. Buna bağlı olarak diyoruz ki: Kur'an'da doğal çevre ile ilgili nitelikleri kapsayan pek çok ayet vardır ve bu ayetlerde hitab yakın muhatablara yöneltilmiştir. Yine Kur'an ayetleri içinde özellikle bazı bölgeleri ilgilendiren ayetler de vardır. Ki bu Özel bölgeyi ilgilendiren açıklamaların Hicaz bölgesine yönelik olduğunu söylemek doğru olur.

Kur'an'da ifadesini bulan bu niteliklere göre denebilir ki: Kur'an Hicaz havalisinde bölgesel ve coğrafi şartları açısından farklılık arzeden değişik kesimlerin varlığını ikrar etmektedir.

Mesela, oldukça kurak, alabildiğine sıcak, suları kıt, dağlarla çevrili, sakinlerinin dışarıdan gelen gıda maddeleri ile rizıklarını temin ettiği bir mıntıka. Burası "Mekke"dir. Veya daha dikkatli bir ifade ile Mekke Mıntıkası'dır.

ibrahim sûresinde ibrahim'in (a) duaları hikaye edilmektedir, işte bu ayetlerde Beytu'l-Haram bölgesinin nitelikleri yer almaktadır. -Bu da Ka'be mıntıkası yahut Mekke'dir- Ki burada belirtildiğine göre orası ziraate elverişli olmayan bir vadidir, ibrahim duasında hikaye edildiğine göre o, Allah'ın o bölge ahalisini meyvelerden rıziklandirmasını ve insanların gönüllerini onlara yöneltmesini dilemiştir:
"Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Ha¬ram (kutlu ve korunmuş evin) yanında ekini olmayan bir vadiye yer¬leştirdim; Rabbimiz dosdoğru namazı kılsınlar diye (Öyle yaptım), böylelikle sen, insanların bir kısmının kalblerini onlara ilgi duyar kıl ve onları bîr takım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükreder¬ler." (İbrahim, 37)

Kasas sûresinde yer alan bir ayette Mekke halkına reddiye vardır. Yine bu ayette Allah'ın, onların Harem'lerini güven yeri kıldığı ve herşeyin meyvesinin oraya toplandığına işaret edilmiştir. Bu da ifade ediliyor ki; Onun rızkı dışardan ona toplanıp gelmektedir:

"Dediler ki: "Eğer seninle birlikte hidayete uyacak olursak, ye¬rimizden (yurdumuzdan ve konumumuzdan) çekilip kopartılırız." Oy¬sa biz onları kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürününün aktarılıp-toplandığı, güvenli bir haremde yerleşik kılmadık mı? Fa¬kat onların çoğu bilmiyorlar." (Kasas, 57)

Yine Nahl (112) ve Bakara (126) sûrelerinde yeralan bazı ayetler de bu anlamı desteklemektedir.

Kasas sûresinin ayetinden anlaşılıyor ki: Mekke ahalisi Beytu'l-Haram'ın hürmetinde ve insanların gönüllerinin kendileriyle birlikte olmalarında; yaşamlarını, güvenlerini ve saygı duyulmalarının nedenlerini görüyorlardı. Ve Peygamber'e (s) çağrısında tabi olduklarında, bu sebeplerden mahrum kalmaktan korkuyorlardı. Bu da belirtmeye çalıştığımız olguyu bir açıdan desteklemekte ve onunla paralellik arzetmektedir.

Bu bölgenin aşırı sıcak olduğunu ise, Nahl sûresinde yer alan bir ayetten istidlalle çıkarmak mümkündür:

"Allah, sizin için yarattığı şeylerden gölgeler kıldı. Dağlarda da sizin için barınaklar-siperler kıldı, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, sizi savaşınızda (zorluklara karşı) koruyacak giyimlikler de var etti. İşte o üzerinizdeki nimetini böyle tamamlamaktadır, umulur ki teslim olursunuz." (Nahl, 81)

Burada gölgelere, dağların gölgeliklerine işaret edilmiştir ki, orada yerleşmiş bulunan insanlar sıcaklıktan korunmak için onlara sığınıyorlardı. Yine burada sıcaklıktan koruyan elbiseye işaret edilmiş fakat soğuktan koruyan elbiseden söz edilmemiştir. Sanki o yalnız sıcaklık ve aşırı sıcaklıktan koruyan bir hava sığınağıdır. Ayet bunu Allah'ın Mekke halkına verdiği nimetler ve yardımları sadedinde dile' getirmektedir.

(Bazı müfessırler bu cümlenin: "Sizi sıcaktan da soğuktan da korur" manasına gelebileceğini söylemişlerdir. Fakat bîr taraftan ayetin özü, diğer taraftan yalnız norma! gölgelerin ve dağ gölgelerinin kaydedilmesi ile yetinilmesi böyle bir manayı düşünmenin pek öyle tutarlı olmadığını ortaya koyar gibidir. Buna göre asıl kastedilen sıcaklıktır. Sonra Nur Süresindeki bir ayet de bu görüşümüzü desteklemektedir. O da: "öğlen sıcağında elbiselerinizi çıkardığınız zaman..." (58 ayet). Bu ifade öğlen uykusunu ve o sırada hafif elbise giymekle serinlemeyi ifade etmektedir. Buna mukabil kıştan bahsedilmemiştir. Bu da sıcağın daha çok; soğuğun ise etkin olmadığını gösterir.)

Bu da onların kavurucu sıcaktan ne kadar muzdarip olduklarını gösterir.
Dağların ve dağ oyuklarının zikredilmiş olması da Mekke'nin doğrudan dağlarla çevrili olduğu şeklindeki ifademizi desteklemekte ve doğru olduğunu göstermektedir. Bu ilk bakışta hemen farkedilir. Bu bölgede suyun kıtlığını ise, bazı Kureyş ailelerinin deruhte ettiği Si-kayetu'l-Hacc/Hacılara su dağıtma ve onlara su temin etme görevinden çıkarma olanağı vardır. Tevbe sûresinin ayetlerinden birinde bu göreve işaret edilmiştir. Allah'a iman ve O'nun yolunda cihad ile bu görevi karşılaştırma sadedinde deniyor ki:
"Hacılara su dağıtmayı ve mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkla¬rı) gibi mi saydınız? (Bunlar) Allah katında bir olmazlar. Allah zul¬me sapan bir topluluğa hidayet vermez." (Tevbe, 19)

Mekke ahalisinin Hacılara su temin etmeye neden bu kadar önem verdiğini ve sikaye görevini bu derece büyük bir fazilet olarak kabul ettiklerini şimdi daha iyi anlıyoruz. Bu, hemen farkedileceği gibi, bölgede su kıtlığından kaynaklanmaktadır. Yine bununla, Zemzem kuyusunun kazılması ile ilgili rivayet üzerinde yoğunlaşan haberlere, neden bu kadar önem verildiğini ve siret kitaplarında bu konuyla ilgili olarak kaydedilenlerin değerini daha güzel kavrayabiliyoruz.( Bknz: îbn Hisara c 1; sh 134 vd.)


2. İklim Şartları ve Tarım:

Kur'an'da yer alan pek çok ayet Allah'ın yağmurlar yağdırdığını, ondan kaynaklar ve ırmaklar fışkırttığını, ekinleri, ağaçlan, hurmalıkları, üzümleri, narları, zeytinleri ve diğer değişik meyveleri bitirdiğine dikkat çekmektedir. Yerleşik halkın, gök suyunu çektiğinde ve ekinlerin susuzluktan sarardığını gördüğünde nasıl dehşete kapıldıklarını niteleyen ve yakın muhatablarına hitab ederek Allah'ın nimetlerini ve gözlerinin önündeki ayetlerini, kendisinden yararlandıkları somut ihsanlarım hatırlatan ayetler pek çoktur. Aşağıda bunlardan bir kaçı verilmiştir:

1) O, gökten su indirendir. Bununla her şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan da birbiri üstüne bindirilmiş taneler çıkarıyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, "birbirine benzeyen ve benzemeyen" üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz). Meyvesine, ürün verdiğinde ve ol¬gunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Hiç şüphesiz İnanacak bir toplu¬luk için bunda gerçekten ayetler vardır. (En'am, 99) (Bkz, En'am, 141)


2) Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki hayvanlarınızı onda otlatacaksınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bun¬da düşünebilen bir topluluk için ayet vardır. (Nahl, 10-11)

3) Biz gökten belli bir miktarda su indirdik ve onu yeryüzünde yerleşik kıldık; şüphesiz biz onu (kurutup) gidermeye de güç yetirenleriz. Böylelikle bununla size hurmalıklardan, üzümlüklerden bahçeler, bağlar kıldık, İçlerinde Çok sayıda yemişler vardır; sizler onlardan yemektesiniz (Mu'minun, 18-19)

4) Ölü toprak kendileri için bir ayettir; biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle de onlar ondan yemektedirler. Biz, orda hurma¬lıklardan ve üzüm-bağlarından bahçeler kıldık ve içlerinde pınar¬lar da fışkırttık. (Yasîn, 33-34)

5) Bir de insan, yediğine bir bakıversin; hiç şüphe yok biz, suyu akıttıkça akıttık. Sonra yeri de yardıkça yardık. Böylece onda bitirdik; taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar. Boyları İri ve birbiri içine girmiş ağaçlı bahçeler. Meyveler ve otlaklıklar. Size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak Üzere. (Abese, 24-32) Ayrıca Bkz: (6/141; 30/48-51; 50/7-11; 56/63-70)

Bu ayetler okunduğu zaman Kur'an'ın bunlarla Hicaz ahalisini hatta Mekke ehlini birinci derecede kastettiği, öncelikle onları muhatab aldığı somut olarak müşahede edilebilir. Çünkü ayetlerin tamamı Mekkîdir. Ayetler genel bir biçimde Allah'ın insanlar üzerindeki nimetlerini hatırlatma ve onları gündeme getirme sadedinde de olsa, hiç kuşkusuz olarak kendisinin birinci muhatabı durumunda bulunan Hicaz ahalisinin özellikle Mekke Ehlinin ve civarda yaşayanların dikkatlarını bizzat gözleri ile gördükleri ve kendilerinden yararlandıkları bu nimetlere çekmekteydi, ikinci bir ifade ile; bu ayetlerin bizzat Hicaz'a yönelik oldukları özellikle Mekke'ye yakın çevrede yer alan bölgelere dikkat çektikleri, toprağı iyi olan, yağmurların depolandığı kaynakların ve ırmakların kendisinden kaynayıp gittiği, yerinin yeşerdiği ve yeşilliğinin yükseldiği, her çeşit ekinin, otların, ekilip-biçilen tohumların, hurma, üzüm, nar, zeytin ve diğer çeşitli meyve ağaçlarının yetiştiği bölgelerin burada kasdedildiği gerçekten apaçıktır.

Ayetler, bu bölgeleri bizzat Mekke -Beytu'l-Haram- bölgesini belirlediği gibi belirlememişse de bu bölgeler birer vakıa olarak ortadadır. Bunlar da Taif mıntıkası ve çevresi, Mekke ile Cidde arasında yer alan vadilerdir. Medine ve çevresi de bu bölgelere dahildir. Bu bölgeler hâlâ pek çok kaynaklarını ve derelerini muhafaza etmektedir. Ovaların yeşilliğini, üzüm ve hurma bahçelerini çeşitli meyve ve ekinlerini korumaktadır. Oralara Mekke bölgesinden daha fazla yağmur yağmaktadır. Dereler dolmakta ve ovalar su altında kalmaktadır. Büyük kuyular akmakta, gözeler ve kaynaklar fışkırmaktadır. Yer yeşil örtüsüne bürünmekte, süsünü üstüne almakta, çeşit çeşit bitkiler üzerinde bitmekte ağaçlar yeşermektedir. Bu nitelemeler ayetlerde geçen çekici vasıflara uygun düşmektedir. Zira bu nitelemelere göre yağmurların yağışından sonra yer güzelliklerini bürünmekte, yemyeşil örtüsüne kavuşmakta ve tekrar hayata dönmektedir.

3. Deniz ve Denizcilik:

Yine pek çok ayetler vardır ki, denizi, denizin niteliklerini, yıldızlarını, dalgalarını, tehlikelerini ve yolculuklarını, orada hareket eden gemileri, dağ gibi inşa edilmiş akıp giden yük gemilerini, insanların rızık ve ticaret peşinde koymak niyetiyle düzenledikleri deniz yolculuklarını, denizden çıkardıkları etleri, inci ve mercan gibi çeşitli zinet eşyalarını dile getirmektedir. Aşağıdaki ayetlerde bunları görmeye çalışacağız:

1) O, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanız için size yıldızları varedendir. Bilebilen bir topluluk için biz ayetleri birer birer (bölüm bölüm) açıkladık. (En'am, 97)

2) Karada ve denizde sizi gezdiren odur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken dinde O'na gönülden katıksız bağlılar (muhlisler) olarak Allah'a dua etmeye başlarlar. "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, tartışmasız sana şükredenlerden olacağız." (Yunus, 22)

3) Sizin Rabbiniz, fazlından aramanız için denizde gemileri sizin için yürütür. Gerçekten o, size karşı merhametli olandır. Size denizde bir'
sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider, fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür. (İsrâ, 66-67)

4) Ya da (küfre sapanların amelleri) engin bir denizdeki karanlıklara benzer, onun üstünü bir dalga kaplar onun üstünde bir dalga, onun da üstünde bir bulut vardır. Bir kısmı bir kısmı üzerinde olan karanlıklar elini çıkardığında onu bile neredeyse göremeyecek. Allah bir kimseye nur vermemişse, artık onun için nur yoktur. (Nur, 40)

5) îki deniz bir değildir. Şu, oldukça tatlı, susuzluğu keser ve İçimi kolay; şu da tuzlu ve acıdır. Ancak her birinden taze et yersiniz ve takınmakta olduğunuz süs eşyalarını çıkarırsınız. O'nun fazl (verdiği nimet ve rızık)mdan aramanız ve umulur ki şükretmeniz için gemilerin onda (denizde) suları yara yara akıp gittiğini görürsün. (Fatır, 12)

6) Birbiriyle kavuşup-karşilaşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırını geçmezler. Şu halde Rabbİnizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? İkisinden de inci ve mercan çıkar. Şu halde Rabbİnizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? Denizde koca dağlar gibi yükselen gemiler de onundur. Şu halde Rabbİnizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz. (Rahman, 19-25) Ayrıca Bkz: (16/14; 17/69; 42/32-33; 5/96)

Bu ayetler Allah'ın insanlar üzerindeki nimetlerini, ihsanlarını hatırlatmaktadır. Yalnız Allah'a çağırma, onun dışında kalan her şeyi bırakıp atma sadedinde varid olmalarına, tehlike ve dar anlarda biricik sığınağın yalnız o olduğunu hatırlatma türünden uyarılar olmasıyla birlikte bu ayetlerde, muhatab alman kişileri gösteren zamirler de var. Yakın hitab şeklinin ve yapısının kaldırabileceği nitelikte olan bu yapı aynı zamanda sözün birinci muhatablarına yönelik olduğunu onların da Hicaz ahalisi olduğunu ve Hicaz ahalisinin çeşitli deniz işleriyle olan ilişkilerini göstermekte ve böylece Hicaz'ın sahil kesimlerine ait işaretler taşımaktadır.

Bu kesimlerin liman şehirlerindeki hareketi, gemiciliği, avcılığı ve dalgıçlığını dile getirmekte, Hicaz ahalisinin özellikle şehirde yaşayanlarının ve tüccarlarının bundan ne denli büyük menfaatler elde ettiklerini ifade etmektedir.

Ayetlerin çokluğu, sürekli olarak tekrar edilişi, zengin üslub çeşitleriyle sunulması başka bir ifadeyle Kur'an'ın denizlere, denizlerin içindekilere, onların üzerinde yürüyenlere ve ondan elde edilen çeşitli yararlara bunca yoğun bir biçimde eğilmesi... Evet bunlarda yer alan olguların bir kısmı geneldir, fakat yine de gemicilik, avcılık ve dalgıçlık hareketinin zayıf olmadığını gösterebilir. Ve bu işlerin Hicazlıların geçimlerinde, ticaret ve ekonomik hayatlarında önemli bir yer tuttuğu belirtilebilir.

Bu çıkarımları destekleyen delillerden biri pek çok ayetlerde yer alan yakınlara yönelik olan hitabtır. ikincisi uzun bir sahil bölgesinin hatta Hicaz ülkeleri boyunca devam eden bir sahil kesiminin varlığı ve üçüncü olarak da hicaz ve ona komşu olan ülkelerin arasındaki uzun mesafe onlara denizi ve deniz yolculuklarını kolaylaştırmış ve onlarla daha süratli ve daha kolay olarak ilişki kurmasını temin etmiş olabilir.

Rivayetlerin bildirdiğine göre Ömer b. Hattab (r) Amr b. As'a kendisine denizin niteliklerini belirtmesini istemiş o da ona: "Büyük bir yaratıktır. Ona küçük bir yaratık binmektedir. Ağaç üzerindeki böcek gibi" demiştir. Rivayete göre Ömer b. Hattab, Amr'ı buna bağlı olarak müslümanları deniz yolculuğuna çıkarıp tehlikeye atmaktan menetmiştir. Bazı çağdaş yazarlar bu rivayeti sağlıklı bir olgu olarak kabul etmiş ve Hicaz Araplarının denizi tanımadıklarını ve deniz yolculuklarını, seyahatlarını bilmediklerini ifade etmişlerdir. Rivayetin ve yorumlanışının tutarsızlığı açıktır. Ömer b. Hattab ve Amr b. As'ın ikisi de tüccardı. İslam'dan önce bile Şam, Mısır ve Fars ülkelerini gezmişlerdir. Amr, Mısır'ı daha önce bildiğinden dolayı acele ile onu fethetmeye koşmuştu. Her ikisinin de denizi görmemiş olduklarını sanmak doğru olmaz. Kur'an da pek çok defalar denizden söz etmiş onun niteliklerini, deniz yolculuğunu, tehlikesini, ticaretini, avını ve dalgıçlığını gözler önüne sermiştir. Kur'an'in bu şekildeki açıklamalarını deniz hakkında hiçbir bilgisi bulunmayan birinci derecedeki muhatablarma yöneltmiş olması mantıklı olmaz. Sonra buna ilave olarak Arap yarımadası doğusundan, güneyinden ve batısından deniz ile kuşatılmıştır. Yerleşim bölgelerinin büyük kesimini sahillere yakın yerlerde yaşayan kitleler oluşturmuştur. Ki bu kitlelerin bir kısmı bizzat sahilde yaşamaktadır. Bu bir olgu olduğu halde, onların denizi tanımamış olmaları, azami ölçülerde ondan yararlanmamış ve yakın-uzak deniz yolculuklarına çıkmamış olmaları doğru olmaz.

4. Hicaz Şehirleri:

Ayetlerin kastettiği anlamdan istidlal edilerek Hicaz ülkesinin şehirlerde ve kasabalarda yaşayan medenî, bir de kırsal kesimde yaşayan bedevî halktan oluşan iki tür insan tipini barındırdığı çıkarılabilir. Hicaz'ın şehirlerinden ikisi bizzat Kur'an'da zikredilmiştir. Bunlar "Mekke-i Mükerrebe" ve "Medine-i Münevvere"dir. Özellikle bunların zikredilmiş olması onların Hicaz ülkesinin başlıca iki büyük şehri olduğunu göstermektedir.
Bu şehirlerin birincisi Kur'an'da "Mekke" ve "Bekke" sözcükleriyle anılmıştır. İşte bu sözcüklerin geçtiği ayetler:

1) Gerçek şu ki insanlar için ilk kurulan ev, Bekke (Mekke) de, O, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Kâbe)dir. (Al-i İmran, 96)

2) Onlara karşı size zafer verdikten sonra, Mekke'nin göbeğinde onların ellerini sizden ve sizin de ellerinizi onlardan çeken O'dur. Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görmekte olandır. (Feth, 24)

İkinci şehir eski adı olan "Yesrib" ismiyle zikredilmiştir. Ve aynı şekilde İslam'dan sonra kendisine özel bir isim olarak verilen Medine/şehir adıyla da anılmıştır. Şimdi bu ayetleri verelim:

1) Onlardan bir grup da hani şöyle demişti: "Ey Yesrib (Medine) halkı,artık sizin için (burada) kalacak yer yok, şu halde dönün." Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye peygamberden izin İstiyordu, oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı. (Ahzab, 13)

2) Medine halkına ve çevresindeki bedevilere, peygamberden geri kalmaları, kendi nefislerini onun nefsine tercih etmeleri yakışmaz (yasaktır). Bu, gerçekten onların Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, dayanılmaz bir açlık (çekmeleri) kafirleri kin ve öfkeyle ayaklandıracak bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları ve karşılığında, mutlaka onlara bununla salih bir amel yazılmış olması nedeniyledir. Şüphesiz Allah, iyilik yapanların ecrini kaybetmez. (Tevbe, 120)

Kur'an'da gizli bir işaretle kendisinden söz edilen önemli bir şehir daha vardır. Gelecek ayete bakalım:
«Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamı¬na indirilmeli değil miydi?"» (Zuhruf, 31)

Müfessirler bu iki kasabanın Mekke ve Taif olduğunda sözbirliği etmişlerdir.Bu böyle. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki: Kur'an'da bazan karye/köy, kasaba ve Medine/şehir kavramları eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Aşağıdaki ayetler buna delalet ediyor:

1) İçinde bulunduğumuz karye (köy)e ve beraber geldiğimiz kervana sor.Biz doğru söylüyoruz! {Yusuf, 82)
2) Seni sürüp-çıkaran şehir (karye)den daha kuvvetli nice şehir (karye)ler var ki biz onları yok ettik de onlara hiçyardım eden çıkmadı. (Muhammed, 13)

Bu ayetlerin birincisinde kastedilenin Mısır, ikincisinde kastedilenin Mekke olduğu açıktır.

Aynı şekilde Kur'an, kendisi etrafında ikinci derecede kalan şehir ve kasabaların toplandığı başkent ya da buyük merkezleri "Ümmu'l-Kurâ' Şehirlerin anası olarak adlandırmıştır. Aşağıdaki ayette bunu görüyoruz:
"Rabbin, ana yerleşim merkezlerine (Ümmu'l-Kurâ) onlara ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve biz, halkı zulmetmekte olan şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz." (Kasas, 59)

Aşağıdaki ayette görüldüğü gibi, Kur'an bu adı Mekke şehri için kullanmıştır.

"işte biz sana, böyle Arapça bir Kur'an vahyettik; şehirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarıp-korkutman için ve kendisinde şüphe olmayan toplanma gununü (haber verip onları) uyarıp-korkutman için de. (O gün onların) Bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgınca yanan ateşin içerisindedirler." (Şûra, 7)

Bu adlandırmaların Kur'an'ın inişinden önce de alışılagelen ve normalda kullanılan adlandırmalar olduğunda kuşku yoktur. Çünkü Kur'an toplumun dili ve onların kavramlarıyla inmiş bulunmaktadır.

"Ümmu'l-Kurâ" kavramının Mekke için kullanılmasından, onun büyük bir şehir olduğunu çıkarmak mümkündür. Aynı şeyi az önce naklettiğimiz Kasas ve İbrahim Sûreleri 57. ve 37. ayetlerinden Mekke'nin saygın bir merkez, diğer bölgelerden daha farklı bir konuma ve değere sahip olduğu çıkarılabilir, Ora halkının Nebevi davete karşı menfi bir tavır takınması Hicaz'ın diğer şehirlerinin, kasabalarının ve kırsal kesimde yaşayan kitlelerinin, hatta Arap yarımadasının diğer bölgelerinde yaşayan halk kesimlerinin de aynı tavrı takınmalarına büyük ölçüde etki eden bir faktör olmuştur. Aynı şekilde oranın fethedilmesi ve İslam'a boyun eğmesi de, onların hepsinin İslam'a boyun eğmelerine ve bölük bölük Allah'ın dinine girmelerine etki eden iki Önemli faktör olmuştur. Bu ayni zamanda tevatür ile sabit olan bir olgudur. Ve bu vakıaya Nasr sûresi delâlet etmektedir:

"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman ve insanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde, durmaksızın Rabbini hamd ile teşbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü 0, tevbeleri çok kabul edendir."

Bütün bunlar "Ümmu'l-Kurâ" olan Mekke'nin konumunun önemini, işgal ettiği mevkiyi ve mazhar olduğu genel teveccühü te'yid etmektedir.

Ka'be'nin ve Hac menasıkının Mekke ve çevresinde bulunması; Mekke'nin bu önemini kazanmasında, merkez olarak alınmasında ve kendisinden yararlandığı büyük saygınlığı elde etmesinde büyük rol oynadığından ya da en büyük rolü oynadığından kuşku" yoktur.

Belki de, Peygamberlikten kısa bir süre önce fil sahiplerinin geri çevrilişi ve onların bu bölgede hezimete uğratılması -ki, bu olgu Fîl sûresinde zikredilmiştir- Mekke'nin, merkez olarak kabul gör¬mesinde, heybetini ve Önemini kazanmasında rol oynayan etkenlerden biri olmuştur. Zaten bu olaydan önce de stratejik ve coğrafi açıdan önemli bir konuma sahip olduğu ilk etapta anlaşmaktadır.

"Ümmu'l-Kurâ" kavramının Mekke için kullanılmadan hareketle, Hicaz bölgesinde özellikle de Mekke mıntıkasında ikinci derecede kalan pek çok sayıda şehir ve kasaba bulunduğunu çıkarmak mümkündür. Bu olguyu aşağıdaki ayetlerden ilham alarak kavrama olanağı da vardır:

"O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? (Veya) Onlar, Allah'ın tuzağından (onlara refah içinde verdiği mühletten) güvende mi idiler? Allah'ın bir tuzak kurmasından, kayba uğrayan bir topluluktan başkası (akılsızca) güvende olmaz." (A'râf, 97-99)

Bu şehir ve kasabalardan hâlâ mevcut olan ve bilinenleri olduğu gibi, onlardan bazılarının da silinip yok olduğunu sadece harabe, kalıntı ve viranelerinin kaldığı veya artık izine rastlanmayacak şekilde tarihe karıştığı da bir gerçektir. Arapça kitapların ve siret kitaplarının giriş kısımlarında sözleri edilen pek çok şehirler vardır ki, şimdi çokları yok olup gitmiştir. Bu da çıkarımımızın sağlıklı olduğunu desteklemektedir.


5. Mekke'nin Yeri ve Önemi:

Mekke'nin Önemi ve genel bir kabul görmesinin nedeni daha önce belirttiğimiz gibi, Ka'be'nin ve Hac Menasıkı'nm orada bulunmasıdır. Bununla beraber bazı ayetler var ki, onlar Mekke'nin bu önemi kazanmasının başka nedenleri olduğunu göstermektedir. Çünkü orada geniş alanlara yayılan sürekli bir ticaret hareketi vardır. Ayrıca Mekke halkı büyük servetlere sahip bulunmaktaydı. Bunun da ciddi bir fonksiyonu vardı.
Mekke'nin önem kazanmasında.
Kureyş sûresi Mekke'lilerin yaz ve kış ticaret kervanlarıyla dışa açıldıklarına ve bu şehirin sürekli olarak bu işe hazır olduğuna işaret etmektedir:
"Kureyş'i yaz ve kış yolculuklarında esenliğe kavuşturduğu için kendilerini açken doyuran, ve korku içindeyken güven veren bu Ka'benin Rabb'ine kulluk etsinler." (Kureyş, 1-4).

Onların büyük servet sahipleri olduğunu gösteren ayetlerden bazıları şunlardır:

1) Nefsini, sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabrettir). Dünya hayatının (aldatıcı) sözünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini zikrimizden gaflete düşürdüğümüz, kendi istek ve tutkularına (hevasına) uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.(3) (Kehf, 28)

2) Ve: "Biz mallar ve evlatlar bakımından da daha çoğunluktayız ve biz azaba uğratılacak da değiliz" dediler.(4) (Sebe\ 35)

3 Burada Rasûl'e, fakirliklerine rağmen müslümanlarla birlikte olması, makam-mevki ve zenginlikleri dolayısıyla zenginlere meyletmemesi emredilmektedir.
4 Ayetlerin hepsi Mekkîdır. Ve dolayısıyla sözü edilenler de Mekkelilerdir.

3) Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı bana bırak;ki ben ona, alabildiğine geniş kapsamlı bir mal (servet) verdim (Müddesir, 11-12)

4) O: "yığınla mal tüketip-yok ettim" diyor. (Beled, 6)

5) Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline; kî o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanmaktadır. (Hümeze,1-3) Ayrıca Bkz: (19/73; 20/131; 23/55-56)

Az önce naklettiğimiz ayetler gösteriyor ki Mekke kutsal bir şehir olarak addediliyor ve bu kudsiyet gereği, içinde savaşın ve kan dökmenin yasak olduğu "Haram" bir mıntıka kabul ediliyordu. Ankebût sûresinde bulunan bir ayet bu anlama açık biçimde işaret etmektedir: Ayette bildirildiğine göre, haram olması nedeniyle Mekke halkı sürekli bir güvenlik içinde yaşarken başkaları daima tehlikelere ve sürekli korkulara maruz kalmıştır. Bu da Allah'ın bir nimeti olarak onlara hatırlatılmaktadır:

"Görmediler mi ki, çevrelerinde insanlar kapılıp yağma edilirken, biz Harem (Mekke'yi)i güvenilir (ve dokunulmaz) kıldık?" (Ankebût, 67)

Kureyş sûresinin üçüncü ayetinin ikinci bölümü de bu anlamı desteklemektedir.

Kasas sûresinin 57. ayeti Mekke'nin kale ile çevrili, güçlü bir savunmasının olmadığını ilham etmektedir. Mekkelilerin bu güvenliklerinde yalnız olarak ve birinci derecede oranın kutsallığına dayandığını dile getirmiş olmaktadır. Zira ayet, bazı liderlerin Peygambere uymaktan yan çizip mazeret beyan ettiklerini ve özür olarak şu gerekçeyi ileri sürdüklerini belirtmektedir: Eğer biz Peygambere uyar ve Mekke'nin kendisiyle kutsallık kazandığı geleneklerden alınırsak, Mekke'nin muhkemliği yok olur ve saldırganların saldırısına maruz kalır, Mekke halkı onların kılıçlarına hedef olur:
"Dediler ki: "Eğer seninle hidayete uyacak olursak, yerimizden (yurdumuzdan ve konumumuzdan) çekilip-kopartılır iz." Oysa biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak herşeyin ürününün aktarılıp toplandığı, güvenli bir Harem'de yerleşik kılmadık mı? Fakat onların çoğu bilmiyorlar." (Kasas, 57).

Ayetin ikinci bölümünün ihtiva ettiği, "Mekke'nin, kutsallığı¬nın ve haram oluşunun İslam'da kabul edildiğini" bildirmesi onları tatmin etmemiş ve uzun süre inkâr konumlarını muhafaza etmişlerdir,

6. Yesrib ve Taif'in Yeri ve Önemi:

Medenî ayetlerin muhtevasından hareketle Yesrib şehrinin kalabalık bir şehir olduğunu onun da önemli bir konumu ve ciddi bir merkez olduğunu çıkarmak mümkündür. Yesrib'in mahallelerinde ve oraya bitişik olan topraklarında bir kaç Yahudi kabilesi yaşamaktaydı ki hepsi de büyük servet sahibiydi. Sağlam ve muhkem kaleleri vardı. Zengin bahçeleri ve arazileri vardı. Gelecek ayetlerde bunları müşahade etmek mümkündür:

1) Kitap ehlinden onlara arka çıkanları da kalelerinden İndirdi ve onların kalplerine korku düşürdü.5 Siz (onlardan) bir kısmını öldürüyor¬dunuz, bir kısmını ise esir alıyordunuz. Ve sizi onların toprakları¬na, yurtlarına, mallarına ve daha ayak basmadığınız bir yere de mi¬rasçı kıldı. Allah, her şeye güç yetirendir. (Ahzab, 26-27)

2) Kitap ehlinden6 küfredenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur.
Onların çıkacaklarını siz sanmamıştınız, onlar da kalelerinin kendilerini Allah(m azabı)dan koruyacağını sanmışlardı. Allah, onlara hesaba katmadıkları bir yönden geldi, yüreklerine korku salıverdi; öyle ki evlerini kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle tahrip ediyorlardı. Artık ey basiret sahipleri ibret alın. Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, muhakkak onları (yine) dünyada azaplandırırdı. Ahirette ise onlar için ateş azabı vardır. (Haşr, 2-3)


3) Hurma ağaçlarından7 her neyi kesmişseniz ya da kökleri üzerinde dimdik neyi bırakmışsanız, (bu) Allah'ın izniyledir ve fasık olanları alçaltması içindir. Onlardan Allah'ın Peygamberine verdiği "fey'e" gelince, ki siz buna karşı (bunu elde etmek için) ne at, ne deve sürdünüz. Ancak Allah kendi elçilerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah, her şeye karşı güç yetirendir. Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından peygamberine verdiği şey (silah zoru olmaksızın elde edilen ganimetler), Allah'a, Peygambere (Peygamberle) yakın akrabalığı olanlara yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. (Haşr, 5-7)

4) Onlar iyice korunmuş şehirlerde ya da duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. (Haşr, 14)

5) Kendilerinden önce yakın geçmişte olanların durumu gibi;8 onlar yaptıklarının sonucunu tadmışlardır. Onlar için acıklı bîr azab da vardır. (Haşr, 15)

5 Ayetlerde kastedilenler Beni Kureyza Yahudileridir. Medine ve çevresinde yerleşmişlerdi. Bunlar en son cezalandırılanlardır.
6 Burada kastedilenler, Beni Nadir Yahudileridir. Bunlar da Medine ve çevresinde yerleşmişlerdi. Daha önce sürgün edilmişlerdir.
7 Ayet, Rasulün, Beni Nadir'i dize getirmek için onların bahçelerinin kesilmesini emretmesine işaret etmektedir.
8 Burada sözü edilenler Beni Kaynuka Yahudileridir. Peygamberin Medine'den İlk sürgün ettiği kimseler bunlardır.

Haşr'ın ikinci ayeti Yahudi kalelerinin ne denli muhkem olduğunu ve Yahudilerin kendilerinin de ne derece güçlü olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Hatta müslümanlar bile onlara karşı zafer elde edeceklerini ve onları kalelerinden dışarı çıkarabileceklerini ummuyorlardı. Yahudilerin kendileri de bundan daha güçlü olduklarına ve kalelerinin kendilerim koruyacaklarına inanıyorlardı.

Medine'de Yahudilerin yanında güçlü-savaşçı pek çok Arap boyları da yaşıyorlardı. Medine ve çevreleri bu boylar arasındaki düşmanlıktan ötürü meydana gelen savaşlara zaman zaman sahne oluyordu. Gelecek ayetler bundan söz etmektedir.

1) Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız. (Allah) kalblerinizi birleştirdi, Onun nimetiyle kardeşler oldunuz. (AI-Î îmran, 103)

2) Allah yardımıyla seni ve müminleri destekleri. Ve onların kalblerini ısındırdı. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini ısındıramazdın. Ama Allah, onların aralarını ısındırdı. Çün¬kü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal, 63)

3) Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda mallariyle, canlarıyle savaştılar ve onlar ki (hicret edenleri) barındırdılar ve yardım ettiler... (Enfal, 72)

Kur'an'da Yahudilerin kendilerine Özgü kaleleri, sığınakları, servetleri ve toprakları olduğunu gösteren açık deliller bulunduğuna ve bunların şehirliliğin durumu ve yapısıyla ilişkin şeyler olduğu açıkça bilindiğine göre bundan Arapların da onlarınki gibi servetleri olmadığını çıkarmamız ve meseleyi öyle yorumlamamız gerekmez. Medeni ayetlerde belirtildiğine göre buna benzer zenginlik kaynakları müslümanların da elinde bulunuyordu. Ve onların hepsi değilse de büyük çoğunluğu Medinelilerdendi. Çünkü bu ayetlerin çoğu'Mekke fethinden ve İslamın Medineliler dışında yayılma sürecine girmesinden önce nazil olmuştu. îşte o ayetlerden bir kaçı:

1) Ey iman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infak edin. (Bakara, 267)
2) Deki: "isteyerek ya da istemîyerek infak edin; sizden kesin olarak kabul edilmeyecektir. Çünkü siz bir fasıklar topluluğu oldunuz." infak
ettiklerinin kendilerinden kabulünü engelleyen şey, Allah'ı ve Resul ‘ünü tanımamaları, namaza ancak isteksizce gitmeleri ve isteksizce infak etmeleridir. Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azaplandırmak ve canlarının onlar küfür içindeyken zorlukla çıkmasını ister.9 (Tevbe, 53-55)

Biz Yahudilerin kalelerinin ve sığınaklarının daha çok ve daha kuvvetli olduğunu tercih etmekle beraber; muteber siyer rivayetleri, Arapların da Yahudilerinki gibi kaleleri ve hakim tepelerinin olduğunu bildiriyor. Belki de, Haşr sûresi 2. ayete ilave olarak Ahzab sûresinin bir ayeti tarafından ilham edilen de budur. Ahzab ayeti şudur:

"Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(m evleri) açık değildi." (Ahzab, 13)

Ayette münafıklar, kendi evlerinin, Yahudilerin kalelerine karşı açık -korumasız- olduğu hususunda mazeret beyan ediyorlar. Ayet bu gerekçeyle hareket edenlerin yalan söylediklerini ifade ediyor. Bu ayet ve Haşr ayetinin ilham ettiği olguyu kökten reddetmiyoruz. Yani onların kalelerinin olmadığını söylemediğimiz açıktır.
Medine'ye Önem kazandıran ve onu bir merkez haline getiren nedenlerden biri de O'nun Şam ile Cezire/yarımada arasında sürekli olarak gidip-gelen ticaret kervanlarının yolu üzerinde düşmesidir. Enfal'in ayetlerinden biri bu anlamı ifade eden bir işareti kapsamaktadır. Şöyle ki, ayet, Medine yakınından geçmesi beklenen bir Mekke kervanına işaret etmektedir. Peygamber bunu Mekkelilere bir darbe vurmak ve onların ticaretlerine bir darbe indirmek için Önemli bir fırsat olarak değerlendirmiştir:

"Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağım size vadetmişti; siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istemekteydiniz" (Enfal, 7)

Ayette geçen "kuvvetsiz" tabiri, yeterli bir savunma ve koruma gücüne sahip olmayan Mekkelilerin ticaret kervanını kastetmektedir.
Kur'an'da Hicaz'ın üçüncü önemli şehri olan Taif ten bahseden, daha önce naklettiğimiz Zuhruf, 31. ayetinden başka bir işaret yoktur.
9 Hitap ve eleştiri konusu olanlar münafıklardır ve onların hepsi de Medıne'lıdır

Bu ayetin bildirdiğine göre Taif in adamları ve ahalisi yaklaşık olarak Mekke'nin adamları ve ahalisi ile denktir. Zira ayet, Mekke ehlinin, eğer Kur'an ilahi bir kaynaktan geliyorsa Mekke ya da Taif in büyüklerinden bir büyüğün üzerine inmeli değil miydi? şeklinde meseleye yaklaşarak olaya akıl erdiremediğini hikaye etmektedir. Bununla beraber eski ve muteber rivayetler de Taif in büyük ve zengin bir şehir olduğunu ve ora halkının güçlü savaşçı bir halk olduğunu, etrafının bir sur ile çevrili olduğunu kaydetmektedir. Belki Taif, bu özellikleriyle Hicaz şehirleri arasında biricik şehir idi.

7. Hicaz Şehirlerindeki Halkın Durumu:

Hicaz şehirlerinde yaşayan ahali din ve millet/uyruk olarak, Kur'an ayetlerinin de ilham ettiği gibi, birkaç çeşitti. Ki bu nitelik özellikle söz konusu şehirlerin başlıcaları olan Mekke ve Yesrib için geçerlidir. Kur'an ayetlerinden anladığımıza göre; Mekke'de, Kureyş sûresinde genel olan kabilevi isimleri kastedilerek "Kureyş" adı verilen ve çoğunluğu oluşturan Arapların yanında yabancı azınlıklar da vardı. Yine ayetlere göre, Mekke'de yaşayan ahalinin çoğunluğu müşriklerden oluşmasının yanında Ehl-i Kitap ve muvahhid olan bir azınlık da vardı. Biz bu konuyu başka fasıllarda ele alacağız. Yine ayetler Yesrib'te sayılarının çokluğunda kuşku olmayan israil kökenli bir yabancı azınlık ile muhtemelen yabancı ve Arap olan Hıristiyan bir azınlığın varlığına telmihte bulunuyor ki buna ilerde tekrar döneceğiz. Madem ki, Kur'an'da diğer şehirlerin durumlarıyla ilgili kendisiyle istidlal edilebilecek işaretler yok, o halde Hicaz'ın kalesi durumunda bulunan Cidde'nin de Din ve Millet açısından çeşitlilik arz etmesi gerektiği görüşünü tercih edebiliriz. Zira sahil şehri olmanın gereği budur. Taife gelince, bizim tercihimize göre, Hicaz şehirlerinin önemlileri içinden ahalisinin en az çeşitlilik arz ettiği şehirdir.

Şu şehirlerde yaşayan ahalinin çoğunluğunun durumlarına da dikkat çekeceğiz. Bir taraftan bazı ayetlerin diğer taraftan yakın sınırına ulaşan mûtevatir rivayetlerin ilham ettiğine göre bunlar, sosyal hayatında sürekli olarak kabilevi toplum sürecinde kalmışlardır. Mesela Kureyş sûresinin ilhamına göre Mekke'de yaşayanların çoğunluğunu oluşturan Kureyş, kabile düzeni esasına bağlı olarak birçok boylara ayrılmıştır. Halbuki bunların hepsi de Kureyş adıy¬la anılmakta, biraz geriye doğru gidildiğinde aynı kök ve soyda birlesilmektedirler. Bu olguyu daha da aydınlatmak için Ahzab sûresinde yer alan Peygamberin hanımları ile ilgili ayette çıkarımda bulunma olanağı vardır:

"Ey Peygamber, gerçekten biz sana ücretlerini (mehirlerini) verdiğin eşlerini ve Allah'ın sana ganimet olarak verdikleri (savaş esirlerinden sağ elinin malik olduğu (cariyeler) ile seninle birlikte hicret eden amcanın kızlarını, halanın kızlarını, dayının kızlarını ve teyzenin kızlarının helal kıldık." (Ahzab, 50)

Yakîn ile sabittir ki, Peygamberin hanımları arasında öz amca kızı olan kimse yoktur. Yine Peygamberin yakın aşireti olan Haşim boyundan olan bir hanımı da yoktur Ancak Kureyş'in diğer boylarından olan hanımları vardır. Ebu Bekir'in (r) kızı Aişe, Teym boyundandır. Ömer'in (r) kızı Hafsa, Beni Adiy boyundandır. Ebu Sufyan'ın kızı Ummu Habibe, Abdi Şems'ten, ümmü Seleme ve Zem'a kızı Şevde Beni amir'dendir. Böylece anlaşılıyor ki Kur'an'ın nisbeti Kureyş kabilesinin birbirine yakın olan boylarının yakınlığından oluşmaktadır. Arap geleneklerine göre bilinen, kabul edilen odur ki, kişinin baba ve dedesinin dayıları aynı zamanda onun da dayılarıdır. Kişinin baba ve dedesinin amcaları da onun amcaları kabul edilir. Birçok müfessirler aynı kurala dayanmışlardır. Ki onlardan bazıları Şûra ayetiyle ilgili olarak İbni Abbas'tan gelen bir rivayete dayanmışlardır:

"...De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum; ancak akrabalık sevgisini diliyorum..." (Şûra, 23)

Onlar bu ayeti te'vil ederek, Allah'ın kendi Peygamberine emrederek onlara akrabalık bağlarıyla bağlandığından Kureyş'e hatırlatmasını, akrabalıktan ötürü kendisine yüklenen nasihati/öğüdü onlardan hiç bir karşılı, ücret beklemeden ulaştırmasını istemiştir. Bundan sonra onlara da, kendisini suçlu bulmadıkları müddetçe, sözünü dinlemeleri ve kabul etmeleri düşer.

Yesrib Arapları ise Yemen kaynaklı iki kabileden oluşmaktaydı. Herhalde iki kabile de aynı kökten geliyordu. Bunlar daha önce sözünü ettiğimiz ve Peygamberin hicretinden önce birbirine düşman olan Hazreç ve Evs kabileleridir; Her ikisi de kabile düzenine göre değişik boylara ayrılıyordu: Avf oğulları, Neccar oğulları, Hars oğulları, Caşim oğulları, Saide oğulları vs. gibi.
Taif Arapları ise Sakiyf kabilesidir. Bunların da Kureyş'in Evs'in ve Hazrec'in boyları gibi boyları olmuş olması gerekmektedir.

Hicaz'daki Arap şehirleri kabile yapısı surecinde oldukları gibi sosyal hayatlarında da yine bu süreç kapsamından dışarı çıkmamışlardır. Ki bunların hayatları da toplumsal asabiyet temeli üzerine kurulmuş bulunuyordu. Başka bir fasılda bu konuyu tekrar irdeleyeceğiz.
Geçim hayatlarına da baktığımızda, onların bu açıdan çoğunlukla şehir hayatına uygun bir yaşam biçimi sergilediklerini, canlı bir ekonomik, ticari zirai ve sınai hareketin sahnelendiğini, şehir halkının ya da en azından onlardan bir kesimin zengin ve lüks bir hayat yaşadıklarını medeni nimetlerden yararlandıklarını görürüz. Fakat buna rağmen onların bedevilik yapısı ve yaşamları hala bütünü ile silinmiş değildir. Sosyal hayat açısından şehir halkı ile köy ve bedevi halkı arasında sağlam bağlar bulunuyordu. Geçim hayatı açısından da durum buydu. Bu konuyu da ayrı bir fasılda derli toplu inceleyeceğiz.

8. Bedevilik (Badiye-A'rab):

Daha önce dediğimiz gibi ayetler, Hicaz ülkesinde yaşayan kitlelerin medeni ve bedevi olmak üzere iki kesimden oluştuğuna işaret etmektedir. Kur'an Yusuf sûresinde olduğu gibi bedeviliği "badiye" anlamında kullanmıştır:

"...Beni hapisten çıkaran, sizi çölden (el-bedu) getiren Rabbim bana iyilikte bulundu..." (Yusuf, 100)
Kur'an "el-A'rab" kavramını da bedevi kabileler için kullanır. Böylece onları şehirde ve kasabalarda yaşayanlardan ayırır. Gelecek ayetlerde buna dikkat edelim:
1) Çevrenizdeki bedevilerden (el-A'rab) münafık olanlar vardır ve Medine halkından da nifakı alışkanlığa çevirmiş olanlar vardır... (Tev-be, 101)

2 Onlar (münafıklar, düşman) birliklerinin gitmediklerini sanıyorlardı. Eğer (askeri) birlikler gelecek olsa, çölde bedevi-Araplar arasında olmak İsterlerdi... (Ahzab, 20)

Tevbe ayetinden hareketle el-A'rab'dan bazı kesimlerin şehirlerin çevresine kondukları çıkarılabilir. Aynı zamanda Ahzab ayetinden de anladığımıza göre onlardan bir grup badiyeye dalar, çok az bir süre için şehirlere inerlerdi.

Bazı ayetlerde el-A'rab'ın çok çarpıcı nitelikleri belirtilmektedir.

Bu, onların, kafirlerinin ve münafıklarının nitelendiği tevbe suresinde yer alır:

"Bedeviler, küfür ve nifak bakımından (şehirdekiliere göre) daha şiddetlidir. Allah'ın, Resulüne indirdiği sınırları bilmemeye de onlar daha yatkın ve elverişlidir..." {Tevbe, 97)

Bu nitelemenin ilk olarak akla getirdiği şey, A'rab'ın katı tabiatlı, kaba, sert cahil, esnekliklerinin çok zayıf, eğitim ve parlaklıklarının azlığı ile ilgilidir. İkinci derecede kalan bir olgu da bu ayetin genel olarak bedevilik ahlakını ve yapısını, tabiatını, ortaya koyduğu, özel olarak da Peygamber çağında ve çevresinde yaşayan A'rab'ın ahlakını ve tabiatını tasvir ettiği gerçeğidir.

Bu ayet, peygamber çağı ve çevresiyle ilişkisi bulunan A'rab'ın tabiatı, yapısı hakkında indirilen tek ayet değildir. Tevbe süresindeki gelecek ayet de bu konuyla ilgilidir:
"Bedevilerden öyleleri de vardır ki infak ettiğini bir cereme (bir başkasından dolayı istemeden ödediği borç, bir kayıp) sayar ve sizi felaketlerin sarıvermesinı bekler. Kotu felaket onları sarıversın, Allah işitendir, bilendir." (Tevbe, 98)

Ki bu ayette onların sakınma ve gözetme tabiatı belirtilmekte¬dir, iman bilincine daha geç ulaştıkları ve imanlarını çok yavaş pratize ettikleri açıklanmaktadır.

Yine Tevbe sûresinin gelecek ayetinin de gösterdiği gibi A'rab'dan münafık olanlar da olmuştur.
"Çevrenizdeki bedeviler içinde iki yüzlüler vardır." (Tevbe, 101)

Hemen akla gelen odur ki, A'rab'ın münafıklığı onların tabiatları ve ahlaklarına bağlıdır.(10) Daha önce onların tabiatlarına ve ahlaklarına ışaret ettik.

(10) Ibn Haldun un Mukaddimesinde bahsettiği kimseler hiç kuşkusuz A'rap (Be¬devileredir )Yoksa genel anlamda medenî (şehirli) ve göçebe Arapların tümün¬den bahsetmiş olması imkânsızdır Ozellikle bu kullanımın, "Arap' kavramı¬nın, göçebe hayat yaşayanları ve hassaten onların köylerdekı yerleşim yerle¬ri için kullanılmış olması bu goruşu daha da kuvvetlendirmektedir Aynı za¬manda bu kullanım günümüze kadar gelmiştir Tercihe şayan görüşe göre, Ibn Haldun genel anlamda Arapları kastetmeyıp onların göçebe (bedevi) olanla¬rını amaçlamış olsa bile, Arapları bu şekilde nitelemekle hataya düşmüştür Eğer bu nitelemelerle yalnız Arapların bedevilik dönemini kastetmiş olsaydı, bir neb¬ze hata yapmış sayılmazdı Çunku göçebelik yalnız Arapların değil, tum ınsanlığın gelişim surecinde mevcuttur Muhtemelen Ibn Haldun, göçebe Araplar (be¬devilerden çoğunun, Islam fethinden sonra, medenıleştığını, şehirler kurdu¬ğunu, Arap devlet ve uygarlığının kurulmasında kendilerine düşen görevleri yerine getirdiklerini gormuş olacak ki, artık onların katı, kaba yürekli, cahil, yıkıcı olmadıklarını, ıstıkrarlı ve düzenli bir toplum haline geldiklerini belirtir42

Onların nifakı Medine'deki münafıkların mahalli nedenlerden kaynaklanan nifakından daha başkadır. Zira Medine'deki nifak Peygamberin hicretiyle, davasının yayılmasıyla ve ayağının orada sağlamlasmasıyla en büyük menfaatlerini ellerinden kaçıran bazı liderlerinin isteklerine bağlılıktan kaynaklanmıştır. Sonra Medine'deki Yahudilerin teşvikleri ve casusluklarının büyük rol oynadığı kuşkusuzdur.12

Feth sûresinde de, ifade etmeye çalıştığımız konuyla ilgili olarak bedeviliğin tabiatını beyan eden ayetler vardır:
«Bedevilerden geride bırakılanlar sana diyecekler ki: "Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile." Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. Demektedır Fakat unutulmamalı ki bu yalnız Araplar için değil tum beşeriyet ıçin geçerli bir süreçtir Tum milletler ve kabileler ilk zamanlarında yayladan yaylaya, ormandan ormana, dağdan dağa, mağaradan mağaraya dolaşmak suretiyle, avcılık, hayvancılık ve hayvanları evcilleştirme gayretleriyle yaşamlarını idame etmeği amaçlıyorlardı "Yerleşik bir yaşam tarzını bilmiyor, buna guç de yetiremıyorlardı yaşamlarında sert, tabiatlarında katı, anlayışlarında zayıftılar Kendilerim kuşatan eşya hakkında bilgileri yoktu Sınırlamalardan ve düzenlerden kaçıyorlardı Daha sonraları ekmeğe (zıraate) başladılar, yerleşik hayata geçtiler, medenıleştıler Yerleşik yaşamı benimseyerek daha verimli, müreffeh bir hayata kavuştular Artık yumuşak huylu, kibar, ince anlayışlı, zeki, nazik insanlar olmuşlardı Tum bu gelişmelerden sonra devletler kurmaya ve düzenler geliştirmeğe başlayabildiler Bayındırlığın ve uygarlığın değerini kavrayabildiler işte Araplarda, Arap Yarımadasından çıkmadan önce böyle bir yaşam içindeydiler Islamdan önce ve sonra dış dünyaya açılmadan önce boyİe bir yerleşik düzen içindeydiler Aşurîler Keldanîler, Fenikeliler, Ken'anîler Islamın gelişinden asırlar önce dışarı açılmışlardı Sonra eski Yemenliler memleketlerinde kalmalarına rağmen -Saîdîler olarak bilinir- rahat bir yaşam içinde olmakla tanınmışlardı Bunlar da ilk zamanlarında göçebeydiler ve göçebeliğin tum özelliklerini taşıyorlardı Sonra medenîleştiler, medenîliğin özelliklerini, alışkanlıklarını ve anlayışlarını kazandılar Ufukları genişledi, bilgilen arttı ve yeni kanunlar geliştirdiler Başka ulusların medeniyet yolunda katettıklerı merhalelerden hiç de geri kalmadılar Iklım ve coğrafyanın getirdiği müspet veya menfi etkiler dışında normal gelişme merhalelerine aykırı düşmediler Rısalet öncesi, Rasul döneminde ve çevresinde olduğu gibi, Yemen havalisinde medeni Arapların varlığı buna delildir Bunlar uygarlığın pek çok vasıf ve vasıtalarına sahiptirler Butun bunlara rağmen göçebe (bedevi) Araplar da mevcuttu Bunların da medeniyetle ilişkileri koklu olmasına rağmen, bedevi yaşamlarını da sağlam bir şekilde sürdürüyorlardı

11 Ibn Hışam'da kaydedildiğine göre Hazreçhler, Rasulun Medine'ye hicretinden önce Abdullah b Ubey’e krallık tacını giydirme hazırlığı içindeydiler Ensâr in musluman oluşu ve Rasulun hicretıyle bu girişim sonuçsuz kaldı işte bu gelişme Abdullah'ı nifaka ve bu hareketin önderliğini üstlenmeğe itti

12 Bununla ilgili olarak Kur'an’da pek çok ayet vardır Bakara, 14 ayeti, Yahudileri münafıkların şeytanları olmakla nitelemiştirki: "Şimdi Allah, size bir zarar isteyecek ya da bir yarar dileyecek olsa, sizin için Allah'a karşı kim herhangi bir şeyle güç yetirebilir? Hayır, Allah, yapmakta olduklarınızı haber alandır. Hayır, siz Peygamberin ve müminlerin, ailelerine ebedi olarak bir daha dönmeyeceklerini zannettiniz; bu sizin kalplerinizde çekici kılındı ve kötü bir zan ile zanda bulundunuz da, yıkıma uğramış bir kavim oldunuz. (Feth, 11-12)

Ayet onların çoğunlukla tehlike sayılan işlere maruz kalmaktan sakındıklarını, onlara yanaşmadıklarını belirtmektedir. Çünkü bu ayet Peygamberin, muslüman A'rab'Iarı (bedevileri), diğer müslümanlarla beraber olarak Ka'be ziyaretine katılmaya davet etmesi münasebetiyle ilgili olarak inmiştir. Bu Hudeybiye barış antlaşmasıyla sonuçlanan ziyarettir. A'rab'lar, Peygamberin ve Müslümanların ağır bir yük ve şiddetli bir savaşa sürüklendiklerini ve bunda mağlub olacaklarını, hatta onlardan bir tek kişinin geri dönmeyeceklerini sanıyorlardı. Onun için geri kalmayı, savaşa katılmamayı tercih ettiler.

Aynı sûrenin başka bir ayetinde, onların sonuçta tehlike gözükmeyen durumlara da kazanç elde etmeye ne denli önem verdikleri belirtilmektedir:
"Geride bırakılanlar, siz ganimetleri almaya gittiğiniz zaman diyeceklerdir ki: "Bizi bırakın da sizi izleyelim." Onlar, Allah'ın kelamını değiştirmek istiyorlar. De ki: "Siz, kesin olarak bizim izimizden gelemezsiniz. Çünkü Allah daha evvel böyle buyurdu." Bunun üzerine: "Hayır, bizi kıskanıyorsunuz" diyecekler. Hayır, onlar pek az anlayanlardır." (Feth, 15).

Çünkü bu sırada Peygamber Hayber savaşına çıkmak üzereydi. İlk etapta yolculuğun kolay, kazançlı, kârlı ve tehlikeden uzak olacağı farkedilebiliyordu.
Hucurât sûresinde de onlardan sadır olan kaba bir" hareket münasebetiyle inen bir ayet vardır. Bedevilerden bir grup elçi, Mescidi Nebiy'e gelmişti. Peygamberi orada göremeyince hiç düşünmeden hücrelerinin arkasından kaba, zevkten uzak bir biçimde ona bağırmaya başlamışlardı:

"Hiç şüphesiz hücrelerin ardından sana seslenenler (var ya), onların çoğu aklını kullanmıyor." (Hucurat, 4)

Bu da onların işaret ettiğimiz tabiatlarıyla ilgili olan bir şeydir. Aynı sûrede başka ayetler de vardır. Onların müslümanlıkları yüzeysel olduğu ve gönülden bir imana dönüşmediği halde müslümanlıklarını Peygamberin başına kakan A'rab'lara şöyle hatırlatmada bulunulmaktadır:

1) A'râblar (bedeviler) inandık dediler. De ki: "Sız inanmadınız. Fakat İslam olduk deyin. Fakat iman henüz kalbinize girmedi..." (Hucurat, 14)

2) Müslüman oldular diye sana minnet ediyorlar. De ki: "Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın..." (Hucurat, 17)

Bu da onların sözü edilen tabiatlarıyla ilişkilidir.

Bunun yanında A'rab'tan bir topluluğun kalbine, imanın nüfuz ettiğini ve eylemlerinin ondan kaynaklanmağa başladığını ifade eden bir ayet de vardır:
"Bedevilerden öyleleri vardır ki, onlar Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve infak ettiğini Allah katında bir yakınlaşmaya ve peygamberin dua ve bağışlama dileklerine (bir yol) sayar." (Tevbe, 99)

Bu da gösteriyor ki bedevilik tabiatı taşlaşmış bir yapı değildi. İslam'ın onların tabiatlarını parlatma girişimi çok geçmeden onların üzerinde etkisini göstermiştir ki bu da eşyanın tabiatına uygun bir gelişmedir.

9. Hicaz Halkının Araplığı:

Hicaz'da yaşayan kitlelerin çoğunluğunun Arap olduğunu söylemek apaçık bir vakıayı dile getirmek olur. Faydasız görülmeyecek bir vakıa da Kur'an'm nasslarını bu hakikati kapsadığıdır. Ayetler, Kur'an'ın dilini belirleme sadetinde "Arapça" kavramını çok kullanmıştır. Allah, her Rasul'ü ancak kavminin dili ile gönderdiğini belirtmiştir. Ve yine Allah bilen bir topluluk için, Kur'an'ı ancak Arapça olarak indirdiğini ifade etmiş, onunla Ummu'l-Kurâ ve çevresinde yaşayanların uyarılmasını istemiştir. Hatırlatma yapılabilsin diye de peygamberin diliyle kolaylaştırmıştır. Eğer Kur'an yabancı -Arapça olmayan- bir dille indirilmiş olsaydı onu anlayamaz¬lardı, itiraz ederlerdi ve onun Arapça açıklamasını isterlerdi. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:
1) Gerçekten biz, akıl erdirirsiniz diye, onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik. (Yusuf, 2)
2) Biz hiçbir peygamberi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın.. (İbrahim. 4)
3) Onu Ruhul Emin (olan Cebrail) indirdi. Uyarıcı korkutuculardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir). Apaçık Arapça bir dille. Ve hiç şüphesiz o (Kur'an) geçmişlerin kitaplarında da vardır. İsrailoğulları bilginlerinin onu bilmesi, onlar için ispatlayıcı bir delil (ayet) değil mi? Onu Arapça bilmeyen birine de indirmiş olsaydık, böylece onlara karşı onu okusaydı, yine ona iman etmezlerdi. (Şuara.193-199)

4) Biz bu Kur'an'ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydik "ayetleri açıklanmalı değil miydi? Bir Arab'a yabancı bir dille söylenir mi?" derlerdi... (Fussilet, 44)
Ayrıca Bkz: (13/37; 41/3; 42/7; 44/58

Görüldüğü gibi, bu ayetler açık olarak, Allah'ın, Peygamberi (s.) gönderdiği toplumun Arap olduğunu ve O'nun da onlardan olduğunu belirtmektedir.

Hicaz halkının çoğunluğunun Arap olduğu gerçeğine ilave etmek istediğimiz önemli bir gerçek daha vardır ki o da şudur: Arap ulusu sırf Hicaz halkıyla sınırlı değildi. Yalnızca onlardan meydana gelmiyordu. Bu genel bir toplumsal yapı ifade eder. Arap ulusu/Arap uyruğu yerleşmiş ve oturmuş bulunuyordu. Peygamber çağında, bu kavramın boyutları belliydi, a'rapların kendileri bu ulusun bilincindeydi. Arap yarımadasının çevresinde, yakınında bulunan Arap olmayan uluslar da bunun bilincindeydi ve onları tanıyorlardı. Bu ulusal kavram öncelikle yarımadanın batı ahalisini kapsıyordu. Ki bunların içinde Hicaz halkı da vardı. İkinci olarak bu kavram yarımadanın kuzey taraflarında yaşayan Şanı ve Irak bölgelerinde yerleşmiş bulunan kitleleri de içine alıyordu. Onlardan bir kesim konar-göçer bir yaşam sürdürürken başka bir kesim yerleşik bir yaşamı tercih ediyordu. Bir kesim de kırda ve vahalarda yaşardı. Şam ve Irak vahalarında yerleşmiş bulunuyordu. Bir başka kesim ise, medeni bir hayat sürdürüyor, şehirlerde kasabalarda oturuyor, egemenlik ve otoriteyi/hakimiyet ve idareyi ellerinde bulunduruyordu. Hayatın güzel taraflarını lüks ve rahatın tadını çıkarıyordu. Söz konusu kesimin, Irak'taki Sasaniler. Şam'daki İranlılar ve Bizanslılarla güçlü açık ilişkileri vardı. Kur'an'da bu söylediğimizi destekleyen bazı delillere dayanma olanağı vardır.
Bazı ayetlerde Peygamberin kavmi ve ümmetine yönelik olarak "kavm" ve "ümmet" kavramları kullanılmıştır ki, bunlar Araplardır,13 Aşağıda bu ayetleri görüyoruz:

1) Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için vasat (aşırılığı olmayan, adil, seçkin) bir ümmet kıldık; Peygamber de üzeriniz¬de bir şahid olsun... (Bakara, 143)
2)O (Kur'an), gerçek iken kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size vekil değilim!" (En'am, 66)
3) Biz hiçbir peygamberi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik... (İbrahim, 4)
Ayrıca Bkz: (43/44)

"Kavm" ve "Ümmet" kavramları, -en azından o dönemde-genel anlamda Arap ulusunu değil de hassaten bir kabile, bir cemaat veya herhangi bir yerdeki insanları veyahut da sadece Mekkelileri kastediyordu denilse; o zaman deriz ki, Kur'an'da bizi destekleyen başka bir husus daha vardır: Bu da A'cemi/yabancı kavramının mutlak olarak Arap olmayanlar hakkında kullanıldığı ayetlerdir. Bu aynı zamanda İslam'dan sonra da yaygın bir şekilde ve genel olarak kullanılan ayırımın da kendisidir. Çünkü burada Arap olmayan her şey uyruk ve dil olarak yabancı sayılmıştır. Nahl sûresinde bu konuya ilişkin bir ayet yer almaktadır. İşte ayet:
"Andolsun ki, biz onların: "Bunu ancak kendisine bir beşer öğretmektedir" dediklerini biliyoruz. Kendisine saparak-eğilim gösterdikleri (kimse)nin dili a'cemi (Arapça olmayan bir dil veya bir görüşe göre karmaşık kapalı bir dil)dir. Bu ise açıkça Arapça olan bir dildir." (Nahl, 103)
Az önce naklettiğimiz Şuârâ, 193-199. ve Fussület 43. ayetlere bunu da ilave ederek düşünürsek, Mekki ayetlerde -ki bu ayetlerin tamamı Mekkîdir-kavramın, belirttiğimiz anlamda kullanılması, bu kullanışın ve bu anlamın peygamberlikten önce yaygın ve anlaşılır olduğunu göstermektedir. Bu her iki kavramın yaygınlık kazanması "Arap Ümmeti" ya da "Arap Milleti" adının/anlamının yerleştiğini ve Adada Arapça konuşanları kapsadığını gösteren güçlü bir delildir. Yine bu durum gösteriyor ki, kavram, kendisini ona nisbet eden doğuş, soy ve ana akrabalıkta onunla ilişkisi olanları da kapsamaktaydı. Adanın uç taraflarında yer alan göçmenleri, medeni ve bedevi olanları zorunlu olarak içeriyordu.

13 Yazarın "Ümmet" ve "Kavm" kavramlarını aynı anlamda kullanmasını, bir hata olarak görüyoruz (Yöneliş)

Elimizde, hem Araplara hem de Arap olmayanlara, Arapların başlıbaşma bir ümmet ya da bir ulus olduğu anlayışının ne zaman yerleştiğini belgeleyen bir şey olmasa da, bu olgunun Peygamberlikten çok önce yerleştiğinde kuşku yoktur. Zira "Arap" ifadesi eğer ilk zamanlarda belli bir bölgede yaşayan bazı Arap kabileleri için kullanılmış olsaydı daha sonra bu kavramın tüm Arapları kapsayan genel bir isimlendirme olması ve onları yabancılardan, Arap olmayanlardan ayıran bir nitelik olması mümkün olmazdı. Ve yine Kur'an'da bu kavramın onların hepsi için kullanılması doğru olmazdı. Ancak bu kavramın Kur'an'ın inişinden uzun bir zaman Önce kullanılmasıyla, mesele açıklık kazanabilir.14

Böylece Peygamberin çevresinde yaşayanların kökeni ile ilgili olarak Kur'anî bir konuyu araştırmak istiyoruz. Kur'an'da Mekkî bir ayette ibrahim'in (a) zürriyetinden bir kısmını Beytu'l-Haram bölgesine yani Mekke'ye yerleştirdiği hadisesine işaret edilmektedir. Bu ayet önceki konuda naklettiğimiz ibrahim Sûresinin 37. ayetidir. Yine Kur'an'da bir takım ayetler vardır ki, ibrahim ve İsmail'in (a) Kâ'be'yi inşası olayına işaret etmektedir. Bu ayetlerde her ikisinin de duaları yer almaktadır. Beyt'in güven yeri ve zürriyetlerinin müslüman bir millet olmasını, kendilerinden bir Resul'ün gönderilmesini bu duada niyaz etmişlerdir. Bu duada kastedilenlerin Araplar olduğunu gösteren güçlü işaretler vardır:

"Hani Evi (Kâ'be'yi) insanlar İçin bir toplanma ve güvenlik yeri kıldık. "İbrahim'in makamını namaz yeri edinin" İbrahim ve İsmail'e de "Evi'mi tavaf edenler, i'tikâfa çekilenler, rükû ve secde edenler için temizleyin" diye ahid verdik."
"Hani İbrahim: "Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır."' Demişti de, (Allah): "Küfredeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o" demişti."
"İbrahim, İsmail'le birlikte evin (Kabe'nin) temellerini yükselt¬tiğinde (ikisi şöyle dua etmişti:) "Rabbimiz bizden (bunu) kabul et, şüphe yok, sen işiten ve bilensin."
«Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (Müslüman) bir ümmet (kıl). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphe yok, sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.»
«Rabbimiz onlara içlerinden bir Peygamber gönder, onlara ayet¬lerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Hiç şüphesiz, sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibi¬sin.» (Bakara, 125-129)


14 Romalıların "Batara ülkesini, ya da bizim tahminimize göre Kur'an'ın "Hicr ülkesi" olarak adlandırdığı bölgeyi istila ettiklerini ve oraya "Arap ülkeleri" adını verdiklerini bildiren tarihi rivayetlere dayanırsak diyebiliriz ki "Arap" adı ve bu adın Araplara ya da onlardan bir kesimine verilişi İslamdan asırlar önce gerçekleşmişti. Zira Roma'nın bu adlandırması İslamdan yedi asır önceydi. Tabiidir ki "Arap" kavramının bu adlandırmadan çok önceleri kullanılmış ve yaygınlaşmış olması gerekir.
Batara'nın Kur'an'da "Hicr" olarak adlandırılmasına gelince biz bu yargıya Hicr ile Batara'nın ortak özelliklere sahip oluşlarıyla varıyoruz. Şöyle kî:
"Hicr Ashabı elçileri yalanladılar. Onlara ayetlerimizi vermiştik onlar da yüz-çeviriyorlardi. Onlar dağlarda kendileri için güvenli evler oyuyorlardı..." (Hicr, 80-82).

Batara'da dağlarda yontulmuş bir şehir ya da yerleşim bölgesidir. Onların ilginç kalıntıları bugün hâlâ Ürdün'ün doğusunda "Belka'a"da Musa Vadisinde mevcuttur. Bu adlandırma yabancı olup, "Taş" ya da "kaya" anlamındadır. Kur'an'in nitelemesi Batara'nın kalıntılarına uygun düşmektedir. Bu ülkenin güneyinde "Salih'in Medayin'i" vardır. "Hicr" veya "kaya" ya da "Semûd" halkına gönderilen elçi de Salih peygamberdir. Buna bağlı olarak mantık gereği, Kur'an'da Hİcr ülkesi olarak geçen yerler "Enbât" ülkelerinin aynısı olmalıdır. Romalılar buraları işgal etmiş ve "Arap ülkeleri" adını vermişlerdi.

Yine Kur'an'da Allah müslümanlara yönelttiği bir hitapta, -ki bu sırada müslümanlar yalnız Peygamberin çevresinde bulunan Araplardan ibaretti-îbrahim'i (a) onların babası olarak yadetmektedir:
"Allah adına, gerektiği gibi cihad edin. O, sözleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir. Atanız İbrahim'in dininde olduğu gibi." (Hacc, 78)

Bununla beraber Kur'an'da ilerdeki fasıllarda da nakledeceğimiz gibi pek çok ayet İbrahim'in, Kâ'be, Hac gelenekleri, Milleti ve Tevrat'ta sözü edilmeyen durumlarla ilişkisini ifade etmektedir.

Naklettiğimiz ve nakledeceğimiz Kur'ân ayetlerinin üslubu ilham ediyor ki: Ayetlerin kapsamları, anlam ve konu yönünden kendisine okunanlara, onu dinleyenlere yabancı değildi. Ve Peygamberin çevresinin, kendilerini baba tarafından, İbrahim ve İsmail'e (a) nisbet ettiklerini ve bunu nesilden nesile birbirlerine naklettiklerini bildirmektedir. Böylelikle bazılarının bu olguları, Kur'an'ın Medeni takrirleri ve Peygamberin Yahudilerle temasıyla ortaya çıkan şeyler olarak göstermeye çalışmalarının tutarsızlığı daha iyi anlaşılmaktadır. Bunu gösteren en kesin delillerden biri de, Kur'an'ın İbrahim makamını yadetmesi, Beytu'l-Haram ile ilgili açıklamalarda bulunmasıdır. Çünkü bunlar, Kur'an'ın inişinden önce Araplar arasında bilinen ve geçerliliği olan makamlardı.

Biz, Arapların kendilerini İbrahim ve İsmail'in oğullarına nisbet edişinde, Yahudilerin birinci kaynak oluşunun ihtimal dahilinde olduğunu reddetmiyoruz. Biz bu görüşü tercih ediyoruz. Çünkü Tevrat İbrahim ve İsmail'i yadeden en eski kitaptır. Tevrat'ta İsmail'in doğuşu ve annesiyle birlikte Faran'a sürülüş kıssası yer almaktadır. Bunun yanında İsmail zürriyetinin çoğalması ve yayılması ve İsmaililer/İsmailoğulları olarak adlandırılması kıssası bulunmaktadır. Yine Tevrat'ta pek çok münasebetlerle bu isimle yadedilenlerin Araplar olduğunu gösteren işaretler yer almaktadır. Bizim kabul etmeyip reddettiğimiz: Kur'an'ın, Arapların kendilerini İbrahim ve İsmail'in (a) oğullarına nisbet edişlerini, Kâ'be ve Hac ile ilişkilerini ancak Hicretten ve Peygamberin Yahudilerle ilişki kurmasından sonra gündeme getirdiği ve sanki Arapların Peygamberlikten önce bu ilişki ve bağlılıktan habersiz olduğu şeklindeki yaklaşımlardır.

10. Kur'an Dili ve Arapça:

Buna göre özet olarak denebilir ki: Hicaz halkının -yani orada yaşayanların büyük çoğunluğunun- dili Arapçaydı. Bu Kur'an nassları ve ilhamlarıyla açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu münasebetle aşağıdaki gerçekleri belirtmek Önem arzetmektedir:
Birinci olarak: Genelde Kur'an dili, Hicaz halkının Peygamber çağında anlaştığı ve birbirine hitab ettiği dildi.
İkinci olarak: Bu dil, yalnız Hicaz halkının değil; en ücra kıyıları da dahil olmak üzere yarımadanın her tarafında, hatta yakın çevresinde bulunan göçebeler arasında da anlaşma vasıtası olarak kullanılan, ortak bir dildi. Başka bir ifade ile, Kur'an'ın, Peygamberin (s) ve kavminin de dili olduğunu açıkça bildirdiği Kur'an dili, Peygamber çağında, yakın-uzak, medeni-bedevi tüm Araplar arasında anlaşma vasıtası olan yaygın bir dildi. Yalnız Hicaz Arapları ile sınırlı değildi. Nasıl ki, "Arap" kavramı yarımada ve onun dışında yaşayan bütün Arapları kapsıyor, boyutları anlaşılıyor idiyse ve Arapların hepsini bir araya toplayan "Araplık" uyruğu onların tek uyruğu idiyse, aynı şekilde Kur'an'ın Arapça dili, yanmada da ve yarımadanın dışında yaşayan tüm Arapların diliydi.
Bu görüşün dayanağı ve kaynağı Kur'an'dır. Verdiğimiz ayetlerin dışında başka ayetler de vardır ki, bu dilin daha kapsamlı ve genel olduğunu ilham etmektedir:

Böylece biz onu, Arapça bir Kur'an olarak İndirdik ve onda korkulacak şeyleri türlü şekillerde açıkladık: Umulur ki korkup-sakınırlar ya da onlar için öğüt alarak düşünme (yeteneğini) oluşturur. (Taha, 113) Ayrıca Bkz: (39/27-2S; 46/12)

Kesinlik ifade edecek dereceye ulaşan mütevatir olgulardan bazıları da şunlardır:
Birincisi: Peygamber (s) Mekkeli değişik çevre ve şahsiyetlerle ilişki kuruyordu. Sonra Hac ve panayırlar mevsiminde Mekke'ye gelen değişik gruplar, şahsiyetler ve kabilelerle temasa geçiyordu. Onlarla konuşuyor, Kur'an ayetlerini onlara okuyor ve tabiatıyla Kur'an'ın dili olan kendi dili vasıtasıyla onlarla anlaşıyordu. Tevatürle bilinen olgulardan biri de Hac ve panayırların sırf Hicaz halkına mahsus olmadığıdır. Özellikle Peygamberlikten önceki dönemlerde durum böyleydi. Bunlara Hicaz'ın dışından pek çok yerlerden Araplar geliyordu. Bunların arasında Tağlib, İyad Kelb ve başkalarından oluşan Hıristiyan Araplar da vardı.
İkincisi: Peygamberin Hicretinden sonra Müşrik, Hıristiyan ve Mecusi Arapların elçileri Medine'de Peygambere (s) gelmeye başlamışlardı. Özellikle zaferler elde ettikten, adı ve çağrısı yayıldıktan sonra Yemen, Necd, İhsa, Bahreyn, Irak, Şam, Filistin hatta Hadramût'tan elçiler gelmeye başlamıştı. Peygamber (s) onlara Kur'an ayetlerini okuyor, kendisi ve arkadaşları -Muhacirler ve Ensar-Hicazlılar olarak onlarla konuşuyordu. Ki onların dili Kur'an'ın diliydi ve normal olarak, tabii bir biçimde onlarla anlaşıyorlardı. Sonra onlarla birlikte kendilerine, Kur'an'ı öğretecek, dini anlatacak Hicazlı sahabilerin büyüklerinden öğretmenler gönderiyordu. Gönderilen öğretmenler oralarda yargı işlerini yürütüyor, zekât topluyor ve toplanan zekâtı gerekli yerlere dağıtıyorlardı. Peygamber onlara bizzat bu dil ile yazılan antlaşmalar, vasiyetler ye hukuki yasamaları yazdırıyordi ki, bu işlerin hiç birinde Peygamber (s) ile onlar arasında herhangi bir tercüme olayının cereyan ettiğini ifade eden bir rivayet yoktur.15

15 Bunun Yemen halkı için uygun düştüğüne dikkat çekmeliyiz. Ve bu, en azın¬dan peygamber asrında Yemen dilinin Hicaz dilinden farklı bir dil olduğunu söyleyenlerin hataya düştüklerini ortaya koymaktadır.

Üçüncüsü: Bir taraftan Hicaz halkı arasında sürekli ilişkiler mevcut iken, diğer taraftan yarımadanın diğer bölgeleri arasında da Şam ve Irak taraflarında yaşayanlarla, medeni ve bedevi olanlar arasında Peygamberlikten önce ilişkiler vardı. Bu ilişkiler Hicaz bölgesinde Hac mevsimlerinde bir kat daha canlanırken başka bölgelerde Yemen, Irak ve Şam'a yapılan ticaret seferleri, kervan yolculukları... bu ilişkileri sürekli diri tutuyordu. Ve onlar bir tek dil ile anlaşıyor, birbirine hitab ediyordu. Hicazlılar bu ilişkilerde sürekli olarak bir tarafı oluşturduklarına göre onların bu ilişkilerde dilleri Hicaz diliydi ki o da Kur'an dilidir.

Diğer taraftan Kur'an'da "A'cemi/yabancı" kavramı Arapça olmayan diller için kullanılırken "Arabî", Arap dili için kullanılmıştır. Bunu daha önce belirtmiştik. Arapça olmayan dilleri bu şekilde kesin bir ifade ile "A'cemi" (yabancı) olarak sayıp öyle adlandırmak Arapların o zaman kullandığı dilin bir tek dil olduğunu ayrı ayrı olmadığını desteklemektedir. Ki bu dil Kur'an dilidir ve biz bu dilin aynı zamanda Peygamberin ve çevresinin de dili olduğunu yakin ifade edebilecek kesinlikte bir bilgi ile biliyoruz.
Eğer Arapların, Peygamber çağında, köklü ayrılıkları bulunan değişik dilleri olsaydı, meselenin bu şekilde bir kesinlikle ortaya konması düşünülemezdi.
Bazı kabilelerin kendilerine özgü ifade biçimleri, kavramları, harfleri ve değişik lehçeleri bulunduğunu; bunların Kureyş diline ya da Kur'an diline bir ölçüde aykırı düştüğünü ifade eden rivayetler bizim sözümüzle çelişmez. Çünkü sözkonusu durum, o gün için Arap, dilinde uzlaşmaz farklılıkların bulunduğuna delil değildir. Ki, onda büyük dil değişikliklerinin bulunduğu anlamı çıkarılabilsin. Ya da bunlar için "ayrı ayrı diller" ifadesini kullanma olanağı versin. Yani bu lehçe farklılıkları, aynı dil grubunda bulunan Arapça ve Süryanice dilinin farklılıkları ya da buna benzer bir farklılık gibi düşünülemez.
Araplar, Kur'an'da kullanılan her sözcüğü, orada yer alan her anlamı ve kullanılan her ifade biçimini, gerçek olsun, mecazi olsun, dini olsun; sosyal, tarihi, ekonomik, yaşamla ilgili, bilimsel ya da kozmografya ile ilgili olsun ana hatlarıyla anlıyor ve kullanıyorlardı. Bu açık Kur'ani nasslardan; özellikle Arapça olmayan dillere "A'cem/Yabancı, Arapça dilinde "Arabi" kavramının kullanılmasından ve daha önce verdiğimiz deliller ve şahidlerden bellidir. Kur'an'da, Arapların, O'nun inişinden önce konuşmadığı ve kullanmadığı kavramların ya da ifade biçimlerinin -genişliği ve darlığı burada önemli değil- bulunduğunu iddia etmek makul olmaz.

Ibn Haleveyh Veya onun gibi bazılarının iddia ettiği: "Araplar 'fasık' ve 'nifak' kelimelerini bilmiyor ve kullanmıyorlardı; bu iki kelime diğer yabancı kökenli kelimelerle birlikte ilk defa Kur'an'da kullanıldı" görüşünü mantıklı bulmak, dediklerini doğrulamak ve değerlendirmeye tabi tutmak imkansızdır. Kur'an'da "fısk" ve türevlerinin Mekki ve Medeni olarak elli beş ayette geçtiğini, "nifak" ve türevlerinin ise otuz civarında ayette geçtiğini ve bunlardan birinin de Mekki olduğunu bilmek, bu görüşlerin ve benzerlerinin tutarsızlığını ve değerlerini anlamak için yeterlidir. Bunların hepsine ilave olarak, Rasulün görevinin tabiatını düşünmek gerekir. Ki bu görev; insan kitlelerine ve kabilelere hitab etme, onlara Kur'an okuma esası üzerine kurulmuştur. Peygamberin onlara okuduğu şeyin ki bu okunan şey Peygamberliğinin temel direği ve büyük mucizesi olduğu halde, onun muhatab aldığı insanların anlamayacağı, bir dille, indirilmiş olması, akıl, mantık ve hikmet kurallarıyla uyum içinde olmaz. İçeriği ve kavramlarıyla anlaşılmaması, hatta çok yüksek seviyede kalıp orta halli insanların anlayamayacağı bir seviyede bulunması bile asla düşünülemez.
Biz bunları, eskilerden bazılarının: "Kur'an dili, anlaşılma seviyesinden çok daha yüksektir" şeklindeki görüşlerini çürütmek için kaydediyoruz. Ayrıca özellikle gayri muslimlerden ve müsteşriklerden oluşan bazı modernistlerin görüşlerini reddetmek için belirtiyoruz. Diyorlar ki: O sırada iman edenler sırf Kur'an'ın fesahatına ve üstün ifade biçimine hayran kaldıkları için iman etmişlerdir. Çünkü Kur'an'ın bu niteliği onların kulaklarına hoş geliyordu. Özellikle bu son görüşün sahiplerine deriz ki: Mekke'de ilk iman edenler, Peygamberin çağrısına ilk davetten hemen sonra inananlar, Kur'an'ın bir kaç ayet ve sûresini ancak dinlemişlerdi. Ve onların çoğunluğu Mekke döneminin ilk yarısından önce iman etmişlerdi. Sonra Kur'an hatırlatıyor ki: Kur'an'a ve Peygamber'e iman eden Ehl-i Kitap, ancak ondaki gerçeği ve ruhani atmosferi teneffüs ettiklerinden iman etmiştir. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:

1) Şüphesiz, Kitap ehlinden de, Allah'a size indirilene ve kendilerine indirilene-Allah'a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar, Allah'ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar... (Alİmran, 199)
2) Peygambere indirileni dinlediklerinde Hakk'ı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler kİ. "Rabbimİz inandık; öyleyse bizi şahidlerle birlikte yaz." (Maide, 83) 3 Kendilerine kitap verdiklerimiz, sana indirilen dolayısıyla sevinirler. (Ra'd, 36) Ayrıca Bkz: (17/107-108; 28/52-53)

Mekke, Hicaz ve genelde Arapların büyük bir çoğunluğu Mekke döneminin tamamı ve Medine döneminin yarısından fazlasında bu inkârlarını sürdürmüşlerdir. Peygamber Mekke'de onüç sene boyunca Mekkelilere ve Araplara Kur'an okumaya çalışmıştır. Özellikle Mekki Kur'an'ın üslubu daha vurgulu ve akla yöneliktir. Ta ki böylece düşüncelerinin zayıflığını, çürüklüğünü öğrenebilsinler.
Açıktır ki bizim görüşümüzde, Kur'an dilinin, hiç bir kuşkuya yer bırakmayan etkili, üstün fesahat ve belagatını küçülten bir şey yoktur. Bunun yanında Arapça olmayan veya Kureyş lehçesi dışındaki bir takım yabancı kökenli kelimelerin Kur'an'da yer almış olacağını da reddetmiyoruz ve bilakis Kur'an'da bu tür kelimelerin olduğuna inanıyoruz. Ancak gerçek olduğundan kuşku etmediğimiz bir şey daha var: Dışardan gelen bu Arapçalaşmış kavramlar İslam'dan önce Arap dilinin bir parçası durumuna gelecek ölçüde Arapçalaşmalardır. Kureyş lehçesinde olmayan kavramlar ve ifade biçimleri Kur'an'ın dili olan Kureyş diline İslam'dan Önce girmiş bulunuyordu. Ne bu ne de o, Kureyş'ten olmayan dinleyicilerin bu türden bir zevk almalarına, bu lehçelerin özel bazı kavramlarını genel hatlarıyla ya da detaylı olarak anlamalarına engel teşkil etmez. Bununla beraber Peygamber döneminde, çeşitli bölgelerden gelen insanların, hatta Kureyşlilerin kendilerinin bile Kur'an'ı anlamakta değişik kapasitelerde olabileceklerini veya bazılarının söz konusu Kur'anî tabir, deyim ve ifade biçimlerini daha önce duymamış veya kullanmamış olabilecekleri gerçeğini de göz ardı etmememiz gerekir.
Şunu da teslim etmek gerekir ki: Arap kabileleri arasında bedevi olmasa bile Mekke'ye uzak yerleşim bölgelerinde bulunan ve Kur'an lehçesiyle konuşmayanların bazılarının Kur'an dilinin ifade biçiminden farklı bir takım ifade biçimleri, sözcükler, harfler ve kavramlar kullanmış olmaları ihtimal dahilindedir. Bu da çok normal olup eşyanın tabiatına aykırı birşey değildir. Ve bu, belirtmeye çalıştığımız görüşle özünde ve temel boyutlarında çelişmez.
Nasıl ki "Arap" isminin Araplara isim olarak konuluşunun ve bunun herkesçe kabul edilişinin tarihini tesbit etmek kolay değilse aynı şekilde Kur'an dili olan Arapçanın da ne zaman ve hangi tarihte tüm Arapların genel-ortak ve herkesçe kabul edilen dili olduğunu tesbit etmek oldukça zordur ve hatta imkansızdır. Fakat burada; Arapçanın dil olarak kabul edilişinin, geçen bölümde açıkladığımız, "Arap" isminin benimsendiği tarihe kadar gerilere gitmesinin gerekmediğini söyleyebiliriz. Zira dilin, birbirinden uzak bölgelerde, birbirinden alabildiğine farklı çevrelerde genel geçer ve ortak bir dil haline dönüşebilmesi, sağlıklı bir diyalog, genel ve sürekli bir ilişki olmadan gerçekleşmez. Bu da gerçekten uzun bir zamandan sonra ancak gerçekleşebilir. Fakat şu kadarını söyleyebiliriz ki, bu diyalog ve ilişki, peygamberin gönderilişinden önce, o sırada görülen kalkınmanın etkisiyle yavaş yavaş güçleniyor ve sağlıklı bir zemine oturuyordu. Bunu Arapların bir çok geleneklerinde ve onlar arasında ortaya çıkan olaylarda müşahede edebiliriz. Bu ortak tavır ve birliktelik Habeşlilerin önce Yemen'i sonra Hicaz'ı işgal etmelerine bir tepki olarak ortaya çıkmıştı.
Söz konusu birleşmenin; işgalden sonra yarımadanın dört bir yanına, Irak'a, Şam'a düzenlenen ticari seferlerini ve haram aylarda yürürlüğe giren barış ortamında çeşitli yörelerden Arapların Kabe'ye ve Hacc'a yönelmesiyle, Arapların Hacc ve Beyt'ul-Haram ile olan bağlarının kuvvetlenmesinin, evet bütün bunların:
1- Dil birliğinin ve ortaklığının yaygınlaşmasına,
2- Rasulün gönderilişi esnasında, Kur'an'm kendisiyle indirildiği esnada bulunduğu yüksek mertebeye ulaşıncaya kadar arınmasına ve estetik kazanmasına büyük etkisi olmuştur.
Sonra Arapçaya ve diğer dillere baktığımızda Arapçanın, farklılıklarına rağmen tüm Arapların konuştuğu ve birbiriyle anlaştıkları dil olduğunu, Arapların dışında kalan ulusların konuştuğu ve birbiriyle anlaştığı diğer dillerin tümünün adına "acemce" dendiğini gördüğümüzde Kur'an dili egemenliğinin Peygamberlikten kısa sayılmayacak kadar bir süre önce yaygınlık kazandığını söyleme olanağı vermektedir. Sonra Adnanilerden, Kahtanilerden, Mudarlılardan ve Rabiahlardan oîan cahiliye şairlerinin kendi şiirlerini bir tek dil ile yazdıklarını gördüğümüzde artık bu gerçeğin garipsenecek veya inkâr edilecek bir yanı kalmaz. Özellikle de bu şairlerin hayatlarının, onlar hakkında yapılan rivayetlere dayanarak, pek eskiye gitmediğini gördüğümüzde...

dost1
28. March 2011, 02:25 AM
B) HİCAZ'IN SOSYO-EKONOMİK YAPISI

1. Ekonomik Faaliyetler:

Geçen konuda ekonomik hareketin görüntülerinden arzettiğimiz tablolar Hicaz şehirlerini ve görünümlerini nitelemek türünden girişlerdi. Bu açıklamalar yeterli bir inceleme ve araştırma olarak verilmemişti. Şimdi ise derli toplu bir araştırma ve inceleme ile Hicaz'daki ekonomik hareketliliği sergilmek istiyoruz.
Hicaz şehir ve kasabalarının, düzenli şehir ve kasabalardan farklı ve ayrı bir hayat biçimi göstermeyeceği açıktır. İstikrarlı şehir ve kasabalarda genellikle sanayi ve tarımcılık gibi süreklilik arz eden işlere bağlılık görülür. Kur'an'da yer alan pek çok ayetden hareketle Hicaz halkının ve kasabalarının bu işlerle meşgul olduklarını ve bu alanda nereye kadar vardıklarını çıkarma imkanı vardır.
Mekke halkı, toprakları verimsiz ve suları az olduğundan ziraat ile uğraşamadılar; bunun yerine yerin sırtında rızıklarının peşinde koşturup, yaz-kiş, karada ve denizde ticaret yolculukları için seferber oldular. Malların taşınması ve birbiriyle değiştirilmesi için aracı oluyorlardı. Kuzey, güneş ve doğu yani Şam, Yemen, Irak, Fars, Mısır, Habeşistan, Afrika sahilleri ve Hiııd arasında bir yandan aracı oluyorlar, diğer yandan kendi toplumlarının muhtaç olduğu ticaret eşyasını ve malları satın alıyorlardı.

Kendileri bu seferlere katılmasalar da katılanlara ortak oluyorlardı ya da kendileri hesabına yolculuk edecek ve onların adına ticaret yapacak birilerini tutuyorlardı. Bu hareket sırf zenginlere özgü bir iş değildi. Buna, orta halk kesimi de katkıda bulunuyor, pay sahibi oluyorlardı. Kureyş Sûresi özlü ve kısa oluşuna rağmen Mekke halkının bu konuya ne denli büyük önem verdiğini ve hareketli bir faaliyet içinde olduğunu gösteren bir işareti kapsamaktadır. Yeter ki dikkatli olarak üzerine eğilinsin.

Mekkelilerin servetlerini vurgulamak için kullandığımız ayetler gösteriyor ki, bu servetler ancak onların içinde bulundukları ekonomik faaliyet sayesinde ellerine geçmişti ve bu ekonomik faaliyet birinci derecede, sürekli oan ticari hareketle temsil edilmişti. Sahil bölgesini hatırlatma sadedinde verdiğimiz ayetler de Mekkelilerin deniz ticaret faaliyetini, ticari işler ve alış-veriş alanında geniş ufukların boyutlarını göstermektedir. Zira bu ayetler Mekkidir. Onlarla birinci ve ilk olarak muhatab alınanlar Mekkeliierdir ve yine bu ayetlerde onların bizzat deniz seferlerini gösteren işaretler yer almaktadır-.

Bu ufukların genişliğinin ve deniz ticareti faaliyetinin önemlilerinden biri de ilk müslümanların Mekke'den Habeşistan'a doğru gerçekleştirdiği birinci hicrettir. Bu hicrete nahl sûresinin iki ayetinde işaret edilmiştir:
1) Zulme uğradıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri dünyada şüphesiz güzel bir biçimde yerleştireceğiz. (Nahl, 41)
2) Sonra gerçekten senin Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edenlerin, ardından da cihad edip sabredenlerin {destekçisidir)... (Nahl, 110)

Mekkelilerin tanımadıkları ya da bazılarının bilmediği bir ülkeye hicret etmeleri elbette tutarlı olmazdı. İşte onların bu tanımaları da bu ülkelerin Mekklilerin deniz yolculuklariyla ilişki kurduğu ülkelerden olduğunu göstermektedir.
Yine bazı ayetler vardır ki, onların güneyde Yemen, Hadramut ve I. Ad'ın yurtlarına; Kuzeyde Semûd ve Lût'un ülkelerine yani Şam yoluna ve Şam beldelerine, Belkâ'a ve Filistin'e seferler yaptıklarını göstermektedir. Saffat sûresinde: "Lut da gönderilen peygamberlerdendi. Hani biz onu ve ailesini topluca kurtarmıştık. Geride bırakılanlar arasında bir yaşlı kadın dışında. Sonra da geride kalanları yerle bir ettik. Siz onların üstünden muhakkak geçip gidiyorsunuz, sabah vakti. Ve geceleyin. Yine de akıllanmayacak mısınız." (Saffât, 133-138).

Lut beldeleri harabeleri Beytül-Makdis yakınında bulunan Gu-rarîha'daki Lut gölü kenarmdadır. Bunlar Sodom ve Gomore harabeleri diye meşhurdur. Ve şu ana kadar varlıklarını sürdürmektedirler.

Ankebut sûresinde deniyor ki:
"Ad ve Semud'u da (yıkıma uğrattık). Bunu, oturdukları yerler göstermektedir. Kendi yapmakta olduklarını şeytan onlara süsleyip çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kim-seerdi." (38. Ayet)

Bunlara ilave olarak bir takım ayetler daha var ki, bu ayetler, kendilerine söylenenleri ve işarette bulunulan mekanları çok iyi bilen ve tanıyan insanlara hitap ediyor. -Bu insanlar ilk planda Mekkelilerdir- ve onların, kendilerine işarette bulunulan yerleri, harabeleri daha evvel ziyaret ettiklerini ilham ediyor. Gelecek örneklerde bunu görüyoruz:

1) Nice memleketlerin halkını, zulmederlerken helak ettik. Artık tavanları çökmüş, kuyuları terkedilmiş ve sarayları bomboş kalmıştır. Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki düşünecekleri kalbleri, işitecek kulakları olsun. Zira gözler kör olmaz fakat göğüslerdeki kalbler kör olur. (Hacc, 45-46)

2) Andolsun, onlar üstüne felaket yağmuru yağdırılmış bulunan o ülkeye uğamışlardır; yine de onu görmüyorlar mıydı? Hayır, onlar dirilmeyi ummuyorlardı. (Furkan, 40)
Ayrıca Bkz: (30/9; 89/6-11)

Ayetlerin içeriklerine göz attığımızda görüyoruz ki, sözü edilen yerler Mekke'den uzak, ma'mur veya imara elverişli ülkelerdir. Orada sağlam saraylar yapılmıştır. Onların kuvvetlerini ve savaş gücünü ortaya koyan medeni/uygar pek çok kalıntı vardır. Bu ülkeler uygarlıkta, güç ve kuvvette Mekke'den çok ileriydiler. Belki de, Firavun'un kazıklar sahibi olarak vasıflandırılmasmda, Mısır ve piramitlerin görünümü ifade edilmiştir. Kazıkların da piramitleri ifade ettiği tercih edilebilir. Mısır'ın başka bir niteliği daha vardır ve bu onun sürekli nitelikler indendir. Muhatab alman Mekkelilerin de bunları gördükleri ilham edilmektedir:
1) Firavun kendi kavmi içinde seslenip dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?" (Zuhruf, 51)

2) (Allah'da) öyleyse, kullarımı geceleyin yürüyüşe geçir, muhakkak takip edileceksiniz. Denizi durgun ve açık bırak. Çünkü onlar suda boğulacak bir ordudur. Onlar geride nice bahçeler ve pınarlar terk etmişlerdi. (Nice) Ekinler güzel konaklar. Ve kendilerinde "sevinç ve mutluluk içinde" yaşadıkları nimetler. (Duhan, 23-27)

Yine bir takım ayetler de vardır ki, onlardan hareketle, Mekke ehlinin ticari faaliyetinde, Kâ'be'nin varlığının, Medine'deki Hac Menasıkı ve Haram aylardaki barış döneminin önemli rolü olmuş; yahut bu faaliyetin güçlü etkenlerinden biri olmuştur denebilir. Onlardan biri aşağıdaki ayettir:
"Allah, Beyt-i Haram (olan) Kabe'yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi) kıldı; Haram Ay'ı kurbanını ve boyunlardaki gerdanlıklanda..." (Maide. 97)

Ayetle belirtiliyor ki, Allah bu yerleri Menasıki ve Şeâiri insanların onların vadilerinde ikamet etmeleri; ihtiyaçlarım maslahatlarını, geçimlerini elde etmeleri irin bir vasıta kılmıştır. Çünkü bunların hepsi 'kıyamen Lin-Nas" cümlesinde gizlidir. Yani onların hayatlarının, temel ihtiyaçları ondadır.
Hac aylan Haram aylardı. Bu aylarda savaşmak haramdı. Araplar bu kutsal barışı fırsat bilerek her taraftan Mekke'ye geliyorlardı. Bu münasebetle Hac günlerinden önce ve sonra dinlenme yerlerine ve Mekke yakınında bulunan suların yanında ticaret panayırları kuruluyordu. Hacılar onlara konaklıyor, bir kaç gün orada duruyor ihtiyaçlarını gideriyor, mallarını değiştiriyor, satın alıyor, satıyor, tanışıyor, gece sohbetleri ve eğlenceleri tertipliyorlardı. Bunlara Bakara sûresinin gelecek ayetlerinden anlamak mümkündür:

"Hacc, bilinen aylardır. Böylelikle kim onlarda haccı farz eder (yerine getirir)se (bilsin ki) hacda kadına yaklaşmak, fısk yapmak, kavgaya girişmek yoktur. Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah onu bilir. Azık edinin, kuşkusuz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, benden korkup sakının. Rabbinizden bir fazilet istemenizde sakınca yoktur..." (Bakara, 197-198)

Müfessirler ve raviler, İbnu Abbas'ın bu ayetleri her okuyuşun'da 'Rabbiniz' kavramından sonra "Hac mevsimlerinde" cümlesini ilave ettiğini böylece ayetlerden amaçlananları bununla açıklamak istediğini söylemişlerdir. Öyle ki bu ilave cümlenin de, ayetin kendisinden olduğu sanılmıştır. Ayetlerin tefsiriyle ilgili olarak demişlerdir ki: Müslümanlar, hac panayırlarında Islamdan öncekisi gibi ticaret ve kazanç peşinde koşmayı yasak telakki etmişlerdi. İkinci ayet bunun kendileri için caiz, olduğunu bildirdi. "Rabbinizden fazilet aramanız" ve onun türevleri Kur'an'da rızık ve kazanç peşinde dolaşmak, çaba sarfetmekteh kinayedir. Belki de, birinci ayet müslümanlara bu yasağı ilham etmiş, ikinci ayet de cevazı ve izni getirmiştir. Her neyse. Daha önce ifade ettiğimiz gibi adet, insanların Hac mevsimini alış veriş için önemli bir fırsat oarak gördüğünü belirtiyor. Tabii olarak bu mevsimde geniş alanlara yayılan bir ticari faaliyete şahid olunuyordu. "Kendilerine ait menfaatlan elde etsinler" şeklinde Hac sûresinin ayetinde yer alan'cümle:
"insanlar için de haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler. Kendileri için bir takım yararlara şahid olsun ve kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Artık bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu da doyurun. Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler, Beyt-i Atik'i (İnsanlar için kurulan ilk evi, özgürlük ve başkaldırı sembolünü) tavaf etsinler." (Hacc, 27-29)

Herhalde bu, hareketin kuruluşunu ve insanların ondan yararlandıklarını ilham etmektedir. Buna birinci ayetin ilham ettiklerini de ilave etmelidir: Hac mevsiminde insanlar her taraftan Mekke'ye gelmekte ve onun mevsimlerinden istifade etmektedir. Bu da yaz önce belirtmeye çalıştığımızı desteklemektedir.

Müfessirler, Bakara 198. ayeti sadedinde İbnu Abbas'tan rivayet ediyorlar ki: Hac aylarında bazı panayırlar kuruluyordu. Bunlar Ukaz, Mecenne ve Zül-Mecaz panayırlarıydı ve hepsi de Mekke'ye yakındı. Sonuncusu Arafat'a yakındı. Araplar orada ticaret yapar¬lardı. Zül-Ka'de ayının yirmi gününde birincisinde duruyorlardı. Sonra ikincisine geçiyorlardı. Orada da onsekiz gün kalıyorlardı. Sonra Arafat'a çıkıyorlar ve üçüncü panayırda da ona yakın bir süre duruyorlardı.

Mekke halkının bu mevsimler ve panayırlarda ticaret için geniş bir alan elde etmeleri, senenin diğer aylarında ona hazırlık yapmaları, karada ve denizde rızık peşinde dolaşmaları, yaz, kış, kuzey, güney ve doğuya açılmaları bunu fırsat bilerek bazı ülkelerden, başka ülkelerde rağbet gören eşyayı ve ticaret mallarını taşıyıp getir¬meleri pek tabii bir gelişmeydi.

Biz şimdiye kadarki açıklamalarımızda sürekli olarak Mekke ve Mekkelileri söz konusu ettiysek de, bu, Hicaz'ın diğer şehirlerinin bundan yoksun olduğu anlamına gelmez.
Mesela limanların ora ahalisi için bir avantaj ve rızık kaynağı olduğu, deniz hareketinin oralarda yoğun olduğu tabiidir. Orada ikamet eden halkın bir takım yolculuklar yaptıkları ve engin denizlere açıldıkları, avından istifa ettikleri, incilerini ve değerli mücevheratını çıkardıkları, irili-ufaklı gemileriyle Kızıldeniz ve başka denizlerin sahillerinde yer alan diğer limanlar ve yerleşim yerleriyle ilişkiye geçtikleri, çeşitli ticaret mallarını oralara götürüp getirdiklerinde kuşku yoktur. Onların bu hareketlerde ve faaliyetlerde başlıbaşına merkezler olduğunu söylemesek de en azından durumun böyle olduğu kuşkusuzdur. Deniz yolculukları ve kazanç peşinde yapılan seferlerle ilgili Mekki ayetler Mekke ehlini kastediyorsa da Hicaz limanlarında yaşayan kitlelerin de bu ayetlerin işaretleri kapsamına gireceği ve orada sergilenen faaliyetin çerçevesine dahil oldukları daha rahat söylenebilir.

Yesrib ve Taif çoğunlukla arazi gelirleri, bostanlar ve üzüm bahçeleriyle besleniyor, toprak zenginliği ve ziraat onları rızık peşinde koşmaktan ve onu elde etme kaygısından genel olarak müstağni kılıyordu. Buna bağlı olarak denebilir ki: Buralar birer şehir olmaları, çevrelerinde köyler ve A'râb bulunduğu için oralarda da ticari bir hareketin gelişmesi ve o iki şehirde de kendilerini sırf ticarete adayan pek çok kimselerin bulunması normaldir. Bir takım medeni ayetlerde yer alan bazı emirler, yasaklar ve yasamaların Medine'de zayıf olmayan bir ticari hareket olduğunu ilham etmesi mümkündür. Bu hareket ve güçlenmenin peygamberin hicretinden sonra oluştuğunu söyleyerek bunları reddetmenin doğru olmayacağı açıktır. îşte ayetler:

1) Az olsun, çok olsun onu süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah katında daha adaletli, şahitlik İçin daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Yalnız, aranızda hemen alıp vereceğiniz peşin ticaret olursa onu yazmamanızdan ötürü size bir günah yoktur... (Bakara, 282)

2) Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman durmaksızın Allah'ı zikretmeye koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin İçin daha hayırlıdır. Artık namazı kılınca yeryüzüne dağılın, Allah'ın fazlından isteyip-araym ve Allah'ı çokça zikredin, umulur ki felaha kavuşmuş olursunuz. Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah'a ve İslam'a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da bir eğlence konusu ve fırsatı gördükleri zaman (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın katında bulunan, eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır. (Cuma, 9-11) Ayrıca Bkz: (4/29; 9/24; 24/37)

Dediğimiz gibi, Medine, Mekke ticaret kervanlarının yolu üzerinde yer alıyordu. Medine tüccarlarının, Mekke ehlinin ticaret faaliyetlerinden habersiz olmaları uzak bir ihtimaldir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Medine'de İsrail kökenli büyük bir azınlık bulunuyordu. Onların genelde Hicaz ticaret faaliyetinde, özelde de Medine ticaretinde önemli bir pay sahibi olmadığını söylemek imkansız demesek de aklın alacağı bir şey değildir. Artık onların bu katkılarının ticaret kervanları ya da mahalli ve mevsimlik panayırlarla gerçekleşmesi arasında fark yoktur. Kesin demesek de tercihe şayan görüş odur ki, Medine'deki Araplar da çeşitli şekillerde onların bu faaliyetlerine katkıda bulunuyordu.

Burada belirttiğimiz bir kısmı bizim inancımıza göre Taif şehri için de geçerlidir. Özellikle onun da Irak ve Yemen ticaret yolu üzerinde bulunan başka bir yerleşim bölgesi olduğunu düşündüğümüzde, ora ahalisinin Mekke ve civarıyla, mahalli ve mevsimlik panayırlarıyla sağlam bağlan bulunduğunu ve her iki şehrin de birbirine yakın olduğunu hesaba kattığımızda bu yaklaşımı müsbet algılayabiliriz.

Burada sözü edilmesi uygun düşecek şeylerden biri de herhalde faizin hatırlanmasıdir. Zira faiz ekonomik ve ticari hareketin Öğe¬lerinden biridir. Bu konuda meseleye açıklık getiren pek çok ayetler vardır ki, onlardan hareketle Hicaz'ın şehirlerinde yaşayan Araplar ve Yahudiler birbirinden farksız olarak bu işe bulaşıyordu. Bu onlar arasında köklü bir uygulamaydı, servetlerini çoğaltmada ona büyük ölçüde davranıyorlardı. Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1) Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların "Alışveriş de faiz gibidir" demelerinden ötü¬rüdür. Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. (Bakara, 275)

2) Ey inananlar, kat kat faiz yemeyin. Allah'tan korkun ki felaha eresiniz. (Al-itmran, 130)

3) İnsanların mallarında artsın diye, vermekte olduğunuz faiz Allah katında artmaz... (Rum, 39) Ayrıca Bkz: (2/278/279; 4/160-161

Rûm ayeti Mekkidir. Durum bu olduğuna göre ayet özellikle Mekke ahalisine yöneliktir. İlk ayetler medenidir. Yalnız Bakara ayetlerinin Kur'an'dan son inen ayetler olduğu rivayet edilmiştir. Başka bir ifade ile Mekke'nin fethinden sonra inmişlerdir. Eğer bu rivayet doğruysa ayetin ihtiva ettiği saldırı da Mekkeli faizcilere yöneltilmiş olur. Yine rivayete göre Peygamber Aleyhisselam Veda Haccında amcası Abbas'ın faizini kaldırdığını ilan etmiştir. Abbas Mekke'nin zengin tüccarlarındandı. Fakat bu demek değildir ki Medine'nin Arap halkı bu uygulamaya bulaşmadı. Nisa ayeti açıkça Yahudilerin faizle muamele ettiklerini belirtmektedir. Medineli Araplarla Yahudiler bir şehirde oturuyorlardı, ki onlardan etkilenmiş olmaları gerekmektedir. Sonra bu uygulama kendilerinin de uzak kalmadığı ekonomik ve ticari hareketin gereklerinden biri olarak algılanıyordu. Buna ilave olarak Al-i İmran ayeti Mekke'nin fethinden önce inmiştir. Ve burada yer alan yasaklama tabiatıyla Medine'deki müslümanlara yönelikti. 279. ayet gerçekten ciddi bir uyarıdır ve fazi uygulamasının, belirttiğimiz gibi, köklü bir biçimde yerleştiğini ve Hicaz şehirlerinin ekonomik hayatlarını önemli ölçüde etkilediğini göstermektedir. Bakara ve Al-i İmran ayetleri de, bu olguyu ifade edecek şekilde oldukça sert ve kuvvetlidir.
Söylenmesi gereken bir husus da, o dönemde tedavülde olan para birimidir. Kur'an'da bulunan ilgili bazı ayetler vardır:
1) Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona kantarlarca emanet biraksan onu sana Öder, öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan sen, onun tepesine dikilip-durmadıkça onu sana ödemez. (Al-i İmran, 75)

2) Onu ucuz bir fıata. sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onlar, kendisi hakkında önemsiz davrananlar idiler. (Yusuf, 20)

Burada para birimi olarak altın ve gümüş olan para birimlerinin ismi geçmiştir. Çok iyi biliniyor ki bunlar Şam, Irak ve Mısır'da kullanılan ve orada basılan sikkelerin isimleridir. Kur'an'ın göstermesiyle bu iki para biriminin, Peygamber asrında ve peygamberlikten önce önemli ölçüde bilindiğini ve kullanıldığını kesin şekilde söyleyebiliriz. Netice olarak denilebilir ki: Bu her iki isim herhangi bir biçimde iktibas edilmiş Hicaz'a ait paraları göstermiyordu. Zira Hicaz'da kendisine özgü para birimi bulunan bir devlet yoktu. Hicaz'da tedavülde bulunan para yabancı dirhem ve dinar idi. Bu yabancı para biriminin kullanılması da herhalde Hicaz ile Şam, Mısır ve Irak beldeleri arasındaki ticari ilişkinin boyutlarını ve genişliğini bir ölçüde ele vermektedir. Hicaz tüccarları ve zenginlerinin Irak ve Şam darphanelerinde kendi adlarına dirhemler ve dinarlar basmaya çalıştıklarını ihtimal dışı bırakmamak gerekir, özellikle İslam tarihi bize öğretiyor ki, bu adet ve gelenek Emeviler ve Abbasiler döneminde geçerliydi.
Altın ve gümüş Kur'an'da değişik münasebetlerle zikredilmiştir. Bazı yerlerde kendilerine karşı şiddetli arzu ve istek beslenen sevimli bir servet olarak işaret edilmiştir. Daha önce naklettiğimiz Al-i İm-ran 14. ayet bunu işlemektedir. Gelecek ayet de bunu ifade ediyor:

"Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar var ya; işte onlara da acı bir azabı müjdele." (Tevbe, 34)

Yine altın ve gümüş dünya ve ahirette kullanılan süs eşyası ve kapkacak sadedinde de defalarca söz konusu edilmiştir. Gelecek ayetlere bakalım:

1) Orada altın bileziklerle süslenirler. (Kehf, 31)
2) Onun üzerine altından bilezikler atılsa ya... (Zuhruf, 53)
3) Onların etrafında altın tepsiler ve kadehlerle dolaşır. (Zuhruf, 71)
4) Çevrelerinde gümüşten billur kaplar, kupalar dolaştırılır. (İnsan, 15)
5) Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. (İnsan, 21)

Bütün bunlar Peygamberin çevresi ve asrının insanların bu iki madeni, zenginlik, servet ve refahın kriteri olarak aldıklarını göstermektedir. Bu ikisi onların katında arzu edilen ve sevilen madenlerdi. Onlar da çevre ve civar bölgelerin hatta mutlak olarak her medeni ve uygar çevrenin statüsünden olarak bu iki değer ölçüsüne önem veriyorlardı.

Bunun da bazı yazarların "Araplar altını tanımıyorlardı ya da onların gümüşü tanımaları altını tanımalarından daha yaygındı" şeklindeki yaklaşımlarına aykırı olduğu açıktır.

2. Ölçü, Tartı ve Matematiksel İşlemlerin Bilgisi: Kur'an'da çeşitli sayılar, sayıların katları ve kesirleri zikredilmiştir. Birler, onlar, yüzler, binler, onbinler, yüzbinler; yarım, üçte bir, dörtte bir, beşte bir, üçte iki, altıda bir, sekizde bir ve onda bir (öşür) Kur'an'da geçen sayılardır. Aşağıdaki ayetlerde bunları görüyoruz.

1) ... yemin edenler için dört ay bekleme süresi vardır. (Bakara, 226)
2) Boşanrmş kadınlar kendi kendilerini üç hayız veya temizlik suresi beklerler. (Bakara, 228)
3) Dedi ki, Aksine, sen yüz sene kaldın... (Bakara, 259)
4) Rabbinizin size indirilmiş üç bin melekle yardım iletmesi yetmez mi? (Al-i İmran, 124)

5) Size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere... (Nisa, 3)
6) Çocuklarınız konusunda Allah, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder. Eğer onlar ikiden çok kadınlar iseler geride bıraktığının üçte ikisi onlarındır Kadm bir tek ise, yarısı onundur Bir çocuğu varsa, geriye bıraktığından anne ve babadan her biri için altıda bir, çocuğu olmayıp da anne ve baba ona mirasçı ise, annesi için üçte bir vardır. Kardeşleri varsa annesi için altıda birdir; Vasiyet ettiği vasiyetten ya da borçtan sonra! (Nisa, 11)

7) (Allah) buyurdu ki: "Orası onlara kırk yıl yasaklandı..." (Maîde, 26)
8) Sizden yüz kişi olsa kafirlerden bin kişiyi yenerler.. (Enfaî, 65)
9) "Onlar üç, dördüncüleri köpekleridir" diyecekler; "Beştir, altıncıları köpekleridir" diyecekler. Hep görülmeyene taş atıyorlar. Yedidir, se¬kizincileri, köpekleridir" diyecekler. (Kehf, 22)
10) Onu yüzbine ya da daha fazlasına elçi olarak gönderdik.. (Saffat, 147)
11) Mikdarı ellibinyıl süren bir gün içinde... (Mearic,4) Ayrıca Bkz: (2/234; 2/261; 4/12; 8/41)

Biz öyle inanıyoruz ki bunlar o gün için sayılar alanında bilinen şeylerin sınırıydı ve iş hayatını sınırlarının ve ilişkilerinin genişli¬ğine delalet etmekteydi. Bunun yanısıra, bazı yazarların aslında tutarsız olan bir rivayete dayanarak tüm Arapların binden yukarı sayıları bilmediğini göstermeye çalışmalarını da çürütmektedir.

Naklettiğimiz ayetlerde Arapların çarpma, bölme, toplama ve çıkarma gibi matematiksel işlemleri bildikleri anlaşılmaktadır. Yeter ki bu ayetler dikkatle incelensin, özellikle bunların miras ile ilgili olanları tedkik edilsin.
Peygamberin çevresi ve zamanındaki alış veriş ameliyelerinde kullanılan ölçü ve tartı birimlerine -bunların ticari hareketle ilişki¬leri bilinmektedir- gelince, Kur'an'ı bunlardan kantar ve Zira' (Orta parmak ucundan dirseğe kadar el) dışında bir şeyi zikretmemiş ve onların da miktarını kapalı bırakmıştır. Nitekim Al-i İmran'm daha önce naklettiğimiz 14. ve 75. ayetlerinde durum böyledir. Hakka Sûresinin bir ayetinde de durum aynıdır:

"Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu." (Hakka, 32)

Ölçü, tartı ve kıstas (en sağlam ölçü) kavramları pek çok vesilelerle gündeme getirilmiş ve bunlara emanet mallarda, ölçüde ve tartıda dürütlük sadedinde dikkat çekilmiştir. Aşağıdaki ayetlere bakalım:
1) Ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın. (En'am, 152)
2) Eksik ölçüp tartanların vay haline. Ki onlar insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar... Kendileri onlara bir şey ölçerek verdiklerinde eksik ölçerler. (Mutaffifîn, 1-3)
Ayrıca Bkz: (17/35; 55/9)

Bu ayetler Peygamberin çevresinde ve zamanında, kullanılan çeşitli ölçü ve tartı aletlerinin bulunduğunu göstermektedir. Her ne kadar bu ölçü ve tartı aletlerinin miktarını ve çeşidini ayetlerden çıkarma olanağı olmasa da bize bir fikir vermektedir. Bunların bir kısmı sağlıklı, bir kısmı ise bozuktu, ki, bu da kullanım esnasında bir takım hile ve sahtekarlıkların yapıldığını göstermektedir. Herhalde bu Kur'anî öğütlerin tekrar edilişi, düzenbazlıklar ve kurnazlıkların ticari çevrelere ve ticari hareketin bir çok alanına yayıldığının işaretidir.

Kâri'a Sûresinin ayetlerinde:
"...Kimin tartıları ağır gelirse, o memnun edici bir hayat içindedir. Kimin tartıları da hafif gelirse onun gideceği yer haviye (uçurumdur." (Kâri'a, 6-9)

Anlaşılan odur ki, Araplarda tartının temelini iki kefe oluşturuyordu. Nitekim bu uygulama her yer ve zamanda bilinen bir uygulamadır. Yukarıdaki ayetin anlamına benzer anlamlan taşıyan başka ayetler de vardır. Biz verdiğimiz ayetle yetindik.

4) Hicaz'da Ziraî Faaliyet:

Toprakları verimli, suları bol olan bölgelere, daha önceki ayetlerin muhtevasından hareketle işaret etmiştik. Bu bölgelerdeki ekinlerin, asma bahçelerinin, gölgelikli bahçelerin, iç açıcı bostanların, çeşit çeşit üzüm, hurma, zeytin, nar ve meyve ağaçlarının ekilip biçilen birbirine katışmış taneii ekinlerin vesairenin yetiştiğine değinmiştik. Bu da gösteriyor ki, bu bölgelerde yaşayan ahali, zirai işler ve bu konudaki teknikler konusunda küçümsenmeyecek bir paya sahipti ve onlar bu alanda sırf mevsimlik, zayıf bir ziraatla yetinecek ibtidaî bir süreçte değillerdi.
Kur'an'da daha önce kaybettiklerimizin dışında kalan başka ayetler de vardır ki, bunlar zirai işlemlerle, sonçlarıyla ve ürün çeşitleriyle ilgili nitelikleri ihtiva etmektedir. Bu ayetler her ne kadar teşbih, temsil ve haber verme sadedinde varîd olmuşlarsa da ayetlerin bu nitelemelerine, ilave olarak şunların da çıkarılması mümkündür: Hicaz'da ziraî bölgelerde yaşayan ahali, ziraat alanında küçümsenmeyecek ölçüde mesafe katetmiş bulunuyordu. Onlar, Kur'an'da geçen isim ve nitelemeleri görmüş, alışmış ve bizzat yaşamıştı. Bu Arapça isim ve vasıflamalarm, peygamberin yakın çevresinin diliyle inen Kur'an'da belirtilmiş olması, bunun en iyi delilidir. Çünkü Kur'an'da kullanılan bütün isimler, sıfatlar, kavramlar ve arapçalaşan sözcükler Rur'an'ın inişinden Önce bilinen ve alışılagelen şeylerdi.

Şimdi bu ayetleri görelim:
1) Bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiği sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın. (Bakara, 61)
2) Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki imanı kökleştirmek için "Mallarını harcayanların durumu da tepe üzerinde bulunan bir bahçeye benzer ki, bol yağmur değince ürününü iki kat verdi. Yağmur değmeseydi bile çisinti olurdu. Allah yaptıklarınızı görmektedir... (Bakara, 265)
3) Her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiçbir şeyi eksik etmemişti. Aralarından bir de ırmak akıtmıştık. O (adam)ın (başka) geliri de vardı. Arkadaşlarıyla konuşurken ona: "Ben malca senden zenginim, adamca da senden güçlüyüm" dedi.16 (Kehf, 33-34) Ayrıca Bkz: (2/261, 264-266)
16 Bazı müfessirler bu temsilin Yemen ya da Hicaz'da gerçekleşen bir olayın hikâyesi olduğunu belirtmişlerdir.

Hurma ağaçları ile çevrili bulunan üzüm bahçeleri ve onların arasında yer alan başka ekinler, gölgelikli bahçeler, güzel bostanlar, meyve veren ağaçların çeşitliliği, tanelilerden baklagillere varıncaya kadar her türlü mevsimlik ekinler -bunların hepsi nakledilen ayetlerde geçmiştir, bir bütün olarak bu bölgelerin ahalisinin çeşitli ziraî eylemlerle uğraştığına ve bu alanda küçümsenemeyecek bir payları bulunduğuna güçlü bir delil olabilir. Bu mıntıkaların, topraklarının verimsizliği ve sularının yetersizliği nedeniyle kendi gıda maddelerini yetiştirmeye güç yetiremeyen Mekke'yi, diğer şehir ve kasabaların beslemiş olmaları gerekir. Bunun yanında kırsal kesimlerde, vahalarda yaşayanların da bu mıntıkalardan muhtaç oldukları gıdalarını ve özellikle hurmalarını temin etmiş olmaları gerekir. Hiç kuşkusuz, ayetlerde hurmanın çokça zikredilişi okuyucunun da gözünden kaçmamıştır.

Hicaz'da özellikle Yesrib ve çevresinde yerleşen Yahudi azınlıkların, aynı şekilde Hicazlıların Şam'a yaptıkları yolculukların, Hicaz'ın ziraî bölgelerinde ortaya çıkan bu gelişme ve tekniklerin üzerinde küçümsenemeyecek etkisi vardır. Şam ülkeleri verimli bir toprağa, bol suya ve muhtelif iklimlere sahip olup, çeşitli ziraî faaliyetlere müsaitti. Hicaz'a göre daha ileri bir medeniyet, uygarlık ve bayındırlığa sahipti. Orada tekniklerin de yüksek bir seviyeye ulaşmış olduğu düşünülebilir. Yahudilerin de oradan Hicaz'a gelirken beraberlerinde teknik ve tecrübelerini getirmiş olmaları tercihe şayandır. Bazı araziler edinip onları bayındır hale getirdiler. Daha önceki bilgilerini ve tecrübelerini burada yaptıkları ziraî işlerde uygulayıp daha teknik halde çalışmalar yaptılar. Daha önce naklettiğimiz bazı Kur'an ayetleri, Yahudilerin Yesrib'te ve çevresinde arazileri, köyleri, malları ve hurmalıkları bulunduğuna, Allah'ın bunları sonunda Rasûlüne bağışladığına işaret etmektedir.

Yahudilerin, bazı Arap işçilerini de ücretle çalıştırdıklarını, zamanla ziraat alanlarında uzmanlaşmış bir işçi sınıfı ortaya çıkmış olduğunu, bunların Hicaz ve özellikle Medine bölgesinde ziraî gelişmelere katkıda bulunduklarını uzak görmüyoruz.
Hatta bazı büyük Arap çiftçilerinin, arazilerinde ve ziraî alanlarında çalıştırmak için, Şam ve Irak bölgelerinden vasıflı uzman tarım işçilerini getirtip, çalıştırmış olabileceklerini de imkân harici görmüyoruz.17
17 İbn Hişam c. II, sh. 30'da Addas isminde bir Irak'lının, Taif liderlerinden birinin bahçesinde çalıştığından söz etmektedir. Biz bu Iraklının satın alınıp getirilmiş uzman bir çiftçi olması ihtimalini uzak görüyoruz. Ve onun gibi daha bir çok kimsenin varlığını tercih ediyoruz.

Arapların onlardan tekniklerini ya da bu tekniklerin bir kısmını öğrenmiş olmaları mümkündür. Buna ilave olarak Araplar, Şam, Mısır, Irak ve Yemen gibi ziraat tekniğinde ileri olan ülkelere yaptıkları yolculuklardan ve kendi içlerinde yaşayan Yahudilerden yararlanıyorlardı. İşte tüm bunlar Peygamber asrı ve çevresinin ziraî faaliyetleri hakkında Kur'an ayetlerinin işarette bulunduğu hususlardır.


5) Hicaz'da Sınaî Faaliyet:

Sınaî hareket açısından meseleye baktığımızda ise, Kur'an'da, Mekki ve medeni pek çok ayetlerin, geçim vasıfları ve şehir hayatı ile ilgili bir çok isimleri, çeşitli adlandırmaları ihtiva ettiğini görürüz.

1) ... ve silahlarını da yanlarına alsınlar... (Nisa, 102)
2) .. Allah sizi, ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avla dener ki...(Maide, 94)
3) Allah'ım Rabbimiz bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki... (Maide, 114)
4) Eğer sana kağıt üzerine yazılı bir kitab İndirmiş olsaydık da onu elleriyle tutsalardı. (En'am, 7)
5) Ve halat iğne deliğinden geçinceye kadar (A'raf, 40)
6) Onun düzgünlüklerinde saraylar yapıyordunuz, dağlarında evler yontuyordunuz... (A'raf, 74)
7) (Yusuf'un) gömleğinin üstünde yalan kan getirdiler. (Yusuf, 18)
8) Ve herbırine bir bıçak verdi... (Yusuf, 31)
9) ...Allah(ın emri, onların) binalarına temellerinden gelmiş, üstlerindeki tavan başlarına çökmüştü!... (Nahl, 26)
10) Hurma ağaçlarının mey valarından ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz... (Nahl, 67)
11) Allah size, evlerinizde, oturulacak bir yer yaptı ve size hayvan derilerinden göç gününüzde ve ikamet gününüzde kolayca kullanacağınız hafif evler ve yünlerinden ve yapağılarından, kıllarından bir süreye kadar giyecek, döşenecek eşya ve geçimlik yaptı. (Nahl, 80)
12) ... Ve dağlarda oturulacak barınaklar varettİ ve sizi sıcaktan koruyan elbiseler ve savaşta size koruyan elbiseler vareyledi...(Nahl, 81)
13) Orada altun bileziklerle bezenirler; ince ve kalın atlastan yeşil elbiseler giyerek koltuklar üzerine yaslanırlar. (Kehf, 31)
14) Papuçlarını çıkar, çünkü sen kutsal vadide, Tuva'dasın. (Taha, 12)
15) İşte şunlar, Rableri hakkında çekişen iki hasım taraf: İnkâr edenler için ateşten giysi biçildi... (Hac, 19)
16) ...Nice kullanılmaz olmuş kuyu ve nice sağlam köşk vardır... (Hac,45)
17) Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde lamba bulunan penceresiz bir oyuğa benzer. Lamba cam içerisindedir. Cam sanki inciden bir yıldız. Ne doğuya ne batıya mensub olan mübarek bir zeytin ağacından yakılır... (Nur, 35)
18) ... Süslerini göstermesinler. (Nur, 31)
19) Ey ileri gelenler, dedi, onların bana teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir. (Neml, 38)
20) Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, denizler de mürekkep, ...(Lokman, 27)
21) .. Örtülerini üstlerine salsınlar... (Ahzab, 99)
22) Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar çanaklar, sabit kazanlar yaparlardı... (Sebe, 13)
23) Fakat Rabb'Ierinden korkanlar için üstüste yapılmış odalar var. (Zümer, 20)
24) Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürükleneceklerdir... (Mümin, 71)
25) Ve evlerine kapılar, üzerine yaslanacak koltuklar, kanapeler. (Zuhruf, 34)
26) Onların önünde altun tepsilerle ve kadehlerle dolaşılır. (Zuhruf, 71)
27) Başlarınızı trag ederek ve kısaltarak... (Feth, 27)
28) (Ey Muhammed) odaların arkasından sana bağıranların çokları, düşüncesiz kimselerdir. (Hucurat, 4)
29) Andolsun Tur'a satır satır yazılmış Kitab'a, yayılmış ince deri Üzerine, Ma'mur eve, Yükseltilmiş tavana. (Tur, 1-5)
30) İnsanı ateşte pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı. (Rahman, 14)
31) İkinizin de üzerine, ateşten, yalın alev ve eritilmiş bakır gönderilir,kendinizi savunamazsınız. (Rahman, 35)
32) Çadırlara kapanmış Huriler.. (Rahman, 72)
33) Akıp giden içecek kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle. (Vakıa, 15-18)
34) ... Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara birçok faydalar bulunan demiri indirdik... (Hadîd, 25)
35) Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu. (Hakka, 32)
36) Orada yükseltilmiş tahtlar, konulmuş kadehler, dizilmiş yastıklar, serilmiş haklar vardır. (Mü'minin, 12-16)
37) Boynunda hurma lifinden örülmüş bir ip (bulacaktır). (Leheb, 5)
38) ...Aralarına kapılı bir duvar çekilir... (Hadîd, 13) Ayrıca Bkz: (22/23; 24/60; 34/11; 55/54; 76/16; 85/22)

Şimdi bunların bir kısmını görelim:
Bu ayetlerde, mahalleler, evler, odalar, hücreler, kapılar, çatılar, tavanlar, sütunlar, merdivenler; hayvanların yünlerinden tüylerinden ve kıllarından yapılan çeşitli ev eşyaları, aile için koltuklar, yastıklar, minderler, döşekler, astarlar, çeşitli kapkacaklar, tencereler, büyük kazanlar, yemek tabakları, camdan su bardakları, ibrikler, kadehler, lambalar, cam eşyaları, hayvanların derilerinden yapılan çadırlar, evler, ipek elbiseler, ipek olmayan elbiseler, başörtüsü, yüz örtüleri, gömlekler, iç gömlekler, ayakkabılar, mızraklar, silahlar, savaş kuşamları, zırhlar, zincirler, kelepçeler, yazı aletleri, defterler, kalemler, mürekkep yazı yazmaya yarayan ince deriler; hurma ve üzüm meyvelerinden yapılan içkiler, berberlik, demir,bakır, altın, gümüş madenleri, kuru çamurdan yapılan çömlekler... gibi şeylerden söz edilmektedir. Sözü edilen bu eşyaların bizzat adlarının, kendilerinin, ve niteliklerinin sergilenişi ve bunların değişik biçimlerde Kur'an'da kullanılması gösteriyor ki, peygamberlikten önce bu eşyalar, Peyamberin çevresindeki ahâli tarafından o zaman da bilinmekte ve tanınmaktaydı. Bunların bir kısmı temsil, haber verme ve cennet nimetlerini niteleme amacıyla gelmiş olsa da durum değişmez. Zira Kur'an insanlara ancak anladıkları, bildikleri bir dille hitab eder. Ayetler ilk etapta, Peygamberin çevresini oluşturan Araplara ve Hicazlılara hitâb etmiştir. Ve onlar Kur'an'la muhatab olanlardır. Yine bu ayetlerde sözü edilen eşyaların, muhatap alınan kimseler tarafından kullanıldığını, bilindiğini ve alışılagelen şeyler olduğunu ilham eden İşaretler vardır.
Bu sayılanlara gemicilik alet ve edevatını, çeşitli ziraî alanlarda kullanılan araç gereçlerin de iîave edilmesi gerekir. Çünkü daha önce naklettiğimiz ayetlerin ilham ettiği, gemicilik ve zirai faaliyetlerin varlığı, hiç kuşkusuz bunların da pek çoğunun var olduğunu gösterir. Bir de geçen konuda varlığını nakledilen ayetlerden Öğrendiğimiz, aliş-veriş eylemlerinde kullanılan ölçü ve tartı aletleri¬nin bunlara ilave edilmesi gerekir.
Açıktır ki, bu araç-gereçlerin ve malzemenin çoğu; yapı işlerinde, taş yontmacılığında, demircilikte, marangozlukta, mefruşatçılıkta, boyacılıkta, dokumacılıkta, terzilikte, bakırcılıkta, semercilikte ve şehir hayatının -uygarlığın hangi safhasında olursa olsun-gerektirdiği diğer ihtiyaç alanlarında faaliyet gösteren bir takım insan gruplarının varlığına muhtaçtır. Ki bunların çoğu Kur'an'da, hikmetinin gereği, çevre şartları ve alışkanlıklarıyla uyum sağlayacak biçimde dile getirilmiştir.
Hicazlıların kara ve deniz yolculukları ne ölçüde ve hangi safhada bulunursa bulunsun, muhtaç oldukları çeşitli araç-gereçleri ve diğer ihtiyaçlarını, yapılmış ve hazır olarak dışardan almaları, bunların çoğu genel ve günlük ihtiyaç maddeleri olduğu halde, onların hepsinde dışa bağımlı kalması akıl ve mantık kurallarına uygun düşmez, özellikle uygarlıkta, sanayide kendilerinden ileride bulunan ülkeler ile aralarındaki iletişim ve ulaşım, kolay sağlanan bir şey değildi.
Bunların tümüne binaen diyebiliriz ki -bu konuda Kur'an ayet¬lerinin delaletleri, karineleri ve ilhamları da bizi desteklemektedir.-

Hicaz şehirlerinde bir takım zenaatçı çevreler vardı ve bunlar ihtiyaçlarının pek çoğunu teinin ediyorlardı. Sanayi dalındaki faaliyetin boşluğunu dolduruyorlardı. Hicazlıların dışarıdan aldıkları; ev işlerinde ve geçimlerinde kullandıkları araç-gereçler, onların yapmayı beceremedikleri veya daha güzelini yapamadıkları sanayi ürünleri, lüks, süs ve güzellik malzemeleri, ipek işlemeli kapkacak ve bazı silah ve dokuma çeşitleriyle sınırlı kalmıştır.
Hicaz şehirlerinde Suriyeli, Mısır'lı, Habeşistanlı, Bizanslı, Iraklı, Yahudi ve Hıristiyan yabancı azınlıklar vardı. Başka bir fasılda bunlardan söz edeceğiz. Biz öyle sanıyoruz ki azınlıklar arasında Hicaz şehirlerinde sanayi işlerinin bir çoğu ile uğraşan ve oralarda küçümsenmeyecek bir boşluğu dolduran kimseler vardı. Ve onlar aynı zamanda mahalli zenaatkârların çekirdeği ve bu sınıfın öğreticileri durumundaydı. Siret ve tefsir rivayetlerinde buna bir nebze ışık tutan işaretler vardır. Ekonomik faaliyet sahalarında kazanç ve çalışma yalnız erkeklere özgü değildi. Kadının da buna katkısı ya da en azından bir kısmına şu veya bu şekilde katkısı vardı dediğimizde, herhalde yanılmış olmayız. Bununla beraber, kadının meşguliyet sahasının dar olma ve onun omuzuna binen yükün hafif kalma olasılığı vardır. Bu da, ikinci bölümde açıkladığımız gibi, o zamanki Arap toplumunda geçerli bulunan yaygın zihniyetle uyum sağlayabilecek bir şeydir.

Nisa Sûresi'nin şu ayetlerinde şöyle denmektedir:
"Ey inananlar, mallarınızı aranızda batıl sebeblerle yemeyin. Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka. Ve nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve zulüm ile bunu yaparsa onu cehenneme sokacağız. Bu da Allah'a kolaydır. Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz veya sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız. Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri arzu etmeyin. Erkeklere de kazandıklarından bir pay var. Kadınlara da kazandıklarından bir pay var. Allah'tan, O'nun lütfunu isteyin. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir." (Nisa, 29, 32)

Burada kaydettiklerimizi değişik açılardan destekleyen işaret¬ler vardır. Bunun yanında aynı doğrultuda rivayet edilen ve yakın derecesinde kesinlik kazanan nakiller de vardır. Örnek olarak da; Peygamberin -peygamberlik öncesi- ticarette vekillik ettiği büyük servet sahibi Hz. Hatice'yi verebiliriz.

6. Araplarda Yaşam Tarzı:

Genel olarak Hicazlılarm özellikle de Mekke halkının değişik böl¬gelere yapmış oldukları yolculukların ve ticaret kervanları sevketmelerinin, medeniyette kendilerinden daha ilerde olan, hayatın nimetleri ve rahatından, lüksünden daha fazla yararlanan dünya ile ilişki kurmalarını kolaylaştırmış olması pek tabiidir. Onların da bu hayatın ve bu medeniyetin araç-gereçlerini, vasıtalarını, büyük ölçüde buralardan kopya etmiş olmaları gerekir. Bir taraftan ticari faaliyet sonucunda elde ettikleri mallar, zenginlikler ve servetler, diğer taraftan zirai faaliyetleri, ve değişik alanlarda teknik ve sanayi çalışmaları onları, dünyanın medeni araçlarına yönelmeye itiyordu.

Kur'an ayetlerinin işaretleri ve karineleri bu yaklaşımı, küçümsenmeyecek ölçüde pekiştirmektedir. Kur'an; Mekke liderlerinin lüks bir hayat yaşadıklarını belirtmektedir. Aşağıdaki ayetlerde bunu görebiliriz:

Çünkü onlar bundan önce varlık içinde şımartılmışlardı. Büyük günah işlemekte ısrar ediyorlardı. (Vakıa, 45-46)
Ayrıca Bkz: (17/16: 23/63-64)

Daha önce naklettiğimiz Al-i İmran'ın 14. ayeti her ne kadar genel olarak insan tabiatının eğilim duyduğu şeyleri nitelese de, açıkça görüleceği gibi, bu vasıfların Peygamber çağında ve çevresinde yoğun etkisi ve şöhreti bulunan nitelikler olduğunu da ilham etmektedir. Ayet, gözden kaçmayacağı gibi, lüks ve rahat yaşamın çeşitli vasıtalarını kapsamaktadır.

Bazı liderlerin büyük servet sahibi olduklarını göstermek amacıyla Kehf, 28; Meryem, 73; Taha, 131; Beled, 6 gibi bazı ayetler de, bu liderlerin teknik ve medeni gelişmelerden yararlandıklarını, lüks ve bol nimetler arasında yaşadıklarını göstermektedir.

Bu böyle iken diğer taraftan Kur'an'da, cennet ile ilgili ayetlerde anlatılan nimetler, lüks vasıtalar, kişisel zevkleri anlatan pek çok nitelemeler, muhatab alman kimseler, yani Peygamberin çevresindekiler tarafından biliniyor olmayı gerektirmektedir. Tercihe şayan olan odur ki; onlardan bazı sınıflar, Kur'an'da temsilen cennet hayatına bir Ölçüde uygunluk arzeden bir lüks, rahat ve bolluk içinde yaşıyorlardı. Yüksek odaları, sarayları, atlastan sırmalısına kadar her çeşit ipek türlerini, kat kat yatakları, divanları, ipekle doldurulmuş döşekleri, koltukları, yastıkları, minderleri, altun yaldızlı giyim eşyasını, gümüşü, inciyi, mercanı, büyük-iri incileri, cam eşyaları, kandilleri, lambaları, avizeleri, şişeleri türlü türlü süs eşyalarını çok yakından tanımış olmaları, onları elde etmiş ve kullanmış olmalarını göstermektedir. Bunların hepsi sanayi hareketi konusunda naklettiğimiz bazı ayetlerde zikredilmiş, bir kısmı da şimdi vereceğimiz ayetlerde geçmektedir:

1) Onlar yakut ve mercan gibidirler. (Rahman, 58)
2) (Orada) astarları kaim atlastan yataklara yaslanırlar. (Rahman, 54) Ayrıca Bkz: (56/15-23; 76/12-21)

İşte bu ayetlerde ve öncekilerinde geçen nitelemeleri, sıfatları derinlemesine incelediğimiz zaman kesin kanaat getiririz ki, bunlar dünya hayatında alışılagelen şeylerdir. İlk defa onlarla muhatab, on¬lardan habersiz kimseler değiller. İşte Kur'an'ın üslubu ve gayeleriyle uyum sağlayan, ahenk içinde olan da budur. Zira teşvik ve tehdit için kullanılan yöntemler dinleyenlerin tanıdığı ve alıştığı vasıtalardan seçildiği, acısını ve lezzetini bildikleri ve sonuçlarından haberdar oldukları zaman daha da etkili olur. Bakara sûresinde bu yaklaşıma ışık tutan bir ayet vardır. Bu ayette belirtildiğine göre, cennet ehlinin rızıklandıkları şeylerin, daha önce tanıdıkları ve bildikleri şeylerden olduğu bildirilmekte ve onların; "bu, daha önce rızık olarak aldıklarımızı anımsatmaktadır," dediklerini hikaye etmektedir. Sözü edilen ayet şudur:

"İnanıp, yararlı işler yapanlara, kendilerine altlarından ırmak¬lar akan cennetler olduğunu müjdele. Onlara buranın bir ürünü rızık olarak verildiğinde, "Bu daha önce de rızıklandığımızdır" derler. Bunlar, söylediklerinin benzerleri olarak sunulmuştur. Onlara orada tertemiz eşler vardır ve orada temelli kalırlar." (Bakara, 25)

Açıkça fark edileceği gibi, bazı müfessirlerin daha sonra "Dünya rızıklari ile ahiret rızıklari, tadda ve lezzette birbirini tutmaz, ayrı ayrı olurlar" demiş olmaları bu yaklaşıma aykırı düşmez.
"De ki: "Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir? Bunlar, dünya hayatında inananlarındır. Kıyamet gününde de yalnız onlar içindir". Bilen kimseler için ayetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz." (A'raf, 32)

Yukarıdaki ayette belirtmeye çalıştığımız noktaya bir ışık tutulmaktadır. Çünkü ayet temiz olan rızıklardan ve Allah'ın kullan için çıkardığı süslerden kaçmayı, onları kullanmamayı hoş görmemekte ve onları dünyada müslümanlara da mubah kılmaktadır. Burada diğerleriyle birlikte onlar da yararlanacaklar. Fakat ahirette bu nimetler yalnız onlara özgü kılınacaktır.

7. Hayvancılık ve Avcılık:

Kur'an'da deve, sığır, koyun ve diğer ehil hayvanlardan söz eden, onlardan elde edilen ürünlere, yararlarına değinen, onların yünlerinden, tüylerinden, kıllarından, etlerinden, derilerinden ve sırtlarından yararlanmaya dikkat çeken pek çok Mekki ve Medeni ayet vardır.
Öte yandan onların su ve otlak (mera) gibi gereksinimlerinden, onların kesilmesi, yenmesi, kurban edilmesi, helal ve haram kılınması ve adanması ile ilgili olarak gelişen ve zamanla dini bir kılığa bürünen; alışkanlıklara, geleneklere ışık tutan ayetler de vardır. Bunlardan bir çoğu Kur'an'da çeşitli yerlerde ve değişik üslublarla işlendiğine göre, buradan hareket ederek, Hicazlılarm büyük bir zenginliğe sahib olduklarını, önemli yararlar elde ettiklerini, pek çok uğraş sahalarının olduğunu ve onların bu işlere gerçekten üstün derecede Önem verdiklerini söyleyebiliriz. Aşağıdaki ayetlerde bunlara işaret edilmektedir.
1) Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altun ve gümüşten, salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşın düş-künlük, insanlara süslü gösterildi. (Al-i İmran, 14)
2) Ey inananlar, ne Allah'ın işaretlerine, ne haram aya, ne kurbana ne gerdanlıklara ve nede Rabb'Ierinin lütuf ve nzasım arzu ederek Beyt-i Haram'a doğru gelenlere saygısızlık etmeyin.. (Maide, 2)
3) Allah Kabe'yi o saygı değer evi, insanlar için durak yaptı. O kutsal ayı,kurbanı, boynu bağlı kurbanlıkları da (böyle yaptı) (Maide, 97)
4) Allah, bâhîre, sâibe, vasile ve hâm18 diye bir şey yapmamıştır... (Maide, 103)
5) Zanlannca dediler ki: "Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da sırtı(na binilmesi) yasaklanmış hayvanlardır." Bir kısım hayvanların da üzerlerine Allah'ın adını anmazlar... (En'am, 138)
6) Hayvanları da yük ve kesim için yaratan Allah'tır. . (En'am, 142)
18 Bütün bunların detaylı açıklamaları ilerde '"Dinler ve inançlar' bölümünde ele alınacaktır.

7) Hayvanlarda da sizin için ibret vardır. Onların karınlarından, fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından hâlis, içenlere kolay süt içiriyoruz. (NahI, 66)
8) Allah O'dur ki, kimine binmeniz, kiminden yemeniz için size hayvanları yarattı. Onlarda sizin için faydalar var. Onların üstünde gönül-lerinizdekİ arzuya erersiniz; onların ve gemilerin üstünde taşınırsı¬nız. (Mü'min, 79-80)
9) O ki bütün çiftleri yarattı, size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar varetti. Ki onların sırtına binesiniz, sonra onlara bindiğiniz zaman Rabbinİzin nimetini anasınız ve: "Bunu bizim hizmetimize veren (Al-lah)ın şanı yücedir, yoksa biz onu yanaştıramazdık" diyesİniz. (Zuh-ruf, 12-13)
Ayrıca Bkz: (4/119; 6/136; 6/139; 6/143-144; 16/5-7; 16/10; 16/80; 22/28; 22/36-37; 20/53-54; 25/48-49; 36/71-72; 79/31-33)

Bu ayetlerle dikkat çektiğimiz konuya okuyucunun da dikkat etmesi; Kur'an'm yoğun biçimde işlediği hayvanlar ve sürü hayvanların peygamber çağında ve çevresinde büyük bir etki sahibi olduklarını idrak etmesi beklenir. Hemen aklımıza gelen odur ki: Hayvanların ve sürülerin eğitilmesi ve yararlanılır hale getirilmesine, özellikle köylüler büyük önem veriyorlar ve üzerinde duruyorlardı. Hayatları ve geçimleri daha ziyade onlara dayanıyordu. Zira onların yaşamları buna daha müsaitti. Suların ve meraların peşinde dolaşmaları ve bu dolaşma için de sürü hayvanlarına, yük hayvanlarına ihtiyaç hissetmeleri daha bariz olarak farkediliyordu. Sonra onların geçim yaşamları da kendilerini buna zorunlu kılıyordu.
Ancak Kur'anî ayetlerin genel oluşu ve hitabın ilk etapta yakın dinleyicilere yöneltilmiş olması; Hicazın şehirlerinde ve kasabalarında yaşayan halkın da bu açıdan köylülere katıldığını, onlara katkıda bulunduklarını ve onlarla iç içe yaşadıklarını söylemeye müsait olmaktadır. Şöyle ki onlardan da sürü ve binek sahibi bulunan ve aynen köylülere benzeyen kimseler vardı. Onlar da hayvan ve sürülerine çok önem verirlerdi. Ve bir çok yönden bunlardan büyük yararlar elde ederlerdi. Mesela çiftçi olanlarının zirai işlerde develere ve sığırlara büyük ihtiyaçları vardı. Tüccar olanları da develere muhtaçtı. Özellikle zorluklarla dolu uzun yolculuklarında ve kervanlarında bunlara çok ihtiyaç duyarlardı. Ki bu zor ve uzun yolculuklarda, sabırlı ve gayretli develerden başkası onların kahrını çekemezdi.
Kur'an'da bir dizi ayette avdan söz edilmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki, bu dönemde av, Arapların önemli uğraşlarından ve ciddi geçim kaynaklarından biriydi. Onlar bu işi at sırtında ok atma ve kovalama (iz sürme) şeklinde gerçekleştiriyorlardı. Bir çoğunun geçimleri buna dayanıyordu. İşte ayetler:
1) Ey inananlar! Akitleri yerine getirin. Size okunacak olanların dışındaki hayvanlar sizin için helal kılındı. Yalnız ihramda iken avı helal saymamak 19 şartı ile. (Maide, 1)
2) İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. (Maide 2)
3) Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: "Size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların, sizin için (uttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın, Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. {Maide, 4) Ayrıca Bkz: (5/94-96)

19 Kur'an ayetleri ve rivayetlerden anlaşıldığına göre "Hıırum" hali İslâmdan ön¬ce iki şey için kullanılıyordu: Haram aylarda ve Haram olan Mekke mıntıka¬sında. Birincisi gelmedi Bu genelleme Muhammedî Sünnet ile tadilata uğra¬mış, haram hali yalnız ıhramîı hal ile sınırlı tutulmuştur. İhram, ziyaret ya da hacc için dikişsiz elbise giyinmektir.

Maide'nin 4. ayetinden anlaşıldığına göre Araplar Peygamber asrında ve çevresinde küçümsenmeyecek ölçüde avcılık sanatında ilerlemiş bulunuyorlardı. Avcılıkta -Şahin, doğan ve kartal gibi-yırtıcı kuşları ve köpekleri kullanıyorlardı. Bu hayvanlara avcılık öğretiyorlardı. Böylece hayvanların istenen şekilde avlanmasını sağlıyorlardı. Yine ayetten anlaşıldığına göre müslümanlar, öğretilmiş yırtıcı hayvanlarla yapılan av etini yemekten sakınıyor ve onları yemiyorlardı. Kur'an onlara bunu normal durumlarda helal kılmıştır -Ihram'da oldukları durumlar müstesna edilerek- Yeter ki silahı atarken ve yırtıcı hayvanı bırakırken Allah'ın adını anmış olsunlar. 96. ayette de deniz avına, yolculukta ve normal durumlarda bunun insan yaşamı üzerindeki yararlarına ve etkisine işaret edilmiştir. Bu da deniz avının, Arapların; yaşamlarında kendisine dayandıkları, bir zenaat ve rızık kazanma yolu olduğunu gösterir.

Maide 1. 2. ve 94-95. ayetlerden Arapların, İslam'dan Önce de ihramlı durumlarda kara ve deniz avcılığını, Haram Aylarda kan dökmeyi ve hayata son vermeyi haram saydıkları çıkarılabilir. Kur'an'la birlikte deniz avcılığı hem ihramlı durumlarda hem de normal durumlarda serbest bırakıldı. Çünkü zaruri bir ihtiyaçtı ve yaşam aşırı olarak ona bağlıydı. Özellikle sahiller boyunca yolculuk yapanlar için bu avcılık hayatî bir öneme sahipti. İhramlı hallerde kara avcılığının haram kılınması, normal hallerde ise serbest kılınması kararlaştırıldı. Her iki durumda da deniz avcılığının serbest bırakılmış olması onun zaruri bir ihtiyaç maddesi olduğunu, aşırı derecede önemli bir gıda maddesi olduğunu kara avcılığından daha geniş alanlarda yayıldığını, kullanıldığını gösterir.

Ayetlerde avcılık çeşitleriyle uğraşanların kimler olduğunu belirten bir malumat yoktur. Durum bu olduğuna göre denebilir ki: Araplar medenisiyle köylüsüyle bu dönemde ava özellikle önem veriyor ve onunla meşgul oluyorlardı, normal olarak akla gelenler ise, köylü olanların kara avcılığıyla daha fazla uğraşmış olmaları ve yaşamlarında ona dayanmış olmalarıdır, öte yandan sahil bölgelerde yaşayanların ise deniz avcılığı ile daha fazla uğraşmaları ve sürekli olarak onunla içli dışlı olmaları, yaşamlarında ona dayanmış olmalarıdır.
94. ayette geçen "elleriniz ve mızraklarınız ona ulaşır" ifadesi Arapların zaman zaman mızraklarla avlandığını gösterirken, 4. ayet onların gerektiğinde ok ile de avlandıklarını göstermektedir. Avı uzaktan ok ile vuruyor sonra da ardına köpekleri ve yırtıcı kuşları bırakıyorlardı.

8. Araplarda Yeme, İçme, Eğlence, Barınma, Giyim-Kuşam:

Kur'an'da daha önceki konularda kaydedilenlere ilave olarak; Peygamberin çevresi ve çağının yeme, içme, eğlenme, ev yapma, ev döşeme, giyinme ve süslenme ile ilgili alışkanlıkları gibi pek çok âdetlerine ışık tutan bir çok ayet vardır. Şunu belirtmeliyiz ki bu bölüm onların ailevi, sosyal, dinsel ve ruhsal/psikolojik alışkanlıklarını, adetlerini, ahlaklarını ve geleneklerini ele almayacaktır. Zira bununla ilgili özel bölümler ilerde gelecektir.

Önce onların yemeklerine bakalım:

A) Deve, sığır ve koyunlarla onların etleri ve sütleriyle ilgili olarak daha önceki bölümlerde bir kısmını naklettiğimiz bir dizi Kur'an ayetinden ilham alınarak denebilir ki: Hayvanların Özellikle koyun, keçi, sığır ve develerin etleri ve sütleri Peygamber çevresinde ve çağında insanların başlıca gıda kaynağıydı ya da başlıca gıda kaynaklarından biriydi. Yemek için etlerin pişirilmesiyle ilgili olarak kaydedilen yalnızca "Haniz" yani kızartılmış kavramıdır. Bu da,İbrahim'in (a) konuklarıyla ilgili olarak gelen ayette şöyle ifade edilmiştir:
"Çok geçmeden kızartılmış bir oğlak getirdi..." (Hud, 69) Onların, etlerin pişirilmesiyle ilgili daha pek çok yöntemlere sahip olduklarında kuşku yoktur.

B) Ölü hayvanın etini, akıtılmış kanı ve domuz etini yemenin haram olduğunu ifade edip pekiştiren bir dizi Mekki ve Medeni ayet vardır. Onlardan bir kaçını aşağıya alıyoruz:

1) Şüphesiz size ölü hayvan etin, kanı, domuz etini, Allah'tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır; fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir. (Bakara, 173)
2) Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanarak ölmüş hayvanlar -henüz canları çıkmadan kesmeniz hariç- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fısktır. (Maide, 3)
3) De ki: "Bana vahyolımanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti, günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan başkasının payına el uzatmamak ve zarureti aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir" Doğrusu Rabb'ın bağışlar ve merhamet eder. (En'am, 145

Bunların aynı zamanda, Tevrat'ta da haram kılındığı, Allah'ın onları -vahiy ile- Tevrat'ta haram kıldığı gibi, Kur'an'da da haram kıldığı doğru olduğuna göre, zor durumda kalanların bağışlanacağı ve "Bugün kâfirler sizin dininizden umudunu kestiler" şeklindeki Maide ayetinde bütün Peygamberlerin çevre halkının bu haramlara yanaştığını ya da en azından onların bir kısmını kullandıklarını söyleyebiliriz. Buna ilave olarak Maide ayetinde yeterli bir açıklama yapılmış ve ölü hayvanların etlerinin yendiği sağlam bir biçimde gösterilmiştir. Sonra En'am sûresinde yer alan bir ayet, Arapların ölü hayvanın etini yeme alışkanlıklarını daha güçlü bir açıklıkla ortaya koymaktadır. Şimdi bu ayete bakalım:
«"Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepimiz ona ortaktır" dediler. Allah bu türlü sözlerin cezasını verecektir, çünkü O, hakimdir, bilendir.» (En'am, 139)

Araplardan nakledilen sözlerden biri de şudur: «Biz kendi ellerimizle öldürdüklerimizi yeriz de Allah'ın öldürdüklerini nasıl yemeyiz?»
Kan içme konusu ile ilgili olarak tefsircilerin kaydettiklerine göre Araplar kanı kaynatmak suretiyle terbiye ediyor ve bazı bitkileri onun üzerine ekiyorlardı. Bu sözün sürekli devam eden olaylarla ilgili olması uzak bir ihtimal değildir. Buna bağlı olarak Arapların akıtılmış kanı içtiklerini söylemek mümkündür.
Domuza gelince, Peygamber çevresinin ve asrının onun etini yemeyi alışkanlık haline getirdiğini ya da bu hayvanın Hicaz bölgesinde yaşadığını gösteren hiç bir kayda rastlayamadık. Bu nedenle Arapların bu kesiminin (Resulullah'ın çevresi olarak) domuz etini yemedikleri fikrine eğilim duyuyoruz. Bununla beraber Arapların domuz etini bildikleri, Şam bölgelerine yolculuklarında onu yedikleri ihtimali de vardır. Zira bu bölgede domuzlar yaşıyordu. Halk olarak da Hıristiyanlar hakimdi ve Hıristiyanlar domuz etini yiyorlardı.
Açıktır ki, Kur'an'da kanın, ölünün ve domuzun haram kılınması, hikmet gereği olarak onların pis olarak sayılmasından kaynaklansa da yine de bu haram sayılan şeylerin aynı zamanda Tevrat'ın da haram kıldığı şeyler olmasıyla çelişmez. Şu kadar var ki: Bunların hem Kur'an'da ve hem de Tevrat'ta haram kılınması Peygamber çevresi ve asrında onları kullanmanın yaygınlığına işaret etmekle beraber onların çok eski alışkanlıkları olduğunu da göstermektedir.

C) Kur'an'da ekmekten söz edilmemiştir. Yalnız "biçilecek taneler", "birbirinin üstüne bindirilmiş taneler", "yedi başak veren ve her başağında yüz tane bulunan bir tek tane", "soğan, sarmısak, mercimek, bakla, salatalık", "ekinler"den söz edilmiş ve daha önceki bir konuda ayetlerini nakletteğimiz adı geçen pek çok ağaç zikredilmiştir. Tüm bunların Kur'an'da geçmesi Peygamber çevresinin ve çağının bu hububatı bildikleri, onları ekip-biçtikleri ve gıda maddesi olarak kullandıklarını ilham etmektedir. Bu aynı zamanda bir dizi hadis ve rivayetle de pekişmektedir.

D) Daha önce başka bir münasebetle naklettiğimiz ayetlerde hurma ağacı ve onun kuru ve yaş meyvesi çokça zikredilmiştir. Ayetlerden birinde Arapların hurma ağacı meyvelerinden elde ettiği güzel rızıklanmaya -tercihe şayan görüşe göre güzel yemeğe-işaret edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Peygamber çağında ve çevresinde yaş hurma ve onun kurutulmuşu başlıca gıda maddesiydi.

E) Bazı ayetlerde baldan da sözedilmektedir. Bu ayetlerden birinde, balda insanlar için şifa olduğu belirtilmiştir:
«Rabb'in bal arısına "Dağlarda, ağaçlarda, ve hazırlanmış kovanlarda kendine yuva edin; sonra her çeşit üründen ye; sonra da Rabb'inin işlemek için gösterdiği yollardan yürü" diye öğretti. Karınlarından insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir toplum için bunda ibret vardır» (Nahl, 68-69)

Bu ayetlerden birinde de bal, cennetde yer alan büyük nimetlerden biri olarak nitelendirilmiştir:
«Allah'a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennet şöyledir: Orada temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır.» (Muhammed, 15)

Buradan rahatlıkla anlaşılıyor ki, bal onların rağbet ettikleri bir gıda maddesiydi. Sonra ilaç olarak da kullanılıyordu. İlaç olarak kullandıklarında süzme balı kullanıyorlardı. Açıkça görüleceği gibi bu, onların üstün medeni bir zevke sahip olduklarını yansıtmaktadır.

F) Bir dizi ayette de zeytin ağacı ve zeytinden sözedilmiş, bazı ayetlerde özellikle onun meyvesini yiyenler için, yağlı ve yemek (katık) olarak gösterilmiştir:
"Ve Tur'i Sina'da çıkan bir ağaç. O yağlı ve yiyenlere bir katık olarak bitmektedir" (Mû'minun, 20)

Buradan hareketle Peygamber çevresi ve asrında zeytin yağının önemli bir gıda maddesi olduğu söylenebilir. Nur suresinin 35. ayetinden Hicazlıların onu aydınlatmada da kullandıkları çıkarılabilir: "Sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir..." Dikkat çeken olaylardan bir de Mû'minun ayetinin, ağacın Tur'i Sina'da çıktığını kaydetmiş olmasıdır. Bununla beraber zeytin, başka ayetlerde nar, üzüm ve hurmalarla birlikte zikredilmiş ve onun da bu ağaçlar gibi Hicaz'da yetiştiğini ilham eden bir uslub kullanılmıştır. Örneğin En'am 99 ve 141 ile Nahl'in 11. ayetleri bu tür ayetlerdendir. Kur'an'dan ilham alarak ve onun ayetlerini bağdaştırarak şöyle bir yaklaşımda bulunmamız bilmem doğru olur mu? Mû'minun ayeti zeytin ağacının ilk olarak yetiştiği ana yurdunu zikretmektedir. Hicazlılar da onun fidanlarını Tur'i Sina bölgesinden alıp getirmiş ve Hicaz'ın bazı bölgelerine Özellikle de iklim yönünden bir ölçüde Şam iklimine benzer bir takım şartlar taşıyan Taife, onu daha da çok dikmişlerdir. Her ne olursa olsun bizim tercihimize göre onlar yemek ve yakmak suretiyle büyük ölçülerde zeytinyağı tüketiyorlardı, ve bu tükettikleri mallarla ilgili ihtiyaçlarını, ya da büyük bir kısmını, Şam bölgesinden temin ediyorlardı.

G) Üzüm ve nar bir kaç defa, incir ise bir defa zikredilmiştir. Başka ayetlerde de meyve ve meyveler kavramı genel olarak kullanılmıştır. Ve hurma ağacı meyvesinden olduğu gibi üzümden de güzel rızık-güzel yiyecekler yaptıklarına işaret edilmiştir. Bu da Peygamberin çevresi ve asrının bu tür bitkileri ve onların familyasında olanları bir gıda maddesi olarak, bir meyve olarak tanıdıklarını göstermektedir. Onların bunları ektikleri de anlaşılmaktadır.
Daha önce Arapların geçim hayatında ve gıda maddeleri arasında kara ve deniz yolu aracılığıyla elde edilen etlerin ne kadar önemli yer tuttuğunu belirtmiştik. Biz bu diziyi tamamlamak amacıyla ona bu şekilde işaret etmekle yetineceğiz.

İkinci olarak, kullandıkları meşrubat ve içkilere işaret edelim:

Kur'an'da bir dizi ayet şarap, içki ve sarhoşluk veren şeylerden söz etmektedir. Bu ayetlerden bazısı sarhoşluk veren şeylerin hurma ve üzüm meyvelerinden yapıldığına, bazısı Allah'ın müminler için cennette hazırlamış olduğu içkileri meşrubatı, her ikisinin çeşitlerini bardaklarını, çanaklarını bu içkiler ve meşrubat ile dünya içkileri ve meşrubatı arasındaki farkları, dünya içkilerinin sebep olduğu nahoş durumların, ahiret içkisi için geçerli olmadığını ve onun bundan arı-duru hale getirildiğine işaret edilmekte; bazılarında içkiden soru sorulmakta sonra da onu yasaklayan emirler yer almaktadır. Şimdi bunlarla ilgili ayetleri gözden geçirelim:

1) Sana içki ve kuman sorarlar de ki: "İkisinde hem büyük günah, hem de insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür. (Bakara, 219)
2) Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz... (Nisa, 43)
3) Ey inananlar, şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları şeytan İşi birer pisliktir. Bunlardan kaçının kİ kurtuluşa eresinİz. Gerçekten şeytan, iç-kİ ve kumaTİa aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan da alıkoymak ister Artık vazgeçtiniz, değil mi? (Maide, 90-91)
4) Ömrüne andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde kör, sersemdirler. (Hicr, 72)
5) Hurmalıkların ve üzümlüklerin meyvelerinden, ondan hem sarhoşluk verecek içki, hem de güzel bir rızık edinmektesiniz (Nahl, 67ı
6) Onlara istek duyup-arzuladık!arı meyvelerden ve etten de bol bol verdik. Orada bir kadeh kapışır-çekişiiler ki, onda ne boş saçma bir söz, ne de bir günaha sokma vardır. Kendileri için civanlar, etraflarında dönüp dolaşırlar; sanki sedefte saklı inci gibi tertemiz, pırıl pırıl (Tur, 22-24)
7) İyiler de, karışımı kâfur olan bir kadehten içerler. (însan, 5) Ayrıca Bkz: (22/2; 37/44-47; 83/22-28; 56/15-23; 76/12-21)

Ayetlerin ilham ettiğine göre; birinci olarak: İçki yapmak ve kullanmak Peygamber çevresi ve asrında küçük görülemeyecek bir alana egemen olmuştu. İçki kullanmak geniş şekilde yayılmış, köklü olarak yerleşmişti. Buna bağlı olarak içkinin tanıtılması yer yer tekrar edilmiş ve onun ahirette cennet zevklerinden biri olduğu hatırlatılmıştır. Yanısıra cennette onların nehirler kadar bol olduğunun hatırlatılması da gösteriyor ki; artık içki onların vazgeçilemeyecek temel ihtiyaçları haline gelmişti. Kötülüğünün tedrici olarak bildirilmesi, sonra sarhoş hallerde namaza yaklaşmanın yasaklanması, son olarak da birden yasaklanmış olması onun ne derece köklü biçimde yerleştiğini göstermektedir. Eğer böyle olmasaydı hukuki açıdan böyle bir sonuca varılması için, bu şekilde bir tedricin takip edilmesine gerek yoktu. Maide ayetlerinin Kur'an'ın son inen ayetleri olması da dikkat çekmektedir. Bu da gösteriyor ki: Müslümanlar arasında içkinin kullanılması Medine döneminin geç zamanlarına kadar yaygın, köklü ve sürekli olmuştu. Bu da bizim kaydettiğimiz yaklaşımı pekiştirmektedir.

İkinci Olarak: Cennetteki içki meclislerinin nitelikleri, içkinin vasıfları ve yapısıyla ilgili nitelemeler, dünyada tanınan ve bilinen nitelemelerdir, tik olarak Kur'an'ın muhatabı olan bu kimseler, bunlardan habersiz değildi. Onlardan bir kısmı bundan bir ölçüde yararlanıyordu. Çünkü Hicaz şehirlerinde ve özellikle Mekke'de aşırı zengin kimseler vardı. Zira içki meclislerinin ekseriyeti Mekkidir. İçkiden hoşlanıyor ve onun için oturumlar düzenliyorlardı. Koltukları ve masaları, mezeleri diziyorlar etrafını hoş kokulu bitkilerle süslüyorlardı, çeşit çeşit et ve meyve sofraları kuruyorlardı. Bu esnada ipekten elbiselerini giyiniyor, içkilerinin tadlarını ve kokularını zencefil, kâfur ve misk ile güzelleştiriyorlardı. Bu işlerin görülmesinde genç hizmetçileri kullanıyorlardı. Bunlar onların gümüşten tabaklarını, billurlaşan bardaklarını kendilerine sunuyorlardı. Zencefil, kâfur ve miskin özellikle yadedilmesi yaklaşımımızı pekiştirmektedir. Zira içkiyi bu tür ilaçlarla daha güzel hale getirme eylemi eğer bilinen bir şey olmasaydı, hikmet gereği olarak bunların açıklanmasının bir anlamı olmazdı. Özellikle kesin bilgi ifade edebilecek derecede, bu ilaçlar genel olarak tanınıyor ve biliniyordu.

Üçüncü Olarak: Hamr genel bir kavramdır, sarhoş eden içki anlamına gelir. Onun belli bir çeşidini ifade etmez. Durum bu olduğuna göre Arapların bir çok içki çeşidini bilmeleri, kullanmaları ve yapmaları ihtimal dahilindedir. Bu ayette bildirildiğine göre, bu içki çeşitlerinden birinin rengi beyazdı, içkiler yaş hurma ve üzümden yapılıyordu. Pek tabiidir ki, bunlara; kurutulmuş olanları da, yani kuru hurma ve kuru üzüm de dahildir, insanlar bireysel zevklerinin yanında, ekonomik hareketle bağlantılı olarak özel menfaatler elde ediyorlardı.
Sarhoş edici şeylerin yapımı ve kullanılması genellikle -Bu hususta Kur'an'dan bir dayanağımız olmasa da- şehirlerde oluyordu. Zira hurma ve üzüm bahçeleri yalnızca Taif ve Yesrib'te bulunuyordu. İçki için düzenlenen bu meclisler ve alemler ancak şehirlerde altından kalkılabilecek şeylerdi. İçkideki menfaatler, tercihe şayan görüşe göre, şehir hayatının tabiatı gereği gelişen Ticari ve Sınai hareketle ilişkilidir. Pek tabii olarak bazı köylülerin de onu kullanmış olmaları bu yaklaşımı zedelemez.

Üçüncü Olarak: Kumar
Kumardan, önceki konularda naklettiğimiz Bakara, 219 ve Ma-ide, 91-92. ayetlerde söz edilmiştir. Orada kumar içki ile beraber kaydedilmiş onun statüsünde değerlendirilmiş, yararları, günahı ve yasaklanışı beraber verilmiştir. Pis olarak nitelenmiş, kin ve düşmanlığa neden olduğu, kişinin Allah'a karşı görevlerini yerine getirmesine engel olduğu belirtilmiştir.

Bu ayetlerden ilham alarak şu tesbitlerde bulunulabilir.
Birinci olarak, Kumar o sıralarda insanların eğlence için alışkanlık haline getirdiği adetlerdendi.
İkinci olarak, yaygın ve köklü bir halde yerleşmişti. Onun için, ancak Medenî dönemin sonlarına doğru kesin bir üslub ile yasaklanmıştır. Yasağın etkili olabilmesi için o kadar beklenmiştir.
Üçüncü olarak, kumardan kaynaklanan ayrılıklar, anlaşmazlıklar çoğu zaman kin ve düşmanlığa neden oluyordu.
Maide suresinin 91. ayetinde ve aynı sürenin daha önce başka bir ilgiden dolayı naklettiğimiz 3. ayetinde geçen "Ezlâm" kavramının anlamı hakkında değişik görüşler vardır. Bu görüşe göre "Ezlâm" kavramı Hubel Putu yanında Ka'be avlusunda istihare için atılan oklar anlamına gelir: Orada iki çeşit fal okları vardı. Bir çeşidinin üzerinde emir ve yasak yazılıydı. Diğer çeşidinin üzerinde ise soylar ve kanlarla ilgili problemlere ilişkin sözcükler. Bir yolculuk ya da iş yapmak isteyen biri, putun hizmetçisine gelir ve onun için istiharede bulunmasını isterdi. înanç ve dinler konusunda bu konuya tekrar döneceğiz. Başka bir grüşe göre bunlar kumar ve oyun şeklinde atılan oklardı. Bunlar on taneydi. Yedi tanesi kazanç, üç tanesi de zarardı. Gençler toplanır ve bir deve alır kasaba götürürlerdi. Kasab, onu on parçaya bölerdi. Sonra oklar birbirine karıştırılır ve atılırdı. Kazanç oklarının sahipleri eti alırlardı. Zarar oklarının sahipleri ise parayı öderlerdi. Biz tefsirimizde Maide'nin 3. ayetin-deki "Ezlam" kavramının kumar yoluyla kesilen şeyler olduğunu tercih ediyoruz. Çünkü ayet, yenmesi haram olan hayvanların niteliklerini belirtmektedir. 91. ayette geçen "ezlam" kavramıyla ise, istihare okları kastedilmiş olabilir. Çünkü ayet, içki, kumar ve ezlam'ı beraber kaydetmiştir. Buraya kadar söylediklerimizden özetle şunlar çıkartılabilir:

1- Ayette geçen meysir kavramı, genel olarak kumar anlamına gelir ve pek çok çeşitleri vardır.
2- Develerin etleri üzerine oynanan bir çeşit ok vardı. Bunlarda zarar eden parayı Ödüyor, kâr eden de eti kazanıyordu.

Dördüncü olarak: Musiki, sohbet ve eğlence meclisleri
Dikkat çeken noktalardan biri de Kur'an'da musikiyle, musiki meclisleri ve vasıtalarıyla ilgili hiçbir şeyin açık olarak zikredilmemiş olmasıdır. Bazı müfessirlerin musiki olarak açıkladıkları bir ifadeyi istisna edersek, -içkide olduğu gibi- Allah'ın, ahiret gününde iyilik yapanlara hazırladığı şeyler arasında musikiden söz edilmemiştir. Biz bunun hikmetini açıklamaya takat getiremiyoruz. Halbuki musiki ve şarkı yaklaşık olarak beşer hayatında hep tabii bir şey olagelmiştir. Toplum, uygarlık ve medeniyet çizgisine göre nerede bulunursa bulunsun, musiki, bir gerçektir. Sonra musiki meclisleri, sanatları ve vasıtaları, aletleri insanın içini ferahlatan şeylerdir. Bunlarda da içki içme ve hoşa giden meclislerde bulunma gibi zevkler ve lezzetler vardır.
Peygamber çevresinde ve çağında bu tür şeylerin hiç olmadığını farzetmek doğru olmaz. Çünkü bu çevre ve asrın başka alanlarda küçümsenmeyecek bir payı ve katkısı vardı. Rivayetlerin kaydettiğine göre de, bu tür şeyler oluyordu: Ebu Cehil, Ebu Sufyan'ın kervanını kurtarmak amacıyla ordu ile birlikte Bedir kuyusunun başına geldiğinde, develer kesilmeden, içkiler içilmeden ve şarkıcı kadınlar şarkı söylemeden oradan ayrılmayı reddetti. O'nun bu ısrarı müşriklerle müslümanların çarpışmalarının nedenlerinden biri oldu.
Daha Önce işaret ettiğimiz ifade, Cuma sûresinde kaydedilen "Bir ticaret ya da lehv/eğlence gördüklerinde hemen ona üşüştüler" ifadesidir. Müfessirler burada zikredilen lehvden' kastedilen şeyin musikiden kinaye olduğunu söylemişlerdir. Tefsircilerin rivayet ettiklerine göre kaval çalan, tef çalan bir grup eğlence adamı, bir keresinde Mescid bölgesinden geçmişti. Neşelenme ve eğlence amacıyla çoğu kimseler dışarı çıkmış ve ayetin ihtiva ettiği eleştiriye mustehak olmuşlardı.
Her ne olursa olsun, Kur'an'ın musîkiden bahsetmemiş olmasından ilham alarak tercih ettiğimiz görüşe göre peygamberin çevresinde ve asrında musiki gelişmiş değildi. Bu hem Mekke'de hem de Medine'de böyleydi. Peygamber asrının ve çevresinin, medeniyet ve ondan yararlanma alanında elde ettikleri küçümsenmeyecek derecedeki paya uygun düşecek bir musiki gelişmesi ve yaygınlığı yoktu. Dinleyicileri coşturan, hoş karşılanan meclisler, müzik için düzenlenmiyordu. Halbuki içki için düzenlenen toplantılar, meclisler alabildiğine yaygındı ve coşturucuydu. Tabi olarak da insanların içkide olduğu gibi düşkünlük gösterdikleri, önem verdikleri ve ilgilerini çektiği bir yararlanma, zevk ve lezzet duyma olayı yoktu.
Emeviler devrinde, Medine'nin müzik tarihine bakılırsa sözkonusu görüşe delil teşkil ettiği görülebilir. Bu sırada, musiki için gerçekten bir devlet söz konusuydu. Hoş karşılanan musiki meclisleri düzenleniyor, şarkı söyleniyor, çalgı aletleri çalınıyor ve birlikte içiliyordu. Şu kadar var ki şarkıcı erkekler ve kadınlar dışardan getirtiliyordu ve bu dönem İslam'dan önce değil sonraydı.

Gece sohbetlerine gelince Kur'an'da bir ayette bununla ilgili bir kavram geçmektedir ki o da "Samir" kavramıdır:

"Gerçekten benim ayetlerim size okunmaktaydı, fakat siz to¬puklarınız üzerinde geri dönüyordunuz. Bana karşı büyüklük tas¬layarak gece vakti hezeyanlar sergiliyoruz." (Mü'minun, 66-67)

Her iki ayette müşrikler, peygamberi ve konuşmasını sanki sohbet eden, yani kendilerine efsane okuyan hikayeci biri olarak değerlendirip terkettiklerinden eleştirilmekte, ayıplanmaktadır. Sanki peygamber onlar için bir uyarıcı, hakka ve doğru yola çağıran bir davetçi değil de, kendilerine hikayeler anlatan bir masal ustasıydı.
Bu da ilham ediyor ki, Peygamberin çevresinde ve asrında, önceki milletlerin kıssaları ve geçmişte meydana gelen olayların hikaye edildiği gece sohbetleri düzenleniyordu. Belki de "Samir'i akşamcı kavramının kullanılması bu iş ile özellikle meşgul olan ve o konuda uzmanlaşan bir takım insanların bulunduğunu, insanların onların etrafında halkalandığını, zamanlarının bir kısmını ya da gecenin bir kısmını bu şekilde sohbet ederek geçirdiklerini ilham etmektedir.

Beşinci olarak: Evler

Arapların, medenisi ve köylüsüyle kullandıkları evler konusunda ilham alınacak pek çok ayet Kur'an'da bulunmaktadır. Bakara 189; Tevbe, 110 Nahl, 80; Nur, 61; Zuhruf, 33-34; Zumer, 20 ve Tur, 4-5. ayetlerini burada hatırlayabiliriz. Bu ayetlerin hepsini daha önceki ilgilerinden dolayı nakletmiştik. Bunlara göre Hicaz'ın şehirlerinde yaşayanlar evlerini temeller ve sütunlar üzerine yapıyorlardı. Bu evlerden bazıları üst üste katlardan oluşuyordu. Onlara yükselticilerle yani merdivenlerle ya da aşağıdan yukarıya kademe kademe yükseltilen yapılarla çıkıyorlardı. Köylere göç ettiklerinde -bu pek tabii olarak köyde yaşayanları ilgilendiriyor- hayvanların derilerinden evler yapıyorlardı. Ve onlar, çadırları da biliyorlardı.

Altıncı olarak: Ev Eşyası ve Sergiler:

Daha önceki bir münasebetle naklettiğimiz Kehf, 31; Zuhruf, 71; Rahman, 54; Vakıa, 17-23; İnsan, 12-21; Mümin, 13-16; Nahl, 80; Se-be', 13; Zuhruf, 33-34; Maide, 112. ayetleri gösteriyor ki Araplar hayvanların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından kendilerine ev eşyası yapıyorlardı. Yine onların minderler, koltuklar, yastıklar, sedirler, çeşit çeşit kablar, çanaklar, kazanlar, bardaklar, ibrik, yemek
tabakları, sofralar ve benzeri şeyler kullandıklarını görmekteyiz.

Yedinci olarak: Giyim

Daha önce naklettiğimiz Nur, 31, 60 ve Ahzab, 59. ayetleri gösteriyor ki:
1- Kadınlar baş örtüleri kullanıyorlardı. Giyindikleri elbisenin bazı yırtmaçları (Dekolte) vardı. Buradan boyunları, göğüslerinin ve sırtlarının bir kısmı görünüyordu.
2- Onlar baş örtüsünden ayrı olarak bir üstlük daha giymekte idiler. Belki de bu cilbab denen bir tür aba idi. Ayetlerin ilhamına göre kadının giyimi, şehirdeki kadının giyiniş özelliklerini taşımaktadır. Medeni Arap kadınının namusunu, iffetini, korumada kötü sonuçlara neden olacak açılıp saçılmalardan, süslerini göstermelerden ve dekolte giyinme şekillerinden sakınmaya özen gösterdiklerini göstermektedir. Köylü kadının da şehirli kadınınkine yakın bir giyinişi olduğuna meyletsek de köylü kadının aynı şekilde mi yoksa buna yakın şekillerde mi giyindiğini bilemiyoruz.
Erkeklere gelince, Kur'an'da onlar için, kadınlarınkinde olduğu gibi, belli bir giyiniş şeklini gösteren bir şey yoktur. Elimizdeki tüm bilgiler giyilen elbise, sırta giyilen gömlek, ayakkabı ve elbiseye bürünme gibi şeylerdir. Bunların hepsi erkeklerin giyinişi sadedinde kaydedilmiştir.

Sekizinci olarak: Süslenme ve süsünü gösterme Nur sûresi 31. ayetîndeki: "Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını da yere vurmasınlar" cümlesi Arap kadınının süs olarak ayaklarına halhal taktığını göstermektedir. Yine daha önceleri başka münasebetlerle kaydettiğimiz ve muhteva olarak altun ve gümüş bileziklerden, inci ve mercandan bir süs olarak sözeden bir dizi ayet, tabiatıyla bunların aynı zamanda bir süs eşyası olarak kullanıldığını ifade etmektedir.
Nur sûresinde 60. ayette "Süslerini açığa vurmaksızın örtülerini çıkarmalarında kendileri için bir sakınca yoktur" cümlesi, Nur sûresinde 31. ayette: "Süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç. Baş örtülerini, yakalarının üstüne koysunlar, Süslerini de kocaları dışında kimseye göstermesinler." cümlesi ve Ahzab sûresi 33. ayette "İlk cahiliyenin süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın" cümlesi Arap kadınlarının süslenmeye, güzelleşmeye ve güzelliklerini göstermeye hayli önem verdiklerini ilham edebilir. Onların ne tür bir süslenme, nakış ve model kullandıklarını tam tesbit etme olanağı yoksa da bunu tahmin etmek mümkündür.
Ayrıca cennetin niteliklerini belirten ayetlerden harekette, erkeklerin de altın, gümüş ve inci gibi, bilezikler vesaire ile süslendiklerini düşünebiliriz. Buna bağlı olarak Peygamberin çevresi ve asrının erkeklerinin altın, gümüş ve inci bileziklerini süs eşyası olarak kullandıkları sorusu akla gelebilir. Biz bu soruya müsbet yanıt verilmesi taraftarıyız. Zira cennetle ilgili niteliklerin Kur'an'ın hakimiyetiyle uyum sağlayan bir biçimde zikredilmesi bunu gerektirir. Çünkü Kur'an sürekli olarak bilinen ve tanınan şeylerin en güzelini hatırlatmayı esas alır. Bunun şeklini, biçimini belirleme olanağı ise mevcut değildir. Burada kastedilen altun ve gümüşü yüzük olarak, inci tanelerini de Özellikle yüzüklerin içine yerleştirerek kullanmış olabilirler.

Dokuzuncu olarak: Harp silahları ve savaş teknikleri

Bu konuda Öncelikle, Arapların peygamber devrinden önce kullandıkları silahları ve savaş teknikleri üzerinde Kur'an ayetleri ışığında bir değerlendirme yapmayı uygun gördük. Bu arada bununla ilgili olarak Kur'an'da kaydedilenlerin çok olmadığını belirtmek yerinde olur.
1- Silahlarla ilgili olarak ilkin kaydedilmesi gereken Nisa sûre¬sinin aşağıdaki ayetinde geçen "silahlar" kavramıdır:
"İçlerinde olup onlara namazı kıldırdığında, onlardan bir grup, seninle birlikte dursun, silahlarını da alsın; böylece onlar secde ettiklerinde, arkalarınızda olsunlar. Namazlarını kılmayan diğer grup ta gelip seninle namaz kılsınlar, onlar da korunma araçlarını ve silahlarını alsınlar. Küfredenler, size ansızın bir baskın yapabilmek için, sizin silahlarınızdan, emtianız (erzak ve mühimmatınızdan ayrılmış olmanızı isterler. Size, yağmurdan bir güçlük varsa ya da hastaysanız, silahlarınızı bırakmada bir sorumluluk yoktur." (Nisa, 102)

Açıktır ki, bu ifade bir dizi silah türlerini kapsamaktadır. Gelecek ayetlerde bu tür silahlardan bazılarının isimleri kaydedilmiştir:
1) Ey iman edenler, Allah kimin kendisini görmeksizin kendisinden korktuğunu ortaya çıkarmak için, ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği. (Maide, 94)
2) ... sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, sizi savaştan koruyacak giyimler de var etti... (Nahl. 81)
3) Ve sizin için, ona, zorlu savaşında sizi korusun diye, giyim sanatını Öğrettik. Ama siz şükrediyor musunuz ki? (Enbiya, 80)
4) Ve ona demiri yumuşattık. "Geniş zırhlar yap, düzenli bir biçime sok; siz de salih amel işleyin. Gerçekten ben sizin yapmakta olduklarınızı görenim." (Sebe, 10-11)
Bu silahların bir kısmı Davud (a.) tarafından yapılan zırhlar da olsa, genellikle müslümanlar muhatab alınmıştır. Ayetlerden anlaşıldığına göre onun yaptığını, kendileri de kullanıyorlardı. Buna bağlı olarak onlar mızrakları, harb gömleklerini, giysileri -be's savaş anlamındadır- yani savaşta giyilen zırhları, miğferleri, eldivenleri vs.yi biliyor ve kullanıyorlardı. Kesinlik ifade eden rivayetler, kılıçların, Arapların başlıca silahı olduğunu ifade etmektedir. Bunların da Nisa, ayetinde geçen "silahlar" kavramının kapsamına girdiğinde hiçbir kuşku yoktur. Hatta denebilir ki birinci derecede kastedilen bu silahlardır. Çünkü bunlar; adamların -zaruret halleri dışında- en tabii ve vazgeçilmez, bırakılmaz -indirilmez- silahlarıydı.

2- Savaşma şekli ve yöntemi ile ilgili olarak, Enfal sûresinde geçen şu ayetler konuyu açıklayıcıdır:
"Ey iman edenler, toplu olarak kafirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arka çevirmeyin. Kim onlara böyle bir günde arkasını çevi¬rirse, kuşkusuz o, Allah'tan bir azaba uğramıştır ve onun barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir barınaktır o." (15-16. ayetler)

Saf suresinde de aşağıdaki ayet yer alır:
"Hiç şüphesiz Allah., kendi yolunda, sanki kurşundan kenetlen¬miş bir bina gibi saf bağlayarak, çarpışanları sever." (4. ayet)
Bu ayetler Arapların yürüyüş halinde ve saf saf dizilmiş bir halde savaştıklarını ilham etmektedir. Bununla beraber onların bazı durumlarda gruplara ve topluluklara ayrılarak savaştıkları da oluyordu. Savaşçılar savaş meydanında vur-kaç taktiğini de uyguluyorlardı. Meydan savaşı sırasında bir yerden bir yere geçiyor, bir topluluktan bir topluluğa katılıyorlardı.

3- Savaş seferberliği ile ilgili olarak da aşağıdaki şu ayetler yer alır:

1) Ey iman edenler, (düşmanlarınıza karşı) tedbirinizi kuşanın da sava¬şa bölük bölük ya da topluca çıkın. (Nisa, 71)

2) Hafif ve ağır (gönüllü ve gönülsüz, fakir ve zengin, genç ve ihtiyar, yaya ve süvari) savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cıhad edin. . (Tevbe, 41)

Bu ayetler müslümanlarm topyekün müşriklerle savaşması ile ilgilidir. Ancak ayetlerin ihtiva ettiği kavramların daha önceden bilinen, kullanılan kavramlar olması, toplu halde seferber olma ve çağrıya katılmanın ne anlama geldiğinin biliniyor olmasını gerektirir. Ek olarak da şunlar anlaşılıyor: Araplar, bir kişi onları savaşa çağırdığında, ya topluluklar halinde ya da hep birlikte savaşa çıkıyorlar ve bu savaşlara; bazen hafif silahlarla ve ağır yükler taşımadan katılıyorlar, bazen de ağır silahlarla ve ağır yüklerle donanmış olarak katılıyorlardı. Belki de bu; onların savaşın ve çağrının durumuna göre, bazan kadınlarıyla birlikte bazan da kadınsız olarak savaşa katılmalarına da ışık tutmaktadır.

dost1
28. March 2011, 04:24 AM
C) HİCAZ'DAKİ YABANCİ AZINLIKLAR:

1. Mekke'deki Yabancılar:
Kur'an-ı Kerim'de Hicaz bölgesinde, özellikle Mekke'de ve Medi¬ne'de yabancı azınlıkların varlığını gösteren pek çok ayet vardır. Bunlar Peygamber çağında Araplarla beraber orada yaşıyorlardı.
Medine'de bu azınlıkların varlığını gösteren ayetler, Mekke'de onların varlığından bahseden ayetlerden daha çok ve daha açıktır. Hatta, Mekki Kur'an'da tam bir açıklıkla bu konuya ışık tutan bir tek ayetten başka bir şey yoktur, denebilir. Şimdi Nahl süresindeki bu ayete bakalım:

"Andolsun ki biz, onların: Bunu ancak kendisine bir beşer Öğretmektedir dediklerini biliyoruz. Kendisine saparak eğilim gösterdikleri (kimse)nin dili a'cemi (Arapça olmayan bir dil veya bir görüşe göre karmaşık, kapalı bir dil)dir, bu ise apaçık Arapça olan bir dildir." ('103. Ayet)

Burada ayet, Kureyş müşriklerinin sözlerini hikaye etmektedir. Onlar Peygamber'e (s.) bunları öğretenin Mekke'deki bir şahıs olduğunu söylemektedir. Öyle anlaşılıyor ki onlar bu şahsın kim olduğunu da belli etmişlerdir. O adam Arap değildir. Hatta güzel Arapça konuşmasını da bilmemektedir. Bunun yanında Mekkî Kur'an'da yer alan bir dizi ayet te, bu ayet kadar açık olmasa da, Mekke'de yabancı bir azınlığın var olduğunu çıkarmaya olanak veriyor.

Mesela Furkan sûresinde, anlam yönünden Nahl ayetine yaklaşan, fakat onun kadar açık olmayan ve öte yandan çokluğu da ilham eden bir ayet vardır. Buna karşılık Nahl ayeti yalnız belli bir kişiye işaret etmiştir:

"Küfre sapanlar dediler ki: Bu (Kur'an), olsa olsa ancak onun uy¬durduğu bir yalandır, onu kendisi düzüp uydurmuş ve ona bir başka topluluk da yardımda bulunmuştur. Böylece onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira ile geldiler." (Furkan, 4)

Bu ayette de kastedilenlerin, önceki ayette belirtilen şahsın milletinden olduğu gerçekten ciddi bir ihtimaldir. İkinci olarak da onların Mekke'de var olan yabancı bir azınlıktan olduğu ihtimali vardır. Bu iki ayet, yabancı bir azınlığın varlığını göstermenin yanında bu azınlığın bireyleri arasında aklıyla, dinsel ve dini olmayan kültürüyle, üstün meziyet sahibi bir grup insanın da varlığına ışık tutmaktadır. Zira eğer böyle olmasaydı, Kureyş müşrikleri, Peygamberin anlattığı, öğrettiği, değerli ayetleri ve hatırlatmaları, bu öğretimin ve telkinin kaynağı olabilecek bilgi, kültür ve akla sahip olmasıyla tanımadıkları bir şahıstan ya da şahıslardan öğrendiğini söylemezlerdi.20

2. Ehl-i Kitap'ın Mekke'deki Durumu:

Elimizde bu ayetten ayrı olarak Ehl-i Kitab sadedinde ilim ve kitab ehli olmaları hasebiyle, İslam çağrışma karşı tutumları nedeniyle, onlarla mücadele eden, inançlarını ve ayrılıklarını tartışma konusu yapan pek çok ayet mevcuttur. Şimdi bunlardan bir bölümünü aşağıya alıyoruz".
1) Bizim kendilerine kitap verdiklerimiz, onu, çocuklarım tanır gibi tanırlar. Nefislerini hüsrana uğratanlar, işte onlar inanmayanlardır.(En'am, 20)
2) Allah'tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitabı açıklamış olarak İndirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun tartışmasız Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu halde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma. (En'am, 114)
3) Ki onlar yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceği) yazılı bulacakları o Elçiye, O Ümmi Nebî'ye uyarlar... (A'raf, 157)
4) Eğer sen, sana indirdiğimizden kuşkuda İsen, senden önce kitap okuyanlara sor; Andolsun, sana Rabbinden Hak geldi, sakın kuşkulananlardan olma. (Yunus, 94)
5) Kendilerine kitap verdiklerimiz, sana indirilen dolayısiyle sevinirler.(Ra'd, 36)
6) Biz senden evvel kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka (Peygamberler) göndermedik. Bilmiyorsanız, zikir (Kitap) ehline sorun. (Nahl, 43) Aynı konu için bkz: Enbiya, 7. ayet.


(20) Siret, Tarih ve Sahabe isimlerini tedkîk edenler Rasulullah döneminde Mekke'de yaşayan pekçok yabancı isimle karşılaşacaklar. Bunlardan bazıları köle, sanatkâr ve bazıları da tüccardı. Aşağıdaki isimleri örnek olarak veriyoruz:
a- Cebr er-Rumî; Sanatı demircilik olan bir köle. Müşriklerin, Rasulullah'ın ken¬disinden etkilendiğini sandıkları adamdı bu.
b- Yesar er-Rumî: Cebr'in arkadaşı. Tevrat ve İncil'i iyi biliyordu.
c- A'iş: Huveytıb b. Abdi'l-Uzza'nın hizmetçisi,
d- Selman el-Farisî: Rivayetler onun sahip olduğu Hıristiyan kültürüne dikkat çekmektedirler.

7) De ki: "İster ona inanın ister inanmayın, ondan önce kendilerine ilim verilenlere okunduğu zaman çenelerinin üstüne kapanarak secde ederler." ve Derler ki: "Rabbimiz yücedir. Rabbimizin Va'dİ gerçek¬ten gerçekleşmiş bulunuyor." (İsra, 107-108)
8) İşte Meryem oğlu Isa: Hakkında kuşkuya düştükleri "Hak söz?!" Allah'in çocuk edinmesi olacak şey değil. O yücedir. Bir İşin olmasına karar verirse, ancak ona: "Ol" der, O da olur. Gerçek şu ki, Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir, öyleyse ona kulluk edin. Dosdoğru olan yol budur. İçlerinden (bir takım) gruplar ayrılığa düştüler. Artık büyük bir günü görmekten dolayı vay küfre sapanlara. (Meryem, 34-37)
Ayrıca Bkz: (22/54; 16/76; 28/52-55; 29/46-47; 30/1-5; 34/6; 42/14; 43/57/59; 43/63-65)

Bu ayetlerin ışığı altında aşağıdaki tesbitlerde bulunabiliriz:

1- Mekke'de Kitab Ehlinden bir takım adamlar vardı. Ve bunlar aynı zamanda, Peygamberin kendisiyle ilişki kurduğu, Risaletini tasdik etmeye ve kendisine uymaya çağırdığı kimseler arasında yer alıyorlardı.
2- Bunlar az sayıda değildi. Onlardan bazıları, bolluk içinde ve servet sahibiydi. İyilik ve hayır yolunda malını dağıtma olanağına sahipti. Yine onlar arasında şahsiyet ve manevi güç yönünden sağlam irade sahibi kimseler de vardı. Bu nedenle Peygamber'e uymalarından dolayı müşrik liderlerin kendilerine yapacağı şeyleri düşünmüyor ve onlara aldırmıyorlardı. Bütün bunlar ilham ediyor ki onlardan bazıları sınıfsal yönden köle durumundaydı. Liderlere, tüccarlara ve kendilerine sahip olanlara hizmet eden hizmetçiler ve köleler sınıfındandı.
3- Onlardan bazıları, kültüründe ve dinsel bilgilerinde üstün bir yere ulaşmıştı, öyle ki Kur'an'ın Allah'dan olup-olmadığı gibi konularda, danışmaya ehliyetli ve şahid olarak gösterilebilecek konumlara gelmiş bulunuyorlardı. Ve bu insanlar Mekke ortamında yalnız kalan kimseler değildi. Arapların ya da Mekke ehlinin güven ve itimadını kazanmışlar, dini ve dünyevi hususlarda soru sorulacak merci konumuna gelmişlerdi.
4- Onlar genellikle ince duygulu, yumuşak ahlaklı, hak olduğuna inandıkları şeyde zorluklarla karşılaşsalar da sebat eden, inançlarını açığa vurmada cesaret sahibi kimselerdi. Onların bu cesaretleri Peygamber'e uymalarında ve Kur'an'ı duyduklarında, dinlediklerinde secde edip, onun gerçek olduğuna iman etmelerinde; Mekke ehlinin ve güçlü liderlerin inkarcı tutumlarına aldırış etmeden kendi tavırlarını göstermelerinde ortaya çıkmıştır.
5- Onların içinde, mücadeleci ve delillere dayanma yanlısı olanları vardı. Hatta tartışma ve delil getirmede zalim ve taşkınlık yapan birileri olarak nitelendirilecek derecede aşırı kimselerdi.
6- İsa'nın (a) uluhiyeti ya da Allah'ın oğlu oluşunu reddetme hususunda Yahya'nın ve İsa'nın doğuşu kıssalarından bahseden; Bizans Hıristiyanlarının mağlub oluşunu ve daha sonra onların üstün gelecekleri haberini veren; tali olarak da, İsa'nın ve Risaletinin gerçekliği hakkındaki tartışmayla ilgili ayetlerin ihtiva ettiği ve Mekke'de var olduklarının ifade edildiği Ehli Kitap'tan ya da en azından çoğunun Hıristiyan olduğundan söz edilebilir.

Gerçekten tercihe şayandır ki bunlardan Mekke'ye yerleşenlerden çoğu Arap asıllıydı.(22) Ya da Yemen'den ve Yarımadanın kuzey taraflarından, uçlarından Mekke'ye gelip giden, kimselerdi.(23) Çünkü oralarda Araplar ve kabileleri arasında hakim olan din buydu. Ve aralarında ilişki sürekliydi. Nahl ayetinin açık işaretine de dayanarak kuşku edilmesi doğru olmayan ikinci bir nokta da onlar arasında Arap olmayanların da bulunduğudur. Artık bu yabancıların, ayetin ifade ettiği Mekke'ye yolculuk, ziyaret ya da araştırma maksadı ile yerleşenlerden olmaları önemli değildir. Bizim tercihimize göre Mekke'de ikamet eden yabancı azınlığın çoğu Bizans, Sûryan ve Suriye Hıristiyanlarmdandi. Şam bölgelerinden gelmişlerdi. Onların buraya göç etmeleri ya bazı Kureyş tüccarlarının teşvik edip cesaret vermeleriyle oluyordu -zira onlar ihtiyaç duydukları, sanatkarları ve sınaî faaliyetleri bunlar aracılığıyla karşılıyorlardı ya da başlarına gelen bir felaket yüzünden buraya göç etmek zorunda kalıyorlardı. Bu azınlıklar Mekke liderlerinin hoş karşılama ve cesaretlendirmeleriyle karşılanmışlardı. Çünkü Şam ülkeleri Hicaz'a yakın komşuydu ve aralarındaki yolculukların, seferlerin ardı arkası kesilmezdi. Daha çok eski zamanlarda buralar ve Şam ülkeleri, İsraillilerin hicret yurdu olmuştu. Ayrıca yolcuların da uğrak yeriydi.

[22) Buhari'nin, Aişe'den rivayet ettiği bir hadiste deniyor ki: "Hatice nin amcası oğlu Varaka b. Neyfel Hıristiyan olmuş, İbranice öğrenmiş, yazı yazmayı bilen bir kimseydi." Tahminimize göre bireyler halinde de olsa Mekke'de ondan başka Hıristiyanlar vardı.

(23) Dr. Heykel, 'Muhammed'İn Hayatı' adlı kitabında şöyle diyor: Hristjyan bir heyet araştırma amacıyla Mekke'ye gelmişti. Çok geçmeden Peygamberin Risaletine ve Kur'anî vahye iman ettiler. Mekke'hler bu eylemlerinden dolayı onları eleştirip ayıpladılar, (s. 500)[/COLOR][/I]

Zaman zaman oraya uğrarlardı. Bazen sınai çalışmalar, bazen ticari bazen de misyonerlik faaliyetleri için oraya gelirlerdi. Siret rivayetlerinde bunların tümünü gösterecek belgeler yer almaktadır. Buna ilave olarak Şam ülkeleri, Bakara süresindeki bir ayetin de işaret ettiği gibi, değişik şekillerde ve çeşitli nedenlere bağlı olarak sürekli devrimlere, çatışmalara dini krizlere sahne oluyordu:

"İşte bu Peygamberler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerle yükselttiği vardır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudus'le destekledik. Şayet Allah dileseydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelenler, birbirini öldürmezdi. Ancak ihtilafa düştüler, onlardan kimi inandı, kimi de küfretti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapandır." (Bakara, 253)

Olabilir ki ayette ifade edilen bu durum, Mekke'ye hicret edip oraya yerleşenlerin hicretlerinin asıl nedeni olmuştur. Bunların milliyet ve kaynak olarak yabancı olduğunu belirttikten sonra onlardan bazı bireylerin Mısırlı, Iraklı, Habeşistanlı, İranlı tüccar ve sanatkarlar, bazılarının da, Mekkeli lider ve tüccarların yanında köle ola¬rak kalan kimseler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sîret rivayetleri de bu konuda delil olmaya müsaittir.
Yabancı azınlıkların Bizanslı, Habeşistanlı, Iraklı, Mısırlı, Şamlı, Süryani ya da İranlı oluşları hür ya da köle olmaları bir açıdan da olsa Hicaz halkının özellikle Mekke'nin Şam ülkeleri, Fars ülkeleri, Mısır Habeşistan ve Irak ile ilişkileri bulunduğunu ve ora halklarının da bu iki bölgeyle karşılıklı ilişkiler içinde olduğuna delil olabilir.

Yabancıların ne zaman yerlerinden kalkıp Mekke'ye geldiklerini ve oraya yerleştiklerini tesbit etmek mümkün değildir. Yalnız Nahl Sûresinin 103. ayeti en azından onlardan bazı bireylerin Mekke'de eski olmadıklarını söylemeye müsaittir. Onların Mekke'ye gelişlerinin Peygamberin hayatı sırasında ya da peygamber olarak görevlendirilmesinden hemen Önce gerçekleşme olasılığı vardır. Çünkü peygamberin Kur'an'ı kendisinden öğrendiği/aldığı şeklinde iddia edilen adam, dil yönünden yabancıdır; eğer orada uzun zaman kalmış olsaydı, Arap dilini konuşmada zorluk çekmez, parlak bir edebiyata sahip olur ve bu şekilde nitelendirilmesine gerek kalmazdı. Bu hemen farkedilebilecek bir konudur.

Sîret rivayetleri içinde araştırma yapan biri, yabancı müslümanlardan bazı kimselerin hala kendi lehçelerini ve hatalı konuşmalarını muhafaza ettiğini görür. Onlardan bazısı "He" yerine "Ha", "Sad" yerine "Sin", "Ayn" yerine "Elif' vs. okuyorlardı. Ve bunları öyle kullanıyorlardı.

Şimdi önemli bir noktaya parmak basmak istiyoruz. Biz Ehl-i Kitab'tan ve yabancı Hıristiyanlardan çok sayıda kimsenin Mekke'de var olduğunu kaydetmekle beraber, onların büyük bir kitle oluşturacak rakamlara ulaştığını, geniş bir etkileri bulunduğunu, İsraillilerin Medine'deki, az sonra belirteceğimiz, konumuna benzer bir konuma geldiklerini söylemek istemiyoruz. Aksine bunun tam tersi doğrudur. Biz onların sayılarının bir kaç yüzü geçmeyecek kadar az olduğunu, ayrı ayrı ülkelerden, milletlerden kopup gelmelerinin, durumlarının, göç etme şartlarının ve bazılarının yeni gelmiş olmalarının büyük, etkili bir kitle (koloni) oluşturmalarını engellediğini tercih ediyoruz. Bu yaklaşımı destekleyecek bir nokta da onlarla herhangi bir çatışma ve tartışmaya girildiğini gösteren hiçbir belgenin mevcut olmamasıdır. Mekki Kur'an'da onların hilelerini, aldatmalarını, çeşitli alanlardaki çalışmalarını gösteren bir şey yoktur. Halbuki Medeni Kur'an tüm bu konularda Yahudilerden söz eden uzun uzadıya bölümler ihtiva etmektedir.


3. İsrailoğullarımn Mekke'deki Varlığı:

Biz Ehli Kitab'ın ve yabancıların hepsinin ya da çoğunun Hıristiyan olduğunu tercih etmiştik. Fakat bu Mekke'de İsrailli hiç kimse bulunmadığı anlamına gelmez. Hatta onların var olduğunu gösteren ayetler vardır:

"Gerçekten o, alemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Ruhu'l-Emin indirdi. Uyarıcılardan olman için senin kalbinin üzerine (indirmiştir). Apaçık Arapça olan bir dille. Ve hiç şüphesiz o, geçmişlerin kitaplarında da vardır. îsrailoğulları, bilginlerinin onu bilmesi, onlar için ispatlayım bir delil değil mi? (Şuara, 192-197)

Ayetler îsrailoğulları bilginlerini şahid göstermeyi ihtiva etmektedir. Yine ayetlerin ifade biçimi, Benî İsrail'in bazı bilginlerinin Kur'an'm vahiy olduğuna şahitlik yaptıklarını ve O'nun kendi katındaki bilgilere uygun düştüğünü ilan ettiklerini ilham etmektedir. Bunun anlamı ise şudur: Peygamberliğin Mekke Devrinde. Benî İsrail'in bazı bilginleri Mekke'de bulunuyordu. Ahkaf sûresinde bu konuyla ilgili daha açık bir ayet vardır:

"De ki: "Gördünüz mü haber verin; eğer (bu Kur'an) Allah katından ise, siz de ona nankörlük etmişseniz ve İsrailoğullarından bir şahit de bunun bir benzerine şahidlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük taslamışsanız {bunun sonucu ne olacak)? Hiç şüphe yok Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez." (10. Ayet)

Bu ayete göre Benî İsrail'den biri, Kur'anî vahyin doğru olduğunu, kendilerinde bulunan Kitab'a uygun olduğunu söylemiş ve ona iman ederek pratik bir tanıklık yapmıştır. Ayette bu açıkça belirtilmektedir.

Bazı rivayetler Ahkaf in bu ayeti ile Şuara'nın son ayetinin Medeni olduğunu kaydetmiştir. Şu kadar var ki, bu ayetlerin kendilerinden Önceki ve sonraki ayetlerle tam bir uyum ve ahenk içinde bulunmaları, konularının müşriklerin tavırlarıyla doğrudan ilişkili olmaları, onların düşüncelerini çürütmeleri gibi nitelikler onların Mekki oluşlarını tercihe şayan kılmaktadır. Peygamberin (s) Mekke'de bazı İsraillilerle karşılaştığını, buluştuğunu, bu ayetlere dayanarak söyleyebiliriz. Sözkonusu ayetler, bazı İsraillilerin Mekke'de var oldukları ve orada ikamet ettikleri şeklindeki olasılığı güçlendirmektedir. Daha önce geçen ve Ehl-i Kitab'ın şahidliğini, iman edişlerini ve Peygamber'e inen vahye sevinmelerini içeren Mekki ayetlerin kapsamına, bunların da girdiğini söylemek yerinde olacaktır.

Mekki Kur'an'da, Yahudilerin ayıplarını ortaya koyan,(24) onlarla tartışıldığını, zıtlaşıldığını ifade eden bir ayetin bulunmaması, onların Mekke'de bulunmadıklarının değil; bahse değer etkin bir çoğunlukta olmadıklarının delilidir. Şunu da ilave etmeli ki, onlardan bazılarının zaman zaman Medine'den Mekke'ye gelip gittikleri ve Mekke halkı ile bazı ilişkiler kurdukları ihtimal dahilindedir. Çünkü böyle bir ilişki tabii sayılacak ve hemen hemen hiç kuşku götürmeyecek olgulardandır. Özellikle Musa'nın (a) Risaleti, mucizeleri, îsrailoğullarının tarihi olayları ve ihtilafları, Peygamber ile Mekke müşrikleri arasında büyük tartışmalara neden olan önemli konulardı. İkinci olarak; Arapların inançları ve düşünceleri üzerinde inançlar ve dinler bölümünde ele alacağımız gibi, Yahudilerin çeşitli etkileri olmuştu. Üçüncü olarak da; Medine ve çevresinde İsrailli büyük azınlıklar vardı. Bunların hepsinin tümden Mekke'den ayrı yaşamış olmaları makul sayılmaz.

(24) A'raf, 1Ö3-170 ayetlerin Medenî olduklarına dikkat edilsin.

Mekki Kur'an'ın çeşitli bölümlerinde, Mekki sûrelerin çoğunda İsrailoğullarmdan söz edilmiştir. Yalnız bu soz etme Musa ile Firavun arasında geçen olaylar, bununla ilgili kıssalar, önceki İsrailoğullarının başından geçen olayları aktarma şeklinde olmuştur. Ve Mekki Kur'an'ın diğer kıssalarda kullandığı üsluba benzer bir üslubla bunlar işlenmiştir. Mekki Kur'an ayetlerinde, Mekke'de etkili İsrailli bir azınlığın varlığını gösteren bir işaret yoksa da diğer kıssalardan daha fazla bir paya sahip olan, daha fazla tekrarlanan ve yoğun biçimde işlenen bir kıssadır bu. Ayrıca İsrailoğullarının Musa'dan sonra ayrılığa düşüşleri, başlarına gelen felaketlere işaretlerin tekrar edilişi, sonra İsrailoğullarının ve peygamberlerin takdirle yadedilmelerine, Allah'ın onları korumasına dikkat çekilmesi de az önce belirttiğimiz ilişki ve etkileşmenin doğru olduğunu göstermektedir.

4. İsrailoğullarınm Yesrib/Medine'deki Varlığı:

Medine'de ise Kur'an, Medine ve çevresinde var olan İsrailî büyük azınlıklar hakkında, gerçekten yeterli ve doyurucu bilgiler vermektedir. Peygamberin (s) Medine'ye hicretinden sonra, Yahudilerin peygamberin çağrısına karşı mücadeleci ve inkarcı tutumları ile ilgili, pek çok ayet içermektedir. Kur'an, onlar arasında meydana gelen sürtüşmeler ve çatışmalara geniş yer vermiştir.

Kur'an, Yahudilere "Israiloğulları" ifadesiyle hitab etmiş daha önceki Yahudilerin Musa ve ondan sonraki peygamberlerle birlikte olan mülklerini egemenliklerini teşhir etmiştir. Zorluk çıkarmalarına, inkarlarına, yalanlamalarına aldatmalarına, yasalara aykırı davranmalarına, sözün anlamını tahrif etmelerine değinmiştir. Bunların hepsi onların peygamber çağrısına karşı tutumlarıyla özdeşleştirilerek veriliyor ve eleştiriliyordu. Bir çok bölümlerde ise, çağdaş Yahudilerle eski Yahudileri aynı konumda değerlendirerek aynı hitab, aynı siyak ve aynı zincirleme arasında veriliyordu. Kur'an, öncekilerin durumlarını anlatıyor sonra buna çağdaşlarının tutumlarını ilave ediyordu. Bu böyle bir yöntemle gerçekleştiriliyordu ki, sanki böylece bunlarla onlar arasında soy bakımından sağlam, sarsılmaz ilişkiyi vurgulamaya çalışıyordu. Çağdaşlarının ahlakları ve tutumlarıyla Öncekilerin tutumlarını, ahlaklarını, birbirine bağlı olarak ele alıyor ve ilişkilerine dikkat çekiyordu. Yani onların hepsi de aynı özelliklere ve aynı yaradılışa, millete sahipti. Gelecek misallerde bunu görüyoruz:

1) Ey Israıloğulları, size bağışladığım nimetimi hatırlayın ve ahdime bağlı kaim ki, ben de ahdime bağh kalayım. Ve yalnızca benden korkun. Yanınızda olan (Tevrat)ı, doğrulayıcı olarak indirdiğime iman edin, onu inkar edenlerin ilki siz olmayın ve ayetlerimi de az bir değer karşılığında değişmeyin. Ve yalnızca benden korkun. (Bakara, 40-41)
2) Ey îsrailoğullan, size bağışladığım nimetimi ve sizi alemlere üstün kıldığımı düşünün. Ve hiç kimsenin hiçbir kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir kurtuluş karşılığı alınmayacağı, yardım görülmeyeceği günden korkup -sakının. Sizi, en dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında, Firavun ailesinin elinden kurtardığımızı hatırlayın. Onlar, kadınlarınızı diri bırakıyorlarken, erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. Ve sizin için denizi ikiye yarıp, sizi kurtardığımızı ve Firavun'un adamlarını boğduğumuzu da hatırlayın. (Bakara, 47-50)
3) Hani İsraıloğullarından "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye babaya yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin" diye kesin söz almıştık. Sonra siz, az bir bölümünüz, dışında yüz çevirdiniz, ve hala çevirmektesiniz de. (Bakara, 83)
4) Andolsun, biz Musa'ya kitap verdik ve ardından peş peşe peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le teyid ettik. Demek, size ne zaman bir peygamber, nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak kimini yalanlayacak kimini de öldüreceksiniz öyle mı? (Bakara, 87)
5) Kitap Ehli, senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni İstiyor. Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi. Demişlerdi ki: "Bize Allah'ı açıkça göster." Böylece zulümlerinden dolayı onları yıldırım çarpmıştı Sonra da kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, buzağıyı (ilah) edinmişlerdi. Yine bundan dolayı da onları affettik ve Musa'ya apaçık olan ispatlayıcı bir delil verdik. (Nisa, 153) Ayrıca Bkz: (2/72-76; 2/211; 5/78-81)

Yesrib Yahudilerine "îsrailoğullan" kavramıyle hitabın, bu kadar genel ve kapsamlı olarak yönetilmesi, Kur'an'ın öncekilerle konrakiler arasında sağlam bir ilişki kurmuş olması, Hicaz'daki Yahudilerin sonradan geldiklerini ve onların İsrailliler olduğunu, onların, bazı oryantalistlerin ileri sürdüğü gibi, daha sonra Yahudiliği din olarak kabul eden Arap kabileleri olmadıklarını kesin olarak ortaya koymaktadır. Yahudi dinine bağlı hiç bir Arap kabilesine Hicaz'da rastlanamazdı. Evet, yer yer Yahudileşen Araplardan söz edilse de bunlar varlıklarını hissettirecek kabilevi bir topluluk oluşturamamış ve bireysel bir yapıdan öteye geçememişlerdir.

Naklettiğimiz ve daha başka ayetlerin içeriklerinden anlaşıldığına göre Medine'deki Yahudiler kitleleşmişti. Arap toplumunda hissedilir bir konumları, etkileri ve merketleri vardı. Ve toplumda onlar kültürel, dinsel, sosyal, ekonomik, siyasal açıdan bir varlığa sahipti. Savaş açısından da Arap toplumu içinde bir yerleri vardı:

Birincisi: Anlaşıldığına göre onlar; dinler, yasalar, ulusların haberleri, tarihleri, evrensel yasalar, inandıkları semavi din, elleri altında bulunan semavi kitab konularında geniş bir bilgiye sahiplerdi ve bunu yaymaya çalışıyorlardı. Bununla Araplara karşı üstünlük taslıyor, böbürleniyor ve bir gün kendilerinin üstün geleceklerini bekliyorlardı. Kendilerinin Allah'ın dostları ve sevgili kulları olduğuna, onun katında büyük bir paya sahip olduklarına, onun yanında ileri kimseler olduklarına inanıyorlardı. Ya da öyle sanıyorlardı. Nitekim bu yaklaşım Bakara, 76 ve 211. ayetleri ile aşağıdaki ayetlerden de anlaşılmaktadır.

1) Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değer karşılığında satmak İçin; "Bu Allah kalındadır" diyenlere. Artık vay, elleriyle yazdıklarından dolayı, vay kazanmakta olduklarına. Derler kî: "Sayılı günlerin dışında, ateş bize değmeyecektir." De ki: "Allah katından bir ahid mi aldınız? Yoksa Allah'a karşı bilmediğinizi mi söylüyorsunuz?" {Bakara, 79-80)
2) Onlara: "Allah'ın indirdiklerine iman edin" denildiğinde: '"Biz, bize indirilene iman ederiz" derler ve ondan sonra olan (Kur'an)'ı inkar ederler... (Bakara, 91)
3) Dedıler ki: "Yahudi veya hıristiyan olun ki, hidayete eresiniz. (Bakara, 135)
4) Yahudi ve Hıristiyanlar: "Biz Allah'ın çocukları ve sevgilileriyiz" dediler... (Maide, 18)
5) De kî: "Ey Yahudi olanlar, eğer siz insanlardan ayrı olarak yalnızca sizlerin gerçekten Allah'ın velîleri olduğunuzu öne sürüyorsanız, şu halde ölümü temenni edin; eğer doğru sözlü olanlar iseniz. (Cuma,6) Ayrıca Bkz: (2/89; 2/111; 2/120; 3/78; 3/1S8; 4/49)

Bu üstünlük taslama, böbürlenme, kendini temize çıkarma iddialarının, Araplara da küçümsenmeyecek derecede tesir ettiğini Medine'nin sınırlarını aşacak derecede genişlediğini ve Mekke'yi de kapsamına aldığını söylersek herhalde mübalağa yapmış olmayız.

Geçen konuda Ehl-i Kitab ve Mekke'deki yabancı azınlıklar hakkında naklettiğimiz ve Ehl-i Kitab'ın şahid olarak gösterilmesini, ilim ve zikir ehli olarak nitelendirilmesini ihtiva eden ayetlerle İsrailoğullarının bazı bilginlerinden, özellikle de İsrailoğullarından bir şahide dikkat çeken ayetler de bu yaklaşıma bir delil oluşturabilir. Çünkü bu şahid gösterme ve nitelemenin hikmeti, Arapların Ehl-i Kitab'ın katındaki bilgilere genel olarak güvendiklerini, özellikle de Yahudilerin ilmine, marifetine ve araştırmalarına itimad ettiklerini hatırlatmaktadır.

Bazı ayetlerden anlaşıldığına göre, onlardan bazıları ilimde ileri gitmekle tanınıyordu. Nitekim Al-i İmran'ın 187. ayetinde buna ışık tutulmuştur. Ayrıca gelecek ayet de bunu açıkça ifade etmektedir.

"Fakat onlardan ilimde derinleşenler..." (Nisa, 162)

ikinci olarak: Onların kendilerine göre toplumsal ve dini grupları vardı. Kendilerine özgü tapınakları, eğitim-öğretim yerleri, bilginleri, Rabbanileri vardı. Bilginlerinin ve Rabbanilerinin kendileri üzerinde büyük etkileri vardı. Bunlar onların aynı zamanda yargıçlarıydı. Onların bilginleri ve Rabbani olanları, halkı ve kitleleri günahları işlemekten, çirkin işlere bulaşmaktan alıkoyma yönündeki görevlerini gerçek anlamda yerine getir iniyorlardı. Onlardan bazıları dini konumlarını; mal elde etme, altın ve gümüş depo etme yolunda kullanmaya çalışıyorlardı. Nitekim gelecek ayetler bunu ifade etmektedir.

1) Hiç bir insana yakışmaz ki, Allah ona kitab, hüküm ve peygamberlik versin de, sonra (o kalkıp) insanlara. "Allah'ı bırakıp bana kullar olun" desin; fakat: "öğrettiğiniz ve okuduğunuz Kitab gereğince Rabbaniler olun" der. (Al-i îmran, 79)
2) Gerçek şu ki, biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler ve yüksek bilginler de Allah'm kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerinde şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi). (Maide, 44)
3) Onlardan çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yiyecekte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta oldukları ne kötüdür. Rabbaniler ve Hahamların, onları, günah söylemelerinden ve haram yiyeceklerinden sakındırmaları gerekmez miydi? Yapmakta oldukları ne kötüdür. (Maide, 62, 63)
4) Ey iman edenler gerçek şu ki, hahamlardan ve rahiplerden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar ise; onlara da acıklı bir azabı müjdele. (Tevbe, 34)

Üçüncü olarak: Onlar Arapların sosyal hayatına girip yerleşmişlerdir. Buna bağlı olarak kendilerini kabilelere, boylara ayırmışlardı, tıpkı Araplar gibi. Onların kabileleri ve boyları da Evs ve Hazreç'in boylarıyla karşılıklı anlaşmalara, dostluk ilişkilerine girmişti. Her grup kendi dostu ve anlaşma yaptığı tarafa ilişkin ortak sorumluluğunu üstleniyor, savaşta yanında yer alıyordu. Bu antlaşmalar ve sorumluluklar peygamberin Hicretinden sonraya kadar sürdü. (25) Hatta kendi başlarına bela açmalarına kadar devam etti; Bu aynı zamanda gelecek ayetlerin de ilham ettiği bir olgudur:

(25) Bkz: Sıret İbn Hişam c II, s 95-99. 104

"Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız diye sizden kesin söz almıştık; siz de bunu kabul etmiştiniz. Sonra siz, birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde paktlar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde de onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız, size haram kılınmıştı. Yoksa siz, kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında aşağılık olmaktan başka değildir." (Bakara, 84-85)

Burada ayetler Yahudileri kişisel çıkarları yüzünden şeriatlarına aykırı düştüklerinden, onunla çeliştiklerinden, arzu ve isteklerine, heveslerine uygun düşen şeylere yapışıp, bunlara paralel düşmeyen şeyleri bıraktıklarından dolayı eleştirmekte, ayıplamaktadır. Müfessirlerin çoğu bu ayetlerin, onların boyları ile Evs ve Hazreç boyları arasındaki antlaşmalarla ilgili olduğunu belirtmiştir. Bu antlaşmaya göre onların bazıları diğer bazılarıyla savaşmak ve onları esir almak durumunda kalıyordu ve onların yerine fidye veriyordu. Bu sosyal yapılanmalarında Arapların geleneklerine uygun biçimde hareket edip gidiyorlardı.

Maîde, Haşr ve Nisa sûresinde bununla ilgili bir takım ayetler vardır, şöyle ki:
1) Münafıklara müjde ver! Onlar için gerçekten acıklı bir azab vardır. Onlar müminleri bırakıp da kafirleri dost edinirler... (Nisa, 138-139)
2) İşte kaplerînde hastalık olanların: '"Zamanın, felaketi eriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz" diyerek aralarında çabaladıklarım görürsün... (Maide, 52)
3) Münafıklık etmekte olanları görmüyor musun ki, onlar, Kitab Ehlinden küfre sapan kardeşlerine derler ki: "Andolsun eğer siz sürülecek olursanız, biz de sizlerle birlikte mutlaka çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiç bir zaman İtaat etmeyiz. Eğer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz " Oysa, Allah, şahidlik etmektedir ki, onlar, gerçekten yalancıdırlar. (Haşr, 11)

Burada münafıklar, kendileri ile Yahudiler arasında antlaşma esasına dayalı sağlam sözleşmeler bulunduğunu ileri sürmek suretiyle Peygamber ve müslümanlar aleyhine komplolar kurmakta ısrar etmeye çalışıyorlardı.
Öyle anlaşılıyor ki bu antlaşma ilişkileri sağlam ve köklüydü. Hatta bu Evs ve Hazreç'ten olan münafık veya samimi herkesi etkileyebilecek bir değere sahipti. Buna bağlı olarak ve hikmet gereğince onlarla dostluklarını sürdürmemeleri şeklinde emir tekrar edilmiş, onların antlaşmayı bozdukları ve ihanet ettiklerine, kendilerine karşı içlerinde gizledikleri kinlere ve kötü niyetlere dikkat çekilmiştir. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz.

1) Ne zaman bir ahit (andlaşma) yaptılarsa, onlardan bir grup o ahdi bozup atmadı mı?.. (Bakara, 100)
2) Kitab Ehlinden çoğu, kendilerine gerçek apaçık belli olduktan sonra,içlerindeki kıskançlıktan dolayı, imanınızdan sonra sizi küfre döndürmek arzusunu duydular. (Bakara, 109) (26)
3) Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez. (Maide, 51) Ayrıca Bkz: (3/118-120; 58/14)

(26) Burada doğrudan muhatap alınanlar Yahudılerdır

Burada özellikle Al-i İmran, 118. ayeti dikkat çekmektedir. Burada belirtildiğine göre Arapların Yahudilere karşı besledikleri bu sevginin ve yönelişin temel esprisini aralarındaki sağlam ilişkiler, kenetleşmeler ve antlaşmalar oluşturmaktadır.

Bununla beraber Arapların hayatıyla bu denli kenetleşme, sözleşmelerdeki bu enginlik/derinlik ve ilişkiler gerçekçi değildi. Yahudiler bunları sırf kendilerine zemin hazırlamaya, etkili olmaya, kendilerini savunmaya ve orada varlıklarım sürdürmeye alet etmek istiyorlardı, başka hiç bir şey değil... Nitekim Al-i îmran'ın 119. ayeti ve gelecek ayetler de bunu bildirmektedir.
1) Sizin dininize uyandan başkasına inanmayın... (Bakara ) (27)
2) Onlardan, öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, sen onun tepesinde durmadıkça onu sana ödemez. Bu, onların "ümmiler konusunda üzerimize bir sorumluluk yoktur." demiş olmalarındandır... (Al-i İmran, 75) (28)
3) Yoksa onların mülkten bir payları mı var? Eğer böyle olsaydı, insanlara çekirdeğin zerresini bile vermezlerdi. Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? (Nisa, 53-54)

(27) Yahudilerin kendi aralarında geçen konuşmaları.
(28) Ayetin siyakı Yahudiler hakkındadır. Onlar kendilerini Allah'ın seçkin milleti olarak görüyorlardı. Kendileri haricindeki ulusları ikinci dereceden uluslar olarak kabul ediyorlardı. Kendilerinin onlara karşı hiçbir sorumluluklarının olmadığını, onlara karşı her türlü davranışın mubah olduğunu iddia ediyorlardı. Aslında ilk başta Yahudiler "Ümmî" kavramını kendileri dışındaki uluslar için kullanıyorlardı. Hicaz'da ise bu kavramı Araplar için kullanmağa başlamışlardı.


Dördüncü olarak: Yahudiler siyasal ilişkilerin çevresini genişletmiş Arapların sosyal asabiyetine uygun hareket etmeyi de aşmışlardı. Onlar Medine'nin dışlarına taşmış bulunuyorlardı. Nisa sûresinde yer alan bir ayet onların bu tavırlarına, konumlarına ışık tutmakta ve sözlerini hikaye etmektedir. Müfessirlerin ve râvilerin çoğunluğu tarafından kaydedildiğine göre, Yahudilerden bir grup elçi, Peygambere ve müslümanlara karşı, oranın liderleriyle görüşüp antlaşmak amacıyla Mekke'ye gitmişlerdir. Buun sonucu olarak Yahudiler, Hicretin beşinci senesinde Medine'ye karşt savaşmaya gelen birleşik Arap ordularıyla birlikte olduklarını açıklamış ve savaşta onların yanında yer almışlardı.

Ahzab ve Nisa sûresinde de bu olaya işaret eden birer ayet vardır.
1) Kendilerine Kitap'tan bir pay verilenleri görmedin mi? Onlar, tağuta ve cibt'e İnanıyorlar ve diğer küfredenler için: "Bunlar, iman edenlerden daha doğru bir yoldadır." diyorlar. (Nisa, 51)
2) Kitab Ehlinden onlara yardım edenlerini de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü... (Ahzab, 26)

Tercihe şayan odur ki: Eğer Kureyş ile Yahudiler arasında hicretin hatta Peygamberliğin daha öncesine varan köklü ilişkiler, sevgi ve politik çıkar esasına dayalı bağlar olmasaydı, Yahudilerin elçileri böylesine çok önemli ve hayati bir konuda Mekke'ye gitmezlerdi. Sîret rivayetleri içinde Hayber Yahudileri ile Gatafan ve Zebyan kabileleri arasında eskiye dayanan çok sağlam antlaşma metinleri ve maddeleri olduğunu belirten nakiller vardır. Bu da işlemeye çalıştığımız olguyu başka bir açıdan pekiştirmiş olmaktadır.

Burada Nisa ayeti tarafından işaret edilen bir nokta dikkatimizi çekmektedir. O da Yahudilerin kendi amaçlarına, hedeflerine varmak için iade edip kullanmış oldukları politik Yahudi yöntemidir. Müşrikler Yahudilere Hz. Muhammed'in dini ile kendilerinin bağlı bulundukları dini sormuşlar, onlar da Arap müşriklerinin daha doğru bir yolda olduklarını söylemişlerdir. Sonra müşriklerin liderleri onlardan bu antlaşmaya bağlı kalacaklarına dair Kâ'be avlusunda yemin etmelerini, yapmaya çalıştıkları eylemde tanrılarının desteğini sağlamaları için onların yanında putlarına yalvarmalarını istemişler, onlar da aynen yapmışlardı! Böylece amaç, onlara açık bir küfür ve sonsuz bir leke de olsa, araçların en çirkin olanını meşru kılmıştır.

Beşinci olarak: Onlar kendilerine kaleler, muhkem kasabalar ve surlar yapmışlardı. Güçlü ve kuvvetli bir konuma sahip bulunuyorlardı. Bunlara güvenerek de, kendilerine dokunulmayacağına inanıyorlardı. Bu duruma Araplar da inanmıştı. Yesrib'in tanıtılması ve önemi konusunda bunu içeren ayetleri nakletmiştik. Bu kalelerin, kulelerin, surların, kasabaların, Arapların içine Yahudilerin güçlü, heybetli olduğu imajını saldığında kuşku yoktur. En azından bu da bir vasıta olmuştur. Ek olarak da onların gücünü ve heybetini gösteren vasıtalar ya da deliller olduğuna işaret olmuşlardır. Bu onların o sıralar şu özelliklere sahip olduğuu bize göstermektedir.
1- Onlar yerleşim bölgesi olarak Araplardan ayrı yerde, topluca kitleler halinde ve Özel mahallelerde, semtlerde yaşıyorlardı. Daha önceleri olduğu gibi, yine bu geleneklerini, yaşayış biçimlerini koruyorlardı.
2- Onlar Arap toplumunda tam bir güven ve huzur içinde değillerdi. Buna bağlı olarak muhkem şehirlere, kalelere, surlara dayanmak istiyorlardı. Kriz anlarında kendilerini savunmayı ve kollamayı böylece kolaylaştırmak istiyorlardı.
3- Araplarla Yahudiler arasında zaman zaman bazı tehlikeli olaylar oluyordu. Deneyimleri neticesinde kendilerini bu kaleleri, muhkem kasabaları ve surları yapmak zorunda hissetmişlerdi. Bizzat bu hadiselerin, onları Araplarla antlaşmalar yapmalarına, yüzeysel olarak kabilevi ve toplumsal asabiyetleriyle ilgili geleneklerini kabul eder görünmelerine neden olduğunu da, tercihe şayan bir görüş kabul ediyoruz.

Altıncı olarak: Kur'an ayetlerinden hareketle Yahudilerin Yesrib bölgesinde ve Şam yolu üzerinde uzanıp giden pek çok yerlerde dağınık bir yerleşik hayat yaşadıklarını, onların sayıca büyük kitlelerden oluşan azınlıklar olduğunu çıkarabiliriz. Elimizdeki bazı ayetlerde; Allah'ın, Rasûlüne onların kasabalarını bağışladığı ve karşılıksız olarak verdiği ifade edilmektedir. Burada çoğul kalıbının kullanılmış olması, doğal olarak onların çok olduğunu ifade eder:

"Allah'ın o şehir halkından peygamberine verdiği şey, Allah'a Peygamber'e, yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir." (Haşr, 7)

Allah Ahzab sûresinde, Yahudilerin müşriklerle birleşmesini eleştirmiş ve bu yüzden onların yurtlarını, mallarını ve arazilerinden el değmemiş bir toprağı müslümanlara miras bıraktığını ifade etmiştir. Ayetin son bölümü belirtmeye çalıştığımız noktaya, onların dağınık halde yayıldıklarına ışık tutmaktadır. Bu hemen farkedilebilecek bir gerçektir:

"Kitab Ehlinden onlara arka çıkanları da kalelerinden indirdi, onların kalplerine korku düşürdü. Siz bir kısmını öldürüyordunuz, bir kısmını ise esir alıyordunuz. Ve sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve daha ayak basmadığınız bir yere de mirasçı kıldı. Allah, her şeye güç yetirendir." (Ahzab, 26-27)

Feth sûresinde de kapalı bir işaret yer almaktadır. Kesin bilgi ifade edebilecek dereceye ulaşan mütevatir rivayetler onu açıklamıştır ki: Bunlar birinci derecede Hayber'i ve ondan sonra doğrudan müslümanların fethettiği kasabalar, Vadi'l-Kura'yı, Fedek'i ve Yahudilerin Teyma'sını kastetmiştir. Bunlar da, başka bir açıdan be¬lirtmeye çalıştığımız konuyu, İsrailli azınlıkların çokluğunu ve yaygınlığını pekiştirmektedir.

1) Geride bırakılanlar, siz ganimetleri almaya gittiğiniz zaman diyeceklerdir ki: "Bizi bırakın da sizi izleyelim..." (Feth, 15)

2) ...onlara yakın bir fethi sevap olarak vermiştir: Ve alacakları bir çok ganimetleri de. Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Allah alacağınız daha bir çok ganimetleri de size vadetti, bunu size hemencecik verdi ve insanların ellerini sizden çekti ki, müminler için bir ayet olsun ve sizi dosdoğru olan bir yola yöneltsin. Ve başka da vermiştir ki siz henüz onlara güç yetirmiş değilsiniz; gerçekten Allah, onları kuşatmıştır. Allah, her şeye karşı güç yetirendir. (Feth, 18-21)

Yahudi azınlığın büyük kısmı, anlaşıldığı kadarıyla bizzat Yesrib civarında yer alıyordu. Ki burada üç kabile vardı. Sayıları onbinlere yaklaşıyordu. Bunlar, Beni Kaynuka, Benî Nadir ve Benî Kureyza kabileleriydi. Peygamber (s) bunların ilk ikisini sürgün etmiş üçüncüsünü ise, şartların gereği olarak sert bir şekilde yok etmişti. Kur'an bu kabileleri adlarıyla kaydetmiştir. Yalnız üç kabileye işaret etmeyi uygun görmüştür. Kesinlik ifade edecek dereceye ulaşan mütevatir rivayetlerde de bu üç kabilenin adı zikredilmiştir:

1) Küfredenlere de ki: "Yakında yenilgiye uğratılacaksınız ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz." Ne kötü yataktır o. Karşı karşıya geen iki toplulukta, andolsun sizin için bir ayet vardır. Bir topluluk, Allah yolunda vuruşuyordu, diğeri ise, kafirdi ki gözleriyle müminleri kendilerinin iki katı görüyorlardı. İşte Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, basiret sahipleri için gerçekten bir ibret vardır. (Al-i İmran, 12-13) (29)
2) Allah katında yerde debelenenlerin, şüphesiz en kötüsü, küfre sapmış olanlarıdır. Onlar artık inanmazlar. Bunlar, içlerinde antlaşma yaptığın kimselerdir kİ, sonra her defasında ahidlerini bozarlar. Onlar korkup sakınmazlar. Bundan dolayı, savaşta onları yakalarsan, öyle darmadağın et ki onlarla arkalarından gelecek olanlar, umulur ki ibret alırlar. Eğer bir kavmin ihanet edeceğinden kesin olarak korkarsan, sen de açık ve adil bir tutumla antlaşmayı boz. Gerçekten Allah, ihanet edenleri sevmez. (Enfal, 55-58)
3) Kendilerinden önce yakın geçmişte olanların durumu gibi; onlar,yaptıklarının sonucunu tadmışlardır. Onlar İçin acıklı bir azab da vardır. (Hasr, 15) (30)

(29) Al-i İmran ve Enfâl ayetleri hakkında, Hâzîn ve başka tefsirlerde, ayrıca İbn Hişam (II, 334)'da belirtildiğine göre "inkâr edenler"den maksat Benî Kaynukâ'dır.
(30) Bu ayet, Benî Nâdir'in cezalandırılması olayından sonra gelmiştir. Benî Kaynukâ'nın sürgün edilmesi bu ayetten önceydi.

Yedinci olarak: Naklettiğimiz ayetler ve ayetlerin içerdiği nitelemeler, onların sahip oldukları araziler, mallar ve kasabalar, müslümanların onlardan elde ettikleri ganimetlerin çoklukla vasıflandırılmış olması, Yahudilerin büyük servet sahipleri olduğunu rahatlıkla göstermektedir. Bu açık bir olgudur. Onların büyük bir ticari faaliyete de sahip olduğunu, bizzat ayetlerin ilhamlarına göre anlıyoruz. Onların bu faaliyetlerinin en önemli sahaları ziraattı. Bundan daha açık olarak hem bundan hem de diğerinden anlaşıldığına göre onların bu konumları Arapların ekonomik yaşamında Önemli bir etkiye sahip olmalarını sağlamıştır.

Sekizinci olarak: Onlar faizle işlem yapıyorlardı. Bu onların yaklaşık hicret ettikleri tüm ülkelerde gündeme getirdikleri, kendilerine özgü bir uygulamaydı. Yesrib'in ziraat bölgesinde bulundukları için, tabiatıyla bu işe elverişli olanakları da vardı. Çünkü çiftçiler normal olarak hasat ve bağ bozumu zamanına kadar mal ödünç almaya muhtaç durumdadır. Kuşku yok ki bu eylem Yahudilerin, Arapların ekonomik yaşamlarında güçlü bir etki ve role sahip olmalarını sağlıyordu Kur'an'm bu olguya işareti ise; Nisa sûresinin, onların inkarcı, tartışmacı tutumlarını ve ahlaklarını eleştirme ve ayıplarını ortaya koyma sadedinde inmiş olan ayetleridir:

"Yahudilerin yaptıkları zulümden ve pek çok kişiyi Allah yolundan çevirmelerinden dolayı kendilerine helal kılınmış temiz ve hoş şeyleri yasakladık. Menedildikîeri halde faiz almalarından ve haksız yere insanların mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık). İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık." (Nisa, 160-161)

"Onların insanların mallarını haksız yere yemeleri" cümlesi, herhalde onların, Yesrib halkının muhtaç olduğu şeyleri acımasız şekilde sömürdüklerini ilham etmektedir. Faizle onların canlarını yaktıklarını, faizi kat kat artirrak çoğalttıklarını anlatmaktadır. îhtimal ki, onlar berikileri sömürmek, helak etmek, onların ürünlerini ve elde ettikleri şeyleri istila etmek için daha başka vasıtalara ve yollara başvurmuşlardır.
Kur'an ayetleri içinde onların sınai ve ticari eylemlerle uğraştık¬larını göstermeye müsait bir delil yoktur. Yalnız bu pek tabii olarak uğraşmadıklarını da göstermez. Tercihe şayan odur ki, onlar ya da en azından onlardan bazı kesimler bu tür işlerle uğraşıyorlardı. Sîret rivayetleri Benî Kaynuka'nm sürgün edilmesi sadedinde kaydediyor ki: Onların, kendi adlarıyla bilinen bir panayırları vardı. Ve panayırda onlardan bir takım kuyumcular bulunuyordu. Ticaret, Yahudilerin başlıca eylemlerinden birini oluşturmaktadır. Onların bundan habersiz olduklarını söylemek doğru olmaz. Çünkü bu çevrede ticaret için gerçekten elverişli geniş bir ortam vardı. Ve bu alanda etkin faaliyet gösteren kimseler mevcuttu.

Dokuzuncu olarak: Ayetlerin içerikleri, delaletleri ve ilhamları genel olarak İsraillilerin Hicaz'a yakın bir geçmişte göç etmeyip daha eski olduklarını gösteriyor. Hatta belki, bir kaç nesil veya asır öncesine kadar uzanıyordu. Ve onlar buna bağlı olarak konuşma ve anlama olarak Arapçayı güzel ve üstün derecede biliyorlardı. Buna ilave olarak onların kendilerini muhafaza ettikleri ya da en azından bilginlerinin, hahamlarının, Rabbanilerinin Tevrat'ın ve Yahudilere ait diğer dini kitapların dili olan İbranice'yi güzel şekilde muhafaza etmesini bildiklerinden de asla kuşku edilemez. (31)

5. İsrailoğullarının Hicaz Halkı Üzerindeki Tesirleri:

Yahudi azınlıkların kültürel, dini, sosyal, ekonomik, siyasal/politik, savaş-barış ve sayı durumları hakkında Medeni Kur'an ayetlerinin delaletlerinden ve pek çok ilhamlarından destek alarak açıklamalarda bulunduksa, aynı şekilde onların ahlaklarını ortaya koyabilecek delilleri ve ilhamları da oradan alacağız.

1) Bazı ayetler onların yaşamış oldukları olgulara, kendilerini başkasından üstün görmelerine, bencilliklerine, cimriliklerine, her şeyin kendilerinin olmasına duydukları isteklerine, kıskançlıklarına, başkalarının ellerinde bulunanlara dayanamamalarına işaret etmektedir. Bakara, 109, Nisa, 53-54. ayetleri bununla ilgilidir ve onları daha önce nakletmiştik. Al-i İmran sûresinde ise gelecek ayetler bununla ilgilidir.

"Allah'ın bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu onlar için serdir; kıyamet günü, cimrilik ettikleri şey boyunlarına dolanacaktır. Göklerin de, yerin de mirası Allah'ındır. Aîlah yaptıklarınızdan haberi olandır. Andolsun; "Gerçek, Allah fakirdir, biz ise zenginleriz" diyenlerin sözlerini Allah işitmiştir. Onların bu sözlerini ve Peygamberlerini haksız yere öldürmelerini yazacağız ve: "Yakıcı olan azabı tadın" diyeceğiz." (180-181. ayetler)

(31) Sirer İbn Hişâm'da Yahudi şairleri ve onların kasidelerinden söz edilmekte ve isimleri verilmektedir. (Bkz: II, 337-344 ve III, 55, 174) Hadis kitaplarında da, Rasulullah, Zeyd b. Sabit'den îbranice öğrenmesini istemektedir. Böylece onlarla tartışma imkânı elde edilecekti.

2) Bazı ayetlerde onların, ikiyüzlülük, laf taşıyıcılık, düzenbazlık, başkalarını kuşkuya düşürme ve onu tahakkümü altına alma amacıyla kuşkular yayma gibi ahlaki niteliklerine ışık tutulmaktadır. Bakara, 76, Al-i İmran, 72. ayetleri bunu ilham etmektedir. Ayrıca gelecek ayetler de buna ışık tutmaktadır:

"De ki: "Ey Kitab Ehli, sizler şahidler olduğunuz halde, ne diye iman edenleri Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah, yapmakta oklularınızdan gafil değildir." Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba boyun eğecek olursanız, sizi imanınızdan sonra kafirler yapmış olarak geri çevirirler. Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve O'nun Rasulü içinizdeyken nasıl oluyor da küfrediyorsunuz? Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette o, dosdoğru olan bir yola iletilmiştir. Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun. Ve ancak müslümanlar olarak ölün. Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını ısındırdı, siz O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan da sizi kurtardı. Umulur ki, hidayete erersiniz diye Allah size ayetlerini işte böyle açıklar." (Al-i İmran, 99-103)

Müfessirler ve raviler bu ayetlerin -ya da bazılarının- Yahudilerin, bir takım Evs'li ve Hazreç'li kişiler arasında alevlendirdiği, geniş bir alana yayılıp ortalığı kasıp kavuracak büyük bir fitneye neden olmasına ramak kala Önlenen bir desise ve düzenbazlıkları münasebetiyle inmiş olduğunu kaydetmişlerdir. Her ne olursa olsun, ayetler üslubla o ve içerikleriyle, Yahudilerin müslümanlar arasında körüklemeye çalıştığı bir fitne, desise, kargaşa ve ortalığı bulandırma tavır ve tutumuyla ilgilidir.
Maide sûresinde yer alan bir ayet de bu konuyla ilgilidir. Ayet Yahudilerin Peygamber'e (s) havale edilmiş bir konuda hile ve kuşku yaratma tutumlarına ışık tutmaktadır. Onlar sözü amacından saptırmak suretiyle münafıklarla birlikte bir komploya girişmişlerdi:

"Ey Peygamber, kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla "inandık" diyenlerle Yahudiler'den küfür içinde çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar yalana kulak verenlerdir; sana gelmeyen diğer topluluğa kulak verenlerdir. Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar. "Size bu verilirse onu alın, o verilmezse ondan kaçının" derler..." (Maide, 41)

3) Bazı ayetler, onların amaç ve kişisel çıkar uğruna her türlü vasıtayı kullanma ve meşru görme ahlakına işaret etmektedir. Bunu Nisa sûresinin 51. ayeti ile gelecek ayetlerde görebiliriz:

"Kendilerine kitaptan bir pay verilenlerin sapıklığı satın aldıklarını ve sizin de yolu sapıtmanızı istediklerini görmedin mi? Allah sizin düşmanlarınızı daha iyi bilendir; bir veli olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter. Kimi Yahudi olanlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar." (Nisa, 44-46)

4) Bazı ayetler onların başkasının ellerindekini kendileri için helal kılma, kendilerine emanet edilen şeylere, sözlerine bağlı kalmaya karşı kendilerini sorumlu hissetmeme ahlaklarına işaret etmektedir. Daha önce naklettiğimiz Bakara, 100 ve Al-i İmran, 75. ayetler bunu ilham etmektedir.
5) Bir takım ayetler onların başkalarının kendilerine karşı duymuş oldukları sevgiyi, sadakati, başkasına yardımcı olmayı ya da herhangi bir konuda yol göstermeyi düşünmeme ahlakına işaret etmektedir. Daha önceleri nakledilen Al-i İmran, 73. ve 119. ile Bakara, 76. ayetleri buna ışık tutmaktadır.
6) Bazı ayetler onların bir şeyde diretme, tartışma ve büyüklük taslama ahlaklarına ışık tutmaktadır. Bu tür ayetler gerçekten çoktur. Ve bunlar aynı zamanda önceki Yahudilerle çağdaş Yahudilerin bu ahlak konusunda sıkı ilişkileri olduğunu göstermektedir. Geçen konularda onların bir kısmını kaydetmiştik. Diğer bir kısmını ise şimdi verelim:

1) De ki: "O bizim de Rabbimiz sizin de Rabbiniz iken, bizimle Allah hakkında tartışmalara mı giriyorsunuz? Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz de sizindir. Biz, katışıksız olarak O'na bağlanmış olanlarız. (Bakara, 139) (32)
2) İnsanlardan bir takım beyinsizler: "Onları daha önce üzerinde bulundakları kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler... (Bakara, 142)
3) "...Kitab verilenler, bunun Rabb'leri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. Sen kitap verilenlere her türlü ayeti (delili) getirsen yine onlar senin kıblene uymazlar; sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Sana gelen ilimden sonra onların keyiflerine uyarsan elbette ki zalimlerden olursun. Kendilerine kitab verdiklerimiz, onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine de onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler. (Bakara, 144-146)

(32) Ayetin sıyakı Yahudilerin tutum, davranış ve ahlaklarıyla ilgilidir

Bazı ayetlerin içeriğinden anlaşılıyor ki: Onlar sihir/büyük de yapıyorlardı. Bakara sûresinin ayetlerinden biri Yahudilerin tartışmacı oluşlarını, ahde vefasızlıklarını, Allah'ın Kitabını bırakışlarını, O'nun elçisini tasdik etmeyişlerini; onların gerçeğe uymaları gerekirken şeytanların okudukları büyü işlerinin peşine takılmalarını, bu hareketlerin kişiyi dinden çıkardığını, onu hidayet ve doğru yoldan uzaklaştırdığını bildikleri halde bu tür eylemlere eğilim duymalarını kaydetmiştir. Yine ayetten anlaşılıyor ki onlar Süleyman'ın (a) da sihir yaptığını ve onunla şeytanlara egemen olduğunu ve şimdiki ilimlerinin onun bildiği ilimden olduğunu iddia ediyorlardı.

"Ne zaman onlara Allah katından yanlarındakini doğrulayan lir peygamber gelse, kendilerine kitap verilenlerden bir takımı sanki kendileri hiç bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını arkalarına attılar. Ve onlar, Süleyman'ın mülkü aleyhinde şeytanların uydurduklarına uydular. Süleyman ise küfretmedi; ancak şeytanlar küfretti. Onlar, insanlara sihiri öğretiyorlardı. Babil'deki iki melek olarak bilinen) Harut'a ve Marufa bir şey indirilmemişti. Oysa o ikisi: "Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın küfretme" demedikçe hiç kimseye öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle kadının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Onlar ise kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiç bir payı olmadığını bildiler; kendi nefisleri karşılığında sattıkları şey ne kadar kötü; bir bilselerdi." (Bakara, 101-102).

Bunun yanında Al-i Imran ayeti:
"Her nerede bulunurlarsa bulunsunlar onlara zillet vurulmuştur. Onlar, Allah'tan bir gazaba uğradılar ve üzerlerine aşağılanma vuruldu. Bu Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri nedeniyledir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları dolayısıyladır." (112. ayet)

"İşte o zaman Rabbin, onlara en kötü azabı yapacak kimse(leri) kıyamet gününe kadar üzerlerine mutlaka göndereceğini bildirdi. Kuşku yok. Rabbin sonuçlandırması pek çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayandır, esirgeyendir." (167. ayet)

Bu iki ayet gösteriyor ki: Yahudiler gözle görülecek ve elle tutulacak derecede zillet ve miskinlik postlarına bürünmüşlerdi. Hicaz dışında durumları böyle olduğu halde Hicaz'ın içinde o kadar servet, sayı, hile, düzenbazlık ve kuvvet gösterisinde bulunmalarına rağmen durumları yine aynıydı.

Aynı şekilde A'raf ayeti de böyledir:

"Onları yer yüzünde ayrı ayrı topluluklar olarak param parça dağıttık." (168. ayet)

Bu ayet de ilham ediyor ki: Yahudilerin yeryüzünün tüm bölgelerinde darmadağınık hali başkaları tarafından rahatlıkla müşahade ediliyor ve elle tutulabilecek bir olgu olarak algılanıyordu. Ve onların Hicaz'daki varlıklarının eninde sonunda bu noktaya varacağı anlaşılıyordu.
Durumları bu merkezde olan, Arapların hayatıyla ve gelenekleriyle bu kadar ilişkileri ve ortak yönleri bulunan, ahlakları, alışkanlıkları ve yaşayışları bu olan Yahudilerin komşuları olan Arapları özellikle Medine halkını, genel olarak da Hicaz alanını küçümsenmeyecek ölçüde etkilemiş olmaları pek tabiidir. Biz Arapların öğrendikleri, tartıştıkları, akıllarında, inançlarında ve alışkanlıklarında geliştirdikleri peygamberler, melekler, şeytanlar, evrenin yaradılışı, nesilleri tükenmiş ulusların ve semavi şeriatlarla ilgili kıssaların haberlerinin pek çoğunu onlardan öğrendiklerinde kuşku etmiyoruz. Yine onların yaşam biçimleri sanatları, sanayileri, ticaretleri, ziraatları hatta bazı dinsel ayinlerin, onların aralarında yaşadıkları bu uzun zaman zarfında Araplara geçmiş olduğunda şüphe etmiyoruz.(33)

(33) Hâzîn Tefsirinde ([, 153) îbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Medine halkı çoğu zaman Yahudilerin yaptıklarını örnek aldı Zira onları Ehli Kitap olarak görüyor ve onların daha faziletîı olduklarına inanıyorlardı.

Daha Önce Arapların onlardan muhtemelen ziraî teknikler aldıklarını; onlardan etkilenerek kaleler ve surlar yaptıklarına değinmiştik. İlerde gelecek bölümlerde de Arapların başka alanlarda onlardan aldıkları adet ve geleneklere işaret edeceğiz. Biz dinler ve inançlar bölümünde Kur'an'ın Yahudilik ve Yahudiler hakkındaki tablosunu tamamlamak amacıyla özel bir bölüm ayırdık.

6. Hıristiyanların Hicaz'daki Rolleri:

Şimdi Peygamberlikten önce Medine'de İsraillilerden başka ya¬bancıların olup olmadığını araştıracağız. Buna bağlı olarak diyebi¬liriz ki; buna ışık tutan açık bir işaret yoktur. Mekke'de onların var¬lığını gösteren Nahl ayeti gibi bir delil yoktur. Bununla beraber, pek çok Medeni ayet vardır ki bunlarda, Hıristiyanlardan sözedilmekte, hitab onlara yöneltilmekte, Peygamberin ve Kur'an'ın çağrısına karşı sevgi esasına dayalı bir tavırları olduğu hikaye edilmekte, Mesih ile ilgili inançları hafife alınmakta, ayıplanmakta ve bu inançları tartışılmakta, bazılarının büyüklük taslama, inkar etme, düşmanlık besleme ve engel olma gibi tavır ve tutumları gözönüne serilmekte ve onlarla dostluk ilişkilerine girilmemesi emredilmektedir. Gelecek ayetler sözü edilen bu konuları işlemektedir.

1) Yahudiler dedi ki: "Hıristiyanlar bir şey üzere değillerdir." Hıristiyanlar da: "Yahudiler bir şey üzere değillerdir." (Bakara, 113)
2) Dediler ki: "Yahudi veya Hıristiyan olun ki hidayete eresiniz. (Bakara, 135)
3) Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra da ona "Ol" dedi ve o da oluyor. Gerçek Rabbindendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma. Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmalara girişirlerse, deki. Gelin, oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah'ın lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım." (Al-i İmran, 59-62)
4) Yahudiler ve Hıristiyanlar: "Biz Allah'ın çocuklarıyız ve sevdikleriyiz" dediler. (Maide, 18)
5) Andolsun, "Gerçekten Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler küfre saptı. Oysa Mesih'in dediği "Ey îsrailoğullan, benîm de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin. Çünkü O, kendisine şirk koşana kuşkusuz cenneti haram kılmıştır, onun barınmayeri de ateştir- Zulmedenlere yardımcı yoktur". Andolsun, "Alah üçün üçüncüsüdür" diyenler küfre sapmışlardır. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan küfredenlere acıklı bir azab dokunacaktır. Yine de Allah'a tevbe edip bağışlanma istemeyecekler mi? Oysa Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Meryem oğlu Mesih, yalnızca bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçti. Onun annesi dosdoğrudur, ikisi de yemek yerlerdi. Bir bak, onlar ise nasıl da çevriliyorlar? De ki' "Sİz Allah'ı bırakıp da, size fayda ve zararı dokunamayacaklara mı tapıyorsunuz? Halbuki Allah, herşeyi işiten ve bilendir." {Maide, 72-76)
6) Ey inananlar Yahudi ve Hrristiyanları dostlar edinmeyin, Onlar birbirlerınin dostudurlar... (Maide, 51)
7) Andolsun, insanlar (içinde) iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olanların yahudİler ve şirk koşanlar olduğunu görürsün Onlardan iman edenlere sevgi bakımından en yakın olanların da: "Biz Hıristiyanlanz" diyenlerin olduğunu görürsün. Bu onlarda keşiş ve Rahiplerin olması ve onların gerçekten büyüklük taslamamaları nedeniyledir. Peygambere indirileni dinlediklerinde hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz inandık; Öyleyse bizi şahitlerle birlikte yaz." (Maide, 82-83) Ayrıca Bkz: (2
/111; 2/120, 4/171-172; 5/116; 9/29-34; 57/27)

Buna ilave olarak çağrının Ehl-i Kitab'a genel olarak yöneltildiği ayetler vardır. Bu ayetlerle hem Hıristiyanlara hem de Yahudilere beraber hitab edilmiş olunacağı tercihe şayandır. Gelecek ayetlerde olduğu gibi:
1) Ey Kİtab Ehli, kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan ve birçoğundan da geçiveren elçimiz geldi. Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. (Maide, 15)
2) Ey Kitab Ehli, peygamberlerin arası kesildiği dönemde: "Bize bir müjdeci de bir uyarıcı da gelmedi" demenize (fırsat kalmasın) diye size apaçık anlatan bir peygamber geldi. Böylece müjdeci de, uyarıcı da gelmiştir artık. Allah herşeye güç yetirendir (Maide, 19)

Hatta bu iki ayet arasında Mesih'in uluhiyeti inancım ayıplamayı eleştirmeyi içeren bir ayet vardır. Bu da onların birinci derecede Hıristiyanlara yönelik olduğunu söylemeye müsaittir.
"Andolsun gerçek şu ki, Allah Meryem oğlu Mesih'tir diyenler küfretmiştir. De ki: "O, eğer Meryem oğlu Mesih'i onun annesini ve yeryüzündekilerin tümünü helak etmek isterse, Allah'a kim engel olabilir?" (Maide, 17)

Buradaki bazı ayetlerde Hıristiyanların zikredilmesi, ek bir açıklama ya da Yahudiler konusunda hafifçe işaret ettiklerimizin, lisanı hal ile ifade edilmesi olduğuna göre, bunlar; Peygamberin Medine'de ve çeşitli zamanlarda Hıristiyanlardan değişik gruplarla karşılaştığını, onları İslam'a davet ettiğini onlardan bazılarının Maide, 88-89. ayetlerinde ifadesini bulan parlak tasdik sahnelerine konu olduğunu bazılarının ise tartışma ve mücadeleye girerek, büyüklük tasladığını görürüz.

Yemen'in Necran bölgesinden, Habeşistan'dan ve Şam'dan bazı Hıristiyan elçilerin Medine'ye geldiğini Peygamber ile ilişki kurduklarıni, onlardan bazılarının Peygamber ile tartışarak kendi dinleri üzere kaldıklarını, bazılarının ise iman ettiğini belirten rivayetler vardır. Burdan hareketle Medine devrinin ilk dönemlerinde inen ayetlerde Hıristiyanların sözlerinin, görüşlerinin, tavırlarının ve inançlarının gündeme getirilmiş olması, Peygamber'in çağrısının henüz aşılanıp, yerleşmediği bir dönemde bunların gündeme alınışı, sayıları ve çokluklarından sarfı nazar edilerek Medine'de Hıristiyan bir grubun ikamet edip yerleştiğim düşündürmektedir.

Bunlardan bazılarının Mekke'de olduğu gibi Medine halkından Hıristiyanlaşmış Araplar olduğu dahilindedir. Veya bunlar Medineli değildir ama ekonomik ve ekonomik olmayan bazı şartlar yüzünden dışardan göç edip Medine'ye gelip-yerleşen Araplardır. Fakat bunların içinden bazılarının Bizanslı, Süryani, Kıpti ve A'cemi/İranlı v.s... olmasını engelleyen bir belge yoktur. Madem ki Şam bölgesinin şartları Arap olmayan bazı Hıristiyanların Mekke'ye kadar göç edip orada ikamet etmesine neden olmuştur ve Mekke tüccarları onların bazılarını kendi özel ihtiyaçları ve ekonomik faaliyetleri için satın alma yolu ile kendilerine çekme olanağına sahip olmuştur. Bu şartların sırf Mekke'ye özgü olmayacağı hemen akla gelebilmektedir. Özellikle Medine, Şam'a Mekke'den daha yakındır ve oranın iklimi Şam'dan göç edenler için Mekke ikliminden daha elverişlidir. İşte bu özellik aynı zamanda Şam'dan göçmek zorunda kalan İsraillilerin Medine'ye yerleşmelerine, orada ikamet etmelerine neden olmuştu. Bu avantajlar nedeniyle de orada yaşamayı tercih ediyorlardı.

Tevbe sûresinin 29-34. ayetleri hemen hemen kesinlik ifade edecek biçimde Peygamber'in Şam bölgesinde taşkınlık ve düşmanlık yapmaya başlayan Hıristiyanlara karşı düzenlediği Tebük savaşına ilişkin olarak inmiştir. Sadece bu olayı istisna edersek naklettiğimiz ayetler içinde, Hıristiyanların Medine'de kitleleştiğini ya da Arapların ekonomik ve sosyal yaşamlarına hissedilebilir, belirgin bir etkide bulunduklarını gösteren bir ayet yoktur. Yanısıra Yahudiler hakkında inmiş bulunan ayetlerin içerdiği aldatma, düzenbazlık, komplo, kıskançlık ve azgınlık, taşkınlık tablolarına da rastlanır. Bunun tam tersi olarak tüm Hıristiyanları kapsayan bir nitelik buluyoruz. O da Hıristiyanların iman edenlere insanların sevgi yönünden en yakın olan kimseler olduğu, onların asla büyüklük taslamadıkları, gönüllerinde şefkat ve merhamet duyguları taşıdıkları, buna ilave olarak onların çok olmadığı ve kitleleşmediği olgusudur. Onların fazla bir etkiye sahip olmadıkları, genel hatlarıyla güzel, yumuşak, duygusal, ince bir ahlaka sahip oldukları, düşmanlıkta katılık ve aşırılık yapmaya yanaşmadıkları gerçeğidir.

Pek tabii olarak bu, Hıristiyanlığın Arapların inançları, dinleri, düşünceleri ve kültürleri üzerinde hiçbir etkisi olmamıştır anlamına gelmez. Onların bu etkisi ise gelecek bölümlerde işaret edeceğimiz konular arasında yer alacaktır. Dinler ve inançlar konusunda Hıristiyanlık ve Hıristiyanlar için de özel bir bölüm ayırdık. Aynı şekilde bu etkiye orada da parmak basacağız, onlarla ilgili Kur'anî tabloyu tamamlayacağız.

dost1
29. March 2011, 05:47 PM
İKİNCİ BOLUM

Sosyal Hayat
Bu bölüm dört ayrı konudan oluşmaktadır,
A) Aile hayatı,
B) Kabilecilik Asabiyeti,
C) Hac ve Haram Aylar
D) İdare düzeni ve sınıflar.

A) AİLE HAYATI:

1. Peygamber Asrında Erkeğin ve Kadının Rolü:
Kur'an'ı Kerim'de kadın ve erkekle ilişkili pek çok ayet vardır. Bazıları geneldir. Bazıları yasama, yükümlülükler ve İslami kavramlarla ilgilidir. Her iki çeşit ayetlerden şu veya bu şekilde Peygamber asrında ve peygamberlikle görevlendirilmeden önceki çevresinde kadın ve erkeğin durumuna ışık tutan tablolar alıntılayabiliriz.

Birinci olarak: Genel olarak erkeklerden bahsedilen ayetlerin İçeriğinden az çok anlaşıldığına göre; erkek kendisine özgü seçkin bir yere sahipti. O ailenin başkanı ve idarecisiydi yaşamından, rızkından ve işlerinden sorumlu olan oydu. Savaş ve savunmadan o sorumluydu. Kan bedeli ve borçlanmalar ondan istenirdi. Çeşitli sosyal sorumluluklarda o muhatab alınırdı. Etkin söz ve görüşe ve belirleyici konuma sahip olan oydu. Kadın ise genel olarak erkeğe uyardı. Onunla beraber olurdu. Onun himayesinde ve sorumluluğu altındaydı. Onun emriyle yürürdü. Kadının yararına olan şeylerde kadını temsil eden erkekti.

Çağrı ve hitabın, cedelleşme/tartışmanın, uyarma, vadetme ve tehdit etmenin, kafirlerin delil getirme tutumları ve sözlerinin hikaye edildiği, onlarla müslümanlar arasındaki ilişkilerin, olayların ve savaşların anlatıldığı, daha Önce geçmiş ümmetlerin ve Peygamberlerin kıssalarının yer aldığı, hatta bizzat hitabın yasamalarda, yükümlülüklerde, uyarmada, sakındırmada, can ve mal ile cihada davette müslümanlara yöneltildiği, onların yaptığı ve söylediği ya da söylemekte ve yapmakta olduğu şeylerin hikaye edildiği ayetleri ciddi bir tedkikten geçirirsek göreceğiz ki büyük çoğunluğu tekil ve çoğul olarak müzekker/erkeğe hitab sigasıyla verilmiştir. Erkeklerin muhatab alındığını ve onlardan hikaye edildiğini görürüz.

Burada sözünü ettiğimiz işler ve amaçlarla ilgili Kur'an ayetlerinin tümünü arzetmek pek tabii olarak ne zorunludur ne mümkündür. Yalnız okuyucu kendisi, Kur'an'a başvurduğunda bu gerçeği onun her sûresinde hatta sûrelerinin her bölümünde elle tutulur bir şekilde görebilecektir. Bunun için biz "erkeğin" kadınla birlikte zikredildiği bazı ayetleri hatırlatmakla yetineceğiz. Ya da onun bazı özelliklerine değinen ayetleri vereceğiz. Bu ayetten hareket ederek göreceğiz ki erkeğin toplumdaki rolünü o zamanki konumunu ve görünümünü tesbit etmek için açık ve güçlü deliller vardır. Özellikle de, önemli işlerde öncelikle yalnız erkeğin zikredilmesinden... Gelecek ayetlerde olduğu gibi;

1) Kadınların haklan, örfe uygun bir şekilde vazifelerine denktir. Erkeklerin onlardan bir üstün derecesi vardır... (Bakara, 228)
2) içinizden ölenlerin bıraktığı eşler, kendi kendilerine dört ay on (gun)beklerler. Bu bekleme süresi dolduğunda artık onların kendi haklarında maruf bir şekilde yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur. Allah işlediklerinizden haberi olandır. (Bakara, 234)
3) Onların yiyeceği ve giyeceği bilinene uygun olarak, çocuk kendisinin olana (babaya) aittir... (Bakara, 233)
4) Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutku, insanlar için süslendirilip çekici kılındı. (Al-İ İmran, 14)
5) Eğer yetim (kız)lar konusunda adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, bu durumda size helal olan (başka) kadınlardan İkişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın. Şayet (yine de) adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (eş) ya da sağ eilerinizin malik olduğu (cariye) ile (yetinin). Bu sapmamanıza daha yakındır. Kadınlara mehirlerıni gönülden İsteyerek verin, fakat onlar, gönül boşluğuyla size ondan bir şeyi bağışlarlarsa, onu da afiyetle ve iç huzuruyla yiyin. (Nisa, 3-4)
6) Allah'ın erkeği kadına üstün kılması ve onların kendi mallarını harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde sorumludurlar. îyi kadınlar gönülden itaat edenler, görünmeyeni koruyanlardır. Kötülüklerde diretmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarında yalnız bırakın nihayet dövün, size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Doğrusu Allah, yücedir, büyüktür (Nisa, 34)
7) Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğmiz erkeklerden başkasını göndermedik. (Nahl, 43)
8) (Öyle) adamlar ki, ne ticaret ne de alış-veng onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten tutkuya kaptırıp alıkoymaz. (Nur, 37)
9) Allah, bir adamın kendi boşluğu içinde iki kalp kılmadı ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız eşlerinizi de sizin anneleriniz yapmadı (Ahzab, 4)
10) Ve dediler ki: "Bu Kur'an iki kentten, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?'" (Zuhruf, 31)
11) (Boşandığınız) kadınları gücünüz oranında oturmakta olduğunuz yerin yanında oturtun, onları darlık ve sıkıntıya düşürmek amacıyla kendilerine zarar vermeyin. Eğer onlar hamile iseler yüklerini bırakıncaya kadar onlara nafaka verin. (Talak, 6)
12) Ey iman edenler, gerçek şu kİ, sizin eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı sizler için düşmandırlar. Şu halde onlardan sakının... (Te-gâbun,14)
13) Bir de şu gerçek var: insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Onlar da, onların azgınlıklarını arttırmışlardır. (Cin, 6)
Ayrıca Bkz: (2/226-227; 2/237; 4/75; 6/8-9; 7/46;1 7/48; 16/76; 38/62)

Pek çok ayet içinde ancak küçük bir yer tutacak olan bu ayetlerden; erkeğin konumu, belli başlı Özellikleri, savaştan ve büyük görevlerden yalnız onun sorumlu tutulduğu, eşine ve ailevi işlere egemen olduğu, onlara bakmakla yükümlü olduğu ve üstünlüğü açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Hatta Al-i İmran 14. ayette erkekler "nas" (İnsanlar) kavramı ile ifade edilmiştir. Sanki dünya onlardan ibarettir. Kadınlar, çocuklar, mallar, zinet eşyası ve diğer nimetler sırf onun arzuları, istekleri onun gözlerini ve arzularını doyurmak için vardır.
Bu üslub tabiatıyla, Kur'an'ın içlerine inmeye başladığı, ilk defa olarak kendi dillerine hitab ettiği toplumun pratik olarak yaşayıp alıştığı şeylerin bir tekrarı mesabesindedir. Kadınlarla, İslami aileyle ilgili hukuki gelişmeler, ıslahatlar, değişik alanlarda kadın haklarının tesbit edilip geliştirilmesi vb. ise bu toplumdaki uygulamaların düzeltilmesinden ibarettir. Bu gelişmeler kadına yönelik zulümlerin, ağır yükler altında ezmenin, zarara uğratmanın, incitmenin, kadın haklarının inkar edilmesinin ve daha pek çok şeylerin düzeltilmesine zemin hazırlamaktan ibarettir. Bu konu ilerde de ele alınacaktır.

İkinci olarak: Kur'an'da kadının hukuki, ekonomik, evlilik yönünü, karşılaşmış olduğu zorlukları, kötü uygulamaları ve haksızlıkları dile getirme olanağı bulunan bir dizi ayet vardır. Kadın haklarının nasıl ihlal edildiğini, mallarının soyulduğunu, mirasından mahrum bırakıldığını, özgürlüklerine tecavüz edildiğini, özellikle evlilik şatları gibi alanlarda nasıl horlandığını ortaya koymaktadır.

(1) Burada "Adamlar"dan maksat, en ıyı te'vıle göre 'Melekler"dır125

Bunlardan sadece bir kısmını nakledeceğiz:
1) Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutmak ya da güzellikle bırakmaktır. Onlara verdiğiniz bir şeyi geri almanız sizin için helal olmaz; ancak ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları durumu başka. (Bakara, 229)
2) Kadınları boşadığmızda, bekleme sürelerini de tamamiamışlarsa, onları ya güzellikle tutun ya da güzellikle bırakın. Fakat sınırları çiğnemeniz için zararlarına olmak üzere, onları tutmayın. Kim böyle yaparsa artık o kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini de oyun (konusu) edinmeyin ve Allah'ın size verdiği, nimeti ve size öğüt olsun diye size indirdiği Kitab'ı ve hikmeti anın. Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah her şeyi bilendir. Kadınları boşadığmızda, bekleme sürelerini de tamamiamışlarsa onlara, kendilerini kocalarına nikahlamalarına engel çıkarmayın... (Bakara, 231-232)
3) Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmaya çalışmanız size helal değildir. Apaçık olan çirkin bir hayasızlık yapmadıkları sürece, onlara verdiklerinizin bir kısmım gidermeniz için onlara baskı yapmanız da (helal değildir). Onlarla güzellikle geçinin. Şayet onlardan boşlanmadmızsa, belki bir şey hoşunuza gitmez. Ama Allah onda çok hayır kılar. Bir eşi bırakıp yerine bir başka eşi almak isterseniz, onlardan birine yüklerle vermişseniz bile ondan hiçbir şeyi almayın. Onu iftira olarak apaçık bir günahla alır mısınız? (Nisa, 19-20)
4) Kadınlar konusunda senden fetva isterler. De ki: "Onlara ilişkin fetvayı size Allah veriyor. Kendilerine yazılan (miras)ı vermediğiniz ve kendilerini nikahlamayı istediğiniz yetim kadınlar ve zayıf çocuklar ile yetimler hakkındaki Allah'ın hükümleri size Kitapta okunmakta olanlardır, iyilik adına her ne yaparsanız, kuşkusuz Allah onu bilir. Eğer bir kadın kocasının zulüm ile eziyet etmesinden ya da ondan uzaklaşmasından korkarsa, barış ile aralarını bulup düzeltmekte ikisi için de sakınca yoktur. Barış daha hayırlıdır. Nefisler ise kıskançlığa bencil duygulara hazır kılınmıştır. Eğer güzel davranır ve sakınırsanız, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Nisa, 127,128)
5) Anne ve baba ile akrabanın bıraktıklarından erkekler için bir pay vardır; anne ve baba ile akrabaların bıraktıklarından kadınlar için de bir pay vardır. Bunun azından da çoğundan da farz kılınmış bir pay vardır. (Nisa, 7)
6) Ey iman edenler, mümin kadınları nikahlayıp da sonra onlara dokunmadan boşarsanız, bu durumda sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur. Artık anları yararlandırın ve güzel bir salma tarzı ile onları salıverin. (Ahzab, 49)
7) Gerçekten Allah, eşi konusunda seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunanın sözünü işitti. Allah, aranızda geçen konuşmaları işitiyordu. Hiç şüphesiz Allah işitendir, görendir. Sizden kadınlarınıza "zıhar" da bulunanlar onların anneleri değildir. Anneleri yalnızca kendilerini doğuranlardır. Hİç şüphesiz onlar, çirkin ve yalan söylemektedirler. Gerçekten Allah çok affeden, çok bağışlayandır. (Mücadele, 1-2)
8) Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman, iddetleri süresinde boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkup sakının. Onları evlerinden çıkarmayın; ancak açık çirkince bir hayasızlık göstermeleri durumu başka. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını çiğnerse, gerçekten o, kendi nefsine zulmetmiş demektir. Sen bilmezsin; olabilir ki Allah, bunun arkasından bir iş oluşturabilir. Sonra sürelerine ulaştıkları zaman artık onları maruf üzere tutun ya da maruf üzere onlardan ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit yapın. Şahidliği Allah için dosdoğru yerine getirin. İşte bununla, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere öğüt verilir. Kim Allah'tan sakınırsa ona bir çıkış yolu gösterir. Ve onu hesaba katmadığı biryönden de rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Allah her şey için bir ölçü kılmıştır, kadınlarınızdan artık adetten kesilmiş olanlara henüz adet görmemiş bulunanların iddetleri üç aydır. Hamile kadınların bekleme süreleri ise, yüklerini bırakma ile biter. Kim Allah' tan sakınırsa, (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. Bu Allah'ın size indirdiği emridir. Kim Allah'tan sakınırsa Allah onun kötülüklerini örter ve onun ecrini büyütür. (Boşadığınız) kadınları gücünüz oranında oturmakta olduğunuz yerin bir yanında oturtun, onları darlık ve sıkıntıya düşürmek amacıyla kendilerine zarar vermeyin. Eğer onlar hamile iseler, yüklerini bırakıncaya kadar onlara nafaka verin. Şayet sizler için (çocuğu) emzirirlerse onlara ücretlerini ödeyin. Kendi aranızda maruf üzere görüşün. Eğer güçlük içine girerseniz bu durumda (çocuğu) onun babası için bir başkası emzirebilir. Geniş imkanları olan nafakayı geniş imkanlarına göre yapsın, Rızkı kendisine kısıtlı tutulan da, artık Allah'ın kendisine verdiği kadarıyla versin. Allah, hiçbir nefse, ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün arkasından bir kolaylığı verecektir. (Talak, 1-7)

Bu zincirleme ayet sıralaması arasında, kocaların eşlerinden uzaklaşmaya yemin etmelerine işaret eden, Bakara, 226,227 ayetlerine, onlardan önce, zarar vermeyi yasaklayan, Allah'tan korkmayı, iyiliği ve düzeltmeyi, barışmayı, Allah'ın yeminlerine paravana kılınmasından, zarara ve zulme vasıta kılınmasından sakındıran 224-225. ayetlerini de ilave etmek gerekir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi tüm bu ayetlerin içerdiği emir, nehiy ve yasalar, o günkü aldatılan, horlanan, aşağılanan, zulme uğrayan kadının durumunun düzeltilmesine yöneliktir.

İşte bu ayetlerin tamamı kendilerinden önceki ortamda daha doğrusu Peygamberlikten önceki dönemde yürürlükte bulunan nahoş tabloların pek çoğunu ihtiva etmektedir. Genel olarak bütün ayetler, özellikle de Talak sûresi ayetleri, muhteva olarak - Allah korkusunu gündeme getirmeye onu pekiştirip, sağlamlaştırmaya dikkat çekmektedir. Bu da kadının o şartlarda özellikle boşanma, evlilik işlemleri ve aile yaşamı konusunda büyük ve aşırı bir zulme maruz kaldığını göstermektedir. Bu aynı zamanda toplumda yerleşen ve yaygınlık kazanan bir olaydı.
En'am süresindeki bir ayet; dinî gelenek ve adetler adı altında kadının hakkının yenilişini, uğradığı zulüm ve haksızlığı, çok açık bir şekilde gösteriyor:

"Bir de dediler ki: "Bu hayvanların karınlarında olan, yalnızca bizim erkeklerimize aittir, kadınlarımıza haramdır. Eğer o ölü doğarsa onlar da bunda ortaktırlar." Allah, yalan düzmelerinin cezasını verecektir. Kuşkusuz O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir." (139. ayet)
Miras ayetleri de, o sıralarda kadının maruz kaldığı haksızlıklara, nahoş uygulamalara, oyunca haline getirildiğine ışık tutmaktadır. Ona yapılan asılsız, bayağı uygulamaları göstermektedir. Öyle ki ölünün sahipleri, yakınları, savaşanların ve borçlananların kendileri olmaları nedeniyle mirasın tamamını almaya hak kazandıklarını ileri sürüyorlardı. Bazen mirasın aslını inkar ediyor bazen de alacağı miktarı vermiyorlardı. Rivayetlerin kaydına göre işte bu şartlarda Nisa sûresinin yedinci ayeti geldi. Bu hakkın aslını sağlamlaştırma ve kabul etmeyi hedef alan bu ayeti az önce nakletmiştik. Sonra da çoğunu sayılar ve matematiksel işlemler konusunda naklettiğimiz miras ayetleri (4/11-12. ayetler) indi. Evet bu ayetler, bu emirlere bağlılığın zorunlu olduğunu vurgulamakla sona ermektedir.

Özellikle Kelale'nin mirasına da dikkat çekilmiştir. Çocukları bulunmayan özellikle de erkek çocukları bulunmayan, anne babası da olmayan ölülerin mirası kardeşlerine ve yakın akrabasına aktarılıyor, bu arada bacılarının hakları inkar ediliyordu. Bu Kur'an'ın, miras ayetleriyle (Nisa sûresi 12. ve 176. ayetler) bu hakkı sağlam bir konuma oturtmada gösterdiği hassasiyetten anlaşılmaktadır.

Üçüncü olarak: Kur'an'da yer alan bazı ayetler onların, kız çocuklarının doğumunu hoş karşılamadığını hikaye etmekte, kafirlerin, kendilerine göre erkek çocuklar daha makbul olduğu halde kız çocuklarını Allah'a nisbet edişlerini ayıplamakta, eleştirmektedir. Zira ma'kul olan, en faziletli ve üstün olanların Allah'a ait olmasıdır. Yanısıra onların kız çocuklarını toprağa gömmeleri hatırlatılmaktadır. Gelecek ayetlerde bu durum görülüyor:

1) Ve Allah'a kızlar inad ediyorlar;O yücedir. Hoşlandıkları {erkek çocuklar) da kendilerinindir. Onlardan birine dişi müjdelendiği zaman içi öfkeyle taşarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı topluluktan gizlenir; onu aşağılamak pahasına tutacak mı yoksa toprağa mı gömecek? Bak, verdikleri hüküm ne kötüdür. (Nahl, 57-59)
2) Oysa onlardan biri, O Rahman için verdiği örnekle müjdelendiği zaman, yüzü simsiyah kesilmiş olarak kahrından yutkundukça yutkunuyor. Onlar, süs içinde büyütülüp de mücadele de açık olmayanlar mı? Onlar ki, kendileri Rahman'ın kullan olan melekleri dişiler kıldılar. Kendileri onların yaratılışlarına şahit mi oldular? Onların şahitlikleri yazılacak ve sorumlu tutulacaklar. (Zuhruf, 17-19)
3) Şimdi sor onlara: Rabbine kızlar, onlara da oğlanlar mı?... (Saffat, 149)
4) Erkek (evlat) sizin dişi de O'nun mu? Eğer böyleyse, bu çarpıkça bir paylaşma. (Necm, 21-22)
5) Ve diri olarak toprağa gömülen kızcağıza sorulduğu zaman. Hangi suçtan dolayı öldürüldü? diye. (Tekvİr, 8-9)

Bu ayetler ana hatlarıyla erkeğe göre kadının, genel olarak daha aşağı bir konuma sahip olduğunu, onun doğumunun kötü bir şekilde değerlendirildiğini göstermektedir. Bizim tercih ettiğimiz hatta ısrar ettiğimiz görüş ise, babaların kız çocuklarından dolayı utanmalarının, alay konusu olmaktan korkmalarının ve erkek çocukları onlara üstün tutmalarının sebebi, erkek çocukların savaş, kabilecilik ve kazanç konusundaki üstünlükleridir. Zuhrufun 18. ayetinde bu konuya ilişkin bir işaret vardır. Buradaki işarette, söz dinletmede ve bozuşmalarda kadının bir yararı ve etkinliğin olmayışına dikkat çekilmiştir.

Şu ana kadar belirttiklerimiz, genel olarak kadın ve erkeğin konumu ve görünümüydü. Buna bakarak, Rasulün dönem ve çevresinde, kadının toplumda hiçbir şahsiyeti yoktu demek doğru olmaz. Kur'an'da birçok ayetten hareketle onun toplumdaki bazı imtiyazlarını tespit etmek mümkündür.

Birincisi: Elimizde münafık ve müşrik erkeklerden sözeden ayetler olduğu gibi münafık ve müşrik kadınlardan sözeden; erkeklerle birlikte onları da tehdit eden ayetler vardır. Sözkonusu ayetlerde onların da, erkeklerle birlikte nifak ve şirk için dayanışma halinde olduklarını ve eylemler yaptıklarını görüyoruz. Yine ayetlerden, onlardan bazılarının sivrilmiş, ön plana çıkmış olduklarını, toplumda meydana gelen önemli olay ve hareketlerden uzak olmadıklarını hatta faaliyet ve çalışma gerektiren roller üstlendiklerini ve Rasul öncesi dönemdeki kısmi etkinliklerini görebiliyoruz.

1) Münafık erkekler ve münafık kadınlar, bazısı bazısmdandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alikoyarlar, ellerini de sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular, O da onları unuttu... (Tevbe, 67)
2) ...Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azablandıracak. (Ahzab, 73)
3) Allah, hakkında kötü bir zanla zanda bulunan münafık erkeklerle münafık kadınlara, müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azab etsin. Allah onlara karşı gazablanmış, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varcakları yer ne kötüdür. (Fetih, 6)

Bize göre bu görüş, kadınların tutumlarının ancak erkeklerin tutumlarına bağlı olarak geliştiği şeklinde bir yorumla reddedilemez. Evet böyle bir yaklaşım da gerçekten kendi açısından tutarlı olabilir. Ama eğer zaman zaman münafık ve müşrik kadınlardan eziyet verici, horlayıcı tavırlar tezahür etmiş olmasaydı bazı ayetlerde onların zikredilmesi hikmete uygun düşmezdi. Sonra eğer iş tamamen söylendiği gibi olsaydı sözü edilen tüm ayetlerde münafık ve müşrik erkeklerin yalnız olarak zikredilmesiyle yetinilirdi. Yani erkekler için kullanılan müzekker sigası kullanılırdı. Çünkü bu siganın her iki tarafı da kapsadığı herkesçe biliniyor ve kabul ediliyordu.
Mesela, Leheb sûresinde Ebu Leheb'in karısı, kocasıyla birlikte öyle bir üshıbla zikredilmiştir ki buradan onun da fitne ve engelleme ateşini alevleme de büyük rol oynadığını çıkarmak hiç de zor değildir.

"Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu ya; malı da, kazandıkları da kendisine bir fayda sağlamadı. Alevli bir ateşe girecektir. Eşi de; odun hamalı (ve) boynunda bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak." (Leheb sûresi)

Eğer onun da davaya karşı katı bir tutumu olmasaydı, özellikle davetin ilk sıralarında (çünkü sûre çok erken dönemlerde inmiştir.) bu şekilde nitelenmez ve bu Kur'anî uyarıya hedef olmazdı. Bunda tabiatıyla, peygamberliğin başlarında Arap kadınının güçlü bir şahsiyeti sembolize edilmektedir. Rivayet edilen nakiller arasında yer alan bir açıklamaya göre bu kadın kocasını da etkisi altına alarak ona katı asabiyet geleneklerini çiğnetmiş ve onu kardeşinin oğlu ile düşman bir pozisyona sokmuştur. Sonra iki oğluna da etki ederek, risaletten kısa bir süre önce nişanları yapılan, Peygamberin iki kızını boşamalarını sağlamıştır.

Kur'an'da yer alan ayetler kadının nifakını ve şirkini dile getirdiği gibi; onun imanını, sabrını, hicretini ve cesaretini de takdirle yadetmiştir.

1) Burûc sûresinde müslümanların özellikle de müstazaf olanlarının müşrik liderler tarafından dinlerinden dönmeye zorlanmaları, bununla ilgili fitne olayında mümin kadınlar da mümin erkeklerle birlikte zikredilmiştir:

"Gerçek şu ki, mümin erkeklerle mümin kadınlara işkence uygulayanlar sonra da tevbe etmeyenler; işte onlar için cehennem azabı vardır ve yakıcı azab da onlar içindir." (Burûc, 10)

Bu sınav müslümanların Mekke'de karşı koydukları en çirkin ve en katı sınavdır. Buna rağmen kadın çağrıya yanaşmış, onu kabul etmiş ona destek olmuş ve onun uğrunda zorluklara katlanmış, ta ilk günlerinden beri onun yolunda her türlü işkenceyi göğüslemiştir. Rivayetler arasında kaydedilen bilgiler arasında iman eden ve bunun için işkencelere maruz kaldığı halde sabredip direnen bir dizi kadının ismine rastlanmaktadır. Hatta onlardan bazısı bu uğurda gözlerini verirken, bazısı canlarını bile çekinmeden vermiştir.

2) Al-i Imran sûresinde erkeğin zikredildiği her yerde kadın da zikredilmiştir. Müslümanların maruz kaldığı işkencelerle ilgili olarak her iki tarafın da varlığına dikkat çekilmiştir:

"Nitekim Rableri onlara cevab verdi: "Şüphesiz ben, erkek olsun,kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülenlerin ve yolunda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım." (Al-i İmran, 195)

Rivayetler, İslam'a girmiş, Allah yolunda savaşmış, öldürülmüş işkence edilmiş Habeşistan'a ve Medine'ye hicret etmiş, ailelerine rağmen hareket etmiş pek çok kadının adını vermektedir. Ki bunlardan bazıları muhalefet liderliğini yapan başkanların kızları ya da kız kardeşleriydi.

3) Başka bir sûrede bir takım ayetler daha vardır ki, buralarda müslüman erkeklerin tavrı takdir edilirken müslüman kadınların tutumları da takdirle ya de dilmektedir. Bu da bize göre, müslüman kadının kendisine özgü ihlas ve fedakarlığıyla bir takım işler yaptığını ve böylelikle hikmet gereği olarak özel bir şekilde yadedilmesine, müslüman erkeklerle birlikte ve erkekler için kullanılan müzekker sigasıyla yetinilmemesine neden olmuştur. Öteden beri bilindiğine göre müzekker sigası her iki kesimi de kapsamaktadır.

1. Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler. Allah'a ve Rasulüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hikmet ve hüküm sahibidir. (Tevbe, 71)
2. Erkek olsun, kadın olsun, inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu hoş bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını yaptıklarının en güzelîyle muhakkak veririz. (Nahl, 97)
3. Hiç şüphesiz, müslüman erkekler ve müslüman kadmlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, gönülden (Allah'a) İtaat eden erkekler ve itaat eden kadmlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Allah'tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah'tan) korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı çokça zikreden erkekler ve (Allah'ı çokça) zikreden kadınlar; (işte) bunlar İçin Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır. (Ahzab, 35)

4) Nisa ve Fetih sûrelerinde bazı ayetler vardır ki; bir takım müslüman kadınların Medine'ye hicret etmekten aciz kaldıklarını ve buna rağmen İslam'a bağlılıklarını, karşı karşıya bulundukları tehlike ve kötü uygulamalara, katı tutumlara rağmen sürdürdüklerini göstermektedir. Bu da onların azimlerindeki gönüllerinde ki ve direnişlerindeki güçlerini, moral düzgünlüğünü göstermektedir:
1. Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli gönder, bize kadından bir yardımcı gönder" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayif bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa, 75)
2. Eğer (orada) kendilerini bilmediğiniz için tepeleyeceğiniz ve bilmeyerek tepelemenizden ötürü, kendileri yüzünden bir belaya uğrayacağınız inanmış kadınlar ve İnanmış erkekler olmasaydı. (Allah sizin savaşmanıza engel olmazdı.)... (Fetih, 25)

5) Mümtehine sûresinde yer alan bir ayet, Mekke'de kalan müs-lüman kadınların o zaman egemen bulunan gelenekleri aşarak olağanüstü bir güçlü Kureyş'ten kurtulmasına ve Peygamber'e katıldıklarına işaret etmektedir. Bu da onların psikolojik durumlarını, moral güçlerini, azimlerini ve cesaretlerini gösteren bir belgedir:
"Ey iman edenler, mü'min kadınlar hicret ederek size geldikleri zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilendir. Şayet onların mü'min kadınlar olduklarını bilirseniz, artık sakın onları kafirlere geri çevirmeyin." 2 (Mümtehine, 10)

6) Yine aynı sûrede mümin kadınların beyatma işaret eden özel bir emir vardır. Rivayet edildiğine göre onlardan bazısı Peygamber'e gelmiş ve ondan kendilerinden de erkeklerine benzer bağımsız bir beyat almasını taleb etmişlerdi. Buna cevap olarak inen ayet şunu gösteriyordu; kadınlar da kendilerine özgü bir şahsiyetin bilincindeydi ve erkekler ile eşit muamele görmeyi umdukları için müracaatlarda bulunuyorlardı.

"Ve eğer eşlerinizden herhangi bir şey kafirlere geçer de sonra siz de ganimete kavuşursanız, sizden eşleri gidenlere harcadıklarının mislini verin. Kendisine iman ettiğiniz Allah'tan sakının." (Mümte¬hine, 11)

7) Mücadele süresindeki bir ayet müslüman kadınlardan birinin, kocası ve ondan şikayeti hakkında Peygamberle tartışmasını hikaye etmektedir. Ayet O'nun şikayetini makul karşılamış ve bu konuda haklı olduğunu belirtmiştir. Ayet şöyledir:

"Gerçekten Allah, eşi konusunda seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü işitti. Allah, aranızda geçen konuşmaları işitiyordu. Hiç şüphesiz Allah, işitendir, görendir." (1. ayet)

(2) Bu olay Hudeybıye antlaşmasından sonra meydana gelmiştir. Bu antlaşmanın şartlarından biri de. eğer Mekkelilerden biri müslüman olarak müslümanlara gelirse, o kimse iade edilecekti.

Tüm bu ayetlerden anlaşıldığına göre, müslüman kadın, değişik konumlarda ve alanlarda kendisini, varlığını ve şahsiyetini belirgin ve açık olarak kabul ettiriyordu. Ayetlerden bu anlaşılmaktadır. Buna ilave olarak söylenebilecek bir şey de, ayetlerde dile getirilen tabloların aynı zamanda, Peygamber zamanında ve çevresinde yetişen Arap kadınının durumuna ışık tutan tablolardan bir kesit olduğudur.

Kur'an'ın çağrısı geneldi. Hem erkekleri hem de kadınlan eşit olarak muhatab alıyordu. Burada kadın imanî, ibadete dayalı, mali-bedeni, önemli sosyal görevlerle sorumlu tutulmuştu, iyiliği yapma, kötülüğü engelleme, erkeklerle yardımlaşma, mal ve can ile cihad etme gibi yükümlülükleri vardı. Hakları ve özgürlükleri verilmişti. Onları erkeklerin kullandığı şekilde kendisi de genel olarak kullanabilirdi. Çok az ve belli başlı bir kaç istisna dışında ayırım yoktu, işte bu olgu Arap kadınının -ki o genel olarak hepsine aday olduğunu gösterebilir. Onun artık şahsiyetini, varlığını ispat etmeye ehliyetli bir merhaleye geldiğini, haklarını kullanabilir dereceye ulaştığını ya da en azından buna ehliyetli olduğunun güçlü ve açık bir biçimde belirmeye başladığı bir merhaleye geldiğini gösterebilir.

2. Çeşitli Adetler ve Gelenekler

Daha önce naklettiğimiz ve birazdan nakledeceğimiz ayetlerden aile hayatı, miras, yetimler ve kadınla ilgili bir takım adet ve gelenekleri tesbit etme olanağı vardır.

Birincisi: Boşanma yoluyla ayrılık, peygamber gelmeden önce de biliniyordu. Zira bu konudaki ayetler bunu bildirmektedir. Ayetler onları bir düzene sokmak onlarda meydana gelen saplantıları ve aldatmaları yasaklamak için gelmiştir. Boşanma yetkisi kocanın elindeydi. Kocalar bazı zamanlar boşanmayı kadına zarar vermek, mallarını soyup almak arzularına alet ediyorlardı. Boşanma ile ilgili ayetler Araplar arasında da kesin ve Ric'i (dönme imkânı olan) boşanmanın olduğunu göstermektedir. Ric'î boşanma, bazan koca bazan da kadının ailesi tarafından istismar edilip, kadına malî yönden zarar veriliyordu. Mesela koca, karısını kesin olmayan bir şekilde boşuyordu, biz buna ric'î boşanma demiştik. Böylece kadın onun nikahına bağlı olarak kalıyordu. Ne bırakıyor ne de güzel ve iyi ilişkiIer içinde tutuyordu. Ya da kadının, ailesi onun kocasına dönüşüne engel oluyordu. Bunu ya ondan bir miktar mal alabilmek için ya da kin saiki ile yapıyorlardı.

ikincisi: Araplarda, koca, karısıyla evlilik ilişkilerini terk ettiği halde, onu nikahı altında ve evinde kalmaya mecbur kılan iki adet vardı. Bunlardan biri "Zıhar" idi. koca, karısına "Sen bana annemin sırtı gibisin" derdi. Böylece karısı cinsel yönden ona haram oluyordu. Fakat onun himayesi ve nikahı altından çıkmazdı. Mualakta kalırdı. Ne adamın eşi, ne de boşanmış sayılırdı. Müfessirlerin ve Ravilerin görüşlerinden anlaşıldığına göre onlar bu işi, karısı kız doğurduğunda öfkelerinden yapıyorlardı. Karısı bir kız çocuğu doğurduğunda ona çocuğunu gömmesini emrederlerdi. Kadın bunda tereddüt geçirdiği zaman "eğer sen onu toprağa gömmezsen bana annemin sırtı gibisin" derlerdi. Onların, kız çocuklarını doğurmayı alışkanlık haline getiren karılarını uğursuz olarak telakki etmeleri ve de cinsel ilişkilerini sürdürdüklerinde tekrar kız doğurmasından korktukları için zıhar uyguladıklarını söylemek uzak bir ihtimal değildir. Onların bu işi boşanma yerine kullanmış olma ihtimali de vardır. Kadının çocukları olduğu zaman, kocaları onlara iyilik niyetine ve acıdıkları için annelerini yanlarında bırakıyordu. Bazan başkasının onunla evliliğine katlanamadıkları için onları yanlarında bırakıyorlardı. Onların bu yolu, kadına acı çektirmek, mallarını elinden almak, ona mehir olarak verdiklerini tekrar geri almak için seçmiş olma ihtimali de vardır. -Ayetler bu noktaya bir çok defa parmak basmış ve onu kesin şekilde yasaklamıştır.- Ya da ölümünden sonra onun malına konmak için bu yolu tercih ediyorlardı.

"Ölüp de (geride) eşler bırakanlar, (evlerinden) çıkarılmamaları, senesine kadar yararlanmaları için eşlerine vasiyet (bıraksınlar), ama onlar (kendiliklerinden) çıkarlarsa, artık onların maruf (meşru) olarak kendileri için yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur. Allah güçlü ve üstün olandır. Hüküm ve hikmet sahibidir." (Bakara, 240).

Bu ayet, kadına bir sene boyunca kocasının malından yedirilmesinin, zorunlu hukuki bir görev olduğunu, mirasyedilerin onu dışarı atma haklarının olmadığını, sonra bir de hükümde hafifletmeyi; yani kadın vefat eden kocasının evinden bir senelik süre dolmadan çıkacak olursa hiç bir sakıncasının olmayacağı şeklindeki bir hafifletmeyi içermektedir.

Üçüncüsü: Burada yürürlükte olan bir gelenek de kişinin, vefat eden babasının karısıyla evlenebilmesiydi. Nitekim ayetlerden biri bu olguya sert bir tepkiyle işaret etmiştir:
"Geçmişte olanlar hariç, (bundan böyle) babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Çünkü bu fuhuştur, iğrenç bir şey ve kötü bir yoldur." (Nisa, 22)

Bunun yaygın bir alışkanlık olmadığını tercih etmekle beraber, söz konusu adetin, babasına varis olan adamın, babasının karısını evlenmekten alıkoymak ya da onu mirastaki payından vazgeçirmesi için bir alet olarak kullanıldığı görüşünü uzak görmüyoruz. Müfessirler ve raviler ayetle ilgili olarak derler ki: Vefat edenin oğlu, babasının karısını istediği zaman, elbisesini -ölü gömülmeden ya da gömüldükten hemen sonra- onun üzerine atardı. Bu bir işaret olurdu. Bu da onun yaygın olmadığını söylememizi destekleyebilir. Ve özgürlüğü engellemek ve onu soymak amacını taşıdığını pekiştirebilir.

Dördüncüsü: O dönemde geçerli adetlerden biri de iki kız kardeşin aynı zamanda bir nikah altında bulundurulabilmişidir. Nitekim bu, nikahlanması yasak olan kadınları belirten ayetten anlaşılmaktadır:
"Sizlere, anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerin kızları, kız kardeşlerin kızları, sizi emziren anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri ve kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız, sizin sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir araya getirdiğiniz evlilik (haram) kılındı. Ancak (cahiliyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Nisa, 23).

Şuna da özellikle parmak basmalıyız ki; şimdiye kadar görebildiğimiz kadarı ile iki kız kardeşle bir arada evilik ve babadan dul kalan kadınla evlilik dışında, Arapların bu haram kılınan şeyleri çiğnediğini bilmiyoruz. Nitekim Kur'an da daha Önce işlenen önemli bir uygulamaya işaret etmemiştir. Sözü edilen iki durum hariç, buna bakarak, Kur'an'da haram kılman bu evliliklerin aynı zamanda peygamberlikten önce de Araplarda haram kabul edildiğini söyleyebiliriz. Kendi evlerinde yetişen başkasına ait kızlarla ilgili bölümden anlaşıldığına göre onlar bu kızları anneleriyle zifafa girmemiş bile olalar kendilerine haram kılıyorlardı. Oğullarının eşlerinden söz ederken, sizin bellerinizden olan oğullarınız demiş olması, evlat edinme yolu ile oğul edinenlerin eşlerini bunun dışında tutma kastı ile kullanılmıştır. Bu ise az sonra değineceğimiz başka bir adete ilişkin bir konudur.

Beşincisi: Erkeğin istediği kadar evlenmesi caiz görülüyordu. Bu konuda hiç bir sınır yoktu.3 Kişinin nikahı altında bulundurabileceği kadınların sayısını belirlemek için de, daha önce nakletmiş olduğumuz ve bu sayıyı dörde inderin Nisa sûresinin 3. ayetini hatırlatabiliriz. Evlilik bir sözleşme idi. Mehir veren koca idi. Dolayısıyla evlilik yetkisi de ondaydı.

Altıncısı: Cariyelerle ilişki kurmak yaygındı. Kişinin ilişki kurabileceği cariyelerin sayısı sınırlı değildi. Adam kendi cariyesinden dilediği kadarıyla, evlenmeden ve mehirsiz olarak ilişkiye geçebiliyordu. Çünkü bunlar kendisinin mallarıydı. Eğer kendisinden bir çocuğu olmamışsa onları başkasına bağlayabilir, ya da onunla ilişkiye geçecek birine satabilirdi. Bunun için onun cariyeyi boşaması gerekmezdi.

İslam bu adeti kendi haline bırakmıştır. Zira Kur'an'ın bir dizi ayet, -ki bunlardan biri de evlenilmesi haram olan kadınları belirten ayettir- buna ilişkin belirleyici ifadeler taşımamakta hep genel ifadeler kullanılmaktadır. Kesinlik ifade edebilecek derecede sabit olan gerçeğe göre Peygamber devrinde bu adet öylece kalmıştır. Şimdi bu konuyla ilgili bir kısmı Mekki, bir kısmı Medeni bazı ayetleri verelim:

1. Ve onlar ırzlarını korumakta olanlardır; ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahib olduklarına karşı hariç; bu konuda onlar kınanmış değildir (Muminun, 5-6)
2. Eğer adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir tane alın, ya da sağ ellerinizin malik olduğu ile yetinin. (Nisa, 3)
3. Sahib olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz (yasaklandı). Bunlar Allah'ın size koyduğu hükümlerdir ve onların ötesi size helal kılınmıştır... (Nisa, 24)
4. Bundan sonra (başka) kadınlar ve bunları başka eşlerle değiştirmek sana hela! olmaz; ancak sağ elinin malik olduğu (cariyeler) başka Allah her şeyi denetleyendir. (Ahzab, 52)
(Peygamberin nikâhı altında dokuz kadını bir arada bulundurduğu kesin olarak sabittir)

Yedincisi: Geçerli olan adetlerden biri de "Mut'a" nikahı idi. Bu belli bir zaman için evlilik yapmaktır. Kadın ve erkek, bu vakit üzerinde anlaşırdı. Bu zamanın bitiminde, her biri arkadaşından ayrılırdı. Bu alışkanlık da peygamber zamanında uzun bir süre yürürlükte kaldı, sonra kaldırdı. Rivayet edilenler arasında gelen bilgilere göre bu evlilik türü Ömer b. Hattab'ın (r) hilafetine kadar serbest bırakılmıştı. Ömer onu yasakladı. Yalnız bazı fıkıh mezhepleri onun neshedildiği görüşünde değildir. Aksine bu evliliğin şimdi de meşru olduğu görüşündedir.
Kur'an'ın bu adete açık ve sarih olarak işaret etmediğine dikkat etmeliyiz. Yalnız Tefsirciler ve Fakihler bu adetin Nisa, 24. ayetinde gizli olduğunu ifade etmiştir.

"Sahib olduğunuz cariyeler müstesna evli kadınlarla evlenmenizde... Bunlar Allah'ın size koyduğu hükümlerdir, bunların ötesinde iffetli yaşama, zina etmeme şartıyla mallarınızla istemiş olduklarınız size helal kılındı. O halde onlardan ne kadar yararlandınızsa, ona karşılık kesilen ücretlerini bir hak olarak verin. Mehrin kesiminden sonra karşılıklı anlaşmada üzerinize bir günah yoktur." (Nisa, 24)

Bazı müfessirler ve raviler Îbn-u Abbas'ın "Onlardan" sonra "Belirlenen zamana kadar" cümlesini okuduğunu, sanki bunu bir tefsir olarak söylediğini kaydederler.(4)

(4) Bkz: Keşşaf ve Mecmau'l-Beyan tefsirleri.

Durum ne olursa olsun, açık olan odur ki, belirttiğimiz, bu zamana kadar varlığını sürdüren bu adet peygamber döneminde ve ondan önceki dönemde de varolan adetlerden biriydi.

Sekizincisi: Kur'an'da hem kadınlara, hem de erkeklere birlikte yöneltilen bir takım ayetlerde fuhuştan söz edildiği gibi kendisine dost (aşk) edinmekten de bahsedilmektedir. Gelecek ayetlere bakalım:

1. İçinizden özgür olan mü'min kadınları nikahlayacak genişliğe güç yetiremeyenler; o zaman sağ ellerinizin malik olduğu inanmış cariyelerinizden (alsın). Allah sizin imanınızı en iyi bilendir. Bazınız bazınızdandir. Öyleyse onları fuhuşta bulunmayan, iffetti ve gizlice dost edinmemişler olarak velilerinin izniyle nikahlayın. Onlara ücretlerini maruf bir şekilde verin. Evlendikten sonra, fuhuş yapacak olurlarsa, özgür olan kadınlar (5) üzerindeki cezanın yarısını uygulayın). Bu sizden günaha sapmaktan endişe edip korkanlar içindir. Sabrederseniz sizin için daha hayırlıdır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir. (Nisa, 25)
2. Bugün size temiz olan şeyler helal kılındı. Kitab verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. Mü'minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden Önce kitab verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler alarak size (helal kılındı) Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O ahirette de kayba uğrayanlardandır. (Maide, 5)

Ayetlerde erkeğin hukuki evlilik ve anlaşma olmaksızın, ailevi bir yapı oluşturma ve namusunu koruma amaçları dışında kadınla cinsel ilişkilerine işaret edilmiştir. Bu gayri meşru ilişki fuhuş ve dost edinme yoluyla gerçekleşen cinsel ilişkidir. Üslub ve ifade biçimi bu ilişkilerin Peygamberin çevresi ve asrında geçerli olduğunu ilham etmektedir. Onun için özellikle ayetlerde bunlara değinilmiştir. Müfessirlerin kaydettiklerine göre cahiliye döneminde erkeklerin kendilerine metresler, kadınların da kendilerine dostlar edinmeleri geçerli görülen adetlerdendi. Tabii ki bu ilişkilerde anlaşma, akit yoktu. Tercihe şayan görüşe göre bu tür dostluk birinci derecede evlenmemiş kadın ve erkekler arasında, ikinci olarak da cariyeler ve Ehl-i Kitab kadınları arasında yaygındı. Bunu ayetlerden çıkarmak mümkündür. Yine tercih edilen görüşe göre bu dostluklar geçici cinsel ilişkiler değil uzun süreli ilişkilerdi. Çünkü dostluk kavramı bunu hemen çağrıştırmaktadır.

Fuhuş/musefaha ise, genel olarak anlaşma akdini gerçekleştirmeden cinsel şehvetini tatmin etmenin adı olarak kullanılır. Şu kadar var ki cariyelerle ve Ehl-i Kitab kadınlarıyla evlilikten söz ederken fuhuşun yasaklanması, onun dost edinmeden ayrı ve geçici cinsel ilişkiler türünden farklı bir şey olduğunu ilham eder.

(5) el-Muhsanat, burada ozgur kadınlar yanı cariye olmayanlar demektir


Buradaki yasak, cariyeler ve Ehl-i Kitab kadınlarıyla evlilikten amacın, namusu koruma ve ailevi bir yapı oluşturma olması gerektiği ile ilgilidir.
Özellikle cariyeler ve Ehl-i Kitab kadınlarıyla fuhuş yapmanın yasaklanması, onların arasında fahişelik ve metres yaşamının daha fazla yaygın olduğunu ilham etmektedir. Ayrıca onlarla dostluk ve fuhuş yapmak alelade bir iş olduğu gibi, fahişeliğin de onlar için olağan bir iş olduğunu ilham etmektedir. Burada 5. ayete de özellikle dikkat edilmesi gerekir. Çünkü burada cariyelerle evlilik ancak zaruret hallerinde teşvik edilmektedir. Yanısıra sabır öğütlenmekte ve o bu evliliğe üstün gösterilmektedir. Onlarla evlenilecek olunduğunda fuhuş ve dost edinmenin olmaması gerektiği hatırlatılmaktadır. Sanki bu iki fiil onlardan beklenen olağan şeylermiş gibi. Zina cezası onlar için, hür kadınlarmkinin yarısı olarak gösterilmektedir. Sanki onların fahişelik yapma ihtimallerinin daha fazla beklendiği ifade edilmek istenmiştir. Ve onların haya duygularının daha az olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Farkedileceği gibi bütün bunlar, söylemek istediğimizi destekler mahiyettedir.
Ahzab sûresinde kadınların giysisi sadedinde indirilen bir ayet vardır ki şöyledir:

"Ey peygamber, eşlerine kızlarına ve müminlerin kadınlarına, dış elbiselerini üstlerine giymelerini söyle; onların tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." (59. Ayet).

Raviler ve müfessirler, ayetin, hür kadınları cariyelerden ayırmak için indirildiğini söylemişlerdir. Çünkü gençler, şehvet peşinde koşanlar ve fasıklar sokaklarda ve yollarda cariyelere takılırlardı. Zaman zaman bu sataşmalarda cariyelerle hür kadınlar karıştırılabiliyor ve onlar da bu tür nahoş hareketlere maruz kalıyorlardı. Ayetin içerik yönünden neyi kastettiği açıktır. Ve bir açıdan işlemekte olduğumuz konuyu, cariyelerin hür kadınlardan daha çok fahişeliğe ve fuhuşa nden olacak sataşmalara maruz kaldığını göstermektedir.

1. Kadınlarınızın fuhuş yaptığı hakkında dört şahit şehadet ederse, onları, ölüm alıp götürünceye ya da Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde alıkoyun. Sizlerden fuhuş yapanlardan her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe ederler de ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Şüphesiz, Ailah, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Nisa, 15-16)
2. Zinaya yaklaşmayın, şüphe yok o, çirkin bir hayasızlıktır, ve kötü bir yoldur. (İsra, 32)
3. Ve onlar ırzlarını korumakta olanlardır; Ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda onlar kınanmış değildir. Fakat kim bundan ötesini aşarsa, artık onlar sırrı çiğneyenlerdir. (Müminun, 6-7)
4. Zina eden kadın ve zina eden erkeğe, herbirine yüz değnek vurun...(Nur, 2)
5. Zina eden erkek, zina etlen yada müşrik olan bir kadından başkasını nikahlayamaz; zina eden kadın da zina eden ya da müşrik bir erkekten başkasını nikahlayamaz; Bu mü'minlere haram kılınmıştır. (Nur, 3)
6. Eğer cariyeleriniz namuslu olmak isterse onları fuhuşa zorlamayın,(6) (Nur, 33)
7. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler, zina etmezler. Kim bunları yaparsa, ağır bir ceza ile karşılaşır. (Furkan, 68)
Ayrıca Bkz: (19/20)

Dokuzuncusu: Kur'an'da zinadan söz eden Mekkî ve Medenî bir dizi ayet vardır. Bunlardan bir kısmı bizzat zina kavramını ve onun türevlerini zikrederken bir kısmı onu fahişelik, bir kısmı da fuhuş olarak nitelemektedir. Zina eden kadın kavramı ise, fahişe anlamında kullanılmaktadır. Gelecek ayetlere bir göz atalım.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Peygamberin çevresi ve asrının, doğal olan insan yaşamından farklı olmadığını ve geçici zina olaylarından, uzak bulunmadığını söylememiz uygundur. Hatta bu zina olayları dar bir alana da yayılmış değildi. Geniş bir alana yayılmıştı. Ve toplum tarafından sert tepkiyle karşılanmıyordu. Şunu da dikkatle görmeliyiz ki, Nisa ayetleri zina edenlere belli bir ceza sistemi getirmemiş, aksine bu konuda onlara daha hafif bir uygulamada bulunulmasına eğilimli bir açıklama yapmış, ayrıca kolay kolay, yakalanmayacak bir pozisyon olan, ancak tam bir aşırılıkla zina uygulandığında nadir olarak tesbit edilecek şart; dört şahidin şahitliğini zorunlu kılmıştır. Nur sûresinin dayak atma ve sakındırmadaki kesin uygulaması ancak belli bir süreden sonra inmiştir. Bu ve diğeri, söz konusu geleneğin köklü olarak yerleştiğini ve toplumda yaygınlık kazandığını göstermektedir. Buna bağlı olarak İlahi Hikmet gereği, önce tedrici olarak kötülenmiş, ikinci merhalede fiilin tesbitinde ve haberlerinin yayılmasında zor şartlar getirmiştir. Şahitler konusunda gösterilen bu titizlik ve kesinlik de; insanların, birbirlerini zina ile itham etmelerinin, o toplumda yaygın olduğunu ilham edebilir. Ve bu aynı zamanda onun toplumda köklü biçimde yerleştiğinin ve yayıldığının da dayanağıdır.

(6) "Eğer cariyeleriniz evlenmek isterlerse onlara engel olmayın. Çünkü bu, onların zinaya (fuhşa) zorlanmalarına neden olur."

Bizce ayetin en güzel yorumu budur. Yoksa pek çok tefsir kitaplarında kaydedildiği gibi, bazı kimselerin cariyelerini fuhuş yapmaya zorlamaları değildir.

Rivayetlerin kaydettiğine göre, bir ayet, evli olduğu halde zina edenlerin recin edilmesiyle ilgili olarak inmiştir. Fakat rivayetler bu ayetin ifade biçiminde ve nesh edilip edilmemesinde ihtilafa düşmüşlerdir. Cumhur'a göre bu ayet lafız yönünden nesh edilmiş, hüküm yönünden yürürlükte bırakılmıştır. Ayetin bu şekilde gerçekten çok Önemli bir hükmü ihtiva ettiği halde, nesh edilmiş olması, anlaşılacak gibi değildir. Hikmetini kavrayabilmiş değilim. Bizim eğilimli olduğumuz görüş, bu ayetin indirildiği, sonra da indirilişinin hikmeti gereği, birden nesh edilmiş/unutturulmuş olma olasılığının tercih edilmesi yönündedir. Eğer bu yaklaşım doğru olarak kabul edilirse, o da daha önce ifade ettiğimizi desteklemiş olur. Bu yaklaşımımızın az önce Kur'an ayetlerinden ilham alarak, cariyelerin ve Ehl-i Kitab kadınlarının fahişeliği daha fazla yatkın olduğu ve bu konuda bir kat daha yoğunlaştıkları şeklindeki yaklaşımımızla çeişmeyeceği açıktır. Az Önce naklettiğimiz ve kadınların bey'atlaş-masi anlatılan Mümtehine 12. ayeti ile ilgili olarak kaydedilen rivayete göre Ebu Süfyan'ın karısı Hint, peygamberle bey'atleştiğinde söz, "Zina etmeyeceğinize" cümlesine gelince, yüksek sesle "Hür kadın da zina mı edermiş?!" diye bağırmıştı. Bu da ayrıca yaklaşımımızın doğruluğunu pekiştirebilecek bir nakildir.

Onuncusu: Bu çevrede erkeklerin, davetsiz ve izin almadan evlere girmeleri, kadın ve erkeğin beraberce gecelemeleri gibi yaygın adetler vardı. Özellikle de cariyeler ve kölelere istedikleri zaman odalara (haremlik) girme izni verilmişti. Biz bunu, söz konusu adeti yasaklayan ve edep kurallarını öğreten aşağıdaki ayetten anlıyoruz:

1. Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere, izin alıp, selam vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır; umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz. Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin; ve eğer size "dönün" denilirse, siz de dönün, bu sizin için daha temizdir. Allah yapmakta olduklarınızdan haberdar olandır. (Nur, 27-28)
2. Ey iman edenler; ellerinizin altında bulunan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ulaşmamış olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuz zaman ve yatsı namazından sonra yanınıza girecekleri vakit üç defa İzin istesinler. Bunlar sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir mesuliyet yoktur. Allah size ayetlerini böylece açıklar. Ve Allah Alim'dir, Hakim'dir, çocuklarımz erginlik çağına vardığında, kendilerinden öncekiler izin istediği gibi onlar da izin İstesinler. Allah size ayetlerini böyle açıklar. Ve Allah Alîm'dir, Hakîm'dir. (Nur, 58-59)
3. Ey İman edenler, peygamberin evlerine yemek İçin çağınlmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; ancak çağrıhrsanız artık girin; yemeği yediğinizde de dağılıverin. Söz ve sohbete dalmayın. Gerçekten bu peygambere eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır, oysa Allah, hak(kı açıklamaktan utanmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Bu, sizin kalpleriniz için de onların kalpleri için de daha temizdir... (Ahzab, 53)

Onbirincisi: O toplumda geçerli olan adetlerden biri de kadının kendisini erkeklere göstermesi, süslü püslü bir şekilde boyun ve göğsü açık olarak onların önünden geçmesi adetidir. Kadınlar, ellerine, kulaklarına ve boyunlarına taktıkları gibi ayaklarına da süs ve ziynet eşyası takarlardı. Eğitici ve öğretici nitelikte bulunan aşa¬ğıdaki ayetlerde bunları rahatlıkla görebiliyoruz:
1. Müminlere söyle: "Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temizdir. Kuşku yok ki Allah, yapmakta olduklarından haberi olandır. Mümin kadınlara da söyle: "Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; üslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç. Baş Örtülerini yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar. Süslerini kendi kocalarından, ya da babalarından, ya da kocalarının babalarından ya da oğullarından ya da kocalarının oğullarından, ya da kendi kardeşlerinden ya da kardeşlerinin oğullarından ya da kızkardeşlerinin oğullarından, ya da kendi kadınlarından ya da sağ ellerinin altında bulunanlardan ya da erkeklerden yana ihtiyacı olmayan hizmetçilerden, ya da kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına gösternıesinler. Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını da yere vurmasınlar. Hep birlikte Allah' a tevbe edin ey mü'minler, umulur ki felah bulursunuz. (Nur, 30-31)
2. Kadınlardan evlenme arzusu kalmayıp oturmakta olanlar, süslerini açığa vurmaksızın elbiselerini çıkarmalarında kendileri için bir sakınca yoktur. Yine de iffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah, işitendir, bilendir. (Nur, 60)

Onikincisi: Bu toplumda insanlar, başka bir ayetin ilhamına göre, ayrı ayrı yerlerde, müstakil evlerde otururlardı. Babalar kendi başlarına, çocuklar da kendi başlarına oturuyorlardı. Bunun yanında kardeşlerin, amcaların, teyzelerin, halaların, kızkardeşlerin de kendilerine özgü evleri bulunuyordu:
"Size gerek kendi evlerinizden, gerekse babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, anahtarına malik olduklarınız (evlerin)den yemenizde de bir günah yoktur." (Nur, 61)

Onüçüncüsü: Sözkonusu toplumun adetlerinden biri de evlat edinmeydi. Adam, kendi çocuğu olmayan birisini yanına alır, kendi çocuğu kabul eder ve onu oğlu diye çağırırdı. Böylece çocuk ona nispet edilerek onun gerçek oğlu imiş gibi kabul edilir, onun adıyla çağırılır ve ona varis olurdu. Evlat edinilen çocuğun yakın akrabası, aynı kendi çocuğunun yakın akrabası gibi kabul edilirdi. Bu nedenle evlat edinilen kimsenin boşadiğı ya da ondan dul kalan kadının, onunla evlenmesi helal olmazdı. Kızı da, annesi de, bacısı da öyle. Evlat edinilen kişi de evlat edene karşı, bu yakınlığı ve bu yasaklamaları kabullenirdi. Nitekim Peygamber (s) de peygamber olmadan önce bir çocuğu evlat edinmiş, adı Zeyd b. Haris olduğu halde Zeyd b. Muhammed diye çağırılmıştır. Evlat edinme adeti halkın gözü önünde törenle yapılırdı. Evlat edinen, evlat edindiği kişiyi halka açıklar ve bu alışılagelen sözlerle, ifade ederdi.(7) Kur'an bu alışkanlığı hatalı olarak görmüş ve aşağıdaki ayetlerle onu iptal etmiştir.
(7) Usdıı'I-Ğâbe, II. 224-225 144

1. ...Evlatlıklarımızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı, Bu sizin (yalnızca) ağzınızla söyîemenİzdir. Allah ise hakkı söyler ve (doğru olana) yöneltir. Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız, artık onlar dinde sizin kardeşleriniz, dostlarınızdır. (Ahzab, 4-5)
2. Allah ve Rasulü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min olan bir erkek ve mü'min olan bir kadın için o işte seçim haklan yoktur. Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır. Hani sen, Allah'ın kendilerine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye: "Eşini yanında tut ve Allah'tan sakın" diyordun; insanlardan da çekinerek Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun, oysa Allah, kendisinden çekinmene çok daha layıktı. Artık Zeyd, ondan 'ilişkisini kesince(5 )biz onu seninle evlendirmiş olduk; böylelikle evlatlıklarınız karılarından ilişkilerini kestikleri zaman, onlarla evlenme konusunda müminler üzerine bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir. Allah'ın kendisine farz kıldığı bir şeyde peygamber üzerine hiçbir güçlük yoktur. Daha önce olup geçenlerde de olan Allah'ın sünnetidir. Allah'ın emri, olup bitmiş bir olaydır Ki onlar, Allah'ın risaletinİ tebliğ edenler, ondan içleri titreyerek korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter. Muhammed, sizin erkelerinizden hiç birinin babası değildir; ancak o, Allah'ın Rasulü ve Peygamberlerinizin sonuncusudur. Al¬lah, herşeyi bilendir. (Ahzab, 36-40)

3. Sizin kendi neslinizden olan oğullarınızın eşleri de... (Nisa, 23)

Ahzab sûresinin 36-40 ayetleri ve onlarla ilgili olarak rivayet edilenler, evlat edinme geleneğinin toplumda gerçekten köklü şekilde yerleştiğini göstermektedir. Özellikle peygamber dahi olsa, Arapların psikolojik yapısı üzerinde, tahribata neden olabilecek bir girişimle evlatlığının boşadiğı hanımla evlenmesine karşı gösterilen tepki de bu geleneğin gücünü göstermektedir. Zira bu geleneği bizzat Peygamberin kendisinin iptal etmesi gerekmeyebilirdi. Hatta bu bizzat Peygamberin kendisi üzerinde bile etkili olmuş, insanların bu konudaki dedikodusundan korktuğu için bu konuda gevşek davranmıştır. Yine bu ayetler gösteriyor ki Hz. Muhammed'in bu geleneği yürürlükten kadırması münafıklarla birlikte, bir grup ihlaslı müslümana da ağır gelmiştir. Bu konuda şiddetli bir tepki ile karşılaşmış ve pek çok dedikodunun çıkmasına neden olmuştur...

Ondördüncüsû: Arap ailelerinde özellikle de şehirlerde yaşayanlarında çocuklarını bedevilere emzirtme adeti vardı. Çocuklarını bedevi süt anaya teslim ederlerdi. Böylece çocuklar, ilk çocukluk yıllarını kırda (Badiye: Vaha, Sahra) geçirme olanağını elde ederlerdi. Zira orada hava daha temiz, sağlık şartlan daha uygun Arap, örf adet ve hususiyetleri daha belirgindi. Bu gelenek anlattığımız şekilde Kur'an'da anlatılmamıştır. Ancak emzirme ile ilgili bir işaret vardır:

Eğer çocuklarınızı emzirtmek isterseniz vereceğinizi güzelce verdikten sonra üzerinize bir günah yoktur. (Bakara, 233).

Süt emzirmeyle ilgili rivayetlerin kaydettikleri nakiller, bizim açıklamamız doğrultusundadır. Ve bunlardan anlaşıldığına göre bu adet de küçümsenmeyecek ölçüde bir yaygınlık kazanmıştı.

Onbeşincisi: Arapların adetlerinden biri de bebeklerini sütten kesmede acele etmemeleriydi. Nitekim ayetlerden biri gerçek emzirme süresinin tam iki sene olduğunu kaydetmiş, başka bir ayet de ayrılığın yani sütten kesmenin iki sene olduğunu belirtmiştir. Yine ayetlerden birinde hamilelik ve sütten kesme süresinin otuz ay olduğuna işaret edilmiştir. Bu da herkesçe bilinen normal emzirme süresinin yirmi aydan daha fazla olduğu anlamına gelir.

1. Anneler, çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için tam iki yıl emzirirler. (Bakara, 233)
2. Biz insana anne ve babasını tavsiye ettik. Annesi onu zorluk üstüne zorlukla taşımıştır. Onun ayrılması da iki yıl içindedir. (Lokman, 14)
3. Biz insana anne-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınmasıyla sütten kesilmesi otuz aydır. (Ahkâf, 15)

Onaltıncısı: Orada geçerli olan adetlerden biri de, evlenme yaşına ya da cinsel ilişki gücünün elde edildiği yaşa gelen kimselerin Râ-şid olarak kabul edilmesidir. Bunu, akli olgunluktan (Rüştten) emin olmak için yapılacak düzenlemeleri ihtiva eden ayetten anlıyoruz:

"Nikah çağına varıncaya kadar öksüzleri deneyin, eğer onlarda bir olgunluk görürseniz hemen mallarını kendilerine verin." (Nisa, 6)

Onyedincisi: Toplumda yürürlükte bulunan adetlerden biri de, çocukların öldürülmesi, kız çocuklarının gb'mülmesiydi. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:
1. ... fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz besliyoruz... (En'am, 151)
2. Onlardan birine dişi (çocuğu olduğu) müjdelendİği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir, onu aşağılama pahasına tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün! Bak ne kötü hüküm veriyorlar. (Nahl, 5S-59)
3. Çocuklarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin. Onları da sizi de biz rızıklandınrız. Onları öldürmek büyük bir günahtır. (İsra, 31)
4. Ey Peygamber mü'min kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek... üzere sana biat etmek amacıyla geldikleri zaman... (Mümtehine, 12)
5. Ve diri olarak toprağa gömülen kızcağıza, sorulduğu zaman: Hangi suç¬tan dolayı öldürüldün? (Tekvir. 8-9)

Bu ayetlerden ilham alarak Araplardan bir kesimin, çocuklarını fakirlik ve yoksulluk yüzünden ya da onların korkusuyla öldürdüklerini, başka bir kesimin de kız çocuklarının doğmasına öfkelendikleri ve hoşlanmadıkları için onları gömdüklerini söylemek mümkündür. Özellikle. Nahl ve İsra sûresi ayetleri onların bu eylemlere neden giriştiklerine ışık tutmaktadır. Yine fakirlik korkusu ya da fakirliğe neden olma endişesiyle çocukların öldürülmesi hem erkek hem de kız çocuklarını kapsıyordu. Belki de bu tür olaylar Hicaz ikliminin karşı karşıya bulunduğu kıtlık ve yokluk senelerinde meydana geliyordu. Ve herhalde köylerde, şehirlere oranla daha yaygındı. Kızların öldürülmesi ve toprağa gömülmesinin bu etkenden başka bir etkeni daha var ki o da ayıplanma, horlanma, alay konusu olma ve kınanma endişeleriydi, kızların savaşlarda bir yararlılık gösterememesi, zenginlik, asabiyet ve çoklukla övünme gibi konularda işe yaramaması da buna eklenebilir. Ki bunların hepsi peygamber asrının ve çevresindeki toplumun problemleri, zorlukları ve görüntüleriydi.

En'am sûresinde yer alan bazı ayetler, Arapların bazı zamanlarda erkek çocuklarını tanrılara kurban ettiklerini ve bunu dinî bir görev olarak algıladıklarını göstermektedir. Bu da dikkat çeken önemli bir noktadır. Bu adetle ilgili değerlendirmelerimizi "Dinler ve inançlar" konusunda açıklayacağız.

Onsekizincisi: Daha önce naklettiğimiz miras ayetleri8 ve onlar¬dan önce inmiş olan vasiyet ayetinden çıkarılabilecek tesbitleri şu şekilde sıralayabiliriz. Önce vasiyet ayetini verelim:

"Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride hayır bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya bilinen bir tarzda vasiyette bulunması size yazıldı. Bundan böyle kim onu işittikten sonra değiştirirse, günahı elbette onu değiştirenler üzerinedir. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir." (Bakara, 180-181).

Buna göre diyebiliriz ki:
1) Bu ortamda mirasın belirlenen bir düzeni yoktu. Vefat eden kişinin yakınları, akrabası mirastan kendisine düşen payın ne olacağını ve hakkını tesbit etme olanağından yoksundu.
2) Kadının hakkı mirasta kız, kardeş ve hanım olarak belli değildi. Herkes tarafından kabul edilen değişmez bir şey yoktu. Zamanın şartlarına bırakılmıştı.
3) Anne babanın mirastaki hakkı değişmez bir kurala bağlanabilmiş değildi.
4) Ölünün mirasına konan temel miras sahipleri, erkek çocuklardı. Sonra atalar, kadınlar ve diğer akrabalar gelirdi. Artık bunlar duruma göre bazen miras alır, bazen de ondan mahrum kalırlardı.
5) Ölünün vasiyeti, zorunlu olarak yerine getirilmesi gereken bir görev olarak kabul edilmiyordu. Bu da şartların vicdanına yani mirasçılara bırakılmıştı.
6) Bazen miras sahibi olma miras bırakanın vasiyetine uygun şekilde oluyordu.
7) Kelale olarak ölen yani çocuğu ve babası olmayan kişinin mirası çözümlenmemiş meselelerdendi. Akrabasının gücüne göre kanalize olurdu.

Özellikle kız kardeşler bu konuda çok az zamanlarda paylarını tam olarak alabiliyorlardı.
(8) Nisa; 7, 8, 11, 12, 13, 14. 172 ve 176. ayetler.

Ondokuzuncusu: Kur'an'da anne babaya saygı göstermeyi, onlara, iyilik ve yumuşaklıkla muamele etmeyi teşvik eden, onları öfkelendirmekten, onlara karşı gelmekten sakındıran, çocuklarının mirasıdan belirlenmiş bir pay ayıran ve bu konuda onları zikzaklar çizebilecek vasiyetin ve değişebilecek şartların merhametine bırakmayan bir dizi ayet vardır. Sıra ile bazılarını gözden geçirelim.
1. Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki "Hayır olarak infak edilecek şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır Hayır olarak her ne yaparsanız. Allah onu kuşkusuz bilir. (Bakara, 215)
2. Allah'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın anne-babaya,yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara güzellikle davranın. (Nisa, 26)
3. De ki. "Gelin size Rabbinizin neleri haranı kıldığını okuyayım. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anne b'abaya iyilik edin.. (En'am, 151) Ayrıca Bkz: (17/23-24, 46/15-16; 2/180-181; 4/11-14)

Bu üslup ile tekrarlanan ve pekiştirilen anne ve babanın haklarına riayet etme onlara karşı ikramda bulunma, kendilerine bakıp vasiyette bulunma, sonra çocuklarının mirasından onlara belli bir pay ayıran nasslar peygamberlik döneminden önce ana baba haklarının, onlara saygının ve geçimlerinin temin edilmesi konularının garanti altında olmadığını, onların ihmale uğradığını, yanhz bırakıldığını ve sözlerinin dinlenmediğini işaret etmektedir. Herhalde onların yaşça hayli ileri olanları bu konuda daha fazla eziyet görmüş ve rahatsız edilmiş olmalıdır.

Şuna da dikkat etmeliyiz ki, Mekkî ve Medenî bazı ayetler çocuklardan, anne babaları onlara şirk koşmayı emrettiğinde itaat etmemelerini istemekte; ana baba küfrü imana tercih ettiğinde, çocuklara onları veli edinmemeleri emre dilmektedir. Bakınız: Lokman, 14-15; Ankebut, 8; Tevbe, 22-24 ve Mücadele 23. ayetler. Bu ayetler İslam daveti ve Sîret-i Nebeviyenin ortamı ile ilişkilidir, daha önce (atalara) itaati emreden Kur'an ayetlerine ek bir açıklama mahiyetindedir.

Yirmincisi: Kur'an'da yetimlerin hakkına riayet etmeyi, onlara iyilik yapmayı teşvik eden, onların mallarını yemeyi ve onların haklarıyla oynamayı çeşitli yöntem ve şekillerle yasaklayan ve bu konuda kesin hüküm belirleyen Mekkî ve Medenî pekçok ayet vardır. Şimdi bunları gözden geçirelim.
1 iyilik; Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygambere iman eden, ona olan sevgisine rağmen malı yetimlere, yoksullara veren... (Bakara, 177)
2. Ve sana yetimleri sorarlar De ki: "Onları ıslah etmek hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşinizdir. Allah bozgunculuk yapanları, ıslah ediciden ayırdeder (Bakara, 220)
3. Yetimlere mallarını verin ve temiz olanla pis olanı değiştermeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir suçtur. Eğer yetim (kiz)lar konusunda adaleti yerme getiremeyeceğinizden korkarsanız, bu durumda size helai olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın...9 (Nisa, 2-3)
4. Nikah çağma varıncaya kadar öksüzleri deneyin, eğer onlarda bir olgunluk görürseniz, hemen mallarını kendilerine verin... (Nisa, 6)
5. Gerçek şu ki, yetimlerin mallarım zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar, önlaı, çılgın bir ateşe gireceklerdir. (Nisa, 10)
6. Ancak o, sarp olan yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir? Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük ver-mek)tir. Ya da açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi, ve zengin yetim kızların vasileri, onların başkalarıyla evlenmelerine engel oluyorlardı Onların mallarının ellerinden çıkmasını istemiyorlardı Bunun ıçin de bu kızları ya kendilerine ya da oğullarına nikahlıyorlardı Bu kızlar güzel olmadığı zamanlar da onlara eziyet ediyorlardı Kur'an bu durumu engellemek istemişti ya bîr yoksulu (Beled, 11-16)
7. "Dini yalanlamakta olanı gördün mü? İşte yetimi iten, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur." (Ma'un, 1-3)
Ayrıca Bkz: (2/215; 4/36; 4/127; 6/152; 8/41; 59/7; 76/8; 89/17-18; 93/9-10)

Zayıfları korumak, İslam'ın temel hedeflerinden biri iken yetimlerle ilgili, onların isimleri bizzat verilmek suretiyle, yapılan açıklamalar ve uyanlar gösteriyor ki, onlar bu ortamda haklarını gereği gibi alamıyor, onlara yeterince iyilik edilmiyor ve yeterli ölçüde yardımcı olunmuyordu. Bu nedenle Kur'an onların durumunu düzeltmek amacıyla bu kadar kesin telkinler, kati emirler vaaz etmiştir. Ve bu ayetler aynı zamanda peygamber asrında ve peygamberlikten önceki çevrede yetime yapılan muameleleri ve onların mallarının nasıl saçıp savrulduğuna ışık tutacak tablolar içermektedir.

dost1
29. March 2011, 05:52 PM
B) KABİLECİLİK ASABİYETİ:

1. Peygamber Asrında Kanbağı İlişkileri:

Kur'an'da peygamberin asrında ve çevresinde sosyal hayatın en önemli görüntülerinden birini oluşturan ve sosyal yapının büyük ölçüde kendisine dayandığı bir olgu olan; toplumun birimleri arasında oluşmuş bulunan "asabiyet" ile ilgili, bir kısmı açık, bir kısmı gizli, bir kısmı da işaretler taşıyan pek çok ayet vardır. Biz, "toplumun birimleri" kavramıyla toplumu oluşturan kabile, aşiret, boy ve aile gibi yapıları kastediyoruz. İşte bunlar arasında gerçekten önemli bir ilişki vardı. Bu ilişkinin bir nedeni ortak çıkarlardı. Onlar; milliyetçiliği, maddi ya da manevi menfaatlarını kollama ve birbirlerinin zarara uğramasına dayanamama gibi nedenlerle destekliyorlardı.

Bu asabiyet; toplumu oluşturan çeşitli grupsal güçler arasında bir dengenin kurulmasında, insanların birbiriyle savılmasında, haklarının gözetilmesinde, onurlarının rencide edilmemesinde ve hayatlarının korunmasında çok güçlü bir etken ve son zamanlarda güçlü bir rol oynayan önemli bir faktördü. Bu, onlarda öylesine güçlü bir şekilde yer etmişti ki, hicri üçüncü asra kadar ya da başka bir ifade ile Arap egemenliğinin yıkılmasına kadar olan süreçte İslam Tarihi içinde yer alan olayların ve bu olayların akış seyrinin yönünü belirlemede çoğu zaman güçlü bir rol oynamıştır. Ve bütün bu olaylar; Kur'an'ın eleştirmesine, ayıplamasına, sakındırmasına rağmen gerçekleşmiştir. Halbuki Kur'an, îslami bir toplumun kurulmasını hedefliyordu. Bu toplum, genel olarak din kardeşliği; toplumun, kendilerinin birleşmesinden meydana geldiği güçler, birimler arasında ortak menfaatin varlığı ve müslümanlarm birbirlerinin dostu olduğu ilkesi üzerinde kurulmuştu. Evet, gerçekte bu toplum genel yapısı itibariyle bir Arap toplumuydu, ama, burada kişinin kabilesi, boyu, kökeni, önceki ideolojisi, makamı, soyu, sınıfı... vesaire artık hiç bir anlam ifade etmiyordu. Halbuki daha önceleri toplumun temelini kabilesel ve ailevi bağlar gibi, dar çerçeveli asabiyet bağları oluşturuyordu. Şimdi ilgili ayetlere bir göz atalım:
1. Allah'ın ipine topluca sarılın, dağılmayın. Allah'ın nimetini hatırlayın ki; bir ara birbirinize düşmanlar idiniz de O kalplerinizin arasını buldu, O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. (Al-i İmran, 103)
2. Ey iman edenler, mü'nıinleri bırakıp da kafirleri veliler edinmeyin. Kendİ aleyhinizde, Allah'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz? (Nisa, 144)
3. Onlar, seni aldatmak isterlerse, kuşkusuz Allah sana yeter. O, yardımıyla seni ve müminleri destekledi. Ve onların kalplerini birbirine ısındırdı. Sen, yeryüzünde bulunan herşeyi harcasaydın bile onların kalplerini birbirine ısındıramazdırt. Ama Allah onları birbirine ısındırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal, 62-63)
4. İnkâr edenler birbirlerinin velisidirler. Eğer bunu yapmazsanız (birleşmezseniz) yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşalık olur. (Enfal, 73)
5. Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekatı verirlerse artık onlar, dinde sizin kardeşlerinizdir... (Tevbe, 11)
6. Ey İman edenler! Eğer imana karşı küfrü tercih edip seviyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır. (Tevbe, 23)
7. Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler. (Tevbe, 71)
8. Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluk bulamazsınız ki onlar, Allah'a ve Rasulüne karsı başkaldıran kimselerle bir sevgi bağı kurmuş olsunlar. Onlar, ister babaları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsalar dahi. (Mücadele, 22)
Ayrıca Bkz: (5/55-57; 8/72; 8/75; 49/10, 60/1)

Şimdi de sosyal asabiyetin (kabilecilik, aşiretçilik vb.) en belirgin tezahürlerini verelim:

Birinci olarak:
Akraba ve soydaşların asabiyeti: Sosyal birliğin küçük birimleri olan aile, boy ve yakın akrabalığı; onların ortak savunma, dayanışma ve çıkarları gibi değerler bir araya getiriyordu. Öyle ki her birey, kendi birliğinde bulunan diğer bireyleri korumak ve yardım etmek durumundaydı. Sıkıntı ve kriz anlarında, kendi¬sine karşı bir düşmanlık ortaya çıktığında onun yanında yer alıyordu, ona saldırandan ya da onun akrabasından, soydaşının intikamını almak zorundaydı. Sonra onlardan birisi başka bir aşirete bağlı bulunan birisine düşmanlık yapar, saldırır, öldürür, yahut zulüm ederse; intikamı, diyeti, o aşirete bağlı tüm bireylerden isteniyordu. Bunun yanında herkes bireysel ve toplumsal olarak bağlı bulunduğu aşiretin namını, şerefini, ortak maslahatlarını kollamak, kendisine düşen görevi yapmak, soydaşına saldıranlara karşı onu savunmak, kollamak zorundaydı. Daha açıkçası, soydaşlar ve akrabalar ister zalim, ister mazlum olsun yardımlaşmak mecburiyetindeydi. Eğilimleri ve inançları farklı da olsa. durum değişmezdi. Bunu aşağıdaki ayetlerden anlamak mümkündür:

1) Nisa sûresinde insanlara yönelik bir çağrı vardır. Burada, birbirlerini çağırdıkları soybağı ilişkilerini koparmaktan sakınmaları istenmiştir. Yani önem verdikleri, maddi ve manevi yaşamlarında kendilerini etkileyen akrabalık bağından:

"...adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını kesmekten) sakının." (Nisa, 1).

2) Muhammed sûresinde de münafıkları korkaklıklarından dolayı ayıplayan ve onların bu korkaklıklarının akrabalık ilişkilerini, bağlarını koparmalarından kaynaklandığını söylemeye müsait bir hatırlatmada bulunulmaktadır:

"Demek, iş başına gelip yönetimi ele alırsanız hemen yeryüzünde fesad çıkaracak ve akrabalık bağlarınızı da koparıp parçalayacaksınız? Öyle mi?" (Muhammed, 22)

Sanki bu ayette de, bir öncekinde olduğu gibi, akrabalık bağlarının kuvvet ve önemine işaret vardır.

3) En'am sûresinde, müfessirlerin, Peygamberin amcası Ebû Talib'in ve kendisinin çağrısını kabul etmeye yanaşmayan akrabasının Peygamber'i (s) savunmasına ilişkin olarak indiğini söyledikleri bir ayet vardır:

''Onlar, hem insanları ondan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini mahvediyorlar ama farkında değiller." (En'am, 26)

Kesinlik ifade edecek dereceye ulaşan mütevatir rivayetlerden biri de Peygamberin akrabasından; Haşimoğullarmdan ve Muttalib oğullarından büyük bir kesim atalarının dinine bağlılıklarını sürdürdükleri halde soybağı ve akrabalık asabiyeti saiki ile pratikte ona yardım ediyor, onu destekliyorlardı. Onların bu desteklerinin, müslümanların katı işkencelere maruz kaldığı ve büyük çoğunluğunun korumasız kaldığı için Habeşistan'a hicret etmek zorunda kaldığı bir sırada, Peygamberin Mekke'de kalmasında büyük rol oynadığı bir gerçektir.
Kur'an'ın Leheb sûresinde, Ebu Leheb diye adlandırılan Peygamberin amcası Abdu'l-Uzza'nm bunun dışında kalması, söz konusu yaklaşımı geçersiz kılmaz. Çünkü bu bireysel bir istisnadan ibarettir. Buna rağmen bazı rivayetler Ebu Leheb'in dahi bir keresinde kardeşi Ebu Talib'e taassubundan öfkelenerek destek çıktığını ve onun yanında yer aldığını, Kureyş liderlerine tehditte bulunarak, onun meclis üyeliğini ve himayesini kabul etmedikleri takdirde ona katılacağını açıkladığım kaydetmiştir. Ebu Talib'in vefatında da Peygamber'e gelip, istediğin yolda ve Ebu talib'in hayatta olduğu sırada yaptığın her şeyi yap demişti. Sonra da ölümüne kadar kimsenin ona bir zarar vermesine fırsat vermeyeceğine yemin etmişti.(10)
(10) Ibn Hışam (it, 332), Ibn Sa'd Q, 195) Bu ıkı rivayetin doğruluğu şüpheli ise de, Arapların ailevî bağlılıkları hususunda bir fıkır vermesi açısından önemlidir

4) Şura sûresinde de bazı ayetler vardır ki bunlardan o zamanki asabiyetin tasvirini ve görme gücünü anlama olanağı buluyoruz:

"(Öncelikle) en yakın hısımlarını uyarıp-korkut. Ve mü'minlerden sana tabi olanlara (koruyucu) kanatlarını ger. Eğer sana isyan edecek olurlarsa, artık de ki: "Gerçekten ben, sizin yapmakta olduklarınızdan uzağım." (214-216. Ayetler).

Peygamberin mesajı genel olmakla beraber bu özelleştirmenin kendisine has bir önemi vardır. Ve bu, o sıradak soybağı yakınlığının ve ona bağlılık asabiyetinin etkisini göstermektedir. Yine onun muhtevasından anlaşıldığına göre, Peygamberin yakın akrabalarının inkarcı bir tutum takınmalarının, çağrısının Mekkeliler tarafından hafife alınmasında ve reddedilmesinde büyük etkisi olmuştur. Zira onlar her şeyde yakın akrabasını desteklemeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Onlara göre Peygamber'e uyması gereken insanların başında yakın akrabaları olmalıdır. Çünkü zihinlerine egemen olan ölçüler; soybağı asabiyeti ve gereklerinin sağlamlaştırılarak, ona uyulması gibi kriterlerdi. Bunun da işlediğimiz tezi desteklediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

5) Tevbe sûresinde bir ayette, Peygamber ve müslümanlar ölü bulunan müşrik akrabaları için bağışlanma dileklerinde ayıplanmış, azarlanmıştır:

"Kendilerine, onların gerçekten cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra -yakınları dahi olsa- müşrikler için bağışlanma dilemeleri peygambere de iman edenlere de yakışmaz." (113. ayet)

Ayetlerden anlaşıldığına göre ailevi asabiyet, Peygamberi ve bazı müslümanları şirk üzere ölmüş ve kendileriyle soybağları bulunan bir takım insanlar için bağışlanma talep etmeğe itmiştir. Onlara yönetilen azarlamada, Kur'an'm hedef aldığı amacın pekiştirilmesi, yeni olan birliğin kriter alınması, yani İslam vahdetinin esas alınması gereği vurgulanmıştır...

6) En'am ve Nisa süresindeki bir takım ayetler, yakınlık ve soybağının etkisinde kalmadan adalet ve doğruluğu yerine getirmeyi emretmektedir. Bu, aile ve soybağma tutkunluğun aşırılığını kınamaktadır.
1. Söylediğiniz zaman, yakınınız dahi olsa, adil olun. (En'am, 152)
2. Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutanlar olun. (Onlar) ister zengin olsun ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Nisa, 135)

7) Sîret-i Nebeviye döneminde öyle durumlar oluyordu ki baba-oğul veya kardeşler, müslüman ve kâfir olarak karşılıklı saflarda çarpışmak zorunda kalıyordu. İşte bu durum, özellikle müslümanlar açısından önemli bir sorun oluyordu. Akrbalık ilişkilerine duyulan bağlılık zorluk çıkarıyordu. Ta ki durum, bu bölümün başında naklettiğimiz Tevbe, 23-24. ve Mücadele, 23. ayetlerinin nüzulünü gerektirdi. Müslümanlar kesin bir uslubla uyarıldı ve eleştirildi. Tüm bunlardan da, yakın akrabalık bağlarının toplumda ne denli güçlü ve köklü bir etkisi olduğu ortaya çıkmaktadır.

8) Mümtehine sûresinde, Allah'ın ve müslümanların düşmanları olan kâfirlerin dost edinilmesini yasaklayan birinci ayetten sonra gelen bir takım ayetler, soybağı yakınlıklarının Ve çocukların Allah katında hiç bir yarar sağlamayacağına dikkat çekmiş, İbrahim (a) ve onunla beraber bulunan müminlerin örnek alınması gerektiğine çağrıda bulunmuştur. Nitekim onlar, küfrü tercih eden kavimlerine düşmanlık ve şiddetli kin beslediklerini ilan etmişlerdi (Mümtehine, 1-4). Ayetlerin bu olayı örnek göstermesi onların yakınlarına olan tutkunluklarının etkisini azaltmak, müslümanların Peygamber döneminde bu tutkunluk yüzünden karşılaştıkları az önce sözünü ettiğimiz problemlerin katılıklarını hafifletmek, azaltmak amacına yönelikti:

"ibrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: "Biz sizlerden ve Allah'ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi tanımayıp inkâr ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin başgöstermiştir." Ne yakın akrabalarınız ne de çocuklarınız kıyamet günü size bir yarar sağlayamaz. (Allah) sizin aranızı ayıracaktır. Allah, yapmakta ol¬duklarınızı görendir." (Mümtehine, 3-4)

9) Arap gelenekleri arasında önemli yer tutanlardan biri de, ölen birisi için ölünün tüm haklarını talep edecek olan ve toplum tarafından kabul edilen bir kefilin veya kan sahibinin bulunma siydi. Bu sıfatla, söz konusu kişi tüm yetki ve güce sahip olurdu. İntikam almada aşırılığı engelleme amacı ile îsra sûresinde bir ayet bu geleneğe işaret etmiştir.

"Haklı bir neden olmaksızın Allah'ın haram kıldığı bir canı öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse onun velisine yetki vermişizdir; O da öldürmede ölçüyü taşırmasın. Çünkü o, gerçekten yardım görmüştür." (33. Ayet)

Veli ya da kan sahibi ancak ölünün yakın akrabasından olurdu. Fakat bazen bu, ölünün kardeşi, oğlu ya da babası olmayıp ailenin mümessili olarak kabile reisi olurdu. O da ölüyü kendi ölüsü, kanını da kendi kanı addederdi.
Ayette bu asabiyetin etkisine ve onun neden olduğu intikam duygusuna işaret edilmiş ve bunun, kısasın sınırını aşarak zincirleme intikamlara neden olduğu ifade edilmiştir.

10) Bu asabiyetin gelenekleri arasında değerlendirilebilecek bir mesele de "Akl" (diyet) hakkındaki uygulamadır. Akl: anlaşma sağlandığında ya da herhangi bir yargıç diyet ödenmesine hükmettiğinde, kan dökme yoluyla intikam alınmayarak, bir ölünün kan bedeli olan diyetin alınıp ölü tarafına verilmesiydi. Akl'de birinci merhale akraba ve birbirleriyle yakınlığı olan kişilerin, kendilerinden biri tarafından akıtılan kana karşılık istenen diyetin toplanmasında dayanışma ve yardımlaşma içine girmeleridir. Bu diyet aynı şekilde öldürülen kişinin soydaşlarına ve yakın akrabasına, yakın soydaşlara duyulan asabiyet geleneğinin ölünün kanını sahiplenme hakkı verdiği ve onu istemede gerçek bir güç kazandırdığı kişilere verilir ve onlar arasında dağıtılır.

İşte buradan hareketle erkekler, kendilerini mirasta hak sahibi kabul edip, kadınları ve çocukları dışarda bırakma eğilimini göstermekteydi. Çünkü Ödeme yapılacağı zaman da yalnız erkekler ödüyorlardı...
Nisa sûresinde hata ile Öldrülen kişinin diyetiyle ilgili bir ayet vardır. Buradan da, sözkonusu geleneğin kaydettiğimiz şekilde var olduğunu sezinleme imkanı vardır. Özellikle burada, öldürülen kişinin ailesine (ehline) diyetin teslim edilmesinin bir görev olarak kaydedilmesi bunu göstermektedir. Burada kullanılan "ehline" kavramı, baba, anne, oğul ve kız kardeş gibi yakın akrabanın kapsamından daha geniş bir anlam ifade etmektedir:

"Kim bir mü'mini hata sonucu öldürürse mü'min bir köleyi özgürleştirmesi veya ailesine (ehline) teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir. Onların sadaka olarak bağışlamaları başka. Eğer O, mü'min size düşman olan bir topluluktan ise, bu durumda da mü'min bir köleyi Özgürlüğüne kavuşturması gerekir." (92. Ayet)

Öte yandan Kur'an, küçümsenmeyecek bir yoğunlukla müslümanları yakınlarına iyilik yapmaya ve onlarla ilgilenmeye teşvik etmektedir. Mekki ve Medeni ayetlerinde bu meseleyi gündemde tutmuştur. Yanısıra müslümanlardan olan soydaşların mirasla ilgili hukukî işlerde birbirlerine daha yakın olduğunu ifade eder. Daha önceki bölümde naklettiğimiz Bakara, 177, 215 ve Nisa, 36. ayetleri bu tür ayetlerdendir. Aşağıda nakledeceğimiz miras ayetleri de aynı düşünceyi işlemektedir.

1. (Mirası) bölüşme sırasında yakınlar, yetimler ve yoksullarda hazır olursa, onları ondan rızıklandirm ve onlara güzel söz söyleyin. (Nisa, 8)
2. Şüphe yok, Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara "vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan, kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir; umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz. (Nahl, 90)
3. Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler, hoş-görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nur, 22) Ayrıca Bkz: (8/75; 17/26; 33/6)

Bu ayetlerde bir yandan soydaşlar arasında asabiyet, akrabalık ilişkilerinin sağlamlaştırılması bir kez daha vurgulanırken, öte yandan bu açıklamalar eşyanın yapısı ve tabiatıyla uyum arzetmektedir. Zira kendisinden sözettiğimiz olay insanın doğal yaşamına ilişkin bir olgudur. Temel olarak dönemlerin, şartların ve toplumların farklılaşmasıyla değişmez. Pek tabii olarak peygamberin toplumu ve asrı da bunun dışında değildi. Buradaki tek farklılık bu duyguların daha tutkun ve daha güçlü olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Bu da o zamanki asırda ve öncesinde bu toplumun yaşadığı sosyal ha¬atın tabiatıyla uyum arzeden bir şeydi.
Her kabilenin bireyleri diğer kabilelere karşı savaşlarda, kan davalarında, maslahatlarını ve ortak hak ve özgürlüklerini savunmada dayanışma içinde hareket ederlerdi. Öyle ki zalim de olsa mazlum da olsa yardımlaşıyorlardı. Nitekim her birey, kabilesinden birine yapılan düşmanlık ve saldırıyı kendisine yapılmış kabul ediyor ve intikam almayı bir görev olarak algılıyordu. İki kabile arasında herhangi bir savaş çıktığında her kabilenin bireyleri, durum ve neden ne olursa olsun, savunmada ve saldırıda dayanışmaya girerlerdi. İsterse eğilimleri ve duyguları farklı olsun, sonuç değişmezdi. Kur'an'da yer alan bazı ayetlerden bu tabloyu tesbit etmek mümkündür.

Bu tür ayetlerden bir kısmı, müslümanlarla aynı kabileden olan münafıkların, müslümanlarla müşrikler arasında çıkan savaşlardaki tutumlarına işaret etmektedir:
1. Ey iman edenler, küfre sapanlar ile yeryüzünde gezip dolaşırken veya savaşta bulundukları sırada (ölen) kardeşleri için: "Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi" diyenler gibi olmayın. Allah, bunu onlarm kalplerinde kahırlı bir özlem olarak kıldı. (Al-i İmran, 156)
2. Münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: "Gelin, Allah'ın yolunda savaşın, savunma yapın" denildiğinde, "Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi İzlerdik" dediler... (Al-i İmran, 167)
3. Derler ki: "Andolsun, Medine'ye bir dönecek olursak gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürecektir... (Müna-fikun, 8) Ayrıca Bkz: (3/168; 33/13)

Al-i İmran, 167. ayeti münafıklara Uhud Savaşına katılmaları çağrısında bulunmaktadır. Eğer Allah yolunda savaşmasalar da kabilesel asabiyet etkenine bağlı olarak savunma yolunda savaşmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Onların cevabı da eğer biz bir savaşın olacağını kesin bilseydik bu çağrıya kulak verir ve onlarla birlikte dayanışmaya girerdik şeklinde olmuştur.(11)

(11) Siret kitaplarında şöyle bir rivayet vardır: Kazman isimli bir şahıs Uhud günü müşriklerden birkaç kişiyi öldürmüş ve çok iyi savaşmıştı. Nihayet yaralandığında cephe gerisine taşınmış ve tedavi edilmişti. Kendisini ziyarete gelenlerden biri: 'sana müjdeler olsun ey Kazman!" demişti. Bunun üzerine: 'Beni ne ile müjdeliyorsunuz, Allah'a yemin ederim ki ben yalnız kavmime olan bağlılığımdan dolayı savaştım!"

Al-i imran 156, 168. ayetlerinde ise bazı sözlerin hikaye edildiğini görüyoruz. Biz münafıkların bu sözleri kendi kavimlerinden olan samimi kişilere, asabiyet saikiyle söylediklerini kabul ediyoruz. Münafıkûn süresindeki ayet ise, münafıkların bizzat savaşa çıktıklarını ve gazvelerden birine katıldıklarını göstermektedir. Bu esnada onlardan bazısı bir olaya öfkelenmiş ve söyleyeceklerini söylemiştir. Burada adamın dayanağı gönlündeki ve inancı değişik bile olsa, kabilesinin tüm bireylerini birbirine bağlayan güçlü kabilesel asabiyet bağına güvenidir. Çünkü o bu bağı, hep böyle etkili bir güç olarak tanryagelmiştir.(12) Ahzab ayeti ise, dış görünüş itibariyle de olsa, münafıkların Hendek Savaşında kendi kavimlerinin yanında yer aldığını, onlarla dayanışma içine girdiklerini ve Medine açıklarında müslümanlarla birlikte orduya katıldıklarını ifade eden bir anlam taşımaktadır.

(12) Burada "Şeytan" kavramı Suraka b. Nevfel için kullanılmıştır.

Daha önce naklettiğimiz Maide, 55-57, Enfal, 72. ve Mücadele, 23. ayetleri de bunu destekleyecek espiriler taşımaktadır. Orada müslümanlara, kâfirleri dost edinme, kesin ve sert bir biçimde yasaklanmıştır. Ayetin siyakından ve indiği sıradaki şartlardan anlaşıldığına göre dost edinilmesi yasaklananlar Kureyş'lilerdi. Zira bunlarla Muhacirleri kabilesel asabiyet bağları birbirine bağlıyordu. Yine anlaşılıyor ki, aralarında inanç ayrılığı ve Mekke'den hicret etmek zorunda bırakılmaya kadar zorlamak ve sıkıntı sözkonusuyken bile asabiyet duygusu hala güçlü ve canlıydı.

Nisa sûresinde bu asabiyetin ve etkisinin köklerine işaret eden iki ayet daha vardır:
1. Ancak sizinle aranızda antlaşma bulunan bir kavme sığınanlar, ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmaktan göğüslerine sıkıntı basıp da size gelenler (dokunulmazdır.) Allah dileseydi onları da üstünüze saldırtır, böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve barış (şartlarını) size bırakırlarsa, artık Allah sîzin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır. (Nisa, 90)
2. Diğerlerinin de sizden ve kendi kavimlerinden güvende olmayı istediklerini bulacaksınız (Ama) fitneye her geri çağırılışlannda içine baş aşağı dalarlar. Şayet sizden uzak durmaz, barış (şartların)ı size bırakmaz ve ellerini çekmezlerse artık onları her nerede bulursanız tutun ve onları öldürün. İşte size, onların aleyhinde apaçık olan destekleyici bir delil verdik. (Nisa, 91) Her iki ayette de müslümanların ulaştığı gücün görüntüsü segilenmektedir. Artık kabileler onların gücünden korkuyor ve kendilerine eğilim duymaya başlıyorlar. Her iki ayetin İşaret ettiği iki grubun bu istekleriyle beraber, birincisi kendisiyle müslümanlar arasındaki barış ve iyi ilişkilerin, müslümanlarla dayanışma içine girmeyeceği şartına bağlı olmasını istemiştir, ikincisi ise, tereddüt geçiren ve şaşkmlaşan bir tavır içine girmiştir. Acaba barış ve güveni tercih edip müslümanlann istediği şekilde iyi ilişkiler içine mi girmeli yoksa kabilesel asabiyet davetçisine katılıp müslümanlara karşı tutumunu açık bir düşmanlık tavrına mı dönüştürmeli-değiştirmeli?!!...

2. Kabilevî Paktlar:

Çoğu zaman iki kabile veya daha fazlası kendi aralarında anlaşır, sözleşirdi. Tek bir yumruk, dayanışma içinde bir güç oluşturur¬u. Böylece anlaşma yapan kabileler arasında bir asabiyet doğardı. Bu onları savaşlarda dayanışmaya iterdi. Kan olaylarında yardımlaşmalarını sağlardı. Savaş çağırıcısı çağırdığı zaman bu kabilelerin bireyleri toptan seferber olurdu, tek bir yumruk olmak için. Antlaşma yapan bu kabilelerden birine ya da bazılarına bir saldırıda bulunulduğunda hep birlikte yardıma ve intikam almaya koşarlardı. Bir kabile kanların bedelini yüklendiği zaman, paktı oluşturan diğer kabilelerden yardım istemeyi ve söz konusu diyete onların da ortak olmasını talep etmeyi kendisinde bir hak olarak görüyordu.

Kur'an'da bu tür paktlara ve bu paktların antlaşan kabileler arasında meydana getirdiği asabiyete işaret eden ayetler vardır. Bu ayetler, tablosunu çizmeye çalıştığımız bu asabiyet türünü desteklemektedir.

Yahudiler, Evs ve Hazreç ile anlaşmıştı. Onlardan bir grup Evs ile bir grup da Hazreç ile antlaşma yapmıştı. Her biri sözleştiği taraf ile, meydana gelen anlaşmazlık ve sürtüşmelerde dayanışmaya ve yardımlaşmaya girerdi. Buna Yahudiler bölümünde naklettiğimiz Bakara sûresi, 84-85. ayetlerini vererek işarette bulunmuş¬uk. Bu ayetlerde Yahudiler kendi yasalarına aykırı düştükleri, birbirleriyle savaştıkları ve bazısı bazısını esir aldığı için ayıplanmış-eleştirilmiştir. Yahudilerin bu durumlara düşmesi de ancak onlardan bir grubun, düşmanın bir kanadı ile, diğerinin de başka bir kanadı ile antlaşma ve sözleşme yapması, onların safında yer alması durumunda gerçekleşebilirdi.

Bazı ayetlerde Medine halkından olan münafıkların bu sözleşmlerine bağlı kaldıkları; Yahudilere de savaştıkları zaman yardım ede¬ceklerine ya da sürüldüklerinde onlarla dayanışma içinde olacaklarına söz vermiş olduklarına işaret edilmiştir. Bu da söz konusu bölümde naklettiğimiz Haşr, 11. ayette geçmektedir. Nitekim münafıkların buradaki sözleşmesi neticede kendilerini açığa çıkaran bir vasıta oldu.
Bununla beraber Evs ve Hazreç'in Yahudilerle sözleşmelerine bağlı kalma asabiyeti yalnız onların münafık olanlarına Özgü değildi. Aksine ihlaslı olanları uzun bir süre boyunca bunun etkisinde kal¬ılar. Nitekim bu olgu, müminlerin Yahudileri dost edinmelerini yasaklayan arka arkaya inmiş bir dizi ayetten de anlaşılmaktadır. Bu ayeterden bir kısmı, Yahudiler bölümünde naklettiğimiz Al-i Imran, 118-120, Maide, 51. ayetleridir. Bir kısmını da şimdi veriyoruz:
1. Müminler, mü'minlerı bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyİe yaparsa, Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakmma(nız) başka. Allah, sizi kendisiyle sa¬kındırır. Varış Allah'adır. (Al-i îmran, 28)
2. Ey iman edenler, mü'nıinleri bırakıp da kafirleri veliler edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister
misiniz? (Nisa, 144)

Yine daha önce naklettiğimiz Ahzab, 26-27. ayetleri de Yahudi bir kabile iJe Kureyş ve yandaşları arasında varılan bir antlaşmadan bahsetmektedir. Şöyle ki: Yahudi kabilesi (ki bu Beni Kureyza kabilesidir) Hendek diye bilmen muhasarada Müslümanlara karşı bunlarla antlaşmaya varmış ve sözleşmiştir.
1. Ahzab'dan onu inkar edenlerin yeri cehennemdir. (Hud, 17)
2. Kendilerine kitap verdiklerimiz, sana indirilen dolayısıyla sevinirler; fakat (müsliimanların aleyhine birleşen) gruplardan, (ahzâb) onun bazısını inkar edenler d© vardır... (Ra'd, 36)
3. Mü'minler (düşman) birliklerini (ahzâb) gördükleri zaman ise, (korkuya kapılmadan) dediler ki: "Bu Allah'ın ve Rasulüntin bize va'dettiği şeydir; Allah ve Rasulü doğru söylemiştir." Ve (bu) yalnızca, onların imanlarını teslimiyetlerini artırmış oldu. (Ahzab, 22) "Ahzab" kavramının herhangi bir konuda antlaşan gruplar, topluluklar ya da partilere ayrılmış kabileler olduğunda kuşku yoktur. Hud ve Ra'd ayetleri muhtelif grupların Nebevi çağrı karşısında birleştiklerini ifade eder gibidir. Yalnız Ahzab ayeti, delalet yönünden daha açıktır ve onların Kureyş ve birbiriyle antlaşip onun yanında yer alan kabileler olduğunu, Medine'ye karşı savaştıklarını ifade etmektedir. Ayrıca kabileler arasında antlaşmalar yapıldığım açıkça göstermektedir. Belki de bu birleşik cephe, Hicaz'da oluşturulan en büyük cepheydi, ya da en azından en büyüklerinden biriydi. Çünkü siret rivayetlerinin kaydettiğine göre sayıları onbine yaklaşmıştı. Bu ise o şartlarda ve o toplumda gerçekten büyük bir sayıdır.
Bu tür sözleşme ve antlaşmalar peygamberin gönderilişinden sonrada varlığını sürdürdü. Nitekim Yahudiler Peygamber'e (s) karşı Kureyş'le antlaşmıştı. Peygamber de Yahudilerle yaptığı antlaşmanın yanında, hala şirk üzere bulunan Arap kabileleriyle barışa eğilim duyan ya da antlaşmak isteyen kabilelerle sağlam ahidleşmeler ve sözleşmeler yapıyordu. Sonra bu antlaşmalarda sözü edilen maddelere sağlıklı ve titiz bir biçimde riayet ediyordu. Bunu pek çok ayet işlemektedir. Biz onları da burada vermeyi uygun görüyoruz. Çünkü işlenen konuya bazı yönlerden ışık tutmaları mümkündür:
1. Onlar ne zaman bir ahidde bulunmuşlarsa, içlerinden bir bölümü onu atıp bozmadı mı? Hayır, onların çoğu iman etmezler. (Bakara, 100)
2. Onlar kendilerinin küfre sapmaları gibi, sizin de küfre sapmanızı istediler. Böylelikle bir olacaktınız. Öyleyse onlar, Allah yolunda hicret edinceye kadar siz onlardan veliler edinmeyin. Şayet yine yüz çevirirlerse artık: onları futun ve her nerede ele geçirirseniz onları öl¬dürün . Onlardan ne bir veli (dost) edinin ne de bir yardımcı. Ancak sizinle aralarında bir anlaşma bulunan bir kavime sığınanlar... (Nisa, 89-90)
3. Allah katında yeryüzündeki canlıların en kötüsü, şüphesiz kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar. Bunlar, içlerinde antlaşma yaptığın kimselerdir ki, sonra her defasında ahidlerini bozarlar. Onlar korkup sakınmazlar. (Enfal, 55-56)
4. Ancak müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarmızdan bir şeyi eksiltmeyenler ve size karşı kimseye yardım etmeyenler başka; artık antlaşmalarım, süresi bitene kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah muttaki olanları sever. (Tevbe, 4) Ayrıca Bkz: (4/92; 8/72; 9/1)
Burada özellikle konumuzla ilgili bir mesele dikkati çekiyor; o da süresi tesbit edilmiş antlaşmanın varlığı. Biz bu tür kabilesel antlaşmaların peygamberlikten önce de yürürlükte olup olmadığını bilmiyoruz. Her ne kadar cevabın müsbet olmadığına meyletsek de. Zira eldeki bir takım Arapça rivayetlerde kabilesel antlaşmanın nesilden nesile sürdüğü, Önemli olaylar olmadığı sürece bozulmadiğı kaydedilmektedir. Bu bağ, sözleşmeyi yapan kabileler arasında nesilden nesile devralınan bir ilişki, sağlam ve köklü bir bağ oluyordu. Yahudilerin Medine'de Evs ve Hazrec ile yaptığı antlaşma yeni değildi. Daha önce atalardan oğullara geçen ve Peygamberin hicretine kadar yürürlükte kalan bir sözleşme idi. Kur'an'ın, bir yerde antlaşmanın varlığını sürdürmesiyle ilgili bu kadar kesin ve kararlı tavrı ile başka bir yerde bu ilişkinin koparılmasını emretmesi, üzerinde durduğumuz noktaya parmak basmaktadır. Peygamber müşriklerle yaptığı antlaşmalarda süre belirlemesinde, islam çağrısının gelişmesi, şartların lehine dönmesi ve gelecek imkanlarının gerektirdiği şeylerin gözetilebildiğini söylemek mümkündür.
Kabileler arası paktlardan kaynaklanan asabiyetin köklü olmadığını, ancak geçici olduğunu söylemek yerinde ve gerekli bir açıklama olur. Çünkü bu, kabile asabiyetinin ve yakın akraba asabiyetinin tam tersidir. Kabile asabiyeti köklüdür. Varlığını bir tek kabilenin bireyleri arasındaki birleşik tabii maslahattan almaktadır. Zaten bir kabileye bağlı bireyler çoğunlukla soydaşlar ve akraba olur. Zaman zaman birbirinden uzak da düşseler yine de sonunda bir tek üst atada birleşir ve kendilerini ona nisbet ederler. Sonra bir tek ailenin, ya da bir aşiretin yahut bir boyun bireyleri arasındaki tabii maslahattan alır varoluş gücünü. Bu öbeklerin her biri ayrı ayrı kanbağı ve yakın soybağı üzerinde oluşmuştur. Buna bağlı olarak bunlardaki asabiyet ve hakimiyet gücü, fertlerinin katılım oranı, etkilenme dereceleri farklı olmaktaydı. En güçlü asabiyet, soybağı ve akrabalık asabiyetiydi. Sonra kabile asabiyeti, daha sonra kabilesel antlaşma (pakt) asabiyeti gelirdi. Gelenek ve asabiyette gözlemlenen güç ve hamiyet farklılığı ve sıralaması aynı zamanda eşyanın tabiatıyla da uyum arzetmektedir. Bunu aynı zamanda naklettiği¬miz ayetlerden de anlamak mümkündür.

Buna ek olarak bazı araştırmacıların, Arapları bireysel, ferdiyetçi bir toplum olarak nitelemek suretiyle düşmüş oldukları bir hatayı düzeltmek istiyoruz. Çünkü bu onların sosyal tabiatı ve yaşayışlarıyla çelişmektedir. Araştırmacılar, bu bireyciliklerini onların önceki atalarının özellikle de bedevi hayat yaşayanlarının ahlakına ilişkin bir nitelik olarak görmektedirler. Bizim burada gösterdiklerimiz ilk Araplarda sosyal dayanışma geleneğinin ya da sosyal asabiyetin çok sağlam ve köklü olduğunu göstermektedir. Bunun, sosyal hayatlarının en güçlü temeli olmasa bile güçlü belirleyicilerinden biri olduğu kesindir. Ne ona karşı önemsemezlik gösterebilerler, ne de onun yerini tutacak bir sistem koyabilirler. Ayrıca, gerek soydaşlar ve yakın akraba arasında, gerek kabilenin bireyleri arasında ve gerekse birbirleriyle sözleşen-antlaşan değişik kabileler arasındaki sosyal asabiyet bedevi hayat yaşayan ya da genel olarak az çok oluşum ve gelişimin bedevilik devresinde bulunan ulus için tabii bir ihtiyaçtır. Zira böyle bir hayatta yahut gelişme döneminde bu tür bir sosyal bağ olmadan dengeyi, hukuku ve kanları korumanın başka yolu yoktur. Burada eğer eleştirilmesi gereken bir şey varsa o da Araplarda olan kapsayıcı sosyal asabiyetin, aile, aşiret, kabile gibi toplumsal Öbekleşmenin ilk merhaleleri sayılan kümelenmelerin istenenden daha fazla kökleşmesi ve onları aşma olanağı bırakmamasıdır. Daha önce bu bölümün başında değindiğimiz gibi bu yapı, İslam'ın ilk çağlarında çözülmeye ve dağılmaya sebep olan faktörlerden biri olmuştur.
Şunu da belirtmek herhalde doğru olacaktır. Araplarda bulunan bu yapılanma sırf Araplara ya da Bedevi Arapların tabiatına özgü bir özellik değildir. Bu insanlar için genel bir yapıdır. Bu merhaleden her toplum geçmiş bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz çözülmenin başka nedenleri, etkenleri de vardı. Bu etkenler onlarda yerleşmiş bulunan dar kalıplı kabilesel asabiyeti, siyasal ve hizipsel amaçlar uğruna kasıtlı olarak harekete geçirmiştir. Çünkü bu sırada Kur'an'ın çağrıda bulunduğu ve Peygamberin bu köklü asabiyet yerine, kendisinin kurmak için çalıştığı, sarsılması daha zor ve güç olan genel kapsamlı kardeşlik, toplumda istenen düzeyde yer etmemişti.

3. Velayet Asabiyeti:

Arapların adetlerinden biri de, bir kabilenin bireylerinden birinin başka bir kabilenin şahıslarından birine dost olması ve ona katılmasıdır; artık bu eylemden sonra, şahıs iltihak ettiği şahsiyetin soydaşı ve kabilesinden biri olurdu. Yeter ki iltihak edilen(kendisine sığınılan) adam bu işi onaylasın. Bundan sonra ilhak eden adam ilhak edilen adamın özel ve genel tüm asabiyetlerin, hak ve özgürlüklerin kendisi de hepsine sahip olurdu. İltihak eden adam bundan sonra falan adamın "Mevlâ"sı diye anılırdı. Bazı Kur'an ayetleri bu tabloya işaret etmiştir. Ahzab süresindeki bir ayet evlat edinmeyi, kişinin kendi asıl babasından başkasına nisbet edilerek çağırilmasını reddetmekte ve işi tabii olan seyrine oturtarak kişinin asıl babası bilinmiyorsa, evlat edinilen kişinin evlat edinenin mevlası olarak adlandırılmasına müsaade etmiştir:

"...Evlatlıklarınızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. Allah ise, hakkı söyler ve (doğru olan) yola yöneltir. Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın; bu Allah katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız, artık onlar dinde sizin kardeşleriniz ve dostlarınızdır." (Ahzab, 4-5)

Bu ayette, rivayetlerin varlığını tevatür ile haber verdiği "velâ" geleneğinin varlığını pekiştiren bir işaret vardır. Şuna da dikkat etmeliyiz ki: Ayette kullanılan "Mevla" kavramı bazan köleler için kullanılan "Mevla" kavramı anlamında değil; göstermeye çalıştığımız anlamdadır. Evlat edinme yolu ile oğul edinilenlerin babalarının bilindiği durumlarda kardeş ve Mevali olarak nitelendirilmesi, yaklaşımımız için kesin bir karine oluşturur.
Bu vela eylemi bazı zamanlar sözleşme ve antlaşma esası üzerinde gerçekleştirdi. Bu durumda yeli edinilen, veli edinenin bir parçası olurdu. Ve onun asabiyete dayalı tüm imtiyazlarına sahip olurdu. Mevlası da mütevellesine karşı aynı haklara sahip olurdu. Hâzin, bir grup insanın da şahitlik ettiği antlaşmalardan birini rivayet ve nakil olarak kaydeder. Antlaşmada biri diğerine "Kanım senin kanındır. Benim kanımı helal kılmak, senin kanını helal kılmaktır. İntikamım senin intikamındır. Savaşım senin savaşındır. Barışım senin barışındır. Sen benim mirasımı alırsın; ben de senin mirasını alırım. Sen benden, ben de senden isterim. Sen benim diyetimi ödersin, ben de senin diyetini öderim." derdi.
Hazin ve başka müfessirler aşağıdaki ayette geçen "Yeminlerinizin garanti verdikleri" cümlesinin;

"Anne-babanm ve yakınların geride bıraktıklarından her birine mirasçılar kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de kendi paylarını verin. Şüphesiz, Allah, herşeye şahid olandır." (Nisa, 33)

Anlamları arasında vela sözleşmeleri ve antlaşmaları da olduğunu ve hem mütevellinin hem de mütevella'nm birbirine Südüs/altıda bir ölçüde mirasçı olduklarını ve bu geleneğin peygamberin hicretinden sonra da geçerli olduğunu, bu ayetle uygulamanın pekiştirildiğini, daha sonraları ise mirasın, miras ayetlerinde belirtildiği şekilde akrabaya özgü kılındığını kaydetmişlerdir. Ahzab sûresinde bir ayet var ki, bazı müfessirler vela yoluyla miras almayı uygun gören ayetin bu olduğunu söylemişlerdir:

"Peygamber, müminler için kendi nefislerinden daha evladır ve onun zevceleri de onların anneleridir. Rahim sahipleri (akrabalar) da, Allah'ın Kitab'ında birbirlerine öteki muhacir (hicret eden)lerden daha yakındır. Ancak dostlarına maruf üzere yapacaklarınız başka; bunlar Kitap'ta yazılmış bulunmaktadır." (6. Ayet)

Burada belirtildiğine göre, akrabalar eğer mümin olursa miras almada diğerlerinden daha önde gelirler. Veli edinilen kimseye iyilik yapmayı kişinin isteğine bırakmaktadır. Başka bir ifade ile Mevlanın mirastan pay alması gerektiği şeklindeki çerçeveyi değiştirip, onun yerine bağış ve yardım çerçevesini koymaktadır. Durum bu olduğuna göre denebilir ki, bu ayet de böyle bir geleneğin ve ona bağlı imtiyazların, kaydettiğimiz şekilde var olduğuna işaret etmektedir.

Vela yalnız bireylerle sınırlı kalmıyordu. Çoğu zaman bir boy ya da bir aile başka bir kabileye iltihak ederdi. Hatta vela yolu ile bir kabilenin, toptan, başka bir kabileye katıldığı da oluyordu. Böyle durumlarda iltihak eden kabilenin bireyleri yeni kabilenin "Mevalisi" sayılırdı. Önceki birliklerinden aldıkları imtiyazları bırakır, yeni kabilenin imtiyazlarını alırlardı. Bunlar, savaşlarda, kan davalarında, diyetlerde ve diğer ortak maslahatlarda gösterilen asabiyetti. Siret, tarih ve biyografi kitaplarında yeralan pekçok isimden bahsedilirken, onların vela yoluyla bağlandıkları kabileler de zikredilmiştir. Mesela vela yoluyla Kureyşlidir, ya da vela yoluyla Sakaf kabilesindendir denir. Bundan kastedilen bizim açıkladığımız veladır. Yoksa kul, köle anlamındaki vela değildir. Umarım ki, şimdi naklettiğimiz Ahzab ayetinde geçen "evliya" kavramı toplu vela olayına bir çeşit karine teşkil etmektedir. "Mevla" kavramı Kur'an'da çok geçmektedir. Ve çoğunlukla bu kavramdan "yardımcı" ya da "müttefik" anlamı kastedilmektedir. İşte aşağıdaki Kur'an ayetlerinde, bu iki kavramın taşıdığı anlamı bizim Mevla kavramına verdiğimiz anlamla uyum içinde görebiliyoruz:
1. Allah'tan başka kendisine ne zararı dokunan ne yararı olan şeylere yalvarır. İşte bu, en uzak bir sapıklıktır. (Ya da), zararı yararından daha yakın olana yalvarır, ne kötü bir yardımcı (Mevla) ve ne kötü bir yoldaştır. (Hac, 12-13)
2. Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. O; ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır. (Hac, 78)
3. O gün bir dost (Mevla), dosttan herhangi bif şeyle yarar sağlayamaz. Ve onlara yardım da edilmez. (Duhan, 41)
4. îşte böyle; çünkü Allah, iman etmekte olanların Mevlasıdır; kafirlerin ise, koruyucuları yoktur. (Muhammed, 11)
5. Eğer sîzler (Peygamberin iki eşi) Allah'a tevbe ederseniz (ne güzel); çünkü kalpleriniz eğrilik gösterdi. Yok eğer ona karşı birbirinize destekçi olmaya kalkışırsanız, artık Allah, onun Mevlasıdır; Cibril de müminlerin salih olan(lar)ı da. Bunların arkasından melekler de bunun destekçisidirler. (Tahrim, 4)

Herhalde Duhan ayetinde burada belirtmeye çalıştığımız anlam güçlü bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü burada iki şahıs arasında velanın değiştiğine ve herbirinin diğerinin Mevlası diye isimlendirildiğine işaret vardır. O da bu gelenekteki temel olguyu, temel espriyi oluşturmaktadır.
Bir bireyin başka birine ya da bir kabilenin başka bir kabileye vela yoluyla iltihak etmesinde, genellikle iltihak eden, iltihak edilenden daha zayıftır. Kişi ya da kabilesi bu yolla kendisini savunmak, güçlendirmek ve onurlandırmak ister. îsra sûresinin ayetlerinden birinde bu anlam kastedilmiştir. Bu ayetin ilhamına göre Mevla edinmek ancak zayıf durumda kalan ya da muhtaç olunan, yahut da zillete düşüldüğü zamanlarda söz konusuydu. Aşağıda ayeti görüyoruz:
"Ve de ki: "Hamd, çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan, Allah'adır. Ve onu tekbir edebildikçe tekbir et." (İsra, 111)

Arapların İslam'dan sonra "Mevali" kavramını Arap olmayan tüm mûslümanlar için kullandıkları bilinmektedir. Bu genelleştirmenin, peygamberlikten önce Araplarda var olan bu geleneksel ifadenin içeriğinden kaynaklandığı ve ona dayandığı açıktır. Arap olan mûslümanlar, kendilerinden başkalarının islam'a boyun eğdiklerini görünce, onların da kendilerine iltihak ettiklerini ya da vela iltihakı ile kendilerine nisbet edildiklerini far kettiler. Böylece kendi geleneksel adetlerine bağlı olarak onların hepsi için bu ifadeyi kullandılar. Eğer Araplar, Mevaliye, üstün ya da güçlü adamın kendisinden daha aşağıda bulunan adama bakışı gibi yahud da uyulanm uyana baktığı gibi bakmışsa bu da yeni bir şey değildir. Çünkü vela antlaşması ya da vela bağı kavramından anlaşılan anlam budur.

4. Himaye Etme Asabiyeti:

Arapların geleneklerinden biri de bir kişinin başka birinden korunma istemesidir. Yani kendisinin himaye altına alınması, kendisine yöneltilen saldırılar ve zulmün engellenmesidir. Eğer kendisinden himaye istenen adam, himaye isteyen adamın istediğini kabul ederse bunu bir grup insanın yanında ilan eder ki herkes bunu bilsin. Bundan sonra, himaye isteyen onun zimmetine girer. Onun "himayesindedir" artık. Sanki onun akrabası veya kabilesinden biridir. Şimdi kabilesini ve ailesini nasıl himaye ediyorsa onu da öyle himaye eder. Aynı şekilde himaye edenle, asabiyet yönünden dayanışma içinde olan, özellikle soy ve akrabalık bağı bulunan herkes, başkalarının onu himaye etmesiyle, kendilerinin himayesine giren adamı kollamak zorunda kalır. Nasıl ki, himaye edene ve çevresine, himaye ve asabiyet gösteriyorsa himayelerine giren adamı da diğer insanlara karşı himaye etmek, savunmak zorundadır.

Himayede, genellikle asabiyet yönünden zayıf olan himaye talep eder. Bazan da asabiyetinden uzak düşen bir adam yabancısı olduğu bir yerde zulüm korkusuyla himaye isteyebilir.

Bazan himaye isteyen adam, himaye istediği adama ya da kabileye yardım talebi için şöyle derdi: Ben falan adamdan ya da falan kabileden sana sığınırım ya da senin himayene girerim. Ya da himayesini kabul ettiğinde kendisini falandan ya da falan kibeleden korumasını isterdi.
Bir şahıs, başka bir şahsı kim olduğunu ya da hangi şahıs veya kabileye karşı olduğunu bilmeden himaye etmezdi. Herkes gücünü ve kudretini biliyordu. Kendilerine karşı koyamayacakları güçlerle yüzyüze getirip, uçurumun kenarına atmazlardı. Çünkü onlar himaye zimmeti ve asabiyetini de önemli bir şey görüyorlardı. Onurları buna bağlıydı. Hatta ölüm kalımları da.

Himaye edilenin himayesi, kendisini himaye edenin himayesini iade edip bir grup insanın gözü önünde zimmetinden ve himayesinden çıkarmasına kadar sürerdi. Artık bundan sonra himaye eden himaye edilene bir sldırı olduğunda onu korumak, kollamak, durumunda değildi. Ya da himaye isteyen adam yabancısı olduğu bir yerdeyse oradan kendi memleketine kavuşuncaya ve kendi memleketinde kendisini himaye edecek asabiyetine ulaşıncaya kadar sürerdi.
Bir dizi Kur'an ayetinde "Himaye", ifade ettiğimiz anlamda kul¬lanılmıştır. Ve bu bizim çizmeye çalıştığımız tabloyu bir ölçüde doğrular. Bu ayetlerden biri Peygamber'e (s.), kendisinden himaye isteyen müşriklere himaye vermesine izin veren ve kendisinin zimmetinde ve himayesinde Allah'ın kelamını duyup onunla karşılaşmasını temin etmesini, sonra da güven duyacakları yere ulaştırılmalarını isteyen aşağıdaki ayettir:
"Eğer müşriklerden biri, senden 'eman isterse' ona eman ver; böyle yap ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır'. Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir." (Tevbe, 6)

Peygamber (s.) güçlenip Mekke'yi fethettiğinde ve müşriklerden Allah'ın ve Rasulünün beri olduğunu ilan ettiğinde, müşrikler Peygamberin (s.) gücünden korkmaya başladılar. Ona elçiler gönderdiler ve ne yapacaklarını şaşırdıklarını bildirdiler. Bunun üzerine bu ayet indi. Burada bir yerde asabiyeti olmayan ve himaye isteyen kişiye himaye vermenin bir tablosu söz konusudur. Nitekim bunu açıklamıştık. Bu ayetlerden biri de Bedir Gazvesiyle ilgilidir:
"O zaman şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş ve onlara: "Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım" demişti." (Enfal, 48)

Ayet, Kureyş'in kendi kervanını Peygamber'e (s.) karşı korumak amacıyla yola çıkmak istediğinde, bir şeyler söylendiğini hikaye etmektedir. Bu sırada Kureyş ile Beni Kinane arasında kan davaları olmuştu. Dışarı çıktıklarında onların da kendilerini arkadan vurmalarından endişe ettiler. Onlara, Şeytan Suraka bin Malik (bu adam Kinane'nin liderlerindendi): Ben, Kinane'ye karşı sizi himaye ediyorum. Siz onlardan asla hoşlanmayacağınız bir şeyle karşılaşmayacaksınız, dedi. Onlar da yola çıktılar. Bu, büyük Bedr hadisesiydi. "Ben sizin için himaye ediciyim" ifadesi geleneksel himaye ifadelerindendir. Kendisinden himaye istenilen adam himaye edeceği adamın Önüne düşer ve kendisinin falanın himayecisi olduğunu ilan ederdi...
Burada Allah'ın azameti ve kudretinin ispatı sadedinde üç ayet daha vardır. Fakat bunlar aynı zamanda "icâre" (Himaye) ve onun türevleri olan kavramları da ihtiva etmektedir. İcâre burada belirtmeye çalıştığımız himaye anlamını taşımaktadır:
1. De ki- "Eğer bilmekteyseniz, (söyleyin:) Her şeyin melekutu kimin elindedir (7 )Ki O, koruyup kolluyorken kendisi korunmuyor. (Mü'rai-mm, 88)
2. De ki: "Haber verir misiniz; eğer Aliah, beni ve benimle birlikte olanları yıkıma uğratır ya da bizi esirgerse, bu durumda kafirleri acıklı bir azabtan himaye edecek kimdir? (Mülk, 28)
3. De ki: 'Beni Allah'dan başka kimse himaye edemez ve O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam.' (Cin, 22)

"Himaye eder, himaye olunamaz" ifadesi de geleneksel himaye ifadelerindendir. Arap efendilerinden biri övülmek istendiği, gücü ve şerefine dikkat çekilmek istendiğinde bu ifade kullanılırdı. Yani bu cümle sözü edilen efendinin istediği kişiyi koruyabileceği, himaye edebileceği, fakat, hiç kimsenin ona meydan okuyup, dumanını himaye etmeye cesaret edemeyeceğini ifade etmiş olmaktadır.

5. Gelenekçilik ve Müslümanlardaki İzleri

Bu asabiyet bu adıyla bilinmiyordu. Yalnız kavram olarak biliniyordu. Bundan kasıt atalardan alışılagelen adet ve geleneklere karşı taassub içine girmek ve onlara katı bir şekilde bağlılık göstermektir. Bu olgu, peygamberlikten Önce Arap toplumunda köklü bir gelenekti. Öyle ki, asla yeri doldurulamayacak bir fazilet olarak kabul ediliyordu. İsterse, savaşlara, kanların akıtılmasına, zorluk ve felaket dolu durumlara neden olsun farketmezdi.
Kur'an'da, peygamberin çağrısından uzaklaşan ve ona karşı tuzaklar kuran müşriklerin hareketlerini eleştirme ve onları kınama mahiyetinde bu asabiyet anlayışına işaret eden bir dizi ayet vardır. Bu ayetler değişik yöntemlerle, uslublarla peygamberlikten önceki Arapların babadan, atadan miras alınan geleneklere nasıl sımsıkı bağlı olduklarını tablolar halinde sunmaktadır. Ne kadar yanlış ve anlamsız oldukları ortaya çıksa da onlardan vazgeçmediklerini, kötülükleri ve zararları açıklansa da adımladıklarını ifade etmektedir. Aşağıdaki ayetlerde bunu müşahede ediyoruz:
1. Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulmamış idiyseler? (Bakara, 170)
2. Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: 'Bu sizi babalarınızın taptığından çevirmek isteyen bir adamdan başka bir şey
değildir... (Sebe', 43) Ayrıca Bkz: (7/28; 31/21; 43/22)

Bu asabiyet onlarda o kadar güçlü bir hal almıştı ki onların di¬ni haline gelmişti. Onlar, yaptıkları, uydukları bu adet ve gelenekleri, Allah'ın emirleri olarak görmeye başlamışlardı. Nitekim A'raf'ın 28. ayeti ve aşağıdaki ayetler bunu hikaye etmektedir.
1. Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: 'Allah isteseydi ne biz ne de babalarımız ortak koşmazdık, bir şeyi de haram yapmazdık, onlardan önce yalanlayanlar da aynısını demişlerdi ve nihayet azabımızı tatmışlardı... (En'am, 148)
2. Şirk koşmakta olanlar dediler ki: "Eğer Allah dileseydi, O'nun dışında hiç bir şeye kulluk etmezdik, biz ve atalarımız O'na hiç bir şeyi haram da kılmazdık., (Nahl, 35)

Müşrikler uygulayageldikleri çeşitli dinî geleneklerin, Allah'ın dilemesi ve rızasıyla uyuşan şeyler olduğunu, eğer öyle olmasa Allah'ın onları yapmaktan kendilerini men edeceğini ileri sürerek kendilerini savunuyorlardı... Bakara, Maide, Sebe' ve Zuhruf ayetlerinde onların hikaye edilen sözlerinden anlaşıldığına göre onlar bu geleneklerini en doğru ve en yararlı yol olarak görüyorlardı. Çünkü babadan atalardan miras almışlardı. Peygamber'in çağrısının ise, onları daha doğru ve daha yararlı olarak gördüklerinden engellemeyi hedef aldığını anlıyorlardı.

Bu ayetler aynı zamanda, Mekkelilerin îslam çağrısına, onun sahibine ve zayıf müslümanlara karşı katı ve saldırı esasına dayalı tutumlarını da açıklamaktadır. Zira gelenekler asabiyetinin gücü, bu tavırlarına etki eden faktörlerden biriydi. Hatta bu geleneklere bağlılık taassubundan hareketle Peygamber'i destekleyen ve ona yardım eden akrabalarının çoğunun başında amcası Ebu Talib olmak üzere, İslam'a girmelerine engel olmuştur diyebiliriz. Onlar Peygamber'in doğruluğunu, güzel ahlakını ve iyi niyetini bilmelerine rağmen, gelenekleri onların doğru tarafta yer almalarına engel olmuştur. Onlar peygamberin kendilerini yanlış bir yola çağırmayacağına kesin inanıyorlardı. Söylediklerinin yalan olacağına asla ihtimal vermiyorlardı. Yanısıra onlar O'nun çıkışını büyük bir şeref olarak kabul ediyor, çağrısının başarıya ulaşmasını ve pek çok insanın onu kabul etmesini arzuluyorlardı. Ve yine onlar Mekkelilerin inkarcı bir tavır takınmalarında, kendi tutumlarının da küçümsenmeyecek bir etkiye sahip olduğunu farketmiyor değillerdi. Öyle ki aşırı gelenekçilik nedeniyle Rasulullah'ın amcalarından biri, atalarından devraldığı dinî geleneklerin baskısıyla akrabalık bağlarını da çiğneyerek kardeşinin oğlu (Rasulullah)'na karşı muhalefetin saflarına geçmiş ve ona komplo hazırlayanlarla bir olmuştur.

Kasas sûresinde müşriklerin bazı mu'tedil liderlerinin sözleri hikaye edilmiştir.
"Dediler ki, eğer seninle birlikte hidayete uyacak olursak yurdumuzdan atılırız." (57. ayet)

Yani anlaşılıyor ki onlar peygamberin çağrısının daha doğru olduğunu itiraf ediyorlardı. Fakat maddi ve manevi bir takım değer ve imtiyazlarını kaybetmek korkusuyla geleneklerinden ayrılmıyorlardı.
Müslüman olanların çoğu tehlikeyi önlemek ya da ecir elde etmek için müslüman oluyor, fakat gönüllerinde, adetlerinden, geleneklerinden ve atalarının bağlı bulunduğu şeylerden ayrıldıkları için bir utanma ve eziklik taşıyorlardı. Ancak uzun bir zaman geçtikten ve İslam genel bir yaygınlık kazandıktan sonra bu tür düşünce ve endişeleri bırakıp İslam'a iyice ısınmışlardı. Bunlar ya da bunlardan bazıları Kur'an tarafından "Müellefe-i Kulûb" diye adlandırılmıştır.

Tahmin ediyorum, evlad edinme konusunda naklettiğimiz ve Peygamber'in, evlad edinme yoluyla oğul edindiği kişinin boşadiğı hanımla evlenmesi konusunda inmiş bulunan Ahzab 36-40. ayetlerinde bu gelenekçilik asabiyetinin Peygamber çevresinde ve asrında ne kadar güçlü olduğunu ifade eden bir tablo vardır. Bu ayetleri dikkatli bir biçimde inceleyen biri görür ki burada birinci olarak işlenen konu Allah'a ve Rasulüne itaat etmenin zorunluluğunu, onlar bir işte hüküm verdiklerinde artık mümin için başka seçme hakkı kalmadığını bildirmektir. Açıktır ki, burada Allah'ın ve Rasulünün uzak kalınmasını emrettiği şeylerde onlara itaat etmek ve genel olarak uzaklaşılması gereken geleneklerden, özellikle de evlad edinme geleneğinden uzak durulması işlenmektedir. Ayetlerin üslubunda güçlü bir ifade vardır ki, buradan söz konusu geleneğin ne denli güçlü ve köklü olduğunu, tüm insanların gönlünde, iman edenlerin ve ihlash kimselerin kalbinde bile etkili olduğunu çıkarmak mümkündür, ikinci olarak; bizzat Peygamber'in kendisi bile bunu yapmakta tered¬düt geçirmiştir. Ondan başkasının da bu işe girişmeyeceği zaten buradan hemen farke dile biliyor. Peygamberin kendisi bile oğul edinme geleneğinin kaldırılmasında ve evlad edinenin, evlad edindiği oğlunun boşadiğı kadınla evlenmesinde, ters tepkilerin gelmesinden endişe etmiştir. Ayetler bir açıdan azarlama ve kınama ihtiva ederken, diğer yandan Peygamberi desteklemekte ve onu temize çıkarmakta¬dır. Bu da söz konusu geleneğin insanların gönlünde ne derece etkili yer ettiğini gösteren güçlü "bir delildir.
Hicretten sonra Peygamber'in seriyyelerinden biri, Haram ayların ilk gününde yanlışlıkla bir savaşa girişmişti. Müşrikler bunu kendileri için, müslümanlara karşı büyük bir koz olarak kullandılar. Zira müslümanlar bu kutsal ayın hürmetini çiğnemişlerdi. İşte müşriklerin çıkardığı bu gürültü ve yaygara aynı zamanda tüm müslümanlar üzerinde de etkili olmuştu. Müslümanlar, yapılan hareketi tenkide ve soruşturmaya başlayarak onların başlattığı hareketle kenetlenmişlerdi. Nitekim ayetlerden biri bu noktaya işaret etmektedir:

"Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: "Onda savaşmak büyük (bir günahtır). Allah katında ise, Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkar etmek Mescid-i Haram'a (ziyaretçilerin gitmelerine) engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır.) Fitne (küfür) ise öldürmekten beterdir. Eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler; sizden kim dininden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün yapıp etmeleri dünyada da, ahirette de, boşa çıkmıştır, onlar ateşin halkıdır, onda da sürekli kalacaklardır. Kuşkusuz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Bakara, 217-218)

Birinci ayette Haram Ay'da savaşma ile ilgili gerekçenin güçlü¬üğü, orada müşriklerin müslümanlara karşı ne denli tehlikeli işlere giriştikleri ve onlara karşı kötü niyetlere sahip olmalarının belirtilmesi, Allah'ın rahmetinden başka hiçbir amaçları bulunmayan Mücahidlerin eylemlerinin temize çıkarılması ve onların Allah'ın rahmeti ve bağışlamasıyla gönüllerinin huzura kavuşturulması bize bir yaklaşım kazandırmaktadır. Bu tablonun her tarafında, geleneklere duyulan asabiyetin ne kadar güçlü olduğu rahatlıkla okunmaktadır. Onun içindir ki, Hikmet gereği olarak, bu kadar güçlü ve hakimane bir üslub kullanılmıştır.
Bu ayetlerden ve başkalarından, Arapların, peygamberlikten Önceki geleneklerinin pek çoğunun öylece bırakılmasının hikmetini anlayabiliriz. Değiştirilmeyen bu gelenekler onların sosyal ve ailevi hayatlarıyla ilgiliydi. Şeytan taşlama, Safa ve Merve arasında Tavaf, Haceri Esved'i ellemek ya da selamlama, öpme, Arafat'ta ve Meş'ari Haram yanında vakfe yapma, kurbanları kesme, avlanmayi yasaklama, Haram aylara saygı gösterme, sınırsız cariyelerle ilişkide bulunma, köleliği hemen kaldırmama, dört kadınla evliliğe müsaade vesaire gibi uygulamalar, sözünü ettiğimiz gelenekçi tutum ve davranışlar ile daha iyi anlaşılır. Miras alman geleneklerin köklü biçimde yer etmesi, insanların onlara karşı taassubu, onları sosyal ve dinî yapılarının birer parçası olarak algılamaları bunların toptan reddedilişini ve kaldırılıp atılmasını zorlaştıracak dereceye getirmişti. Böyle bir hareket islam çağrrısınm tökezlenmesine, problemlerle karşılaşmasına ve insanların ona yönelip, onun bayrağı altına girmesine engel olabilirdi. Onun için sadece, iptal edilmesi zorunlu olan ve çağrının ilkeleri ve yüce hedefleryle çelişen, ya da duygu ve zevkin nefretle karşıladığı çirkinlik ve aşırılıkta olan yahut da genel maslahatla uyuşmayan eski gelenekler iptal edilmiştir... Kur'an babanın eşiyle evlilik, iki bacıyla bir arada evlilik, zina, kendisine dost tutma, sapık ilişkilerde bulunma, çıplak olarak tavaf etme, putların yanında kurban kesme, deniz avını haram sayma, kurbanların etlerinin yenmesini ve fakirlere yedirilmesini haram sayma gibi gelenekleri anında değiştirmiştir. Geri kalanlarını ise, düzeltmeyi, yararlı ve faydalı hale sokmayı, söz konusu temel ilkeler ve hedeflerle uyum sağlar duruma getirmeyi ya da en azından onlarla çelişmeyecek bir yapıya kavuşturmayı yeterli görmüştür, özellikle müslümanlar için çeşitli ve büyük yararları bulunan ve aynı zamanda Allah'ın vahyinin indiği bir yerde oluşan Hac geleneklerinin kendi haline bırakılması gerçekten anlamlıdır. Bunun yanında hukuki bazı temeller koydu. Bunların aracılığıyla daha yararlı, daha adil ve daha faziletli olanı seçmek mümkündür. Tabiî bu, o zamanki şartlarda en iyisiydi. Mesela zulüm etme, haksızlık yapma olasılığı bulunan durumlarda yalnız bir kadın ile yetinme, esirlerin insiyatifini iktidara bırakma, böylece ya onları bağışlama ve serbest bırakma ya da onların fidye vermelerini istemekle gelecekte köleliğin ortadan kalkmasına yardım etme vs. gibi.

dost1
13. April 2011, 06:03 PM
C) HAC VE HARAM AYLAR

Bu konunun Arapların dinsel yaşam ve onun tezahürleriyle da-ıha fazla İlişkili olduğu düşünülerek inanç ve dinler konusunda işlenmesi gerektiği söylenebilir. Fakat biz konunun sosyal hayat bölümünde hîr fasıl olmasını istedik. Zira bununla ilgili geleneklerin çoğunun, Arapların sosyal konumları ve yapılarıyla güçlü ve sağlam ilişkileri vardır. Bu nedenle onlavın sosyal yaşamlarında da büyük etkisi olmuştur. Öte yandan bu konu, inançlarının, ibadetlerinin ve toplumlarının -çevrelerinin- farklılığına rağmen tüm Arapları kapsayan bir özelliğe sahiptir. Arapların hepsi onu sosyal vasıtalarından biri olarak algılıyorlardı. Öyle ki, her köşeden, her bucaktan Mekke bölgesine -Beytü'l-Haram'a- geliyorlardı. Orada Hac mevsiminde ve panayırlarında buluşuyorlar, karşılaşıyorlardı. Haram ayların gölgesindeki havayı teneffüs ediyorlardı. Toplanıyor, tanışıyorlardı. Satacaklarını satıyor, alacaklarını alıyorlardı. Şiirler söylüyor, kendilerini övmek ve problemlerini çözmek için oturumlar düzenliyorlardı. Bu oturumlarda güçlü hatibler konuşmalar yapıyordu... Evet bu olayların ve eylemlerin hepsinde sosyal görüntü ağır basmakta ve güçlü bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bir diğer sebebe gelince, bu konu kendi şartlarında -özellikle de peygamberlikten önceki dönemlerde- bir harekete, ya da ulusal, siyasal, sosyal, fikri ve edebi bir kalkınmaya zemin hazırlamıştır. İsterse bu hareket ve kalkınmaya Öncülük yapan Hac, siyasal, düşünsel ve psikolojik başka etkenlerden yararlanmış ve onlardan destek almış olsun, yine de önemi değişmez.
Bu konu, başlığından da belli olduğu gibi, birbiriyle ilgili de olsa iki temel konudan oluşacaktır. Bu konuların birincisi Hac, ikincisi haram aylardır.

1. Peygamber Asrında Kâ'be'nin Önemi ve Hac:
Kur'an-ı Kerim'de Hac'dan, Haccın pratik uygulamalarından, geleneklerinden ve yararlarından, Ka'be'den, Beytu'l-Haram'dan, ona duyulması gereken saygıdan ve bölgesinin güvenliliğinden söz eden bir dizi ayet Vardır.
Şimdi bunları verelim:

1 Biz, senin, yüzünü çok defa göğe doğru çevirdiğini görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnud olduğun kıbleye çevireceğiz. Arlık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. (Bakara, 144)

2 Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden olan bir haktır. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil olmayandır. Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir (Siz de) her nerede olursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. (Bakara149-l50)

3 Şüphesiz, Safa ileMerve Allah'ın işaretlerindendir. Böylece kim evi (Kâ'be'yi) hacceder veya umru yaparsa, artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir sakınca yoktur.(Bakara, 158)

4 ...Mescid-i Haram'da onlarla savaşmayın ki onlar da sizinle orada savaşmasınlar. Fakat onlar sizinle savaşırlarsa hemen onları öidürün, kâfirlerin cezası böyledir. (Bakara, 191)

5 Sana, hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: "O, insanlar ve hac için belirlenmiş vakitlerdir. İyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir, ama iyilik sakınan(ın tutumudur.) Evlere de kapılarından girin. Allah'tan sakının, umulur ki kurtuluşa ererseniz. (Bakara, 189)

6 Haccı.da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer kuşatılırsanız, artık size-kolay gelen kurban(ı gönderin). Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. Kim sizden hasta ise ya da başından şikayeti varsa, onun ya oruç ya da sadaka veya kurban olarak fidye (vermesi gerekir.) Güvenliğe kavuşursanız, hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene, kolayına gelen bir kurban(ı kesmesi gerekir). Bulamayana da, haccda üç gün, döndüğünüzde yedi (gün) o!mak üzere, bunlar tamı tamına on (gündür) oruç vardır. Bu aiîesi Mescid-i Haram'da olmayan içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, cezası pek çetin olandır. Hacc, bilinen aylardadır. Böylelikle kim onlarda haccı farz eder, (yerine getirir)se, (bilsin ki) hacda kadına yaklaşmak,'fısk yapmak ve kavgaya girişmek yoktur. Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah onu bilir. Azık edinin, kuşkusuz, azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri! Benden korkun. Rabbinizden bir fazl istemenizde size sakınca yoktur. Arafat'ta hep birlik indiğinizde Allah'ı Meş'ar-i haram'da anın. O, sizi nasıl doğru yola İletüyse siz de O'nu anın. Gerçek şu ki, siz bundan önce sapık olanlardansınız. Sonra insanların akın ettiği yerden, siz de akın edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir. (Hac) İbadetlerinizi bitirdiğinizde, artık atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anış ile Allah'ı anın. İn-sanlardan öylesi vardır ki: "Rabbimiz bize dünyada, ver" der; onun ahirette nasibi yoktur. Onlardan Öylesi de vardır ki: "Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru" der. İşte bunların kazandıklarına karşılık nasibleri vardır. Allah, hesabı pek seri görendir, sayılı günlerde Allah'ı anın. Bu günde elini çabuk tutana günah yoktur, geri kalana da günah yoktur. (Bu) sakınan için(dir). Allah'tan sakının ve gerçekten bilin ki. siz O'na döndürüleceksiniz. (Bakara, 196-203)

7 De ki: "Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah'ı bir tanıyan Hanifler olarak İbrahim'in dinine uyun, O müşriklerden değİldi.(3) Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan ev, Bekke (Mekke)de, o kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Kâbe)dir. Orada apaçık ayetler ve İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse o güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yelkenlerin haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de küfre saparsa, kuşku yok, Allah alemlere karşı muhtaç olmayandır. (Al-i imran, 95-97)

8 Onîar, Mescid-i Haram'dan (insanları) alıkoyarlarken ve onun koruyucuları değilken Allah, ne diye onları azablandırmasm? Onun koruyucuları yalnızca korkup sakınanlardır. Ancak onların çoğu bilmezler. Onların. Beyt(-i Şerif) Önündeki duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. Artık küfretmekte olduklarınız dolayısıyla tadın azabı. (Enfal, 34-35)

9 Hani İbrahim şöyle demişti: "Rabbim bu şehri güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut." "Rabbim, gerçekten onlar insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Bundan böyle kim bana uyarsa, artık o, bendendir, kim de bana isyan ederse, kuşkusuz, Sen, bağışlayansın, esirgeyensin. Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram (kutlu ve korunmuş ev'in) yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, dosdoğru namazı kılsınlar diye (öyle yaptım), böylelikle sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara ilgi duyar kıt ve onları bir takım ürünlerden nzıkIandır. Umulur ki şükrederler (İbrahim, 35-37)

10 İri cüsseli (kurbanlık hayvanları) da size Allah'ın İşaretlerinden kıldık, sizler için onlarda bir hayır vardır. Öyleyse onlar, bir dizi halinde (boğazlanırken) Allah'ın adını anın; artık yana doğru düştüklerinde de onlardan yiyin, kanaatkara ve isteyene de yedirin. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirdik, umulur ki şükredersiniz. Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı büyüklemeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver. (Hac. 36-37)

11 (De ki): "Ben, sadece bu şehrin Rabb'ine kulluk etmekte emrolundum. O, burayı saygı değer kıldı ve her şey O'nundur. Ve bana müslümanlardan olmam emredildi." (Neml, 91)

12 Görmediler mi ki, çevresinde insanlar kapılıp yağma edilirken biz Harem (Mekke}i güvenilir kıldık? Yine de, onlar batıla inanıp Allah'ın nimetlerine nankörlük mü ediyorlar. (Ankebut, 67) Ayrıca Bkz: (2/125-129; 5/2; 5/97; 9/3; 9/17-19; 9/28; 22/25-33; 28/57; 48/25; 48/27; 106/1-4)

Okuyucu burada kaydettiğimiz ayetleri çok görmemelidir. Biz bu konuda Kur'an'da yer alanların tümünü kasıtlı olarak naklettik. Çünkü biz bununla Haccın, Arapların yaşamı üzerindeki etkisini tesbit edeceğiz. Ve bu arada Kur'an'ın buna verdiği önemi ve üzerinde yoğunlaştığı noktaları belirtmeye çalışacağız.
Ayetler pek çok konuyu içermekte ve değişik hedeflere yönelmektedir. Bunların çoğu İslam'daki Haccm Menasıkini tesbit eden yasamalar sadedinde indirilmiştir.
Fakat bununla beraber çoğu, Peygamberin Peygamberlikten önceki asrı ve çevresiyle ilgili açık işaretler, güçlü karineler taşımaktadır, hac işleri, Hac menasıki, Ka'be ve Ka'be'ye duyulan saygı, kutsallık, Arapların genellikle O'na hürmet edişleri ve O'nun benzerinin olmadığını kabul edişleri ile ilgili işaretler.

1) Neml 91, Kasas 57, Ankebut 67 ve Kureyş 3-4. ayetleri açıkça işaret ediyor ki, "Harem'in", "Belde-i Haram'ın" ve "Beytu'l-Haram'ın" (bunların hepsi Ka'be'nin kutsallığına bağlı olarak Mekke bölgesinin hürmet duyulması gerektiğini, orada Ka'be'nin yeral-masıyla daha bir farklı olması gerektiğini hedef almaktadır) güvenlik yeri oluşu peygamberlik gelmeden önce de Araplar arasında biliniyordu. Mekke'lilerin bunun aracılığıyla maddi, manevi, ekonomik ve sosyal pek büyük yararlar sağladıkları da ortada olan bir şeydi. Bu son anlam özellikle Maide 97. ayetin içinde gizlidir. Pek tabii olarak bu ayet, asrın ve bu çevrenin insanları olan Arapları içine alıyordu. Çünkü ayet, insanların orada yerleşmesi ve yaşaması için Allah'ın Beytullah'ı güçlü bir etken kıldığına işaret etmektedir.

2) Bakara, 191. ayet, Mescid-i Haram bölgesinde savaşmak, Peygamberin asrında ve çevresinde Peygamberlikten önce de sakıncalı olarak kabu edildiğini gösteren açık bir işaret taşımaktadır. İslam onların bu geleneğini yerinde bırakmış, yalnız bu saygınlığın ve hürmetin önce Müşrikler tarafından ihlal edilmesi halinde kendilerinin de ihlal etmesine müsaade etmiştir. Bu ayetten sonra gelen ayetlerde açıklandığı gibi, müslümanlara orada aynısıyla karşılık verme mubah kılınmıştır.

3) Bakara, 44 ve 149-150. ayetleri Kıble ile ilgilidir. Bunlardan Ka'be'nin, Arapların gönüllerinde büyük bir önemi ve üstün bir saygınlığı olduğu ortaya çıkmaktadır. Peygamber kavminin inkarcılığı ve şirkin görüntüleriyle kuşattıkları için namazda oraya yönelmekten vazgeçmişti. Buna rağmen oraya yönelme arzusu hâlâ içini kemiriyordu. Oraya yönelmekle, işi gerçek rayına oturtmuş olacağını düşünüyordu. Çünkü orası insanların Allah'a ibadet etmesi için ilk belirlenen evdi. Mescid-i Aksa'dan daha eski ve insanları kendi dinine çağıran ibrahim (as.) ile ilişkisi vardı, üstelik bunların hepsini Araplar da biliyordu. Bu nedenle orası yüreklerinin çarptığı ve toptan herkes için feyiz ve bereket kaynağı olarak algılanıyordu. Zaman zaman gözlerini yukarıya kaldırarak Allah'ın ilhamını ve iznini umuyordu. Allah da onun bu umudunu gerçekleştirdi. Onu hoşnud olacağı kıble olan Ka'be'ye yöneltti. "Ta ki insanların size karşı dili uzamasın" ifadesi burada dikkat çekmektedir. Bu cümle, Peygamberin (s.), Ka'be'nin Arapların gönlünde kapladığı büyük yere rağmen, Mescid-i Aksa'ya yönelmesinin insanlarda yani Peygamberin çevresini oluşturan Müslüman ve gayri müslim Arapların üzerinde bir üzüntü ve hayret havası estirdiğine ve bu atmosferin hâlâ sürekliliğini koruduğuna dair güçlü bir delil içermektedir. Hikmet gereği olarak onların bu durumları göz önünde bulundurulmuş ve ne ötekiler ne de berikiler için üzüntüye, eleştiriye, hayrete, sıkıntıya ve dillerinin uzamasına mahal bırakmamak için kıbleleri değiştirilmiştir.

4) Al,i İmran, 95-97. ayetleri, gücü yeten insanın Beytullah'a, Hacc'a gelmesinin daha önceleri insanlardan istenen bir farza süreklilik kazandırdığına dair güçlü bir işareti içermektedir. Bu farz daha önce de insanlar tarafından kabul ediliyor ve bazıları tarafından yerine getiriliyordu. Orası insanlar için ilk belirlenen evdi. Bereket ve hidayet vardı orada. İbrahim'in makamı vardı. Burada "nas" kavramı dikkat çekmektedir. Bu da delilin gücünün daha da sağlamlaştırmaktadır.

5) Hac, 25-33. ayetleri de böyledir. Bunlar da üslubunda ve içeriklerinde -çok açık bir işaret diyemesek de- güçlü deliller taşımaktadırlar.
Birinci olarak: Bu ayetlere göre peygamberlikten önce Araplar tümüyle, ya da en azından büyük bir kesimi, ister yakın ister uzak olsun Mekke'ye geliyor ve o bölgenin yerlileriyle birlikte Hac ile ilgili ibadetleri yerine getiriyorlardı.
İkinci olarak: Onlar genelde Hac ve Hac ile ilgili ibadetlerin İbrahim ile ilişkisi olduğundan haberdardı. Ayetler, Mescid-i haram'dan alıkoydukları için kafirleri suçlamaktadır. Çünkü Allah orayı tüm insanlar için fazilet ve mükafat alma yeri kılmıştır. Hz. İbrahim orayı bina edip, insanların oraya Hac etmek için gelmelerine çağrıda bulunması, köyde ve kentte yaşayan herkesin bu çağrıya kulak vermesi, en uzak yerden yaya ve binekli, kadın ve erkek olarak gelip, onunla ilgili ibadetlerini, üzerlerindeki adaklarını yerine getirmeleri, Beytu'l-Atik'i tavaf etmeleri, Ondan yararlanmaları ve bu mevsimde büyük faydalar elde etmeleri için orayı bir merkez kılmıştır. Burada özellikle 27. ayet dikkat çekmektedir. Çünkü bu ayet, rivayetlerin kaydettiklerini güçlü bir biçimde pekiştirmektedir. Ayetin de desteklediği bu rivayetlere göre, Hac Mevsimine katılanlar, onunla ilgili ibadetleri yerine getirenler ve panayırlarına gelenler yalnız Mekke bölgesinin ve Hicaz ülkesinin ahalisiyle sınırlı değildi. Sonra müşrik Araplara da mahsus değildi. Aksine oraya en uzak bölgelerden, Yemen'den, Necd'ten, Şam'ın yaylalarından sökün edip gelenlerin haddi hesabı yoktu. Yanısıra oraya katılanların içinde Hanif dinine mensup muvahhidler olduğu gibi, sabiiler, Hıristiyanlar ve Yahudiler de vardı. Ticaret, misyonerlik, övünmek, hitabette bulunmak, kasideler söylemek amacıyla gelenlerin yanında, hacc mevsimi ve oluşturduğu güven ortamı dışında hiçbir şekilde çözülmesi mümkün olmayan problemlerin çözümü için gelenler de vardı. Buna ilave olarak çoğunluk, Araplar arasında genel olarak saygı duyulan Ka'be'yi ziyaret etmek ve Hac ile ilgili ibadetleri yerine getirmek için geliyordu.

6) Tevbe, 17,28 ve Enfal, 34-45. ayetler Peygamberlikten önce müşriklerin ya da başka bir ifade ile Arapların, Ka'be yanında bir takım dinsel ayinler yaptıklarını açıkça göstermektedir. Yine gösteriyor ki, bu ayinlerin bir kısmı Ka'be'nin onarımı ve hizmetleriyle ilgiliydi, bir kısmı da Hacılara su dağıtma ile ilgiliydi. Bu da pek tabii olarak, Hac ibadetleri ve geleneklerinin peygamberlikten Önce de yürürlükte olduğunu göstermektedir. Tevbe 28. ayeti, müşrik Arapların Mekke'nin fethinden sonra da, daha önceki uygulamalarının bir devamı olarak Mescid.i Haram'a ve hac geleneklerine önderlik yaptıklarını ve onları yürüttüklerini açıkça göstermektedir.

7) Bakara, 125-129 ve Al-i Imran 95-97. ayetlerinde İbrahim'in makamı ve açık ayetleriyle -açık ve ortada olan alametleriyle- ilgili olarak kaydedilen ifadeler, açık bir işaret olarak kabul etmesek de, en azından güçlü bir delili içermektedir. Şöyle ki: Peygamberlikten önce Araplar, İbrahim'in Ka'be'yi yaptığını biliyorlardı. Ayrıca Ka'be'yi ziyaret ve haccetmekle ilgili gelenekleri ve Ka'be bölgesinin güven ortamı olduğuyla ilgili haberleri biliyorlardı. Tefsir, hadis ve siyer kitapları Makam-ı İbrahim ile ilgili pek çok rivayetler kaydetmişlerdir. Bunlara göre Makam-ı İbrahim üzerinde iki ayak izi bulunan bir taştır- Araplar bu ayakların İbrahim'in ayakları olduğuna inanıyorlardı. Onlara göre Bakara ayetlerinde de sözü edildiği gibi, İbrahim Ka'be'nin duvarlarını yükseltirken bu taşa ayağıyla basıyordu. Neticede ayaklarının izi taşta kaldı, ayette geçen "Açık alametler, işaretlerden de bu konudaki işaretler, yani ayak izleri olduğu söylenebilir. Bu yaklaşım temel esprisiyle Kur'an ifadelerinin özüne uygun düşmektedir. Ayetleri daha derin bir anlayışla incelediğimizde sözü edilen Bakara ayetlerinin genel özü, üslubu ve içeriği Arapların bundan haberdar olduğu şeklindeki yaklaşımı desteklemektedir. Zira ayetlerde anlatılan konu öyle bir uslubla işlenmiştir ki burada ilk muhatab alınan kimselerin bunu ilk defa duymadıklarını, özellikle Peygamberin çevresinde yaşayan Arapların bundan hiç de habersiz olmadığını çıkarmak mümkündür.

Bu ayetlerden başka, İbrahim sûresinin, 35-37. ayetlerinde Beytu'l-Haram bölgesinin güvenli bir yer oluşu ancak İbrahim'in duası ile gerçekleşmiştir, ayetlerin üslup ve muhtevalarından, Arapların, İbrahim ve İsmail'in (a) Ka'be'yi yaptıklarına inanması ve bunu yaygın halde bilmeleri, İbrahim'in üzerinde durduğu taşın hala muhafaza edildiğine ve onun ayak izlerini taşıdığına inanmaları, Arapların peygamberlikten önce de böyle inandıklarını, Beytu'l-Haram'a saygı gösterilmesinin ve güvenli oluşunun ibrahim çağırısıyla gerçekleştiğine inandıklarını söyleme olanağı vermektedir.

2. Hac Bölgesinde Ekonomik Faaliyet

Bütün bunlar hac adetleri, Kâ'be, Ka'be'nin güvenli yer oluşu ve onun önceliği ile ilgiliydi.
öte yandan yine bu ayetlerden Özellikle Mekkelilerin imtiyazları ve önemli bir merkezde oluşları sebebiyle Kâ'be'ye ve Hacc'a karşı görevlerinin bilincinde oldukları gösterilmektedir. Onlar Beytu'l Haram'm çevresinde ve himayesinde kalmakla kendilerinde bir saygınlık ve diğer Araplara karşı bir ayrıcalık görüyorlardı. Enfal 34. ayette gösterildiği gibi onlar kendilerini Allah'ın ve Mescid-i Haram'ın velisi sayıyorlardı. Yanısıra şehirlerinin merkez oluşunu ve Allah'ın oraya bağışladığı saygınlık ve kutsallığı, insanların sevap kazanacağı ve güvenli bir hava teneffüs edeceği yer olarak göstermesi gibi nimetleri de idrak ediyorlardı. Orada kan akıtmıyor, tartışma ve savaşmaya fırsat vermiyorlardı. Hacı gruplarına karşı görevlerini yapmada dayanışma içine giriyorlardı, Şehirlerinde bulunan Beytullah'ın misafirleri olması hasebiyle hacıları hoş karşılamaya, ikram edip, barındırmaya özen gösteriyorlardı. Çünkü onlar kendilerini Beytullah'ın en yakın hizmetçileri olarak görüyorlardı. Onlardan bazısı Hacılara su dağıtmakla bazısı da onun onarımıyla uğraşıyordu, tevbe sûresinin 17-19. ayetleri de bunu göstermektedir. Bazıları ise hacılara mal ve para yardımı yapmak ve onları barındırmakla uğraşıyordu. Nitekim güvenilir rivayetlerde buna işaret edilmektedir. Bu nedenle onlara yöneltilen eleştiriler mükemmel ve sağlam olmuştur. Çünkü onlar genel olan örfe muhalefet etmişlerdi. Zira genel örfe göre, insanların Mekke'ye gelişleri, Kâ'be'yi ziyaret etmeleri, Hac ibadetlerini yapmaları, tam bir özgürlük ortamı içinde gerçekleşiyordu. Buna rağmen onlar Enfal'in, 34, Hac'cin 25 ve Fetih'in 25. ayetlerinde kaydedildiği şekilde, Müslümanları Mescid-i Haram'dan alıkoymuşlardı. Buna ilave olarak Hac mevsimleri ve Panayırlar onlara büyük ekonomik yararlar sağlıyordu. Onların servetlerinin başlıca kaynaklarından biriydi. Ticari faaliyetlerinin önemli kollarından birini oluşturuyordu. Biz bu konuyu birinci bölümün fasıllarından birinde ele almıştık.
4. Hac Ayları
Yine bu ayetlerden hareketle, onların peygamberlikten önceki yaşamlarında uyguladıkları Hac menasık ve ibadetleriyle ilgili uygulamaların bir tablosunu çizmek mümkün olacaktır.

1) Bakara, 197, ve Hac, 28. ayetlerinde Haccın belli bir kaç ayı ya da belirlenmiş günleri bulunduğu kaydedilmektedir. Bakara, 189. ayette ise, Hilallerin Haccın vakitleri olduğu zikredilmiştir. Yani Hac aylarının hilâllerle tesbit edildiği ifade edilmiştir. Bu ayların adlarıyla ilgili Kur'an'da açık bir metin yoktur. Fakat mütevatir rivayetler, onların Haram Aylar'dan üç kamerî ayı olduğunu ve bunların da Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarından oluştuğunu kaydederler. Bazı müfessirler bir takım rivayetlere dayanarak Hac aylarının Şevval, Zilkade ve Zilhicce olduğunu belirtmişlerdir. Eğer onların dayandığı kaynaklar doğru ve sağlıklı ise, haram aylara denkliği gözetilmeksizin yapılacak bir düzeltme kanaatimizce Islamî olur. Her ne olursa olsun, kanaatimiz odur ki İslam'dan önceki Hac ayları, ifade ettiğimiz şekilde, arka arkaya gelen üç Haram Ay'ın içindeydi. Zira Arapların kervanlarını, kafilelerini yola koyarak Hac için Mekke'ye gelmeleri, güven ve huzur içinde yollarına devam etmeleri -ki onlardan bazılarının evleri oradan çok uzaktı- ancak Şevval'i içine almayan ve Zilkade ile başlayan Haram ayların barışçı atmosferinde gerçekleşebilirdi.
Mevsimi ve panayırları bir aydan bir kaç gün fazla süren hac için, üç aylık bir süre ayrılmasının hikmetine gelince; hacıların uzak yerlerden, katedip gelmek zorunda olduğu uzak mesafeler, geliş ve gidiş için yeterli zamana ihtiyaç hasıl ediyordu. Sanırım bunda da, Arapların yarımadanın değişik yerlerinden ve uç taraflarından gelip hac ettiklerine, onun mevsimine ve panayırlarına katıldığına, bu geleneklerin yalnız Hicaz Araplarına özgü olmadığına dair kanıtlar çıkarılabilir.

Bakara, 197. ayeti kendisine hac görevini farz eden kimsenin Hacda kadına yaklaşmasını, günaha sapmasını ve kavga etmesini yasaklamaktadır. Burada "Kim onlarda haccı (kendisine) farz ederse" yani bilinen hac aylarında haccı farz ederse, cümlesi dikkat çekmektedir. Kişinin, hacca niyet ettikten sonra Hac aylarının girişinden itibaren mi Allah'a itaatla ve kendini ona vermek ile uyuşmayan, insanlarla bozuşma ve tartışmaya yanaşmayan bir yükümlülük altına girmesi gerekiyordu yoksa, bu yükümlülüğün kişinin hacca niyetinden, onun için yola çıkışından ya da Harem bölgesine girişinden sonra, isterse hac aylarından biri ya da daha fazlası geçmiş olsun, başlaması mı gerektiğini bilmiyoruz. Bu ayetten onu çıkarma olanağı yok gibidir. Biz bu yasağın Hac aylarının hepsini kapsadığını ya da en azından kişinin Hacca gitmeye azmettiği andan itibaren kendisini bir ibadet zamanı içinde sayması gerektiğini ve bu çerçeveyi aşmamasının lazım olduğuna meylediyoruz. İşte müslümanların Peygamber döneminde, Hac mevsimi ve panayırlarında ticaretle uğraşmaktan geri durmalarına neden olan da bu anlayıştır. Daha önceki bir konuda açıkladığımız gibi, bu ayetten sonra gelen ayet onlara bunun mubah olduğunu açıklamıştır. Fakat biz bunun peygamberlikten,önce ki muttaki insanların kendilerine farz kıldığı bir şey mi yoksa îslami bir uygulama mı olduğunu bilemiyoruz. Biz bu uygulamanın peygamberlikten önce de var olduğunu tahmin ediyoruz. Çünkü Araplar arasında yaygın olan uygulama haram aylarda -ki bunlar hac aylarının kendisidir- ve Harem bölgesinde kendilerine tartışma, dövüşme ve kan dökmeyi, hatta avın kanını dökmeyi bile yasaklamış olmalarıydı. Bunu ilerde ele alacağız, sonra onlardan bazıları Umre ile Haccı yaklaştırıyor yani Haccın tüm ibadetlerini yerine getirene kadar ihramda kalıyorlardı. Hatta asıl olan buydu. Müslümanlar ise, bunları yaklaştırma ile Umre ve hac arasında ihramını indirip bir kurban keffaret vermek, ya da kurban kesmekten aciz olduğu durumlarda oruç tutmak arasında serbest bırakılmışlardır. Şunu da dikkat çekmeliyiz ki, bazı muttaki müslümanlar evlerinden çıktaktan sonra İhrama bürünüyor ve Haccın tüm ibadetlerini bitirinceye kadar onları çıkarmıyorlardı.
Sonra Araplar peygamberlikten önce Nesi bid'atini çıkarmışlardı. Nesi, inşâ', yani Haram Aylar'ı erteleme ya da bazılarını kabul edip başkasını onun yerine haram kılma girişimidir. Nesi nedeni ile bazı zamanlar Hac ayları değişiyordu. Zilkade, Zilhicce yerine, Zilhicce Muharrem yerine, Muharrem, Safer yerine geçerdi. Ya da Şevval, Zilkade yerine, Zilkade, Zilhicce yerine, Zilhicce de Muharrem yerine geçerdi. Birinci durumda gerçek Zilkade Haram aylar'dan olduğu halde haram ay kabul edilmezdi. Safer de Haram Aylar'dan olmadığı halde Şevval haram ay kabul edilir, Muharrem ise, Haram Aylar'dan olduğu halde haram ay sayılmazdı! Bununla beraber ayların sayısı, bazen senenin mevsimlerini kolaylaştırmak bazen de asabiyet ve öfkelerinin tatmini amacıyla hep muhafaza edilirdi. Tevbe 37. ayet bu bid'ata işaret etmiş ve onu beyinsizlik, alçaklık aslî olan haram ayların saygınlığını ve hürmetini kaldırma olarak değerlendirmiştir.

"Nesi (Ertelemek) ancak küfürde bir artıştır. Bununla kafirler şaşırtılıp-saptırılır. Allah'ın haram kıldığına sayı bakımından uymak için, onu bir yıl helâl, bir yıl haram kılıyorlar. Böylelikle Allah'ın haram kıldığını helâl kılmış oluyorlar. Yaptıklarının kötülüğü kendilerine çekici ve süslü gösterilmiştir. Allah, küfre sapan bir topluluğa hidayet vermez." (Tevbe, 37)

Haram Aylar konusunda bununla ilgili bir takım açıklamalar daha yapacağız.

2) Hac günlerinin en görkemlisi Arafat'ta Vakfe günüdür. Bu gün, Zilhicce'nin dokuzuncu günüdür. Bu gün Hacca gelen herkes bir araya toplanır, hepsi bir tek yüksek ve geniş arazide, Arafat yerinde buluşur. Hacılar bu günde Arafat'ta durmadan Hacı olmazlar,(13) Pek çok müfessirin tercihine göre Kur'an bu günü, daha önce verdiğimiz ayetler içinde naklettiğimiz Tevbe 3. ayetinde "Büyük Hac Günü" olarak nitelemiştir. Kesin söylemesek de bu adlandırmanın daha önceden bilindiğini ayetin kabul ettirici üslubundan ilhanı alarak tercih edebiliriz. Sonra Kur'an insanlara ancak kendi kavramlarıyla hitab etmiştir. Özellikle Allah'ın ve Resulünün müşriklerden uzak olduğunun Büyük Hac Günü'nde tüm insanlara bildirilmesi emri vardır ki, bu ancak söz konusu günün onlar tarafından bilinmiş olmasıyla açıklanabilir.
(13) Usdu'1-Gâbe (II; 328)'de "Hacc Arafedır'' anlamında bir hadis vardır.

Arafat gerçekten alabildiğine geniş bir arazidir. Milyonlarca insanı alabilecek, dağlarla çevrili bir alandır. Bazı kenarlarında kayalar ve tepeler vardır. Bakara 198. ayette adı geçmektedir.
Sözü edilen ayet ve ondan sonraki ayetle ilgili olarak ravilerin rivayetlerinden, müfessjrlerin sözlerinden anlaşıldığına göre, Arafat, gününün Arap boylarının birinden bir eve mensub bir başkandı. İnsanlar ancak onun oradan hareket etmesiyle hareket ederlerdi. Muhtemeldir ki, Araplarda liderlik yapanlar ve onların idari işlerini üstlenenler, herkesin katıldığı bu günü bazı şeylerin ilanı ve insanlara duyurulması konusunda bir vasıta olarak kabul ediyorlardı. İnsanlar haclarını bitirdikten sonra, "Nesi"de yetkili adama gidiyor ve onun Haram Aylar'm öne alınması, sonraya bırakılmasıyla ilgili açıklamasını dinliyorlardı.(14) Resulullah Mekke'nin fethinden sonraki senede Ebu Bekir'i (r) Hac başkanı olarak göndermiş ve o da insanlara haclarını yaptırmıştır. Bu olayı kaydeden rivayet (15) kendi konusunda önemli bir haberi de zikretmiştir. İnsanlar o sene de aynen cahiliyede yerlerini aldıkları gibi Hac'da yerlerini almışlardı. Peygamber (s) herkesin katıldığı bu önemli günü, daha önce sözünü ettiğimiz, Allah'ın ve Resulünün müşriklerden beri olduğunu ilan etmek için. bir fırsat olarak gördü. Bir rivayete göre bunu Ebu Bekir, başka bir rivayette ise Peyamberin özellikle bunun için gönderdiği Ali b. Ebi Talib (r), insanlara bu haberi ilan etmişlerdi. Bazı rivayetler bu açıklamanın kesim ya da kurban bayramı günü, Arafat sabahında Mina'da yapıldığını da belirtmektedir. Her ne olursa olsun, bu rivayetler Haccı Ekber gününün önemini, her taraftan gelen milyonlarca insanın orada bulunmasıyla elde edilen fırsatı, oranın önemli işleri bitirme ve ilan etmeye elverişli oluşunu destekler mahiyette bir takım olgular taşımakta ve Mekke'nin fethinden sonra uygulamaya konan ilk resmi îslami Hac'da yapılan uygulamaların Peygamberlikten önce Arapların uygulamalarının bir devamından başka bir şey olmadığını belgelemektedir.
(14) İbn Hişam, I; 43-
(15) İbnHişam. III; 358, 3öl.

3) Bakara 198-199. ayetlerde "Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde" ve "insanların akın akın yürüdüğü yere siz de akın edin ifadesi yer almaktadır. Ayette geçen ifadenin sözlük anlamı şiddetli itişme, koşmadır. Terim olarak anlamı ise, Arafat'tan, Vakfe süresi bittikten sonra dönüş yapmaktır. Her iki ayetin içeriğinden anlaşıldığına göre ortada iki dönüş vardır. Biri Arafat'tan diğeri de Meş'arı Haram'dan. Bu her iki dönüş de İslam'a girmiştir ve hala pratik olarak yaşanmaktadır. Hacılar Arafat'tan döndüklerinde bugün Müzdelife diye bilinen yere gelirler. Müzdelife Kur'an'ın Bakara 198. ayetinde Meş'ar'i Haram olarak adlandırılan yerdedir. Orada sabaha kadar beklerler. Sonra oradan Mina'ya akın ederler.
Tefsir ve Siyer kitaplarında (16) peygamberlikten önce Hac geleneklerinden olan bu iki dönüş şekliyle ilgili bazı rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerden ve 199. ayetin insanların sökün ettiği yerden sökün etmelerini emretmesinden anlaşılıyor ki, bazı insanlar tüm insanların dönüş yaptığı yerden dönüş yapmıyor başka taraftan kendilerine özgü bir yol izleyerek oraya varıyorlardı.

Buradan da anlaşılıyor ki: Kureyş'in üst düzey yetkilileri, burjuva takımına mensub kişiler, kendilerini şerefli bir aileye mensub olma ve Kâ'be'nin hizmetlerini yapma gibi nedenlerle diğer insanlardan daha imtiyazlı görüyorlardı. Onlar bu imtiyazlarının, kendilerine tüm hacıların Arafat'tan veya Meş'ari Haram'dan dönüş için kullandıkları yolu kullanmama selahiyeti verdiklerini sanıyorlardı. Bazı rivayetlerdeki kayıtlara göre onlar -Meş'ari Haram yakınındaki- Müzdelife'de durmakla yetiniyor, insanlarla birlikte Arafat'ta Vakfe'ye katılmıyor ve buradan dönüşleri için de kendilerine özgü bir yol kullanıyorlardı. Bu sınıf "Hums" yani "yiğitler, cesurlar, kahramanlar" diye biliniyordu. Ve insanların Hac ibadetlerini ve geleneklerini belirleyenler bunlardı. Öyle anlaşılıyor ki, o zamanki sosyal çevre bu tür imtiyazları ve farklılıkları rahatlıkla kaldırıyordu. Yalnız "Hums" veya "Ahmas"ın insanlarla birlikte Arafat'ta Vakfe yapmadıkları şeklindeki rivayetten kuşkulandığımızı açıklamak isteriz. Çünkü bu Hac gelenekleri içinde temel bir kaide olarak kabul ediliyordu. Bakara 198. ayette Arafat'tan dönüşü normal bir şey gibi istisnasız bir genelleme şeklinde zikredilmektedir. 199. ayet ise yalnızca Meş'arı Haram'dan insanların sökün edip geldikleri yerden gelmelerini emretmektedir.
(16) Bkz: Ibn Hışam, I, 113-115 ve Hâzîn ve Tabersî tefsirleri

Yine bu kitaplardan anlaşılıyor ki (17) tanınan bazı boylar ve Arap aileleri vardı. Arafat'tan dönüşte insanlara önderlik yapmak onların başkanlarının hakkıydı. Öyle ki, bu boyun ya da ailenin başkanı oradan ayrılmayana kadar kimse orayı terketmezdi. İnsanların önünde bir engeldi onlar. Onun dönüş yapmasını beklerlerdi. Sonra da kendileri onun ardında dönüş yapmaya yönelirlerdi. Başkanın dönüşü "îcaze" diye biliniyordu. Orada iki icaze vardı. Biri ilk dönüş sırasında Arafat'tan Meş'arı Haram'a, ikincisi de Meş'arı Haram'dan Mina'ya dönüş sırasındaydı.

Meş'arı Haram ise, yerde belirlenmiş bir işaretti. Müzdelife'yi Arafat ve Mina bölgesinden ayırıyordu. İhtimal ki, bu yerin iki bölgeyi ayıran bir sınır olarak kabul edilişi ve bu isimle adlandırılması ve insanların orada durması ile, insanlara Hac'daki Önemli görevlerini sona erdiğini bildirmek ve artık hacı olduklarını, bundan sonra bayram yapma haklarının olduğunu anlatmak istemişlerdir. Pratik olarak da, insanlar Meş'arı Haram'dan Mina'ya dönüşleriyle kurban bayramını kutlamış olurlardı. Orada kurbanlarını keserler ve birkaç gün orada dinlenirlerdi. Ya da burası Hacıların ancak orada durmakla hacı sayıldığı Arafat bölgesinin sınırı olduğu için bu adı almış olabilir.

4. İslam'a Geçen Gelenekler4)

Olduğu gibi İslam'a geçen geleneklerden biri de Mina'da şeytan taşlamadır. Bu gelenek Kur'an'da açık anilmamıştır. Yalnız Bakara 203. ayette söz konusu edilmiş ve müfessirler de bu geleneği ve onunla ilgili bazı rivayetleri kaydetmişlerdir.
Peygamber döneminden bu yana Hacılar bayram günlerini Arafat ve Meş'arı Haram'dan dönüşlerinden sonra Mina'da geçirirler. Namazlardan sonra tekbir getirir ve'Allah'ı anarlar. Şeytanı taşlarlar. Bu ayet, hacıların Mina'da tekbir ve şeytan taşlama ile geçirdikleri bu günlere işaret etmektedir.
Ayetin işaret ettiğine göre insanlar bu konuda iki şekilde hareket edebiliyorlardı. Bazıları acele etmede daha hayır ve iyilik görürken, bazıları da daha ağır davranmayı, biraz daha kalmayı iyi olarak görüyorlardı. İslam'dan sonra müslümanlar da bu geleneğe bağlı olarak iki görüşe sahip oldular. Ayet onları bu konuda serbest bıraktı; acele edene günah yazılmıyor, orada kalan da günah işlemiş olmuyordu. Yeter ki her iki tarafın amacı iyilik ve Allah'tan korkma, takva olsun...
(17) İbn Hisara I, 113-115


Ibn Hişam'ın bildirdiğine göre Peygamberlikten önce birtakım hacılar bazı zamanlar Müzdelife'den Mina'ya iniş için izin verilmesinin gecikmesinden rahatsız oluyor ve izin başkanına gelip acele etmesi için ısrar ediyorlardı. Ta ki Mina'ya varıp, şeytanı taşlasınlar ve Hac ibadetlerini bitirsinler. Ayetin Özü ile bu rivayet, görüldüğü gibi, bu geleneğin peygamberlikten önceki haline döndüğünü pekiştirmektedir.

Cemreler ise, çakılların atıldığı yerlerdir. Bunlar ilk cemre, orta cemre ve son cemredir. Hacılar günlük olarak oralara üç gün boyunca çakıllar atarlar, ilk günde son cemreye yedi çakıl atarlar. Sonra her üç cemreye ikinci ve güçüncü günde yedişer çakıl atarlar. Sonra, Mina'dan Mekke'ye geçerler. Bazıları cemreyi üç gün yerine iki gün taşlamakla yetinir.

Bu geleneğin kökeni, rivayetlerden ve görüşlerden anlaşıldığına göre, şeytanın bu üç yerde hac ibadetlerini şaşırtmak ya da oğlunun kurban edilmesiyle ilgili olarak gördüğü rüyayı uygulamaktan vazgeçirmek amacıyla ibrahim'e görünmüş olmasıdır. Her nerede ona göründüyse ibrahim onu taşladığından onlar da İbrahim'in izini takip etmek istemişlerdir. Bazı müfessirler İbrahim'in rüyasıyla ilgili ayetlerin tefsirlerinde bu yaklaşımın daha isabetli olduğunu ifade etmişlerdir. İbrahim'in rüyası Saffat sûresinde hikâye edilmiştir:
"Biz de onu halım bir çocukla müjdeledik. Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek bir çağa erişince (İbrahim ona): "Oğlum" dedi. "Gerçekten ben, rüyamda seni boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun" (Oğlu İsmail) Dedi ki: "Babacığım emrolunduğun şeyi yap. inşallah, beni sabredenlerden bulacaksın." Sonunda ikisi de (Allah'ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, İsmail'i kurban etmek için) onu alnı üzerine yatırdı; Biz ona: 'Ey İbrahim' diye seslendik. 'Gerçekten sen, rüyayı doğruladm. Hiç şüphesiz biz, güzel davrananları böyle ödüllendiririz.' Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı. Ve ona büyük bir kurbanı fidye olarak verdik." (Saffât, 101-107)

5) Arapların Mina'da başka bir geleneği daha vardı. O da Hac ibadetlerini bitirdikten sonra övünme meclisleri düzenlemeleriydi. Müfessirler Bakara 200. ayetin tefsiriyle ilgili olarak bu geleneği kaydetmişlerdir. Hacılar Hac ibadetlerini bitirdikten sonra Mina'da şiir söylemek, ataların ve kabilelerin övünç kaynaklarını bir bir saymak için oturumlar tertibliyorlardı. Ayetin, rivayetlerin naklettiği bu uygulamayı ilham etmesi mümkündür. Özellikle Mina günlerinin bayram, yeme, içme ve dinlenme günleri olduğunu düşündüğümüzde bu yaklaşım daha da isabetli görünür. Bahsi geçen ayet, kişinin dar kapsamlı asabiyet duygularını güçlendiren cah'iliyye böbürlenmeleri, övünmeleri yerine Allah'ı zikretmeyi ve onun nimetlerini dile getirmeyi emretmiştir.

6) Ka'be çevresini tavaf etme Haccın en önemli geleneklerinden biriydi. İslam'da bu, Haccın rükünlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Hac sûresinin 26 ve 29. ayetlerinde buna işaret edilmiştir. Birinci ayetin metni, varlığı bilinen bir şeyi haber veriyor gibidir. Bu da söz konusu meseleyle ilgili kesinlik ifade edebilecek rivayetlere paralel olarak, bu geleneğin peygamberlikten önce de yürürlükte olduğunu söylemeye elverişli Kur'anî bir delil kabul edilebilir.

Tavaf, Ka'be ziyaretinin merasimleri ya da selamlamasıdır. Ka'be ziyareti iki çeşittir. Biri Umre diğeri Hacc'dır. Birincisi Hac mevsimleri dışında ve Hac niyeti olmadan da yapılabilir. Mekke'ye gelen herkesin ilk olarak bir kere Ka'be'yi ziyaret etmesi yani etrafında tavaf yapması gerekir, gelişi ister Hac için olsun ister olmasın. İster Hac niyeti olsun ister olmasın. Geliş Hac mevsimi dışında ya da hac niyeti olmadan gerçekleşirse Umre diye adlandırılır. Buna ilave olarak Mekke'ye gelenin ya da orada ikamet edenin mescid-i Haram'a gidip Ka'be etrafında defalarca Tavaf etmesi hakkı da vardır. Adı geçen iki resmi ziyaret, Bakara, 158 ve 196. ayetlerinde zikredilmiştir. Bu iki ayet tercihe şayan, görüşe göre, Mekke'nin Fet-hi'nden kısa bir süre önce inmiştir. Bu vakit belirlemeye 196. ayette kaydedilen şeyler yardımcı olmaktadır. Çünkü ayette oraya sokulmama, ya da Hac ve Umre görevlerini tamamlamaktan alıkoyan zorunlu bir durum olması olasılığından söz edilmiştir. Buna ilave olarak her iki ayetin üslubu ve özü şunları söylemeye elverişlidir.
Birincisi: Bu iki ziyaret peygamberlikten önce de resmi ziyaretlerdi.
İkincisi: Araplardan bazıları onların her birini ayrı ayrı yapıyordu, bazıları ise onları beraber, bir arada ifâ ediyordu. Şu anda yürürlükte bulunan uygulama ise, Hacılar Mekke sınırlarında ya yalnız Umre niyetiyle yani yalnız Ka'be'yi ziyaret için ihram elbiselerini giyiyorlar ya da onları Umre ve Haccı beraber yapmak niyetiyle giyiyorlar. Birincisi Ka'be'yj ziyaret ettikten sonra ihramını çıkarır ve ihramlı olmadığı zamanlarda kendisine mubah kılınan şeylerden yararlanır. Arafe'de vakfe zamanı gelinceye kadar. Bu sırada tekrar ihrama girer -ihram elbiselerine bürünür-. Ka'be'yi tavaf eder sonra da Arafat'a gider, ikincisi ise, Ka'be'yi ziyaret eder sonra Arafat'ta vakfesini tamamlayıncaya kadar ihramlı kalır. "Umre ile Hac'dan yararlanan" cümlesi birinci durumu kastetmiş bulunmaktadır 196. ayet, Harem bölgesi ahalisinden, olmayanlardan Umre ile Hac arasında yararlananlara bir kurban takdim etmelerini, ya da üç günü Hac'da yedi günü de kendi yurdlarına döndükten sonra tutulmak üzere on gün oruç tutmalarını zorunlu kılmıştır. Bu kurban onların bu sırada nimetlerden yararlanmalarının keffareti kabul edilmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki: asıl ve daha faziletli olan, hacca gelenin Haccın tüm ibadetlerini tamamlayıncaya kadar ihram halinde kalması (18) ve Umre ile Hac arasında ihramını çıkarma halinden yararlanmamasıdır. Yine anlaşılıyor ki, Harem bölgesi ahalisinin bu keffaretten muaf tutulması onların orada ikamet etmiş olmalarından kaynaklanıyordu. Onlar diğerleri gibi, dini ibadetlerini yapmak amacıyla yola koyulmuş ve bu mevsimde oraya gelmiş kimseler değildir. Onların sürekli olarak ikamet etmeleri diğerleri gibi kendilerini ibadetlere vermemelerini gerektiriyordu. Bu nedenle onların görevin özünü yerine getirmeleri yeterli görülüyordu. Nafile olarak Tavaf etme ise ihramını çıkarma halinden yararlanarak dışardan gelenlere ve Harem bölgesi ahalisine, ihram elbiselerini giymeden de ifa etme olanağı vermiştir. Biz bu uygulamaların hepsinin ya da en azından çoğunun daha önce de yürürlükte olduğunu tahmin ediyoruz.
İslam'da tavaf ise, Ka'be binası etrafında yedi kere dönmektir. Her bir defasında Haceri Esved'in bulunduğu köşeden başlanır. Tavaf yapan adam taşın bulunduğu noktaya yönelir, Hacer'e ellerini sürer ya da onu öper yahud da işaret eder. Kur'an'da Haceri Esved, onu ellemek ve öpmekle ilgili bir şey olmadığı gibi, bu yedi dönüşe/tavafa ve onların başlangıç noktasıyla ilgili bir açıklama da yoktur. Yalnız bunlar şu ana kadar kesintisiz olarak uygulanan Mütevatir Nebevi Sünnet ile sabittir. Kesin söylemesek de, bu merasimlerin daha önceki şekilleriyle İslam'a geçtiğini tahmin ediyoruz.

(18) Bu konu daha ilerde tekrar açıklanacaktır.

Haceri Esved, peygamberlikten önce de kutsaldı. İslam ona gösterilen saygıyı, ellerin ona sürülmesi ve öpülmesi adetlerini, Tavafın her bir turuna onun bulunduğu taraftan başlama geleneğini öylece bırakmıştır. Haceri Esved siyah, parlak bir çakmak taşıdır. Rivayet edilen Arap geleneklerine göre gökten indirilmiştir. Belki de O, bazı kişilerin gözü önünde yere düşmüş bir göktaşının bir parçasıdır, Araplar onu kutsamış, semavi bir hediye olarak kabul etmiş ve Ka'be'nin duvarlarından birine koymuşlar sonra da tavaf turlarını oradan başlatmışlardır.
Bunun yanında traş olma ve saçları kısaltma ile ilgili bazı ayetler vardır. Ki bunlar, Allah'a hediye olarak sunulan kurban kesme de dahil olmak üzere tüm Hac ibadetlerini yerine getirdikten sonra, Ihram'dan çıkışın bir işareti gibi zikredilmektedir. Bunlar Bakara 196 ve Feth 27. ayetleridir. Birinci ayet, kurbanın kesilmesi, helal yere ulaşmadan ve kurban kesmeden başı traş etmeyi mahzurlu göstermektedir. Yani kurbanı ancak Ka'be yanında ya da onun bölgesinde kestikten sonra traş olmalarını istemektedir. Hac, 33. ayeti de bunu göstermektedir. Ayrıca başını hastalık ya da haşarelerin zorundan traş etmek durumunda kalan kişiye ibadet niyetiyle herhangi bir keffaret vermesini gerekli kılmaktadır: Bir sadaka, bir oruç bir kurban gibi.
Günümüzde de resmi kurban kesme yürürlüktedir. Hacılar Hac ibadetlerini ve Arafat'ta vakfelerini bitirdikten sonra kurbanlarını kesmektedir. Fakat hacıların Ka'be'yi ilk ziyaretlerinden sonra, resmi bir kurban takdim etmeleri yürürlükte değildir. Eğer Umre ile beraber Hacca niyet etmemişse, kıllarını kısaltmak ya da tıraş etmekle ve normal elbiselerini giymekle ihramından çıkmış olur. Sanıyorum, dışardan gelen hacılar için asıl olanın: Arafat'ta Vakfe'den sonraya kadar îhram'dan çıkmamak olduğuna başka bir karinede budur. Her ne olursa olsun, biz kesin söylemesek de traş olma ve kısaltmanın peygamberlikten önce de ihramdan çıkışın alametleri olduğunu ve hacıların bu eylemlere ancak kurbanlarını adadıktan sonra giriştiklerini tahmin ediyoruz.

7) Biz müslümanm, adı geçen iki Ka'be ziyaretini ihram giymiş olarak yani dikili olmayan elbiselerle eda edeceğini söylemiştik. Bunun da peygamberlikten önce bir aslının olduğu ortaya çıkmaktadır. A'raf Sûresi'nin ayetlerinden biriyle ilgili olarak siret ve tefsir kitapları kaydediyorlar ki:

"Ey Adem oğullan her mescidin yanında süsünüzü alın..." (A'raf, 31)

Bazı hacılar, İslam'dan önce, Ka'be'nin çevresini çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Ayet bu uygulamayı ayıplamış, elbisenin bir zinet ve saygınlık olmasını, insanların her ibadet anında ve her mescitte saygı ifade eden bir görüntüye bürünmelerini ve kendi süslerini almalarının zorunlu olduğunu belirtmiştir. (19) Bu anlattıklarımıza ve alıntıladığımız rivayetlere göre Araplar, üzerinde normal elbiseleri olduğu halde Ka'be'yi tavaf etmeyi hoş karşılamıyorlardı. Onlar üzerlerinde elbiseleri olduğu halde bazı günahlar ve çirkin işler işlemekten sakınıyorlardı. "Ahmâs" onlara bu elbiseleri indirmelerini ve Ahmâs'ın Hacılara özgü kabul ettikleri ve "Ahmâs'a ait fistanlar" adını verdikleri elbiselerle örtünmelerini yasallaştırmışlardı. Tavaf eden tavafını, Hacı da Hac ibadetlerini bitirince çıkardığı elbisesini tekrar giyerdi. Kendi elbisesiyle tavaf yapanlara gelince bunların tavaftan sonra o elbiselerini giymeleri kendilerine haram olur ve onu atmaları gerekirdi. Buna "Atımlık" adı verirlerdi Ahmas'a ait elbiseleri bulananlar yahut da onu elde etme olanağı olmayanlar, elbiselerini çıkarıp, onları atmakla yitirmek istemeyenler onları tavaftan Önce indiriyorlardı ve kadın olsun erkek olsun orayı çıplak olarak tavaf ediyorlardı.
Çıplak olarak tavaf etme adeti Mekke fethinden sonrasına kadar yürürlükte kaldı. Allah'ın ve Resulünün müşriklerden beri olduğunu bildiren, necis olmaları nedeniyle Mescid-i Haramdın onlara yasak olduğunu ilan eden Tevbe 3 ve 2;8. ayetleri inince ve Hacc-i Ek-ber günü bunlar insanlara tebliğ edilince, tefsircilerin ve ravilerin iki ayetle ilgili olarak kaydettiklerine göre, bu adetin de iptal edildiği tebliğ edilmiştir.
Bununla ilgili bir konu da Bakara 189. ayetin yasakladığı ve müslümanların, hiç bir iyilik ve Allah'a yaklaştırıcı Özelliğinin bulunmadığını ilan ettiği evlere arkalarından girme geleneğidir. Müfessirler bu ayetle ilgili olarak şunu kaydedenler: Araplar -rivayetlerde, yalnız Medine Araplarına özgü kılanlar da vardır- ihrama girdiklerinde (20) ihramlı oldukları sürece herhangi bir tavanın onlara gölge etmesini hoş karşılamazlardı. Amaçları başlarını örtmek ve bozulmakta olan ihramlarının bozulmasını Önlemekti. Bu da Ahmas'ın belirlediği sünnetlerden, yasamalardan biriydi. Bir ihtiyaç için evlerine girmek istediklerinde tavanların ya da örtülerin üstünü kapladığı kapılardan girmiş olmamak için arkalarından ve tavanlarından giriyorlardı. Ayet iptal ettiği şeylerle birlikte bu adeti de iptal etti. Çünkü bunda zorluk ve külfet vardı. Burada dikkatleri, erkekler için başı örtmemenin İslam'daki ihramın da şartlarından biri olduğu noktasına çekmek gerekir. Umarım ki bunda da adı geçen geleneğin ta'dili söz konusudur.

(19) Secdesi olan ibadet ve ibadet mekânına "Mescıd" denir. Rasulullah bir yerde namaz kılmıştı, daha sonra buraya "Rasuİuüah'm mescidi" adını verdiler. Kur'an'da. Yahudilerin Kudüs'teki bir tapmağı için "Mescıd"' adını kullanmış¬tır. Yine Mekke ve Kudüs'ün fethinden önce Kâ'be avlusu 'mescid'' olarak bi¬lmiyordu.


8) Peygamberlikten önceki geleneklerden biri de Safa ile Merve arasını tavaf etmekti. Bakara 158. ayeti bu geleneğe, açıkça onun eski geleneklerden olduğunu gösteren bir uslubla işaret etmiştir.
Safa ve Merve (21) Ka'be'ye yakın kayalık iki tepedir. Birbirlerinden yaklaşık dörtyüz metre uzaklıktadırlar. Rivayetlerde kaydedildiğine göre müşrikler bu iki tepenin yanma bazı putlar koymuşlardı. Onların yanında bazı ayinler yapıyorlar, onlara kurbanlar takdim ediyorlardı. Bu ayinler arasında onları tavaf etmek de vardı. Bu ayetin sebebi nüzulü ile ilgili olarak müfessirler ve ravilerin kaydettiklerine göre Müslümanlar bu iki yeri İslam'dan önceki gibi tavaf etmekten sıkıldılar. Ayet indi ve bu sıkıntılarını giderdi, onları her iki yeri de tavaf etmeyi sürdürmeye teşvik etti. Sa'y diye bilinen Islamî tavaf ise, gidiş-geliş olarak bu iki tepe arasında yedi tur yapmaktır. Hacı bunların birinden sabah erkenden başlayarak yürümeye koyulur. Yol ortasındaki, belirlenmiş alametlerin yanından hızlanarak koşar. Bütün turlarda hep dualar okuyup Allah'ı zikreder. Kesin söylemesek de bu iki tepeyi tavaf etmenin peygamberlikten Önce de var olduğunu, onlar arasındaki turların da İslam'dan sonra yürürlüğe konduğu gibi yedi tane olduğunu tahmin ediyoruz.

9) Bakara 196, Maide 2 ve 97, Hac 28 ve 36, Feth 25. ayetlerde kurbanlıklara ve gerdanlıklara işaret edilmiştir. Ayetlerin içerikleri ve uslubları güçlü ve açık bir şekilde ifade ediyor ki, bunlar da islam'ın kabul ettiği peygamberlikten önceki geleneklerdi. Hedy/kurban, hacıların, Hac ile ilgili ibadetlerini bitirdikten sonra Allah'a şükür kurbanı kesmek için beraberlerinde getirdikleri hayvandır. Arap hacıları kurbanlıklarına gerdan takmayı adet edinmişlerdi. Yani onlar kurbanın boynuna deriden ince kayış ya da ağaç liflerinden yahud da iplerin fitillerinden gerdanlıklar takıyorlardı. Böylece onun kurbanlık olduğunu ilan ederlerdi. Artık bundan sonra o hayvan haram kabul edilir ve ona dokunulmazdı. İşte "Kalâid" kavramından kastedilen de budur. Onları helal kılmanın yasaklanması herhalde kurbanlıkların boynundan gerdanlıklarını almaktır. Çünkü böyle bir hareket onların hürmetine halel getirir ya da onu saldırı ve soymaya maruz kılar. Hedy; kurban edilmek için tahsis edilen her hayvana denir. Eğer bu hayvan deveden ya da sığırdan olursa "Budun" adını alır. Hac 36. ayetinde onlara bu isim verilmiştir. Bir tek bedene de/büyük hayvan, birden çok hacının ortak olması caiz görülmüştür. Böylece büyük hayvan birden çok hacı için kurban olur. Belki de "Hedy" kavramı hediye etmekten türetilmiştir. Çünkü kurban da Hacılar tarafından Allah'a ya da Ka'be'ye bir kurban, sayılır. Bugün müslümanlar kurbanları "Edâhî" ve "Edhiye" diye adlandırmaktadır. Bunun İçin hac bayramı, Kurban bayramı Cidu'l-Edhâ) diye de adlandırılır. Çünkü kurbanlar Meş'arı Haram'dan dönüşten sonra kesilir. Bu gün Zilhiccenin onuncu günüdür ve aynı zamanda bayramın İlk günüdür.

(20) İslâm'da ihram, dikişsiz elbise giymek demektir. Hâzîn'de (I; 493) belirtildiğine göre ihram, haram ayların girişini veya Haram mıntıkaya giriş için kullanılıyor¬du.
(21) Sözlükte, Safa= sert kaya; Merve= Yumuşak kaya demektir.


Ayetlerin ifade biçiminden kurbanların ve kurbanlık hayvanların ne kadar önemli bir gelenekle ilgisi bulunduğunu çıkarmak mümkündür. Kur'an'da, bu durumu takdir etmiş ve onu İslam'da geçerli kılmıştır. Bundan insanların, özellikle açların, yoksulların ve düşkünlerin faydalandıklarına işaret etmiştir. Kurban kesenlerin zenginler ve gücü yetenler olduğunu, bir çok insanın, daha doğrusu insanların çoğunluğunun fakir olduğunu, Hac ibadetlerini yerine getirmek için yola düştüklerini, bu uğurda zorluklara, sıkıntılara ve mahrumiyetlere katlandığını göz önünde bulundurduğumuzda bu geleneğin Hac zamanlarında ve çevresinde peygamberlikten önce ve sonra ne kadar önemli ve yararlı olduğunu kavrayabiliriz.
Araplar bu geleneği özenle ve saygıyla hatta kutsama ve korkuyla yerine getiriyorlardı. Bu gelenek o kadar etkindi ki, bazı hacılar kendi kurbanlarını serbest otlatmaya bırakırlardı. Özellikle eğer bu kurban gerdanlıktı ise, insanlar onu korur, hiç kimse ona kötülük etmez, dokunmazdı.

Kavilerin kaydına göre (22) onların adetlerinden biri de "Develeri sığırları işaretlemeleridir", yani kurban olduğuna işaret olarak sırtında, kanı aksın diye onu hafif şekilde yaralamalarıdır. Onlar bu şekilde yaralanmış büyük hayvana "Şa'îra' işaretli adı veriyorlardı. Bazı müfessirler Hac 32 ve 36. ayetlerinde geçen "Şeâirullah" kavramının belirttiğimiz şekilde yaralanan büyük hayvanlar için kullanıldığını söylemişlerdir. Bizim tahminimize göre bu adet gerdanlıkların yerine geçiyordu. Hemen farkedilebileceği gibi yaralama ve kanın akması, hayvanların boyunlarından çıkarılabilmesi mümkün olan gerdanlıklardan daha kalıcı iki alamettir. İhtimal ki, bazı Araplar kurbanlarına gerdanlık takıyor, bazıları ise, onu işaretliyordu.
Onların adetlerinden biri de kurbanlarının kanını Ka'be duvarına sürmeleriydi. Onlar böylece Ev'in sahibine daha fazla yaklaştıklarını sanıyorlardı. Bazı tefsirci ve ravilerin kaydettiğine göre Hac Sûresinin 37. ayeti buna işaret etmiştir. Ayette kurbanların etlerinin ve kanlarının Allah'a ulaşmayacağı, O'nun insanlardan yalnızca takva ve samimiyet istediği vurgulanmıştır. Bununla söz konusu adet de iptal edilmiştir.
Onlar kurbanlarının etlerinden yemeyi günah sayıyorlardı. Onları fakirlere, yoksullara, yırtıcı hayvanlara bırakıyorlardı. Kur'an kurban sahiplerine dilediklerinde ondan yemelerini, yoksullara ve fakirlere, kanaatkara ve dilenenlere yani istesin-istemesin ihtiyaç sahiplerine yedirmelerini mubah kıldı. (23)
Kurbanlarını Ka'be avlusunda putların ve heykellerin önünde onların adına kesiyorlardı. Hayvanlarla ilgili olarak indirilen Hac 30. ayeti, putların pisliklerinden sakınmanın zorunlu olduğunu emretmiştir. Bu da mutevatir rivayetlere paralel Kur'anî bir delil olarak kabul edilebilir. Pek çok ayet bunu yasaklamada katî bir uslub kullanmıştır. Hayvanların kesimi sırasında Allah'ın adının anılmasının zorunlu olduğu pekiştirilmiş, Allah'ın adı anılmadığı zaman onun bir günah olduğu ifade edilmiştir. Çünkü bu durumda hayvan Allah'ın adına değil başkasının adına kesilmiş olur. Arapların yemekleri konusunda naklettiğimiz ayetlerde bu mesele açıklığa kavuşturulmuştu. Yanısıra Hac mevsiminde kesilen hayvanlarla ilgili olarak indirilen Hac Sûresi ayetleri de meseleye açıklık getirmiş bulunmaktadır.
(22) Usdu'i-Ğâbe, III; 228
(23) Hâzin Tefsiri, I, 431-442 ve III, 287-340.


Ma'butlara kurban kesme adeti eski bir adettir. Bu konuda tüm beşeriyet, toplumlarının, çevrelerinin, dönem ve çağlarının farklılığına rağmen birlikte hareket etmiştir. Fakat rivayetler Arapların kurban kesme geleneklerini İbrahim'e dayandırdıklarını kaydetmektedir. Bilindiği gibi İbrahim oğlunu kurban etme eylemiyle denenmişti. Allah, İsmail yerine, daha önce şeytan taşlama geleneğinden bahsederken naklettiğimiz, Saffât ayetlerinde belirtildiği gibi, büyük bir kurban göndermiştir. Onlar kendilerine ulaşan haberlere dayanarak bunun Zilhicce'nin Onuncu gününde vuku bulduğunu biliyorlardı. Haccı ilk olarak başlatanın İbrahim olduğunu bilip, Haccettikleri gibi, ilk kurban kesenin de o olduğunu bilerek kurban kesiyorlardı. Onlar İbrahim'in Ka'be ile ilişkisini ve Ka'be avlusundaki makamını biliyorlardı.

10) Onların geleneklerinden biri de "ihramlı haldeyken" avlanmayı yasak kabul etmeleridir. Maide 1, 2 ve 94-96. ayetleri ihramlı oldukları halde avlanmayı helal kılmalarını müslümanlara yasaklamıştır. Ayetlerin özü bu geleneğin îslamî olmadığını ifade etmektedir. Bu yasak, İslam'dan önceki bir geleneğin pekiştirilmesi ile ilgilidir. Bu yaklaşımı destekleyen olgulardan biri de Arapların müslümanıyla, müşrikiyle Haram Aylar'da savaşmayı günah saydıklarını ilham eden Kur'an ayetleridir. Onun için burada ele aldığımız geleneği, bu aylarda yani Hac Ayleri'nda savaşmayı yasaklayan geleneğin bir uzantısı olarak görmek mümkündür. Böylece Araplar, bu aylarda kan dökmeyi ve savaşma yasağını o kadar genelleştirmişlerdir ki bu yasağın, avın kanını dökmeyi de kapsadığını kabul etmişlerdir. Ayetlerin üslubu gösteriyor ki; İhramlı halde avlanma yasağı ile ilgili geleneğin etkisi zayıflamış ve artık horlanır hale gelmişti. Tenzil'in Hikmeti onu yeni baştan yerleştirmeyi gerekli gör-müştür. Çünkü Haram Aylar'ın, Hac Ayları'nın, Harem Bolgesi'nin saygınlığını ve hürmet edilmesini sağlamlaştırmış, buralarda savaş¬mayı ve kan dökmeyi yasaklamıştır. Bu geleneğe karşı ilgisizlik ve horlamanın müslümanlardan gelmiş olabileceğini uzak bir olasılık olarak görmüyoruz. Çünkü onlar bu geleneğin kendileri için zorunlu olmadığını sanmışlardır. Zira erken inen Kur'an ayetlerinde bu konuya değinilmemiştir. Özellikle bu ilk inen ayetler, müslümanlara haram Ay'da, Mescid-i Haram'ın yanında saldırıya ve işkenceye uğramalarına karşılık, müşriklerle savaşmayı mubah kılıyordu.

Nitekim bu olgu Bakara 191-194. ayetlerde özellikle de gelecek ayetlerde işlenmiştir.
"Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: "Onda savaşmak büyük (bir günahtır.) Allah katında ise Allah'ın yolundan alıkoymak O'nu inkar etmek, Mescid-i haram'a (ziyaretçilerin gitmelerine) engel olmak, halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır.) Fitne ise öldürmeden beterdir. Eğer güçyetirirlerse, sizi dininizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler." (Bakara, 217)

Maide 96. ayet önceki bir geleneği, bir ölçüde hafifleten İslamî bir yasamayı ihtiva etmektedir. Burada Müslümanlara deniz avı ve yenmesi sınırsız olarak mubah kılınmakta, ihramlı oldukları sürece kara avı onlara haram olarak kalmış olmaktadır. Bu sözü edilen geleneğin hem kara hem de deniz avına şamil olduğunu, ayetin özünden hareketle bir de, Maide 1 ve 2. ayetlerinde avın genel olarak zikredilmesinden hareketle söyleyebiliriz. İslam'da "Hurum" hali kişinin ihram giyme süresidir. Şöyle ki: Umre ile Hac arasında "hill" halinden yararlanan ihramlı mahzurlu olan herşeyden istifade edebilir. Av da bunlar arasındadır. Bu sure sadece bir kaç gün bile sürmüş olabilir, yani onun Harem Bölgesi'ne girişiyle ilk resmi ziyaretini yapıncaya kadar ki süre, sonra Arafat'a gidişinden Mina'ya dönüşüne kadar. Buna bağlı olarak, Maide 94-96. ayetlerinde geçen "Hurum" kavramı ıstılahi bir anlam ifade etmiş olur. İslam'dan önceki anlamını ve kapsamını tesbit etme ve kesin bir şey söyleme olanağımız yoktur. Fakat şunu söyleyebiliriz ki, o zamanlar bu kavram yeni olan İslami-Istılahi kapsamından daha geniş bir anlama geliyordu. Bizim tahminimize göre bu kavram İslam'dan önce ya Haram Aylar'ın zamanını ya da kişinin Haram Bölge'ye girişini yahut da her ikisini ifade ediyordu. Biz sonuncu maddeyi tercih ediyoruz. Yani Arap olan bir kişi Hac Ayları'nı da kapsayan, Haram aylar girdikten sonra ya da Beytu'l-Haram Bölgesi'ne girdikten sonra artık hurum sayılırdı. Her iki halde de kan dökmesi ve savaşması haram olduğu gibi kara ve deniz avının kanını dökmesi de ona haram olurdu. Hurum kavramının her iki durumda da kara ve deniz avının haramlığını birlikte ifade ettiği şeklindeki tercihi destekleyen olgulardan biri de, deniz avının çoğunlukla ancak Haram Bölge'nin dışında gerçekleşebilmesidir. Sonra Haram Bölge'sinde savaşma ve kan dökmenin mutlak olarak yani Haram Aylar'da da Haram Aylar'ın, dışında da haram olarak kabul edilmesi bu görüşü destekleyebilir. (24)

11) Daha önce bazı Kureyş ailelerinin Mescid-i Haram'm iman ve Hacılara su dağıtılması konusunda özellikle uzmanlaştığına seri bir biçimde işaret etmiştik. Bu konu Tevbe 17-20. ayetlerinde değinilen bir meseledir. Âyetlerin üslubu, bu görevleri yerine getirenlerin onu bir şeref vasıtası olarak kabul ettiklerini, bu nedenle başkasına karşı onunla büyüklük taslayabileceklerini, ve yine Arapların bu işe ne kadar önem verdiklerini göstermektedir. Biz, bu zincirleme açıklamamızda tekrar o konuya dönmeyi uygun, gördük. Çünkü birinci olarak bu iki görevi, ikinci olarak da, Kâ'be ve Hac ile ilgili başka görevleri Haccın önemli gelenekleri arasında saymak sağlıklı olacaktır.
Müfessirler ve raviler bu iki geleneğin başka bir geleneği oluşturan "Rifade" yani hacıları ağırlama ile birlikte, Peygamberin üçüncü dedesi Kusay b. Kilâb tarafından yürürlüğe konduğunu nakletmektedirler. Bu nakillere göre Kusay'ın Kureyş için uygulamaya koyduğu yasalar arasında bunlar da vardı. Böylece onların Allah'ın Haremi'ne ve Hacıları'na karşı görevlerini yerine getirmelerini istiyordu. Zira Allah'ın Haremi'ne en yakın ahalisiydi onlar.
Sikaye, Mekke'ye geldiklerinde, Arafat'a gittiklerinde, oradan Mina'ya döndüklerinde Hacılara su ulaştırma görevini yerine getirmektir. Bu iklim bölgesinde sular azdı ve zorlukla elde edilebiliyordu. Onları hacılara hazırlamak ve ulaştırmak da gerekiyordu Bu görevi yerine getirenler aynı zamanda bir ölçüde tuzlu olan bu suların tadını değiştirmek için, içinde kuru üzüm ya da hurmanın bulunduğu suları da hazırlarlardı. Bu tatlı sular hacıların büyüklerine ve gözdelerine takdim edilirdi. Peygamber döneminde ve Mekke'nin Fethi'nden Önce son olarak bu görevi yerine getiren Peygamberin amcası Abbas b. Abdulmuttalib olmuştur.
Mescid'in imarı ise, Kâ'be hizmetleri, kapılığı ve bekçiliğiydi. Pek tabii olarak bu görevin kapsamına ziyareti kolaylaştırmak, ziyaretçilere yol göstermek, kılavuzluk yapmak, hac ibadetlerini yaparken onlara yardımcı olmak da giriyordu. Bu geleneği elinde bulunduran evin, dini bir niteliğinin olması da uzak bir olasılık değildir. Rivayetler "Hicabe" adıyla bir gelenekten sözetmişlerdir. Yani Kâ'be kapısını açma, kapatma ve anahtarına sahip olma, koruma geleneği. Öyle sanıyorum ki, hicabe ve İmar bir evde toplanan bitişik bir gelenekti. Ayet, yalnız olarak "îmare"yi kaydetmiştir.
(24) Hâzın'de bu goriışû destekleyen husus'lar vardır

Şu ana kadar görebildiğimiz rivayetler içinde birincisi İmare, ikincisi Hicabe olan, iki bağımsız gelenekten söz eden bir rivayet yoktur. Peygamber döneminde ve Mekke fethinden önce bu görevi son olarak üstlenen Talna b. Şeybe olmuştur. Peygamber bu görevi ve geleneği onda ve onun torunlarında bırakmaya karar vermiştir. Şimdiye kadar bu görev onlardadır.
Rifade ise, Arafat ve Mina günlerinde Hacılara yemek takdim etmektir . Mekkeli ileri gelen aileler yemek yedirme noktasında birbirleriyle yardımlaşıyorlardı. Bu boylerden birinin başkanı bu işi üzerine alırdı. Tevbe Sûresi ayetinin Sikaye ve İmare'yi özellikle zikretmesi Rifade'nin diğer iki geleneğe oranla daha az Önemli ve dar kapsamlı olduğunu hissettirmektedir.

12) Mekke'nin ticari faaliyetleri konusunda hac mevsiminde kurulan panayırlardan genel olarak söz etmiştik. Burada o bilgilere ilave olarak şunları da eklemek istiyoruz: Bu panayırların kuruluşunu Hac geleneklerinden biri olarak saymak sağlıklı olabilir. Çünkü bunlar sürekli olarak belli yerlerde ve belli günlerde kurulurdu. Bu panayırlar bir açıdan Mekke'nin ticari faaliyetlerinin alanını oluştururken, diğer bir açıdan da, diğer Arapların çok yararlı gördükleri önemli bir geleneği meydana getiriyordu. Araplar için hac ve Hac Ayları güven ve huzur ortamının egemen olduğu gidişler-gelişler için önemli bir fırsat oluşturuyordu. Hep birlikte bu panayırlarda bulunuyor, eşyalarını değiştiriyor, ihtiyaçlarını temin ediyor, gerekli gördükleri şeyleri satın alıyor ve daha başka pek çok yararlarını görüyorlardı. Tevatür yoluyla gelen rivayetlere göre Araplar Şam'dan, Necd'ten, Irak'tan, Yemen'den, Tihame'den, Bahreyn'den ayrı ayrı kabilelere, çevrelere lehçelere ve inançlara bağlı olmalarına rağmen Hac mevsimine ve panayırlarına geliyor-katılıyorlardı. Daha önce bu noktayla ilgili bir açıklama yapmış ve bu yaklaşımımızda Hac Sûresi ayetlerinden birindeki "Bütün uzak yollardan gelen..." cümlesini eas almıştık. Sonra onların bu panayırlarda özellikle başka fırsatları da oluyordu. -Çünkü hac günleri, onların her problemi için yeterli değildi-. Övünme, şiir söyleme, şairler arasında yarışma meclisleri düzenlemeleri, gece sohbeti halkaları tertiplemeleri, problemlerin çözümü, karmaşık meselelerin sağlıklı biçimde halledilmesi ve bütün bunlar için oturumlar düzenlemelerde ele geçmez olanaklar sağlıyordu panayırlar. Yanısıra, haberleşme kolaylığı, düşüncelerin yayılması ve konuşmaların yapılması için, liderlerin eşrafın, şairlerin ve hatiplerin tanışmalarına güzel bir imkan hazırlıyordu.
Siret kitaplarının tevatürle bildirdiklerine göre, Peygamber bu panayırlar fırsatını ganimet bilip, Arap elçilerini, eşrafını karşılamaya, Rabb'inin Risaleti'ni onlara arzetmeye ve onlara Kur'an okumaya koşuyordu. Nitekim Yesrib elçileriyle buluşması ve kendisiyle onlar arasında antlaşmanın tamamlanması da buralarda gerçekleşmişti. Bu olay neticesinde ancak Büyük Hicret olayı gerçekleşebilmişti. İslam çağrısının başarıya ulaşmasında ve parlak nurunun yükselmesinde bu olayın ne denli büyük etkisi olduğunu burada izaha gerek yoktur sanırım. Biz bu panayırlara gelenlerin sırf müşrik Araplar olmadığını, bunların yanında Hıristiyan Arapların ve Medineli Yahudilerin de bu panayırlara katıldığını sanıyoruz. Bunların bir kısmı misyonerlik faaliyetleri bir kısmı da ticaret için geliyordu. Onlardan Hac ibadetlerinin bir kısmına katılanların olması da düşünülebilir. Kıble'nin Kâ'be'ye tahvili ile ilgili olarak indirilen Bakara Sûresi'ndeki bazı ayetler bu yaklaşımı doğrular. Çünkü bu ayetlerde Ehl-i Kitab'ın bu değişikliğin hak olduğunu bildikleri, oğullarını tanıdıkları gibi bu gerçeğin de farkında oldukları kaydedilmektedir.

"Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Nerede olursanız, yüzlerinizi o yöne çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rab'lerinden bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil olmayandır. Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü ayeti (delili) getirsen, yine de onlar senin kıblene uymaz, sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. (Hatta) onlardan bir kısmı, bir kısmının kıblesine de uymaz. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların nevalarına uyacak olursan, kuşkusuz o zaman zalimlerden olursun. Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen, içlerinden bir bölümü bildikleri halde mutlaka gerçeği gizlerler." (Bakara, 144-146)

Sonra Kus b. Saİde ya da Kus beni Saide el-Eyadi'nin Hac mevsimlerinden birinde yaptığı konuşma arap rivayetlerin en meşhurlarındandır. Ve Kus tercihe şayan görüşe göre Hıristiyan bir kişidir.
Tüm bu faaliyetlerin oraya gelen Araplar üzerinde sosyal ve edebî büyük etkileri olduğu söylenebilir. Oraya gelip toplanan, oradan ayrılırken dağarcıkları haberlerle, zihinleri şiirler, konuşmalar ve veciz sözlerle dolu bulunan, zihinlerinde değişik tablolar Ve sahneler canlanan insanlar arasında, yani Arapların birbirlerine yakınlaşmasında, zihinlerinde ortak bir ulusalcılığın anlamının yer etmesinde, dillerinin birleştirilmesi ve arındırılmasında, İslam'dan önce başlamış bulunan gelişme hareketini diriltme ya da güçlendirmesinde önemli rol oynadığında kuşku yoktur. İslam'dan önce başlayan bu hareket ve gelişme neticesinde onlar putperestlik dininden, şirk dinine gelmiş, sonra da şirk koşulan ortakları Allah katında şefaatçi olarak görmeye başlamışlar, Ehl-i Kitap arasındaki ayrılığı, tartışmaları hoş karşılamamışlar ve onları bu yönden ayıplamışlar, kendilerinden bir peygamberin gönderilmesini temenni etmiş ya da bu beklentide olmuşlardır. Kendilerine bir uyarıcı geldiğinde Ehl-i Kitab'ın her iki kolundan da daha doğru bir yola gireceklerine yemin etmişlerdir. Sonra onlar arasından muvahhid bir sınıf çıkmış, kavimlerinin tutum ve davranışlarından tiksinmiş, yeryüzünde dolaşarak İbrahim'in milletine/dinine çağırmışlar ve ona uygun olarak ya da ona uygun olduğunu sandıkları bir biçimde ibadet etmeye başlamışlardır. Yanısıra Araplar Ehl-i Kitab'ın ve başkalarının yanında bulunan dini ve dini olmayan pekçok kültürleri iktibas etmişlerdir.
5. Haram Aylar

Kur'an ayetlerinden, pratik ve açıklayıcı değeri bulunan konuyla ilgili kaydedilen rivayetlerden hareketle Haram Aylar'ın Arapların sosyal yaşamlarında özellikle de peygamberlikten önceki Peygamber çevresinde büyük etkisi olduğu söylenebilir. Savaşların sürekli olarak devam ettiği, saldırganlığın yürürlükte olduğu, insanların kendi keyfi istekleri, kinleri ve asabiyetleri peşinde sürüklendikleri bir ortamda onların gelişiyle herşey onlara duyulan ve hürmet sayesinde güllük gülistanlık oluyordu. Tüm insanlar kapsamlı ve tabii bir huzur ve barış ortamına giriyordu. Bu sırada birbirleriyle düşmanlıkları, aralarında kan davaları bulunan insanlar, haram sayılan Beytullah'ın bölgesinde ve bu bölgenin dışında karşılaştıkları hal¬de aralarında herhangi bir sürtüşme, kötülük ve savaş çıkmıyordu. Hatta daha önce belirttiğimiz gibi, bu ayların hürmetine halel getirir, saldırı ve kan dökme anlamına gelir düşüncesiyle bu aylarda avlanmayı bile yasaklamışlardı. Kur'an'da bu aylarla ilgili bir dizi ayet vardır. Şimdi bu ayetlerden daha önce verdiklerimizin dışında kalanları verelim:

1 Haram ay, haram aya karşılıktır; hürmetler (de) karşılıklıdır. Öyleyse kim size saldırırsa size saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak Allah, sakınanlarla beraberdir. (Bakara, 194)

2 Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekatı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. {Tevbe, 5)

3 Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesap (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin. (Tevbe, 36) Ayrıca Bkz: (2/217; 5/2, 94-97, 9/37)

Bu ayetlerde Haram Ay'lar'a gösterilen saygının peygamberlikten uzun bir zaman önce, o dönemdeki Arapların başlangıcını bilmeyecekleri kadar eski bir gelenek olduğunu gösteren açık tanıklar vardır. Yine bu ayetlerde söz konusu geleneklerin İslam'da da eskisi gibi kabul edilip korunulmasi gerektiği de belirtilmiş olmaktadır. Tevbe 36. ayeti birinci olarak bu geleneğin eski şeklini bildirip onu ikrar etmekte; ikinci olarak da Haram Aylar'ın belli ve değişmez aylar olduğunu bildirmekte, daha önce belirttiğimiz şekilde, aslında haram olmayan ayı haram kılan ve haram olan ayı da helal kılan, ayları ileri geri alan Nesi' bid'atına karşı saldırıya geçecek olan 37. ayete zemin hazırlamış ve onun için bir giriş olmuştur. Ayetin saldırıya geçişinden anlaşıldığına göre Haram Aylar'm saygınlığı sabittir. Belli ayları vardır. Onlarla oynanamaz. Veya yine anlaşıldığına göre, ayet ona saygı göstermenin Önemini takdir etmeyi amaçlamıştır. Tevbe Sûresi'nin 5. ayeti savaş halindeki ve saldırgan bir tutuma sahip müşriklerle savaşmayı Haram Aylar'ın çıkışma kadar geciktirmeyi emretmektedir. Nitekim Maide 2. ayeti de Haram Ay'ın saygınlığını ihlal etmeyi yasaklamaktadır. Bunların hepsi de söz konusu ayların İslam'da da hürmete ve saygınlığa sahip olduğunu ispat etmektedir. Yanısıra, ayetlerin özü, bu hükümleri yerinde bırakmanın daha önce yürürlükte bulunan bir uygulamanın kabul edildiğine işaret etmektedir. Maide 97. ayeti ile Haram Ay'ın saygınlığının insanlara sağladığı büyük yararlara işaret edilmektedir. Çünkü bunda, Kâ'be'de olduğu gibi, onların yaşamlarının belkemiğini oluşturan bir uygulama söz konusuydu.

Daha önceki bir münasebetle Kureyş müşriklerinin Peygamberin Seriyyeleri'nden birinin Haram Aylar'm ilk gününde düzenledikleri bir saldırıyı nasıl kullanıp-somürdüklerini, nasıl yaygarayı bastıklarını, ihlaslı müslümanların bile bundan bir ölçüde etkilendiklerine dikkat çekmiştik. Bu olaydan sonra Bakara 217. ayeti inmiş ve onların bu eylemlerini temize çıkarmıştı. Çünkü müşrikler daha önceleri müslümanları Haram Aylar döneminde Mescid-i Haram' dan alıkoymuş, onlara bu zamanlarda bile saldırmış, işkence etmiş ve onları dinlerinden döndermeye uğraşmışlardı... Bu yaygara ve onun etkisi, Haram Aylar'a gösterilen saygının Arapların gönülleri üzerinde ne denli büyük bir etkisi, alabildiğine önemli bir kutsallığı bulunduğunu gösteren en canlı delillerdir.
Etkin, egemen herhangi bir otoritenin bulunmadığı, ahali arasında sürekli karşılıklı saldırıların, başkaldırmaların gözlendiği, çeşitli türleriyle asabiyetin katı ve güçlü olduğu, bağnazlığın ve hamiyetin köklü olarak yer ettiği ve aynı zamanda pekçok ihtiyaçları bulunan; müşteri ve tüketici bekleyen ticareti; ürünlerini ve meyvelerini tüketmeleri, değiştirmeleri gereken çiftçileri; iğneden ipliğe, kapkacaktan elbiseye varıncaya kadar her türlü senelik ihtiyaçlarını temin etmek, ellerindeki irili-ufaklı hayvanları, yünleri, kılları ve tüyleri satmak durumunda olan köylüleri bulunan bir çevre/bir toplum için bu geleneğin ne kadar önemli ve büyük bir fonksiyona sahip olduğunu daha fazla açıklamaya gerek görmüyoruz. Eğer bu genel barış havası olmazsa onların hali nice olacaktı? Şu panayırlar onun sayesinde kurulmuş olmasaydı, onlar da buralara gelmemiş olsalardı ne olacaktı? îşte bunların hepsini Maide 97. ayeti apaçık Kur'an icazı ile ifade etmiş bulunmaktadır. Ayetlerin özünden anlaşıldığına göre, Araplar, Haram Aylar'ın saygınlığına, barışına kutsal bir biçim veriyor ve onu dini bir boyayla boyuyorlardı. Kuşku götürmez bir gerçektir ki; onlar bu ayların saygınlığını çiğneyen kişinin, onun kutsallığına hakaret edenin kendileri için kötülük, pislik ve uğursuzluk kaynağı olacağına inanıyorlardı. Çünkü onların dindarlıklarının temelini başka fasıllarda belirteceğimiz gibi bu olgu meydana getiriyordu. İşte söz konusu saygınlığı ve kutsallığı ayakta tutan, onu çiğnenmek ve ayak altına alınmaktan kurtarıp koruyan bu inanç olmuştur.
Görüldüğü gibi, Kur'an'da Haram Aylar belirtilmemiştir. Yalnız kopmayan tevatür onları kesinlik ifade edecek şekilde belirtmiştir. Bunlar, Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem'dir. Son üç ay, aynı zamanda Hac aylarıdır. Daha önceki bir münasebetle bunu açıklamıştık.

Ya da en azından İslam'dan önce böyle olduğunu belirtmiştik. Recep ayma gelince rivayete göre O "Mudar'ın receb'i (25) diye adlandırılıyor. Tercîb yani "Ta'zim" kökünden türetilmiştir. (26) İbn Sa'd'ın Tabakat'ında bildirildiğine göre (27) Mekkeliler receb'te dini bir bayram kutluyorlardı. Receb ayındaki bu bayramın Mudar kabilelerine ya da Hicaz kabilelerine ya da bazılarına Özgü özel bir bayram olması uzak bir olasılık değildir. Bu bayramın söz konusu ayın saygınlık kazanmasında temel etken olabileceği de düşünülebilir. Böylece onlar Mekke'de dini kutsal bir barışın gölgesinde gelip-gidebiliyor ve ibadetlerini rahatlıkla yerine getirebiliyorlardı. Tabii ki bu soz konusu ibadet saygınlığının Mudar ve Hicaz kabilelerine mahsus bir ay olarak kaldığı anlamına gelmez. Aksine biz bu saygınlığın tüm diğer Araplara da yayıldığına ve Recep ayının başlangıcı bilinmeyen bîr zamanda Haram Aylar'ın ayrılmaz bir parçası haline geldiğine eğilim duyuyoruz, saygınlık ve kapsamları açısından hiçbir ayrıma girmeden Haram Aylar'dan söz eden, senenin on iki ay olduğunu bunlardan dördünün Haram Aylar olduğunu mutlak ve genel bir biçimde ifade eden ve Hicaz ülkelerinin Arapların kalblerinin attığı yer, dönüp-dolaştikları yerin merkezi ve hac ettikleri kutsal mekan sayıldığı bir zamanda inen Tevbe 36. ayeti, sonra bu konudaki rivayetlerden de anlaşıldığı gibi, Arapların Haram Aylar arasında ayırım yapmamaları ve bu ayı da saygınlık ve kutsallıkta diğerlerine eşit olarak kabul etmeleri, bizim yaklaşımımızı pekiştirmektedir.

(25) Hâzin, II, 230 da nakledilen bir hadiste
(26) Nesefı, II, 230 Hâzin'ın kenarında. T1 VIII, 9 iıyon baskısı


Şimdiye kadar görebildiğimiz kadarıyla Haram Aylar'ın say¬gınlığını ne zamandan beri kazandığını bildiren bir şey yoktur. Makul olan odur ki, bu saygınlık Hac mevsiminin, geleneklerinin ve panayırlarının oluşumundan ve Recep ayının Mudarlı ya da Hicazlılara göre dini bir mevsim olarak kabul edilişinden, intikam esasına dayalı bir takım olayların meydana gelişinden, bu mevsimler sırasında asabiyet saikleriyle insanlar arasında patlak veren ve kanların akmasına neden olan vak'aların ortalığı kaplamasından, güvenliğin ihlal edilmesinden, Mekke'ye gelen hacıların kesilmesinden, Hac ibadetlerinin yapılamamasından, insanların Hac mevsimleri ve panayırlarında elde ettiği menfaatlerin zedelenmesinden sonra bu aylara verilmiştir. İşte kargaşa ve anarşik durum nüfuz, otorite, ileri görüş ve parlak şöhret sahibi bulunan liderleri, başkanları harekete geçirmiş, insanların Hac ibadetlerini, ziyaretlerini, kurbanlarını kolaylıkla yerine getirmeleri ve ihtiyaçlarını gidermeleri için Haram Aylar ve onların getireceği barış havasını farz kılmıştır. Muhtemelen bu farz koyma eylemi Mekke liderlerinden ve otorite sahiplerinden, kendilerine özgü bazı imtiyazları, dinî yasama yapma yetkileri bulunan, daha önce belirttiğimiz gibi, insanların onların koyduğu kurallar üzerinde yürüdüğü, onların verdikleri direktifleri yerine getirilmesi gereken dini bir görev ve yasa olarak algıladıkları "Ahmas" sınıfından gelmiştir. En azından Ahmas sınıfı da onlara zemin hazırlamış ve onu ikrar ve kabul etmede onlarla birlikte hareket etmiştir. Bu yaklaşımın doğruluğunu gösteren delillerden biri de Mekke'nin o şartlardaki konumudur. O sırada Mekke tüm Araplar tarafından saygı duyulan dini bir merkez olarak kabul ediliyor ve Mekke liderleri Haram Aylar'ın saygınlığına büyük özen gösteriyorlardı. Onu korumak uğrunda, yaptıkları çalışmalar, Bakara 217. ayetinin de işaret ettiği gibi, müslümanlardan meydana gelen olay karşısında müslümanlara ve Peygamber tepkileri ve yaygaraları neticesinde bir çok müslüman hatta bizzat Peygamber'i bile etki altında bırakmaları, bunun üzerine söz konusu ayetin inişi, Kur'an'ın bu ayların saygınlığını korumakla ilgili uyarıları ve onları çiğnemeyi yasaklamakla ilgili emirlerin kesinliği, az önce naklettiğimiz ayetlerde açıkça görüldüğü gibi, bunlarda Arapların pek çok yararlarının olduğuna dikkat çekmesi... Siret rivayetleri ve hadis kitapları Mekke liderlerinin ziyaretçilerinden birine karşı yapılan saldırı karşısında birbiriyle sözleşerek, bundan böyle Mekke'de zulme uğrayan birini gördüklerinde onun hakkını kendisine verene kadar onun yanında, zalimin karşısında yer alacaklarına yemin ettiklerini ve bu antlaşmanın Hilfu'l-Fudûl diye bilinen sözleşme olduğunu Peygamberin onunla ilgili olarak "Eğer onun gibisine tekrar çağırılsaydım kabul ederdim" buyurduğunu kaydetmektedir. Yanısıra Ficar harbini ve günlerini de zikretmektedir. Bu savaşın Haram Ay'da bir kişiyi öldüren bir topluluğa karşı yapıldığı, Peygamberin de genç yaşta ona katıldığı bazı amcalarına ok hazırladığı bildirilmektedir. Bunların hepsi Mekke liderlerinin Haram Aylar'ın saygınlığına özellikle dikkat ettiklerini göstermekte ve bu konuda yapılacak ilk çalışmanın onlardan gelmiş olabileceği ihtimali daha ağır basmaktadır.
Haram Aylar'da kutsal barış yasasını çıkaran liderlerin, sözü geçerli kimselerin ya da Ahmas'm dini mevsimlerin saygınlığını koruma, insanların onlara güven ve huzur içinde katılmalarını sağlamada daha öte bir amaç güdüp-gütmedikleri soruşturulabilir.
Bununla İlgili olarak aklımızda bir görüş şekillenmektedir. Yalnız onun parlak bir şey olduğunu kesin söylemiyoruz. Bize göre bu yasama eyleminde bulunanlar sözü edilen amaçtan daha ileri bir hedefi de amaçlamışlardır: Arapların arasındaki vuruşmaların, savaşların ve kinlerin etkisini azaltmak, aralarında dostluk, sevgi ve birlik bağlarını sağlamlaştırmak... Bu yapı, onlar arasında bir tek düzlemde genel bir dayanışmaya girmeleri, onu savunmaları, meydana gelebilecek tehliki ve kriz durumlarından korunmaları, insanları sarstıkça sarsan büyük olaylara karşı himaye etmeleri için bir kolaylık sağlayacaktır. Çünkü başkanlar bunlara karşı hazırlıklı olmak, zaman zaman başlarını saran felaketleri bertaraf etmenin yollarını bulmak için düşünür olmuşlardı. Muhtemelen Ahbaş'ın (Habeşistanlılar ya da bir sınıf) Yemen'e karşı savaşları bu etkenlerden ve tehlikelerden biriydi, ya da önemli olaylardan biriydi. Ayrıca Arap aylarının isimlerinde bu görüşü pekiştiren bir dayanak bulmamız da mümkündür.
Sağlıklı olduğu kabul edilebilecek rivayetlere göre, bilinen Arap aylarının adlandırılması daha önceleri kabul edilen eski isimler olarak kalmamıştır. Onların herbirine yeniden isimler verilerek bu isimler elde edilmiştir. Ramazan ismini "remza" yani aşırı sıcaklıktan kaynaklanan kökünden geldiğini de düşündüğümüzde, ki pek çok kişi bu görüşte olduğunu ifade etmiştir. "Rebiulevvel" ve "Rebiussani" aylarının adlandırılmasında mevsimlik bîr işaret olduğunu değerlendirdiğimizde yeni isimlerin yaz mevsiminde verildiğini söyleme olanağı elde ederiz. O sırada Ramazan ayına denk gelen ay yaz aylarının en aşırı derecede sıcak olanıydı. Onun için bu aya Ramazan ayı adı verildi. Ondan önceki Şaban ayı ve ondan sonraki Şevval ayı Ramazan ayı ile birlikte yaz aylarını oluşturmuştu. Yaz aylarının sıcaklığı insanları eylemlerden, daha tabii olarak da aşırı sıcaklığın ve su kıtlığının egemen olduğu bir ülkede savaştan ve savaşa koşmaktan alıkoyuyordu. Daha sonra Zilkade, Zilhicce ve Muharrem geliyordu. Bunlar aynı zamanda Hac Ayları'ydi. Yeni adlandırma sırasında mevsim sonbahardı. Onlarda da savaşmak yasaklandı. Daha sonra Receb'te de savaşmak yasak kabul edildi. Böylece yedi aydan oluşan bir zincir oluşturuldu. Bu aylarda savaşmaya imkan yoktur. Bu yedi ayın dördü Haram aylardı. Üçü ise aşırı sıcaklığın egemen olduğu yaz aylarıydı. Muharrem'den sonra peşpeşe gelen beş ayda ise, Araplar ot-otlak, mera peşinde dağılıyordu. Böylece kışı ve ilkbaharı geçirmiş oluyorlardı. Ancak Haram Ay-lar'dan Receb'in dönüşüyle onlarda tekrar yerlerine dönüyorlardı ve bu hareket sürekli olarak böyle sürüp gidiyordu. Eğer bir harb ya da bedevilik hayatının, arap asabiyetinin gereği olarak bir savaş ve saldırı yapılması gerekiyorsa beş ay bunun için yeterliydi. Bunlar esnasında insanlar öfkelerini dindirip, asabiyetini köreltebelirdi. Yanı sıra yedi ayda arka arkaya barış içinde yaşamları onlara meselelerin problemlerini çözmeleri için zaman ve zemin hazırlamaya yeterdi. Özellikle bu tür problemlerini Hac mevsiminde, panayırlarında ve toplantılarında gündeme getirme olanakları fazlaydı. Halkın öfkesini dindirmeye ve onları sükûnete kavuşturmaya elverişli bir ortamdı.
Eğer bu görüş sıhhatli olup da kabul görürse, o zaman bu çok değerli, kadri yüce adetin (sünnetin), Arap Yarımadasında bir çok Önemli olay ve perişanlıklardan sonra, toplumsal ve düşünsel kalkınmanın öncülerinin belirmesinde çok etkin bir zemin hazırladığını söylemeye hakkımız olduğunu sanıyoruz.
Az önce bir münasebetle değindiğimiz Haram Aylar'ın ileri geri alınmasını esas olan Nesi bid'atı da bu görüş ve bunun temel esprisi için bir yapıtaşı olabilir. Çünkü Kamerî olan Arap Ayları zamanla dönüyordu. Kış aylan yaz aylarına yaz aylan da kış aylarına geçiyordu. İşte bu bid'atın çıkarılmasıyla senenin mevsimleri takip ediliyor ve Kamerî senenin hesabı Şemsî seneye göre yapılabiliyordu. Sonuçta Hac Mevsimi ve panayırlar sonbahara denk getiriliyor ve yedi ay boyunca savaştan el çekmek geleneği sabit ve yerinde kalıyordu.
Biz bunu söylerken, bir takım rivayetlerin Nesi'in bazı zamanlarda, insanların daha önce başlattıkları bir savaşı ya da intikam talebini tamamlamalarına zemin hazırlaması için onların isteğiyle gerçekleştiğini kaydettiklerini biliyoruz. Ama yine de bu işin aslında senenin mevsimlerini düzenlemek, Hac aylarını zorluk çekmeden gidip-gelme imkânı sağlayacak bir uygunluğa kavuşturmak, düzeltmek için çıkarıldığını tercih ediyoruz. Eğer bu nesi, savaşlar ve intikamlar için de istenir olmuşsa, bu daha sonraları olmuştur. Ya da bu bid'atın kullanılması şeklinde bir uygulama olmuştur. Muhtemelen, Kur'an'ın Nesi Bid'atına karşı saldırısı, onu kötüye kullanma nedeniyledir. Bundan böyle insanlar Haram Aylar'ı çiğnemeye ve yararlı gelenekleri bozmaya cesaret edemesin içindir.

Her ne olursa olsun, bu geleneğin önemi Arapların sosyal hayatındaki etkisi değişik yönleriyle güçlü ve kapsamlı olarak ortaya çıkmaktadır. Sonra bu gelenek ve onun etkisi aynı zamanda onu ilk olarak tesis edenlerin güçlü akıllarını, parlak görüşlerini, geniş nüfuzlarını ve etkilerini de yeterli derecede yansıtmakta ve göstermektedir.
Bu konuda işlenen Kur'an öncesi Araplar arasında yaşatılan ve sonradan Kur'an tarafından da onaylanan bir takım geleneklerin kökenleri ıçin, Peygamberler tarihine ve özellikle Uz, İbrahim (a) in etkilerine dikkat edilmelidir. (Çev.)

dost1
23. May 2011, 11:57 PM
D) SOSYAL VE İDARİ DÜZEN

1. Hükümet Güçleri

Medeni dünya ile ilişkisi bulunan ve ahalisi küçümsenmeyecek derecede medeni olan, pek çok şehirleri ve kasabaları, köyleri bulunan tedkik ettiğimiz çevre gibi bir çevrenin, incelediğimiz asır gibi bir asrın herhangi bir şekilde hükümet güçlerinden ve yargı organlarından yoksun olması pek tabii olarak makul karşılanamaz, insanların içlerine korku salan, bazılarının haklarını koruyan, adetlerini, geleneklerini, değişik görevlerini yerine getiren, azgınları, kötüleri, bozguncuları ve sapıkları durduran, onlara hadlerini bildiren bir hükümet olmadığını söylemek bunların hepsinin yalnız asabiyetin dağılımı ve organizesi ile gerçekleştiğini -ki sosyal asabiyet ne kadar güçlü ve etkili olsa da- ifade etmek doğru olamaz.

Biz bu konuda sözkonusu asrın ve çevrenin üzerinde egemen bulunan idare düzeninin şeklini Kur'an'daki açıklamalardan ve karinelerden çıkarmaya çalışacağız.

1 Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; Peygambere itaat edin ve sizden
olan emir sahiplerine de... (Nisa, 59)

2 Kendilerine güven ya da korku haberi geldiğinde onu yaygmlaştırıverirler. Oysa bunu peygambere ve onlardan olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan sonuç çıkarabilenler, onu bilirlerdi... (Nisa, 83)

Bazı müfessirlerin dediklerine göre Ulu'l-Emr, önderlik, liderlik, başkanlık ve güç sahibi kimselerdir. Ayetlerden çıkan anlamın da böyle olduğu tercihe şayandır.
Burada mesele şudur:
Bu kavram peygamberlikten önce de kullanılıyor ve ondan liderlik, başkanlık ve güç sahipleri kastediliyor muydu? Sonra mesela Mekke'de, Taif te, Yesrib'te bu isimle anılan hüküm, güç ve başkanlık sahibi kimseler var mıydı?
Biz bu soruya olumsuz ya da en azından kuşkulu olarak cevap vermeye eğilim duyuyoruz. Özellikle Kur'an'ın ilhamlarına kulak verdiğimizde bu eğilimimiz daha da güç kazanacaktır. Eğer bu hüküm ve idareden, varlığı bazı yükümlülükler getiren ve iradesini yürürlüğe koymak için bir güce dayanan, varlığında ve idaresini yürürlüğe koymada bir kuvveti olan hükümetleri kastediyorsak, Kur'an'da ve bu ayetlerde buna benzer ve onları kasteden herhangi bir şey yoktur. Bu anlamda hükümet güçlerinden düzenli ve etkili yargılardan söz etmek mümkün değildir.

Ayetlerin üslubu, o ana kadar var olmayan ve daha alışılmayan bir otoriteyi tesis etme, ona güçlü ve etkili bir yürütme olanağı sağlama zemini hazırlama çabasını ilham etmektedir.

Fakat bu, önemli olaylarda ve işlerde başvurulan, insanların korkuyla karışık olarak saygı duyduğu, herkese kendi haddini bildirecek ve itaat etmesini sağlayacak otoriteler hiç yoktu, demek değildir. Bazı ayetlerde ve Kur'anî ifadelerde ve bir takım siret rivayetlerinde bazı deliller ve olaylar bu türden bir şeyin var olduğunu göstermektedir.

Mesela Meryam Sûresi'nin aşağıdaki ayetinde "Nâdiy" kavramı geçmektedir.

"Onlara apaçık olan ayetlerimiz okunduğunda, o, küfre sapanlar, âmân edenlere derler ki: "İki gruptan hangisi makam bakımından daha iyi ve topluluk (Nâdiy) bakımından daha güzeldir?" (Meryem, 73)

'Alâk sûresinin aşağıdaki ayetlerinde de "Nadîy" kavramı yer almaktadır:

"Hayır, eğer o, bir son vermeyecek olursa, andolsun onu alnının ortasından tutup sürükleyeceğiz. O yalancı günahkâr alnından. O zaman da meclisini (Nadiye) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız." (15-18. Ayetler)

Müfessirler "Nâdiy" kavramını toplumun meclisi ve şûra yeri binası olarak açıklamıştır. "Nâdiy" kavramını da o şekilde... Meryem ayetinin özü kafirlerin, müminlere karşı meclisleri ve güçleriyle meydan okuduklarını ve övündüklerini ilham etmektedir. Alak ayetinin temel esprisi ise, Kur'an'ın tağuti güçlere dilediklerini yapmaları için Meclislerini çağırmaları şeklinde meydan okumasıdir. Allah onları, Zebanileri -emirlerini yerine getiren (melekleri) nin gücü ile tehdit etmiştir. Sonra Peygamber'e (s) de tehdidinden ve vaidinden kuşku etmemesini hatırlatmıştır. Burada dikkatleri çeken başka bir nokta da Mer¬yem Süresindeki ayetten sonra gelen ayetin kafirler için bir uyarı şek¬linde ifade edilmesidir. Onların meydan okuyuşlarına ve tehditlerine karşılık olarak: Onlar ilerde kimin askerî güç yönünden zayıf olduğunu bilecekler, görecekler şeklinde cevap vermesidir: "Kimin durum ve konum olarak daha kötü, asker açısından daha zayıf olduğunu öğrenecekler" Meryem, 75. Bunlardan hareketle müminlere karşı "Nâdiy"leriyle böbürlenenlerin Mekke'deki iktidar, güç sahipleri olduğuna bir delil olarak kabul etmek mümkündür.


Enfal Sûresi'nde kafirlerin Peygamber'e tuzak kurmalarını hatırlatma türünden şu ayetteki uyarı yer almaktadır.

"Hani o küfre sapanlar, seni tutuklamak ya da öldürmek veya se¬ni sürgün etmek amacıyla, sana tuzak kuruyorlardı." (Enfal, 30)

Müfessirler "lîyusebbitûke' yerine çakmak için kavramının "seni hapsetmek için' anlamında olduğunu açıklamışlardır. Kavramın özü, tefsircilerin "Yusebbitûke" kavramını doğru olarak açıkladıklarını ilham ettiği gibi "Yuhricûke" ifadesinden kastedilenin de "sürgün etme" olduğunu göstermektedir. Bu da, Mekke'de sürgün etme ve hapsetmeye gücü yeten bir güç ya da otorite bulunduğunu göstermektedir.

Kur'an'da "çıkarma" (ihrâc) ifadesinin yalnız olarak veya hicret kavramı ile birlikte yer aldığı bir takım ayetler vardır. Bunlara bakalım:
1 Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolunda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler... (Al-i İmran, 195)

2 Onlar yalnızca: "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. (Hac, 40)

Ayetlerde geçen "ihrac' çıkarma kavramı ilk etapta zor durumda kalan müslümanların çıkışlarını ve hicretlerini işkence ve eziyetten kaçışlarını hatırlatsa da bunlarda zorla, güç ile çıkarma ve sürgün etme anlamı da vardır. İsterse bu zorla çıkarma doğrudan doğruya gerçekleşmiş olsun, isterse, Mekke liderleri, başkanları, idare ve otorite sahipleri tarafından tezgahlanan, müslümanların zayıf olanlarını ezme, zorlama, işkence etme gibi nedenlerle tahakkuk etmiş olsun farketmez.

Burada Mekke'deki büyük çoğunluğu kapsamış olan Peygamber'in davasına karşı inatçı-inkarcı tutumu da hatırlatmalıyız. Pek çok Mekki Kur'an ayetinin yoğun şekilde işlediği mekke liderleri ve başkanları tarafından tezgahlanan bu tavrı unutmamak için burada yalnız iki örneğini vermekle yetineceğiz:

1 Onların tümü Allah'ın huzuruna çıktılar da zayıflar büyüklük îaslayanlara dedi ki: "Kuşkusuz, biz size tabi olanlar idik; şimdi siz, bizden Allah'ın azabından herhangi bir şeyi önleyebiliyor musunuz?" Dediler ki: "Eğer Allah bize doğru yolu gösterseydi biz de sizlere doğru yolu gösterirdik. Şimdi bizler yakınsak ta, sabretsek te bize göre farketmez, bizim için kaçacak hiçbir yer yoktur" (İbrahim, 21)

2 Onlardan önde gelen bir grup: "Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun, çünkü asıl istenen budur" diye atıldı. (Sa'd, 6)

Bu iki ayette birlikte ifade edildiğine göre orada "Mele" yani eşraf, nüfuz sahibi, emreden kişilerin, sınıfların bunların yanında emredilen ve izleyen halk kitlelerinin varlığı söz konusudur. Bu tutum gösteriyor ki: Liderler ve başkanlar otorite ve güç sahibi kimselerdi. Kitlelere; onların emirlerine bağlanmak, tavırlarında, tutumlarında ve yönlendirmelerinde onları izlemekten başka çare yoktu...

Sonra "Sicn"/hapishane, zindan kavramı Yusuf süresindeki bir dizi ayette geçmektedir. Mesela gelecek ayet bunların biridir.

"Sonra da onlara (Yusuf un iffetine ilişkin) delilleri görmelerinin ardından, onu belli bir vakte kadar kaçınılmaz olarak zindana atmak (görüşü) belirdi. Onunla beraber iki delikanlı daha zindana girdi." (Yusuf, 35-36)

Hapishane kavramının Kur'an'da geçmiş olması, anlamının anlaşılır olduğunu gösterir. Ve Kur'an'ın indiği toplumda bilinen kullanılan bir şey olduğuna bir işarettir. Yanısıra hapsedecek gücü bulunan bir kuvvetin varlığını da gösterir. Cin sûresinde bir ayette geçen "Haras" kavramı da bunun gibidir: "Biz semaya dokunduk onu kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk." (Cin, 8)

Bu ifade biçimi de, onun anlaşılır olduğunu göstermektedir. Allah'ın gökteki bekçileri sadedinde de gelmiş olsa, bu ayet orada bekçileri hizmetinde kullanan bir otoritenin var olduğunu gösterir.

Bu Kur'anî delillere ilave olarak Tevbe 19. ayetinin kaydettiği önemli görevlere, Hacıları sulamaya ve Mescid-i Haram'ın imarına işaret etmek istiyoruz. Biz bu görevlerin sırf şahsi ya da ailevi olduğuna diğer biçimlerinden soyutlanmadıklarına inanıyoruz ve onu tercih ediyoruz. Boyların başkanları tarafından salt olarak ve yalnız kendi özel güçleriyle yerine getirilmiyordu. Aksine bu görevler aynı zamanda resmi bir otorite ve nitelik de taşıyorlardı. Bu boyların ellerinde bulundurdukları görevin resmi bir görev olduğu kesindir. Buna bağlı olarak denebilir ki, rivayetlerin kaydettiği diğer görevler (28) bu görevlerle birlikteydi. Hacıları ağırlamayı ifade eden "Rifade", Mekkelilerle başkaları arasında onu gerektirecek bir olay meydana geldiğinde yürürlüğe giren "Elçilik", savaşta "Ordu komutanlığı", "Sancak, bayram teslimi" "Bayram ve sancak taşıyıcılarını belirleme" gibi görevler de diğerleri gibi bireysel ve şahsi değildi. Bunlar herhangi bir şekilde resmi bir otorite ve nitelik taşıyorlardı.
(28) Ibn Hışam I, 121-122, Usdu'İ-Ğâbe, s 53 212

Bu evlerin/boyların başkanları söz konusu görevi onların adına yerine getiriyorlardı.
Neml Sûresi'ndeki bir takım ayetler Sebe' Kraliçesi'yle hükümetinin adamları arasındaki bir konuşmayı hikaye etmektedir.

"Dedi ki: "Ey önde gelenler, bu işimde bana görüş belirtin, siz şahitlik etmedikçe ben hiç bir işte kesin (karar veren biri) değilim" Dediler ki: "Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız, iş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredeceksen (biz uygularız)." Dedi ki: "Gerçekten hükümdarlar, bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, böyle yaparlar." Ben onlara bir hediye gönderiyim de, bir bakayım elçiler neyle dönerler." (32-35. Ayetler)
Hemen farkedilebileceği gibi bu karşılıklı konuşma, kıssasının yanında, konu olarak Kur'an'la muhatab kılınan dinleyicilere ilginç ve garip gelebilecek bir şey kapsamıyordu.
Bir dizi ayet de çoğunlukla ancak resmi otoriteler ve hükümet şartlarında geçerli olabilecek ifadeleri içermiş bulunmaktadır. Ordu, Mülk, Sözleşme-Antlaşma, Barış vs. gibi şu Örneklere bakalım:

1 Allah kendisine hükümdarlık verdi diye, Rabbi hakkında İbrahim'le tartışanı görmedin mi? (Bakara, 258)
2 Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bîr kavme sığınanlar...(Nisa, 90)
3 Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster, Allah'a tevekkül et. (Enfal, 61)
4 Bunlar içlerinden antlaşma yaptığınız kimselerdir ki, sonra her defasında ahidlerini bozarlar Onlar sakınmazlar. (Enfal, 56)
5 ...Artık kimin yere daha kötü ve askerce daha zayıf olduğunu bileceklerdir (Meryem, 75}
6 Hani size ordular gelmişti. Böylece biz de anların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. (Ahzab, 9)

Bu halkaları birleştirip bir zincir oluşturduğumuzda, Mekke halkının medenî dünyadan kopuk olmadığını, aksine onunla sağlam ilişkileri bulunduğunu, onda bulunan pek çok şeyi tanıdığını, hükümetleri, valileri, polisleri, orduları ve benzeri gibi hükümetin görüntüleri ve vasıtalarında haberdar olduklarını, sonra o dünyanın medeniyet ve refahından pek çok şeyi ondan alıntıladığını da ilave ettiğimizde onların, hükümetin görüntüleri ve vasıtalarından bir takım şeyler iktibas ettiklerini söyleyebiliriz. İktibas ettikleri şeyleri kendi toplumlarıyla uyum sağlar hale soktuklarını böylece hükümetin bir takım tezahürlerine ve vasıtalarına kavuştuklarını tesbit edebiliriz. Çünkü onların çevresi gibi bir çevrenin bundan müstağni olması düşünülemez.

Mütevatir rivayetlerle başkanların, ileri gelen aile başkanlarının Mekke'deki dini ve medeni makamları işgal ettiklerini bildiğimize göre, buna bağlı olarak Mekke'de soyluların ya da seçkinler heyetinin oluşturduğu bir hükümet vardı. Otoritesi hem dini hem medeni idi. Bu devletin başlıca makamlarına gelenler, onlarda yürürlükte bulunan yöntem gereği olarak, ailevi ve ırsî bir yolla bu makamlara geliyorlardı.
Bu arada Ebu Süfyan'ın Peygamber dönemindeki rolü, başkomutanlık, harbleri idare etme ve antlaşmaları imzalama gibi görevlerini, Peygamber'in Amcası Abbas b. Abdulmuttalib'in -ki bu Mekke Eşraf hükümetinde onun arkadaşlarından biriydi- onun üzerinde titreye titreye Peygamber'e getirişini ve bu esnada ona yakın olmasını kullanarak fetih günü Mekke'nin kapıları üzerinde ona Beyat etmesini temin edişini, Peygamber'in bu beyatlaşmayı memnuniyetle karşılamasını ve Ebu Süfyan'ı pek çok rivayetlerin kaydettiği gibi (29) onun evine girenin güven içinde olacağını ilan etmekle mükafatlandırmasının, düşündüğümüzde peygamberlikten hemen önceki dönemde onun hükümet başkanı ya da hükümetin en nüfuzlu bir üyesi olduğunu söyleyebiliriz.
Taîf ve Medine gibi diğer şehirlerde de durumun mekke'deki duruma yakın olduğunu tercih ediyoruz. Rivayetlerin bildirdiğine göre Yesrib'teki iki büyük kabileden biri olan Hazrec'in Peygamber'in Hicreti'nden hemen önce Abdullah b. Ubey'i Medine Kralı olarak ilan etmek için ona Tac'ın incilerini diziyorlardı. Bu rivayete bakarak tercihimizin isabetli olduğunu çıkarmak bu arada da Zuhruf Sûresi ayetlerine dayanmak mümkündür:

"Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" Rabb'inin rahmetini onlar mı paylaştırmaktadırlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz paylaştırdık ve onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü "teshir" etmesi için bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükselttik. Rabb'inin rahmeti, onların toplayıp yığmakta olduklarından daha hayırlıdır." (31-32. Ayetler)

(29) Ibn Hİşam 1; 196, M6, 383, II, 65, 69, 89, 238 Muhtemelen bu da ümeyye oğul¬larının hüküm ve idare konusunda deneyimleri olduğunu desteklemekte, Peygamberin vefatından özellikle de Ömer b. Hattab'ın şehıd edilmesinden son¬ra kendilerinin buna daha layık olduklarına inandıklarını pekiştirmektedir.

Daha önce geçen bir münasebetle belirttiğimiz gibi. Taif bu iki büyük şehirden biriydi ve bu ayetin herhangi bir şekilde ona işaret ettiği kesindir. Ayrıca ayette Mekke'yi ve Yesrib'i kapsayan kapsamlı ve genel bir delil vardır. Çünkü Mekke'de olduğu gibi, Taif te de nüfuz sahibi büyük kişilerin bulunduğuna işaret vardır. Yanısıra, müşriklerin sözlerini hikaye etmektedir. Eğer bu vahiy doğru ve gerçek olsaydı Mekke'nin ya da Taif in büyük adamlarından birine inmesi gerekirdi. Zira insanlara yasa koyabilecek, onlara yol gösterebilecek ve onlara kendilerini izlemesini emredip, otoriteleri ve nüfuzlarıyla onların gösterilen yolda yürümelerini sağlayacak ancak onlardı. İkinci ayetin ihtiva ettiği karşı koyuşta, güçlü başlıca bir delil daha vardır. Çünkü ayet onların kendilerini otorite ve nüfuz sahibi görmelerini eleştirmekte ve eğer Allah bazı insanları bazılarına üstün kilmişsa bu sırf dünya işlerini düzene sokmak içindir. İnsanların bir kısmı emretsin diğer bir kesimi de bu emirlere itaat etsin diye böyledir. Üstünlük taslamak için değil.

Badiye/köylere gelince Kur'an'da oralarda bir idare düzeni bulunduğunu ya da onların da şehirlerdeki hükümet güçlerinin onlar üzerinde etkili bir nüfuzları olduğunu gösteren bir şey yoktur.

Tercihe şayan olarak gördüğümüz görüşe göre Bedevi kabilelerin ileri gelenleri, söz sahibi olanları, işlerim ve başkanlıklarını üstlenen seçkinleri bu kabilelerde otorite ve hüküm sahibi kimseleri oluşturuyorlardı. Onların bu görevleri babadan oğula geçerdi. İleri gelen ve tanınan aileler arasından çıkardı bu otorite sahipleri ve kabile tarafından kabul edilirdi. Savaşlarda komutanlık ve idare onların elindeydi. Dış ilişkilerde onlar kabileyi temsil ederlerdi. Antlaşma ve barış sözleşmelerini onlar kabile adına yapıyorlardı. Herkesin haddini bilmesini temin ediyor, kötülük yapanları bu kötülüklerinden sakındırıyorlardı. Kabilenin birliğini, merkezini, onurunu ve orada herkesin hakkını alabilmesi, hakkın gerçekleşmesi için gerekli düzenlemeleri yasamaları onlar belirlerdi. Çeşitli sosyal asabiyetler de bunu destekliyordu. Şehirlerin çevrelerinde yaşayan, şehirle ilişkisi daha fazla ve sağlam olan kabilelerde şehirdeki hükümetlerin otoriteleri genel olarak etkili ve geçerli oluyordu. Ve bu kabileler o kurallara boyun eğmekten başka bir seçeneğe sahip değillerdi. Çünkü bunda onlar için pek çok yararlar vardı. Müşterek hayat şartlarının ihtiyaçları, istekleri-korkuları bunları sarmış olduğundan şehirdeki yasalara onlar da uyarlardı. Özellikle şehirlerin sosyal hayat, dini tören ve ayinler ile ilgili olarak yürürlüğe koyduğu yasalar hem şehirli hem de köylüler açısından ortak bir yönü bulunduğundan bedevilerin bunlara uyduklarını kesin söylemek doğru olur. Daha Önce bu yasamalar ve onların tezahürleriyle ilgili hem şehirlileri hem de köylüleri ilgilendiren, tüm insanların üzerinde etkili olan çeşitli şekillerini görmüştük.

2. Yargı Otoriteleri

Az önce belirttiğimiz ve çizmeye çalıştığımız tablo genel olarak hükümet güçleriyle, özellikle de üst düzey güçleri, otoriteleriyle ilgilidir.
Kur'an'da yer alan bir dizi ayetten hareket edilerek söz konusu toplumda insanlar arasında meydana gelmesi beklenen problemleri, ayrılıkları çözüme kavuşturmak için bir takım otoritelerin ya da yargı mercilerinin bulunduğunu söyleyebiliriz.

1) Birbirinin mallarını haksız yoldan yememeleri ile ilgili olarak insanlara uyarılarda bulunan bazı ayetlerde "hakimler, yargıçlar" kavramı geçmektedir. Yargıçlara başvurmaktan, insanların mallarını günah yollarda elde etmelerine elverişli hükümler vermeleri için onları aldatmaktan, tuzağa düşürmekten söz eden ayetler vardır:
"Mallarınızı haksızlıkla aranızda yemeyin ve siz, bile bile günahla insanların mallarından bir bölümünü, yemeniz için onları hakimlere aktarmayın." (Bakara, 188)

2) Bir takım ayetlerde "mahkemeleşme" "hüküm" ve "hakem" "cahiliye yargısı" sözcükleri kullanılmaktadır. İnsanlar arasında yargı sadedinde kaydedilen bu ifadeleri gelecek ayetlerde görüyoruz.
1 Hiç şüphe yok, Allah size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında da hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel Öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa, 58)
2 Sana indirilene ve senden Önce indirilene inandıklarım öne sürenleri görmedin mi? bunlar, tâgutun önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onlar onu tanımamakla emrolunmuşlardır. Şeytan da onları tam bir sapıklıkla saptırmak ister. Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin" denildiğinde, o münafıkların senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün. (Nisa, 60-61)
3 Hayır öyle değil; Rabb'ine andolsun, aralarında çeliştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı bulunmaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar. (Nisa 65)
4 Şüphesiz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için sana kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) hainlerin savunucusu olma. (Nisa, 105)
5 (Kadın ile kocanın) aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, düzeltmek isterlerse, Allah da aralarında başarı sağlar. Şüphesiz, Allah, bilendir, haberdar olandır. (Nİsa, 35)
6 İncil sahihleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. (Maide, 47) Ayrıca Bkz: (5/42-44; 5/50; 24/48-51)

3) Bazı ayetlerde insanlar arasında hükmetme ve onların haklarını kollama, koruma sadedinde "şahidler", şahidlik ve şahid gösterme" kavramları kullanılmıştır. Gelecek ayetlerde bunları görüyoruz:

1 Erkeklerinizden de iki şahid tutun, eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda öbürü ona hatırlatacak iki kadın. Şahidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun çok olsun süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu Allah katında en adil, şahidlik için en sağlam, şüphelenmemiz için en uygun olandır... (Bakara, 282)
2 Şahidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, artık şüphesiz onun kalbi günahkardır. (Bakara, 283)
3 Ey iman edenler, sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, vasiyet hazırlanışında, aranızda içinizden adaletli iki kişiyi (şahit tutun. İki¬sini) şayet kuşkulanacak olursanız namazdan sonra alıkoyarsanız, on¬lar da (size): "Akraba dahi olsa onu (yeminimizi) hiç bir değere değiştirmeyeceğiz ve Allah'ın şahidlığini gizleyemeyeceğiz. Aksİ taktirde biz elbette günahkarlardan oluruz" diye Allah adına yemin etmesinler. Eğer o ikisi aleyhinde kesin olarak günahı hak ettiklerine İlişkin bilgi sahibi olunursa, bu durumda haksızlığa uğrayan iki kişi öbürlerinin yerine geçerler ve: "Bizim şehadetimiz o iki kişinin şehadetinden şüphesiz daha doğrudur. Biz haddi aşmadık, yoksa gerçekten zulmedenlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler. Bu, gerektiği gibi şahidliği yapmalarına ya da yeminlerinden sonra yeminlerinin reddedilmesinden korkmalarına daha layıktır. Allah'tan korkup-sakının ve dinleyin Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (Maide,106-108)Ayrıca Bkz:(65/2)

Bu ayetler demeti, görüldüğü gibi, çeşitli yargı vasıtalarım, yollarıni ve kavramlarını ihtiva etmektedir. Bu ayetlerin bir kısmında, onların Peygamber ve müslümanlar için birer Kur'anî yasama olduğunu ya da Peygamber'in hükmünü ve yargısını, onun yanında mahkeme olmayı kabul etmelerini telkin etmektedir. Bir taraftan, kabul ettirici dili, diğer taraftan çoğunun içerikleri ve kipleri bu kavramların daha önceden alışılan ve kullanılan, dinleyiciler tarafından anlamları bilinen şeyler olduğunu göstermektedir. Buna bağlı olarak Risalet öncesi Peygamber asrında ve çevresinde yargıçlar ve hakimler vardı, insanlar iktisadi ve miras, evlenme, borçlar, kan davaları, mülkiyet hakları, diğer mali ve ticari anlaşmazlıklar gibi gayri iktisadi problemlerini, orf ve geleneklere bağlı olarak söz konusu hakim ve mercilere götürüyor ve oralara başvuruyorlardı. Yargıçların ve hakimlerin ya da yargıçlığın, takip edilen yollan, şahitleri dinlemede, delillerini takdim etmede, belgelere dayanarak çıkarımlarda bulunmaya başvurma ilkeleri vardı. Bu yargıç ve takip edilen yöntemler sırf şehirli kesimlere özgü değildi. Köylüleri ve kentlileri hep birden kapsıyordu. Yani demek istiyoruz ki, şehirlerde olduğu gibi, köylerde de hakimler ve yargıçlar vardı. Fakat bunu söylerken yargı ve yargı vasıtalarının köylere oranla şehirlerde daha ileri olduğunu tercih etmeyi de ihmal etmiyoruz. Çünkü şehirliler, köylüleri medeniyet ve medeniyetin tezahürlerinde geçmiş bulunuyorlardı. Tabiîdir ki şehirde problemler daha çeşitlidir. Normalde şehirdeki ustalık, sanat, genel olarak köylülükte ve köyde bulunmaz.
'
3. Yargıçlık Düzeni

Yine, verdiğimiz ayetlerden yola çıkarak bu asır ve çevredeki yargıçlık nedeniyle ilgili belli başlı noktaları tesbit edebiliriz:
a) Problemin çeşidi ne olursa olsun yargıçlara ve hakimlere başvurmak isteğe bağlıydı. Yani hak sahibi, yargıca ve hakime, başvurmak istediği zaman başvururdu. Yoksa bu işleri takip eden bir yargı otoritesinin, takip ettiği ve bağlayıcı olduğu genel bir amme hukuku yoktu. Bu, Nisa 60-61; Maide 41; Nur 48. ayetlerinden çıkarılabilen bir olgudur. İlk etapta hemen fark edilen odur ki: Yargıçlara başvurmayanlar haklarını almada ve kendilerini kollamada bireysel ve asabiyet güçlerine dayanan, güvenen güçlülerdi. Kur'anî bir karineye dayanmasak da köyde bunun birinci planda yer aldığını söylemenin makul olacağını tahmin ediyoruz.
b) Yargıçlara ve hakimlere başvurma eylemi ancak her iki davacı tarafın da ittifakı ile gerçekleşebilirdi. Bir taraf bir yargıcı başvurduğunda yargıç ikinci tarafı da yanına getirmeye zorlayacak güce sahip değildi. Eğer ikinci adam çağrısını kabul ederse gelir mahkeme olurdu, yoksa, yargıç tarafından ona zor kullanılamazdı. Bu olgu Nisa 60-61 ve Nur 48-51. ayetlerinden anlaşılmaktadır.
Aynı şekilde yargıç şahidleri yanına çağırmak ve onların şahidliklerini dinlemek için şahidleri zorla yanma çağırmak ve onların şahidliklerini dinlemek için şahidleri zorla yanına getirme ve görevlerini yapmalarını isteyecek bir otoriteye sahip değildi. Bunda da iş şahidlerin keyfine kalmıştı. Dilerlerse gelip şahidlik ederler yoksa, Bakara 282. ayetinden anlaşıldığına göre bazı şahidler, şahidlik yaptıklarından işkenceye maruz kalıyor, rahatsız ediyorlardı. Bu durum da onların şahidlikten kaçınmalarına neden olabilir.
c) Davacılar başka bir yargıca başvurmada anlaştıktan sonra muhakeme olacakları yargıcı kendileri seçerlerdi. Nisa 61-65. ve Maide 42-44. ayetlerinden anlaşılan budur.
d) Yargıcın gücü ve otoritesi, kendisi aleyhinde hüküm verilene hükmü uygulamasına ve kendisine hükmedilen şeyin sahibine teslim etmesine yetmezdi. Nisa 65. ve Nur 48-51. ayetleri buna ışık tutmaktadır. Yargıç, iddia ve delilleri dinledikten sonra hükmünü verirdi. Ve onun görevi bununla sınırlı kalırdı, bundan öteye geçemezdi. Kendisi aleyhine hüküm verilen adam kendiliğinden hakka teslim olduğunda ya da davacı tarafın asabiyete dayalı bir gücü olur da aleyhinde hükmü verilen adam korkudan, ona boyun eğmekten başka çaresi olmadığını anlarsa yargıcın hükmü uygulanırdı. Yoksa yine iş, kendi lehine hüküm verilene ve bu durumda onun neler yapabileceğine bağlı kalıyordu.
e) Yargıçların benzer olaylarda kendisiyle hükmettiği bilinen düzenlemeler ve hükümler vardı. Bu, maide 50. ayetinden anlaşılmaktadır. Zira bu ayetten ve ondan önceki 41-49. ayetlerden anlaşıldığına göre, Yahudiler bir meselede Peygamber'e müracaat etmişlerdi. Onlar Peygamber'in, daha önce bilinen Arap hükümlerine uygun hüküm vereceğini düşünüyorlardı. Fakat umduklarını bulamadılar. Bekledikleri gerçekleşmedi. Çünkü Rasulullah Tevrat Yasası'na uygun hükmetmek istemiş ya da hükmetmiştir. Yahut da Allah'ın, kitabtan indirdikleri dışında hiçbir şeyle hükmetmemesini, onların arzu ve isteklerine uymamasını, onların istekleri doğrultusunda hareket etmemesini emretmesi nedeniyle doğru hükmetmek zorunda kalmıştı.

Bunların hepsine bağlı olarak şu sonuçları çıkarabiliriz:

Birinci olarak: Peygamberlikten önceki Peygamber Asrı ve çevresindeki yargıçlar ve hakimler, örf ve gelenek ile yargıç ve hakim olmuş kimselerdi. Bu insanlar mesleklerini deneyimlerden, olaylardan, bilgilerinden, maharetlerinden, namlarından ve isimlerinden elde etmiş kimselerdi. Bu toplumda yürürlükte bulunan resmi otoritelerin seçtiği ve kendi nüfuzu ile desteklediği resmi yargıçlar değillerdi. Aynı şeyi bedevi toplumlar ve bedevi yaşam için de söyleyebiliriz. Ayrıca yargıçlığın babadan oğula geçen bir saltanat gibi olduğunu ve bazı ailelerin onunla şöhret bulduğunu, çocukların babalarından gördükleri olaylar ve problemlere karşı verilen hükümleri devralmalarını uzak bir olasılık olarak görmüyoruz.
îkinci olarak: Yargıçların zorlama noktasındaki olumsuz durumu ve açığı hiç kuşkusuz ailevi, kabilesel, antlaşma, dostluk ve himaye gibi türleriyle sosyal asabiyet gelenekleri tarafından kapatılıyordu. Bu da ayrıca söz konusu büyük asabiyetin etkisini ve arap toplumunda vazgeçilmez bir zaruret olduğunu ortaya çıkarmaktadır.

Yargının bu düzen ve kaideleri Peygamber'in peygamberlikle görevlendirilmesinden, hatta Peygamber'in hicretinden sonra uzunca bir süre öyle devam etti. Sonra, ayetlerde açıkça görüldüğü gibi, İslami otoritenin gelişmesi ve yerleşmesiyle bu konuda gelişme kaydedildi. Artık zamanla Peygamberin Önünde mahkeme olmak, çağırdığında onun çağrısına kulak verip gelmek, hüküm verdiğinde onun hükmünü uygulamak, onların adetlerine göre serbest olduğu halde şimdi zorunlu hale gelmişti, suç işleyenlere ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlara karşı amme hukukunun takipçisi ve İslami otorite ve yargının temsilcisi olan Peygamber tavır alıyor ve onları cezalandırmaya başlıyordu.
Yanısıra, Nisa 60-61. ayetleri, Arapların yanında mahkemeleşmeyi alışkanlık haline getirdiği bir takım Yahudi yargıçlar bulunduğunu ilham etmektedir. Öyle ki tefsircilerin cumhuru 60. ayetteki "Tağût" kavramının Yahudi bir yargıç olan Kab b. Eşrefi kastettiğini söylemişlerdir. Tercihe şayan odur ki, Medine ve çevresinde yaşayan Araplar bunu yapıyordu. Çünkü daha öce belirttiğimiz gibi, Mekke ve Taif te önemli sayılan Yahudi bir azınlık yoktu. Aynı zamanda Maide 41-42. ayetleri Yahudi bilgin ve Rabbanilerin Yahudilerden problem sahibi bulunan kimselerin arasında yargı görevini üstlendiği ve Tevrat Yasası'na göre hüküm verdiğini ilham etmektedir. Ayetler, onların Müslümanların Önünde mahkemeleşmek istediklerinde bu haklarına yine sahip olduklarını, yalnız bu hükümlerinin Tevrat'tan kaynaklanmış olması şartıyla Önceki uygulamalarının değişmediğini ilham etmektedir. Muhtemelen bu durum Mekke veya Hicaz'ın başka bölgelerinde yaşayan Hıristiyanlar için de geçerliydi ve Maide 47. ayeti de bunu ilham ediyor.

4. Sınıfsal Farklılıklar

Bu konuda, daha önce açıkladığımız konular ve çıkarımlar; belli ailelerden merkezi ve hakları miras yoluyla babadan oğula geçen Ahmas sınıfının varlığı, insanlara uygulamaları için çıkardıkları yasalar ve gelenekler, kendilerinin insanların üstünde bir takım imtiyazlara sahip olduğu şeklindeki anlayışları, Mekke ve Taifte dini ve sivil nüfuzu ve başlıca yüksek makamları temsil eden Eşraf ailelerinin miras yoluyla aldıkları imtiyazlar, ifâze ve icâze -bu ikisi, hac ile ilgili, o dönemde başkanların hacılara verdikleri isimlerdir -Haram Ayların geciktirilmesinde insanlara önderlik yapma hakkına sahip olan çevrelerin bu haklarını miras yoluyla devralmaları, miras yoluyla hakimliği ve yargıçlığı devraldıklarını tercih ettiğimiz hakimler ve yargıçlar sınıfı, sonra liderlikleri çoğu zaman babadan oğula geçen kabile başkanlarının, işleri idare edenlerin ve otorite sahiplerinin, evet bütün bu saydığımız sınıfların durumuna ilişkin daha önceki açıklamalarımız, Peygamberlik ve öncesi çevrede herhangi bir sınıfsal düzen olup olmadığını soruşturmamıza neden olmuştur. Biz bu noktayı soruştururken "düzen" kavramını biraz değişik anlamda kullanıyoruz. Hindistan'dakine benzer sınıfsal bir ayrılık var mıydı? İnsanların bir kısmını diğerinden farklı imtiyazlara sahip kılan bir yapı mevcut muydu? Yüksek sınıflar-alçak sınıflar, hizmete koşulan ve hizmet edilen sınıflar, soylular, seçkinler-tebaa ve avam sınıfları var mıydı?...
Biz bu soruyu olumlu şekilde cevaplandırmaya meylediyoruz. Daha önce arzettiğimiz ayetler, onlarla ilgili olarak tesbit ettiğimiz delaletler ve karineler ayrıca onları destekleyen siret rivayetleri ve olayları bu müsbet şekildeki cevaba müsaittir. Özellikle büyükler sınıfının Kur'an'ın kendilerine değil de Peygamber'e indirilişini reddetmelerini hikaye eden Zuhruf 31-32. ayetleri bu konuda açık bir delil oluştururlar.

Bu cevabı destekleyen ve pekiştiren başka ayetler de vardır. Aşağıda bunları görüyoruz:
1 Öyle ki (o gün) kendilerine uyulanlar, kendilerine uyanlardan kaçmışlardır. Onlar azabı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar da parçalanıp kopmuştur. (Bakara, 166)
2 Ve dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar da bizi yoldan saptırmış oldular. (Ahzab,67)
3 Zayıf olanlar büyüklük taslayanlara: Hayır, siz gece ve gündüz hileli düzenler (kurup) bizim Allah'ı inkar etmemizi ve O'na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz" dediler, (Sebe', 33)
4 Ateşin içinde karşılıklı delillerle tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklenenlere derler ki: "Gerçekten biz, size uymuş olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir misiniz? (Mü'min, 47)
5 Ey iman edenler, bir kavim (başka bir) kavimle alay etmesin, belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. (Hucurat, 11)
6 Ey insanlar, gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler olarak kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün olanınız, takvaca en ileri olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah bilendir, haber alandır. (Hucurât, 13)

Biz, insan toplumunda sınıflar arası ayrılıkların her zaman ve mekanda var olan bir şey olduğuna, Peygamber Asrı ve çevresinde varlığı ayetler tarafından ilham edilen ayrılıkların genel olarak normal ayrılıklar türünden bir şey olduğuna inanmıyoruz. Bu ayetler ve daha önce değindiğimiz liderliklerin, makamların, başkanlıkların, dini imtiyazların miras yoluyla babadan oğula geçişi bu asırda ve çevrede oturmuş ve kabul görmüş sınıfsal ayrılıkların varlığı konusundaki görüşümüzü destekleyen güçlü deliller vardır.
Hucurat 13. ayeti insanların yaradılışta, hayat haklarında, hayatta özgür olma hakkından yararlanmada eşit olduğunu haykıran ve yankı yapan bir çıkış mesabesindedir. Buna göre Allah katında insanların en değerli olanları, dini ve dünyevi görevlerini Allah'ın ululuğunun bilincinde olarak yerine getiren muttakîlerdir. Alışageldikleri sınıfsal geleneklere göre ulu, büyük ve eşraf evlerine mensub olanlar olmadığını bildirmektedir, işte bu haykırış o çevrede sınıfsal ayrılıkların bulunduğunu gösteren en güçlü karinelerden birini oluşturmaktadır. Bu sınıfsal ayrılıkların yıkılması hedef alınmıştır. Haklar ve görevlerde insanların eşit olduğu ilkesinin yerleştirilmesi amaçlanmıştır. Pek tabiidir ki bu ayetle beşeri toplumlarda hâlâ değişmez bir yasa olarak yürürlükte bulunan ve bir kısmının fakir bir kısmının zengin, bir kısmının güçlü, bir kısmının zayıf, bir grubun çok, diğer grubun az olması vesaire... kastedilmemiş ve hedef alınmamıştır...

5. Peygamberlikten Önce Araplarda Kölelik

Kölelik, sınıfsal ayrılıkların gizlenemeyecek görüntülerinden biridir. Peygamberlikten önceki Peygamber Asrı'nda ve çevresinde, köklü geleneklerden biriydi. Geniş ölçüde yayılmış bulunuyordu. Bu nedenle ve ayrıca bir önceki konuyla olan ilişkisi dolayısıyla bu konuya ayrı bir fasıl ayırmayı uygun gördük. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki kölelik hali sırf Arap toplumuna özgü bir uygulama değildi. Daha önceki asırlardan kalma değişik ülke ve toplumlarda genel ve kapsamlı bir düzen halini alan bir uygulamaydı kölelik.
Kölelik ve köle ile değişik amaçlar ve yöntemlerle ilişkili bulunan pek çok Kur'an ayeti vardır. Dolayısıyla bunlardan hareketle Araplardaki köle ve kölelik hakkında pek çok şeyi tesbit etmek mümkündür. Şimdi bu ayetleri verelim:
1 Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı. Özgüre karşı Özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi... (Bakara, 178)
2 Müşrik kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın iman eden bir cariye, müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de İman edinceye kadar nikahlamayın; iman eden bir köle, müşrik bir erkekten daha hayırlıdır... (Bakara, 221)
3 ...ve sağ ellerinizin malik olduklarına (kölelere) güzellikle davranın. Çünkü, Allah, büyüklük taslayıp da böbürleneni sevmez. (Nisa, 36)
4 Şehirde (bir takım) kadınlar; Aziz (Vezir)'İn karısı kendi uşağının nefsinden murad almak istiyormuş... dediler (Yusuf, 30)
5 Allah hiç bir şeye gücü yetmeyen ve başkasının mülkünde olan ile, tarafımızdan kendisine güzel bir rızık verdiğimiz, böylelikle ondan gizli ve açık infak eden kimseyi örnek olarak gösterdi; bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah'ındır, fakat onların çoğu bilmezler. (Nahl, 75)
6 Allah bir örnek verdi. Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahihleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer, 29)
7 Ve onlar, ırzlarını korurlar; Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu (cariyeler) başka; çünkü onlar kınanmazlar. (Meâric, 29-30) Ayrıca Bkz: (4/3, 24-25; 24/32-33; 24/31 ve 58; 30/28; 52/24; 56/17)
Bu ayetler demeti inişlerinden önce de Araplar tarafından, bilinen Arapça kavramları ihtiva etmeleri nedeniyle, aşağıdaki kaideleri çıkarmak mümkündür:
1- Arap çevrelerde kölelik yaygın bulunuyordu.
2- Erkekler de kadınlar da köle sahibi olabiliyorlardı.
3- Araplardan, büyük sayılarda kölesi bulunan kişiler vardı.
4- Kölelik hem erkekleri hem de kadınları kapsıyordu.
5- Köle için değişik kavramlar kullanılıyordu: Erkeklerden tek kişiye "Abd' köle, çok kişiye "îb'ad' köleler, Kadınlardan tek kişiye "el-Eme"/Cariye, çok kişiye "el-tma"...Cariyeler adı veriliyordu. Ayrıca onlara "Memlûk", "Ğilmân", "Vildân", "Fetâ" ve "Fetât" isimleri de veriliyordu... Gılmân ve Vildân kavramlarının kullanılmasına bağlı olarak "Gulam" ve "Veled" kelimeleri de kullanılmaktaydı.
6- "Fetâ" ve "Fetât" kavramları lutufta bulunma ve sevgisini tezahür etme türünden ifadelerdi. "Gılmân" ve "Vildân" kavramları ise büyük yaşlara gelmemiş ve sahiplerinin özel hizmetlerini gören erkek kölelere özgü olarak kullanılırdı.
7- Erkek için "Abd' köle, kadınlar için "el-Eme"/cariye kavramları genellikle yaygın olan kavramlardı. Ve bu sözcükler "Hür' özgür erkek, "Hurra 'özgür kadın kavramlarının karşıtı olarak kullanılıyordu.
8- "Abd" kavramı boyun eğme anlamına gelen ibadetten türemedir. Onun içindir ki, insanların Allah'a karşı konumlarım belirlemekle ilgili gelen ayetlerin pek çoğunda bu kavramın tekil ve çoğul olarak kullanıldığını görüyoruz. Özellikle Allah'a karşı peygamberin, salih kimselerin ve meleklerin konumları belirlenirken bu sözcük kullanılmıştır. Bunun yanında lütuf ve şeref verme anlamını vermek için müsait yerler de vardır. Zira Allah'a boyun eğiş gerçek boyun eğiştir. Onda insanın insana kulluğunda mevcut olan horlanma ve zillet yoktur.
9- Bir köleye ya da cariyeye birden çok adam ortak olarak sahip olabiliyordu.
10- Ona iyi davranilmasmın tavsiye edilmesinden, kölelerin zaman zaman sahiplerinden kötülükler ve katılıklarla karşı karşıya geldiği anlaşılmaktadır.
12- Köle sahipleri kölelerini ve cariyelerini kendi çeşitli işlerinde ve hizmetlerinde çalıştırıyorlardı.
13- Köle, sahibi ile anlaştığında, kendisini sahibinden satın alabiliyordu. Bu satın alışın yollarından biri de "Mûkâtebe" idi. Mukâtebe, kölenin kendisine karşılık efendisine belli bir zaman süresinde belli bir mal getirmeye söz vermesidir. Tabii ki, kölenin efendisi onun bu malı kazanması için ona müsaade edecektir. Nur Sûresi 32. ayetinden anlaşılan da budur. Çünkü ayette alışılagelen bir duruma teşvik edildiği ilham edilmektedir.
14- Cariye sahipleri, cariyelerini evlendirmekte kolaylık göstermiyorlar idi. Bu da cariyelerin temelli fuhuşla uğraşmalarına neden oluyordu.
15- Cariye sahipleri, istediği kadar cariyesiyle nikah sözleşmesi yapmadan evlenebiliyordu. Bu konuda belli bir sayı yoktu, onlar kendisinin malı olduğundan onları istediği şekilde kullanabiliyordu. Ve bu evlilik olarak adlandırılmıyordu.
16- Köle ve cariye efendilerinin izni olmadan evlenemezlerdi.
17- Özgür olan biri, efendisi izin verdiğinde bir cariye ile evlenebilirdi.
18- Özgür erkekler açısından cariyelerle evlilik rağbet edilen bir şey değildi. Genellikle köleler onlarla evlenirdi. Eğer özgür biri onlarla evlenirse fakirliği nedeniyle, özgür bir kadınla evliliğe gücü yetmediğinden evlenirdi.
19- Bir köleden dolayı bir özgür kişiye kısas yapılması uygun değildi. Özgür biri bir köle öldürdüğünde öldürülmezdi. Fakat köle özgür olanı öldürdüğünde tabii olarak öldürülürdü.
20- Cariyeler daha fazla zinaya bulaşıyor ve onda yoğruluyorlardı.

Tabloyu tamamlamak için sözü edilen Kur'anî çıkarımlara, mütevatir rivayetlere dayanarak bazı gelenekleri ilave edeceğiz:
1- Köle, değerli ve menkul mallardan sayılırdı. Alınır, satılır, miras bırakılır ve kiralanırdı.
2- Cariyelerin efendilerinden olan çocukları özgür sayılırdı. Yalnız anneleri kök olduğundan "melez" (Hecîn) diye ayıplayıcı bir ad takılırdı.
3- Cariyelerin özgür kocalarından olan çocukları efendilerinin kölesi sayılırdı. Aynı şekilde cariyelerin köle olan kocalarından çocukları da öyleydi.
4- Bir cariyenin sahibinden bir çocuğu olduğunda ona "ümmü veled" denilirdi, Artık onu satmak, almak ve bağışlamak doğru olmazdı ve efendisinin ölümü ile özgür olurdu.
Burada anlattıklarımızdan anlaşıldığına göre kölenin önemi büyüktü. Bu asır ve çevrede Önemli bir yer işgal ediyordu. Ekonomi ve geçimin büyük yükü onun sırtındaydı. Durum bu olduğuna göre, insanların özellikle liderlerin, başkanların ve zenginlerin çok köle sahibi olmaları, onları ekonomik ve geçim hayatlarının vasıtalarından önemli bir parça olarak kabul etmiş olmaları makuldür.
Köleliğin birinci kaynağı malum olduğu gibi savaşta esir almaktır. Düşman kabilesini yenen kabile, çocukları hatta erkekleri esir alıp onları köleleştirebilir ve onlara karşı, efendinin kölesine yaptığı muameleyi yapabilirdi. Arapların kadınlardan hoşlanmamaları esir düşme utancının korkusuydu ya da bu korku onun nedenlerinden biriydi. j
Mütevatir rivayetlerden anlaşıldığına göre Arapların yanında bulunan kölelerin çoğu siyah tenliydi. Bu da onlarin Sudan ülkelerinden toplandıklarını göstermektedir. Ya da siyah tenli bir nesil daha önceleri oraya hicret etmiş ya da sürülmüş, orada yayılmış, çoğalmış fakat bu kölelik damgasını üzerinden atamamış kalmıştır.
Yine rivayetler tevatürle bildirmektedir ki: Bu kölelerden Habeşistanlı, Bizanslı, Mısırlı ve Kaldanîli kimseler de vardı. Bu da Hicaz tüccarlarının ticaret kervanlarıyla ulaştıkları ülkelerin pazarlarından çeşitli yönlerinden yararlanmak için bazı köleler satın aldıklarını göstermektedir. Biz bu kölelerden bazılarının sanat sahibi ve hizmette mahir olduklarını, bazılarının okur-yazar olduklarını tercih ediyoruz.

6. Kur'an'la Köleliğin Ortadan Kaldırılma Çabalan:

Kur'an'da yer alan bir dizi ayet boyunları açmaya -köleleri azad etmeye- işaret edip teşvik etmekte, bu yolla Allah'a yaklaşmaya çağrıda bulunmaktadır. Bunu günahlara keffaret olarak kabul etmeye davet etmektedir. Gelecek örneklerde bunu görüyoruz:
1 Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz, iyilik değildir. Ama Allah'a,ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; ona olan sevgisine rağmen, malı yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya, isteyip dilenene ve kölelere veren... (Bakara, 177)
2 ...Kim bir mü'mini hata sonucu öldürürse, mümin bir köleyi özgürleştirmesi ve ailesine teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir... (Nisa, 92)
3 Ancak yeminlerinizle bağlandığınız sözlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Onun keffareti, aiIelerınizdekilere yedirdiklerinizin ortalamasından, on yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır... (Maide, 89)
4 Ancak o, sarp olan yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nerden bileceksin? Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir. (Beled, 11-13) Ayrıca Bkz: (9/60; 58/3)

Bu ayetler müslümanlar için bir yaşama, kölelere yumuşak davranma ve onları azad etme ile ilgili İslam çağrısının hedeflerinden birini içeriyorsa da bu, peygamberlikten önce de Araplar yanında köle azad etmenin bilinmeyen bir şey olduğunu söylemek zordur. Hatta Beled Sûresi ayetleri boyunları açmanın istenen bir üstünlük vasıtası olduğunu kuvvetle telkin edecek bir kiple ifade edilmiştir. Öte yandan Bakara 177. ve Tevbe 60. ayetleri bu işin alışılagelen bir şey olduğunu ilham etmektedir. Sonra mütevatir olan Arap rivayetleri bunun pratik olarak görülen bir realite olduğunu, insanların rahatını düşünenler ve şahsiyet sahibi kimselerin kendisinde yarıştığı önemli iyiliklerden biri olarak sayıldığını, insanların bu tür eylemleri Allah'a ya da Tanrılarına şükür amacıyla yapmayı adadıklarını bildirmektedir.(30)
Bu iyiliği bizzat Peygamber de peygamberlik gelmeden önce yerine getirmişti. Hz. Hatice'nin kölesi Zeyd b. Harise'yi bağış olarak kabul etmiş ve onu azad ederek evlad edinmiştir. Aynı şekilde Ebu Bekir de işkence gören bazı müslüman köleleri sahiplerinden satın alarak azad etmiştir. Bu olay İslam çağrısının başlarında gerçekleşmişti. (31)
Azad edilen köle kendisini azad edene dostluğunu sürdürüyordu. Öldüğü zaman varisi yoksa varis oluyordu. Varisleri varsa mirasından bir pay alma hakkına sahipti. Bu gelenek İslam'a da geçmiştir. İslam fıkhında bu mesele "Azad etme dostluğu" ya da "Azad etme dostu" diye bilinmektedir.
30 Usdu'l-Ğâbe, II, 168
31 ibnHişam, I; 288-290

dost1
13. June 2011, 12:32 AM
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Düşünce Hayatı

A) Kur'an Dili ve Arapların Aklı Gucu
B) Eğitim Seviyesi, Sosyal ve Pratik Bilimler
C) Arapların Yerleşik Konumlarını Savunma Ruhu


A) KUR'AN DİLİ VE ARAPLARIN AKLİ GÜCÜ:
Bir ulusun herhangi bir asırdaki dili, ulusun o asırdaki akli güçlerinin ölçütlerinden biridir. Çünkü dil, insanın zihnindeki düşüncelerin ve anlamların, hissedilen değişik ihtiyaçların ifade edilmesi için bir vasıtadır. Eğer herhangi bir ulus, herhangi bir asırda dil kaynakları ve ifade yönünden zayıf düşmüş ve bu alandaki çalışma alanı daralmışsa bu, söz konusu ulusun o asırda ufkunun daraldığını, marifetlerinin, deneyimlerinin ve akli güçlerinin zayıfladığını gösteren kesin bir delil olur. Bunun tam tersi olarak zengin bir dil hazinesine ve değişik düşüncelere ve anlamlara elverişli ince ifade biçimlerine sahipse, sözcükleri zengin ve bol ise, bu da o ulusun zihninin zindeliğine, ufkunun genişliğine, düşünce ve deneyimlerinin güçlülüğüne ve akli diriliğine delil olur. Bu nedenle biz dili, Arapların akli güçleri için bir ölçüt olarak ya da Peygamber asrı ve çevresinin düşünce hayatının görüntülerinden biri olarak aldığımızda doğru bir yaklaşımla bulunmuş olmaktayız.
Bu asrın ve çevrenin dili için elimizde, Kur'an dilinden daha doğru, daha sağlam-güvenilir ve daha zengin bir tablo yoktur. Bir taraftan o, Peygamber'in tebliğ ettiği gibi hiç değişmeden bize kadar geldiğinde herhangi bir kuşku ve şüpheye yer bırakmayan bir metin; diğer taraftan da, bu asırdan kalan her türlü şaibeden uzak, sağlam ve yazılı olarak bize kadar ulaşan biricik kaynaktır. Bu asrın ve çevrenin sözleri olduğu rivayet edilen başka herhangi bir söz için bu kadar güçlü ve kesin olarak konuşma imkanına sahip değiliz. Çünkü bunların hepsi ancak uzun bir zaman sonra yazılmışlardır. Bu uzun seneler boyunca söz konusu rivayetler dilden dile dolaşmış, değişikliğe, tahrife, arttırmaya, eksiltmeye, hatta birleştirmeye ve uydurmaya, heva ve heveslere, çirkin emellere maruz kalmışlardır.
Bizim inancımıza göre Kur'an dilinin, Peygamber asrının ve çevresinin dilini özel bir şekilde temsil ettiğinde hiç bir tartışmaya ve kuşkuya yer yoktur. Daha önceki fasılda biz bu meseleyi kesin olarak tesbit etmiş ve onunla ilgili olan bir dizi Kur'an ayetini nakletmiştik. Bu ayetler sözünü ettiğimiz yaklaşımı açık ve güçlü olarak desteklemektedir. Orada Kur'an nasslarına dayanarak vardığımız sonuç şu olmuştu: Kur'an dili, müfredatı, ıstılahları, terkibleri, istiareleri ve teşbihleriyle, ana hatlarıyla -azlık/çokluk, darlık/genişlik meselesinden sozetmeden- genel olarak Araplarda, özellikle peygamberlikten önceki Peygamber'in çevresinde ve asrında alışılagelen, anlaşılan ve kullanılan bir dildi.

Biz daha önce kullandığımız gibi burada da "ana hatlarıyla" ifadesini tekrar kullandık. Bununla dediklerimize şunu ilave etmek istiyoruz: Her toplumda -hatta öğretimin kolaylaştığı, araçlarının geniş bir alana yayıldığı toplumlarda bile- bireyler arasında anlayışta ve dilin kullanımında, güzel ifade ve karşılamada, dikkatli kullanımda, engin nüfuzda, güzel üslub ve tezyinde, kelime zenginliğinde bir takım farklılıklar bulunması normaldir. Bu farklılıklar akli güçlerinde, zeka keskinliğinde, geniş bilgilerinde, deneyimlerinde, ilim ve marifet zenginliğinde bir takım farklılıkların görüntülerinden bir görüntüdür. Bunun içindir ki biz bir tek ulusta ya da o ulusun toplumlarında bireylerin kendi ihtiyaçlarını ve duygularını ifade etmek için iki bin kelimeden fazlasını zihninde taşımadığını ve kullanmadığını görüyoruz. Bunun yanında yine aynı dilin onbin kelimesini ya da fazlasını kendi ihtiyaçlarını görme ve duygularını ifade etmek için kullanan bireyler de vardır. Bununla beraber dil, tüm müfredatı, terkibleri, ıstılahlarıyla tüm ulusun genel dili olmaya devam eder. İsterse bireylerin dildeki payları farklı farklı olsun fark etmez. Bu genel yasanın Peygamber'in asrı ve toplumu olan Arap ulusu için de geçerli olacağı tabiidir. Kur'an'daki dil üstünlüğünün, kullanımın, üslubun, geniş kapsamlılık ve ifade yönünden o asırdaki Arap ulusunun çoğunluğuna hitab ettiği kesindir. Bazı yazarların Kur'an dilinin insan akıllarının üstünde, onların ulaşabileceği, idrak edebileceği, Özellikle de anlayabileceği seviyeden daha yukarıda olduğunu iddia etmeleri bir taraftan vakıa ile bağdaşmamakta, diğer yandan Rasul'un görevi ile uyum arzetmemektedir. Zira Rasul'un görevi tüm insanlarla ilişki kurmak, farklı gruplara ulaşmak, bizzat zorunlu olarak Peygamber'in dili olan Kur'an diliyle onlara hitab etmek, kendilerine Kur'an okumaktır. Bu aynı zamanda pek çok Kur'an ayetleri tarafından vurgulanan bir gerçektir. Onlardan aşağıdaki örnekleri verelim:

1 ...(Bu) ayetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyden haberdar bulunan (Allah) tarafından birer birer açıklanmış bir Kıtap'tır. (Hud, 1)
2 ...Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler. (Nahl, 44)
3 Onu bir Kur'an olarak, insanlara dura dura okuman için (bölüm bölüm) ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik. (İsra, 106)
4 Hamd, Kitab'ı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir. Dosdoğru bir (Kitab) ki, kendi katından şiddetli bir azabla uyarıp-korkutmak ve salih amellerde bulunan müminlere müjde vermek için; (ki) şüphesiz onlar için güzel bir ecir vardır. {Kehf, 1-2)

Kur'an'da müşriklerin Kur'an'la mücadeleleri ile ilgili gerçekten çok ayet vardır. Ve bunlar açıkça onu tümden anladıklarını ve bununla ilgili olarak tartıştıklarını göstermektedir. Onların Kur'an'ın uslubunda tam bir biçimde şekillenmiş ve kenetlenmiş hikaye edilen sözleri, Kur'an'ın onları yaklaşık anlamıyla kendi üslubuna uygun biçimde hikaye ettiği farzedilse dahi bu iddia, onların sözlerinin kendi müfredatlarında ve uslublarında Kur'an'ın müfredatına ve uslublarma benzemediği anlamına gelmez. Aynı şey gerçekten sayılamayacak çoklukta müslümanların ve ehli kitabın Kur'an'a karşı tutumlarını hikaye eden pek çok ayet için de söylenebilir. Bu tutumlar gerçekten sayılamayacak kadar çoktur, her uzun ve orta sûrede onlara değinilmiştir. Şimdiye kadar geçenler arasında bulunan pekçok örneği vardı. Onun için burada bir kaç Örnek daha vermekle yetineceğiz.

1 Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size rahmet edilsin(A'raf, 204)
2 Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman: "İşittik" dediler. "İstesek biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir." (Enfal, 31)
3 Bir sûre indirildiğinde onlardan bazısı: "Bu, hanginizin imanını artırdı?" der. ancak iman edenlere gelince; onların imanını arttırmıştır ve onlar müjdeleşmektedirler. (Tevbe, 124)
4 Onu bir Kur'an olarak, insanlara dura dura okuman için (bölüm bölüm)ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik. (îsra, 106)
5 Tâ, Hâ, Biz sana bu Kur'an'ı güçlük çekmen için indirmedik, İçi titreyerek korku duyanlara ancak öğüt-hatırlatma (olsun diye indirdik). (Taha, 1-3)
6 Küfre sapanlar dediler ki: "Bu (Kur'an), olsa olsa ancak onun uydurduğu bir yalandır, onu kendisi düzüp uydurmuş ve ona bîr başka topluluk da yardımda bulunmuştur." Böylelikle onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira İle geldiler. Ve dediler ki: "(Bu,) geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." (Furkan, 4-5)
7 Küfre sapanlar dediler ki: "Kur'an ona tek bir defada toplu olarak indirilmeli değil miydi?" Biz onunla senin kalbini sağlamlaştırmak için onu böyle (ayet ayet indirdik) ve onu belli bir okuma düzeniyle (tertiİ üzere) düzene koyup okuduk. (Furkan, 32)
8 Küfredenler dediler ki: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin ve onda (okunurken) yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz." (Fussilet, 26)
Ayrıca Bkz: (16/44, 64; 27/92; 46/12)

Peygamber'in ilişkisi, tabiatıyle medeni-bedevî, Mekkeli-Mekkeli olmayan, Hicazlı-Hicazlı olmayan, okuma-yazma bilen-okuma-yazması olmayan/ümmi hatta asil Araplar ve Arapçayı zar zor konuşan ya da sonradan öğrenen yabancı/a'cemilerle ilgili idi. Onlarla ilk ilişki kurup hitab ettiği şey onlara Kuran ayetlerini okumaktı. Bu değişik ve çeşitli sınıflarda, topluluklarda Kur'an dilinin anlaşılmayan birşey olduğunu söylemek makul bir şey olmaz.
Bizim görüşümüze göre Peygamber toplumunda ve asrında Kur'an dilini derin bir anlayışla anlayan ve onu kullanan bir sınıfın varlığı -isterse bu sınıf şehirlerdeki aydın tabakayla sınırlı kalsın- geri kalan diğer sınıfların ve kesimlerin çoğunluğunun, onu ana hatlarıyla anlamaları söz konusuydu.
Kur'an dilinin üstün seviyesi, beyan gücü, uslub üstünlüğü, ifade belagatı, mana enginliği, ifade inceliği, parlak delil getirişi, geniş alanları kapsaması, kaynak zenginliği, sanatlarını dile getiren eski-yeni pekçok kitap; alimler, ahlakçılar, edebiyatçılar ve filologlar tarafından kaleme alınmıştır. Öyle ki onlara ilave edilecek bir şey kalmamıştır. Şu kadar var ki: Bunların hepsinin Peygamber'in çevresi ve asrının Arap aklının bir yönüne ışık tutmuş olabileceği düşünülebilir. Onun akü hayatının görünümlerinden biri olarak ortaya çıkabilir. Bunu aynı zamanda onların maddi ve geçim hayatının bir tablosu olarak da değerlendirebiliriz: Herhangi bir asırda zihnindeki anlamları ve ihtiyaçları bu şekilde ifade edebilecek, kafasında dönen düşünceleri bu dille gündeme getirebilecek bir çevre, beyanında güçlü, üslubunda parlak, ifadesinde beliğ, anlamlarında etkili, söyleyişinde ince, dikkatli, delil getirmesinde güçlü, ele alışında geniş, kaynağında ve sanatlarında zengin bir dili kullanan bir ulus genel olarak parlak bir akla, keskin bir zekaya, cevval ve zinde bir zihin gücüne, ufukların, deneyimlerin ve marifetin genişliğine sahip olmalıdır.
Denebilir ki: Muhakkak Kur'an Allah kelamıdır. Arapların akli gücünün onunla mukayese edilmesi doğru olmaz. Kur'an tüm kafirlere önün gibi bir söz, bir sûre, birkaç sûre yapmaları için meydan okumuş, gelecek Mekki ayetlerde görüleceği gibi onlar ona karşı aciz kalmışlardır:

1 Yoksa: "Bunu kendisi yalan olarak uydurdu" mu diyorlar? De ki:"Bunun benzeri olan bir sure getirin ve eğer gerçekten doğru sözlüler iseniz, Allah'tan başka bütün güç yetirdiklerinizi de çağırın." (Yunus, 38)
2 Yoksa: "Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Haydi siz, yalan üzere uydurulmuş olan onun benzeri on sûre getirin "ve eğer doğru sözlüler iseniz, Allah'tan başka güç yetirdiklerinizi de çağırın." (Hud, 13)
3 De ki: "Eğer bütün ins ve cin (toplulukları) bu Kur'an'ın bit benzerini getirmek üzere toplansa, onun bİr benzerini getiremezler." (İsra, 88)
4 Yoksa "Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar? Hayır, onlar İman etmiyorlar. Şu halde, eğer doğru sözlüler İseler, onun benzeri bir söz getirsinler. (Tur, 32-34)

Fakat biz biliyoruz ki: Bu meydan okuyuş ve onların ona karşı aciz durumda kalışları burada belirtmeye çalıştığımız konuyla çelişmemektedir. Yani Kur'an'ın hem maddesi, müfredatı ve terkipleriyle hem de, Peygamber asrının ve çevresinin dilinden oluşmasıyla aykırılık arzetmez. Onun dili değişik sınıflarına rağmen herkes tarafından alışılagelen ve genel olarak anlaşılan bir dildi. Özellikle de Aydın Sınıf için anlaşılan, alışılan, konuşma ve yazıda kullanılan bir dildi. Daha önce arzettiğimiz açık Kur'an beyanatı bu yaklaşımı kesin bir şekilde pekiştirmektedir.
Ayrıca diğer bir taraftan, insanlar usta şâiri, belâgatlı konuşan hatibi dinliyor, dahî yazarı okuyor onların sözlerini mükemmel olarak arılıyorlardı. Özellikle de onlardan kültürlü olan sınıf burada hatırlanmaktadır. Dinledikleri ve okuduklarının inceliklerine kadar nüfuz ediyorlardı. Hiç bir zaman, onların okudukları ya da dinledikleri şeyleri kendi dillerinden değil, ya da kendi dillerinin sınıfından değil deyip geri çevirmemişlerdir. Sonra şairin parlak şiiri, hatibin akıcı konuşması, yazarın üslubu onların kendi dillerinin sınıfından dışarı çıkarmamıştır. Onların farklı yönleri sadece uslub üstünlüğündedir. Güçlü, parlak, üstün ifade, tatlı ve hoşa giden kullanımlar bu kişilere parlak ve üstün bir meziyet kazandırmış olmaktadır. İnsanlar da onun gibisini yapmaktan aciz kalmaktadır. Allah'ın ve kitabının bu konuda en üstün seviyede olduğu tartışma götürmez. Fakat bu, söz konusu sınıfın seviyesiyle, toplumun üstün edebî dilini kullananların seviyesi arasında kullanılan müfredat, kaynak, terkib, kurallar vesairede kopukluk olduğu anlamına gelmez. Böyle olmadığı zaman herhangi bir toplumdaki, çevredeki dil birliğinin sağlıklı bir biçimde anlaşılması mümkün olmazdı. Realiteler de bunu desteklemektedir. Herhangi bir asırdaki yazı, konuşma ve şiir arasında uslub, ifade ve parlaklık bakımından bir yakınlık bulunur, özellikle de üstün sınıf arasında bu yakınlığı gözlemek zor değildir. Bunun yanında pek çok kimseler üstün, parlak ve eşsiz bir uslub bulmakta zorluk çekmezler. Bu temel kuralların tabii bir olgu olmaları hasebiyle Peygamber asrı ve çevresi için de geçerli olacağına inanıyoruz.
Böylece başka bir açıdan anlaşılıyor ki, kafirlere karşı meydan okunan şeyler, Kur'an'da yer alan Rabbanilik, doğru sözlülük, çağrısının doğruluğu, delillerinin ve içeriğinin parlaklığı gibi konulardır. Yoksa onun kullandığı dil zenginliği, filolojik müfredat, söz, sözcük ve kurallar olarak dil sanatları değildir. Böylece mesele aydınlanmış, Kur'an'm, Kur'an dilinin Arapça olduğu, onun Arapların dili ve lisanı, Peygamber'in ve kavminin lisanı olduğunu belirtmesinin anlamı ortaya çıkmış ve aynı zamanda neden kâfirlere meydan okuduğu da anlaşılmış olur.
Kur'an'da, yalnız bize ait olmayan bu yaklaşımı destekleyen pek çok nasslar vardır. Meydan okuma ile ilgili ayetlerin önünde ya da sonunda buna' benzer yaklaşımları pekiştiren ayetler vardır. Gelecek ayetlere bakalım:

1 BuKur'an'ın, Allah'tan başkası tarafından, yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak o, önündekıleri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, o alemlerin Rabbindendir. (Yunus, 37)
2 Hayır onlar ilmini kuşatmadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulme sapanların nasıl bir sonuca uğradıklarına bir bak. (Yunus, 39)
Ayrıca Bkz: (11/14; 17/89; 52/29-32)

Öte yandan En'am ve Enfâl sûreleri'nde yer alan iki ayet daha vardır:

1 Allah'a karşı yalan yere iftira düzenden ya da kendisine hiç bir şey vah-yolunmamıgken bana da "Vahy geldi" diyen ve "Allah'ın indiidiğinİn bir benzerini de ben indireceğim" diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimİeri ölümün şiddetli sarsıntıları sırasında meleklerin de pençelerini uzatarak onlara:"Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah'a kargı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz," dediklerinde bir görsen. (En'am, 93)
2 Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman: "İşittik" dediler. "İstesek, biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu eskilerin efsanelerinden başkası değildir." ' (Enfal, 31)

Her iki ayetin ilhamına göre Peygamber'in çevresinden bir takım adamların Kur'an'ı hikaye etme, uydurma gücüne sahip olduklarını iddia ettikleri anlaşılmaktadır. Halbuki onların bu işten aciz olduğu kuşkusuzdur. Demek oluyor ki onların bu iddiada bulunması ancak Kur'an'ın kullandığı dil zenginliğinin, terkiblerinin, ifade sanatlarının kendilerinin, terkiblerine, dil zenginliğine ve ifade sanatlarına benzer olduğunu görmelerinden kaynaklanmış olabilir. Onlar bunların hepsinin kendilerinin eli altındaki olanaklar olduğunu düşünmüşler, yalnız bu Rabbani ve doğru ifadeyi, çağrının dosdoğru oluşunu parlak delil getirişini, hak olan davasını unutmuşlardı. Allah da bu açılardan Kur'an'ın benzeri olabilecek bir şey getirmeleri için kendilerine meydan okudu.

İlk etapta akla gelen bir yaklaşım da şudur ki: Onların sürekli olarak Peygamber'in Kur'an'ı uydurduğu şeklinde yaklaşımda bulunmaları ve bu yaftalamaların tekrar tekrar hikaye edilişi herhalde onların bu zihniyetlerinden kaynaklanıyordu.
Meydan okuyuşun ancak terkibler, dil zenginliği, uslub ve düzen üstünlüğünden kaynaklandığını söyleyen bazılarının sarf/vaz geçirme teorisine bağlı olduklarını biliyoruz. Onlara göre Allah bu kafirleri, sözü edilen açılardan Kur'an'ın bir benzerini getirmekten vazgeçirmiş, onlar da kendi dillerinden olduğu halde onu yapmaktan aciz kalmışlardır. Bu yaklaşımda da açıkça görüldüğü gibi Kur'an dilinin, dil zenginlikleri, üslubu nazmı ve filolojik sanatları yönünden Arapların benzerini yapabileceği şeyler arasında olduğu, eğer Allah onları vazgeçirmeseydi bir benzerini yapabileceklerinin itiraf edildiği görülmektedir. Onların böyle demelerinin nedeni Kur'an dilinin, sözlük zenginliği ve ifade sanatlarında Peygamber çevresi ve asrının dili olduğunu inkar edememelerinden kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşımın da böylece temelde bizim yaklaşımımızı desteklediği görülmektedir. Artık burada Allah'ın meydan okuduğu bir konuda, Arapları onu yapmaktan vazgeçirmesinin ne derece doğru olup olmadığını tartışmaya gerek yoktur. Çünkü bu durumda dahi sonuç, eğer Allah, onları vazgeçirmemiş olsaydı onlar Kur'an'ın bir benzerini getirirlerdi.
1 Bu ayetin nüzul sebebi için bkz' Ibn Hışam, VI; 32

■ Kur'an ayetleri ve uslublarında Peygamber çevresi ve asrında Arap dilinin sahip olduğu sanatları çıkarmaya yarayacak yerler vardır. Buradan hareketle Arapların akli gücünü, zihin zindeliğini ve sanat zevkini tesbit etmekte onları birer kriter olarak kullanmak mümkündür.
Bu sanatlardan biri "şiir"dir. Aşağıdaki görüleceği gibi bir dizi ayette şiire ve şairlere işaret edilmiştir:

1 Şairler ise; gerçekten onlara da azm-sapıklar uyar. Görmedin mi, onlar her bir vadide vehmedip durmaktadırlar ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylemektedirler. Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah'ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar başka. (Şuara, 224-227)
2 Biz ona (Peygambere) şiir öğretmedik; (bu) ona yakışmaz da. O, yalnızca bir öğüt ve apaçık olan bir Kur'an'dır. (Yasin, 69)
3 Ve derler ki: "Biz, deli bir şair için ilahlarımızı terk mi edeceğiz? Hayır, o, hakkı getirmiş ve gönderilen (peygamber)leri de doğrulamıştı. (Saffat, 36-37)
Ayrıca Bkz: (21/5; 52/30-31; 69/41)

Peygamber'in çevresinde ve asrında yaşayan Arapların şiirle uğraşılarının ayrıca açıklamaya ihtiyaç duymayacak bir şey olduğuna göre, bu açık olguya burada bir önemli şeyi daha ilave etmek doğru olacaktır. Bu asrın ve toplumun Arap şiiri, sanatında, belagatında, parlaklığında Kur'an diliyle paralel ve uyum içinde olmalıdır. Arapların Peygamber'i, şiir söylemek ve şairlik yapmakla suçlamaları, Kur'an'ın ayetlerini ve parlaklığını onlara sunarken kulak verdikleri bu üstün üslûba şiir demeleri bunu göstermektedir. Ayrıca bu kadar kesin olmakla beraber, o zamana nisbet edilişi az ya da çok tartışma götürecek yapıda bulunan, rivayet edilmiş şiir örnekleri de onların şiir seviyesini ortaya koymaktadır. Sonra herhangi bir asırda şairlik ve şairlerin gücü, Kur'an'm üstün seviyesi, gücü, parlaklığıyla yürüyecek bir üstünlüğe ve güce ulaşmış olan bir ulusun bu seviyesi, onların üstün duygularının, duygusal coşkularının, his ve hayal güçlerinin üstün bir dereceye ulaştığını terennüm eder. İlave edilmesi doğru olan olgulardan biri de, Kur'an'ın nazım olarak hiçbir şiir ihtiva etmemesine, manzum Arap şiirinin tipolojik şartlarına, birbiriyle denk iki bölümden ve beyit esasından oluşan Arap şiirinin hiçbir Örneğini içermemesine, sonra kasidenin her beytinin beyit sonlarında kafiye birliğini zorunlu olarak görmesine rağmen Arapların Peygamber'e şairlik ithamında bulunmasının nedenlerini soruşturmanın güzel olacağıdır. Acaba Araplar parlak ya da şiirsel anlamlar taşıyan beliğ sözleri, konuşmaları ölçülü ve kafiyeli olmasa da şiir olarak mı görüyorlardı? Yoksa ölçülü ve kafiyeli sözleri şiir olarak kabul ettikleri gibi uyum ve ahengi bulunan-konuşmaları, ölçüsüz de olsa, veya ölçülü sözleri uyumlu ahenkli olmasa da şiir olarak mı kabul ediyorlardı? Kur'an'da aruz bilginlerinin bildiği türden şiir olarak adlandırılacak ölçülü ve kafiyeli bir konuşma, söz yoksa da pek çok ayetlerde hatta sürelerde uyumlu ahenkli bir uslub ya da kafiyeli üslubun kullanıldığı kuşku götürmez bir gerçektir. Sonra Kur'an'da her iki türünde de cümle birbirine bağlı, iki bölümden oluşmasa da Recez'e benzeyen yerler vardı.

Gelecek örnekleri inceleyelim:
1 Güneşe ve onun parıltısına, Ona uyduğu zaman Aya, onu parıldattığı zaman gündüze, onu sarıp-örttüğii zaman geceye, göğe ve onu bina edene, yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve ona bîr düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu ve ondan sakınmayı İlham edene an-dolsun ki nefsini arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve ornı Örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. Semud (halkı) azgınlığı dolayısıyla yalanladı; En zorlu bedbahtsızları ayaklandığında, Allah'ın elçisi onlara dedi ki: "Allah'ın devesine ve onun su içme sırasına dikkat edin." Fakat onlar onu yalanladılar, deveyi de yere yıkıp öldürdüler. Böylelikle Rableri de günahları dolayısıyla onları yerle bir etti, kırıp geçirdi; orasını da dümdüz etti. (Allah, asla) Bunun sonucundan da korkmaz. (Şems, 1-15)
2 Soluk soluğa koşan (at)lara andolsun, (tırnaklarıyla) ateş saçanlara, sabah vakti baskın yapanlara, derken orada tozu dumana katanlara, bununla bir (düşman) topluluğun orta yerine kadar dalanlara. Hiç şüphesiz insan, Rabb'ine karşı oldukça nankördür. Ve gerçekten kendisi de buna şahiddir. Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı da çok katıdır. Yine de bilmeyecek mı? Kabirlerde olanların deşilip dışa atıldığı, göğüslerde olanların da derlenip devşirıldıği zamanı? ('Adıyât, 1-10)
Ayrıca Bkz: (53/1-12; 74/1-30; 69/19-24)
Bu konu ile ilgili olarak verilen örneklerin anlaşılabilmesi için ayetlerin orijinallerinin gözönünde bulundurulması ve eğer mümkünse Arapça olarak okunması gerekmektedir. (Çev.)


Bu ayetleri ve Kur'an'da yer alan pekçok benzerlerini, özellikle de Mekki olanlarını okuyan birisi manzum şiir olmayan fakat ondan uzak da bulunmayan, yabancı olmayan güçlü, etkili bir söz karşısında olduğunu farkedecektir. Şiirin zaruretleri adı verilen uyum ve ahenk için bir takım ileriye almalar, geriye bırakmalar da görecektir. Müddesir ve 'Adiyat ayetleri bunun en güzel örnekleridir.
Bunun yanında parlak Örneklendirmeleri, temsilleri, tavsirleri ve engin anlamları da mûşahade edecektir.
Soruşturduğumuz noktaya, Kur'an'dan destekli tam ve doyurucu bir cevap verme gücüne sahip olmasak da, şiir kavramının anlaşılan anlamının, manzum şiir olduğunu teslim etmekten başka çaremiz yoktur. Sonra genel anlamda şiir denince de manzum şiir söyleyen - yazan kişilere de şair dendiğini kabule yanaşmalıyız. Bunu ifade eden ve kesinlik ifade edecek dereceye ulaşan tevatür nedeniyle, bir de özellikle Şuara Sûresi ayetlerinde yer alan Kur'an'ın ortadaki karinesiyle diyebiliriz ki: Araplar eğer Kur'an'ın nazmı ve üslubunun parlaklığı, insanların içlerine, gönüllerinin derinliklerine etki eden gücü, yetkin temsilleri, parlak istiareleri ve tasvirlerini görmemiş olsalardı Peygamber'e şair demezlerdi. Tüm bunları gördükten sonra ölçü ya da nakarata takılmamışlardı. Özellikle bu kısa ayetlerde kafiyenin son harfinin benzeşmesi ya da kafiye, şiirin vurgusu ve edası olduğundan onların yaklaşımlarını güçlendirmiştir. Eğer bu yaklaşım doğru olarak kabul edilirse Peygamber asrında ve çevresinde yaşayan Araplara göre ya da en azından aydın sınıfına göre -ya da eğer ifade doğru ise onların edebiyatçılarına göre- şiirin alanı ve tanımı Aruz bilginlerinin kabul ettiği bilinen tanımdan daha geniş ve kapsamlı olacaktır. İşte bu tanım aynı zamanda yeni edebiyatçıların da kabul ettiği bir tanımdır. Onlar şiiri, manzum ve mansur olmak üzere ikiye ayırıyorlar. Şiirin Özellikleri arasında bütünlüğünü, parlaklığını sanatını ve güzelliğini beraber değerlendiriyorlar. Böylece anlaşılıyor ki, Peygamber asrının ve toplumunun edebiyatçıları, uzun asırlar sonra ulaşılabilen bir anlama kadar nüfuz etmişler, sanatsal bir zevke, ilham edilmiş bir öze/ruha, ileri bir görüş, geniş bir ufka ulaşmışlardı.
Fakat bizim bu yaklaşımımız gereği olarak Peygamber'in şair olması gerekmez. Kur'an, ona bunu söyleyenlerin dediklerini reddetmiştir. Onun şiir öğrenmiş olmasını da reddetmiştir. Şiir söylemenin ona yakışmayacağını ifade etmiştir. Bunlar tümüyle gerçektir. Her yönüyle doğrudur. Rivayetlerde mütevatir olarak Peygamber'in hiç bir şiir düzenlemediğini başkasının şiirlerini, beyitlerini misal olarak getirdiğinde aynı ölçü ve kafiyeye uymadığını, bazan ona işaret etmekle yetindiğini bildirmektedir. Bu aynı zamanda daha önce belirttiğimiz gibi Arapların Kur'an'da şiire, şiirin şekillerine, uslublarına, istiarelerine, teşbihlerine, edasına vurgusuna, bölümlerine benzer şeyler görüp onu "şiir"; Peygamber'i de şair olarak adlandırmalarına da aykırı değildir. Buna ilave olarak denebilir ki: Allah Teala bu olumsuzluk ve pekiştirme ile Peygamber'i Şuara ayetlerinde belirtilen sıfatlarla tanıtılan şairler sınıfından ayırıp dışarı çıkarmak ve onun peygamberlik ve risalet ile özellikle görevlendirildiğini bildirmek istemiştir. Onun rastgele söz söyleyen, her vadide dolaşan ve şairlerin yaptığı gibi yapmadığını söyleyen bir kimse olmadığını belirtmek istemiştir. Kur'an'ın ancak bir zikir ve açık bir okuyuş olduğunu, ona tabi olanların, şairlere tabi olan ve onlardan etkilenen sapıklardan olmadıklarını ifade etmiştir. Bunların hepsi belirtmeye çalıştığımız konuyu pekiştiren yaklaşımlardır. Ayrıca "O ancak bir zikir ve apaçık bir okuyuştur" ayetinin Yasin Sûresi ayetleri arasında yer alması da bizim belirtmeye çalıştığımız yaklaşımın doğru olduğuna güçlü bir delil olmaktadır. Çünkü Yasin Sûresi'nde, Allah'ın Peygamber'e şiir öğretmediği ve ona yakışmadığını belirtilmektedir. Bu ayeti takib eden ayet de bu yaklaşımı güçlendirmektedir. Metin olarak şöyle: "Aklı olanı uyarmak, kafirler için de sözü gerçekleştirmek için...11 (Yasin, 70)

Bunun yanısıra, Kur'an'ın şiire ve şairlere saldırısından şunları da çıkarmak mümkündür:
Birinci olarak: Buradan anlaşılıyor ki Peygamber toplumunda ve asrında şiire ve şairlere büyük önem veriliyordu. Kur'an'ın hedeflerinden biri de buna karşı koymak ya da toplumdaki önemine gölge düşürmekti. Böylece şiire değil Kur'an'a, şairlere değil Peygamber'e zemin hazırlanmış olacaktı.
İkinci olarak: Kafir olan şairlerin, İslamî dönemde şairlerin oturmuş konumlarından, etkilerinden ve toplumda el üstünde tutulmalarından dolayı takındıkları menfi tavırların vurgulanması. Şuara Sûresi'nin son ayetinde müminlerin kötülenmeden istisna edilişi, Peygamber'in şartlarla uyuşmaya, şiirin ve şairlerin konumuna değer vermeye mecbur kaldığını, müslümanların şairlerini, kafirlerin şairlerinin saldırılarını savmaları ve aynıyla karşılık vermeleri için onları cesaretlendirmek zorunda kaldığını göstermektedir, işte bu istisnada bir aralık bir cesaret veriliyordu.

Üçüncü olarak: Bu toplumda ve asırda yaşayan şairlerin karşılıklı atışmaları, kınamaları, rekabet ve yarış yapmaları bir gelenek halini almıştır. Şair bu amaçla hiciv, ayıplama ya da böbürlenme konularında uzun bir kaside yazardı. Onun hasmı da hicivle, ayıplama ve böbürlenmeyle karşılık verirdi ve bu hal öyle sürüp giderdi. Geleneklerden biri de şairin topluluğunu, kabilesini ya da inancını savunmasıydı. Onun hasmı olan şair de kendisine reddiye yazar, topluluğunu, kabilesini ya da inancını savunurdu. Düşmanlarına karşı muzaffer olan yani onlara aynısıyla karşılık veren mümin şairlerin istisna edilişi, kesinlik ifade edebilecek dereceye ulaşıncaya kadar tevatürle nakledilen bu gelenekler Kur'anî bir karinedir.
Dördüncü olarak: Şairler abartma, tahrik etme ve atalarla övünme yollarının hepsini kullanırlardı. Fakat burda hareket mantıkları samimi bir inanç, ahlak, ciddiyet ve sağlıklı bir hakikate oturmamıştı.

Araplar, şairler ile cinler arasında bir takım ilişkilerin ve bağların olduğuna da inanıyorlardı. Peygamber'e şiir ve şairliğin izafe edilmesinde bu inancın da bir etkisi olmuştur. Bunu dördüncü bölümde ele alacağız.

Kur'an'dan çıkarılabilecek filolojik sanatlardan biri de "seci'dir. Seci' ölçü ve nakaratın şart olmadığı kafiyeli sözdür. Kur'an'da bunun elverişli ve parlak bir demek örneğini görebiliriz. Bunların bir kısmı uzundur. Bir kısmı kısadır. Az önce naklettiklerimize ilave olarak gelecek örnekleri de vereceğiz:
1 Fecre andolsun, (zilhice ayında ilk) on geceye, çifte ve teke akıp gittiği zaman geceye. Bunlarda akıl sahibi olan için bir yemin var, değil mİ? Senin Rabb'inin Ad'e ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. Ve vadilerde kayaları.oyan Semud'a? Ve kazıklar sahibi Fir'avun'a? Ki onlar şehirlerde azgınlaşmalardı. Böylece de, oralarda fesadı yayınlaştırmışlardı." (Fecr, 1-12)
2 Senin Rabb'inin fil sahihlerine neler yaptığını görmedin mi? Onların tasarladıkları planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üzerlerine ebabil kuşlarını gönderdi. Onlara sertleştirılmiş taşlan atıyorlardı; sonunda onları yenik ekin yaprağı gibi kıldı. (Fil Sûresi)
3 Şüphesiz, biz sana kevseri verdik. Şu halde Rabb'in için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu asıl ebter (soyu kesik) olan sana kin duyandır. (Kevser Sfrresi)
Ayrıca Bkz: (54/1-5; 55/1-8; 76/1-6)

Kur'an'da ayetleri birbiriyle seci'li dört sure (2) vardır. Ayetlerinin bir tekrarı bulunmaktadır. Her ayetin ya da ayetler grubundan sonra uyarma, hatırlatma ya da ayıplamanın yer aldığı bir ayet aynen tekrar edilir. Bu da konuşma uslublarında başka bir sanattır. Bizim görebildiğimiz kadarıyla bu üslupta bir metne rastlanmamıştır. Edebiyat bilginlerinden buna işaret eden kimse görmedik. Halbuki bunun apayrı bir sanat olduğu açıktır. Bunlar onun örnekleridir:
1 Rabbinin makamından korkan kimse için ise iki cennet vardır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? Çeşit çeşit inceliklere ve güzelliklere sahiptirler. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabiliyorsunuz? İkisinde de akmakta olan iki pınar vardır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? İkisinde de her meyveden iki çift vardır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabiliyorsunuz? (Rahman, 46-53)
2 Biz, öncekileri yıkıma uğratmadık mı? Sonra arkadan gelenleri onların izinde yürüteceğiz, işte biz suçlulara böyle yapmaktayız. O gün yalanlamakta olanların vay haline. Sizi basbayağı bir sudan yaratmadık mı? Sonra onu savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Belli bir süreye kadar; işte (buna) güç yetirdik. Demek ki, biz ne güzel güç yetirenleriz. O gün yalanlamakta olanların vay haline. Biz yeryüzünü bir toplanmayeri kılmadık mı? Dirilere ve ölülere. Ve onda sabit yüksek dağlar var etmedik mi? Size tatlı bir su da İçirmedik mı? O gün, yalanlamakta olanların vay haline. (Mürselat, 16-28)

(2) Şuâra, Kamer, Rahman ve Mürselat sureleri

Arapça rivayetlerin seci' ile ilgili olarak kaydettiklerine göre onlar, genellikle kahinlerin, müneccimlerin sözleri, rüyalarda duyulan fısıltılardır. Seci'li eski sözlere örnek olarak gösterilen şeylerin çoğu bu sınıfa izafe edilen şeylerdir. Kur'an ayetlerinin de hikaye ettiği gibi Araplar Peygamber'e kâhin diyorlardı. Belki de bunun nedenlerinden biri de Peygamber'in okuduğu seci'li ayetler ve sûrelerdir. Onların böyle Bir iddiada bulunmaları, kahinlerin insanlara verdikleri cevapların seci' şeklinde olduğunu kaydeden Arapça rivayetlerin aslının, sağlıklı olduğuna delil olabilir. Ama buna rağmen biz onlara nisbet edilen seci' yazılı parçaların metin ve rivayet olarak onlara ait olmasından kuşku ediyoruz. Onların uydurma ve birleştirme izlerinden uzak olduğunu sanmıyoruz, seci'nin en sağlıklı ve doğru tabloları ve parçalarını, sanatlarını ancak Kur'an'da bulabiliriz. Çoğu nazım türünden naklettiğimiz örneklerden kişinin seci' ile ilgili bir sanatı, zevki, güzelliği eda ve tesir gücü görmesi mümkündür. Bu da Arapların aklî gücünü ortaya koyan görüntülerden biridir. Çünkü bu, açıkça görüldüğü gibi Arap dili ile ilişkilidir.

Kur'an'da altmış sekiz sûre seci'lidir ya da en azından seci'nin kapsamına girmektedir. Bunların elli yedi'si kısadır. Beş tanesi orta, altı tanesi de uzundur. Onların büyük çoğunluğu (64 tanesi) Mekki'dir. Muhtemelen bu da, Peygamber asrında ve çevresindeki seci'li gönüller ve kulaklar üzerindeki hakimiyetini, etkisini ve nüfuzunu gösteren bir delildir. Biz yukarıda kullandığımız cümleyi "ya da en azından seci'in kapsamına girmektedir" şeklinde kullanmaktan, ayetleri kafiyesiz, fakat ölçülü olan sûreleri kastettik. Çünkü biz bunların da bir açıdan seci'in kapsamına girdiğini, bununla beraber gerçekten seci' niteliğini taşıyan, yani kafiyeli olan sûrelerin daha fazla olduğunu belirtmek istedir.

Buna ilave olarak öncelikle bir noktaya daha dikkat çekmeliyiz: Baştan sona seci'li ya da ölçülü olan bu kadar sûrenin yanında geriye kalan diğer sûrelerde de az bir grup ayet dışında aynı seci' ve ölçüyü görürüz. Bu da görüşümüzü, seci'in gücünü ve nüfuzunu pekiştirmektedir, ikinci olarak dikkat edilmesi gereken nokta seci'in bir tek sûrede yalnız bir kafiye olmayabileceğidir. Bir takım sûreler vardır ki, değişik kafiyeleri bulunan zincirleme seci'leri ihtiva etmektedir. Daha önce naklettiğimiz Müddesir, Mürselat ve Fecr Sûresi ayetleri buna en güzel örnektir. Bazı sûreler de vardır ki, tek kafiyeli ya da değişik kafiyeli bir dizi seci'li zincirlemeler içerdiği gibi tek kafiyeli olmayan ölçülü bir dizi ayetler zincirini de ihtiva etmektedir. Evet, işte bütün bunlar Risalet öncesi dönem ve coğrafyada, Kur'an dili olan lügat ile ilgili sanatsal ve edebî tezahürlerdir, ki bunlar göz ardı edilemez.
Bu sanatlardan biri de hiçbir kafiye ve ölçüye bağlı olmayan "mürsel' Düz nesir (serbest) sanatıdır. Kur'an ayetlerinin çoğu bu tür bir sanat çeşidine uygundur. Çünkü bu, çoğu uzun ve orta sûrelerin üslûbudur. Bunlardan bazıları hayli uzundur. Gelecek örneklerde görüldüğü gibi bazı ayetlerin kelime sayısı yetmişi, yüzü aşmaktadır:

1 Ey İman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazı¬nız. Aranızdan bir katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın Üzerinde hak olan da yazdırsın. Ve Rabbi olan Allah'tan sakınsın, ondan hiç bir şeyi eksiltmesin Eğer üzerinde hak olan, aklı ermez ya da zaaf sahibi veya kendini yazmaya güç yetirmeyecekse, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur.) Şahıdler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu az olsun, çok olsun süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu Allah katında en adil, şahidlik için en sağlam, şüphelenmemeniz İçin de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alışveriş ettiğinizde de şahid tutun. Yazana da şahide de zarar verilmesin. Yaparsanız o, kendiniz için fisktır. Allah'tan sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilendir. (Bakara, 282) (Ayrıca Bkz: 3/154)

Bazıları ise orta uzunluktadır. Bu Kur'an'daki mürsel metnin çoğunluğunu oluşturmaktadır.
Burada, mürseli tanıtmakla ilgili kaydettiklerimize ilave olarak Kur'anî mürselin ayet sonlarında oturaklı ya da ölçülü bir ses güzelliğinin olduğuna dikkat çekmeliyiz. Naklettiğimiz örneklerde açıkça görüldüğü gibi burada kafiyesizlik, ölçüsüzlük ve kafiyede ses benzeşmesinin yokluğu fazla bir eksiklik olarak kabul edilmezse durum bundan ibarettir. Kur'an ayetlerinin çoğunu oluşturan, mürsel Kur'an ayetlerinde de bunu rahatlıkla müşahade edebiliriz.
Burada nesir, seci' ve mürselin her iki türünde de söz konusu olan önemli bir noktaya, bunların her birini yerli yerince kullanmada uslub parlaklığına dikkat çekmeliyiz. Kur'an ayetlerini düşünen bir insan seci'li kısa ayetlerin, yine onun gibi mürsel kısa ayetlerin genellikle müjdeleme, uyarma, vadetme, tehdit etme, uyarma ve örnek verme konumunda kullanıldıklarını görecektir. Zira bunları üslubunda, vurgusunda ve edasında süratle dikkatleri çeken bir yapı sözkonusudur. Onun için duygulara ve gönüle hitab etmektedir. Orta ve uzun olan mürsel ayetler ile seçili olan orta ayetler genellikle tartışma, delil getirme, Öğretme, yasama, bildirme, hikaye etme, örnek verme konumlarında verilmektedir. Zira bu konumlar tabiatı gereği olarak uzundur. Burada duygulardan daha ziyade akla hitab edilir. Amaç anlaşılmasını, görülmesini, muhatabın düşünceye yönelmesini, muhakeme etmesini, sonuç çıkarmasını sağlamaktır. Korkutmak, teşvik etmek, vaadde bulunmak ve tehdit etmek değildir.

Dilin bu kadar çeşitli türleri kapsaması, zincirlemeler, güzel kalıba dizmeler, şaheser girişlerden daha ziyade üslupta, beyanda ve söz makamlarının birbirine uygunluğunda görülen bu yetkinlik, yatkınlık Peygamber asrı ve çevresindeki Arap lisanına gerçekten üstün bir şekil ve yüce bir derece kazandırmıştır.
Bu sanatlardan biri de "Emsal'/ornek vermelerdir. Emsal, Kur'an'da iki çeşittir. Birisi temsil ve kıyaslamadır. Ve bunlar nisbeten detaylıdır. İkincisi ise kısa misallerdir. Gayet üstün ve parlak bir uslubla ifade edilen güzel cümlelerdir. Üstün ve parlak uslubuyle uyum sağlayacak sosyal hikmetleri ve ahlaki öğütleri de kapsayabilmektedir. Bunlarla ilgili olarak gelecek örnekleri verelim:

1 (Allah) gökten bir su indirdi de kendi miktarlarmca sel oldu. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir süs ya da bir meta sağlamak için ateş üzerinde erittikleri şeylerde de bunun gibi bir köpük vardır. îşte Allah, hak ile batıla böylece cevap verir. Köpüğe gelince, o atılır gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır. İşte Allah, örnekleri böyle vermektedir. (Ra'd, 17)
2 Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerde,dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. Ki (o ağaç) Rabb'inİn izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle misaller (Emsal) verir. Kötü sözün durumu da gövdesi yerin Üzerinden koparılmış, sabit olmayan kötü bir ağaca benzer. (İbrahim, 24-26)
3 Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça sanki incimsi bir yıldızdır ki doğuya da, batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; neredeyse ateş ona dokunmasa dayağı ışık verir. Nur üstünde nurdur. Allah kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltir. Allah insanlar için Örnekler (Emsal) vermektedir. Allah her şeyi bilendir. (Nur, 35)
Şimdi ikinci türün örneklerine geçelim. Şuna da dikkat etmeliyiz ki, bunlar Kur'an tarafından emsal olarak verilmemiştir. Yalnız inişinden sonra önemli, etkili bir hikmeti, yetkin bir anlamı içerdiğinden insanlar onları birer emsal olarak kabul etmişti. Zaten bu Özellikleri taşıyan cümleler pratikte mesellere dönüşür:
1 ...Evet, dedi yalnız kalbim tatmin olsun diye... (Bakara, 260)
2 ...Küfreden dehşete kapıldı. (Bakara, 258)
3 ...Fetvasını sorduğunuz meselenin hükmü verildi... (Yusuf, 41)
4 ...Karışık rüyalar... (Yusuf, )
5 ...Yakub'un gönlünde bir istek... (Yusuf, 68)
6 ...Onların hilesi büyüktür... (Yusuf, 28)
7 ...Zannın bir kısmı günahtır... (Hucurat, 12)
8 ...Onun meseli kaim kitaplar taşıyan eşeğin meseli gibidir... (Cuma, 5)

Kur'an'da, Peygamberlik döneminden önceki dönemden kalma kısa emsaller bulunduğunu güvenle ya da kesinlikle söylemeye müsait bir şeye rastlayamadık. Bununla beraber Kur'an'da bu türden pek çok şeyin bulunduğu kuşkusuzdur. Bunlar Peygamberlikten önceki dil, edebiyat ve Arapça sanatları olarak kullanılmıştır. Bunun içindir ki biz bu dizi sırasında emsalleri de vermeyi uygun gördük.

Önemli bir noktaya daha parmak basmalıyız ki o da dil bilginlerinin, emsali dil sanatlarından biri olarak ele alırken, hepsinin tek bir vetire üzere yürümüş olmalarıdır. Hepsi de emsalin kısa çeşidini kaydetmekle yetinmişlerdir. Fakat Kur'an ise birinci çeşidini gerçekten büyük ölçüde ve yoğun bir şekilde ele almış, özellikle onu takdir etmiş ve ona işarette bulunmuştur. Çünkü bunların herbirisi zikredilirken ya emsale başlamadan önce ya da onun bitişinden sonra bir emsal olduğu ifade edilmiş, Allah'ın böyle misal verdiği vurgulanmış yahud da bu anlamda birşey söylenmiştir. Naklettiğimiz örneklerde de bunu görebilmekteyiz: Madem ki Kur'an, Peygamber asrının ve çevresinin kullandığı Arap dilinin en doğru ve en sağlam şeklidir; öyleyse bu tür emsalin de, o dilin sanatlarından biri olarak gösterilmemesi gafletine düşülmemelidir.
Bu sanatlardan biri de "kıssa" (hikaye ya da "Kasas" (Hikayeleridir. Kur'an'da hem daha önceki Peygamberliklerden ve uluslardan, onların başlarına gelenlerden hem de peygamberlerin dışındaki insanlardan güzel bir uslubla söz eden pekçok kıssalar vardır. Örneğin: Kehf, 60-82; Neml, 17-44.

Yusuf Sûresi'nde Kur'an'ın, tam olan kıssalarından parlak bir Örnek yer almaktadır. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki, olaylar, ayrıntılar Tevrat'ta kaydedilene çok yakın bir biçimde ele alınmış ve işlenmiştir. Okuyucunun onu Mushaf tan, güzelliğini ve üstün parlaklığını görebilmesi için, muhakeme ederek dikkatlice okuması çok iyi olur.
Kehf, Neml sûrelerindeki ve Yusuf kıssasındaki çekici diyaloga, etkili ibretlere, hikmet dolu Öğütlere dikkat edilmelidir. Kıssanın olayları arasına serpiştirilen, ibretler ve ders alınacak şeyler renklendirilmiş ve cazip hale getirilmiştir.

Peygamber'in peygamberlikten önceki asrı ve çevresinin dili olan Arap dilinin Kur'an'da temsil edilen sanatsal yönlerinden biri de Sarf, Nahiv ve İştikak yönleridir. Kur'an'da, bunun güzel örnekleri vardır. Hatta en güzel örnekleri ondadır denebilir. Arapça'nın bu yönünün, Peygamber'in peygamberlikten önceki asrının ve çevresinin diliyle ilişkisi, bir taraftan çok açık, diğer taraftan da su götürmez bir gerçektir. Zira Kur'an'ın ihtiva ettiği Sarf, Nahiv ve İştikak kurallarının, Kur'an'ın inişinden önce kullanılan ve Kur'an'ın kendisiyle indiği dil olan Arap dilinin değişmez bir damgası olduğunda kuşku yoktur. Bunda aynı zamanda bu dilin ulaşmış olduğu yüksek dereceyi ve mükemmel olduğunun gücünü gösteren bir delil vardır. İşte bu nokta hâlâ araştırıcıların hayretini ve dehşetini cezbeden bir meseledir. Mükemmel inceliğinde, cer harflerinde, anlamlarında, irablarında olduğu gibi; vezinlerinde, çoğullarında, sıfatlarında, kiplerinde de öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, bir başkası ona ulaşabilmiş değildir, bunu söylerken en azından arada geçen bin dört yüz küsur seneyi de değerlendirmeliyiz: Tabiidir ki, bu hayret verici üstün görünüm cevval, hareketli ve diri bir zihniyeti, üstün dereceli sanatsal bir zevki gösteren sağlıklı bir delildir. Biz bu konuda örnekler vermeye ve buna ihtiyaç olduğuna da kani değiliz. Çünkü Kur'an dilinde, halen ilk halini muhafaza eden, herkes tarafından bilinen fasih Arapça için genel ve yaygın temeller vardır.
Burada değinilmesi uygun olan bir nokta da Kur'anî olan Sarf, Nahiv, İştikak ve Garibu'l-Kur'an'ın cahiliyet dönemi Arap şiirinden alındığı, filolog ve müfessirierin de metodlarında, doğru olandan uzaklaşarak, Kur'an'ı, söz konusu şiire tabi tuttukları tavırlarıdır. Çünkü bize, Kur'an'dan başka yazılı ve sağlıklı bir yolla ulaşan bir şey yoktur. Sonra bu dilin sağlıklı ve doğru olan dil kurallarının kaynağı başkası değil, ancak Kur'an'dır. Kur'an'da yer alan, geçerli kurallara aykırı düşen bazı çıkışlar her canlı dilde bulunabilecek olan istisnalar türünden bir şeydir. Kurallara, kaidelere temel olarak alınan cahili şiir ise tedvin dönemine kadar yazılı olarak ulaşmamıştır. Cahili şiirin çoğu İslam'dan sonra değişik amaçlarla uydurulmuştur. Bu amaçlardan birinin de bizzat söz konusu şiiri örnek getirme düşüncesi olduğunu söyleyebiliriz.
Dil alanına giren noktalardan biri de "Arapçalaştırma"dır. Bu da Kur'an'da sembolize edilmiştir. Çünkü Kur'an, Rumca, Habeşçe, Farsça, İbranice ve başka dillerden bir dizi özel ve cins isimleri, sözcükleri almış, kullanmıştır: İbrahim, İsmail, İsrail, Yusuf, Yakub,Süleyman, Davud, İsa, Musa, Cahit, Talut, Cibril, Mikâl (Mikail)... Dirhem, Dinar, Siccîl, îstebrak, Rabbaniler, Havariler, Suradık, Mişkâr, Kâfur, Zencebil, Sundus vesaire gibi... Arapçalaştırma, öncelikle gösteriyor ki; Peygamberlikten önceki Araplar, bir şeyin kendisini başkasından aldıklarında, onu kullandıklarında, dillerinde karşılığı olmayan pekçok yabancı kavramları da alırlardı. Bu da dillerinin gelişmesinin nedenlerinden biri oluyordu, ikinci olarak onlar genelde ve çoğunlukla bu sözcüklere kendileri şekil veriyor yabancı özel isimlere de kendi vezinlerini uyguluyor, harflerini, uygun biçimde diziyor ve değiştiriyorlardı. Böylece onların edalarını güzelleştiriyor, kendi vurguları ve harfleriyle uyumlu ve ahenkli hale sokuyorlardı. Bu her iki nokta da tâ baştan Arap dilinin genişliğini, esnekliğini, bu uzak asırdaki diriliğini, tali olarak onu konuşanların hareketli, cevval ve esnek bir zihniyete sahip olduğunu, sonra onlarla diğer uluslar, komşu olan pekçok ülkelerle pekçok ilişkilerini, onlardan medeniyet ve kültürle ilgili birçok vasıtayı, araç-gereçleri iktibas ettiklerini göstermektedir. Hemen farkedilebileceği gibi, Kur'an'ın, onun apaçık Arapça bir dil olduğunu belirtmesiyle, yabancı kökenli sözcüklerin o dilde bulunması arasında bir çelişki olasılığı yoktur. Çünkü bu sözcükler kipleri, düzeltilmiş ya da Arapçalaştırılmış vurgularryla Kur'an'ın inişinden önce o dilin bir parçası haline gelmişlerdi. Hatta bu olgu, bu Arapçalaştırılmiş kavramların, sözcüklerin peygamberliğe ve Kur'an'ın inişine yakın olmayan bir zamanda Arapçalaştığını ilham etmektedir. Çünkü o kelimelerin varlığı, evet bizzat bu var oluşları daha güçlü ve açık bir delildir. Şuna da dikkat çekmek gerekir ki, pek çok Kur'an sözcükleriyle ilgili olarak kasıtlı ya da zorlanmalara dayalı iddialar ve ipe sapa gelmez yaklaşımlar da vardır.
Eskilerden bazıları Kur'an'da, inişinden önce Arapların tanımadıkları bilmedikleri yabancı sözcüklerin kullanıldığını zikretmişlerdi. Onlara göre Peygamber'in mesajı tüm uluslara yönelik olduğundan Kur'an'ın değişik ulusların dillerinden bir takım sözcükleri içermesi gerekli ve yerinde olmuştur. Ve "Biz gönderdiğimiz her elçiyi ancak toplumun dili ile gönderdik..." (İbrahim, 4) ayetinin kapsamı ile de ahenkli ve paralel olmuştur... Burada, çarpıklık ve tutarsızlık o kadar açıktır ki, eleştiriye bile gerek yoktur.
Zikrettiğimiz bu dil sanatlarına ilave olarak Kur'an'da sembolize edilen tartışma, kesin delil getirme, gayet parlak ve duyguların en incesine kadar nüfuz eden psikolojik durumların tasviri; dinleyicisinin ve okuyucusunun ondaki büyüklüğü, eşsizliği, dehşet verici dakik düzeni görüp Aziz ve Celîl olan Rabb'inin ululuğuna, azametine teslim olmasına yönelten tabiat olaylarını, evrenin yasalarını güçlü bir şekilde gözler Önüne serişi; insanın ahirette karşılaşacağı hesaba çekilmeyi, nimetleri ve cezalandırılmaları güçlü ve parlak bir biçimde tasvir ederek dinleyicisi ve okuyucusunu sanki elleriyle dokunduğu, gözleriyle gördüğü gerçek sahnelerin önündeymiş gibi bir atmosfere sokusu gibi diğer konuşma sanatlarını, her birini özel bir konuda ele aldığımız diğer sanatlar gibi bir sanat olarak sayılmasa da bunda bir güç, bir üstünlük, bir ifade, eda ve uslub belagatı vardır ki bu da, Kur'an dilinin konuşma sanatlarının her çeşidini en üstün derecede ve parlak şekliyle, en engin nüfuzuyla, en etkin ifade biçimiyle içerdiğini, onlara en geniş anlamda yer verdiğini yeteri kadar göstermektedir. Tali olarak da, bu dilin temsil ettiği o asrın ve toplumun ahalisinin zihinsel faaliyetlerinin, üstün zevklerinin ve geniş sanatkarlıklarının nereye ulaştığını göstermektedir.

Bu sanatların sembolize edildiği ayetler gerçekten pek çoktur. Hatta bunlar yaklaşık olarak tüm Kur'an ayetleridir. Kendisi bizzat bu meselenin bilincine varmak, ondaki, tatlılığı üstünlüğü ve sürekliliği tadmak isteyen kimse, onları ard arda defalarca okumalıdır. Onların parlaklığı, eşsizliği, önünde bilinçli ve engin nüfuzla durmalıdır. Onun içindir ki bir takım örnekleri burada vermeyi gereksiz ve yetersiz bir uzatma olarak görüyoruz. Yalnız bununla ilgili bir takım ayetler demetinin rakamlarına işaret etmekle yetineceğiz. Mesela Bakara 8-20. ayetleri münafıkların niteliklerini belirtmede şaheser bir örnektir. 74. ayet Yahudilerin kalblerinin katılığının dozajını belirlemede etkili bir tasvir örneğidir. Al-i İmran 59-60. ayetleri karşıdakinin delillerini çürüten tartışmalar için örnektir. En'am 59-65. ayetleri evren ve yaratıcısının büyüklüğünü nitelemenin örneğidir. Ahzab 13-20. ayetleri dar anlamda münafıkların korkaklığını, geniş anlam da ise asıp kesmelerini niteleme hakkında bir örnektir. İbrahim 42-47. ayetleri, zalimlere Özenen kişinin eleştirilmesine misaldir. Hakka 13-37. ayetleri diriliş günü, hesaba çekilme, cennet ve cehennemin niteliklerini sergilemeye örnektir. Müddesir 11-29. ayetleri isyankarların belini büken tenkide ve onların inkarcı konumlarını nitelemeye misaldir.
Bu konuyu şununla belirtmek istiyoruz: Peygamber asrının ve toplumunun ulaşabildiği belagat, fesahat, beyan, söz uslublarında mahirane sanatkarlığın onların aklî güçlerini, isabetli görüşlerini, üstün zevklerini gösteren bir kriter olabileceği şeklindeki yaklaşımda biz yalnız değiliz. Bunu bir çok müfessir de kaydetmiştir. Örnek olarak Tabersi'nin Mecmau'l Beyan Tefsiri'nde kaydettiklerini verelim:
"Muhakkak ki Allah fesahatin en üst derecesine ulaşan, Belagatın en üt zirvesine tırmanan belagattı, fesahatlı kişilere hitab etmiştir." Zemahşeri'nin, Keşşaf Tefsiri'nde dediklerim örnek verebiliriz:
"Onlar, doğru ile yanlışı sağlıklı olarak birbirinden ayırmada, işlerin ince olanlarını, durumların kapalı olanlarını tanımada, tedbirde, dehâda ve maharette, isabet etmede ulaşılmayacak bir düzeye gelmişlerdi."
Neysaburî Bakara 22. ayetinin son kısmında yer alan "Bildiğiniz halde Allah'a ortak koşmayın" bölümüyle ilgili açıklamasında diyor ki:
"Yani siz işlerin ince olanlarını, durumların kapalı bulunanlarını bilen, ilim ve marifet ehli olduğunuz halde... Araplar böyleydi. Özellikle Kureyş'ten Katanu'l-Harem ve Kinane dehasında ve maharetinde ellerine su dökülmeyecek kimselerdi."
Bunun yanısıra, Müfessirlerin cumhuru, Kur'an dilinin Peygamber toplumu ve asrının dil zenginliği, müfredatı, terkibleri, kaideleri ve kavramlarının aynısı olduğunu belirtmede ittifak halindedir. Bizim buna yaptığımız ilave şudur: Kur'an'ın üstün edebiyatı onda yer alan eda şaheserliği, beyin gücü, uslublardaki sanatkarlıktan -bu aynı zamanda harf harf, kelime kelime o zamandan bize kadar sağlıklı olarak ulaştığında kuşku olmayan biricik edebi metindir- hareketle Arapların bu dili kullanmak ve Kur'an'i anlamak konusunda, fesahatin en son noktasına belagatın en üst zirvesine ulaştıklarını ve bunun ardında da tabii ve ma'kul olarak üstün bir aklın, parlak bir düşüncenin, maharetin ve dehanın, geniş kapsamlı, zihinsel bir faaliyet, hareket ve zevkin var olduğunu belirtmemiz gerekir.
Buna ek olarak diyoruz ki: Peygamber'in toplumu ve asrı herkesçe bilinen genel tabii olgunun sınılan dışına taşmayacaktır. Orada da bir konuşma dili bir de edebiyat ve yazı dili vardı. Yalnız bunların bir kısmı bir kısmının içinde yer alır. Peygamber'in hadisleri, sahabenin konuşmaları, Arapların rivayet edilen konuşmaları, Kur'an Üslubuyla karşılaştırıldığına bu yaklaşımın doğruluğu daha da iyi kavranır. Konuşmalar genellikle normal oturumların konuşmalarıdır. Bunlar, nazım, inşa, ahenk güzellik ve üstünlük yönünden Kur'an dilinin seviyesinin aşağısındadir. Bunu destekleyen bir nokta da kahinlerin seciyeleri, müneccimlerin nakledilmiş sözleri, Arap hatiplerinin konuşmaları, meşhur şairlerinin şiirleri gibi dizgi ve döküm yönünden, güzellik ve eşsizlik açısından daha seviyeli olan, rivayet edilmiş şeylerdir. Genel olarak rivayet edilen konuşmaların dilleri de böyledir. Ki biz hem birinci tür rivayetlerin hem de ikinci tür rivayetlerin pek çoğunu kabul etmede titiz davranıyor ve çekimser kalıyoruz.
Bütün bunlara ilaveten Arap dilinin üstünlüğünü ve olgunluğunu ortaya koyan önemli bir olgu daha var. Bu da konuşma ve hitab dilinin müfredatı ve terkibleri arasında önemli bir fark olmamasında tecelli etmektedir. İkinci olarak da her iki dilin Sarf, Nahiv, İştikak ve Araplaştırma kaidelerinde birlikte hareket etmiş olmasında ortaya çıkmaktadır.

dost1
13. June 2011, 12:34 AM
B) EĞİTİM SEVİYESİ, İLİM, KÜLTÜR ve PRATİK BİLGİLER

1. Okuma Yazma:

Bu konu çerçevesinde herşeyden önce düşünülmesi gereken doğru yaklaşım, özellikle Peygamber'in peygamberlikten Önceki toplumu ve asrında, genel olarak da o dönemin uygar dünyasının çeşitli bölgelerinde bizim çağımıza oranla okuma-yazma ve onlara bağlı olan bilimlerin marifetlerin daha dar kapsamlı olduğudur. Nitekim matbaa ve modern imkanlar oranı ve insan bilgisinin her çeşit toplum ve sınıfta artışı da o asrın akli gelişme derecesini yansıtacaktır. Şimdilerde okuma-yazma gerçekten kültürel değerlerin ölçütü olarak kabul edilmektedir. Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta da eski toplumlarda ve asırlarda okuma-yazmanm değerinin az olduğunu söylemek istemediğimizdir. Belki de o zamanki toplumların ve asırların tabiatı gereği olarak okuma-yazma hayati bir öneme sahipdi. Hatta bu ikisinin herhangi bir toplumda dar ya da geniş kapsamlı yaygınlığı o toplumun diriliğini kültürünü ve hareketliliğini küçümsenmeyecek ölçüde gösterecektir.

Burada okuma-yazma konusunda asıl hedef tabiatıyla ve özellikle peygamber çevresidir. Ki bu çevrede kitabîler ve ümmiler -kitabî olmayanlar- vardı, kitabîlerin içinden Ara olanlar ve yabancı olanlar bulunuyordu. O halde bunlar azınlık da olsalar bu çevrelerdeki okuma-yazmadan bir nebze söz etmek gerekir, sonra burada birinci derecede akli güçleri öğrenilmek istenenler Araplardır dense yerinde bir söz edilmiş olur. Sonra bu çevrelerdeki okuma-yazma bilme derecesinin ne ölçüde seyrettiğini bilmek, herhalde yararlı ve zorunludur. Kitaplılardan Hıristiyan ve Yahudi olarak Araplar vardı. Onların da okuma-yazmada hangi seviyede olduğunu tesbit etmek gerekiyor ve sözün onları da kapsaması icab ediyordu. Onların da Arapların akli gücünü göstermede bir rolü olabilirdi. Ayrıca kitaplı olmayan Arapları etkilemeleri de doğru sayılabilirdi. Bu son nokta Arap çevrede yaşayan kitaplı olmayan Araplarda gerçekleşmişti.

Kur'an'da okuma-yazmanın genel olarak kitaplılarda özellikle de Yahudi olan kitaplılarda yaygın olduğunu, hatta bir ölçüde geniş kapsamlı olduğunu söylemeye müsait açık delaleti bulunan pek çok ayetler yer almaktadır.
Onların Mekke'de olanlarıyla ilgili: En'am, 20 ve 114; A'raf,157; Yunus, 94; Ra'd, 36; İsra, 107,108; Nahl, 43; Hac, 54; Kasas, 52-55; Ankebut, 46-47; Şura, 14; Şuara, 197; Ahkaf, 10; Neml, 76, gibi birinci bölümün üçüncü konusunda naklettiğimiz ayetleri okuduğumuzda; Nahl 103. ve Furkan 4-5. ayetlerini güzelce düşündüğümüzde; Peygamber'in okuduğu Kur'an'ı Kitaplılardan aldığı, öğrendiği şeklinde kafirlerin Peygamber'i yaftalamaya kalkmalarını değerlendirdiğimizde, Mekke'de yaşayan Kitaplıların çoğunun okuma-yazma bildiklerini tercih ederiz. Onlarla ilgili araştırmamızda onların bir tek millete mensub büyük bir azınlık olmadığı, değişik uluslara mensub bireysel bir azınlık oldukları, onlardan bazılarının daha yeni geldikleri, bazılarının taşıdığı bir meziyetten dolayı oraya getirildikleri sonucuna varmıştık. Bunların hepsi de ayetlerin ilham ettiği noktayı, onların çoğunun okuma-yazma bildiklerini, desteklemektedir.

Onların okuma-yazma diline gelince bunu kesin bir biçimde tesbit etmek bizim açımızdan mümkün değildir. Yalnızca azınlıkta bulunan İsrailliler îbranice okur-yazarlardı. Yabancı olan Hıristiyanlar ise kendi dilleriyle ya da İncil'in Süryanice ve Yunanca -Latince olan dliyle okuyor-yazıyorlardı. Bu sırada bu iki dil Şam'da, Irak'ta ve Mısır'da yaygın bulunuyordu. Tabii ki bu, o yabancıların Arapça okuma-yazma bilmedikleri anlamına gelmez. Onlardan bazılarının özellikle de eski olanların Arapça'yı da okuyup yazdıklarını tercih ediyoruz demesek de bunu uzak bir ihtimal olarak görmüyoruz. Arap olan Kitaplıların ise Arapça olarak okuyup yazdıklarını tercih ediyoruz. Buhari hadisinde kaydedildiğine göre Varaka b. Nevfel Hıristiyan olmuştu ve îbranice yazabiliyordu.
Medine'deki Kitaplılara gelince -ki bunların büyük çoğunluğu İsraillilerdi- onlarla ilgili olarak nazil olan Bakara, 41, 76, 79, 89, 91, Al-İ îmran, 78, 93, 187, 188, 199, Nisa, 44, 47, 156, 162, Maİde, 15, 43, 44, 47, 68, Cuma, 5 gibi daha önce Birinci Bölümün üçüncü konusunda naklettiğimiz ayetler onların arasında da okuma-yazmanın oldukça yaygın olduğunu, tercih etmeye müsaittir. Fakat bu yaygınlık Mekke kitaplıları arasındaki yaygınlık çerçevesinden daha dar bir çerçevedeydi. Bakara 78. ayetinde:
"Onlardan bazısı da ümmidir. Kitabı bilmezler; bütün (bildikleri) bir sürü asılsız şeydir. Bunlar yalnızca zannederler."

Bu yaklaşımın sağlıklı olduğunu gösteren güçlü bir delil vardır. O da, belirtildiğine göre Yahudilerden bir kesimin okumaya zinayı yeterli derecede bilmediğidir. Çünkü uzun zamandan beri büyük-küçük, kadın-erkek, işçi-çiftçi olarak ailece sürgün hayatı yaşamış büyük azınlıklar halinde olmaları, tabiatıyla onların bu hususta geri kalmalarını, kültürel yönden geri kalmalarını gerektirir.
Tam anlamıyla doğru olmasa da tercihe şayan görüş odur ki, îsrailoğullarmdan okuma-yazma bilenler bu alanda öncelikle kendi milli dilleri olan İbraniceyi kullanıyorlar, onunla yazıyorlardı. Bu-hari'nin Varaka b. Nevfel ile ilgili hadisi ve Peygamberin Ensar'dan biri olan Zeyd b. Sabit'e İbranice'yi öğrenmesini istediğini kaydeden başka bir hadis de bu tercihin destekleyicisi delilleridir. Bunun yanısıra onlardan bazılarının Arapçayı da okuyup-yazdıklarını tercih ediyoruz.
İsrailî olmayan kitaplılara gelince, Mekke'deki yabancı ve kitaplılar hakkında söylediklerimizin hepsi burada onlar için de tamamiyle geçerlidir.
Şimdi de Hicaz halkının Kitaplı olamayan, oradaki nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan ve Rasul dönemi ve çevresinden amacın birinci derecede muhatabı olan Araplarda okuma-yazma faaliyetlerinin izahına geçmek istiyoruz. Buna bağlı olarak deriz ki: Kur'an'da okuma ve yazma için gerekli olan kitap, kağıt, yaprak, sahifeler, kalemler, mürekkep, siciller/kayıt defterlerinden söz eden bir takım ayetler vardır. Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Biz Kitab'ı üzerine yazılı bir kağıtta göndersek de ve onlar ona elleriyle dokunsalar... (En'am, 7).
2 Biz, her insanın kuşunu kendi boynunu doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne bir kitap çıkarırız 'kitabını oku; bugün nefsin senden hesap sotücu olarak sana yeter.' (İsra, 13-14).
3 De ki: "Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa... (Kehf,109).
4 Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de (mürekkep) olsa ve bunlara yedi deniz daha eklense yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez... (Lokman, 27)
5 Tur'a, ince deri üzerine satır satır yazılmış kitaba... andolsun. (Tûr,1-3)
6 Hayır, onlardan her biri, kendilerine açılmış sahifelerin verilmesini ister. (Müddessir, 52).
7 Şüphesiz bu, önceki sahifelerde vardır, İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde. (Al'a, 18-19). AyrıcaBkz: (6/91; 17/93; 21/104; 68/1-2; 96/1-4)

Bu ayetlerin hepsinin Mekki olduğuna dikkat çekmeliyiz. İlk olarak bu ayetleri duyan kişileri temsil eden Mekke ahalisinin, onların anlamlarını ve kapsamlarını anladıklarını söylememiz herhalde en doğru açıklama olacaktır.
Yazma ve türevleri olan sözcükler Kur'an'da üçyüz küsur, okuma ve türevleri ise doksan küsur defa değişik uslublarla geçmiştir. Bu kelimelerin doğrudan doğruya direkt asli anlamlarının kullanıldığı Mekkî ayetlere örnek olması bakımından aşağıdaki ayetleri" veriyoruz:
1 ...Senden önce kitabı okuyanlara sor. . (Yunus, 94)
2 Ve dediler ki: "(Bu), Geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." (Furkan, 5)
3 "Onu Arapça bilmeyen birine de indirmiş olsaydık, böylece onlara karşı onu okusaydı yine ona iman etmezlerdi, (Şuara, 198-199)
4 Bundan önce sen hiçbir kitap okumuyor ve onu sağ elinle de yazmıyordun. (Ankebut, 48).
5 Oysa biz onlara ders alacakları kitaplar vermemiştik ve kendilerine senden önce bir uyarıcı da göndermemiştik. (Sebe, 44)

Bu ayetlere daha önce naklettiğimiz ayetleri de ilave etmek gerekir. Çünkü bunlar da delalet yönünden aynı konuyla ilgilidir.
Okuma, yazma ve türevlerinin çok olarak geçtiği Medenî ayetler genellikle Ehl-i Kitap ve özellikle de Yahudilerle ilgili olsa da Peygamberin çevre ahalisinden olan müslüman Araplara, ticari hareketlerle ve cari hesaplarla ilgili öğretilere yönelik ayetler de vardır. Burada Bakara sûresinin 282. borç ayetini kastediyorum.
Kur'an'da geçen bir çok ayetin, okuma-yazma araç ve gereçlerinin isimlerini ihtiva etmesi, okuma-yazmaya bu kadar büyük ölçüde önem verilmesi, onun üzerinde yoğun şekilde durulması, Peygamber dönemindeki Arapların bu vasıta ve araç-gereçleri bildiklerini, kullandıklarını ve okuma-yazmanın onlarda azımsanmayacak derecede yaygın olduğunu gösteren kuvvetli bir delildir. Çok tekrar, aradaki ülfeti gösterir. Bu da ülfet edilen şeyin küçümsenmeyecek ölçüde yaygınlık kazanmasıyla ancak gerçekleşebilir.
Cumhurun görüşüne göre Kur'an'ın ilk inen ayetleri olarak kabul edilen Alak sûresinin ilk ayetleri ve onların içeriklerinin ilham ettikleri üzerinde düşündüğümüzde burada okuma ve yazmaya dikkat çekildiğini görüyoruz: "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku senin Rabbin en büyük kerem sahibidir; Ki O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti" (Alak, 1-5).
Pek çok ravilerin ondan sonra indiğini kabul ettikleri ikinci ayetler grubu Kalem sûresinin ilk ayetleridir. Burada da Allah, Kaleme ve Kitaba yemin etmektedir, "kaleme ve yazdıklarına andolsun." Bunlar da aynı şekilde ileri sürdüğümüz görüşümüzü desteklemekte ve doğruluğunu göstermektedir.
Muhtemelen Enam 7. ve İsra 93. ayetlerinde de Özel türden bir takım güçlü karineler vardır. Her iki ayet de meydan okuyuş ve eleştirme sadedinde, çoğul sigasıyla gelmiştir. İsra ayetinin üslubu okuma-yazma için alışılan bir uslubtur. Müddesir 52. ayeti de güçlü karinelerdendir. Yeter ki içeriği ve kapsamı güzelce anlaşılsın. Aynı şey, konusu ve teması ahiret sahneleri de olsa, tüm insanların okur-yazar olduğunu farzeden İsra 13-14. ayetleri için de söylenebilir.
Yine diğer bir açıdan bakacak olursak, Mekke ticari bir şehirdi. Tüccarların kervanları sürekli olarak, uygarlıkta az payı bulunmayan Şam, Mısır, Irak, Faris (İran) ve Yemen gibi ülkelere gidip gelirdi. Bu gibi gelenlerin orada gördükleri şeyleri örnek alarak okuma-yazmayı ve onların vasıtalarını kabul etmeleri ve onları kendi toplumlarında yaymaya çalışmaları makul birşey olurdu. Sonra onların ticari uğraşlarının tabiatı onların okuma-yazma ve hesap işlemlerini öğrenmelerini zorunlu kılıyordu. Burada özellikle Bakara 282. ayeti ve onda yer alan ticari işlemlerin ve borç anlaşmalarının yazılmasına önem verilmesine teşvikte bulunan içeriği dikkat çekmektedir. Çünkü bu, söz konusu telkinleri dinleyenlerin bu işi uygulamalarının mümkün olduğunu ve toplumun dar olmayan bir ölçüde onu uygulamaya hazır olduğunu göstermektedir. Ayrıca ayette geçen "Kâtip" kavramı hafif bir şekilde, o sırada kâtipliği, yazmayı, ticari anlaşmalar düzenlemeyi meslek edinen bir sınıfın varlığına işaret etmektedir. Bu da ticari işlemlerin genişliğini ve bunun da sözü edilen bu sınıf gibi bir şeyin varlığını gerektirdiğini göstermektedir.

Diğer taraftan Mekkî olan Kur'an'ın hacmi, Medenî Kur'an'ın takriben iki katıdır. Ayetleri sahifelere yazılıyor ve müsîümanlar onları evlerinde okuyor ve çoğaltıyorlardı. Mekke'deki müsîüman erkeklerin çoğunluğunun (3) ya da onlardan pekçoğunun, Mekke ahalisine oranla küçük bir azınlık oldukları halde, okuma-yazmayı bildikleri olasılığı üzerinde durulursa, Mekke'de okuma-yazma bilenlerin sayısının daha büyük olduğunu söylemek makul olacaktır, özellikle de liderler, önde gelenler, tüccarlar ve zenginlerden oluşan üstün sınıfın çoğunluğu müslümanların arasında yer almıyordu.

(3 ) Ömer b. Hattab'ın müsîüman oluşu hadisesi (İbn Hışam, I. 311) ve kardeşi Fatıma'mn elinde bulduğu Kur'an sayfası, müsîüman kadınlardan bazılarının, Rı

Halbuki bunların hepsinin ya da çoğunluğunun okuma-yazma bildikleri sanılmaktadır. Müfessirlerin ve Siret kitablarının (4) Isra, 67-60. ayetlerinin tefsiri sadedinde ve Enfal sûresinde kaydettikleri bir takım rivayetler bundan daha ilerisine işaret etmektedir. Buralarda kaydedildiğine göre esirler arasında bedel (fidye) veremeyecek derecede fakir kimseler vardı. Peygamber, onların fidyesi olarak müslümanların on çocuğuna okuma-yazmayı öğretmelerini istemiştir. Bu da okuma-yazmanın, Mekke ahalisinin yalnız lider¬leri zenginleri ve tüccarları arasında değil bilakis orta halli ve fakirleri arasında da yaygın olduğu anlamına gelmektedir.

Buna ilave olarak, Mekke'deki yabancı azınlıklar -daha önce değinildiği gibi bazılarının peygambere öğretmenlik yaptığı iddia edilmişti- da kaydedilmelidir. Çoğunluğunun okur-yazar olduğunu tercih ettiğimiz bu kimselerden bazılarının Araplara ve çocuklarına ya da zenginlerinin ve liderlerinin çocuklarına okuma-yazmayı öğrettiğini sanmak aşırılık olmaz. Çünkü bu yabancıların bir kısmı, Mekkeli zengin tüccar ve liderlerin yanmda köleydi. Ve bunların okuma-yazmayı yaygınlaştırmak için çalıştıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Birinci bölümün üçüncü konusunda tercih ettiğimiz gibi, Hıristiyanlaşıp Mekke'de ikamet eden Arapların varlığı da, bu okuma-yazma bilenlerin safına dahil edilmelidir. Az önce bunların ya da çoğunluğunun okuma-yazmayı bildikleri olasılığının ağır bastığını tercih etmiştik. Bunların da Mekke'de okuma-yazmayı yaygınlaştırmada bir paylarının olduğunu söylemek taşkınlık değildir.
Bunların hepsine dayanarak, önceki bazı müelliflerin kaydettiği ve bazı yeni yazarların onlardan naklettiği (5) bir noktaya parmak basacağız: Bu yazarlara göre Islamın geldiği sırada Mekke'de onyedi kişiden başkası okuma-yazma bilmiyordu. Tüm Yemen'de okuma-yazma bilen bir tek kişi yoktu.
bisetten önce okur yazar olduklarını göstermektedir Bu olay çok meşhur bir rivayettir Hicretten sonra okur-yazar muslüman kadınların varlığından bahseden çok rivayet vardır Kuşku yok ki bu, daha önce var olan bir olgunun devamıdır.
(4) Ibn Sa'd Tabakât, II, 6l
(5) Muhammed Kurd Alı, El-Islam ve'1-Hadaratu'l-Islamıyye, I, 124

Arapça harfleri ancak Peygamberimizden kısa bir süre önce keşfedilmişti. Bu okuma-yazma işini öğrenen çok az rastladığımız Mekkeli birkaç adam da onu ancak bu zamanda öğrenmişti. Peygamberin asrında ve toplumunda yazma vasıtaları, araçları ağaç kabuklarını, kemiklerin yassı olanlarını, deri parçalarını, ince taşları vs. aşmıyordu. Bu sözler ve yaklaşımlar, araştırma ve düşünme önünde duramayacak ipe sapa gelmeyen yaklaşımlardır. Şu anki bilimsel gerçekler onları çürütmüş bulunmaktadır.(6)

Burada sözünü ettiğimiz şeylerin çoğu Mekke'nin Arap sakinlerini hedef alsa da bu demek değildir ki, Medine'de ve diğer Hicaz şehirlerinde yaşayan Araplar bu sözlerin ve Kur'anî karinelerin kapsamına girmemektedir. Çünkü Mekke'nin dili, bu şehirlerde yaşayan Arapların da dilidir. Tabiatıyla Kur'an'ın delaletleri ve ilhamları onlar için de geçerlidir. İsterse bizim naklettiğimiz ayetler Mekkî olsun farketmez. Sonra Medeni Kur'an'da da okuma, yazma ve kitaplarla ilgili pekçok ayetler vardır. Medine'de yaşayan Arapların, onların anlamlarını anlamadıklarında kuşku etmek doğru olmaz. Bu ayetlerin genel olarak Ehl-i Kitab özellikle de Yahudiler hakkında yoğunlaşmış olması bir şeyi değiştirmez. Yesrib, büyük bir Yahudi azınlığın yerleşim bölgesiydi. Bu azınlığın kendisne özgü kitapları, okulları, öğretmenleri, bilginleri (ahbar) ve Rabbanileri vardı. İsrailliler arasında Arapçayı da güzel bilen kimselerin olduğunu tercih etmiştik. Ayrıca Arap olsun olmasın îsrailî olmayan kitaplıların varlığını da göstermiştik. Bütün bunlar okuma-yazmanın yaygınlığını gösteren hususlardır. Öte yandan Arapça okuma yazmanın öğrenimi ve yayılmasında, bunların da katkısının olma ihtimali büyüktür.

Medine ticari bir merkezdi ve ticaret yolu üzerindeydi. Onun içindir ki ahalisinin okuma-yazmadan uzak kaldığını söylemek makul olmayacaktır. Peygamberlikten önce, bura halkının okuma-yazmağa ihtiyaçları olmadığını ve bu konuda Ehl-i Kitaptan yararlanmadıklarını söylemek tutarsızlık olacaktır. Bunun içindir ki, Kureyş esirlerine, müslümanların çocuklarını eğitmelerinin şart koşulması sadedinde İbn-i Sa'd rivayetinin Mekke ehlinin okuma-yazma bildiklerini, Medinelilerin ise yazamadıklarını kaydetmesini sağlıklı bulmuyoruz.
İtalyan müsteşrik Caetanı'nın "islam Tanhı"nde, Arap yazısının doğuşu ile ilgili geniş bir bolum vardır Orada somut deliller ve kesin kayıtlara dayanarak ispat etmiştir ki, Arap yazısı, Hicaz yarımadasında özellikle kuzey kesimlerinde geniş alanlara yayılmıştı Tefsirimizin gırışinde de, Kur'an'ın derilere, kağıtlara ve sayfalara yazıldığını kesin delillerle açıklamıştık.

Kureyş esirlerinin Ensar müslümanlarının çocuklarını okutmasının şart koşulması Medine'de okuma-yazmanin yaygınlık kazanmadığını gösteren bir delil olmaz. Okuma-yazma ne derece yaygınlık kazanırsa kazansın, bir toplumda herhangi bir nedenle öğrenimden yoksun kalmış pekçok çocukların bulunacağı kuşkusuzdur. Bu realite Peygamberin toplumu ve asrı için daha güçlü bir şekilde farz edilebilir. Ayrıca muhacirler Bedir Savaşı sırasında büyük bir topluluk olmamışlardı. Onlardan çoğu da Mekke'yi terk ettiği sırada ailesinden birkaç kişiyi, hatta onlardan bazıları hanımlarını orada bırakmışlardı. Nitekim Mümtehine 10-11. ayetleri bunu ilham etmektedir. Bu ayetler müslümanların kâfir olan hanımlarının nikâhlarına yapışmalarını yasaklamakta, eşleri kâfirlere giden, onlara katılan müslüman erkeklere, yardım edilmesini emretmektedir:
1 Kâfir kadınların ismetlerini (nikâhlarını) tutmayın. . (Mümtehine, 10)
2 Ve eğer eşlerinizden herhangi birşey kafirlere geçer, böylece siz de ganimete kavuşursanız, eşleri gidenlere harcama yaptıklarının bir mislini verin... (Mümtehine, 11)
îşte bütün bu nedenlerden ötürü Yesrib'te, Taif ve Cidde gibi diğer Hicaz şehirlerinde okuma-yazmanın yaygın olduğunu söylemek doğru olur. Bunun yanısıra Mekke ve Yesrib'te bu eylemlerin diğer şehirlere oranla daha geniş ve kapsamlı olarak yayıldığı da doğrudur.
Bedeviler ve köylülere gelince; bunların okuma-yazmada yaygın bir paylarının olmadığına eğilim duyuyoruz. Fakat bu anlayış, Hicazın değişik bölgelerinde bir takım şahısların bu konuya ilgi duyup onları öğrenmiş olmalarına aykırı değildir. Siret rivayetleri arasında bu görüşün doğru olduğuna ışık tutan rivayetler vardır. Bu kayıtlara göre onların eşrafından bazı kimseler Hac mevsimlerinden birinde Peygamberle karşılaşmış ve yanında "Lokman'ın Dergisi" adını verdiği şeyi de bulundurmuştu.(7)

Hicaz şehirlerinde okuma-yazma için çocuklara ait okullar, sibyan mektepleri var mıydı? diye araştırmak istiyoruz. Bu konuda Kur'an'da olumlu-olumsuz herhangi bir açıklama bulunmamasına rağmen biz buna müsbet cevap vermeye meyleder gibiyiz. Mekkeli mûslüman gençlerden bir kısım kişiler okur-yazar olarak tanınmıştır. Şunu da biliyoruz ki, Peygamberin kâtipleri Mekkeli olsun, Medineli olsun genç kimselerdi. Mesela Muaviye b. Ebi Süfyan, Fetih Günü, İslam ordusuna katıldığında, daha genç bir delikanlıydı. Genç yaştayken Şam'ın idaresini eline aldı. Fetih'ten sonra Medine'ye hicret etti ve Peygamberin kâtiplerinden oldu. Eğer araştırmak istersek onun gibi çok sayıda insan buluruz. Bu sınıf hemen farkedileceği gibi genç yaşta okuma-yazma öğrenmişti. Onların bunu toplu halde öğretmenlerden Öğrenmiş olmaları uzak bir olasılık değildir. Zaten şekil ne olursa olsun, sibyan mektebi ve okulların anlamı da budur.
(7) Vefayatu'l-A'yan IV, 48.


Biyografi kitapları Irak Emiri Haccac b. Yusuf un babasının Taifte bir Sibyan mektebinde öğretmen olduğunu kaydetmektedir.(8) Haccac, Hulefa-i Râşidin döneminin sonlarında doğdu. Muhtemelen babasının, Sibyan mektebi öğretmenliği Ömer b. Hattab (r) döneminde ya da ondan bir müddet önce gerçekleşmişti. Onun bu mesleği icad etmediğini ve bu mesleğin peygamberlikten önce varolan bir uygulamanın devamı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hatta bu rivayet sahih olmayıp onunla babasının aslını karalama hedef alınsa dahi bu rivayet Haccac'ın babası döneminde o tür sibyan mekteplerinin varlığının bilinen bir şey olduğunu göstermektedir. Bu da peygamberin dönemi olmasa da ona yakın bir dönemdir. Biz, çocuklarının orada öğrenim gördüğü, sibyan mektepleri ve okullar bulunduğunda kuşku etmiyoruz. Bizanslıların egemenliği altında bulunan şam ülkeleri ve Mısır'da da bu tür sibyan mektepleri ve okulların bulunduğunu tercih ediyoruz ve Bizanslıların bu ülkelerde de onlara benzer eğitim-öğretim yuvaları kurduklarında kuşku etmiyoruz. Bu ülkelere gidip-gelen Hicaz tüccarları ve liderlerinin onlardan iktibas ettikleri şeyler arasında bunları da alıntılamış olmaları olasıdır. Yesrib'teki Yahudi azınlığın da kendi çocukları için buna benzer şeyler kurduklarını tercih ediyoruz. Ve bu tercihimizi Al-i Imran'ın ayetlerinden birinde Yahudilere hitab eden bir cümleyle desteklemek istiyoruz:
"...Fakat o öğretmekte olduğunuz ve ders alıp vermekte bulun¬duğunuz Kitab'a göre Rabbaniler olunuz." (Ayet, 79).
Ayet başka bir konuyla ilgili olsa da, Yahudilerin Ahbar ve Rab¬banilerinin, orada kitabı öğrendikleri bir tür okullarının bulunduğunu ilham etmektedir.
(8) İbn Hişam, II, 27-28

Mekke'deki yabancı azınlığın da buna benzer bî şeyinin olduğunu uzak görmüyoruz. Belki de Hicazlı Kitabîler ve azınlıkların kendisinden nakilde bulundukları şeyler Mısır ve Şam'daki kurumlardı. Muhtemelen bu kitapların bazıları ve Araplar ya da Özellikle onların Araplaşmış olanları, Hicazın şehir halkına bu okulları inşa etmeleri için yol gösterdiler. Ya da onlarda onların çocuklarını okutmayı üzerine aldılar.

2. Arapların Yabancı Dillerle İlgileri

Aklımızda bir soru daha var. Madem ki Peygamber asrında ve çevresinde Araplar arasında bazı yabancı diller yaygındı, öyleyse neden Arap olmayan kitaplılar arasında yayılan bu yabancı dillerden bir nebze söz etmiyoruz? Çünkü bu bizim inancımıza göre kuşku götürmez bir gerçektir. Nahl 103. ayeti onların Mekke'de olanlarından bir takım kimselerin dil yönünden yabancı olduğu hususunda açıktır. Şuara 198-199. ayetleri de Mekke'de dili yabancı olan kimselerin bulunduğunu güçlü bir şekilde ilham etmektedir. İsrailoğullari hakkında varid olan ve onların ellerinin altında okuyup tetkik ettikleri kitaplara işaret eden bir dizi Medenî ayette, Peygamberin Medine'de müslümanların gençlerine Ibranice öğrenmelerini emretmesinde, Peygamberin Yahudilerle giriştiği bir takım tartışma konularında Yahudilerden tevrat'ı getirmelerini ve Yahudi iken sonradan Müslüman olan Abdullah b. Selam'a okumasını emretmesinde,
0 sıralarda Tevrat'ın Arapça bir tercümesi olduğunu belirten herhangi bir rivayet ya da haberin kaydedilmemiş olmasında, Peygamberin döneminde Yahudilerin Ibranice bildiklerini ve kendi kitaplarını onunla okuttuklarını, incelediklerini destekleyecek bir takım karineler bulunduğu doğrudur. Bu son noktadan hareketle Mekke ve Medine'de yabancı dilin kullanıldığını, dini kitapların asli lûgatlarıyla okunup tetkik edildiğini söyleyebiliriz.
Bu soruya cevap sadedinde deriz ki, Kur'an'da Arapların yabancı bir dil bildiklerini gösteren açık bir açıklama yoktur. Yalnız daha önceki konumuzda tercih ettiğimize göre, Mekke ve Medine'de Kitabî olan Araplar vardı. Sonra tevrat'ın ve İncil'in Arapça bir tercümesinin olduğu sabit olmamıştır. İşte bu olgular, Kitabî olanların ya da bazılarının kendi dinlerinin geçerli olan diline önem verdikleri olasılığını gündeme sokmaktadır. Hicaz'daki Arap kitaplıların Kur'an ayetlerinin kapsamına girmesi, Ehl-i Kitabı, Ehli ilmi. Ehl-i Zikri, onların kitaplarını, okuyuşlarını ve etüdlerini, tedkiklerini, onlara Kur'an okunduğu zaman daha önceden müslüman olduklarını onun Rabları katından hak olduğunu, elleri altındaki kitapları tasdik edici olduğunu söylemeleri gibi birinci bölümün üçüncü konusunda naklettiğimiz bilgiler makul karşılanıyorsa, Arap olan kitaplılar ya da onlardan bir takım bireylerin yabancı dilleri bilmiş olmaları olasılığı da Kur'an'ın ilhamıyla sağlıklı ve doğruya ulaşan birşey olur. Bu olasılığa ilave olarak onların bu dilleri Mekke'de, orada bulunan yabancı kitaplılardan öğrenmiş olmaları olasılığı da vardır. Buharî'nin Aişe'den rivayet ettiği vahyin başlangıcı hadisinde deniyor ki: Varaka b. Nevfel Hıristiyan olmuştu ve İbranice yazıyordu. Bu haberin de işlediğimiz konuyu desteklemesi ve ona ışık tutması yerinde olur. Hadis, Varaka'yı kişisel bir münasebetle kaydetmiştir.' Onun içindir ki, Arap kitaplıları arasında yalnız onun yabancı dillere ilgi duyup diğerlerinin böyle bir gayret içinde olmadıklarını söylemek yanlış olacaktır.
Biz Hicazlı Arap kitaplıların ya da bazılarının bu dillere yalnız olarak ilgi duyduklarım sanmıyoruz. Onlardan başka olarak Mekkeli ve Medineli bir takım insanların az veya çok herhangi bir yabancı dille ilgilendiklerini zannediyoruz. Mesela Mekke ahalisi sürekli olarak ticari kervanlarla uğraşırdı. Gidip geldikleri yerlerin çevreleri Arap kabileleriyle kuşatılmış bile olsa, o şehirlerdeki çoğunluk dili Arapça değildi. Onlar gider, bu şehirlerin içine dalarlardı. İlişki ve yolculuk maslahatı gereği olarak onların bu dillerle bir nebze ilgilenmeleri gerekiyordu. Bu diller Yunanca-Latince, Aramca-Süryanice, Kiptice ve Farsçaydı. Yesrib halkının, İbranice olan dillerini muhafaza eden İsraillilerle ilişkileri sağlamdı. Bu durumun denizcilik yoluyla dış dünya ile ilişki kuran, temasa geçen Cidde halkı için de geçerli olduğunu söylemek herhalde abartma olmaz. Çünkü denizcilerin meslekleri gereği olarak yabancı dillere önem verdikleri kapalı birşey değildir. Belki de, Arapça'da yer alan pekçok İbranice, Yunanca, Farsça, Habeşçe ve Kiptice kökenli kavramların Arapçalaştırılarak alınmış olması belirtmeye çalıştığımız noktaya genel olarak ışık tutan bir takım karinelerdir. Yabancı bir dilden kendi dillerine naklettiklerinin genel olarak anlamını biliyorlardı. Ya da kelimelerin diline az çok ilgi duymaya başlıyorlardı.
Bunun yanında Arapların yabancı dillere ilgi duymalarının nedeni, bazı meraklıların ilgi duydukları dillerin kitaplarını görme olasılığıdır. Bazılarının yabancı dillerle ilgilenmesi ve ellerinde bu dini ve dini olmayan dillerle yazılmış bulunan kitaplar bulunan Hicazdaki ve komşu ülkelerdeki kitaplılarla ilişki kurmaları kolaydır ve bir realitedir. Bu da onların bu kitapları ya da bazılarını görmüş olmaları olasılığını güçlendirmektedir. Hatta tabii hale getirmektedir de denebilir.
Bunların hepsinden sonra diyoruz ki: Peygamber asrında ve toplumunda yaşayan Arapların yabancı dillere yönelmeleri ve yönelmiş olmaların dini olan ve dini olmayan bazı kitapları bu dillerle tedkik etmeleri tabiidir. Şimdi burada kaydettiklerimizin Peygamber asrının ve çevresinin geniş ufuklu olduğu, diri ve hareketli bulunduğu, öte yandan bunun onların zihinlerinde ve kültürlerinde etkili olduğu şeklindeki olasılığı tercih etmek için yeterlidir sanırız. Onların bu konudaki araştırma ve incelemelerinin sınırlı ve dar kapsamlı oluşu bu durumu değiştirmez.

3. Bilim ve Teknik:

Kur'an'da yer alan pek çok ayetlerden hareketle ve onlardan çıkarımlarda bulunmak suretiyle Peygamber dönemi ve çevresinin sahip olduğu ilimleri ve marifetleri tedkik etmek bir ölçüde mümkün olacaktır. Daha önce onların okuma, yazma, yabancı dillere önem verip yönelme ve yabancı kitapları görüp tedkik etme gibi vasıtalara sahip olduğunu açıklamıştık.

Konuya girmeden önce "İlim" kavramının o sırada bilinen teknik anlamıyla kullanılıp kullanılmadığını araştırmak iyi olur.
Kur'an ayetleri "ilim" kavramını, ulema, alimler, kendilerine ilim verilenler, ilimde ileri gidenler, bilen topluluk, bilenler bilmeyenler gibi türevlerini defalarca kullanmıştır. "Taallum" (öğrenme) kelimesi de aynı şekilde çokça kullanılmıştır. Dini kitaplar ve dini öğretiler sadedince çoğu zaman "Ders" (tedkik) kavramı ve türevleri çokça kullanılmıştır. Böylece ilim ve talim kavramları ve türevlerinin sayısı dörtyüz küsura ulaşmıştır.
İlim ve Talîm kavramları ve türevlerinin "İlim" kavramının bilinen teknik anlamının dışında başka anlamlar için kullanıldığını kabul etmeliyiz. Bu kavramlar özel birtakım anlamları ifade etmek için kullanılmıştır: Anlayış, anlatma, tanıma, kavrama, idrak etmek, ilham, vahyetme, açıklama, tedkik etme, pekiştirme, tasdik etme, yakın görme, müşahede etme, hissetme, alıştırma yapma, bilinçlenme, dini işleri ve semavi kitapları bilme... Bazan da aydın, akıllılar sınıfını, basiret ve anlayış sahiplerini ifade etmiştir. Değişik Kur'an sûrelerinde serpiştirilen bu anlamlara ayrıca örnekler vermeye gerek yoktur.

Yalnız bu iki kavram ve onların türevlerinin Kur'an'da "İlim" ve "Ta'lim" kavramlarının teknik anlamlarıyla kullanıldığı da bir gerçektir. Burada ilim ve Talîmin dini ya da dünyevi olması arasında fark gözetilmemiştir. Gelecek ayetlerden anlaşılan budur:
1 ... Onlar, insanlara siniri öğretiyorlardı. (O sihir ki) Babil'deki iki meleğe; Harut'ave Marufa... (Bakara, 102)
2 .. Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı (Bakara, 247)
3 ... İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık. Onun tümü Rabbimizin katındandır" dediler... (Al-i îmran, 7)
4 ... Fakat o, öğretmekte olduğunuz ve ders alıp vermekte bulunduğunuz Kitaba göre Rabbaniler olunuz... (Al-i Imran, 79)
5 Andolsun ki, biz, onların: "Bunu ancak kendisine bir beşer öğretmektedir" dediklerini biliyoruz. Kendisine saparak eğilim gösterdikleri (kimse)nin dili a'cemi'dir, bu ise açıkça Arapça olan bir dildir. (Nahl, 103)
6 İsrail oğulları bilginlerinin onu bilmesi, onlar için ispatlayıcı bir delil değil mi? (Şuara, 197)
7 Yanında Kitaptan bir ilim bulunan kimse dedi ki... (Nemi, 40)-Ayrıca Bkz: (2/151; 7/169; 29/43; 35/28)

Eğer getirilen deliller ve çıkarılan sonuçlar doğru ise Arapların peygamberlikten önce de bu anlama sahip oldukları ve onu anladıkları ortaya çıkar. Özellikle de bu ayetlerin çoğu Mekki'dir. Yani İslam çağrısının geniş alanlara yayıldığı ve kavramların anlamları ya da bazılarının gelişme gösterdiği dönemden önce inmiştir. Durum bu olduğuna göre dillerinde bu anlam bulunan ve tabii olarak zihinlerinde de var olan ve anlaşılan bir ulusun bu ilimlerin bazısına ilgi duymuş olması, onlardan elimize güvenilir çok şey geçmemiş bile olsa onların da herhangi bir şekilde bu çalışmalara katılmış olmasını gerektirir. Kur'an'da bununla ilgili açık ve belli bir açıklama yoksa da farketmez. Bununla beraber Kur'an'da yer alan bir takım delaletler irşadlar ve ilhamlar Peygamber asrı ve toplumundaki Arapların ilimlerinden ve marifetlerinden bir takım tabloları ve gelişmeleri arzetmeleri mümkündür. Gelecek konularda bunu daha rahat göreceğiz.
Bununla beraber konuya girmeden önce "ilim" kavramını buün bilinen teknik anlamıyla kullandığımızı belirtmek isteriz. Bugünkü "ilim"; araştırma ve inceleme yollarını tedkik, karşılaştırma vasıtalarını, ilkelerini, yöntemlerim, bilimsel ve teknik kuralları, kaideleri tesbit etmeyi vd. kapsamaktadır. Araplarda ilmin bu asır ve toplumda bu dereceye ya da bu teknik anlama kavuşmadığını kesin biliyoruz. Yalnız bu kavramı kullanırken şunu kastediyoruz. Araplardan da değişik kitaplara yönelen, onları tedkik eden, bazı ilimleri okuyan, inceleyen, bazı kurallarını kavrayan, sadece bedevi tabiatı ve basiretiyle sınırlı kalmayan kimseler vardı.
Şimdi Kur'an'dan ilham alınarak tesbit ettiğimiz bilimsel ve teknik konulara, Arapların bunlara katıldıklarına ve önem verdiklerine, az önce belirttiğimiz çerçevede tekrar dönüyoruz.
Kur'an'da, Arap yarımadasında ve onun haricinde yaşamış eski ulusların kıssalarını anlatan bir çok bölüm vardır.
Birincisiyle ilgili olarak:
1- Sebe' ile ilgili eski ve yeni hususlar: Eskisi, Sebe' Melikesinin sahip olduğu geniş egemenlik, savaş gücü, akli üstünlük, kendisiyle îsrailî Nebi ve hükümdar Süleyman arasında geçen olaylar (Neml, 16-44) (9) dır. Yenisi ise, bu eski dönemden sonra Sebe' memleketinin imarı ve uygarlığı, orada yer alan pek çok şehir ve kasabaların durumu, onların zincirleme olarak Hicaz'a kadar uzayıp gitmesi, orada bulunan sular, bahçeler, bolluk ve nimetler. Aram Seli ve memleketin gerilemeye başlaması, ora sakinlerinin göç etmeye başlaması ve onların kötü biçimde parçalanıp dağılması (Sebe, 15-19. ayetleri).
2- Yemen'in hüküm sürdükleri bilinen Yemen kralları (Tebâbi') ve ma'ruf olan Tubba' hakkında bir takım kısa işaretler. (Duhan 37, Kaaf 14. ayetleri).
3- Ahkaaf-Arap yarımadasının güneydoğusunda yer alan kesim ile ilgili şeyler. 'Ad'ın evleri, oradaki uygarlık, şehirler, köyler, ekinler, kaynak sular, askeri güç, dağ eteklerindeki gözetleme evleri, su depoları, fiziksel olarak sahip oldukları güç vesaire. Hud'un onlara peygamber olarak gönderilişi, onların karanlıkta esen soğuk ve gürültülü bir rüzgar ile yıkılışı (Araf, 65-72; Hud, 50-60; Şuara 121-134; Fussilet, 15; Ahkaaf, 21-26; Kamer, 18-20; Fecr, 6,8. ayet¬leri).

Burada metodumuza aykırı davranarak ayetlere sadece işaret etmekle yetindik. Çünkü burada amaç, yalnız Kur'an naslarından hareket etmek değildir. Kitabımızın konusu "Peygamber Çağı" olduğundan, Arap Yanmadası'nın değişik bölgelerinde kurulan eski Arap medeniyetlerine işaret eden Kur'an ayetlerini vermekte bir sakınca görmedik. Kaldı ki ayetlerin, Risalet Öncesi dönemde Yemen, Hadramut, Medayin've Hicaz'ın çeşitli bölgelerinde kuruian uygarlık, medeniyet ve bayındırlıklara ışık tutan en önemli kaynak olduklarından kuşku yoktur. Ayrıca bu uygarlıklarla ilgili haberler nesilden nesile aktarılmak suretiyle Rasululkh dönemine kadar gelmişti. Bugüne kadar ayakta kalabilmiş kalıntılar da bize kaynak teşkil etmektedir. Bütün bunlar (ayetler, rivayetler ve kalıntılar). Peygamber dönemindeki Arapların, medeniyet alanında yeni bir dönemle karşı karşıya olmadığını gösteren en iyi delillerdir.

4- Kur'an'ın "Hicr" diye de adlandırdığı Semud'un evleriyle ilgili şeyler. Onlardaki uygarlık, bahçeler, hurmalıklar, ekinler, sular, dağlarda yontulmuş evler, ovalardaki saraylar... Salih'in onlara elçi olarak gönderilişi, onlara dişi devenin mucize olarak verilişi, sonra devenin boğazlanması ve onların bir sarsıntı ile yok edilişi (A'raf, 72-78; Hud, 60-68; Hicr, 80-83; Şuara, 141-152; Nemi, 45-52; Kamer, 23-31; Fecr, 9. ayetleri).
5- Medyen ile ilgili olanlar. Medyen Arap yarımadasının kuzeybatısında yer alan bir ülke. Ora ahalisinin elde ettiği servet, güç, ticari hareket, alış-veriş, satma-satın alma gibi şeyler. Şuayb'ın onlara elçi olarak gönderilişi ve yok oluşları (A'raf, 85-91; Hud, 84-95; Şuara, 176-190. ayetleri).
6- İbrahim'in Mekke ile ilişkisi, zürriyetinin bir kısmının onun haremine yerleştirmesi, oğlu İsmail ile birlikte Kâ'be'yi bina edişi, üzerinde apaçık işaret bulunan namazgahı (İbrahim, 35-41; Baka¬ra, 124-131; Al-i İmran, 96-97. ayetleri).
İkincisi, yani Arap yarımadasının dışında olanlar. Bunların bir kısmının Tevrat'ta kaydedilenlerle ilgisi vardır. Bazılarının da böyle bir ilişkisi yoktur.

a) Birincisi:
1- Nuh, Tufanı ve gemisi (Yunus, 71-73); Hud, 25-48; Mümi-nun, 23-28 ve Kamer, 9-16. ayetleri).
2- İbrahim ve kavminin kıssaları. Kavmi ve krallarıyla ilişkisi, Filistin'e göç etmesi, rüyası, onu uygulamaya çalışması, oğlunu ve zürriyetini feda edişi vesaire. (Bakara, 258-260; En'am, 74-78; Hud, 69-76; Meryem, 41-50; Enbiya, 51-73; Şuara, 70-104; Ankebut, 16-25; Saffat, 83-113. ayetleri).
3- Lût kıssası. İbrahim ile birlikte göç etmesi, toplumu ve çirkin ahlakları, Allah'ın onların ülkelerini yerin dibine geçirişi ve onların izlerinin ayakta kaldığına dair işaretler (A'raf, 80-83; Hud, 77-83, Şuara, 160-175; Saffat, 133-138; Kamer, 33-40. ayetleri).
4- Yusuf kıssası. Mısır'daki kıtlık yılları, Yakub ailesinin Mısır'a göçü (Yusuf sûresi, 4-101).
5- Firavun'un İsrailoğullarma zulmü, Musa'nın yetişmesi, çağrısı, mucizeleri; Firavun'un onlara karşı tavrı, büyü tartışması, yarışması, Firavun'un izlediği yol. İsrailoğullarının Mısır'dan çıkışı, bıkkınlıkları, çölde dolaşmaları, Musa'nın Rabbine niyazı, İsrailoğullarının, hükümdar Davud ve Süleyman'ın savaşları, dıştan İsrailoğullarına yöneltilen saldırılar ve yeryüzüne dağılışları (Bakara, 246-251; Maİde, 20-26; A'raf, 130-133,164-196,138-139,142-145,148; îsra, 4-7; Tâha, 57-70, 76-77; Enbiya, 78-82; Şuara, 10-68; Nemi, 15-44; Kassas, 3-6 ve 7-40; Sebe', 10,14; Saad, 17-20, 26 ve 31-29).
6- Eyyüb kıssası. Kavminin inkârına karşı öfkelenişi, gemiye binişi, oradan atılışı, balığın onu yutuşu, ikinci defa onu dışarı atışı, bundan sonra kavminin ona iman edişi (Saffât, 139-148 ve Kalem, 48-50).

b) İkincisi:
1- Zülkarneyn kıssası, doğuların ve batıların hakimi oluşu. Ye'cüc ve Me'cüc engelini (barajını) bina edişi (Kehf, 83-98).
2- Musa ve Salih Adam kıssası. Bu adamın, dış görünüşleri itibariyle hakka ve gerçeğe, mantığa aykırı düştükleri için Musa tarafından tepkiyle karşılanan eylemleri. Bundan sonra adamın eylemlerini Musa'ya açıklaması (Kehf, 60-82).
3- Zekeriye, Yahya, Meryem ve İsa'nın çeşitli kıssaları, Yahya'nın mucizevi bir biçimde doğuşu, İsa'nın bir mucize eseri olarak doğuşu, isa'nın israiloğullarma elçi olarak gönderilişi, Havarilerin iman edişi, gökten sofranın indirilmesi (Al-i İmran, 32-62; Nisa, 156-159; Maİde, 109-118; Meryem, 1-40; Zuhruf, 57-65; Saff, 6).
4- Ashab-ı Kehf kıssası, uzun seneler boyunca uyumaları, uyanmaları, sonra ölümleri, sayıları, köpekleri vesaire (Kehf, 9-26).
5- Lokman kıssası, hikmeti, oğluna öğütleri (Lokman, 12-19). Tevrat'ta zikredilen, Peygamberle ilişkisi olanların içinde
Kur'an'daki kıssalarla az;çok, anahatlarıyla-detaylarına kadar bağdaşan yerler olduğu gibi, Tevrattaki bilgilerle bağdaşmayan hatta hiç Tevrat'ta sözü edilmeyen yerler de vardır. İbrahim kıssalarının çoğu, Musa kıssası ve Salih kulun kıssası gibi.


4. Araplarda Tarih Bilgisi ve Peygaber Kıssaları:

Kur'an'da Peygamberlerin haberlerini, uluslarının kendilerine karşı tutumlarını anlatan bir dizi ayet vardır. Bu ayetler, bu kıssaları dinleyen Arapların, onlara yabancı olmadıkları, yani onları bildikleri ya da en azından bir kısmını bildikleri imajı verecek bir üslubla ifade etmişlerdir. Gelecek ayetler buna işaret etmektedir.
1 Andolsun, sizden önceki kuşakları, peygamberleri kendilerine apaçık belgeler getirdiği halde, zulme saptıkları ve iman etmeyecek oldukları için yıkıma uğrattık, işte biz, günahkâr olan bir topluluğu böyle cezalandırırız. Sonra nasıl davranacaksınız diye, sizleri gözlemek için, onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık. (Yunus, 13-14)
2 Eğer sem yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Ad, Semud kavmi de yalanlamıştı. İbrahim'in kavmi, Lut'un kavmi de; Medyen halkı da; Musa da yalanlanmışti. Böylelikle Ben, o küfre sapanlara bir süre tanıdım, sonra da onları yakalayıverdim. Nasılmış benim inkârım! (Halkı) zulmetmekte iken onları yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altlan Üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları yüksek sarayları (çın çın ötmektedir). Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve kendisiyle işitebilecek kulakları oluversin? Zira gerçek şu ki, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir. (Hac, 42-46)
3 Ad'ı ve Semud'u da (yıkıma uğrattık). Gerçek şu ki, oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır. Kendi yapmakta olduklarını şeytan onlara çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi. (Ankebut> 38).
4 Yeryüzünde de gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerini nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt-üst etmişler ve onu kendilerinin imar ettiğinden, daha çok imar etmişlerdi. Şu halde Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmetmekteydiler. (Rum, 9)
Ayrıca Bkz: (14/44-45; 20/128, 133; 37/133-138)
Bir dizi Kur'an ayetinde, Kâfir Arapların Peygamberin çağrısını ve Kur'an'ın uyarılarını, Öncekilerin masalları olarak değerlendirerek red ettikleri hikâye edilmektedir. Gelecek misallere bakalım:
1 Onlardan seni dinleyenler vardır: Oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, apaçık ayetleri görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o küfretmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek; "Bu öncekilerin uydurma masallarından başka birşey değildir" derler. (En'am, 25).
2 Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman: "İşittik" dediler. "İstesek, biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başkası değildir". (Enfal, 31).
3 Ve dediler ki: "(Bu) geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır" (Furkan, 5).

Aynı şekilde Kur'an'da Peygamber'e, daha Önceki peygamberlerin getirdiklerine benzer bir mucize getirmesi için meydan okuduklarını hikaye eden ayetler vardır. Gelecek misallerde görüldüğü gibi:
1 "Hayır" dediler. "(Bunlar) karmakarışık düşlerdir; hayır onu kendisi uydurmuştur, hayır o bir şiirdir. Böyle değilse öncekilere gönderildiği gibi bize de bir mucize getirsin." (Enbiya, 5).
2 Fakat onlara kendi katımızdan hak geldiği zaman: "Musa'ya verilenin bir benzeri de buna verilmeli değil miydi?" dediler. Onlar, daha önce Musa'ya verilenleri inkâr etmemişler miydi? "İki büyü birbirine arka çıktı" dediler. Ve gerçekten biz hepsini inkâr edenleriz dediler. (Kasas, 48).
Yusuf kıssası ayetlerinin girişinde yer alan bir ayetin metni şöyledir: "Yusuf ve kardeşlerinde soranlara ibretler vardır." Yine, Zülkarneyn kıssası Peygamber'e yöneltilen bir soru üzerine inmiştir. Nitekim bu kıssanın girişinde iki ayet vardır; "Sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki, 'size ondan bir öğüt okuyacağım'" Ashabı Kehf kıssası ayetlerinde de onların inişinin, onlar hakkında meydana gelen bir tartışma üzerine indiği anlaşılmaktadır: "(Ondan sonra gelen kuşaklar) Diyecekler ki: "Üçtüler, onların dördüncüsü de köpekleridir." Ve: "Beştiler, onların altıncısı köpekleridir" diyecekler. De ki: "Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında kimse bilemez." Öyleyse onlar konusunda sathi bir tartışma dışında tartışma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma." (Kehf, 22).
Bu nasslar (metinler), önceki ulusların ve peygamberlerin haberlerini ihtiva eden Kur'an ayetlerinin kendilerine okunduğu kimselerin bu haberleri ana hatlarıyla ya da detaylarına varıncaya kadar bildikleri imajını vermektedir. Hatta onlar daha da ileri giderek, Peygamberin onları başkalarından aktardığını, sabah akşam onları alarak açığa vurduğu ve kendilerine okuduğunu demeye getirmişlerdir. "Onun dediklerini biliyoruz, eğer dilersek biz de onun gibisini söyleriz, çünkü bu öncekilerin kıssaları ve bilinen hikayelerdir"

diye iddia etmişlerdir.

Tefsir kitapları, Kur'an kıssalarıyla ilgili olarak ravilerdeki haber alimlerinden, Arap ve Yahudi asıllı müslüman sahabeden rivayet edilen açıklamalar, şerhler ihtiva etmektedir. Bu haberler ve kıssaların Arap çevrelerde ve kitaplı çevrelerde bilinen şeyler olduğu söylenebilir. Bunların hepsinin İslâm'dan sonra uydurulduğunu söylemek makul olmaz.

Bu söylediğimiz, mantık ve hikmetle de uyum içindedir. Kur'an kıssaları, üslubundan, tekrar edilişinin hikmetinden, çeşitliliğinden ve siyakından da anlaşılacağı gibi ibret, öğüt, temsil ve hatırlatma için varid olmuşlardır. Bu ise ancak dinleyicilerin bildiği ve kabul ettiği şeylerle ilgili olduğunda daha tesirli ve görüşler üzerinde daha etkili olabilir. Hud süresindeki Nuh kıssasından sonra: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce ne sen, ne de toplumun bunu bilmiyordu..." (49. ayet); Yusuf süresindeki Yusuf kıssasından sonra: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberleridir. Onlar tuzak kurarken işlerini birleştirdiklerinde sen onların yanında değildin." (102. Ayet); Al-i îmran süresindeki Meryem kıssasından sonra: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberleridir. Hangilerinin Meryem'e kefil olacağı konusunda kalemlerini attıkları zaman sen onların yanında değildin. Onlar birbiriyle hasmane boğuşurken sen onların yanında değildin." (44. ayet) gibi bir takım ayetler varid olduğu da bir realitedir. Yalnız birinci ayet onların kıssayı temelden ve konu olarak bilmediklerinden çok, uslubla, detaylarla, genelliğiyle ilgili başka amaçlar taşıdığı kesindir. Özellikle de Nuh ve Yusuf kıssaları Tevrat'ta da detaylı olarak kaydedilen kıssalardandır. Tevrat'ın anlattıklarıyla Kur'an'da yer alanlar arasında büyük bir yakınlık vardır. Kitaplıların o zamanlar bunları bilmedikleri hatta Arapların ya da onlarla sıkı ilişki içinde bulunan bazılarının bunu bilmediklerini söylemek imkansızdır.

Durum bu olduğuna göre şu noktalan tesbit etmek aşırılık olmaz:
1- Peygamberin Arap çevresindeki ahalinin, tarihsel bilgilerden ve haberlerden bir pay sahibi oldukları kesindir.
2- Onların bu konudaki bilgilerinin, Kur'an'da ana hatlarıyla ya da detaylı olarak işaret edilen olaylarla sınırlı olması makul olmaz. Zira Kur'an'da yer alan şeyler tenzil hikmetinin Öğüt ve hatırlatma için vahyedilmesini gerektirdiği şeylerdir. Sahabe bilginlerinin, habercilerin ve ravilerin naklettiği, müfessirlerin de Kur'an kıssaları için birer şerh açıklama olarak alıp yazdıkları şeylerin çoğu da bu türden bilgilerdir. Çünkü bunların hepsinin, az önce belirttiğimiz gibi, İslâm'dan sonra uydurulmuş olması makul olmaz. Tabii ki bunları söylerken bu haberlerin olaylarıyla ilgili eleştiri ve çekimser kalıştan sarfınazar ediyoruz.
3- Eu bilgilerin ve tarihsel haberlerin iki kaynağı vardı: Birincisi; yer, kaynak ve rivayet olarak Araplara aittir. Ad, Semud, Se-be', Medyen ve Lokman kıssaları gibi. Bu raeyadna kaydedilebilecek kıssalardan biri de İbrahim'in kıssalarıdır. Bunlara Tevrat'ta herhangi bir işarette bulunulmamıştır. Yalnız Arapların gelenekleriyle ilişkilidir. Zürriyetini Beytü'l-Haram Bölgesine yerleştirmesi, İsmail ile Kâ'be'yi bina edişi, Hac geleneklerini belirlemesi ve ona çağrıda bulunması, onların putlariyla ilgili olarak kavmine karşı tutumu, ateşe atılışı, ondan sağlam olarak kurtuluşu ve saire gibi ikincisi; dış kaynaklıdır. Bunlar da yabancı azınlıklar, onların kitapları, Arapların komşu ülkelere seferleri ve oraların ahalisiyle ilişkilerde bulunulmaları yoluyla onlara geçmiştir. Tevrat'ın, Yahudilerin ve Hıristiyanların dini ve dini olmayan kıssaları, Zulkarneyn, Rüstem, İsfendiyar ve saire kıssaları gibi. Bunların da bir kısmı Kur'an'da zikredilmiş bir kısmı ise zikredilmemiştir. Çünkü Peygamber çevresindeki Araplar, Arap kökenli ya da Arapların gelenekleriyle ilgili kıssaları nesilden nesile devralıyorlardı. Peygamberin gönderilişinden önce onlar bunları ve ikinci kaynaktan gelenleri gece sohbetleri ve hikaye meclislerinde birbirlerine aktarma ve bu hikayeler üzerinde tartışma suretiyle Öğreniyorlardı.
Hatta biz bunun da ötesine giderek Kur'an'dan aldığımız ilhamla diyoruz ki: Arapların katında kitapların, sahifelerin ve derilerin, peygamberlikten önceki dönemle ilgili olarak Arapça olan ve Arapça olmayan tarihsel haberler, kıssalar ve bilgilerle doldurulduğunu, onların dilden dile dolaşması, gönülden gönüle akmasıyla yetinilmediği kesindir. Bunlarla ilgili hiç bir şey bize ulaşmamış bile olsa durum değişmez. Bunu, Peygamberin onlara her Kur'an okuyuşunda onların "öncekilerin masalları" ifadesini tekrar etmesinden çıkarıyoruz. Bu ifade ve kavram öncekilerin hikâyeleri için kullanılıyorsa da onun Önceki yazılı metinler için de kullanıldığını zannediyoruz. Bu kavramın önceki eski ulusların hikayeleri ya da asılsız, hurafe şeyler için kullanılması daha sonra olmuştur. Özellike "Esatir" kavramının "Satara" kavramından geldiğini ve "Satara"nin de yazmak anlamına geldiğini düşündüğümüzde mesele daha da netleşir Kur'an bu kavramı, daha Önce başka bir sebeble naklettiğimiz Tur 1-3 ve Kalem 1-2 ayetlerinde kullanmıştır. Zannediyorum az Önce naklettiğimiz Furkan beşinci ayeti de burada belirtmeye çalıştığımız noktanın doğru olduğuna güçlü bir delildir. O da kâfirlerin, Peygamberin önceki insanların esatirini yazdığını, ezberlediğini, sonra da kendilerine okuduğunu söylediklerini hikaye etmektedir. Bu da haberleri ve kıssaları yazmanın Araplarda bilinmeyen bir şey olmadığını ve bunlardan bir kısmının yazılı olduğunu ve kâfirlerin Peygamber hakkındaki düşüncelerine malzeme hazırladığını ilham etmektedir. İbn-i Hişam iki haber kaydetmiştir ki (10) bunlarla belirtmeye çalıştığımız noktayı aydınlatmak mümkündür: Birincisi: Nadr h. Haris'in, davet meclislerinde Peygamber'i izleyip insanlara Rüstem ve İsfendiyar'm haberlerini hikaye etmesi: "Allah'a yemin olsun ki, O'nun sözleri benim sözlerimden daha güzel değildir. Onun sözleri öncekilerin esatirinden başkası değildir. O da benim derlediğim gibi onları derleyip yazmıştır" demesidir. İkincisi: Süveyd b. Samit'in Hac mevsiminde Peygamberle karşılaştığı Peygamber'in onu İslam'a çağırdığı, O'nun da: "Herhalde, bu dergideki şeylere çağırıyorsun deyip Lokman dergisini çıkardığı ve Peygambere gösterdiği" haberidir.

5. Coğrafya ve Astronomi Bilgisi:

Kur'an'da, denize, yolculuklara, güzel rüzgâra, fırtınalı rüzgâra, gürültülü rüzgâra, aynı şekilde kara yolculuklarına, ticari olan ve olmayan kervanlara, yollara, caddelere, yolculuklarda yolu bulmaya yarayan alametlere işaret eden pek çok ayetler vardır. Onlardan çoğunu daha önceki bölümlerde naklettik. Burada vereceklerimiz daha önce nakletmediklerimizdendir:
1 Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi... (Taha, 53)
2 Yeryüzünde, onîarı sarsıntıya uğratmasın dîye, sabit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye de geniş yollar açtık. (Enbiya, 31).
3 Sizin için yeryüzüne boyun eğdiren O'dur. Şu halde O'nun omuzlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O'nadır
(Mülk, 15).
Önceki ayetler ile bu ayetler ve onların paralelinde olan ayetler, Hicazlıların Peygamberlikten önce yaptıkları kara ve deniz yolculuklarının çokluğunu göstermektedir. Kî biz bu yolculukların denizde, Kızıldeniz'in sahillerini aşıp Habeşistan sahillerine, doğu Afrika ve Güney Asya kıyılarına ulaştığım, karadaki yolculuklarının da Irak, İran, Şam, Mısır'ı kapsayıp bazan Küçük Asya'daki Bizans ülkelerine kadar vardığını anlayabiliyoruz. Onların bu kadar yolculukları başarmaları, bu işte o kadar ileri gitmeleri ancak denizcilik için zorunlu olan bilgileri idrak etmeleriyle mümkündür. Deniz yollarını, rüzgarın esiş yönlerini, limanları, kaleleri, ülkeleri ve şehirleri, vardıkları yerleri, geçtikleri yerleri, ticaret yaptıkları yerleri bilmiş olmaları gerekiyor. Başka bir ifadeyle onların coğrafya bilgileri diye adlandırabileceğimiz bilimlede ulaşmış olmaları gerekir. Artık burada fiziki, ekonomik ve sosyal coğrafya diye ayırmaya gerek yok. Sonra burada kara ve deniz coğrafyası ayırımı da yapılamaz. Arapların tarihsel bilgileri konusunda vardığımız sonuç, burada vardığımız sonucu da güçlü olarak desteklemektedir. Bu tarihi bilgilere sahip olan Arapların, tabiatıyla ulusların haberlerine, olaylarına, gittikleri ülkelerin ve bölgelerin çeşiti coğrafya konumları ile ilgili bilgilere de ulaşmış olmaları gerekir.
(10) îbni Hişam; I. 323 ve II, 27-28.


Aynı şekilde Kur'an'da Güneşten, Aydan, Ay'ın konaklarından, Güneş ve Ay'ın yörünge ve hareketlerinden ve bu ikisinin yıl hesaplamalarmdaki rollerinden; Yıldızlardan ve onların, Arap yarımadasında aşırı sıcaklık dolayısıylatercih edilen gece kara ve deniz yolculuğu esnasında rehber olarak, yol gösterici olarak kullanılmasından bahseden bir çok ayet vardır. Hatta bu ayetlerde Güneş ve Ay dışında bizzat yıldız/gezegen adı zikredilmiştir. Aşağıda vereceğimiz ayetlerde bu durum daha iyi görülüyor;
1 Sana hilâl halindeki aylan sorarlar: De kî: "O, insanlar ve hac için belirlenmiş vakitlerdir." (Bakara, 189).
2 O, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanız için size yıldızları var edendir. Bilebilen bir topluluk için biz ayetleri birer birer açıkladık (En'am,97),
3 Güneşi bir aydınlık, ay'ı da bir nur kılan ve yılların sayısı ve hesabını bilmeniz için ona duraklar tesbit eden O'dur... (Yunus, 5)
4 Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz. Ve (başka) işaretler de (yarattı), onlar yıldız(lar)la da doğru yolu bulabilirler. (Nahl, 15-16).
5 Güneş de kendisi İçin olan bir müstekarra doğru akıp gitmektedir. Bu,üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)'ın takdiridir. Ay'a gelince, biz
onun için de bir takım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalma döndü. Ne güneşin aya yetişmesi, ne de gecenin gündüzün Önüne geçmesi doğrudur. Her biri bir yörüngede yürüyüp gitmektedirler. (Yasın, 38-40).
6 Yoo, şafak vaktine yemin ederim, geceye ve toplayıp taşıdığı şeylere, ondördüne girdiği zaman aya... (İnşikak, 16-18). Ayrıca Bkz: (6/96; 16/12; 21/33; 31/29; 53/49; 81/15-18) Allah'ın nimetlerini hatırlatma ya da Allah'ın ululuğunu vurgulama konusunda gelen bu ayetlerin üslubu, onları dinleyenlerin onları anladıklarını, neye işaretlettiklerini kavradıklarını göstermektedir. Tâli olarak da Peygamberin asrı ve çevresindeki Arapların, yıldızların yeri, hareketleri, bazı isimleri hakkında bilgi sahibi olduklarını, yolculuklarında, evlerinde, yola koyulmalarında, zamanlarını belirlemelerinde, seferlerinde bu bilgilerinden yararlandıklarını, Güneş'in ve Ay'ın hareketlerini hesapladıklarını, mevsimleri ve günleri hesaplarken bu iki gezegenden yararlandıklarını, başka ve daha doğru bir ifadeyle onların bir nebze astronomi bilgileri olduklarını göstermektedir. Bununla beraber Arapların bu konuda bildikleri şeylerin o zamanda ya da daha öncelerinde Yunanlıların astronomi bilgileri düzeyinde bir bilgi olduğunu soyleyemiyoruz. Çünkü onlarda (Yunanlılarda) bu ilmin kuralları ve bilimsel sınırlandırmaları vardı. Onların bu bilgilerinin, deneyimlerinden, yolculuklarından ve müşahedelerinden kaynaklanan ilkel bilgiler olduğunu tercih ediyoruz.

6. Tıp ve Eczacılık Bilgisi:

Madem ki burada Arapların akli gücünü ve bunun tezahürlerini ortaya koyan Arap kültüründen söz ediyoruz, o zaman burada şunu da belirtmemiz doğru olacaktır: Onların hastalıklarla, hastalıkların tedavileriyle, eczacılıkla, ilaç yapımı ve kullanımıyla uğraşmadıklarını söylemek doğru olmaz. Onların kendi deneyimlerine ve gözlemlerine dayanarak, ya da komşu ülkelerin deneyimlerini iktibas ederek bu alanda bir mesafe katetmiş olmalarını söylemeliyiz. Bunlara "Tıp ilimleri" de diyebiliriz. Bu konuda Nahl sûresinin ayetlerinden birinde kendisine değinilen baldan başka bir işaret Kur'an'da yer almamaktadır:
"Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda uçuver.' Onların karınlarından türlü şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır..." (Nahl, 69)

Peygamberlikten Önce ve peygamberlik döneminde tıp ile uğraşan vt bu konuda şöhret yapan bir dizi şahsiyetin isimlerinin rivayetlerde ve biyografi kitaplarında yer aldığına dikkat çekmeliyiz.


7. Soybilim:

Arapların kabilesel hayatları şöyle bir yaklaşımda bulunmamızı kolaylaştırabilir: Onların arasında soylara, kabile, aşiret, boy ve evlerin zincirleme bağlılıklarına, onların gelişmelerine, antlaşmalarına, dostluklarına geniş ölçüde önem veren bir sınıfın yetişmiş olması gerekirdi. Zira bu onların yaşadığı hayatın kaçınılmaz gereklerinden biridir ve bunu bir ölçüde soybilim olarak nitelemek mümkündür. Bu konuda Kur'an'da yer alan iki ayette iki işaretten başka bir şey bulunmamakla beraber durum budur.
1 Böylece Sur'a üfurüldüğü zaman, o gün aralarında soylar yoktur ve soruşturmazlar da. (Mü'mimın, 101).
2 Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (Hucurat, 13).
Risâlet öncesi dönem ve toplumun ilim ve kültürleri hakkında söylediklerimizi özetleyecek olursak şöyle bir tablo çıkar:
1- Okuma-yazma hissedilecek derecede yaygınlaşmıştı. Badiyede (köyde) yaşayanların da bir takım bireylerinin okuma-yazmaya yönelmiş olması uzak bir olasılık değildir.
2- Araplardan, bazı yabancı dillerle uğraşan ve buna önem verip o dillerin sahiplerinin yanında bulunan dinî olan ve dinî olmayan kitapları tedkik eden kimseler vardı.
3- Araplar ulusların haberlerine ve peygamberlerin kıssalarına önem veriyorlardı. Tarihi bilgilerin, haberlerin, kültürün yazılı bulunduğu kitapları, sahifeleri, yazı yazılan ince derileri ve derlemeleri vardı. Bu haberlerin ve bilgilerin köken ve yer olarak Araplara ait olanları olduğu gibi iktibas olanları da vardı.
4- Araplar, gözlem ve deneye dayalı bir takım coğrafî astronomik ve tıbbi bilgilere, uğraşılara sahipti.
5- Araplar soy bilgisi, iz sürme rüzgârların esiş yönleri ve yağışı tahmin konusunda uzman idiler.
6- Onların ziraat ve matematik bilgileri öz ve basitti. (Bu konu geniş olarak birinci bölümde işlenmişti.)

8. Kâhinlik ve Büyücülük:

Bu fasıla Peygamberin peygamberlikten önceki asrında ve toplumunda kâhinlik ve büyücülüğü de ilave etmek istiyoruz. Zira bize göre, bunlar psikolojik bilimler ve marifetler olmaları hasebiyle konumuzla ilgilidir. Bu yönleriyle Arapların aklî güçlerini gösteren tezahürlerden biri olarak kabul edilmeleri mümkündür.
Araplarda, kâhinlik ve büyücülüğün ciddi bir yeri; ruhsal ve psikolojik problemlerinde ve zihinlerinde büyük bir etkisi vardı. Araplar özellikle kâhinlere saygı ve takdirle bakıyorlardı. Onları ruhsal (psikolojik) hastalıkların doktorları olarak görüyorlardı. Psikolojik sıkıntılarının ve ruhsal problemlerinin hepsinde onlara koşuyorlardı. Sarsıldıklarında, sıkıntıya düştüklerinde ve rahatsız olduklarında dertlerini onlara götürüyorlardı. Onların katında huzur ve marifet olduğunu söylüyorlardı. Birisi korkunç bir rüya gördüğünde onu yorumlaması için kâhine koşuyordu: Kapalı-gizli bir anlaşmazlık çıktığında çözümü için kâhine yöneliyorlardı. İnsanları korkutan herhangi bir gök ya da yer felaketi olduğunda derhal kâhine koşarlar ve onlardan gayb haberlerini ya da içinde bulundukları durumu izah eden açıklamalar isterlerdi.
"Kâhin" kavramı Kur'an'da iki ayette geçmekte ve Arap kâfirlerinin Peygamber'e nisbet ettiği kâhinlik vasfını red etmektedir.
1 Şu halde sen, öğüt verip-hatırlat; çünkü sen Rabbinin nimetiyle ne bir kahinsin, ne de bir deli. (Tur, 29).
2 ... Bsr kâhinin de sözü değildir. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz'7 (Hakka, 42).

Bu iki ayetin dışında Araplardaki kâhinliğe açık bir tablo çizen, ışık tutmaya yarayan başka bir şey yoktur. Yalnız tabiatıyla onların Peygamber'e kâhinliği nisbet edişi kendi anlayışlarına göre onunla kâhinler arasında bir benzerlik görmelerinden kaynaklanıyordu. Araplara ait rivayetlere dayanarak kâhinlik ve kâhinler hakkında şu noktaları tesbit edebiliriz;
1- Arapların nazarında kâhinliğin dinî bir statüsü yoktu.
2- Kâhinler soru sahiplerinin soruları üzerine sözlerini ve cevaplarını sıcak, coşturucu bir uslubla söylerlerdi. Konuşmasının arasına bir takım imalar yerleştirirlerdi. Ki bunların içinde dinleyiciler kafalarındaki soruların açıklamasını bulabiliyorlardı.
3- Gizli-kapalı seci'li imalar içeren sözleriyle insanlara gayb olan şeylerden, gelecekten söz ediyorlardı.
4- Onlar insanları uyutarak ya da insanların kendileri, kurun¬tuya kapılarak, hatta bizzat kahinlerin kendilerinin de dillerinden dökülen seci'ler ve tevriyeler nedeniyle kendilerine uyan cinlerin olduğunu, kendilerine düşen görevde onlara yardımcı oldukları zehabına kapılıyorlardı.

Kendilerini izleyen bu cinlerin göklere kulak verip oradan haberler çaldıklarını, getirip bu haberleri kâhinlerin gönüllerine bıraktıklarını, onların da bu haberleri ifade ettiklerine inanıyorlardı. Burada bazı Kur'an ayetlerinin, şeytanların gök haberlerine kulak kesildiklerine ve onları alıp kaçmalarına işaret ettiğine dikkat çekmeliyiz. Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Andolsun biz, gökte burçlar yaptık. Ve onu bakanlar için süsledik. Ve onu her kovulmuş şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden olursa, onu da parlak bir ateş şulesi kovalar. (Hîcr, 16,18).
2 Hiç şüphesiz, bir dünya göğünü çekici bir süsle, yıldızlarla süsleyip donattık. Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk. Ki onlar, Mele'i A'laya kulak verip dinleyemezler ve onlar her yandan kovulur atılırlar, uzaklaştırılırlar. Onlar için kesintisiz bir azab vardır. Ancak çalıp kaçan olursa artık onu da delip geçen yakıcı bir alev izler. (Saffat, 6-10).
3 "Doğrusu biz göğü yokladık, fakat onu oldukça güçlü koruyucular ve şihablarla kaplı bulduk. Oysa gerçekte biz, dinlemek için onun bazı bölümlerinde, oturma yerlerinde otururduk. Ama şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini İzleyen bir şihâb bulur" (Cin, 8-9).
4 Andolsun, biz en yakın olan göğü kandillerle donattık ve bunları, şeytanlar İçin taşlama birimleri kıldık. Onlar için de çılgınca yanan ateşin azabını hazırladık. (Mülk, 5).
Buna göre kâfirlerin, Peygamber ile kâhinler arasında gördüğü benzerlik Peygamberin okuduğu seci'li, coşkulu ya da ölçülü Kur'an ayetleridir. Özellikle de Peygamberliğinin ilk zamanlarında bu niteliği taşıyan ayetler pek çoktu. Peygamberliğin ilk zamanlarındaki ayetlerin çoğu seci'liydi. Peygamberin gelecekten haber vermesi ölümünden sonra dirilişten, Cehennem'den söz etmesi, Allah ile gök ve meleklerle ilişkisinin olduğunu söylemesi, Melekler vasıta¬sıyla kalbine Kur'an'm indirilmiş olması onları böyle bir zanna itmiştir.
"Kâhin" kavramının geçtiği iki ayetin siyakı ve özü rivayetlerin açıkladığı, bizim de kaydettiğimiz Arap kâhini tablosuyla uygunluk arzedebilir.

Rivayetler; kâhinlerden, kâhin kadınlardan, insanların felaketlerde, zor durumlarda ve düş görmelerinde onlara baş vurmalarından söz eden pekçok haberler kaydettikleri gibi, onlardan bazılarının isimlerini ve sözlerinden birtakım örnekleri de nakletmişlerdir.(11) Bu rivayetlerin durumu ne olursa olsun, bunlar kesin olan ve bu sınıfın varlığını gösteren Kur'an metnine ilave olarak, Arapların zihnindeki güçlü ve etkili tablonun, onların yanında ne kadar büyük yer kapladığını, büyük önem taşıdığını gösteren sağlıklı bir delil olabilir. Onlar bu işe o kadar önem verir hale gelmişlerdi ki, Rasulün Risaletini, Peygamberliğini kâhinlik olarak açıklamaya çalışmışlardı. Onunla kâhinler arasında bir takım benzerlikler gözledikleri için onu da kâhinlerin düzeyinde ve onların yolundan giden biri olarak değerlendirmişlerdi.
Buna göre kâhinliği Arap aklının gelişme devrelerinden ve gücünü görünümlerinden biri olarak değerlendirmekle yanlış yapmış olmuyoruz. İsterse bu durum tüm Araplara özgü olmayıp sayıları çok az olan bir sınıfla sınırlı olsun farketmez. Zira buna benzer iddialar ve onları üstlenme aralarındaki sınıf farklarına rağmen tüm insanların liderler ve eşraf da dahil olmak üzere onlara yönelmesi ancak keskin bir zekaya, geniş hayal gücüne, kuvvetli bir akla ve söz sanatlarının kullanımında güçlü bir yapıya sahip olan bireyler için geçerli olabilir. Muhtemelen bunlardan bazıları, bizzat kendileri de kendilerine verilen güçler ve özellikler nedeniyle cinlerle ilişki kurduklarına, onlardan destek aldıklarına inanıyorlardı. Zaten Arapların zihinlerinde cinlerin dahiler ve seçkin kimselerle ilişki kurduğu imajı eskiden beri vardı. Buna benzer nitelikleri taşıyan bir takım bireylerin bir ulusta herhangi bir asırda ortaya çıkışı o ulusun söz konusu asırda akli gücünün bir görünümü olarak değerlendirilebileceğini söylemek aşırılık olmaz. Özellikle bu sınıfın yanında onun denginde başka sınıflar olduğu zaman... Daha önceki fasıllarda işlediğimiz ve gelecek fasıllarda da işleyeceğimiz gibi Arapların, Peygamber asrında ve çevresinde durumu böyleydi.
Büyü ve büyücülük ise, değişik münasebetlerle ve pekçok ayetlerde zikredilmiştir.

(11) Ibn Hışam; I, 14-17, 135-144, 194-201.

Bunların bir kısmı gelecek Örneklerde görüldüğü gibi Musa ve Firavun kissasıyla ilgilidir:
1 Dediler ki: "Ey Musa, (İlkin) sen mi atmak istersin, yoksa atanlar biz mi olalım?" (Musa) "Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince, İnsanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (A'raf, 115-116). 2 Ey Musa, dediler. "Ya sen (asanı) at ya da önce atanlar bizler olalım. Dedi ki: "Hayır sizler atın." Sonra hemen sihirlerinden dolayı, onların iplen ve asaları kendisine gerçekten debeleniyormuş hayaliyle göründü (Taha, 65-66).

Ayetlerin bazısı kâfirlerin sözlerini, Peygamber'e büyüyü izafe edişlerini, omın çağrısını ve Kur'an'ın ölümden sonra diriliş, haşir, hesaba çekilme, cennet, cehenem gibi vaadettiği şeyleri büyü olarak nitelendirişlerini hikâye etmekle ilgilidir. Gelecek örneklerde görüldüğü gibi:
1 Biz Kitabı üzerine yazılı bir kağıtta göndersek ve onlar ona elleriyle dokunsalar bile, küfredenler, tartışmasız: "Bu apaçık bir büyüden başkası değildir" derler. (En'am, 7).
2 ... (Sen onlara): "Öldükten sonra dirileceksiniz" desen, inkâr edenler:"Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir" derler. (Hud, 7)
3 ... O zalimlerin "Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz" dediklerini çok iyi bilirsin. (İsra, 47).
4 Onlar bir ayet görseler, sırt çevirirler ve: "(Bu) kesintisiz bir büyüdür" derler. (Kamer, 2).
Ayrıca Bkz. (10/2; 15/14-15; 21/3; 37/14-16)

Bazı ayetlerde Yahudileri ve şeytanların sözlerine uymalarını yerme konusunda, Bakara 102. ayetinde ifadesini bulduğu ve birinci bölümün üçüncü faslında naklettiğimiz gibi Harut-Marut'un Babil'de sihir yapma haberiyle ilgili olarak gelmiştir.
'Bundan biri de, müfessirlerin cumhuruna göre sihirbazların eylemlerinden biri olan düğümlere üfürenlerin şerrinden Allah'a sığınmayı emreden Felâk süresidir:
«De ki: "Sabahın Rabbine sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyen kadının şerrinden, hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden"-» (Felak, 1-5)
Bu ayetler sihir ve sihirbazların geçtiği ayetlerin tamamı değildir. Bu ayetlerin sayısı yaklaşık olarak elliyi bulur. Burada işin ilginç tarafı şudur ki; kâhinliğin ve kâhinlerin haberlerini, sözlerini ve isimlerini nakleden pek çok rivayet olduğu halde, onlardan bahseden ayet sayısı ikiyi geçmezken, sihirbaz ve sihirle ilgili bir sürü ayet olmasına rağmen bu konudaki haber ve rivayetler oldukça azdır.

Her ne olursa olsun Kur'an'da buyu, büyücü, büyülenmiş ve büyücüler kavramlarının defalarca tekrar edilmiş olması, kâfirlerin Peygamber'i büyücülükle itham eden sözlerinin hikaye edilişi, Arapların peygamberlikten önce sihir ve sihirbazları bildiklerine, güçlü bir delildir.
Kur'an ayetlerinden yola çıkılarak sihirbazların yaptıkları şeyleri ya da sihirbazlık ve sihirbazlar hakkında zihinlerinde yer alan hususları tespit edebiliriz. Şöyle ki:
1- Şeytanlarla büyü ve büyücüler arasında öğrenci-oğretmen ilişkisine benzer bir anlayış vardır. Onlar büyücünün kişi ile hanımını ayırabilme gücüne sahip olduğuna inanıyorlardı (Bakara, 102).
2- Büyücünün, insanın gözünde, bir takım şeyleri olduğundan başka gösterebileceği şeklinde bir anlayış vardı. İnsanların içlerine korku ve ürperti satabileceklerine inanılıyordu (A'raf, 115-116; Taha, 65-67).
3- Araplar, bir kimsenin, görmedikleri bir şeyden ya da alışmadıkları, duymadıkları şeylerden söz eden, konuştuğu konularda da bir takım gizli-kapaklı ya da şaşırtıcı yeni şeyler söyleyen birini gördüklerinde, onu büyünün etkisine girmiş kabul ediyor ve onun büyülenmiş olduğunu söylüyorlardı.
4- Araplar, beşerin eliyle gerçekleşen olağanüstü şeyleri, bazen elleriyle dokunup, gözleriyle görseler de sihir olarak sayıyorlardı.
5- Sihirbazların yaptığı şeylerin arasında düğümler düğümleme ve onların üzerine üfürme gizli bir takım sözleri okuma ya da öyle bir imaj verme de vardı.
6- Yahudilerden büyü işleri yapan kimseler vardı.
Bundan sonra sihirbazın tablosuyla ilgili birşey çizmek istersek, bu tablonun kâhinin tablosuna yakın olduğunu görürüz. Bunlar da keskin zeka sahibi, tasarruf gücü bulnnan, geniş hayal sahibi olan, cinlerle ilişki kurduğunu, çeşitli işlerinde cinleri hizmetinde kullandığı imajını verme, insanların güçleri üzerinde etkili olma, onları egemenliği altına alma, onlara var olmayan şeyi varmış gibi hayal ettirme, olmamış şeyi olmuş gibi gösterme kabiliyetleri bulunan kimselerdir. Kâhinler hakkında söylediklerimizi sihirbazlar için de söyleyebiliriz: Cinlerle temasa geçme kuruntusu, kendilerinde gördükleri güç ve yeteneklerden dolayı onların işlerinde kendisine yardımcı olduklarını sanma vesaire. Zira Arapların akidesi; cinlerin, dâhiler ve mahir/uzman kişilerle ilişki kurdukları şeklindeydi.

9. Hikmet;

Şimdi de "Hikmet" kavramına işaret edelim. Bunların bir kısmı Peygamberlerle, bir kısmı Peygamber'in göreviyle, bir kısmı da genel olarak onu takdirle yadetme şeklindedir. Gelecek örneklerde bunu görüyoruz:
1 "Rabbinıiz, içlerinden onlara bir peygamber gönder, onlara ayetini okusun, onlara Kitabı ve hikmeti Öğretsin... (Bakara, 129)
2 Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmşitir. (Bakara, 269).
3 Ona Kitabı, hikmeti, Tevratı ve İncili öğretecek. (Al-i îmran, 48).
4 Hiç bir insana yakışmaz ki, Allah ona kitap, hüküm (Hikmet) ve nübüvvet versin de, sonra (o kalksın) insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kullar olun" desin... (AI-i îmran, 79).
5 ...Allah sana Kitabı ve Hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın Üzerindeki fazlı çok büyüktür, (Nisa, 113)
6 Bunlar, Rabbinın sana hikmet olarak vahyettiği şeylerdir.12 (Isra, 39)
7 Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. (NahI, 125).

Ayetlerin genel temasından, "hikmef'in akli bir bağış olduğu, onunla sahibinin üstün akıllı, hükmünde isabetli, sağlam görüşlü, söylediği yaptığı her şeyde iyiyi, hakkı ve olgun olanı esas aldığı anlaşılmaktadır. Aklî üstünlüğün, güzel basiretin, tasarrufun, olgunluğun, vicdan ve zevk dürüstlüğünün, iyiliği ve gerçeği sevmenin, kötülüklerden, saçmalıklardan uzaklaşmanın tezahürlerinden biridir. Ayetler doğrudan Arapların Peygamberlikten önceki durumuyla ilişkili değilseler de kavramın Kur'an'da pekçok defalar kullanılmış olması, onun anlamının ve içeriğinin Araplarca bilindiğini, üzerinde çok konuşulan önemli meselelerde, büyük problemlerde kendilerine başvurulduğunu, onların da üstün bir akıl, parlak bir düşünce ve zeki bir kalb ile meselelerine baktıklarını ilham etmektedir. Tâli olarak denebilir ki: Bu da Peygamber'in peygamberlik döneminden önceki asrı ve çevresinin akli güçlerinin gelişmelerinden biri olarak değerlendirilebilir. Haberler bu adamlardan bazılarının adını bile vermiştir. Olgun bir görüşü, parlak bir düşünceyi içinde barındıran mesellere, hikmet ve sözlere sahip olan Ekrem b. Safiy gibi.
Bu ayet, Isra Sûresinde kaydedilen çok değerli Kur'anî öğütler arasında yer almıştır ki, "Hıkmet"ın anlamıyla ilgili olarak kaydettiklerimizin en değerli desteğidir

dost1
13. June 2011, 12:35 AM
C) ARAPLARIN YERLEŞİK KONUMLARINI SAVUNMA RUHU:
Kur'an'da pekçok ayet, kâfirler, ve münafıklar olarak Arapların Peygamber'e karşı düşmanca ve karşıt bir tavır aldıklarına işaret etmektedir. Onların sözlerim ve eylemlerini, hilelerini hikaye etmek¬te, delillerini ve tartışmalarını nitelemektedir.
Zorluklar ve karşı koyma, direnmeler hangi amaç uğruna ve ne zaman yapılırsa yapılsın, nedeni ne olursa olsun içinde, berabe¬rinde bir canlılık getirir. Bu tür karşıt ve düşmanca tavırları alma¬larına neden olan güçlü bir akıl gücünü içinde taşır. İsterse bu ta¬vırların kaynağı ve nedeni iman ve akide olsun, isterse egoizm, cimrilik ve taşkınlık, aç gözlülük ya da böbürlenme, büyüklük tas¬lama, kin gütme, inat etme ve tartışmada diretme gibi nedenler ol¬sun farketmez. Çünkü bunların hepsi hiçbir şeyden haberi olmayan geri zekâlı, zayıf ve ayak takımından, bayağı kimselerden beklene¬mez. Karşı koyuş ve zorluğun konusu ne ölçüde önemliyse, iki kar¬şıt taraf da maddi, aklî ve psikolojik guç yönünden ne kadar kuvvet¬li ve sağlam olursa, tabiatıyla sonuçlar ve görünümler de o kadar be¬lirgin olur.
İşte bu nedenle burada bu konuyu da ele alacağız. Peygamber top¬lumundaki kâfir ve münafıkların tavırlarıyla ilgili Kur'an ayetleri¬nin bir kısmını arz etmek istiyoruz ki, bu açıdan da Arap aklının güç¬lü yönlerim görebilelim. Bu tavır ve tutumların, onların aklî güçle¬rine delalet eden birer tezahür ve kriter olduklarından kuşku duy-muyoruz.
Kur'an ayetlerini derin bir nüfuzla inceleyenler orada bu tavır ve tutumların pekçok tablolarını göreceklerdir. Katı, acımasız tartış¬malar, inada dayalı alabildiğine düşmanlıklar, tartışmada delile baş¬vurmalar, polemikler, demagojiler, üstünlük taslamalarla dolu tab¬lolar gözleyeceklerdir. Meselelerde, problemlerde, isteklerde aldat-ma, kandırma, tuzak kurma ve zora koşmalarla dolup taşan olaylar¬la karşılaşacaklardır. Egoizmin, büyüklük taslamanın, dalga geçme¬nin, alaya almanın, horlamanın, aldatmanın, azdırmanın tablolarıy¬la yüzyüze geleceklerdir. İşte bu Kur'an tablolarının içinden güçlü bir akıllılığın, benliğine ve konumuna aşırı düşkünlük gösteren bir bilincin, cimri ve obur bir psikolojinin, ona sahiplenenlerce yıkılmak¬ta oldukları görülen gelenekleri ve maslahatları koruma uğruna cid¬di bir savunma ve direnmenin, büyüklenme, kendini beğenme ve ze¬ki olmaktan kaynaklanan bir inadın varlığını okuyacaklardır. Hiç
birşeyden haberi olmayan geri zekalı, zayıf ayak takımı, bilgisiz ve ahmak kişinin inadını değil.
Bunun içindir ki, araştırıcının bu tavır ve tutumları, bu tablola¬rı uzun uzadiya incelemesi doğru olur. Böylece o, peygamber çevre¬si ve asrındaki insanlarla ilgili olarak güçlü bir akılcılık ve akıllı¬ca hareketin güçlü tezahürlerini gözleyebilecektir, özellikle de şe¬hirlerde, daha özel bir anlamda Kur'an'm gelecek ayetlerde keşfet¬tiği bu zorlukların ve karşı koyup direnmenin önderliğini üstlenen sınıflarda bu güçlü akılcılığın tezahürleri rahatlıkla görülebilecek¬tir:
1 Böylece biz her ülkenin Önde gelenlerini oranın suçlu günahkârları kıl-
dık. Oysa onlar hileli düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şu¬uruna varmazlar. Onlara ne zaman bir ayet gelse, derler ki: "Allah'ın elçisine verilenin bir benzen bize verilene kadar biz kesin olarak inanmayacağız." Allah, elçiliğini nereye vereceğini daha iyi bilir. Bu, suçlulara kurageldikleri düzenleri nedeniyle şiddetli bir azab ve Allah katında bir küçüklük isabet edecektir. (En'am, 123-124)
2 Onlara "yeryüzünde bozgunculuk yapmayın' dendiği zaman: 'Biz sa-
dece ıslah edicileriz' derler... Ve (yine) kendilerine: "İnsanların iman ettiğine siz de iman edin" denildiğinde: "Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?" derler. Bilin ki, gerçekten asıl dü¬şük akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara, 11-13). Kâfir ve münafık olarak bu zorluk çıkaranların Peygamberin pey-gamberliğinden önce o toplumda çeşitli alanlarda ileri gittiklerini ve düze eren adamlar olduklarını düşündüğümüzde, onların aklî güç¬lerini gösteren bu güçlü konumlarının aslında ve gerçekten onların peygamberlikten önceki güçlü akıllarını temsil etmekte olduğunu gö¬rürüz. Böylece de konumuz bu açıdan birbirine uygunluk arzeder. Bu münasebetle denebilir ki: Peygamberin Allah'ın gücü, hakkın ruhaniyetiyle desteklenen, dosdoğru ifade, parlak delile dayanan çağ¬rısından kuşku etmek ve onun karşısında yer almak akli muhake¬meleri ve kavrama güçleri sağlam olan insanlar tarafından takını¬lacak bir tavır değildir. Bu iddia az sonra açıklayacağımız gibi tu¬tarsız olmasına rağmen eskiden olduğu gibi şimdi de bir takım mü¬ellifleri, yazarları etkilemekte ve o devir ve tavır sahibi insanlardan akıl ve idraklarını çekip almakta Peygamberlikten önceki dönemin insanlarım cahillik ve geri zekalılıkta boğulmuş bir şekilde öyle bir tabloda tasvir etmektedirer. Dindarlık ve günahkârlıkta hayli aşa-
284
ğı yuvarlandıklarını, barbarlaştiklarmı ifade etmektedirler. Ve on¬ların bu hallerinin ve durumlarının, Peygamberin Allah tarafından insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarması için vahyedilen Risa-let göreviyle çok uygun düştüğünü söylemeye getirmektedirler. Halbuki bu yaklaşım yanlıştır. Şöyle ki:
1- Burada kastedilen karanlıklar, şirk, putperestlik, ahlaki sa¬pıklıklar, dünya şehvetlerinde ve zevklerinde boğulmak, ahireti, he¬saba çekilmeyi, onun azabını ve nimetlerini unutmaktır. Cahillik, bilgisizlik, barbarlık, yabanileşme, kavrama yeteneklerinin düşüşü, gerileyici demek değildir. Akli güçlerini yitirmeleri anlamına gelmez. Nitekim bunu peygamberin görevini belirleyen ayetin siyakından an¬lamak mümkündür:
"Elif, Lâm, Ra. Bu bir Kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları ka¬ranlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için onu sana indirdik. O Allah ki göklerde ve yerde ne varsa O'nun-dur. Şiddetli azab dolayısıyla vay küfre sapanlara. Onlar, dünya ha¬yatını ahire te karşı severler, Allah'ın yolundan engellerler ve onda çar¬pıklık ararlar. İşte onlar uzak bir sapıklık içindedirler. Biz her pey¬gamberi, kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtır, dilediğini de hidayete iletir. O, üs¬tün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir." (İbrahim, 1-4).
2- İnsanların dini inançları ezici bir çoğunlukla gelenekseldir ve babadan oğula geçer. Kur'an'ın da nitelediği gibi bu onların lisanı hallerinden anlaşılabilecek bir olgudur:
«Hayır! dediler ki: "Gerçek şu ki biz atalarımızı bir ümmet üze¬rinde bulduk ve doğrusu biz onların izleri üstünde doğru olana yö¬nelmiş (kimse)leriz." İşte böyle; senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, mutlaka onun refah içinde şımarıp da azan ön¬de gelenleri (şöyle) demişlerdir: "Gerçek şu ki, biz atalarımızı bir üm¬met üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine uymuşlarız".» (Zuhruf, 22-23).
3- Sağlam ve dosdoğru olan dine ulaşmak, Rabbani bir hidayet, gö¬nül ve kalbin genişlemesiyle, içsel bir hazırlık ya da hazırlanma ile ger¬çekleşebilir, ibrahim sûresinin az önce geçen ayetlerinden ve daha baş¬ka pekçok ayetlerden anlaşılan da budur. Birini örnek olarak verelim:
"Allah, kimi hidayete eriştirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü dar ve sıkıntılı kılar. Al¬lah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir." (En'am, 125).
285
4- Asılsız, anlamsız ve sapık inançların; aklî gücü ve kavrama ye¬teneği kuvvetli olan, medeniyetlerinde, bilimlerinde ve kültürlerin¬de üstün bir ilemleme kaydetmiş olan kişilerde bulunması da müm¬kündür. Bu kuşku götürmeyen apaçık bir olgudur. Şimdi olduğu gi¬bi geçmişte de realitede olan budur. Her zaman ve her yerde deği¬şik, farklı pekçok dinler bulunmuştur. Halbuki gerçek ancak bir ta¬nesinde olabilir. Öyle ise, bu tek ve gerçek olan dinde olmayanlar, sürekli olarak geri kalmış, anlayışsız, ahmak, anarşist ruhlu bilgi¬siz kimseler olmamıştır. Hatta onlardan pekçoğu akıllarında, kav¬rayış ve idraklannda, medeniyet içinde ve bilimlerinde, bilgilerin¬de bu hak olan tek dine bağlı olan kişilerin çoğunu aşmışlardır. Bu önemli bir noktadır ve hiçbir zaman kuşku ile karşılanmasına gerek yoktur.
Yahudiler ve bazı Hıristiyanlar da Peygamber toplumunda Arap kâfirlerinin tutumlarına benzer bir tavır içine girmişlerdi. Onun me¬sajını inkâr etmiş, onu yalnız bırakmış ve kendisine tuzak kur¬muşlardı, yahudilere yöneltilen eleştirilen özellikle de Yahudilere yöneltilenler bilgisizliklerinden, kavrayış zayıflıklarından değildi. Çünkü onlar hakkında böyle birşey denemez. Nitekim Mekki olan Kur'an'da Peygamberin mesajının doğruluğu ve Kur'an'm ona ini¬şi üzerine onları şahid olarak göstermiştir. Onları inkârlarının, tu¬zaklarının nedeni inad etmeleri, kin gütmeleri ve büyüklük tasla¬malarıdır. Onlar tüm bunları yaparken Peygamberin mesajının hak olduğunu, karakterinin, yanlarında bulunanı doğruladığını bi¬liyorlardı. Nitekim bununla ilgili pekçok ayetleri birinci bolümün üçüncü faslında nakletmiştik.
5- Şu ana kadar geçen ve ilerde gelecek olan Kur'an ayetleri kesin delillerle, fcat'i burhanlarla göstermektedir ki kâfir araplarm küfürlerinde, tuzak, aldatma ve zora koşma temeli üzerindeki tutum¬larında, tavırlarında ısrar etmelerinin nedeni bilgisizlik, anlayışsız¬lık, geri kafalılık, kavrama yeteneklerinin gerilemiş, kıtlaşmış ol¬ması değildi. Onların, özellikle de şehirli olanlarının daha özel bir anlamda liderlerinin, büyüklerinin ve zenginlerinin bu tutumu, sırf inad etmelerine, ısrarlarına, kin gütmelerine, gururlarına ye-dirememelerine, benlik davası etmelerine, menfaati arını, imtiyaz¬larını, konumlarını, statülerini ve nüfuzlarını yitirmelerinden kork¬malarına dayanmaktaydı.
Bunların hepsine ilave olarak özellikle Mekke'de uzun ya da kısa bir süre bu direnişe ve zorbalığa dayalı tutumları sergileyen-
286
lerin çoğu müslüman olmuştur. İslam'dan sonra, üstlenmiş bulun¬dukları savaşlarda, fetihlerde, siyasi, idari, yargı ve hükümle ilgi¬li eylemlerde, çalışmalarda üstün bir deha ve maharete kavuştular. Geniş hayalleriyle, güzel uygulamalarıyla, temiz duygularıyla, ile¬ri görüşlülükleriyle örnek şahsiyetler olmuşlardır.
Bu münasebetle başka bir noktaya da işaret etmek yerinde olur. Şöyle ki: Bu insanlar ve onların babaları; Hac, Haram Aylar ve da¬ha başka sosyal geleneklerin, kuralların, prensiplerin çoğunun ya¬pıcısı, icad edenidir. Ki bu gelenek ve prensiplerin çoğunu İslam ya olduğu gibi ya da bir nebze ıslahatla kabul etmiş, değiştirmemiştir. Ve bu gelenekler, kuralların hiç kuşkusuz pekçok yararları, menfa¬atleri, ileriye dönük yararlı amaçları olmuştur. Bunlar da isabetli bir basiretin, parlak bir düşüncenin ve üstün bir aklın varlığını göstermektedir.
Yine işaret edilmelidir ki, Kur'an'm Arapça olan dili bunların ve benzerlerinin ve yakın atalarının diliydi. Bu dil fesahat, belagat, be¬yan gücü, ushıb çeşitliliği ve tekniği, kaynak zenginliği, Sarf, Nahiv, İştikak ve Bedi' parlaklığı yönünden en üst seviyeye, en şaheser bir dereceye çıkmıştı, işte biz bunları göz önünde bulundurarak Peygam¬ber toplumu ve asrında yaşayan insanların canlı bir akla, parlak bir zekaya, keskin bir duyguya, sağlıklı bir zevke, engin bir basirete sa¬hip olduğunu çıkarıyoruz.
Hem Mekke, hem de Medine döneminde Arapların gösterdiği en¬gelleme ve muhalefet esasına dayanan tutumların birincisini Mek-kî Kur'an, ikincisini ise Medenî Kur'an sembolize etmektedir.
Birincisi işkence, eziyet yönünden daha katı ve düşmancı tavır alma yönünden daha kapsamlı olmuştur. Zira Mekke halkı bu sıra¬da güçlü ve üstün taraf konumundaydı. Müslümanlar ise zayıf ve azınlık idiler. Nitekim bu duruma Enfâl Sûresi ayetlerinden biri ha¬tırlatma türünden değinmiştir:
"Hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız ve yeryüzünde zayıf bıra¬kılmışlardandınız, insanların sizi yakalayıvermelerinden korku-yordunuz. İşte O, sizi barındırandı, sizi yardımıyla destekledi ve si¬ze temiz şeylerden rizıklar verdi. Umulur ki şükredersiniz." (26. Ayet).
Allah Peygamberine sebat verdi. Allah'ın kendisi için seçtiği büyük görevi yüklenmeye devam etti. Bu görevin, başına getirece¬ği tehlike ve zorluklara hiç aldırmadı. Psikolojik yönden güçlüydü. Kalb yönünden kuvvetliydi. Güçlüklere direnme açısından metindi.
287
Sağlam yürekliydi, iç alemi sarsılmaz, karar verme gücü sağlamdı. Böylece görevini sonuna kadar yerine getirmek için yoluna yürüdü. Liderler, zenginler, ileri gelenler, büyükler ve eşraf takımı ona kar¬şı dikildi. Katı, acımasız bir düşmanlık ettiler. Düşmanlıklarının tü¬münü boşboğazlık, anlamsız ısrar, delil getirme, cedelleşme, hafife alma, alay etme, zorlama ve yalanlama oluşturuyordu. Tüm bunla¬rı yaparken hayli güçlü, olabildiğince katı idiler. Güçlerinin ve var¬lıklarının bilincindeydiler. İnançları, gelenekleri ve atalarının kül¬türü uğrunda mücadele ediyorlardı. Zayi olmak üzere bulunduğu¬nu sandıkları menfaatlarmm, yıkılmak üzere bulunan makamları¬nın, yitirilmek üzere olan imtiyazlarının, dağılıp gidecek olan say¬gınlıklarının uğruna güçlü bir mücadele verdiler. Cedelleşme gücü, düşmanlık yapma, inad etme ve bunun için değişik, çeşitli yöntem¬ler deneme açısından alabildiğince katı bir savaşım verdiler. Bu da onların akıl, zeka, maharet, deha, kavrayış, tedbir/önlem alma alanında yavan olmadıklarını, küçümsenmeyecek bir yere sahip olduklarını göstermektedir. Onlar, Kur'an'ın lisanıyla yaptığı uya¬rılara, dünya ve ahiret azabına aldırmadılar. Bu uyarılan bazen yalanlamakla bazen alaya alma ve dalga geçmekle bazen de gelecek ayetlerde görüldüğü gibi, meydan okumakla karşılıyorlardı:
1 Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman "işittik" dediler. "İstesek biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir." Bir de: "Ey Allah'ımız, eğer bu (Kur'an) bir gerçek olarak senin katından ise, gökyüzünden üstümüze taş yağdır ya da acıklı bir azab getir" demişlerdi. (Enfal, 31-32). 1 Onlara apaçık olan ayetlerimiz okunduğunda: "Bu, sizi babalarınızın tapmakta olduklarından alıkoymak isteyen bir adamdan başkası değildir" dediler. Ve dediler ki: "Bu, uydurulmuş bir yalandan baş¬ka bir şey değildir." Küfre sapanlar da, kendilerine geldiği zaman hak için: "Bu, apaçık olan bir büyüden başka birşey değildir" dediler. (Se-be\43).
Şimdi de, Mekke kâfirlerinin özellikle de büyüklerinin, lider¬lerinin, eşrafının Önderlik ettiği genel olarak da diğer vatandaşların onları takip ettiği engelleme ve muhalefet esasına dayalı tutumlarını, konumlarını tasvir eden Mekkî ayetlerden bir kısmını vermeğe ça¬lışacağız. Bunları ayrıca açıklama ve uyarılarda bulunma zarureti görmüyoruz. Çünkü ayetler gerçekten delalet ve açıklık yönünden çok güçlüdür. Tavır ve tutumlara göre onları tasnif etme zorun-
luluğunu da gerekli görmüyoruz. Çünkü bu konu ancak Siret-i Ne¬beviye ile ilgilidir. Halbuki biz burada aklın gücünü, tuzağın ve hi¬lenin katılığını ve dehayı gösteren delilleri vermek istiyoruz. Biz bu ayetleri gerçek anlamda inceleyenlerin burada göstermeye çalış¬tığımız noktayı çok açık biçimde göreceklerine kesinlikle inanıyoruz. Burada ayrıca iki noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz. Birin¬cisi: Biz söz konusu olan ayetlerin ancak az bir kısmını veriyoruz. Engelleme ve muhalefetle ilgili ayetler Kur'an'da gerçekten pek çoktur. Okuyucu, Kur'an'ı düşünerek, inceleyerek okumalı ki, bu düş¬manlığın kuvvetini gözleyebilsin. ikinci olarak: Arapların inançlarını ve dini düşüncelerini, bunlarla ilgili tartışmaları hikâye eden ayet¬lerden bir şey nakletmiyor onları dördüncü bölüme bırakıyoruz. Söz konusu Mekkî ayetlere gelince:
1 Biz Kitab'ı üzerine yazılı bir kağıtta göndersek ve onlar ona elleriy-
le dokunsalar bile, küfredenler, tartışmasız: "Bu apaçık bir büyüden başkası değildir" derler. Ve derler kî: "Ona bir melek indirilmeli de-ğİl miydi?" Eğer bir melek indirilseydi, elbette iş bitirilmiş olurdu da kendilerine göz açtırılmazdı. Onu eğer bir melek kılsaydık, elbet¬te erkek (suretinde bir melek) kılardık ve mutlaka (nefislerine) kat¬makta oldukları (şüpheleri) yine katardık. Andolsun, senden önceki peygamberler de alaya alındı da kendisini alaya aldıkları şey, onlar¬dan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi. (En'am, 7-10).
2 Kesin olarak biliyoruz ki, onların söyledikleri gerçekten seni üzüyor.
Doğrusu onlar seni yalanlamıyorlar, ancak zalimler Allah'ın ayet¬lerini inkâr ediyorlar. Doğrusu, senden önce de peygamberler yalan-Iandı;onlara yardımımız gelinceye kadar yalanladıkları ve eziyete uğ¬ratıldıkları şeye sabrettiler. Allah'ın sözlerini değiştirebilecek yok¬tur. Andolsun gönderilenlerin haberlerinden bir bölümü'sana da geldi. Eğer onlarm yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir ayet getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven da¬yamaya gücün yetiyorsa (öyle yap). Eğer Allah dileseydi, onların tü¬münü hidayet üzere toplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma. (En'am, 33-35).
3 Böylece her peygambere, insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıl-
dık. Onlardan bazısı bazısına aldatma için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi, bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak söy¬ledikleriyle başbaşa bırak. (En'am, 112).
4 "Onlara ayetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle
karşılaşmayı ummayantar, derler ki: "Bundan ^ka bir Kur'an ge¬tir, ya da onu değiştir..." (Yunus, 15).
289
5 Şimdi onların; "Ona bir hazine indirilmeli ya da onunla birlikte bir me-
lek gelmeli değil miydi?" demeleri dolayısıyla göğsün daralıp vah-yolunanlardan bir kısmını mı terkedeceksin? Sen yalnızca bir uya¬rıcısın. Allah da her şeye vekildir. (Hud, 12).
6 Gerçek şu ki, onlar düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları
yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış bir düzen vardır. (İbrahim, 46).
7 Şirk koşmakta olanlar dediler ki: "Eğer Allah dileseydi, Ondan baş-
ka hiç bir şeye kulluk etmezdik, biz de, atalarımız da ve O'nsuz hiç bir şeyi haram da kılmazdık". Onlardan öncekiler de böyle yapmış¬tı. Şu halde peygamberlere düşen apaçık bir tebliğden başkası mı? (Nahl, 35).
8 Onlar neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı dürüp uy-
durman İçin seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, sen on¬lara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. (İsra, 73-74).
9 Dediler ki: "Bize yerden pınarlar fışkırmadıkça sana kesinlikle inan-
mayız." "Ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçen olup aralarından şırıl şırıl akan ırmaklar fışkırtmaksın." Veya Öne sürdüğün gibi gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da Al¬lah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin." "Yahut altundan bir evin olmalı ya da gökyüzüne yükselmelisin, üzerimize bizim okuyabi¬leceğimiz birkitap indirinceye kadar senin yükselişine de inan¬mayız." De ki: "Rabbimi yüceltirim; ben elçi olan bir beşerden başkası mıyım?". (İsra, 90-93)
10 Dediler ki: "Eğer seninle birlikte hidayete uyacak olursak, yerimiz-
den çekilip kopartılırız"... (Kasas, 57)
11 İnsanlardan Öyleleri vardır ki, hiç bir bilgiye dayanmaksızın Allah'ın
yolundan saptırmak için sözün boş ve amaçsız olanını satın almak¬tadırlar. Ve onu bir eğlence konusu edinmektedirler. İşte onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. Ona ayetlerimiz okunduğunda, sanki onları İşitmiyormuş ve kulaklarında da bir ağırlık varmış gibi büyük¬lük taslayarak sırtını çevirir. Artık sen ona acıklı bir azab ile müj¬de ver. (Lokman, 6-7).
12 Zaafa uğratılanlar da büyüklük taslayanlara: "Hayır siz gece ve gün-
düz hileli düzenler kurup bizim Allah'ı inkar etmemizi ve O'na eş¬ler koşmamızı bize emrediyordunuz" dediler... (Sebe', 33).
13 Yeminlerinin olanca güçleriyle, kendilerine bir korkutucu gelecek ol-
sa, ümmetlerin herhangi birinden mutlaka daha doğru yolda olacak¬larına dair, Allah'a and içtiler. Ancak onlara korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını artırmadı. (Hem de) yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek... (Fatır, 42-43)
14 Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki şehirden büyük bir adama indirilmeli
290
değil miydi?" Senin Rabbinin hikmetini onlar mı paylaştırmak¬tadırlar?... (Zuhruf, 31-32).
15 Küfredenler dediler ki: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin ve onda yaygaralar
koparın. Belki üstün gelirsiniz." (Fussilet, 26).
16 Şu halde sen, öğüt ver; çünkü sen, Rabbinin nimetiyle ne bir kahin-
sin, ne de bir deli. Yoksa onlar: "Bir şairdir, biz ona zamanın felâkatlerini gözlüyoruz" mu diyorlar? De kİ: "Siz gözetleyİp-durun; çünkü ben de sizinle birlikte göze ti ey en] erdenim." Yoksa bunu kendilerine saçma akılları mı emretmektedir? Yoksa kendileri azgın bir kavim midir? Yoksa; "Onu kendisi uydurup söyledi mi? Hayır; onlara iman etmiyorlar. (Tur, 29-33).
17 O inkâr edenler, Zİkri (Kur'an'ı) işittikleri zaman, neredeyse seni göz-
leriyle devireceklerdi; "O delidir" diyorlardı. (Kalem, 51).
18 Çünkü, o düşündü ve bir ölçü tesbit etti. Kahrolası nasıl bir ölçü koy-
du? Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Sonra bir makti. Sonra kaş¬larım, çattı yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı. Böylece: "Bu yalnızca, aktarılarak öğrenilen bir büyüdür" dedi. "Bu bir beşer sözünden başkası da değildir." (Müddessir, 18-25). Ayrıca Bkz: (6/25, 60-68, 93, 123-124; 13/31-32; 16/22-25; 17/47-51; 18/54-56; 25/30-32; 34/7-8; 40/56; 43/57-58; 41/3-5; 45/8-9; 68/8-15; 83/29-32) Okuyucu naklettiğimiz ayetleri çok görmektedir. Bunlar bu kadarıyla bile Kur'an'daki benzerlerine oranla gerçekten çok azdır. Biz burada cedelleşme, tuzak kurma, rahatsız etme, aciz bırakma, zorlama, hafife alıp alay etme, anlamsız olarak ısrar etme, düş¬manlık besleme, büyüklük taslama, engelleme, yüz çevirme, düşman¬lıkta aşırı ve acımasız olmanın çeşitli ve değişik tablolarını vermeyi amaçladık. Tâ ki böylece dikkat çektiğimiz, belirtmeye çalıştığımız kavrayış ve akıllarının gücü, cedelleşme, düşmanlık besleme ve anlamsız olarak ısrar etmenin değişik yöntemlerinde gösterdikleri keskin zekâ ve basiret ortaya çıksın.
Burada bazı ayetlerin onları nitelemeye çalıştığı bir takım sıfat¬lara özellikle dikkat çekmek istiyoruz, Ayetlerin belirttiğine göre on¬lar gerçekten düşman bir tavra sahip bir topluluktu. Onlar düşman¬lıklarını açıktan açığa yürütüyorlardı. Onlar tuzak ve hilelere baş vurmada aşırılık gösteriyorlardı. Onlar bilmeyen kimselerdi, onlar bir takım planlan olan akıllı insanlardı. Bizzat Peygamberin onların tavır ve tutumlarından etkilendiğini o kadar güzel bir ahlâka, ge¬niş bir gönüle, kalbî ve psikolojik durumları bilmesine rağmen, öf¬kesini yenmesine ve bağışlamaya gücü yettiği, insanları idare etmeyi ve onların akıllarına (seviyelerine göre) onlara hitab etmesini bil¬mesine rağmen zaman zaman çıkmazlara maruz kalmasına işaret
291
etmemiz yerinde olur. Bu mesele de burada bir takım ayetlerde ol¬duğu gibi, Kur'an'da benzeri pekçok ayetlerle işlenen bir meseledir.
Medine dönemi ise, çok geçmeden Peygamber ve müslümanlar için bir güçlenme ve düşmanın şerrinden kurtulma dönemi olmuş¬tur. Onun için engellemeye kalkanlar ve muhalefet edenler zorun¬lu olarak nifak giysisine bürünmeye mecbur kalmışlardır. Hile, düzenbazlık, zayıflatmak, kökünden kesmek, gizli komplo, jurnal et¬mek, kaş-göz işaretiyle fısıldaşmak, ayıplamak, içten kıskanmak, müsait ortamlarda ve can alıcı, hayati önem taşıyan görevlerde, farz¬larda yılgınlığa düşürmek istemişlerdir.
Durum ne olursa olsun, onların tutum ve tavırları aklî, psikolojik, düzenbazlık, deha ve engelleme güçlerinde Mekke döneminden hiç de geri kalmayan bir yapıda olduğu, hatta karşıtlarına karşı daha güçlü olduğunu söyleyebiliriz. Güç ve otürite sahibi olan kesime kar¬şı gelme, muhalefet etme, çoğu zaman bir cesaret, güçlü bir irade, geniş kapsamlı bir direnme gücü, bir deha işidir. Çünkü bu durum¬da kişinin tehlike ve işkence ile karşı karşıya gelmesi an meselesi¬dir. Onun içindir ki, Medine dönemindeki engelleme ve muhalefe¬tin de Medine ve Hicaz'ın diğer büyük şehirlerinde yaşayan Peygam¬ber toplumu ve asrının aklî gücünü ortaya koyan bir kriter olarak alınması, onun görünümlerinden biri olarak kabul edilmesi doğru olur. Tali olarak bu engelleme ve muhalefete dayalı tutumların gösterdiği aklî güce bir destek olmasıda doğrudur. Yani Peygamber asrında ve toplumundaki akli gücü genel olarak yansıtması özellik¬le de Hicaz şehirlerindeki akli yapıya ışık tutması doğru olacaktır.
Şimdi münafıkların tutumlarını, konumlarını belirleyen bir ta¬kım Medenî ayetleri vermek İstiyoruz. Okuyucu bunlara bakarak on¬ların cür'etlerini, güçlerini, pisliklerini, hilebazlıklarını ve tuzak¬larını görebilir. Gösterişlerinde, zayıflatma ve kökünü kurutma komplolarında, kâfirlere ve Yahudilere dostluklarında, bazı kritik durumlarda sözlerinde ve eylemlerindeki cüretkârlığı bir ölçüde gözleyebilir. İşte bu nedenlerden ayetler onlara katı, sert eleştiriler ve birbirini izleyen rezaletlerini ifşa etme bölümleri içermiştir. On¬lara karşı katı, keskin ve sağlam bir tavır takınmaya çağırmıştır. Bu ise Mekkî ayetlerin Mekke döneminde engellemeye kalkışanlara kar¬şı takınmadığı yeni bir tavırdı. Mekke döneminde ayetler yalnız on¬ları beyinsizlikle, uyarma ve ayıplarını ortaya dökmek, eleştirmek¬le yetinmişti. Tabiidir ki, bu tutum ve davranış her iki dönemin tabiatıyla uyum içindeydi. Peygamberin ve müslümanlarm durumuy¬la paralel bir uygulamaydı;
292
1 İnsanlardan öyleleri vardır ki: "Biz Allah'a ve ahiret gününe iman et-
tik"' derler; oysa onlar inanmış değildirler. Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar yalnızca kendilerini aldatmaktadırlar da far¬kında değildirler. Kalplerinde hastalık vardır. Allah ta hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar İçin acık¬lı bir azab vardır. Kendilerine "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denil¬diğinde: "Biz yalnızca ıslah edicileriz." derler. Haberiniz olsun; gerçekten asıl fesatçılar bunlardır, ama farkında değildirler. Ve kendilerine: "İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin" denildiğin¬de: " Aptalların iman ettiği gibi mi iman edelim?" derler. Bilin ki ger¬çekten asıl aptallar kendileridir; ama bilmezler. İman edenlerle kar-şılaştıkları zaman: "iman ettik" derler. Şeytanlanyla başbaşa kaldık¬larında ise, derler ki: "Kuşku yok, sizinle beraberiz. Biz onlarla alay edicileriz." (Bakara, 8,14).
2 İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün, size isabet eden Allah'ın izniy-
le İdİ. (Bu, Allah'ın) mü'minleri ayırd etmesi; münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: "Gelin, Allah'ın yolunda savaşın ya da savunma yapın" denildiğinde, "Biz savaşmayı bilseydik, elbette sizi izlerdik" dediler. O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındırlar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah, onların gizli tut¬tuklarını daha İyi bilir. Onlar, kendileri oturup kardeşleri için: "Eğer bize itaat etselerdi, öldürülmezlerdİ" diyenlerdir. De ki: "Eğer doğ¬ru sözlüler iseniz, ölümü kendinizden savın." (Al-i îmran, 166-168).
3 Gerçek şu, iman edip de sonra küfre sapanlar, sonra yine iman edip küf-
re sapanlar, sonra da küfürleri artanlar.. Allah onları bağışlayacak değildir, onları doğru yola da iletecek değildir. Münafıklara müjde ver: Onlar için gerçekten acıklı bir azab vardır. Onlar, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinirler. Kuvvet ve onuru onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz bütün kuvvet ve onur, Allah'ındır. O, size Kitapta: "Allah'ın ayetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edil¬diğini İşittiğinizde, onlar bir başka söze geçinceye kadar, onlarla otur¬mayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Al¬lah, münafıkların da, kafirlerin de tümünü cehennemde toplayacak olandır. Onlar sizi gözetleyip durmaktalar. Size Allah'tan bir fetih gelirse: "Sizinle birlikte değil miydik?" derler. Ama kafirlere bir pay düşerse: "Size üstünlük sağlamadık mı, mü'minlerden size (gelecek tehlikeleri) önlemedik mi?" derler. Allah, kıyamet günü aranızda hük¬medecektir. Allah, kafirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol ver¬mez. (Nisa, 137-141)
4 Sizinle beraber çıksalardı, size kötülük ve zarardan başka bir şey ilave
etmez ve aranıza mutlaka fitne sokmak üzere içinizde çaba yürütür¬lerdi. İçinizde onlara haber taşıyanlar vardır. Allah zulme sapanları bi-
293
lir. Andolsun. daha önce de onlar fitne aramışlardı. Ve sana karşı bir takım işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi, onlar istemedikleri hal¬de Allah'ın emri galip geldi, onlardan bir kısmı da: "Bana izin ver ve beni fitneye katma" der- Sana gelen iyilik onları fenalaştım", sana bir musibet isabet edince ise: "Biz önceden tedbirimizi almıştık" derler. Ve sevinç içinde dönüp giderler. (Tevbe, 47-50).
5 Zarar vermek, küfrü (pekiştirmek), müminlerin arasını ayırmak ve da-
ha önce Allah'a ve Rasulüne karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: "Biz iyilikten başka bir şey istemedik" diye yemin eden¬ler; Allah onların mutlaka yalancı olduklarına şahitlik etmektedir. (Tevbe, 107).
6 Hani münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar da: "Allah ve
Rasulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey va'detmedi" diyorlar¬dı. Onlardan bir grup da hani şöyle demişti: "Ey Yesrib halkı, artık sizin için kalacak yer yok, şu halde dönün." Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye, peygamberden izin istiyor¬du; oysa onlarfm evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyor¬lardı. Eğer onlara (şehrin her) yanından girİlseydi sonra da kendilerin¬den gitme istenmiş olsaydı, hiç şüphesiz buna yanaşır ve bunda pek az (zaman) dışında (kararsız) kalmazlardı. Oysa andolsun onlar, daha önce arkalarını dönüp kaçmayacaklarına dair Allah'a söz ver¬mişlerdi; Allah'a verilen söz (ah'id) ise, (ağır bir) sorumluluktur. (Ah-zab, 12-15).
7 Görmüyor musun şu adamları ki, gizli gizli konuşmaktan menedildik-
leri halde yine o menedildİkleri işe dönüyorlar, günah düşmanlık, Ra-sule isyan hususunda gizli konuşuyorlar. Sana geldiklerinde seni, Al¬lah'ın selamlamadığı bir tarzda selamlıyorlar ve kendi içlerinden de: "Bu dediğimizden ötürü Allah bize azap etse ya" diyorlar... (Mü¬cadele, 8)
8 Münafıklar sana geldikleri zaman. "Biz gerçekten şehadet ederiz ki,
sen kesin olarak Allah'ın elçisisin" dediler. Allah da bilmektedir ki elbette sen O'nun elçisisin. Allah, hiç şüphesiz münafıkların yalan söylemekte olduklarına şahitlik etmektedir. Onlar, yeminlerini bir siper edinip Allah'ın yolundan alıkoydular. Doğrusu şu ki onlar, ne kötü şey yapmaktadırlar. (Münafıkun, 1-2).
Ayrıca Bkz: (2/204-206; 4/60-61, 72; 9/56, 58,61-62, 64-65,67,75-76, 79, 86,127; 33/18-19, 60-61; 63/7-8)
Bu ayetler münafıkların tavır ve tutumları hakkındaki ayet¬lerin tamamı değildir. Fakat bunlardan, istediğimiz tabloları iktibas edebiliriz sanırım. Bunlara bakarak onlardaki canlılığı, hareketi, keskin zekâyı ve inatçı mücadele ruhunu gözlemleyebiliriz.
294

dost1
13. June 2011, 12:37 AM
DÖRDÜNCÜ BOLUM
Dinler ve İnançlar
A) ŞİRK, KAPSADIĞI İNANÇLAR VE TEZAHÜRLERİ
1*. Şirk Kavramı ve Kapsamı:
"Şirk" kavramı, türevleri ve anlamları Kur'an'da pek çok yerde kaydedilmiştir. Bunlardan hareketle "Şirk"in Peygamberin çevre¬sinde ve asrında Arap toplumunda egemen olan genel bir inanç ol¬duğu çıkarılabilir. Hatta onun araplarm mahalli inançları olduğu¬nu söylemek de doğrudur.
İslam'a çağrıyı ihtiva eden ya da -Ehl-i Kitap dışında- gayri müslimlerin kendisiyle muhatab alındığı, ya da bu hitabın insanla¬ra, daha doğrusu bu çağrının kendilerine yöneltildiği ilk toplum olan Araplara yöneltildiği davet ile ilgili ayetler, her hangi bir nedenle şirk konusunda ve kapsamına değinmektedirler. İster bu ayetler İs¬lam'a çağrı ile ilgili olsun, isterse insanlar ya da Arapların o zaman¬ki durumlarıyla ilgili inançlarının tartışılması, eleştirilmeleri, Al¬lah'a başka tanrıları ortak koşmalarından, Allah'ın dışında şeylere niyaz etmelerinden, şefaatçilar, evliya vesaire edinmelerinden do¬layı onları beyinsizlikle suçlamasıyla ilgili olsun farketmez.
"Şirk" kavramı ve onun "Müşrikler", "şirk koşanlar", "Şuraka" (or¬taklar) ve "Şerîk" (ortak) gibi ayetlerde geçen türevleri Mekki ayet¬lerde genellikle kâfir Arapları kapsar ve tartışma, cedel, ayıplama, eleştirme, meydan okuma, uyarma ve korkutmaya yöneliktirler. Bunların Medine'de inenleri ise sertlik, katılık, onlardan uzaklaş-ma ve beri olmaya yöneliktirler. Aşağıdaki ayetlerde görüleceği gi¬bi bu hitaplar hem Mekke hem de Medine döneminin yapısıyla uy¬gunluk arz etmektedirler.
1 O'mın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah için de bir pay ayırdılar,
sonra kendi zanlarınca: "Bu Allah'ındır, bu da ortaklarımızındır" de¬diler. Kendi ortaklan İçin olan Allah tarafına geçmez, ama Allah'a aid olan kendi ortaklarının tarafına geçer. Ne kötü hüküm veriyor¬lar? (En'am, 136).
2 "Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yılların-
dan sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar... (Tevbe, 28).
AyrıcaBkz: (7/191-193; 18/52-53; 3/151-152; 9/5-6)
Şirkin kapsamı uluhiyette, rububiyette, yönelişte ve ayinlerde, Allah ile beraber Allah'ın dışında başka varlıkları "ortak koşmak¬tır". Zaten kavramın anlamından az önce naklettiğimiz Mekki ayet-
297
lerden ve aşağıdaki ayetlerin de içinde yer aldığı diğer pek çok ayetlerden de anlaşılan budur:
1 Şirk koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz şirk koşardık ne
de atalarımız ve hiç bir şeyi haram kılmazdık." (En'am, 148)
2 Şirk koşmakta olanlar dediler ki: "Eğer Allah dileseydi, O'nun dışın-
da hiç bir şeye kulluk etmezdik, biz de, atalarımız da, ve O'nsuz hiç bir şeyi haram da kılmazdık." (Nahl, 35).
3 Dediler ki: "Eğer Rahman dilemiş olsaydı, biz onlara ibadet etmezdik."
Onların bundan yana hiç bir bilgileri yoktur. Onlar yalnızca zan ve tahminle yalan söylemektedirler. (Zuhruf, 20).
Bu anlama göre "Şirk" kavramının belli başlı bir inanç biçimini ifade etmediği ortaya çıkmaktadır. Şirk kavramı genel bir kavram¬dır. Çeşitli inançları kapsayabilir. Birbirine karışmış ve biri diğe¬rinin içine girmiş inançları da içerebilir. Bu inançları genel bir ilke birleştirmiş olabilir ki o da Allah ile beraber Allah'ın dışındaki bir varlığı ortak koşmaktır. İsterse bu "dışındaki varlık"1 bir put olsun, bir melek, bir şeytan ya da tabiat güçlerinden bir güç olsun isterse bu şirk koşma eylemi Uluhiyet, Rububiyet, ibadet, Ayin ya da Şe-fatçı kılma, yakınlık, ilişki kurma amacıyla kabul edilsin farketmez.
Ayetleri derinlemesine inceleyenler bazı ayetlerin şirk ile; aklet-meyen, duymayan ve hiç bir şeye gücü yetmeyen bir takım varlık¬larım ibadette, yönelişte ve duada Allah ile bir tutulduğunu ifade et¬tiğini göreceklerdir.
"O'ndan başka taptıklarınız ise size de yardıma güç yetiremez-ler, kendilerine de. Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler. Onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler bile." (A'raf, 197-198).
Bazı ayetlerde ise Melekler ve Cinlerin Allah'a ortak koşuîduğu gözlenir:
1 Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır. Bir de hiç
bir bilgiye dayanmaksızın O'na oğullar ve kızlar uydurdular O ise, nitelendiregeldikleri şeylerden yücedir, uzaktır. {En'am, 100).
2 O gün, onların hepsini bir arada toplayacak, sonra meleklere diyecek
ki: "Size tapmakta olanlar bunlar mıydı?" (Melekler) Derler ki: "Sen yücesin, bizim velimiz sensin, onlar değil. Hayır, onlar cinle¬re tapmaktaydı ve onlara iman etmişlerdi." (Sebe', 40-41).
1 Allah'dan başka ortak koşulan varlıklar, velîler, ilahlar, putlar... Ayrıca bkz 2/23 ve Taberı, Râzi. Ha2În tefsirleri
298
Başka bir takım ayetlerde ise şirk, Allah'ı daha ulu bir Tanrı ola¬rak kabul edip bununla beraber Meleklere birer şefaatçi olarak ibadet etmek, putları da bu meleklerin somut sembolleri biçiminde algılamak, bu iki inancı birbiriyle bağdaştırmak şeklinde tezahür eder. İşte karıştırma ve birbiri içine sokma diye sözünü ettiğimiz inanç da budur:
1 Allah'ı bırakıp da kendilerine zarar veremeyecek, yararları da doku-
namayacak şeylere kulluk ederler ve: "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" derler. (Yunus, 18).
2 Deki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve
gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve İşleri çeviren kimdir?" Onlar: "Allah" diye¬cekler. Öyleyse de ki: "Peki, siz yine de sakınmayacak mısınız?" (Yu¬nus, 31).
3 O'ndan başka veliler edinenler: "Biz, bunlara bizi Allah'a daha faz-
la yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." derler. (Zumer, 3).
4 Gördünüz mü Lât ve Uzza'yı ve üçüncü (put) olan Menafi? Erkek (ev-
lat) sizin, dişi de O'nun mu'7 Eğer böyleyse, bu, çarpıkça bir paylaş¬ma. (Necm, 19-22).
Ayetlerde "ortaklar" hakkında çeşitli ya da pek çok ifadeler vardır. Bazılarında Şürekâ (ortaklar) olarak kaydedilmiştir. Daha önce naklettiğimiz En'am 136; Kehf, 52 ve En'am, 100. ayetler bu¬na örnektir. Bir takım ayetlerde ise "Endâd" adıyla geçmektedir:
"O'nun yolundan saptırmak için Allah'a benzer eşler (Endâd) tut¬tular. De ki: "Yararlanın. Çünkü kuşkusuz sizin varışınız ateşedir1'.» (İbrahim, 30).
Bazı ayetlerde "Alihe" (tanrılar-ilahlar) şeklinde geçmektedir:
1 De ki: "Eğer söyledikleri gibi O'nunla beraber ilahlar olsaydı, onlar
arşın sahibine mutlaka bir yol ararlardı." (îsra, 42).
2 Yoksa O'ndan başka ilahlar mı edindiler? De ki: "Kesm kanıtlarını-
zı getirin.. (Enbiya, 24).
Bazılarında "Erbab" (Rab'ler) adıyla geçmektedir.
"Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı Rabler mi daha hayır¬lıdır, yoksa kahhar olan bir tek Allah mı?" (Yusuf, 39)
Az önce naklettiğimiz Yunus 18. ayetinde "Şefaatçılar" adı ile geç¬mektedir.
"Şâhidler" adıyla da anılmaktadır:
"Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, bu durumda
299
siz de bunun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka şahitleri¬nizi de çağırın; eğer doğru sözlüler iseniz." (Bakara, 23).
Az önce naklettiğimiz Zümer 3. ayetinde görüldüğü gibi "Evli¬ya" adıyla da anılmaktadır.
2. Evliya, Şahidler ve Şefaatçiler:
"Evliya", "Şefaatçılar", "Şahidler" gibi kavramlar Allah katında bir yakınlık elde etmek, yardıma muhtaç olmak ya da bu anlamda vasıta, aracı, yardımcı anlamlarını içermektedir.
"Evliya" kavramı velinin çoğuludur. Veli, dost ya da anlaşma ya¬pan kişi anlamına gelir. Sosyal asabiyet konusunda bu kavram ve onun türevlerinin aslı olan "Velâ" sözcüğü hakkında bir takım açık¬lamalar yapmıştık. Araplar Velâ yoluyla anlaşmaya ancak yardıma ve desteğe muhtaç oldukları zaman baş vururlardı. Bu kavramın Or¬taklar (Şürekâ) için kullanılması, ortak koşanın (müşrik) ortak¬lardan "Evliya", yardım, güven ve huzura ulaşmak için bir yol ara¬dığını, bu yardıma muhtaç olduğu bilincinde olduğunu ifade eder. îs-râ ayetlerinden biri bu anlamı içermektedir:
«Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir yardımcısı (veli) da bulunmayan Allah'a hamdolsun" de» (îsra, 111)
Kendisine işaret ettiğimiz Zümer ayeti de, evliya denilmesinden amacın müşrikleri Allah'a yaklaştırma inancı olduğunu içermekte¬dir.
Şüheda' (Şahidler) "Şehîd" kavramının çoğuludur. Sözcük, mü-fessirlerin de belirttiği gibi, "hazır olan ya da tanık olan" anlamını ifade eder. Bu kavram ile müşrik'in kendisiyle beraber hazır olan ya da onun dileğinin yerine gelmesi için destek olan yahut da Allah ka¬tında duasının kabul edilmesi için yardımcı olan şahidlerin olduğu¬nu ifade eder gibidir. Müfessirler ilgili ayetlerde geçen "Şüheda" kav¬ramının anlamı hakkında değişik görüşler ileri sürmüşlerdir2. Bu meyanda ileri sürülen görüşlerden biri, "müşriklerin edindikleri ortaklar" olduğu şeklindedir. Bunlara şüheda denilmiş olması, me¬cazidir. Daha önce naklettiğimiz Bakara 23. ayetinin bununla ilgi¬li olduğu kaydedilmiştir. îleri sürülen görüşlerden biri de onlarla, yardıma, desteğe, arka çıkmaya gücü yeten başkanların kastedildi¬ğini ifade eder. En'am sûresinde bu kavram ile sağ olan başkanla¬rın kastedildiğini güçlendirecek ve tercihe şayan kılacak bir ayet
2 Bkz: Taberi; I. 128; Razî; I, 227. Razî, onların kabile başkanları olduk¬larını tercih etmiştir.
300
mevcuttur. Şöyle ki:
«De ki: "Gerçekten Allah'ın bunu haranı kıldığına şahitlik ede¬cek şahitlerinizi getirin." Şayet onlar, şahitlik edecek olurlarsa sen onlarla birlikte şahitlik etme.» (En'am, 150)
Ayetin ifade ettiğine göre, tanıklık yapmaları için çağrılmaları istenen Şüheda'mn bazan gelebildiklerini ve tanıklık yaptıklarını öğ¬reniyoruz. Tabiidir ki, böyle bir eylem ancak diri olan birisinden bek-, lenebiiir. Yalnız biz buna paralel olduğunu sandığınız ikinci bir görüşü de ilave etmek istiyoruz ki bu görüş anlam bakımından da¬ha sağlıklı ve Kur'an'a daha uygundur: Bu görüşe göre, bu şüheda olan başkanlar, insanlara dini görevlerini aşılamaya çalışan, onla¬ra dini geleneklerini yasama yoluyla belirleyen ya da belirlenmiş olan dini geleneklerini hatırlatan dini başkanlardı. Zenginlikte, liderlik¬te ve ileri geçmişlikteki başkanlar değildi. En'am ayetinin içeriği, ve özü ile bu yaklaşımı desteklemesi mümkündür. Zira ayet, hayvan¬ların helal veya haram kabul edilmesiyle ilgili bir tartışmanın ar¬dından gelmiştir. Şüheda'mn çağırılarak bu helal kılma, haram yapmanın gerçekten meşru olduğuna tanıklık yapmalarım iste¬mektedir. Bu ise, ancak kendilerine özgü bir otoritesi ya da dini sa-hada saygınlığı olan şüheda için doğru olabilir. Buna bağlı olarak an¬laşılıyor ki: Müşrikler bunları ya da diğer başkanları yahut da her ikisini, ilimlerinden, dini başkanlıklarından ya da kendilerini dini hizmete adadıklarından Allah'a daha yakın oldukları ve onun yanın¬da daha değerli oldukları için, dualarında ve tevessüllerinde -bir va¬sıta ile yaklaşma- onlardan yardım diliyorlar ve onlara şüheda adı¬nı veriyorlardı. Bununla putların, heykellerin ya da onların bu¬lunduğu binalarda hazır bulunanları, ya da kendilerini dini işlere adayanları, insanların öğrenmek istedikeri merasimleri, ilkeleri, ayinleri tespit eden ve problemleri çözen kişileri kastediyorlardı. Ay¬nı zamanda bunların fetva vermede, yasa koymada, etkili emir ve yasak belirlemede otoritesi vardı. Eğer bu yaklaşım doğru ise, bu dö¬nemde bilinmeyen parlak tablolardan birine ışık tutmuş olur. Ve bu aynı zamanda mantıkla ve bilinen uygulamalarla da uyum arzeder. Diğer ulusların uygulamalarına da birçok yönden benzerlik arzeder. Hatta değişik ülkelerde uygarlık seviyelerinin farklılığına göre farklılık arzederse de belirgin şekilde var olduğu bilinen uygulama¬larla da paraleldir.
Tevbe sûresinde, bilimlerini ve ruhbanlarını Allah'ın dışında Rab'ler edindikleri için "Yahudilere ve Hıristiyanlar a saldın ihtiva eden ayetler vardır. Bunlarda deniyor ki:
"Bilginlerini ve Rahiplerini Allah'ın dışında Rab'ler edindiler..." (Tevbe, 31)
Tabiidir ki, Bilginlerin ve Rahiplerin Rububiyet ile nitelendiril¬mesi, onların, kendilerine tâbi olanlar üzerinde aşırı bir etkileri ol¬duğunu, onların emirlerinin boyun eğilmesi ve yerine getirilmesi zo¬runlu olan yasalar olarak kabul edilişini ifade eder. Dini otoritele¬ri bulunan, putlara, heykellere ve Kâ'be'ye hizmet etme şerefine ha-: iz olan bir takım adamların varlığı, kendilerine özgü bir nüfuzları¬nın bulunması, sözlerinin dinlenmesi, yaptıklarının itaat edilen, ka¬bul edilen sünnetlere dönüşmesi haddizatında oldukça tabii bir du¬rumdur. Arapların bu konuda, bu geleneklerinin yerleştirilmesin¬de Yahudilerden ve Hıristiyanlardan etkilenmiş olması uzak bir ola¬sılık değildir.
"Şüfea" kavramı "Şefi'"in çoğuludur. Şefi' (Şefaatçi) ihtiyacı olan birisi için, kendisine değer veren güçlü, zengin bir makam veya kimseden yardım talep eden kimsedir. Sanki onlar bu şefaatçılan edi¬nirken, bu şefaatçılan, Allah katında kendilerinden daha yakın ve daha değerli (şanslı) sayıyorlardı. Kur'an'da müşriklerin, Allah ka-tında kendilerinden daha şanslı olarak gördükleri melekleri şefaat¬çi olarak tuttuklarını gösteren ayetler vardır. Onlar ya da onlardan bazıları meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanıyorlardı. Bu da on¬ların nazarında, melekleri Allah katında daha şanslı ve itibarlı kı¬lıyordu:
"Rahman çocuk edindi" dediler. O, yücedir. Hayır, onlar ikrama layık gö¬rülmüş kullardır.3 Onlar sözde O'nun önüne geçmezler ve onlar O'nun emriyle yapıp etmektedirler. O, önlerindekini de, arkalarm-dakİni de bilmektedir; onlar şefaat de etmezler, hoşnut olunandan başka. Ve onlar, O'nun haşyetinden içleri titremekte olanlardır. Onlardan her kim: "Gerçekten ben, O'nun dışında bir ilahım" diye¬cek olsa, bu durumda biz onu cehennemle cezalandırırız. Zalimle¬ri biz böyle cezalandırmaktayız. (Enbiya, 26, 29). Ayrıca Bkz: (53/20-27)
Bunun yanında bazı ayetlerin çağrışımına göre şefaat yalnız meleklere özgü bir şey değildi. Araplardan bazısı maddi tanrıları¬nı kendilerine şefaatçi kabul ediyordu. Şöyle ki:
«Yoksa Allah'tan başka şefaat ediciler mi edindiler? De ki: "Ya
3 Yanı Melekler 302
onlar, hiç bir şeye malik değillerse ve akıl da erdiremiyorlarsa?"» (Zü-mer, 43)
Naklettiğimiz Enbiya ayetlerinde ve başka yerlerde Meleklere on¬ca övgüde bulunan Kur'an'm onları akılsızlıkla nitelemesi mümkün değildir. Tâli olarak da burada kastedilenlerin, aklı olmayanlar yani putlar olması gerekmektedir.
Yine bazı ayetlerden anlaşıldığına göre müşrikler şefaatçılarma bir tür ibadet ediyorlardı. O yüzden eleştirilen müşrikler, onların Al¬lah katında kendilerinin şefaatçıları olduğunu ileri sürerek kendi¬lerini savunuyorlardı. Daha önce naklettiğimiz Yunus 18. ayetinde buna işaret edilmektedir.
Bu münasebetle "şefaat" kavramı ve türevlerini içeren, şefa¬atin yararını ve Allah'ın razı olmadığı, kendilerine izin vermediği şe-faatçılarm etkisini red eden pek çok ayetin Kur'an'da yer aldığına dikkat çekmemiz iyi olur. Ayetlerin ifade biçimi güçlü ve kesindir. Bu da şefaat ve şefaatçılar inancının onlarda köklü biçimde yerleş¬tiğini, arapların zihinlerinde onların yararına inanmanın güçlü ve yaygın şekilde yer ettiğini gösterir. Onun içindir ki hikmet gereği ayetlerin üslubu bu şekilde sert tutulmuş ve söz konusu inancı sarsmayı, zayıflatmayı ya da kökten söküp atmayı hedef almıştır. Çünkü şefaatçılarm fayda ve zarar verebileceğine dair inanç kişiyi şirke götürmekteydi. Aşağıdaki ayetlerde bu daha net görülüyor:
1 Ve hiç kimsenin, hiç kimse adma bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimse-
den şefaatin kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir kurtuluş kar¬şılığı alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden sakının! (Ba¬kara, 48).
2 Ey iman edenler, onda hiç bir alış verişin, hiç bir dostluğun ve hiç bir
şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel... (Bakara, 254).
3 Gökte nice melekler vardır ki, onların şefaatleri hiç bir şeye yarar sağ-
lamaz; ancak Allah'ın dileyip de razı olduğu kimseye izin verdik¬ten sonra başka. (Necm, 26).
4 Onlara şefaatçılarm şefaati fayda vermez... (Mtiddessir, 48). AyrıcaBkz: (7/53; 19/87; 21/28; 30/13; 32/4; 39/43)
Denebilir ki, Arapların zihinleri ya da onlardan pek çoğunun zi¬hnileri doğrudan doğruya Allah'a yönelik niyaz ettiklerinde ya da dua ettiklerinde dua ve niyazlarının kabul edilmeyeceğini, doğrudan yöneliş ve niyazla sıkı ilişkisi bulunan özel vasıtaların gerektiğini tasarlıyordu. Onlarla Allah'a ulaşmaları gerektiğim, onları duada
303
ortak kılmaları lazım geldiğini, onlara da bir takım ibadetler yap¬tıklarını söylemek mümkündür. Böylece onların zihinlerinde şefa¬at ve şefaatçılar düşüncesi yer etmiş, nihayet onların inançlarının ve ibadetlerinin bir parçası haline gelmiştir. Hatta bu inanç, bir kıs¬mını kaydettiğimiz ve geri kalanlarını nakletmediğimiz ayetlerin içe¬riğinden anlaşıldığı gibi, şefaatçılar in, zara ve fayda verebileceği inancına götürmüştür.
Şunu da ilave etmemiz doğru olur ki: Şefaat ve şefaatçılar inan¬cı yalnız araplara özgü bir inanç değildir. Bu inanç her asır ve top¬lumda her ulus ve inanç sisteminde bizzat Arapların inandığı şekil de dahil her zaman var olagelmiştir. Eu konuda kitaplılarla kitap¬lı olmayanlar arasında fark yoktur. Özellikle bu düşüncenin cahil halk kitleleri arasında değişik şekil ve biçimlerde, farklı görünüm¬lerde yayıldığını belirtmek gerekir. Aynı şekilde bu düşünce müslü-manlara da geçmiş ve onlar arasında da değişik görünümlerde or¬taya çıkmıştır. Şefaatle ilgili ayetlerde Allah'ın izni ve rızası olma¬dan şefaatin fayda vermeyeceğinin belirtilmesi bu düşüncenin müs-lümanlara geçmesi ve devamlılığı için bir etken olmuştur. Hadisler¬de, siret ve biyografi kitaplarında bunu destekleyen pek çok rivayet vardır. Tabiatıyla islam'da varlığı sürdürülen ve akıllı müslüman-larm kabul ettiği şefaat düşüncesinin özde ve temelde Kur'an'm ken¬disiyle savaştığı şirke dayalı yaklaşımlardan tamamen arındırılmış bir düşünce olması zorunludur.
3. Şürekâ, Erbâb, Endâd, Alihe:
"Şürekâ", Erbâb", "Endâd" ve "Alihe" ifadeleri ise Rububiyet-te Allah'a ortak olma ve ona benzeme anlamını içerir.
Ortak ortağının bir benzeridir. Ortalıkta onun da diğeri gibi bir payı vardır. Bunun anlamı şudur: Müşrikler taptıkları şeylere şü¬rekâ derken onların, Allah'a, mülkünde ortak olduklarına herhan¬gi bir şekilde zarar ya da fayda vermek suretiyle orada etkili olduk¬larına inanıyorlardı. Bu yaklaşım, şürekâ'nın alaylı, küçümsemey¬le birlikte, meydan okunarak işlendiği ayetlerin üslubundan anla¬şılmaktadır. Bu ayetlerde şürekâ'nın herhangi bir şekilde payları¬nın yi da ortaklarının bulunması kesin bir şekilde reddedilmiştir. Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1 De ki "Mzm şirk koştuklarınızdan yaratacak sonra da onu tekrar ia-304
de edecek (diriltecek) olan var mı ?" De ki. "Allah yaratmayı başla¬tır, sonra da onu iade eder. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz?" De ki: "Sizin şirk koştuklarınızdan hakka ulaştırabilecek var mıdır?" De ki: "Hakka ulaştıracak, Allah'tır. Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha layıktır, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşamayan mı? Ne oluyor size'? Nasıl hükmediyorsu¬nuz?" (Yunus, 34-35).
2 Allah, sizi yarattı, sonra size rızık verdi, sonra da sizi öldürmekte, da-
ha sonra da sizi diriltmektedir. Ortaklarınızdan bunlardan herhan¬gi birini yapacakvar mı7 O, şirk koşmakta olduklarından münezzeh ve yücedir. (Rum, 40).
3 De ki: "Allah'ın dışında öne sürdüklerinizi çağırın. Onların göklerde
ve yerde bir zerre ağırlığınca bile güçlen yetmez; onların bu ikisin¬de de hiç bir ortaklığı olmadığı gibi, O'nun bunlardan hiç bir des¬tekçi olanı da yoktur. (Sebe', 22)
4 De ki: "Sız Allah'ın dışında tapmakta olduğunuz tanrılarınızı gördü-
nüz mü7 Bana haber verin, yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onla¬rın göklerde bir ortaklığı mı var?.. (Fatır, 40).
Sahip olan, eniri dinlenen efendi, emir ve yetki sahibi, terbiye eden, yoktan var eden gibi ifadeler "Rab" kavramının anlamları arasındadır. Zemahşeri, bu kavramın yalnız Allah için izafetsiz kullanılabileceğini ifade etmiştir, başkaları için Rabbul-Mal, Rab-bul-Beyt gibi izafetlerle ancak kullanılabileceğini belirtmiştir.
Nas sûresinde bu sözcük tanrı kavramının kullanıldığı yerde kul¬lanılmıştır:
«De ki sığınırım ben, insanların Rabbi'ne, insanların Melikine, insanların ilahına.» (1-3. Ayetler).
Yusuf sûresinin 39. ayetinde Allah ile Rabler arasında bir kar¬şılaştırma yer almaktadır. Bu karşılaştırma Rab kavramının "Allah", "Tanrı" kavramlarının yerine benzer bir konumda kullanıldığı an¬lamını taşıyabilir. Bu aynı zamanda başka Kur'an ayetlerinden de sezilmektedir. Çünkü Allah'ı Alemlerin Rabbı, göklerin ve yerin Rabbı ve Ulu Arş'm Rabbı olarak nitelemektedir:
1 De ki: "Göklerin ve yerin Rabbı kimdir?" De ki: "Allah'tır"..
(Ra'd, 16).
2 De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?" (Mü'mi-
nûn, 86).
3 Hamd, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. (Fatiha, 1). Yanısıra, bu kavramın pek çok ayette "Allah" kavramının yeri-
' " 305
ne kullanıldığını da, gelecek ayetlerde görüldüğü gibi, biliyoruz:
1 Rabbinize yalvararak ve sessizce dua edm. Şüphesiz O, haddi aşanla-
rı sevmez. (A'raf, 55).
2 "Rabbim, sen bana mülkten verdin, sözlerin yorumundan da öğrettin"...
(Yusuf, 101).
3 Ve deki: "Rabbim, beni girilecek yere doğru bir girdirişle girdir ve (çı-
karılacak yerden) doğru bir çıkarışla çıkar ve katından bana yardım¬cı bir kuvvet ver." (İsra, 80).
4 Rabbiniz dedi ki: "Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu bana
ibadet etmekten büyüklenenler; cehenneme boyun bükmüş kimse¬ler olarak gireceklerdir." (Mü'min, 60).
Buradan anlaşıldığına göre, "Rab" kavramı ve bu sözcüğün tapı¬nılan şeyler ve şürekâ hakkında kullanılması onun benzerlik, Ru-bubiyet ve Uluhiyet anlamlarını taşıdığını gösterir.
"Endâd" ise "Nid"in çoğuludur. Nid ise, eş, denk, benzer demek¬tir. Bazı müfessirler4 bu kelimenin "Nudûd"tan geldiğini benzerlik anlamının yanında "muhalif ve "karşıt" anlamlarım da taşıdığını söylemişlerdir. Bu ifade ile müşriklerin edindikleri ortakları, Allah'ın endadı, dengi, benzeri, ve karşı geleni olarak kabul ettiklerine işa¬ret ediliyor gibidir. Gelecek ayetlerde bu anlamı açık bir şekilde gör¬mek, hatta bazılarında müfessir Nisaburi'nin işaret ettiği karşı ya da muhalif benzerliğe değinildiğini gözlemek mümkündür:
1 İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını eş ve ortak tutanlar vardır kî, on-
ları, Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgi¬si ise, daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, hiç tartışmasız bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu ve Allah'ın ve¬receği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi! (Bakara, 165).
2 O'nun yolundan saptırmak için Allah'a benzer eşler tuttular. De ki: "Ya-
rarlanın. Çünkü kuşkuuz sizin varışınız ateşedir." (İbrahim, 30).
3 Zaafa uğratılanlar da büyüklük taslayanlara: hayır, siz gece ve gündüz
hileli düzenler (kurup) bizim Allah'ı inkâr elmemizi ve O'na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz," dediler... (Sebe\ 33). Râzi, Endâd ile ilgili görüşler sadedinde onların insanlara em¬rettiklerinde Allah'a itaat edildiği gibi itaat edilen başkanlar oldu¬ğunu da kaydeder. Ancak görüşlerin çoğunluğu onlardan kastedilen¬lerin ma'butlar ve Şürekâ olduğunu belirtmektedir. Az önce kayde-
4 Taberı kenarında Nısaburî tefsin, I, 179 306
dilen ayetler bu çoğunluğun görüşünü tercih ettirir gibidir. İlah kavramı ma'budu en güçlü olarak gösteren kavramlardandır. Onun için Kur'an'da Allah'tan başka ya da onunla birlikte herhangi bir ilah'ın varlığı kesinlikle red edilmiştir. Müşriklerin kendi Şüre¬kâ'sı için ilah adım kullanmış olması onların bu ilahları önemli, Al¬lah -Azze ve Celle- ile eşit seviyede ma'butlar olarak kabul ettikle¬rini ifade eder. Kur'an Peygamberin yalnız Allah'a çağırdığım hika¬ye etmektedir:
«İlahları bir tek ilah. rai yaptı? Doğrusu bu şaşırtıcı bir şeydir. On¬lardan Önde gelen bir grup: "Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılık¬ta) da kararlı olun; çünkü asıl istenen budur", diye çekip gitti. Biz bunu diğer dinde işitmedik, bu, içi boş bir uydumadan başkası de¬ğildir.» (Sa'd, 5-7).
Kur'an onların görüşlerini mantıki bir çürütme yoluyla red etmiş¬tir. Ve dediğimiz görüşü destekleyerek onların, Şürekâ'sma ilahlar adını kullanmakla bu ortakların vazgeçilmez tanrılar olduğunu, Allah ile eşit konumda olduklarını ifade ettiklerini açıklamıştır. Ge¬lecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1 De ki: "Eğer söyledikleri gibi O'nunla beraber ilahlar olsaydı, onlar
Arg'ın sahibine mutlaka bir yol ararlardı." (îsra, 42).
2 Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah'ın dışında ilahlar olsaydı, hiç
tartışmasız, ikisi de de bozulup gitmişti. Arşın Rabbi olan Allah, on-larmnitelendiregeldikleri şeylerden yücedir. (Enbiya, 22).
3 Yoksa onların bize kargı kendilerini koryacak ilahları mı var? Onla-
rın kendi nefislerine bile yardım güçleri yetmez ve onlar bizden de
yakınlık bulamazlar. (Enbiya, 43).
Buna bağlı olarak diyebiliriz ki: Arap müşriklerinin, kendileri ile Allah arasında arabulucuları, şefaatçılan ve şürekâsı (ortakları) var¬dı. Yanısıra, Allah'ın dengi, benzeri ve asıl ortağı kabul edilen şü¬rekâsı vardı. Onlar birinci çeşit şürekâsı, arabulucusu ve şefaatçı-sma "Veliler, Şefaatçılar ve Şehidler" adını veriyorlardı. Diğerleri-ne ise "Ortaklar, Rabler, Nidler ve İlahlar" adını veriyorlardı.
4. Ortak Koşmanın Nedenleri:
Burada akla şöyle bir soru gelmektedir: Peygamber dönemi müş¬rikleri bir yandan şefaatçılar ve aracılar, diğer yandan Allah ile be¬raber ilahlar ediniyorlardı. Bu realite ile bazı ayetlerde dile getiri¬len itiraflar nasıl uzlaştırılacaktır. Çünkü onlar ortakların ve put-
307
ların valnızca kendilerini Allah'a yaklaştırdıklarını, onları yalnız¬ca şefHatçılar olarak kabul ettiklerini ve bu nedenle onlara ibadet ettiklerini söylüyorlardı. Yunus, 18. ve Zümer, 3. ayetlerinde buna işaret edilmiştir. Ayrıca bazı ayetlerde de müşrikler, yeri, göğü ve kendilerini yaratanın Allah olduğunu itiraf ediyorlardı:
1 AndoJsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan,
tartışmasız: "Onları Üstün ve güçlü olan, bilen (Allah) yarattı" diye¬cekler. (Zuhruf, 9).
2 Andolsun, onlara: "Kendilerini kim yarattı?" diye soracak olsan, hiç
tartışmasız: "Onları üstün ve güçlü olan, bilen (Allah) yarattı" diye¬cekler. (Zuhruf, 87).
Onların sözlerini hikâye edilişi arasında, gizlice belirginleşen bir noktanın, onların "Allah" kavramını ve "Aziz" ifadesinin anlamını bildiklerine dikkat çekmeye gerek olmadığını sanıyoruz. Ve onların bu iki kavram hakkındaki anlayışlarının gerçek ve Kur'anî anlam¬larıyla uyum arzettiğini çıkarabiliriz. Arapların kendi dillerinde kul¬landıkları "Allah" kavramının Kur'an'da kastedilen gerçek Allah kav¬ramından başka bir anlama geldiğini söylemeye gerek yoktur. Nak¬lettiğimiz iki ayette ve bunlardan başka pekçok ayetde kuşku ve söz etmeye yer bırakmayacak açık ifadeler vardır.
Durum ne olursa olsun Kur'an ayetleri, ayetler vasıtasıyla sözle¬ri hikâye edilenlerin Allah'a, tum yarattıkları, evreni yaratan ve onu idare eden, büyük, daha ulu bir tanrı olarak inandıklarını göstermek¬tedir. Ona huzurunda kendilerine şefaatçılar ve veliler edinmekle ye¬tiniyor ve onlara karşı bazı ibadetlerde bulunuyorlardı. Onların Al-lah katında daha şanslı oldukları için onların fayda ve zarar verme¬de, iyilik ve kötülükte bir etkileri olduğuna inanıyorlardı.
Pekçok Kur'an ayeti ortakları, Rab'ları, Endâd'ı ve Tanrıları anlatmakta, Allah ile birlikte ortaklar, Rabler, Tanrılar ve Endâdı ortak koşan müşrikleri dehşete düşürecek eleştirileri ihtiva etmek¬tedir. Ayetlerden hareketle konunun mantığına göre hareket ederek diyebiliriz ki: Peygamberin çevresi ve asrında yaşayan müşrik Arap-lardan Allah'ın uluhiyetini ve Rububiyetini itiraf eden, yalnız şefa¬atçılar ve Evliya ile yetinen bir takım insanlar vardı. Yanısıra ba¬zı insanların Allah ile birlikte Allah'a ortak koştukları büyük ma'butları ya da Tanrıları vardı. Bizim görebildiğimiz kadarıyla bu çevre de onu kaldırıyordu. Zira bu çevrenin halkı medenilik ve be¬devilik, göçebelik ve yerleşiklik açısından, dünya ile ilişkili olma ya
308
da ondan uzakta olma açısından hayatın şartları ve vasıtaları yönün¬den farklılık arzediyorlardı. Bu meseleyi daha Önceki konularımız¬da detaylı olarak açıkladık. Nüfusu bu kadar değişiklik-farklılık gös¬teren bu gibi çevrelerde bir tek dini düşüncenin egemen olması gerçekleşmemiştir.
Eğer bu çıkarımımız doğru ise -ki biz doğru olduğuna inanıyoruz-şefaatçılar ve velilerle yetinme başka bir ifade ile putlar ve başka nesnelerden oluşan ortakları Allah'a ulaşmak için birer vasıta ve ara¬bulucu olarak sayma ancak dış dünya ile ve kitaplılarla ilişki kura¬bilen aydın sınıf için söz konusu olabilir. Eu sınıf, maddi putları ve diğer yaratıkları baş tanrılar olarak görüp iyilik ve kötülüğe, fayda ve zarara, var etme ve yok etmeye gücü yeten birer kudret olarak ka¬bul etme anlayışından biraz daha ileriye, bu gibi şeyleri şefaatçılar ve veliler olarak kabul etme anlayışına ulaşmıştı. Özellikle Allah'a iman eden Kitaplıların bu türden şeylerle dağarcıkları doluydu. Çünkü onlar açık ya da tevil ile bir tek Tanrıya iman etmelerinin ya¬nında keşişlerinden, peygamberlerinden ve meleklerden şefaatçılar ve veliler ediniyorlar ve onları duada ortak koşuyor, onlarla Al-lah'a yakınlaşmaya çalışıyorlardı. Gelecek ayette herhalde buna bir işaret vardır;
"Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve pey¬gamberliği versin de, sonra o, insanlara: "Allah'ı bırakıp da bana kul¬luk edin" demesi yoktur. Fakat o, "öğretmekte olduğunuz ve der alıp vermekte bulunduğunuz Kitaba göre Rabbaniler olunuz" (deme gö¬revindedir). O, melekleri ve peygamberleri Rabbler edinmenizi de em¬retmez. Siz, müslümanlar olduktan sonra, size küfrü mü emredecek?" (Al-i İmran, 79-80).
Halk tabakası özellikle de köylülere gelince onlar geri kalmış, me¬safe alamamışlardır. Maddi olan ve olmayan mabutlarını iyilik ve kötülüğe, fayda ve zarara, var etme ve yok etmeye gücü yeten bir var¬lık olarak görüyorlardı. Yanısıra Allah'ı da en ulu Tanrı, Rablerin Rabbı gibi açık olmayan anlamlarla algılamaya çalışıyorlardı.
Böylece daha başka münasebetlerle genişçe ele almayı düşündü¬ğümüz bir nokta ortaya çıkmaktadır. Peygamberlikten önceki dönem¬de dini düşünce planında gelişmeye doğru atılan bir adımın izleri¬ni görebiliyoruz.
Bu şekilde Hicaz çevresinden söz etmekle Hicaz çevresindeki di¬ni düşünce veya zihniyetle ilgili farklılıkların diğer Arap çevrelerin¬de görülmediğini çıkarmak istemiyoruz. Ayrıca o çevrelerde bu gi-
309
bi gelişmelerin olmadığını da amaçlamıyoruz.
Ortaklar, Endâd, Tanrılar, şefaatçılar, veliler ve şahidler kavram¬larının Kur'an ayetlerinde çoğul olarak verilmiş olması, müşrikle¬rin ortaklarının sayısını çoğalttığını gösterebilir. Onların bir kesi¬minin baş ortaklar edinmesi ya da şefaatçi ortaklar edinmesi ara¬sında fark yoktur. Yani bir cemaatın aynı anda birden çok ortağı bu-lunuyordu. Nakletiğimiz Sâd, 5-7. ayetleri müşriklerin, Peygambe¬rin tanrıları bir tek tanrı yapmaya çağrısını öfkeyle ve hayretle karşıladıklarını hikâye etmektedir. Enbiya ve Furkan sûrelerinde yer alan iki ayet de onların Peygamberi, tanrılarından kendilerinin hoşlanmadığı bir şekilde bahsettiğinden, hafife aldıklarını, tanrıla¬rına bağlılıklarından kendi kendilerini övdüklerim, Peygamberin çağrısından etkilenmediklerini hikâye etmektedir. Bu da onların bir¬den çok tanrıları oldıiğunu göstermektedir.
1 Küfre sapanlar seni gördüklerinde, seni yalnızca alay konusu edinmek-
tedirler (ve:) "Sizin ilahlarınızın sözünü eden bu mu?" (derler), Oysa onlar, Rahman (olan Allah)m sözünü (Kitabını) inkar edenler¬dir. (Enbiya, 36).
2 Seni gördükleri zaman, seni yalnızca alay konusu edinmektedirler: "Al-
lah'ın, peygamber olarak gönderdiği bu mu?" "Eğer biz onlara kar¬şı kararlılık göstermeseydik, neredeyse bizi ilahlarımızdan saptırmış olacaktı." (Furkan, 41-42).
Tanrıların çokluğu ya da bundan amacın ne olduğu konusunda belirlenmiş bir şeyi gösterecek, bir tek cemaatin bir çok tanrılara na¬sıl ibadet ettiğine açıklık getirecek bir Kur'an ayeti yoktur. Yalnız bir takım rivayetler bazı şeyler kaydetmiştir. Bunların, tanrıların çokluğuna açıklık getirmesi ve onu doğrulaması mümkündür. İbn-i Hişam da5 Arapların putları bölümünde, Arapların her kabilesinin, her bölgesinin ya da her şehrinin kendisine özgü bir putu olduğunu ifade eden değerlendirmeler vardır. îbn-i Hişam bazı kabilelerin ve şehirlerin adını vermiş ve her birinin putunu ya da ma'budunu da kaydetmiştir. Havlan'm, "Gam enes", "Beni Melikân*m "Sa'd" adı ve¬rilen bir putu vardı. Uzza, Kureyş ve Kinane'ye aitti. "Lat", Taife, "Menat" da Yesrib'in putuydu. Davs, Haş'am ve Büceyle'nin "Zu'l-Hulasa" adında bir putu vardı. Tay kabileleri ve onlara yakın olan¬ların "Fulus" adında bir putları bulunuyordu. Bekir Beni Vail kabi¬lelerinin "Zul-Ka'bât" adını taşıyan bir putları mevcuttu. Bunun ya-
5 I, 75; I, 80 310
nmda Arapların hepsi bir tek Haccın ibadetlerinde birleşiyorlardı. Ka'be'nin etrafını ziyaret ediyorlardı.Taş'ını kutsuyorlardı. Safa ile Merve arasında Sa'y ediyorlardı. Safa ile Merve üzerinde bir ta¬kım putlar vardı. Kabe avlusunda ve içinde de bazı putlar vardı. On¬lara ibadet edip saygıda bulunuyorlardı. Yine îbn-i Hişam kaydeder ki: Kurbanlar ve adaklar Ka'be yakınında bulunan iki putun Asâf ve Naile'nin yanında kesilirdi. Araplar bir oğlan çocuğu sünnet et¬tirmek, bir nikâh kıymak, bir ölüyü gömmek istediklerinde; bir adamın soyundan şüphe ettiklerinde, bir yolculuk, bir ticaret, bir fe¬laket, bir anlaşmazlık ya da başka bir amaç için istihareye yatmak istediklerinde Hubel'e giderlerdi. Bu Ka'be'nin içinde bir puttu. Pal oklarının sahibine yüz dirhem ve birkaç deve verirlerdi. Ondan anlaşmazlık konusunda ya da istedikleri herhangi bir meselede fal oklarına bakmasını taleb ederlerdi. Fal oklarının üzerinde "yap, yap¬ma, evet, hayır" gibi sözcükler vardı. Ayrıca her evin kendisine öz¬gü bir putu da bulunuyordu. Beyzavi Tefsirindeki bilgiye göre Me-nat "Nev"' (Yıldız)den türetilmiştir. Araplar ondan yağmur taleb ederlerdi. Yağmur yağmadığı zaman yağmur için onun yanında dua ederlerdi. Bu sözler ve rivayetler ne olursa olsun benzerleriy¬le birlikte, Kur'an'm nassı ile Araplarda bulunduğu sabit olan çok tanrıcılığa parlak bir ışık tutmaktadır.
Varsayımdan hareketle bu çok tanrıcılığın, gereğine uygun bir tablosunu çizmeğe çalışırsak, bu durumda iki uygulamayla karşıla¬şırız: Ya ortada şehirli, mahalleli, köylü herkesin genel ilişkilerde beraberce ibadet ettiği bir takım Tanrılar vardı. Ki bunun yanında akrabalığın, hemşeriliğin aynı bölgeden oluşun birleştirdiği aşiret, boy, mini kabile hatta kabile gibi küçük öbeklerin kendilerine Özgü tanrıları vardı; ya da hayatın her ihtiyacının kendisine özgü bir tan¬rısı vardı. Yağmur istediklerinde yağmur tanrısına gelip dua ediyor¬lardı. Bir hastalıktan kurtulmak için şifa taleb ettiklerinde onun tan¬rısına gelip niyazda bulunuyorlardı. Bir kurban adamak istedikle-rinde onu kurbanların tanrısı yanında adamaktaydılar. Bir iş husu¬sunda istihare etmeyi istediklerinde onun tanrısı yanında istihare¬ye yatarlardı. Her şey için bu böyleydi.
Her iki uygulamayı birleştirmiş olmaları da uzak bir olasılık de¬ğildi. Ya da onlardan bazılarının bunu birleştirmiş olmaları müm¬kündür. Şöyle ki: Hem genel olarak kabul edilen tanrıları vardı hem de özel tanrıları. Aynı zamanda ayrı ayrı ihtiyaçlarını verecek, her ihtiyacın kendi tanrısı vardı.
311
Başka milletlerin de, Mısır'da, Şam'da ve Yunanistan'da böyle yaptıkları bilindiğine göre Arapların bu düşünceyi onlardan iktibas etmiş olmaları muhtemeldir. Yahut da bu, dinî gelişim sürecinin bir evresiydi. insanlar bu dönemde hem genel tanrıların hem de özel tan¬rıların varlığına inanıyorlardı. Ne bundan ne de ötekisinden vazge¬çebiliyorlardı. Yanısıra, hayatın ve tabiatın değişik görünümlerinin ya da isteklerinin ve ihtiyaçlarının ayrı ayrı oluşunun, her ihti¬yaç, her istek ya da hayat ve tabiatın her görünümü için Tanrının bulunması gerektiğine inanıyorlardı.
Belirttiğimiz bu genel kural, ortak koştukları şeyleri baş ortak¬lar, Endâd ya da denkler olarak gören müşrikler için geçerli oldu¬ğu gibi ortak koştukları nesneleri arabulucular ya da şefaatçılar ola¬rak gören müşrikler için de geçerlidir. Denebilir ki bu müşriklerin genel şefaatçıları yani kendisiyle diğer insanların da şefaat dilen¬dikleri ortaklan olduğu gibi, ayrıca bunların mahalli, kabilesel ya¬hut da aşiretlerine ait özel şefaatçıları da vardı. Ya da her ihtiyaç ve istek için birer şefaatçıları vardı. Veya onlar bu iki anlayışı bir¬leştirmişlerdi. Özellikle Tanrıların, ortakların, arabulucular ve şe¬faatçılar olarak algılanmaya başlaması, daha önce belirttiğimiz gi¬bi, müşriklerin geneli, özellikle köylü-bedevi olanların anlayışların¬da gelişmeye doğru bir adam olduğunu düşündüğümüzde mesele da¬ha rahat anlaşılır. Bu sınıfın Mekke ehlinden olduğunu ya da onlar¬dan bazılarının Mekkeli olduğunu düşündüğümüzde bu anlayışı, Ibn Hişam'ın Mekke işleri etrafında dönüp dolaşan rivayeti ile destek¬leyebiliriz, isaf ve Naile Mekke'dedir. Hubel Mekke'de, Ka'be Mek¬ke'dedir. Buna ilave olarak Mekki ayetlerin genellikle Mekke ehli¬nin durumlarını ve delillerini tasvir ettiği de unutulmamalıdır.
5. Arap İnancında "Allah'ın Çocuk Edinmesi":
Şefaatçılar konusunda geçtiği gibi, müşrik Araplar ya da on¬lardan bir kesim, Meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanıyor¬du. Allah katında onları kendilerine şefaatçi kabul ediyor, onlara iba¬det ediyor ve bu temel anlayışla onların Allah ile aralarında vasıta olduğuna inanıyorlardı.
Biz bu konuyu biraz daha açmayı yararlı görüyoruz. Çünkü pek-çok Kur'an ayetinde buna işaret edilmiştir. Ve bunlar aynı zaman¬da Peygamberlikten önceki Peygamber asrı ve çevresindeki dini düşüncenin parlak, ilginç tablolarını da içermektedir.
Bu ayetlerin uslubları çeşitlidir. Ayetlerin bir kısmında "oğullar
312
ve kızlar" kavramları beraber kullanılıyor:
"Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır. Bir de hiç bir bilgiye dayanmaksızın O'na oğullar ve kızlar uydurdular. O ise, nitelendiregeldikleri şeylerden yücedir, uzaktır." (En'am, 100).
Bazılarında "çocuk" edinme kavramı tekil olarak Allah'a nisbet edilmiştir:
1 "Allah çocuk edindi" dediler. O, yücedir; O, hiçbir şeye ihtiyacı olma-
yandır.. (Yunus, 68).
2 (Bu Kur'an) "Allah çocuk edindi" diyenleri uyarmaktadır. Bu konuda
ne kendilerinin, ne de atalarının hiç bir bilgisi yoktur... (Kehf, 4-5) Bazı ayetlerde "kızlar edinme" yalnız geçmektedir:
1 Ve Allah'a kızlar isnad ediyorlar, O yücedir. Hoşlandıkları (oğlanlar)nı
da kendilerine...( NahI, 57).
2 Şimdi onlara sor: Rabb'ine kızlar, onlara da oğlanlar mı? (Saffat, 149). Bu ayetlerin her üç grubuna ve siyakına bakıp inceleyenler, on¬ların Araplara ait sözleri, yaklaşımları daha doğrusu inançları hi¬kaye ettiğini, bunların Hıristiyanlık inancı ve İsa'nın oğul oluşu ile ilgili olmadığını görür, ikinci bir ifade ile bu ayetlerin Hıristiyanlar-la mücadele ya da onların inançlarını hikâye etme sadedinde olma¬dığını, sırf müşrik Araplarla mücadele ve onları tehdit etme konu¬sunda olduklarını gözler.
Önce "çocuk" kavramının hem erkek hem de kızları, tekil ve ba-zan da çoğulu kapsadığını Kur'an nassına göre6 bunun sabit oldu¬ğunu belirtmeliyiz. İkinci olarak Enbiya Sûresinde yer alan bir ta¬kım ayetler çocuk nisbet etmelerinden amacın melekler olduğunu açıkça göstermektedir:
«Rahman çocuk edindi" dediler. O, yücedir. Hayır onlar (melek¬ler) ikrama layık görülmüş kullardır. Onlar sözle O'nun Önüne geç¬mezler ve onlar O'nun emriyle hareket ederler.» (Enbiya, 26-27).
Üçüncü olarak Saffat Sûresinde 149. ayetin ardından, Arap inancında yer alan Allah'a nisbet edilen kızların melekler olduğu¬nu gösteren açık bir delil vardır:
«Yoksa biz melekleri onların gözü Önünde dişi olarak mı yarat¬tık. İyi bilin ki onlar iftiraları yüzünden "Allah doğurdu" diyorlar.
6 Enbiya, 26-27'. ayetleri "çocuk" kavramı ile başlamış ve daha sonra "kullar" di¬ye açıklamıştır.
313
Onlar elbette yalancıdırlar. (Allah) kızları seçip oğlanlara tercih mi etmiş. Size ne oldu, nasıl hukum veriyorsunuz? Hiç rai düşünmüyor¬sunuz?» (Saffat, 150,155).
Böylece zincirin halkaları tamamlanmaktadır. Şöyle ki: Arapla¬rın inançlarını hikâye eden Kur'an ayetlerinin bildirdiğine göre Arap inancında Allah'ın çocukları vardı. Ve bu çocuklar kızdı. Kız¬lar da meleklerdi.
Allah'ın çocuklar edinmesi düşüncesi ya da inancının Hiristiyan-lardan ya da Hıristiyanlık inancından Araplara geçmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Saffat Sûresinde Allah'a çocuklar nisbet ettik¬lerinden, onları eleştiren bir bölüm ihtiva eden ve inançlarını des¬tekleyen bir kitap getirmeleri için meydan okuyan birkaç ayet var¬dır:
"Yoksa sizin apaçık olan ispatlı deliliniz mi var? Eğer doğru söyleyenler iseniz, öyleyse getirin kitabınızı." (Saffat, 156,157).
Bu meydan okumayla söz konusu düşünce geçişine işaret edilmiş gibidir. Sanki onlara şöyle denmektedir: Hıristiyanların mecazi anlamda da olsa Mesih'in Allah'ın oğlu olduğunu belirten bir kita¬bı vardır. Elinizde Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu destekleyen bir açıklama, bir delil ihtiva eden bir kitap var mıdır?
Eğer bu düşünce Araplara Hıristiyanlardan ya da Hıristiyanlık inancından geçmişse bu geçişin, peygamberlikten çok Önceleri ger¬çekleşmiş olması gerekir. Sonra gelişti, başka bir ifade ile "törpülen¬di" ve ilginç bir kılığa büründü. Bir tek oğul yerine, pek çok kıza dö¬nüştü, insani, beşeri-maddi ya da görülen, çarşıda yürüyüp, ye¬mek yiyen cisim yerine meleklere başka bir ifade ile ruhanî varlık¬lara, düşünülen fakat görülmeyen varlıklara dönüştü.
Bundan daha ilginci, Araplar, geliştirdikleri ve töprüledikleri, akıl ve mantık kurallarına uydurdukları, ilahi düşünceyle İsa'nın oğul oluşu düşüncesinden daha fazla uyumlu hale getirdikleri bu dü¬şünceleri ve inançları uğrunda ciddi mücadele etmişlerdi. Zuhruf Sû¬resi ayetlerinden bazısı bunu hikâye etmektedir:
"Meryem oğlu (îsa) bir örnek olarak verilince, hemencecik senin kavmin ondan (keyifle söz edip) kahkahalarla gülüyorlar. Dediler ki: "Bizim ilahlarımız mı daha hayırlıdır yoksa o mu?" Onu yalnızca bir tartışma konusu olsun diye ortaya attılar. Hayır onlar tartışmacı ve düşman bir kavimdir." (Zuhruf, 56-60).
Bu ayetler peygamber ile, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ve onları kendileri için şefaatçılar olarak kabul edip inanan Arap-
314
lar arasında meydana gelen bir tartışmaya işaret etmektedir. Ayet¬lere göre sanki onlar şöyle diyorlardı: "Meleklerin Allah'ın kızları ol¬duğunu söylemek düşüncesi Meryem'in oğlu isa'nın Allah'ın oğlu ol¬duğunu söyleme düşüncesinden daha mantıkladır. Zira melekler gö¬rünmeyen ruhanî varlıklardır. Bu yönleriyle babaları olan Allah ile daha fazla uyum ve benzerlik arzederler. Yanısıra, Meryem'in oğlu diğer insanlar gibi maddi bir insandır. Bizim meleklerin Allah'ın kız¬ları olduğuna inanmamız Hıristiyanların, Mesih'in oğul oluşuna inanmalarından daha isabetli ve doğruya daha yakındır." Durum bu olunca, İtendi tanrılarının >ki bunlarla melekleri kastediyorlardı- Hı¬ristiyanların Tanrı edindiği İsa'dan daha hayırlı olduğunu da belir¬tiyorlardı.
Ayetlerde meleklerin zikredilmesi ve Allah dileyecek olursa, melekleri de yeryüzüne indirebileceğinin, onların da Allah'ın kulla¬rı olduğunun ifade edilmesi de tartışmanın; onların meleklerin oğul oluşları ve uluhiyeti inancıyla; isa'nın oğul oluşu ve uluhiyeti inan¬cı arasında olduğunu gösterir.
Kur'an onların yaklaşımlarını red etmiş ve bu kıyasın yanlış olduğunu, bu konuda Hıristiyanların yerinde ve doğru olmayan bir peygamberlik inancı ile delil getirmenin yerinde olmayacağını be¬lirtmiştir. İsa bir beşerdir. Bir kuldur. Allah ona nimet vermiş ve onu İsrailoğullarına "Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a iba¬det edin" demesi için elçi olarak göndermişti, onun hakkında mey¬dana gelen sapmalar ancak insanlardan gelmiştir. Saptıranlara Allah'ın azabı vardır:
«İsa, açık belgelerle gelince, dedi ki: "Ben size bir hikmetle hak¬kında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını açıklamak için geldim. Öy¬leyse Allah'tan sakınıp-korkun ve bana itaat edin. Hiç şüphesiz Al¬lah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; şu halde O'na kulluk edin. Dosdoğru olan yol budur." Sonra, içlerinden bir takım fırkalar ihtilafa düştü. Artık, acıklı bir günün azabından vay o zulmetmiş olanlara.» (Zuhruf, 63-65).
315

dost1
13. June 2011, 12:38 AM
B) PUTLAR VE PUTÇULUK:
1. Madenden Yapılan Maddi Putlar:
Maddi ma'butlar, Araplarda şirkin en belirgin görünümleriydi. Onların dinlerinde ve inançlarında önemli bir yeri vardı. Pekçok Kur'an ayetinin de gösterdiği gibi, bu konuda ma'butlarını Allah ile birlikte Tanrılar ve baş ortaklar olarak kabul edenlerle, onlara, Allah'a şefaatçılar ve arabulucular gözüyle bakanlar arasında fark yoktu.
önceki fasılda naklettiğimiz Zümer sûresi 43. ayeti şefaatçılar-dan söz ediyor ve onları hiçbir şeye güçleri yetmeyen ve akıl erdire¬meyen şeklinde niteliyor. Bu nitelikler maddi-cansız niteliklerdir. Yine aynı fasılda naklettiğimiz Yunus Sûresi 18. ayeti de bundan bir nebze söz etmektedir. Çünkü burada belirtildiğine göre onlar zarar ve fayda vermeyen şeylere ibadet ediyor ve onların Allah katında kendilerine şefaatçılar olacağını söylüyorlardı. Enbiya sûresinde de bir ayette onların yerden bir takım Tanrılar edindikleri kaydedilmek¬tedir. Yer kavramı, hemen farkedilebileceği gibi, cansız maddeleri ifade eder:
«Yoksa onlar, yerden bir takım ilahlar edindiler de, onlar mı (ölü¬leri) diriltecekler?» (Enbiya, 21)
A'raf sûresinde de tanrılar için maddi-cansız nitelikler kullanıl¬mıştır: Onlar yürüyemez, yakalayamaz, göremez ve duyamazlar. Ayetlerde görülen budur:
1 Allah'tan başka taptıklarınız da sizler gibi kullardır.7 Eğer doğru
sözlüler iseniz, hemen onları çağırın da size icabet etsinler. Onların yürüyecek ayaklan mı var? Ya da tutacakları elleri mi var? Veya gö¬recek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var? De ki: "Or¬tak koşmakta olduklarınızı çağırın, sonra bir düzen kurun da bana göz bile açtırmayın." (A'raf, 194-195).
2 O'ndan başka taptıklarınız ise, size de yardıma güç yetiremezler,
kendilerine de. Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler. On¬ları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler bile. (A'raf, 197-198). Maddi Ma'butları açıkça ifade eden sözcükler Kur'an'da çokça zik¬redilme mistir. Yalnız Şirk, Ortaklar, Tanrılar, Şefaatçılar ve Veli-
7 "Kullar" burada, canlı-cansız herşeyı kapsayacak derecede yaratıklar anlamın¬dadır. Tefsırcıler de böyle açıklamışlardır. Ayetin siyakından da bu anlaşılıyor
316
ler kavramlarının zikredildiği ya da herhangi bir ibadete ya da Al¬lah'ın dışında bir varlığa niyazda bulunmaya işaret eden ayetler on¬ların yaptıklarını, ibadet ettiklerini eleştirme ve onları ahmaklık¬la itham etme sadedinde bir takım işaretler içermektedir. Onların akletmeyen, bir şeye sahip olmayan, yaratmayan, rızık vermeyen, diriltmeyen, öldürmeyen, fayda vermeyen, zarar vermeye gücü yet¬meyen, duymayan, görmeyen şeylere ibadet etmeleri eleştirilmek¬tedir.
Bununla birlikte Kur'an'da "Evsan" (putlar), Asnam (Heykeller), Ensab (Dikili taşlar) ve "Temasil" (Büstler) kavramlarının geçtiği ayetler vardır. İkinci olarak, Peygamber asrında ve toplumunda bunlardan mevcut olan bazılarının isimleri verilmiştir. Şimdi bu ke¬limelerin ifade ettiği anlamları açıklamağa çalışalım.
a) "Evsan" kavramı: Bu kavram Hac sûresinde Hac ibadetle¬ri ve temel ilkelerine işaret etme sadedinde kullanılmıştır: " "İşte böyle; kim Allah'ın haram kıldıklarına saygı gösterirse, Rabbinin katında kendisi için hayırlıdır. Size okunanlar dışındaki hayvanlar helâl kılındı. Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan (Ev-sân) kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının. Allah'ı birleyenler olarak, O'na ortak koşmaksızın. Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o gökten düşmüş de onu bir kuş kapıvermiş ya da rüzgar onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir." (Hac, 30-31).
Aynı zamanda bu kavram ibrahim'in kıssalarını, babasına ve top¬lumuna hitabını hikâye eden ayetlerde kullanılmıştır:
1 (İbrahim): "Siz yalnızca Allah'tan başka bir takım putlara (Evsân) tap-
makta ve bir takım yalanlar uydurmaktasınız. Gerçek şu ki, sizin Al¬lah'tan başka tapmakta olduklarınız, size rızık vermeye güç yetire-mezler... (Ankebut, 17).
2 (İbrahim) Dedi ki: "Siz gerçekten Allah'ı bırakıp da dünya hayatın-
da aranızda bir sevgi bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz... (An¬kebut, 25).
Hac sûresi ayetleri, özellikle o dönemdeki Arapların putları hakkında inmiştir. Ve bu ayetler tüm maddi ma'butlarm bu sözcü¬ğün kapsımına girdiğini, onlardan herhangi bir çeşidi kastetmedi¬ğini ifade eder. Çünkü dinleyenlere onlardan sakınmalarını, Al¬lah'a karşı tertemiz olmalarını, herhangi bir şeyi asla ona ortak koş-mamalarını emretmiştir. Sonra putları pis olmakla nitelemiştir ki, bu nitelemeyle her çeşit maddi ma'budu nitelemek mümkündür.
317
Bu kavramın, özellikle de "putperestlik" kavramının anlamı, bu genellemeyi desteklemektedir. Çünkü genel anlamda maddi-mabutlara ibadet etmeyi ifade eder, onların belli bir çeşidine ibadet etmeyi değil.
b) "Asnâm" (heykeller kavramı): Hitabın müşrik Araplara yö¬neltildiği ayetlerde geçmemiştir. Yine İbrahim'in kıssalarıyla ilgi¬li ayetlerde geçmiştir: Gelecek ayetlerde bunu görüyoruz:
Hani ibrahim şöyle demişti: "Bu şehiri güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara {Asnâm) kulluk etmekten uzak tut." (İbrahim, 35).
Ayrıca Bkz: (21/57; 26/70-73)
Bu sözcük îsrailoğullarmın kıssasıyla ilgili ayetlerde de geç¬miştir:
«Israiloğullarmi denizden geçirdik. Putları (Asnâm) önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "Siz ger¬çekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi.» (A'raf, 138).
Bu ayet, dediğimiz gibi, müşrik Araplara yönelik olmasa da İb¬rahim sûresinin ayetleri, ibrahim'in Harem'deki duasının hikâye edi¬lişi ve çocuklarım oraya yerleştirmesi kıssasıyla ilgilidir. Arapların, özellikle de Hicazlılann bu kıssa ve anlatımla sıkı ilişkilerinin ola¬cağı gözden kaçacak değildir. Aynı şekilde İbrahim'in toplumuna kar¬şı gelişi ve onlarla diyalogu Tevrat'ta kaydedilmeyen şeylerdendi. Da¬ha önce işaret ettiğimiz gibi, bunun da, ibrahim'in diğer kıssaları ve tutumlarının çoğu gibi, Arap rivayetleri ve Araplar arasında yaygın olan nakillerden biri olması doğru olabilir. Buna göre, Kur'an'dan ilham alarak Kur'an'ı dinleyen Arapların bir takım putları olduğu¬nu söyleyebiliriz. Ayetlerde işaret edilmesi hedef alınan noktalar¬dan biri de onların babalan olan İbrahim'in daasryla açıktan açığa çeliştikleri, O'nun duasıyla Allah'ın güvenli bir belde kıldığı şehrin kutsiyetine aykırı düştükleri, İbrahim'in putlar edindiklerinden dolayı toplumuna yönelttiği eleştirinin kapsamına kendilerinin de girdiklerine işaret edilmek istenmiştir. Bunun yanında Araplar "Heykel" (Asnâm) kavramını, kapsamı ve içeriğiyle birlikte iyi bili¬yor ve açıkça varlığını itiraf ediyorlardı. Bu da onun Kur'an'in ini¬şinden önce Arap dilinde var olan ve alışık olunan bir kavram olma¬sını gerektirmektedir.
c) Temâsil (Büstler): Aşağıda Enbiya sûresinde görüldüğü gi¬bi, Teraasiî (büstler) kavramı, Asnâm (heykeller) kavramı iîe birlik-
318
te kullanılmıştır:
«(İbrahim) babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup taptığınız büstler (Temâsil) de nedir?" "Biz atalarımızı bun¬lara tapanlar olarak bulduk" dediler. Dedi ki "Andolsun, siz de, atalarınız da, apaçık bir sapıklık içindesiniz." "Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa (bizimle) oyun mu oynuyorsun?" "Hayır" dedi. "Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları kendisi yaratmıştır ve ben de buna şehadet edenlerdenim. Allah'a andolsun ki, sizler arka¬nızı dönüp gittikten sonra, ben sizin putlarınıza (Asnâm) muhakka bir tuzak kuracağım."» (Enbiya, 53-57).
Ayrıca bu kavram, Cinlerin Süleyman için yaptığı büyük ey¬lemlerin bildiriminde kaydedilmiştir:
«Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cin¬ler de vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından taddırdık. Ona dilediği şekilde kaleler, hey¬keller (temâsil), havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökül¬meyen kazanlar yaparlardı...» (Sebe', 12-13).
Temâsil ve Asnâm kavramlarının bir dizi ayette beraber yer al¬ması, bu iki kavramın eş anlamlı olduğunu ya da en azından birinin diğerinin yerine kullanılabildiğini göstermektedir. Sebe' ayetleri Te-mâsilin aynı zamanda bir sanat eseri olduğunu gösterir. Ayrıca bizzat kavramın kendisi de belli bir tabloya benzerlik anlamı ifade eder. Bu da genellikle sanat (yapma) ile olur. ibrahim kıssalarıyla ilgili ayetlerde, onun toplumunun Asnâm'i ya da Temâsil'i yonttuk¬larını ifade edebilecek bölümler vardır:
«Bunun üzerine onların ilahlarına sokulup: "Yemek yemiyor musunuz?" dedi. "Size ne oluyor ki konuşmuyorsunuz?" Derken on¬ların üstüne yürüyüp sağ eliyle bir darbe indirdi. Çok geçmeden (hal¬kı) birbirine girmiş durumda kendisine yönelip geldiler. Dedi ki: "Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" "Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır."» (Saffat, 91-96).
Bu da gösteriyor ki, Temâsil ya da Asnâm taştan ya da maden¬lerden yontulan herhangi bir şt-kil ve biçim kazandırılan nesneler¬di. Yine ayetlerden hareketle Arapların, Evsan'm şekil verilmiş olanına Asnâm ya da Evsan adım verdiklerini söyleyebiliriz. Arap¬lar bu iki sözcüğün ne anlama geldiğini biliyor ve bunlardan kendi-lerinin bir takım putları bulunuyordu.
Az önce naklettiğimiz A'raf 194-198. ayetleri de bunu destekle¬mektedir. Çünkü bu ayetlerin ilhamına göre Asnâm, canlı yaratık -
319
ların şekil ve biçiminde yapılıyordu. Elleri, ayakları, gözleri ve ku¬lakları vardı.
d) "Nusb" ve "Ensab" (dikili taşlar) kavramları: Üç ayette yer almaktadır. Bunların her üçünde de hitab müslümanlara yönel¬tilmiştir. Birisinde mahşer günü insanların kabirden çıkış hareke¬ti insanların alıştıkları bir hareket olan Ensab'a doğru akıp gitme¬lerine benzetilmiştir. Konu müşriklerle ve onların uyarılma sıyla il¬gilidir:
1 Ölü eti, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vu-
rulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış, hayvan tarafından parça¬lanmış, dikili taşlar (Ensab) üzerine boğazlanan ve mal oklarıyla kıs¬met aramanız size haram kılındı... (Maide, 3)
2 Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın
işlerinden olan pisliklerdir... (Maide, 90).
3 Kabirlerinden koşarcasına çıkacakları gün, sanki onlar dikili bir şeye
yönelmişler gibidirler. Gözleri korkudan ve dehşetten düşük, yüz¬lerini de bir zillet kaplamış; işte bu, kendilerine va'dedilmekte olan (kıyamet ve azab) günüdür. (Meâric, 43-44).
Sözcük "dikme" fiilinden türetilmiştir. Bazı müfessirler En-sab'm ibadet için dikilen taşlar olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da onların Asnâm ile eş anlamlı olduğunu söylemiştir. Hâzin, bunu İbn Abbas'a nisbet edilen bir rivayette kaydetmiştir. Tercih etmesek de, Ensab'ın ibadet ya da ayin için dikilen canlı şekline sokulmuş ya da sokulmamış taşlar olduğu ihtimali vardır. Ayetlerde bunu gösteren karineler de vardır. Maide 3. ayeti dikili taşlar üzerinde, yani hey¬kellerin yanında kesilen ve bazı niüfessirlerin ayeti onunla açıkla¬dığı gibi, üzerinde onların adı anılan kurbanların etini yemeyi ha¬ram kılmaktadır. İbn Hişam'ın kaydettiğine göre Araplar kurban¬larını Ka'be'nin yanında bulunan ve adları "İsaf ve Naile" olan iki heykelin önünde keserlerdi. Arap geleneğinde bu iki heykel taşlaş¬mış bir kadın ve erkekti. Buradan hareketle dikili taşların da erkek veya kadın şeklinde olduklarını söyleyebiliriz. Yine kaydediyor ki Arapların bazı heykelleri (Asnâm) kaya parçasıydı. Bu da "Sa'd"' adı verilen ve canlı varlık şekli verilmeyen Beni Melikân heykeliydi.
Her ne olursa olsun Nusb ve Ensab kavramları Kur'an'da doğru¬dan Araplarla ilgili olarak geçmektedir. Bu isimlerin aynı zaman¬da "Evsân" kavramı gibi canlı varlık biçimi verilmiş olsun olmasın tüm maddi mabutları için kullanıldığı kuvvetle muhtemeldir.
320
2. Kur'a ir da Putların İsimleri:
Asnâm, Evsân ya da mabutlar türünden belli bir nesnenin adı¬nı gösteren Kur'an ayetleri ise Necm sûresinde geçmektedir (19-20. ayetler). Burada Lât, Uzza ve Menat isimleri geçmektedir.
İbn Hişam Uzza'nın Kureyş ve Kinane'ye, Menafin Evs ve Haz-rec'e Lâfın da Taif in S akîf kabilesine ait olduğunu zikretmektedir. Kitabu'l-Asnâm'ın sahibi Kelbî özet olarak diyor ki: Menat onların üçünün de en eski olanıydı. Mekke ile Medine arasında Kadid'teki Müşellel bölgesinde deniz sahilinde dikilmişti. Arapların hepsi ona saygı gösterip kurbanlar kesse de, Evs ve Hazrec ona daha fazla say¬gı gösterir ve onunla tanınırdı. Lât, Menat'tan daha yeniydi. Dört kö¬şe bir kaya idi. Taifte bulunuyordu. Hizmetçileri Sakîf kabilesinden-di. Araplar ve Kureyş de ona saygı gösterirdi. Ancak Taif halkı da¬ha fazla ona tutkundu ve onunla biliniyordu. Uzza ise üçünün en ye¬ni olanıydı. Mekke'den dokuz mil uzaklıkta Nahle vadisinde bulu¬nan bir ağaçtı. Kureyşe göre Ensâm'ın en ulusuydu. Onu ziyaret eder, bağışta bulunur, yanında kurban keserlerdi. Hizmetçileri Şeyban oğullarıydı. Bu tanrıların kulu olduğunu ifade eden isimler, kitap¬lar doluşudur. Abdu'1-Lât, Abdu Menat, Abdu'1-Uzza, Zeydü'1-Lât, Teymu'1-Lât, Abdu Menaf v.s. gibi. Bunlar Peygamber asrı ve çev¬resinde yaşayan şahıslardı. Bunun yanında diğer bir rivayet bu üç tanrının canlı biçimde yapılıp Ka'be avlusuna dikilen heykeller ol¬duğunu kaydetmektedir. Bir çok müfessirin belirttiğine göre Hicaz'lı-lar Men'at ile yağmur talep ediyordu ve onun ismi de yağışın önün¬deki rüzgâr anlamındaki Nev'den türetilmişti.
Bu rivayetler hakkında kesin bir şey söylemek mümkün olmadı¬ğına ve bu meselede en doğru tavrın onlar hususunda muhafazakâr bir tutum takınmak olduğuna göre şu kadarıyla yetiniyoruz: a) Bu üç ma'budun Kur'an'da anılması, onların varlığını gösteren kesin bir delildir, b) Tüm rivayetlerin, onların maddi varlıklar olduklarının dışına çıkmamış olması onların maddi ma'butlar olduğunu bir ölçü¬de kesinleştirmektedir, c) Onların erken inen ayetlerde anılması. Peygamberin Mekke'nin dışı ile geniş bir ilişki ve temasa geçmedi¬ği bir zamanda inişi, yakınlara hitab eder gibi bir uslubla ifade edilmesi daha doğrusu Kur'an'ı ilk defa duyan dinleyiciler olan Mekke halkına hitab etmesi bu ma'butlarm Mekkelilerin ma'butla-rı olduğunu gösterir. Rasulullah döneminde birçok Mekke'li müşrik bu putların isimleriyle isimlendirilmişti. Mesela Ebu Talib'in adı Ab¬du Menaf tır. Ki Menaf isminin Menat'tan dönüşmüş olması olası-
321
lığı fazladır. Peygamber'in amcası Ebu Leheb'in adı Abdü'1-Uz-za'dır. Usdu'l-Ğâbe'de adları ya da babalarının adı Abdu'1-Lat, Zey-du'l-Lat ve Teymu'1-Lat olan sahabiler zikredilmiştir. Buna ilave ola¬rak Kureyş'in ve başka Arapların özellikle "Lât ve Uzza" kavramla¬rıyla yemin etmelerini belirten rivayetlere dikkat çekmeliyiz. Bunun¬la beraber bu ma'butların tüm Araplar için genel ma'butlar oluşu ay¬nı zamanda Sakîf in biriyle, Evs ve Hazrec'in diğeriyle, Kureyş'in de onların üçüncüsüyle özel bir ma'bud ilişkisinin olması da düşünü¬lebilir.
Bu her üç isim de dişi sigasıyla verilmiştir. Müfessirlerden bir¬çok kişi8 Lâfın "Allah" kavramının dişisi, "Uzza"nın "daha İzzetli" ya da "Aziz" kavramının dişisi, Nev'in Mef ale vezninde olduğunu ve onunla yağmur yağdıran dişi ma'bud kastedildiğini belirtmiştir.
Necin Sûresinin naklettiğimiz 19-20. ayetleri, Arap inanışında bu ma'butlar ve isimleriyle Melekler arasında bir ilişki olduğunu gös¬terir. Ayetler, kızların Allah'a nisbet edilişini hoş karşılamadığı gibi, Melekler'in dişi isimlerle adlandırılmasını da red etmektedir. Şefaatin ancak Allah'ın izni ve rızasıyla gerçekleşebileceğine dikkat çekmektedir. Yamsıra Meleklerin barınaklarının gökler olduğunu göstermektedir? Bunların hepsi üç ma'budun adının anıldığı ilk iki ayetle uyum içindedir. Daha önce geçen bir konuda meleklerin Allah'ın kızları oluşları inancına, onların Meleklere Allah'a daha faz¬la yakın olmak amacıyla ibadet ettiklerine değinmiş ve bununla il-gili ayetleri vermiştik. Bunların hepsi müşrik Arapların ya da on¬lardan bir grubun, bu ma'butlarını göklerde bulunan meleklerin yer¬yüzünde bir sembolü olarak saydıklarını, meleklerin Allah'ın kızla¬rı olduğuna inançlarına bağlı olarak.onlara dişi varlıkların adları¬nı verdiklerini, yine buna bağlı olarak onların ibadet ettiklerini, say¬gı gösterdiklerini, onlardan şefaat dilediklerini, onlara yöneldikle¬rini söyleyebiliriz. Necm sûresinin ayetleriyle ilgili açıklamasında Beyzavi'nin buna yakın bir şey söylediğini gördük: "Bu üç tanrı, me¬leklerin heykelleriydi." taberi de buna yakın bir şey söylemiştir. Şöy¬le ki: Onlar heykellerini melekler şeklinde düşünüyor (yapıyorlar¬dı. Onların Allah'ın kızları olduklarını sanıyor ve Allah dışında on¬lara ibadet ediliyor ve onlar için Allah'ın isimlerini türetiyorlardı. Allah'tan «Lat»'ı, «E'az» ya da «Aziz»den «Uzza»yı türetmişlerdi. Babil kalıntıları arasında «Latu» adı verilen bir ma'bud adı da keş-
8 Taberi, IX, 176.
fedümiş bulunmaktadır. Fakat biz bu isimle «Lât» adı arasında herhangi bir ilişki olup olmadığını bilmiyoruz. Durum ne olursa ol¬sun, bizim tercihimize göre, «Allah» ismi ve bu ismin Alemlerin Rabbi anlamında da kullanılması bu ma'bud'un adından geliştiril¬miş bir isimdir. Müfessirlerin, Lât adı Allah adının dişisidir demiş olmaları, açıkça görüldüğü.gibi, dediğimizi bir ölçüde ifade etmek¬tedir."
Sözü edilenlerin dışında Kur'an'da beş heykelin daha adı geçmek¬tedir. Nuh sûresinde, kavminin tavrı ve kendisiyle mücadele ediş¬lerini hikâye eden, konumuzla ilgili ayet şudur:
«Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın ve Vedd'i, ne Suva'ı, ne Yeğus'u, ne Yeuk'u ve ne de Nesr'i.» (Nuh, 23).
İlk bakışta hemen farkedilen, bu heykellerin (Asnâm) Araplara yabancı oluşudur. Kur'an'da Nuh (a) ve kavminin kıssası sadedin¬de verilmiştir. Yalnız siret rivayetleri ve tefsircilerin kitapları pey¬gamberlikten önceki Araplarla bu heykeller arasında sağlam bağ¬lar bulunduğunu gösterecek şeyler kaydetmişlerdir. Onların kullu-ğunu ifade eden adlandırmaları ve onların bazılarını kendilerine ma'bud edinmeleri bunu göstermektedir. Ibn Hişam kaydediyor ki: Hüzeyl kabilesi bir heykele "Suva" adını verirdi. Hemdan kabilele¬ri bir heykele "Ye'uk" adını verirdi. Mezhac kabileleri bir heykele "Ye-ğûs" adı verirdi. -Kelb kabileleri bir heykele "Vedd" adını verirdi. Zu'l-Kila' kabileleri bir heykele "Nesr" adım verirdi. Yine o ve başkala¬rı9 Peygamber'in çağdaşı ve ondan az bir zaman Önce yaşamış oîan pek çok kişinin adını kaydetmektedir ki; bunlar sözü edilen heykel¬lerin adını, özellikle "Abdu Vedd", "Abdu Yeğûs" adını almışlardı. Ta¬biidir ki, böyle bir adlandırma ancak sözü edilen heykellerin Arap¬lar tarafından tanınması ve ma'bud olarak kabul edilişinden sonra söz konusu olabilir.
Diğer taraftan bu isimler az da olsa arapçanm tabiatıyla ve onun gelişme süreciyle uyum arzeder. Mesela "Yeğûs", Gavs, Gays ve Iğase sözcükleriyle uyum içindedir. Yalnız bu fasih olmayan üç harfli bir fiilin muzari zamanıdır. Aynı şey "Ye'ûk" için de söylene¬bilir. O da Akka, İ'aka ve Ta'vîk ile uyum sağlamaktadır10. Nesr (Kartal) ise bilmen yırtıcı kuşun adıdır. Fasih Arapça bir isimdir.
9 I. 240, 256, Usdu'1-Gâbe; FV, 87, 222. Usdu'l-Gâbe'de Avvam b. Cebel el-Mu-sahmî adında Hamedan'lı bır'sahabı vardır. Biyografisinde onun Yağûs putu¬nun hizmetçisi olduğu kaydedilmiştir. (IV, 153).
10 Kur'an'da bu ıkı sözcüğün kullanımları mevcuttur.
"Vedd" ve "Suva" kavramlarına fasih bir ilgi bulamıyorsak da bu de¬mek değildir ki, fasih arapçayla hiç ilgisi yoktur. Durum ne olursa olsun, rivayetler karşısında uyanık davranmak gerektiğim ne kadar belirtirsek belirtelim, bu isimlere fasih arapçadaki isimlerin lafzi ya¬kınlığı, sonra Arapların bu isimlerle adlandırıldığını, şahıs adı ola¬rak kullanıldığını gösteren bu rivayetler bazı Arap kabilelerinin hey¬kellerini ve şahsiyetlerim bu adlarla adlandırdığını, Peygamberlik¬ten önceki Peygamber asrı ve çevresinde bu adların var olduğunu ter¬cih etmemizi gerektirmektedir. Bu isimlerin Arapçaya geçişi, Kur'an'm fasih arapçası devresinden önce gerçekleşmiştir. Yalnız Araplar onları olduğu gibi muhafaza etmişlerdir. Çünkü artık onlar dokunulması kolay olmayan bir kutsallık çerçevesine girmişlerdi.
Saffat Sûresinde İlyas'm toplumuna hitabının hikâye edilişi sa¬dedinde bir heykel, bir tanrı olarak "BaT'den söz edilmektedir.
«Gerçekten İlyas'ta gönderilmiş peygamberlerdendi. Hani ken¬di kavmine demişti ki: "Siz sakınmaz mısınız? Siz BaTe tapıp da ya¬ratıcıların en güzeli (olan Allah'ı) mı bırakıyorsunuz?"» (Saffat, 123-125)
Yine hemen ortaya çıkan bir nokta da bu heykelin ya da ma'bud'un Araplarla ilişkisi olmayan yabancı bir nesne olmasıdır. Ancak bu ismin Kur'an dili olan Arapçayla ilişkisi bakış açımızı et¬kilemektedir. Çünkü bu kavram Kur'an'da gelecek ayetlerde gö¬rüldüğü gibi Koca'dan kinaye olarak kullanılmıştır:
1 Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme süresi bek-
lerler. Eğer Alİah'ave ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahim¬lerinde yarattığını saklamaları onlara helâl olmaz. Kocaları, bu sü¬re içerisinde barışmak isterlerse, onları geri almada daha çok hak sa¬hibidirler. (Bakara, 228).
2 Karısı da ayaktaydı, bunun üzerine güldü. Biz de ona İshak'ı, İs-
hak'm arkasından da Yakub'u müjdeledik. "Vay bana" dedi, (Kadın) "Ben kocamış bir kadın iken ve şu kocam da ihtiyar iken doğuracak mıyım? Gerçekten bu, şaşırtıcı bir şey!.. (Hud, 71-72). Arapça tamlamalarda koca iki şekilde kinaye ile anılır: «Rabbu'l-Aile» ve «Rabbu'1-Beyt» (Aile sahibi, ev sahibi). Bu ise, bir açıdan Arapçadaki "Ba'l" kavramının anlamı ve koca için kullanılmasıyla ilişkilidir. Öte yandan İlyas toplumunun "Ba'l" ma'budu için kabul ettiği Rububiyet anlamıyla da ilgisi vardır.
Bal, İslam'dan önceki Şam ülkelerinin uzun zamandan beri
324
başlıca ma'butlarından biriydi. İnsan kılığına büründürülmüş bir heykel ile sembolize ediliyordu. Bu kavram bugüne kadar hâlâ yal¬nız yağmur suyu ile sulanan ülkeler için kullanılmaktadır. Bu ad¬landırma sanki eskiye dayalı bir gelenekten alınmış gibidir. Bunun¬la Allah'ın doğrudan gök suyu ile suladığı ekinlere işaret edilmek-tedir.
Bu kavramın peygamberlikten önce kısa görülmeyecek bir zaman¬dan beri Arapçaya geçmiş olduğunu, onun Şam ülkelerinden geldi¬ğini farzetmek, onun yalnız başına gelmediğini, adı olduğu nesne ile beraber geldiğini söylemek aşırılık olur mu? Yani "BaT'in, Şam'lı bir ma'but olarak Arap ülkelerine ya da Hicaz ülkelerine bir heykel ola¬rak girdiğini ya da onun Araplara ait bir ma'but olduğunu, isminin ailenin efendisi ya da ailenin sahibi olması hasebiyle kocaya mecaz olarak verilmiş olduğunu söylemek tutarsız olur mu? Biz bunda bir aşırılık ve tutarsızlık görmüyoruz. Aksine onun mümkün oldu¬ğunu ve pratik olarak gerçekleştiğini tercih ediyoruz. Arapça kitap¬lar ve rivayetler görebildiğimiz kadarıyla Arapların "Ba'l" adını ta¬şıyan bir ma'buddan ya da heykelinden söz etmiyor diye bu yakla¬şımı yıkmayı ve sağlıklı oluşunu red etmeyi düşünmüyoruz. Çünkü hiç kimse Arapların bize ulaşan hiç bir kitapta adı yazılmayan ve hiç bir rivayette nakledilmeyen pek çok heykelleri bulunduğu hususun¬da bizimle mücadeleye giremeyecektir.
İbn Hişam'da11 Amr b. Luhay hikâyesi kaydedilmiştir. Buna göre Şam halkı bir takım heykellere tapıyor, onlardan yardım dili¬yor ve onlardan yağmur istiyorlardı. Amr onlardan birini aldı, Mek¬ke'ye getirip, Ka'be'nin içine koydu. Bu heykelin adı "BaT'dı. Bu ri¬vayete göre, Arap ülkelerine heykellerin ilk girişi ve kökeni bu hey-kelle olmuştur. Bunun dışında, Amr b. Luhay'm Arap ülkelerine ilk olarak heykellere tapmayı sokan adam olduğunu ve orada ilk hey¬kelin "Hubel" olduğunu belirten rivayetler vardır. İlk olaylarla ilgi¬li rivayetleri desteklemek ve onları doğrulamak imkânsızdır de¬mesek de gerçekten zordur. Biz bu rivayetlerde yer alan düşünceyi ma'kul görüyoruz. Bazı Arap liderlerinin Şam seferleri sırasında ya biçimi, ya şekli ile dikkati çeken bir heykeli beğenmiş olması ya da her hangi olağanüstü bir olayın meydana gelmesi yahut da o heyke¬lin üstünlüğüyle ilgili anlatılan şeylerin hoşuna gitmiş olması ve on¬dan bir tane alıp Mekke'ye getirip onu Ka'be'ye koyduktan sonra in¬sanları ona ibadete çağırmış olması mümkündür.
11 I, 76
Kureyş'in "Hubel" adı verilen bir heykelinin bulunduğu, bunun onların yanında önemli heykellerden biri olduğu miitevatir rivayet¬lerdendir. Hatta onlar Uhud'da müslümanlara karşı üstün geldik¬lerini gördüklerinde onun adını yücelthıişlerdi12. Daha önce belirt¬tiğimiz gibi, Kureyş onların yanında fal oklarına bakıyor ve problem¬lerini, istiharelerim onunla çözüyordu. Eğer Arap liderlerinden bi¬ri Şam ülkelerinden bir heykel getirmişse, -ki biz bunu uzak görmü¬yoruz- ve bu heykel de Hubel ise, neden geçişte ya da ilk adlandır¬mada herhangi bir tahrifin olduğu kabul edilmesin? Şam'daki bili¬nen heykel "BaT'dır; "Hubel" değildir. Her iki kavram da birbirine yakındır. Birbirini tutan iki harf da vardır. Yabancıların "Ayın" harfini "Ha" olarak ya da ona benzer bir biçimde okuduğu bilinmek¬tedir. O zaman üçüncü harfin de ortak olması ya da benzer olması gerekir. Yer değiştirme ve dönüşme (i'îal ve ibdâl) tüm dillerde ve Arapçada bilinen bir şeydir. Daha önce "Ba'l" kavramının Fasih Arapçada ne kadar anlamlı olduğunu görmüştük. Bazı oryantalist¬ler (Doğu bilimciler)13 Hubel'in "Hâbeel" kavramından tahrif edil¬diğini, buradaki "Ha"mn tbranice ve Ken'anice'deki belirlilik takı¬sı olduğunu belirtmişlerdir. Ki buralarda Ba'l'e tapınılıyordu. "Ayn"ın düşmüş olması yakın bir olasılıktır. Onun düşüşünden son¬ra sözcük "Habel" ya da "Hubel" olur. Bu yaklaşım zaman zaman "Be'el" diye de okunabilen "Ba'l" sözcüğünün Hubel'e kadar gelişip-dönüşmesi için ma'kul bir çıkarımdır.
Burada akla bir soru gelebilir: Eski Şam'da bir isimden aktarıl¬mış olan "Ba'l" kelimesi nasıl olur da fasih Arapçada bulunur? Bi¬zim tercihimize göre Ba'l sözcüğü Peygamberlikten önceki Şam ül¬kelerinde geçerli olan ismin kendisi ve kökü değldir. Bu ancak Arapçalaştırılmış bir isim olabilir. Kitaplarda ve dillerde bu sözcü¬ğün yaygın bir şekilde kullanılması, aynı şekilde Şam'daki ma'bu-da da "Ba'l" adının verilişi "Habeel" olması tercih edilen ismin kö¬keninden daha çok onun Arapçalaştırıîmış bir sözcük olduğunu göstermektedir. Kureyş'e ait heykelin de "Hubel" adını muhafaza et¬mesi buna aykırı düşmez. Şam'dan "Habeel" diye oraya geçmiş,
12 İbnHişam; II. 277.
13 Caetani, İslâm Tarihi, Türkçe tercümesi, I. cild. Kelbî, bu putun nitelikleri hak¬kında şunları kaydediyor: insan seklinde kırmızı akîkten yapilmış, sağ eli kı¬rık bir puttu. Kureyş kırık eli yerine akından bir el yapmıştı. Bu putun ilk put olduğu hususunda İbn Hişam'a muhalefet etmiştir. İlk olarak bu putu dikenin Huzeyme b. Müdrike olduğunu belirtmiştir. O'na Huzeyme'nin putu deniliyor¬du, (s. 28)
326
sonra kısaca Hubel'e dönüşmüş, sonra da değişmesi ve başkalaşma¬sı doğru olmayan bir kutsallık kazanmış olması da mümkündür. Ta¬biatıyla dilin kendi sözcüklerinin durumu böyle değildir.
Kur'an'da Tağût ve ona ibadet etmekten söz eden bir dizi ayet var¬dır. Bunların bir kısmı Mekkî, bir kısmı Medenî'dir. Medenî ayetler¬den birinde "Tağût" kavramı "Cibt" ile birlikte anılmıştır. Şimdi bu ayetlere bakalım:
1 Dînde zorlama yoktur. Gerçek şu ki, doğruluk sapıklıktan apaçık ay-
rılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilen¬dir. Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çı¬karır. Kâfirlerin dostları da tâğuttur. (O da) onları aydınlıktan karan-' lığa çıkarır. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır. (Baka¬ra, 256-257)
2 Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mî? Onlar, tâğuta ve
cibte inanıyorlar ve diğer küfredenler için: "Bunlar, İman edenler¬den daha doğru bir yoldadır" diyorlar. (Nisa, 51).
3 İman edenler, Allah yolunda savaşırlar, küfrecienler de tâğutun yolun-
da savaşırlar; öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz şeytanın hilesi/düzeni pek zayıftır. (Nisa, 76).
Ayrıca Bkz: (4/60; 5/60; 16/16; 39/17)
Yahudilerden bir kesimin kendisine iman ettiği bu Cibt ve Tâğut nedir? Allah'ın insanlara onâ ibadet etmekten sakınmalarını emret¬tiği, insanları aydınlıktan karanlıklara sürükleyen, kâfirlerin onun için savaştığı ve bir kısım Yahudilerin kendisine ibadet ettiği bu Tâ-ğüt kimdir?
Tefsircilerin bu konuda görüşleri ve rivayetleri çeşitli olmuştur. Onlardan bazısı14 Cibt ve Tâğut'un Kureyş'in iki heykelinin adı ol¬duğunu rivayet etmiştir. Nitekim Kureyşliler, kendileriyle Pey-gamber'e karşı anlaşmaya gelen Yahudilerin elçilerinden, bu iki hey¬kel önünde yemin etmelerini ve onlara secde etmelerini istemişler¬di. Müfessirlerden bir kısmı15 yalnız Cibt'in Kureyşlilerin bir hey¬keli olduğunu söylemiştir. Tâğut'un ise aşırı isyankâr, azgın anla¬mında olduğunu, Melekût, Ceberut gibi fealût vezninde geldiğim be¬lirtmişlerdir. Tâğut kavramının, Şeytan ve kafirlerin azgın olanla¬rı için kullanıldığım, Nisa 60. ayetindeki sözcüğün Yahudilerin az-
14 Nisa, 51- ayeti için bkz: Hazin, Taberî, Beyzavi.
15 Nisa, 60. ayeti için bkz: Keşşaf ve Taberi tefsirleri.
327
gın liderlerinden biri olan Ka'b b. Eşrefi kastettiğini ifade etmişler¬dir. Onlardan bazıları da16 Cibt ve Tâğüt'un herhangi bir nedenle şirke götüren her nesne olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda heykel¬lerin, putların, dikili taşların, ibadetin, dostluğun, şefaat dilenme¬nin ve istihareye yatmanın farkı yoktur. Bu görüşle ilgili olarak Pey-gamber'den bir hadis rivayet edilmiştir. Hadiste Cibt kavramı şöy¬le geçmektedir: "Uğura, uğursuzluğa ve kehânete inanmak Cibt (Put, Şeytan) işidir."
Burada Nisa 72. ayet dikkatleri çekmektedir. Ayet, Şeytan ve Tâ-ğut'u beraber anmış ve şeytanı Tâğüt'un yerine kullanmıştır ki, bu iki sözcüğün eş anlamlı olduğunu gösterir gibidir. Diğer taraftan bu konudaki görüşlerin çoğu onların Kureyş'e ait iki heykeli göster¬mekten çok genel iki kavram olduğu noktasında yoğunlaşmaktadır. Daha doğru bir ifade ile son görüş noktasında düğümlenmektedir. Bunlara göre Cibt ve Tâğut kavramları şirk, putperestlik ve Allah'ın dışında başka varlıklara yönelmekten kinayedir, içimizi rahatlatan ve genel olarak ayetlerden de anlaşılan budur. Özellikle Allah'tan başka nesnelere ibadet etmeyi eleştirme sadedinde defalarca kulla¬nılan Tâğut kavramı bu açıdan önemlidir. Nahl 36. ayeti Mekkidir. Tâğüt'un anlamının genel olduğu görüşünü desteklemektedir. Bu ko¬nuda da daha açık bir destek sağlamaktadır. Ona şirk ve asılsız iba¬detler anlamını yüklemektedir. Zümer 17. ayeti de böyledir. Maide 60. ayetinde Tâğut'a bir dönem ibadet ettikleri ifade edilen Yahu¬diler, Tevrat nüshalarının da kaydettiği gibi, ancak Buzağı'ya, Ba'l'e ve heykellere tapınışlardı. Bu dahi Tağut'un genel bir kavram olduğunu, şirk, putperestlik, boş, anlamsız tapmlara ve inançlar an¬lamına geldiğini güçlü bir biçimde pekiştirmektedir- Buna ilave edilebilecek ve destekleyecek bir husus da tüm ayetlerin öz itibariy¬le Tâğut ve Cibt'in iki isim değil iki sıfat olduğunu, şirkin yerme ile ilgili nitelemeleri olduğunu ilham etmektedir. Bu özellikle müfes-sirlerin tuğyan (isyan ve azgınlık)dan türediğini söylediği Tâğut söz¬cüğü için daha açıktır.
İbn Hişam, Arapların, saygı duydukları, kendilerine kurban adadıkları, etrafında dolaşıp ziyaret ettikleri, heykellerini içine koydukları evleri olduğunu; bu evlerin Tevâğît (Tâğüt'un çoğulu) adıyla anıldıklarını, bu evlerin kendilerine Özgü bakıcıları ve hizmet¬çileri olduğunu kaydetmektedir. İbn Hişam, bu Tavâğit'in bazıları-
16 Nisa. 60 ve 76. ayetler için bkz Hazîn tefsiri 328
nın bakıcılığını yapan bir takım ailelerin adını vermiştir. Bu Tavâ¬ğit, büyük fetih gününe kadar varlığını sürdürmüş, bundan sonra Peygamber onu yıkacak kişileri göndermişti. Yine O'nun belirttik¬lerine göre: Araplar bu özel evlerin yanında Ka'be'nin üstünlüğünü kabul ediyor ve Haccedümesı gereken "En Büyük Ev" olarak sayı¬yorlardı. Kelbi'de "el-Asnâm" kitabında17 bundan bir nebze söz et¬miştir. Fakat bu evlerin Tavâğit olarak adlandırıldığını zikretme-miş aksine bunların bir kısmına Ka'be dendiğini ifade etmiştir. Mütevatir rivayetlerden biliniyor ki Ka'be'nin içinde ve avlusunda pek çok heykel vardı. Bunları hem Mekke'liler hem de diğer Arap¬lar saygı gösterip kutsuyorlardı. Bu rivayetler de Arapların bir ma¬halli Ka'be'leri bir de genel Ka'be'leri olduğuna destek olmaktadır. Nitekim Arapların mahalli heykellerinin yanında genel heykelleri de vardı. Fakat biz bu Ka'be'lere Tavâğit adının Araplar tarafından verildiğini değil, İslam'ın onlara bu ismi verdiğini sanıyoruz. Sade-ce, îbn Hişam'm kaydettiği bu isimlendirme ile ilgili rivayeti tercih etmiyoruz. Daha önce belirttiğimiz gibi bu adlandırma eleştiri için kullanılan bir nitelemedir. Bu Ka'be'lerin sahipleri tarafından on¬lara bu nitelemenin yapılmış olması mantıklı olmaz. Onlar arasın¬da yaygın olan adlandırma, Kitabu'l-Asnâm'ın yazarı tarafından da belirtildiği gibi Ka'be adıydı. Yazar'm bu Ka'be isminin bazıları için kullanıldığını bazıları için kullanılmadığını belirtmiş olması faz¬la önemli değildir.
17'BkZ: s. 11, 19,20,44,45.

dost1
13. June 2011, 12:39 AM
C) MELEKLER VE ARAPLARDA MELEK İNANCI:
1. Melek Kavramı:
Önceki iki konuda Meleklere ve Arapların onlarla ilgili inançla-j rina kısaca değinmiştik. Bu konu önemli olduğundan dikkatle ince-! lenmesi gerekmektedir. Meleklerin söz konusu edildiği Kur'an ayet-1 lerinin güzelce tetkik edilmesi lazımdır. Pek çok ayet, yoğun bir bi¬çimde, özellikle, değişik konu ve usîublarla Meleklerden söz et¬mektedir. Bu da onların önemini daha da arttırmaktadır.
Müfessirlerden bir kesim18 Bakara Sûresi 30. ayetiyle ilgili ola¬rak demişlerdir ki: "Melek" kavramı "Eluke" yani "mesaj" kökünden gelmektedir. Bazıları ise19 onun "Mel'ek"ten geldiğini "M" harfinin onda esas harflerden olduğunu söylemişlerdir. Bazı araştırmacılar ise, onun okunuşunda' ayrılıklar olsa da Samî dillerinde bulunan "Me¬lek" kökünden geldiğini ya da ondan geliştiğini belirtmişlerdir.
Kur'an'da Meleklerin Allah'tan mesaj taşıma görevine işaret eden ayetlerden hareketle bu sözcüğün "Eluke" kökünden geldiği şek¬lindeki görüşü desteklemek mümkündür. Meleklerin bu görevleri ge¬lecek ayetler örneğinde görülebilir:
1 Kullarından dilediğine, kendi emrinden melekleri ruh ile indirir: "Ben-
den başka ilah yoktur, şu halde benden sakının," diye... (Nahl, 2).
2 Allah, meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer. (Hac, 75).
3 Hamd, gökleri ve yeri yaratan, ikişer, üçer ve dörder kanatlı melekle-
ri elçiler kılan Allah'ındır... (Fatir, 1)
Kavramın "Eluke" kökünden geldiği şeklinde cumhurun görüşü¬nü doğru kabul ediyoruz. Naklettiğimiz ayetlerde de bunun destek gördüğünü zannediyoruz. Zaten Kur'an'm pek çok ayeti ve sözcüğü birbirini açıklar ve Arapça'da en sağlıklı delil de budur. Yanisıra, kavramın Sami dilindeki "Melek" köküne dönüştürülmesini de faz¬la önemli bir iş olarak görmüyoruz. Çünkü bu kökün de müfessirle-rin işaret ettiği anlama gelmesi mümkündür. İkinci olarak Melek kavramının Kur'an'da yer alması, onun peygamberlikten önce Arap Dili ve edebiyatında Allah'ın birinci sınıf kulları olan "Melekleri" gös¬teren özel bir isim olduğunu göstermektedir.
Her ne olursa olsun Arapların, meleklerin varlığına inandığı ve
18 Bkz. Taberi, Razı, Hazin, Nesefi ve Ebu's-Sud.
19 Taben de kelimenin "Eluke"den geldiğini rivayet etmiştir.
330
onları bu özel isimle tanıdıkları, onların Allah ile ilişkilerinin oldu¬ğuna, Allah'ın onları insanlara gönderdiğine iman ettiklerinde kuş¬ku yoktur. Arapların onların varlığına inanması, bu adlandırmanın onların dilinde var olduğunu birinci derecede pekiştirmektedir. Bu¬nun dışında olarak Kur'an'da pek çok ayet onların meleklere inan¬dığını hikâye etmektedir. Meleklerin varlığı da bu inanç içinde yer alır. Meleklerin Allah ile ilişkili olduğu inancının Araplarda var ol¬duğunu gösteren pek çok Kur'an ayeti vardır. Onlar yer yer Peygam-ber'e meydan okuyarak melekler indirmesini ve onlarla peygamber¬liğini pekiştirmesini istemişlerdir. Eğer gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsa bunu yapabilir şeklindeki inançlarını açığa vurmuş¬lardır. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Ve derler ki. "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?"... (En'am, 8)
2 Şimdi onların: "Ona bîr hazine indirilmeli ya da onunla birlikte bir me-
lek gelmeli değil miydi?" demeleri dolayısıyla göğsün daralıp sana vahyolunanlardan bir kısmım mı terkedeceksin?... (Hud, 12).
3 Ve dediler ki: "Ey kendisine zikir indirilen şüphesiz sen cinlenmişsin.
Eğer doğruyu söyleyenlerden isen, bizlere melekleri getirmeli değil miydin?" (Hicr, 6-7).
4 Dediler ki: "Bu peygambere ne oluyor ki, yemek yemekte ve çarşılar-
da dolaşmaktadır? Ona, kendisiyle birlikte korkutucu olacak bir melek indirilmesi gerekmez miydi?" (Furkan, 7).
Bunlar adlandırma ve anlamıyla ilgili olanlar...' Onların yaratı¬lışı ve kaynağı konusuna gelince, Kur'an'i Kerim'de Arapların me¬leklerin Allah'ın kızları olduğuna inandıklarını hikaye eden bir ta¬kım ayetler vardır. Geçen konuda naklettiğimiz Saffat, 149-155. ayet¬ler bunlardandır. İleride de aynı konuyla ilgili olarak kaydedeceği¬miz birçok ayet gelecektir. Kur'an'da yer alan bir ayet, Arapların Al¬lah ile cinler arasında bir soybağı kurduklarını hikâye etmektedir. Şöyle ki:
"Onlar Allah ile cinler arasında bir soybağı kurdular. Oysa an-dolsun, cinler de onların (yakalanıp) getirileceklerini bilmişlerdir." (Saffat, 158).
Tefsirciler bu ayetin tefsirinde diyorlar ki: Araplar Allah'ın cin¬lerle hısım olduğuna ve bu ilişkisinden kızları olan meleklerin doğ¬duğuna inanıyorlardı, bu görüşü destekleyebilecek bir nokta da, ayetin meleklerin Allah'ın kızları olduğu şeklindeki inançlarını hi¬kaye eden bir dizi ayetden sonra gelmesidir. Ayetler onları bu eylem-
331
lerinden dolayı eleştirmektedir. Bunlar işaret ettiğimiz 149-155. ayetler ve onlardan başka üç ayettir. Bunlar da aynı eleştiri ve de¬lili çürütmenin bir devamıdır. Ve aynı zincirlemeden olmaları kuv¬vetle muhtemeldir. Diğer üç ayet de şunlardır:
«(Allah) Kızları, erkek çocuklara tercih mi etmiş? Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz? Hiç mi öğüt alıp düşünmüyorsunuz? Yoksa sizin apaçık olan ispatlı bir deliliniz mi var? Eğer doğru söy¬leyenlerden iseniz, getirin kitabınızı.» (Saffat, 153-157)
Meleklerin mahiyetine gelince Kur'an'da Arapların bu konuda¬ki inançlarına ışık tutacak birşey yoktur. Yalnız bazı müfessirler Ba¬kara 30. ayetiyle ilgili olarak Peygamberden bir hadis rivayet etmiş¬lerdir. Özet olarak Meleklerin nurdan yaratıldığını belirtmekte¬dir. Bu hadise dayanarak Arapların ya da onlardan bir grubun bu¬na inandığını kesin olarak söylemenin mümkün olmadığına dikkat çekmekle beraber, Arapların meleklerin Allah ile ilişkisi ve onların Allah'tan doğduğuna inançları, onların ya da en azından onlardan bir grubun meleklerin nuranî ya da onların maddi olmayan varlık¬lar olduğuna inandıklarını ortaya çıkarmaktadır. Meleklerin, Al-lah'ın (Subhanehu) cinlerle hısım oluşundan doğduklarına inan¬maları da nuranilik inancına ışık tutabilir. Kur'an, cinlerin ateşten yaratıldığını belirtmiştir. Arapların Peygamberlikten önce de buna inandıkları görüşünü tercih etmesek bile uzak da görmüyoruz. On¬ların inançlarına göre, Allah'ın (Subhanehu) cinlerle akrabalık iliş-kisi ateşi arıtmış, neticede bu ilahi nur melekler olmuştur. Ayrıca onların meleklerin gelmesini istemeleri, üzerlerine inmelerini taleb etmeleri de onların melekleri insanların görebileceği, gözlerinin Önünde şekillenebileceği cisimler şeklinde hayal ettiklerini düşün¬dürtmektedir. Onların bu isteklerini İsra Sûresinde bir ayet tasvir etmektedir:
«Ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin..." (İsra, 92)
Furkan Sûresinde de bu anlamda bir ayet vardır: «Bize kavuşma¬yı ummayanlar, dediler ki: "Bize meleklerin indirilmesi ya da Rab-bimizi görmemiz gerekmez miydi?"». (Furkan, 21)
A. Arapların Melek İnancı:
Şimdi bu konuyla ilgili ayetleri görelim:
1 Ve Allah'a kızlar isnad ediyorlar. O, yücedir. Hoşlandıkları da ken¬dilerinindir. Onlardan birine dişi miijdelendiği zaman, içi öfkeyle ta-
şarakyüzü simsiyah kesilir. (Nahl, 57-58)
2 Rabbimz size erkekleri seçti de meleklerden dişileri mi edindi? Ger-
çekten siz büyük bir söz söylemektesiniz. (İsra, 40).
3 O gün onların hepsini bir arada toplayacak sonra meleklere diyecek ki:
"Sİze tapmakta olanlar bunlar mıydı?" Derler ki: "Sen yücesin, bi¬zim velimiz sensin, onlar değil. Hayır, onlar cinlere tapmaktaydı ve çoğu onlara iman etmişlerdi." (Sebe\ 40-41).
Ayrıca Bkz: (21/26-29; 37/49-59; 43/15-22; 53/19-27)
Bu ayetler gösteriyor ki:
1) Araplar ya da onlardan bir kısmı, meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanıyordu. İsra, Nahl, Zuhruf, Saffat ve Necm Sûrelerin¬de onların bu inançları reddedilir biçimde kaydedilmiştir. Arapla¬ra susturma ve eleştirme türünden diyor ki: Siz kızları, oğullardan daha aşağı saydığınız onlardan bu kadar tiksindiğiniz halde, nasıl olur da Allah'ın kızlardan çocuklar edindiğini söyleyebilirsiniz? Halbuki eğer O'nun çocuğu olması uygun olsaydı, mantıklı olan O'nun en üst derecede, en değerli çocuklardan evlad sahibi olmasıy¬dı.
2) Araplar meleklere ibadet ediyor, Allah'a yaklaşmak için onlar¬dan şefaat taleb ediyorlardı. Çünkü onlar Allah'ın kızlarıydı ve Al¬lah katında şansları daha fazlaydı. Ayrıca bu konu ile ilgili ayetler içerik yönünden çeşitlidir. Bazı ayetlerde meleklerin şefaatçi edinil -dikleri işleniyor. Bazılarında Arapların onlara ibadet ettikleri kay¬dedilmiş fakat ibadetin mahiyeti ve hedefinin belirtilmesine gidil¬memiştir. Yani bu ibadetin köklü bir ibadet mi yoksa şefaat dilen¬me şeklinde bir ibadet mi olduğu belirtilmemiştir. Ayetlerin bu çe¬şitliliği şöyle bir yaklaşımda bulunmamızı kolaylaştırmaktadır: Onlardan bazılarının Meleklere ibadeti Allah ile beraber ortak koş¬ma şeklinde gerçek bir ibadetti. Onlardan bazıları da meleklere şefaat dilenme türünden ibadet ediyor olabilirler. Eğer bu tercih doğ¬ruysa, şefaat dilenme şeklindeki İbadetin daha sonra ortaya çıkmış olması tercihe şayan olabilir. Yani bu ileriye doğru atılmış bir adım kabul edilebilir. Artık onlar Allah'ı en ulu Tanrı olarak görecek, me¬lekler ise ancak vasıtalar ve şefaatçılar olabilecektir. Tabiidir ki, bu şefaat anlayışına sahip olanlar daha çok, aydınlanmış, dünya ile iliş¬ki kurmuş, özellikle de kitaplılarla teması olmuş sınıf arasında yer alacaktır. Bu çeşitlilik aynı zamanda Peygamber toplumu ve asrın-daki, düşünsel farklılıkları da yansıtmaktadır. Buna daha önce ge¬çen bir münasebetle dikkat çekmiştik.
333
3) Arapların melekler hakkındaki inançları atalardan gelmeydi. Daha doğru bir ifade ile yeni ortaya çıkmış değildi. Nitekim (Zuh-ruf ayeti), onların bu inanca yapışmalarının nedeni olarak, daha Ön¬ceden atalarını bu yolda görmüş olmalarım ve onların yolunda git¬meye çalışmalarını göstermektedir.
4) Melekleri Tanrılaştıranlar, ya da onlara ibadet edenlerden bir kısmı Lât, Menat ve Uzza'yı, gökte bulunan meleklerin yeryüzün¬deki birer sembolü ve heykeli olarak sayıyorlardı. Onlara saygı gösterip, kendilerine karşı ibadet görevlerini yapıyorlar ve bu anla¬yışları ile onlara kurbanlar kesiyorlardı. Bunu gösteren Necm Sû¬resi ayetleri, aynı zamanda bu ma'butlarm meleklerle ilgisi olduğu¬na inananların, melekleri şefaatçılar olarak gören sınıf olduğuna işa¬ret etmektedir.
5) Araplar tarafından melekler için somut sembollerin yapıl¬ması da, onların meleklerin maddi olmayan ve görülmeyen varlık¬lar olduğuna inandıklarını gösterir. Onların meleklere inançlarının gaybi ve soyut olduğunu ele verir. Kendi inançlarına göre melekle¬rin babası olarak kabul ettikleri Allah inançları da öyle... Zira on¬lardaki dini gelişme onları bu gaybi ve soyut inançla yetinmeye götürecek seviyede değildi. Onlar bu görülen sembolleri gaybi ve so¬yut inanç ile maddi inanç arasında, bir ara halka olarak görüyorlar¬dı. Bizim tercihimize göre, üç ma'bud dışında özel ve genel somut ma'butları bulunanlar, aynı zamanda Allah'ı en ulu Tanrı olarak ka¬bul ediyorlardı. Onlar da bunu aynı sebepten dolayı yapıyorlardı.
6) Arapların inançları ve dini düşünceleri sırf cansızlarla ve taşlarla sınırlı değildi. En azından bu halde kalmamıştır. Önceki klâ¬sik kitapların ve ravilerin öyle göstermeye çalışmasına ve müslüman-lardan bazı yeni (çağdaş) yazarların da onları izlemeye gayret etme¬sine rağmen (gerçek hiç de sanıldığı gibi değildir).
Anladığımız kadarıyla Arabm melek inancı, Allah'a ortak koşma-sıyla, onları şefaatçi olarak almasıyla ya da onların varlıklarına, Al¬lah ile ilişkilerine inanmasıyla dini açıdan ileriye atılmış bir adım¬dır. Melek inancıyla ilgili birkaç adımın atılmış olması da düşünü¬lebilir: ilk adım meleklerin varlığına inanma, sonra onları tanrılaş¬tırma, sonra Allah'ın kızları olduklarına inanma, onlara bir ortak ya da şefaatçi olarak tapınma şeklinde gelişmiştir. Bu konuda şöyle bir yaklaşımda bulunmak herhalde doğru olur. Arapların inancı, baş¬ta putperestlik ya da sınırlandırılmamış doğal güçlere tapınma ya¬hut her ikisine beraber İnanma biçimindeydi. Öyle ki birincisi ikin-
cismin sembolü durumundaydı. Daha sonra bir adım daha ilerleye¬rek gizli olan rahatsız edici, kötülük kaynağı güçlerin bilincine varıldı. Bunlara cinler adı verildi. Sonra iyilik, güzellik ve acıma güç¬lerinin farkına varıldı. Daha sonra Allah inancı kendisini açığa vurdu. Ya da bu inanç eski Arap uluslarından, onların peygamber-lerinden ya da Ehli Kitap'tan kendilerine geçti. Fakat bu inanç açık ve net değildi. Daha sonra meleklerin uluhiyet, onlara tapın¬ma inancı gelişti. Allah ile aralarında ortaklar ya da şefaatçılar ola¬rak arabulucular halkasını oluşturdu. Böyle bir gelişme gösteren bu inanç somut bir inançtan soyut bir inanca doğru kaydı. Yalnız bu so¬mut ma'butlarda yine de yaygın ve egemen olan nitelikler muhafa¬za edildi. Duada, yönelişte, ibadette, kurban adamada bir Tanrı olarak ya da Tanrı yanında bir şefaatçi olarak onlara saygı gös¬teriliyor ve kutsanıyorlardı. Bunun yanında en ulu Tanrı olarak Al¬lah'ın varlığına, Allah'ın kızları olarak da meleklerin varlığına inanılıyordu. Allah katında meleklerin şanslarının daha fazla ol¬duğuna, zarar ve fayda vermede, alma ve vermede onların da etkisi olduğuna inanılmaktaydı. İslam geldiği zaman, aralarında mede¬nilik, bedevilik, dünya ile ilişkilerinin olup olmamasının getirdiği farklılıklara rağmen Arapların ezici bir çoğunluğu bu inanç mer¬halesinde bulunuyordu.
Saffat ve Zuhruf Sûresi ayetlerinde Araplardan, meleklerin di¬şi ve Allah'ın kızları olduklarını gösteren, inançlarını destekleyen ve doğrulayan bir kitap getirmeleri istenmiştir. Bu soruya bağlı olarak biz de, bu isteğin sırf meydan okuma, küçümseme ve delil¬lerini çürütmeden mi ibaret olduğunu, yoksa bu inancı sahiplenen kimselerin kendilerinin doğru yolda olduklarına, semavi kitapların kendilerini desteklediğine mi inandıklarını sorgulamak istiyoruz. Eğer onların böyle bir zanna dayanmış olmaları doğru ise, o zaman onlar meleklerin şefaat etmesi, Allah katında şans sahibi oluşları türünden bir takım şeyleri Kitaplılardan mı almışlardı? Onlardan iktibas edip kendi zihinlerinde şekillendirmiş ve ayetlerin onların inançlarına işaret ettiği biçimde bir noktaya mı varmışlardı? Bizim tercihimize göre Kitaplılar, Arapların melekler hakkındaki düşün¬celerinin, bilgilerinin ve inançlarının başlıca kaynağını oluşturur¬lar. Muhtemelen Arapların inandıkları, merhametlerini ve yardım¬larını umdukları iyilik, merhamet ve hayır güçlerini melekler ola¬rak adlandırmaları bu kaynağın etkilerinden biriydi. Kitaplıların meleklerle, onların Allah ile, Risaletleriyle ve hizmetleriyle iliş-
kileri hakkındaki bilgilen gerçekten eskiye dayanıyordu. Çünkü bun¬lar Tevrat ve inci] nüshalarında kaydedilen şeylerdi. Al-i İmran Süresindeki bazı ayetlerin belirttiği gibi onları şefaatçılar olarak ka¬bul ediyorlardı:
«Hiç bir insana yakışmaz ki, Allah ona Kitap, hüküm ve peygam¬berlik versin de, sonra fo kalksın) insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kullar olun" desin; fakat "Öğrettiğiniz ve okuduğunuz Kitap gereğin¬ce Rabbaniler (halis kullar) olun" der. Ve size: "Melekleri ve Peygam¬berleri tanrılar edinin" diye de emretmez...» (Al-i imran, 79-80).
Ayetlerin bildirdiğine göre Peygamber ve Kitaplılardan bazısı arasında, peygamberlere ve meleklere saygı gösterilmesi sadedin¬de bir tartışma çıkmıştır. Tartışmada konusu edilen saygı, ibadete yakın bir saygı olarak değerlendirilmiştir. Onları birer Rab ya da kendilerini Rububiyet ve şefaat etmeye daha yakın varlıklar olarak algıladıklarını, onların etkisine inanan birisinin şefaat dilemesi gibi şefaatlarına bağlılık gösterdiklerini dile getirmektedir.
Durum bu olduğuna göre, Arapların, kendi inançlarını Semavî Kitaplar'm desteklemekte olduğunu söylemiş olmaları mümkün¬dür. Çünkü onlar, Kitaplıların bu konuda bir kitaba dayandık¬larına inanıyorlardı. İşte bunun için Kur'an, işaret ettiğimiz şekil¬de, bu iddialarını ispat etmelerini istemiştir.
Aşağıdaki ayetlerde de Arapların melek inancı tasvir edilmek¬tedir:
Bize kavuşmayı ummayanlar, dediler ki: "Bize meleklerin indirilmesi ya da Rabbimızi görmemiz gerekmez miydi?" Andolsıın, onlar Jcendi nefislerinde büyüklüğe kapıldılar ve büyük bir azgınlıkla baş kaldır¬dılar. (Furkan, 21).
Ayrıca Bkz. (6/7; 11/12; 15/6-7; 25/7; 17/92)
Bu ayetler Arapların meydan okuma ve böbürlenmelerini tasvir etse de, meleklerin onların zihninde ya da en azından onlardan bir grubun zihninde ulu ve olağanüstü bir yeri, bir biçimi olduğunu gös¬termektedir. Onların Peygamber asrında ve toplumunda durumları buydu. Meleklerin varlığına ve Allah ile" ilişkilerine inandıklarını gö¬rüyoruz. Bu nedenle Peygamberden (s.) Peygamberlik iddiasını ve Allah'tan aldığı emirleri, Allah'ın indireceği meleklerle destek¬lemesini, kendilerine görünmesi gereken meleklerle iddiasını pekiş¬tirmesini istiyorlardı. Hicr ayetlerinde birinci istekleri açıkça görül¬mektedir. Çünkü ayetin bildirdiğine göre müşrikler Peygamber'e: Sen
336
Zikr'in -yani Kur'an'm- Allah'tan sana indiğini iddia ediyorsun. Eğer gerçekten doğru söylüyorsan, Allah ile ilişkileri bulunan ve on¬dan tebliğde bulunan melekleri bize getir diyorlardı. İkinci mesele ise, İsra, 12 ve Furkan, 21. ayetlerde açıkça belirtilmiştir.
3. Kur'an'da Meleklerin Değeri:
1 De ki: "Allah'ın izniyle Kur'an'ı, kendinden öncekini doğrulayıcı ve
inananlara yol gösterici ve müjdeci olarak senin kalbine indirdiği için kim Cebrail'e düşman olursa, (Evet) kim Allah'a, meleklerine, Pey¬gamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin kİ Allah da inkâr edenlerin düşmanıdır." (Bakara, 97-98).
2 Sen mü'minlere: "Rabbinizin size meleklerden İndirilmiş üç bin kişiy-
le yardım iletmesi size yetmez mi?" diyordun Evet, sabrederseniz, sakınırsanız, onlar aniden sîze safdirsatar da, (Yine) Rabbiniz nişan¬lı beşbin melekle size yardım eder. (Al-iİmran, 124, 125).
3 De ki: "Ben size, Allah'ın hazineleri yammdadır, demiyorum. Gaybı
da bilmem; size, ben meleğim de demiyorum .. (En'am, 50).
4 Rabbin meleklere vahyetmişti ki: "Şüphesiz ben sizınleyİm, siz iman
edenleri destekleyin, ben de küfre sapanların kalbine amansız bir kor¬ku salacağım Öyleyse vurun boyunlarının üstüne, vurun onların bü¬tün parmaklarına " (Enfal, 12).
5 Göklerde ve yerde olan ne varsa, canlılar ve melekler Allah'a secde
ederler, onlar büyüklük taslamazlar. Üstlerinden (her an bir azab gön¬dermeğe kadir olan) Rablerinden korkarlar ve emrolunduklan şeyi yaparlar. (Nahl, 49-50)
6 "Biz ancak Rabbinin emnyle ineriz; önümüzde, ardımızda ve bunlar
arasında olan herşey O'nundur. Senin Rabbİn kesinlikle unutkan değildir."20 (Merye, 64).
7 Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri peygambere salat etmektedirler. Ey iman
edenler, sîz de ona salat edin ve ona esenlik deliyin. (Ahzab, 56).
8 Melekleri de, arşın etrafını çevirmişler olarak Rablerini hamd ile teş-
bih ederken görürsün... (Zumer, 75)
9 Arş'ı yüklenmekte olanlar ve çevresinde bulunanlar, Rablerini teşbih
etmekte, O'na iman etmekte ve iman edenlere bağış dilemektedir¬ler: "Rabbimiz, rahmet ve ilim bakımından her şeyi kuşatrp-sardın, tevbe edenlere ve senin yoluna tâbi olanlara mağfiret et ve onları cehennem azabından koru." (Mû'mîn, 7).
10 Eğer isteseydik sizden melekler yapardık; sizden sonra dünyada ye-
20 Cumhura göre bunlar meleklerin sözleridir
337
rinize geçerlerdi. (Zuhruf, 60).
11 Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun
yakıtı insanlar ve taşlardır, üzerinde oldukça sert, güçlü melekler var-dır. Allah kendilerine neyi etnretmİşse ona isyan etmezler ve emredil-diklenni yerine getirirler. (Tahrim, 6).
12 Ruh ve meleklerin saflar halinde duracakları gün, Rahman'ın ken-
dilerine izin verdikleri dışında olanlar, konuşmazlar. (îzin verilen de) doğruyu söyler. (Nebe\ 38).
Ayrıca Bkz. (2/161, 210, 3/18; 4/166, 172, 97; 6/111; 8/50; 16/32-33; 17/94-95; 33/43; 41/30-31; 42/5; 69/17; 70/4)
Meleklere verilen büyük öneme dikkat çekmek amacıyla çoğunu verdiğimiz bu ayetlerde, melekler takdir edilmekte ve onların Allah katındaki yeri vurgulanmaktadır. Öte yandan onlara yapılan ibadet dile getirilmektedir. Arapların sözleri, meydan okuyuşları ve küçüm¬semeleri reddedilmekte, Tanrılar ya da şefaatçılar edinmeleri ile il¬gili zihinlerdeki sakatlık düzeltilmektedir. Onların meleklerin ulu¬luğu, büyüklüğü, yüksek değerleri ve Allah ile ilişkileri konusunda zihinlerinde olanları bu ayetlerden hareketle tesbit etmek mümkün¬dür.
Allah, meleklere düşman olanların düşmanıdır. Onlar, O'nun yanında Arş'mı taşırlar. Etrafını kuşatırlar. Onu övgülerle kutsar, teşbih ederler. Önemli işlerin dışında aşağı inmezler. Allah ile bir¬likte, Peygamber'e (s.) indirilen Kur'an'm doğru olduğuna, doğru bir mesaj taşıdığına tanıklık ederler. Müminlere cihadlarmda destek olur, onları sağlamlaştırırlar. Allah ile birlikte onlara salat ederler. Ölüm anında onları müjde, selam, saygı ve hürmet ile karşılar, on¬ların bağışlanmalarını dilerler. Yanısıra, ölüm anında kâfirlere sert, katı ve acımasız davranırlar. Ahirette de onları aynı şekilde kar¬şılar ve Allah ile birlikte onları lanetlerler. Tüm bunlarla birlikte on¬lar, genel olarak başta ileri gelenleri olmak üzere Allah'a ibadet et¬me ve O'na boyun eğmede asi olmazlar. Hadlerini bilirler. O'nun izin ve rızası olmadan konuşmazlar...
Melekler hakkında yapılan bu açıklamalar, belirttiğimiz gibi, Arapların zihinlerinde onların yüce mertebeleri ve üstün değerleri ile ilgili güçlü, sarsılmaz bir tablonun bulunduğunu ifade eder. Kur'an'da ilk olarak muhatab alman müslüman-kâfır her Arabm an¬ladığı, bildiği sarsılmaz kabul ettiği bir nesneyi belirginleştirmek¬tedir. Hemen farkedilebileceği gibi, kendilerine tapınsaîar ve onlar¬dan şefaat bekleseler de meleklerin müşriklere şefaat etmelerinin
338
imkânsız olduğu da belirtilmektedir. Onların, bu tapınma ve şefaat¬çi kılmaları başlarına gelen bela ve kötülüğe dönüşecektir. Melek¬ler, ne kadar üstün derece sahibi olsalar ve kadirleri ne kadar yücelse de onlar Allah'a boyun eğen kullar olmaktan dışarı çık¬mazlar. O'ndan önce söze girişmezler. O'nun emrine göre hareket ederler. Ancak O'nun razı olduğu kişilere şefaat ederler. Onlar, onun korkusuyla titrerler21. Üstlerinden, Rablerinden korkarlar. Em-redildikleri işleri yaparlar. Bu tür açıklamalar, pek tabii olarak, zihinlerinde meleklerin büyük bir yer kapladığı insanları daha güç¬lü ve sağlam bir biçimde etkiler.
Burada ek bir açıklama olarak ve özellikle Adem ve meleklerin ona secde edişi kıssasının tekrar edilişine dikkat çekmemiz yerin¬de olur. Özellikle Mekkî sûrelerde özel bir ehemmiyet arzeden ayet¬ler şunlardır:
1 Ve (yine) andolsun, biz sizi yarattık, sonra size suret verdik, sonra da
meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. Hepsi secde ettiler... (A'raf, 11).
2 Hani Rabb'in meleklere demişti1 "Ben kuru çamurdan, şekillenmiş bal-
çıktan bir beşer yaratacağım. Ona biçim verdiğimde ve onaTuhum-dan üflediğimde hemen ona secde edin". Böylece meleklerin tümü topluca secde etti. (Hicr, 28-30).
3 Hanİ meleklere1 "Adem'e secde edin" demiştik; secde ettiler... (İsra,
61;Kehf, 50).
4 Hani Rabb'm meleklere: "Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yarata-
cağım"' demişti. Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim za¬man, onun için hemen secdeye kapanın; meleklerin hepsi topluca sec¬de etti. (Sa'd, 71-73).
Bu tekrarlarda meleklerin Allah'a kulluk yaptıkları pekiştiril-mektedir. Allah'ın emrine bağlılık ve emrin uygulanması için top¬raktan yaratılan Adem'e secde etmeye baş kaldırmamış oldukları vurgulanmaktadır. Burada değinilen konulardan biri de, müşriklerin meleklere yakıştırdıkları uluhiyet ve rububiyet niteliklerinin red¬de dilişidir.
Aşağıda görüldüğü gibi bu kıssa Bakara Sûresi'nde başka bir us-lubla ele alınmıştır:
«Hani Rabbin, Meleklere: "Muhakkak ben, yeryüzünde bir hali¬fe var edeceğim" demişti. Onlar da: "Biz seni övüp-yüceltir ve tak¬dis edip dururken, orada bozgunculuk çıkaracak ve orada kanlar akı-
21 Enbiya, 26-29 ayetler.
339
tacak birini mi var edeceksin?" dediler. (Allah:} "Şüphesiz, sizin bilmediğinizi ben bilirim" dedi. Ve Adem'e isimlerin hepsini öğret¬ti. Sonra onları meleklere yöneltip: "Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları bana isimleriyle haber verin" dedi. Dediler ki: "Sen yücesin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Gerçekten sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Allah:) "Ey Adem, bun¬ları onlara isimleriyle haber'ver" dedi. O da, bunları isimleriyle haber verince, (Allah) dedi ki: "Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını ancak ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da açığa vurduk¬larınızı da ben bilirim." Ve meleklere: ''Adem'e secde edin" dedik de, İblis'ten başka, secde ettiler. O ise, dayattı ve kibirlendi, kafirler¬den oldu.» (Bakara, 30-34).
Bu ayetler ve onların içerdiği diyalog, bir taraftan Allah katında meleklerin değerini ortaya koyarken diğer taraftan onların sağlam iradelerini dile getirmektedir. Yanısıra onların, O'na kulluklarını, O'na karşı hadlerini bilişlerini belirtmeyi hedef almaktadır. Az ön¬ce belirttiğimiz gibi, bu husus diğer ayetlerde de hedef alınmıştı.
Burada eklenmesi yerinde olacak bir nokta da ne Bakara Sûre¬si ayetlerinde ne de başka sûrelerde, ve onların hepsinin üslubun¬da Arapların bu kıssayı ilk olarak duyduklarını ifade eden birşey var¬dır. Bu da, ayetlerin onların katında bilinen bir şeyi belirtmeye çalıştığını göstermektedir. Onların Kur'an'da yer alması ve yer yer tekrar edilmesi ibret alma, öğüt verme ve örnek gösterme türünden bir açıklamadır. Bu kuşku etmediğimiz bir vakıadır. Nitekim aynı kıssa, Kur'an'daki ile uyum arzetmese de, Tevrat'ta yer almıştır. Tev¬rat'ın haberleri ve kıssaları Arap çevrelerin, özellikle de birçok vesilelerle ele aldığımız gibi, Peygamber çevresinin yabancı olduğu şeyler değildi.
Şimdi de meleklerin değeri ile alakalı olarak, onlara imanın ge¬reğini ve onların görevlerini ifade eden ayetleri görelim:
1 Asıl iyilik, Allah'a, abiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamber-
lere iman eden.. (Bakara, 177).
2 Peygamber, kendisine Rabb'inden indirilene iman etti, müminler de.
Tümü, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberine inandı... (Bakara, 285).
3 Kim Allah'ı, meleklerim, kitaplarım, peygamberlerini ve ahiret gününü
inkâr ederse, kuşkusuz derin bir sapıklıkla sapılmıştır. (Nisa, 136).
4 Gök gürültüsü O'nu hamd ile, melekler de O'na olan korkularından tes-
340
bih ederler. (Ra'd, 13)
5 Hak olmaksızın biz melekleri indirmeyiz. . (Hicr, 8)
6 ...Biz de ruhumuzu (Cebrail'i) ona (Meryem'e) gönderdik. Ona düz-
gün bir insan şeklînde göründü. (Meryem) dedi ki- "Ben senden Rah-man'a sığınırım, eğer korkuyorsan." (Cebrail): "Ben sadece Rabb'inin elçisiyim, sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim)" dedi. (Meryem, 17-19)
7 Bizim elçilerimiz İbrahim'e bir müjde ile geldikleri zaman, dediler ki:
"Gerçek şu ki, biz bu ülkenin halkını yıkıma uğratacağız. Çünkü onun halkı zalim oldular." Dedi ki- "Onun İçinde Lut da vardır." Dediler ki: "Onun içinde kimin olduğunu biz daha iyi bilmekteyiz. Kendi ka¬rısı dışında, onu da, ailesini de muhakkak kurtaracağız. O arkada ka¬lacak olanlardandır." Elçilerimiz Lut'a geldikleri zaman, o bunlar dolayısıyla kötüleşti ve bunlar dolayısıyla kolu (İçi) daraldı Dedi¬ler ki: "Korkuya düşme ve hüzne kapılma. Karın dışında, seni de, ai¬leni de muhakkak kurtaracağız. O ise, arkada kalacak olanlardandır. Şüphesiz biz, fasıklıkyapmalarından dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten bir azab indireceğiz." (Ankebut, 31-34).
8 Allah bir insanla konuşmaz Ancak vahiyle yahut perde arkasından ko-
nuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder. (Şura, 51)
9 Yoksa onlar, bizim, sır tuttuklarım ve aralarındaki fısıldaşmalarmı işit-
mediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, (işitiyoruz) ve onların yanlarındaki elçilerimiz de (her şeyi) yazıyorlar. (Zuhruf, 80).
10 ...Her nefis, yanında bir sürücü ve şahid ile gelmiştir. (Kâf, 21).
11 Hiç tartışmasız o (Kur'an), üstün, onur sahibi olan bir elçinin gerçek-
ten (Allah'tan getirdiği) sözüdür; (Bu elçi) Güç sahibidir; arşın sa¬hibi katında şereflidir. Ona itaat edilir, sonra güvenilir. Sizin sahi¬biniz cinlenmiş değildir. Andolsım o, onu apaçık bir ufukta görmüş¬tür. (Tekvir, 19-23).
Ayrıca Bkz. (3/42, 39, 45; 39/71, 73; 50/18, 53/5-14; 74/31; 82/9-12) Bu konunun ayetleri arasında değerlendirilmesi gereken ayet¬lerin bir kısmı, daha önceki konularla da ilgili olduklarından oralar¬da nakledilmişti. Özellikle Bakara, 97-98; AJ-i Imran, 18,124-125; Nisa, 166,172; En'am, 158; Enfal, 12. 50; Nahl, 28, 32-33, 49-50; Mer¬yem, 64; Ahzab, 56, 43; Zümer, 75; Mü'min, 6; Fussilet, 30-31; Tah-rim, 6; Hakka, 17; Enbiya, 26-29. ayetleri bu konuyla da ilişkilidir. Bütün bu ayetler meleklere iman etme inancını yerleştirmeyi, on¬ları inkâr edenleri kâfir saymayı, onların Allah için yerine getirdik¬leri hizmetleri (Allah'ın mesajlarını ve müjdelerini peygamberlere ulaştırmalarını, yerin ve göğün muhteşem varlıkları içinde O'nun
341
emirlerini uygulamalarını, Cennet ve Cehennem'e koruyuculuk yapmalarını, durumlarına göre insanları oraya yerleştirmelerini, in¬sanların eylemlerini gözetleme ve onları kaydetmelerini vs. dile getirmektedir. Ayrıca daha önceden değindiğimiz gibi bu bölümde naklettiğimiz ayetler de Arapların melek inancına ve keyfiyetine ışık tutmakta ve sakat inançlarını düzeltmektedir. Geçen konularda işaret ettiğimiz gibi, Araplar meleklerin varlığına, Allah ile iliş¬kilerine, Allah katındaki derecelerine, O'nun emriyle evrenin işlerini düzenleme görevini yerine getirdiklerine inanıyorlardı; bununla birlikte, onların Allah'ın kızları oldukları inancına saplanmış, ibadette onları Allah'a ortak koşmuş ve onların kendilerine fayda ve zarar verebileceğine inanmışlardı.
342

dost1
13. June 2011, 12:40 AM
D) CİNLER VE ARAPLARDA CİN İNANCI:
"I.Cin Kavramı:
Cin konusu, peygamberlikten önceki Peygamber toplumu ve as¬rında yaşayan Arapların inançlarında ve düşüncelerinde önemli olan başka bir konuydu. Değişik münasebetlerle Kur'an'da çokça yer verilmiştir. Şunu da belirtmeliyiz ki: Cinlerle ilgili ayetler, melek¬lerle ilgili ayetlerden sayı bakımından azdır. Melekler konusunda olduğu gibi, bu ayetlere dayanarak Arapların cinlerle ilgili inançla¬rını ve düşüncelerini sağlam bir biçimde ve pekiştirerek tesbit ede¬bilecek bir açıklıkta değildir. Yalnız biz onlarla ilgili Kur'anî bir tab¬lo çizmeye çalışacağız. Umarız ki böylelikle sağlıklı ve yeterli bir bil¬gi elde ederiz.
a) İşe, kavramı inceleyerek başlayalım. Cin kavramı; Cenne, Cirme, Cenin gibi bazı türevleri ve benzer kelimeleriyle birlikte Arap dilinde saklanmayı ve gizli kalmayı ihtiva etmektedir. Bu da gösteriyor ki, Arapların zihninde, cinlerin gizli ve kapalı olduğu hu¬susu anlaşılır ve yer etmiş bir düşünceydi. Muhtemelen bu ismin on-lara verilişi, kavramın ihtiva ettiği anlam dolayısıylaydı. Tabii ki bu ismin verilişi, Allah'ın bu gizli yaratıklarının varlığına inanmala¬rı, ya da bu anlamın onların zihinlerinde belirginleşmesinden son¬ra olmuştur.
Bazı müfessirler, En'am, 100. ve Kehf, 51. ayetlerin tefsirinde, ikisinin de gizli olması sebebiyle, meleklere de cin denildiğini belir¬ten bir görüş ileri sürmüşlerdir. Biz bunu sağlıklı bulmuyoruz. Özellikle Kur'an'ın, onların herbirini ayrı ayrı ve özel isimlerle ad¬landırdığını gördükten sonra. Kur'an'ın inişinden önce Arap dilin¬de her iki varlığın da kendilerine ait ayrı ayrı isimleri vardı. Kaldı ki Kur'an'da bu iki varlığın ayrı ayrı iki tür olduğunu gösteren bir de ayet mevcuttur:
«O gün, onların hepsini bir arada toplayacak sonra meleklere di¬yecek ki: "Size tapmakta olanlar bunlar mıydı?" (Melekler) derler ki: "Sen yücesin, bizim velimiz sensin, onlar değil. Hayır, onlar cinle¬re tapmaktaydı ve çoğu onlara iman etmişlerdi."» (Sebe1, 40-41).
Fakat bu, söz konusu görüşü tamamen kaldırıp atmayı gerektir¬mez. Özellikle peygamberlikten önceki uzun zaman göz önünde bu¬lundurulduğunda, her iki adlandırma ve anlamlarının doğuşu ve ge¬lişmesi dikkate alındığında; Kur'an'ın inişi sırasında bu iki adlan-
343
dırmanm Arapların zihinlerinde iki Özel isim olduğunda kuşku ol¬mamasına rağmen Arapların cin ismini uzun bir süre boyunca mer¬hametli ve kötü ile gizli unsuru kapsayacak biçimde kullanmış ol¬ması ihtimalini de ortadan kaldırmaz. Önceleri umut kaynağı ve kor¬kunç iki gizli varlığı aynı isimle kullanmış olabilirler. Sonra birin¬cisine melek adını, ikincisine de cin adını vermiş olabilirler.
b) "Cinne" kavramı Kur'an'da cin sözcüğünün eşanlamlısı olarak kullanılmıştır. Gelecek örneklere bakalım:
1 Böylece Rabbinin sözü tamamlanıp gerçekleşmiştir: "Andolsım, ce-
hennemi hep emlerden ve insanlardan dolduracağım!" (Hud, 119)
2 Ki o, İnsanların göğüslerine vesvese verir. Gerek cinlerden, gerekse
insanlardan (olan her hannas'tan Allah'a sığınırım). (Nas, 5-6). Cinne kavramı, Cunun (delilik) kavramının gösterdiği anlamı ifa¬de etmek için kullanılmıştır: Aşağıdaki örneklere bakalım:
1 Arkadaşlarında hiç bir mecnunluk (cinne) yoktur, O apaçık bîr uyarı-
cıdır; bunu düşünmüyorlar mı? (A'raf, 184)
2 Yahut "onda bir mecnunluk mu var" demektedirler. Hayır, o onlara hak
ile gelmiş bulunmaktadır. (Müminun, 70).
3 Sizm arkadaşınız cinlenmiş değildir. Andolsun o, onu apaçık bir
ufukla görmüştür. (Tekvir, 22-23).
Cinne ile Cin ve Cinne ile Cunun arasındaki bu benzerlik Arap¬ların Cin ile Cunun (delilik) arasında bir ilişki olduğuna inandıkla¬rını gösterebilir. Onların, insandaki deliliği, cinlerin etkilerinden bi¬ri olduğuna bağladıklarım gösterir. Kur'an'da bu konuda açık sayı¬labilecek bir ayet vardır:
«Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalk¬tığı gibi kalkarlar...» (Bakara, 275)
Şeytan kavramı Kur'an'da cin kavramının eşanlamlısı olarak kul¬lanılmıştır. Bazen de onların azgın-kötü olanları için kullanılmış¬tır. Gelecek Örneklerde bu işlenmektedir.
1 Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka işleri de yapan şey-
(anlardan kimseleri de (emrine verdik). Biz onların koruyucuları İdik. (Enbiya, 82).
2 ...Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cinler
de vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkacak olsaydı, ona çıl¬gın ateşin azabından taltırırdık. (Sebe\ 12).
344
3 Ve (göğü) itaattan çıkmış her azgın şeytandan koruduk; ki onlar Me-le'i A'iâ'ya kulak verip dinleyemezler ve onlar her yandan kovulur atılırlar. (Saffat, 7-8).
Bununla beraber bu inancın yalnız Araplara özgü bir inanç olma¬dığını, tüm uluslar demesek de, ulusların çoğunun hâlâ bu inançta olduğunu belirtmeliyiz.
2. Araplarda Cin İnancı:
Şimdi bu konuyla ilgili ayetleri verelim:
1 Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları da o yaratmıştır. Bir de hiç-
bir bilgiye dayanmaksızın O'na oğullar ve kızlar uydurdular. O ise, nitelendirdikleri şeylerden yücedir, uzaktır. (En'am, 100).
2 Küfretmekte olanlar dediler ki: "Rabbimiz, cinlerden \e insanlardan
bizi saptırmış olanları bize göster, onları ayaklarımızın altına alalım... (Fussilet, 29)
3 Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlar-
dı da onların kibir ve azgınlıklarını artırırlardı. (Cin, 6) Ayrıca Bkz: (6/128; 34/41-42; 37/158) Bu ayetlerden hareket ederek şu tesbitlerde bulunabiliriz:
a) Araplar ya da onlardan bir grup, cinlerden Allah'a ortaklar koş¬muşlardı. Onların güçlerine ve etkilerine inanmışlar22 ve onlara tap¬ınışlardır. En'am ve Sebe' ayetlerinden hareketle, daha önce gördü¬ğümüz insanların bazısının melekleri Allah'a ortak koşmaları gibi, insanlardan yine bir kısmının da cinleri Allah'a aslî ortaklar koştuk¬larını, onları ma'but kabul attiklerini söyleyebiliriz. Özellikle Sebe' ayetleri cinlere iman akidesinin geniş kapsamlı olduğunu göstermek¬tedir.
b) Araplar ya da onlardan bir grup, Allah (Subhanehu) ile cinler arasında bir akrabalık bağı olduğuna inanıyorlardı. Geçen konuda buna işaret etmiştik. Onun için burada tekrar etmeyi gerekli görmü¬yoruz.
c) Araplar ya da onlardan bir grup cinlerle anlaşma yaptıkları ku¬runtusuna kapılıyor, onlara dost oluyor ve onlara dayanıyorlardı. Müfessirler, En'am'ın 128; Çin'in 5. ayetlerinin tefsirinde kaydedi¬yorlar k::23 Araplardan bir kişi yolculuğa çıkar ve yolda ya da her-
22 Kelbî Kıtabu'l-Asnam'ında (s. 34), Huza a'dan Benî Mılh'ın cinlere taptığını kay¬detmiştir
23 Bkz: Taberı vd
345
hangi bir vadide özellikle de gece seferlerinde cinlerden korkarsa: «Ben bu vadinin efendisine sığınıyorum» derdi. Ve bu, cinlerden müsbet şekilde karşılık verilecek bir eman dileme, sığınma şeklin¬de değerlendiriliyordu. Özellikle En'am ayeti Arapların, cinlerle insanlar arasındaki ilişkilerin ve temasların çokluğuna inandıkla¬rı hususunda oldukça aydınlatıcıdır. Bu da Arapların cinlere sı¬ğınmalarının sırf yolculuklarla ve korktukları vadilerle ilgili ol¬madığını gösterir. Aksine onlar, her işlerinde her tür ilişkilerinde onlara sığınıyor ya da sığınmak istiyorlardı24. İster evlerinde olsun¬lar ister yolculuklarda olsunlar farketmiyordu. Özellikle gece karan¬lığında onlara'sığınıyorlardı.
Pelâk Sûresinde gece karanlığından sığınma Öğretilmektedir. Şöy¬le ki:
«De ki: Sabahın Rabbine sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden.» (Felak, 1-3).
Bu ayetler müslümanlan -inişi sırasında Arapları- gece karan¬lığından cinlere sığınma yerine Allah'a sığınmayı aşılama ile ilgili olarak gelmiş olabilir.
öyleyse, Arapların gece karanlıklarından korktuklarını söylemek aşırılık olmaz. Onların korkularının başlıca nedeni cinlere olan inançları, onların çarpmaları ve eziyet etmeleri kuruntusuna kapıl¬malarıdır.
Buna bağlı olarak şu yaklaşım doğru olur: Arapların, cinleri, iba¬dette, duada, eman dilemede, sığınmada ortak koşmalar* istek ve gö¬nül rızası, iyilik ve hayır elde etmekten çok, korku belası ve onlara karşı ürkekliklerinden kaynaklanıyordu. Burada belirtilmesi gere¬ken bir başka nokta daha var ki, o da bu yaklaşımı desteklemekte¬dir. Cinlerle ilgili ayetlerde Arapların meleklerden umdukları şefa¬at dileme anlamı ve teması yoktur. Melekler aracılığıyla, onların Al¬lah'a daha yakın oluşlarına elde etmek istedikleri Allah'ın hayır ve bereketi burada söz konusu değildir. Burada özellikle dikkat çeken tema sığınma ve eman dileme yolundadır ki, her ikisinin nedeni kor¬ku ve ürkekliktir. Başka bir ifadeyle Araplar, melekleri iyilik, ha¬yır, fayda ve yardım unsuru olarak görürken cinleri kötülük, eziyet ve zarar unsurları olarak görüyorlardı. Onun için birisine ibadet edip şefaatini dilerken iyilik, hayır ve fayda umuyorlardı. Beri taraftan diğerlerine ibadet etmek ve onlara sığınmakla kötülükten, zarardan
24 Usduİ-Gâbe; IV, 234'de: Koyun sahibi bir adamın, koyunlarından birini kapan kurda karşı, o vadinin cınn'İnden himaye istediği rivayet edilir.
346
ve eziyetten kurtulmak istiyorlar, kendilerini kollamak amacını taşıyorlardı.
Her ne olursa olsun, biz meleklerle ilgili olarak söylediğimizi bu¬rada da söylemek istiyoruz: Onlara iyi görünmek ve ibadet etmek su¬retiyle işkencesinden sakınılması zorunlu olan, gizli kötü bir unsu¬run varlığı düşüncesi, beşerî ortak bir düşüncenin bir merhalesidir. Bu düşüncenin diğer uluslarda belirdiği gibi Araplarda da belirmiş olması mümkündür. Zira bu düşüncenin nedeni ortak ve geneldir. Buna ilave olarak denebilir ki: Allah'ın cinlerle evlilik ilişkisine gir¬mesi ve bu yakınlıktan meleklerin ortaya çıkması düşüncesi, Arap¬larda gizli, kötü ve şerr kuvvetlere inanmanın, merhametli, iyi ve şefkatli güçlere inanmaktan daha önce oluştuğunu ve var olduğunu gösterir. Beşer tabiatına ve duyulara uygun olan da budur.
Bununla beraber ayetlerde, Arapların heykellerinden ve ma'but-larından cinlerin sembolü ve adını taşıyan birşey edindiklerini gös¬teren bir işaret yoktur. Halbuki melekler için böyle şeyler yaptıkla¬rını gösteren deliller vardı. Yalnız elde bir takım rivayetler var ki25 bu anlamda bazı şeylerle ilgili haberler kaydetmektedir. Hizmet-çilerin, bazı ma'butlarm içlerinden cinlerin seslerini duymaları, Uzza'dan saçı karmakarışık, nazik ve zarif bir cin'in çıktığını gör¬meleri bunlar mesabesindedir.
Bu tür rivayetlere karşı çekimser kalmayı daha uygun görmemi¬ze rağmen, düşünce olarak Arapların ma'butlarmın cinlerin yakın¬ları olduklarına inanmış olmaları uzak bir olasılık değildir. Onlar ma'butlarma karşı ibadetlerini yerine getirirken onların içlerinde bir cin olduğuna, kendilerini gözetlediğine, dualarını duyduğuna ina¬nıyor ve öyle düşünüyor olabilirler.
Şimdi bu konuyla ilgili başka ayetleri verelim:
1 Ve onlar, Süleyman'ın mülkü aleyhinde şeytanların uydurduklarına uy-
dular. Süleyman ise küfretmedi; ancak şeytanlar küfretti... (Bakara, 102).
2 De ki: "Eğer bütün ins ve cin bu Kur'an'm bir benzerini getirmek üze-
re toplansalar, onun bir benzerini getiremezler." (Isra, 88)
3 Onu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmiş değildir. Bu onlara yaraşmaz ve güç
de yetiremezler. Çünkü onlar, işitmekten kesin olarak uzak tutulmuş¬lardır. Şuara, 210-212).
25 İbn Sa'd, Tabakât; I, 149-150, Hazin, IV, 195, Usdu'1-Gâbe; IV, 153, Kelbî, s. 12, 25.
347
4 Onun eli altında Rabbinin jzniyie iş gören bir takım cinler de vardı. On-
Ktıdan kim bizim emrimizden çıkacak olsa ona çılgın ateşin azabı¬nı taddırırdik. Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyük¬lüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. (Se-bc, 12-13).
5 Böylece bîz, rüzgarı onun buyruğu altına verdik. O'nun emriyle dile-
diği yere yumuşakça eserdi. Şeytanları da; her bina ustası ve dalgıç olanı ve «ağlam kementlerle birbirine bağlanmış diğerlerini... (Sâd, 36-38).
Ayrıca Bkz: (6/71; 15/6-7; 26/221-226; 27/39; 34/14)
Bu ayetlerin arasına Bakara, 275; A'raf, 184; Mü'minun 70; Nas, 4-7 gibi at önce naklettiğimiz ayetleri de kaydetmeliyiz.
Bu ayetler doğrudan Arapların sözlerini kültürlerini, düşünce¬lerini tasvir etmemiş olabilirler. Nitekim bunlar arasında Süley¬man'ın kıssalarıyla ilgili bölümler vardır. Fakat daha önceki bir ko¬nuda belirttiğimiz gibi, Kur'an kıssaları onun muhatabı olan Arap¬lar ya da onlardan bir grup tarafından ana hatları ile ya da detay¬lı olarak biliniyordu. Bu kural buradaki ayet bölümleri için de ge¬çerlidir. Başka ayetlerin üslubu, içeriği ve siyakında yer alan delil¬ler onlarda yer alan cinler ve şeytanlarla ilgili bilgilerin Kur'an'ın muhatabı olan Arapların düşüncelerinde, geleneklerinde ve kül¬türlerinde ilginç, hayret verici bir tarafı olmadığım göstermektedir-Bu nedenle sözkonusu ayetlerden hareketle onların, peygamberlik¬ten önce cinler hakkında nasıl düşündüklerini ne kadar bilgileri ol¬duğunu çıkarmamız hiç de yanlış olmayacaktır.
Konuyla ilgili çıkarımları burada verelim:
1- Araplar, şeytanî cinlerin göklere kulak verdiklerine ve orada duyduklarını, şairler ve kâhinlere aktardıklarına, böylece bu iki sı¬nıf insandan etkili şiir ve seci'lerin çıktığına inanırlardı. Bu, Şuara 210-212. ve 221-227. ayetlerin muhtevasına uygundur. îmanı bir tkım bilgileri ihtiva eden bazı şeyleri, şeytanların çalmaya çalıştık-larını ve onlara ateşler atıldığını ifade eden başka ayetler de vardır. Onları üçüncü konunun ayetleri sadedinde vereceğiz. Bu bilgilerle Arapların inançları arasındaki ilişki açıktır. Rivayetlerin kaydetti¬ğine göre onlar her şairin cinlerden bir şeytanı olduğuna, ona şiir¬ler ilham ettiğine inanıyor ve ona "Reiyyu" adını veriyor!^1 di. Hat¬ta bir takım rivayetler, ileri gelen bazı şairlerin şeytanların adını al¬dıklarını ifade etmektedir. Detaylara ait bu rivayetler hususunda çe¬kimser kalmak daha doğru olmasına rağmen onlardaki temel düşün-
348
ee doğrudur ve Şuara sûresinin kaydedilen ayetlerinin muhtevasıy¬la uyum içindedir. Aynı şekilde onlar cinlerle kahinler arasında bir ilişki olduğuna cinlerin gökten haber çaldıklarına ve onları ka¬hinlere ilettiklerine, böylece kahinlerin o gaybî imaları içeren seci'le-rini söylediklerine inanıyorlardı. Bu görüş de doğrudur ve sözü edi¬len ayetlerle uyum arzetmektedir.
2- Onlar, insanlara büyü öğretenlerin şeytanî cinler olduğuna, bü¬yücülerle ilişki kurduklarına ve işlerinde onlara yardımcı oldukla¬rına inanıyorlardı. Bu da Bakara'nm 102. ayetinden anlaşılmakta¬dır. Ayrıca bu ayetin, insanlara büyü öğreten şeytanlara uydukla¬rı için Yahudileri yerme sadedinde olduğunu belirtmeliyiz. Ancak bi-zim tercihimize göre bu, yahudiler açısından bir olguyu belirtmek mesabesindeydi. Fakat büyücülerin ve onların sihirlerinin şeytanî cinlerle ilgili olduğu hususu, Yahudilerle sağlam ilişkileri bulu¬nan, onlarla içli-dışlı olan Arapların yabancı olduğu bir düşünce de¬ğildi.
3- Onlar, cinlerin Süleyman'ın emrine girişinden ve ona yaptık¬ları büyük işlerden, olağanüstü güçlerden habersiz değildi. Bundan, ağızdan gelen rivayetler vasıtasıyla haberdar olmaları ve bu riva¬yetlerin gerçek olduğuna inanmaları, zihinlerinde iyice yerleşmiş ol¬ması muhtemeldir. Süleyman'ın cinlerinin Tedmur (Palmyra)'un büyük binalarını yaptıkları şeklinde anlayışı içeren bir takım cahi¬li şiirler rivayet edilmiştir. Şiirin sağlıklı olup olmadığı bir tarafa; önemli olan Arapların cinler hakkındaki, onların büyük binalar yapabilecek olağanüstü güçlere sahip olduğu, şeklindeki inançları¬dır.
4- Onlar, cinlerin insanların kalblerine kuruntu, şüphe, vesve¬se verdiklerine inanıyorlardı. Nas sûresinde, Peygamber'e ve müs-lümanlara bu vesvesenin şerrinden Allah'a sığınmalarının öğüt¬lenmesinden bu anlaşılmaktadır.
5- Onlar sara hastalığına yakalanmanın şeytanların çarpma¬sından kaynaklandığına inanıyorlardı. Zira Bakara Süresindeki temsilin, realiteye dayalı anlaşılır bir olgudan kaynaklanmış olma¬sı gerekir. Yanısıra cinlerin, insanların akıllarını karıştırdıklarına ve deliliğin bu karıştırmanın etkisiyle gerçekleştiğine inanıyorlar¬dı. (Bakara, 275; A'raf, 181; Hicr, 6-7; Al-i imran, 70)
6- Araplar, cin şeytanlarının, bazan bir insanı ıssız bir yerde gör¬düklerinde onu hükümleri altına aldıklarına, akıllarını aldıklarına, kendisinden geçirdiklerine inanıyorlardı. Böylece onların emri al-
349
tına giren bir insanın artık şaşkın şaşkın akılsızca yeryüzünde do¬laştığına, hiçbir ses duymayan ve kurtuluş yoluna ulaşamayan akılsız bir kimse olduğuna inanıyorlardı.
7- Arapların belleklerinde, cinlerin büyük işleri becerme gücü ve olağanüstü şeyleri yapabilme kudretinin büyük etkisi vardı. Bu bütün ayetlerden, yukarda saydığımız maddelerden ve Özellikle de İsra, 88; Saffat, 6-11. ayetlerinden anlaşılan bir gerçektir. İsra Sû¬resinde, cinler ve insanların, bir araya gelseler dahi Kur'an'm bir benzerini getiremeyeceği vurgulanmıştır ki, bu da cinlerin güçlü var¬lıklar olduğuna inanıldığını gösterir.
Saffat Sûresi ayetlerinde evrenden sözedilmiş sonra şeytanlar, güçleri ve azgınlıkları ifade edilmiş ve sonunda onların Allah'ın kudretinden ve azabından kurtulamayacaklarına işaret edilmiş¬tir. Sonra Araplara alaylı bir üslubla, kendilerini o kadar güçlü sandıklarına göre Allah'ın azabından kurtulup kurtulamayacak¬larını sorması için peygambere emir verilmiştir. Bu da Arapların an¬layışında cinlerin güçlü kuvvetli varlıklar olduğunu gösterir.
Kur'an'da, Arapların, cinlerin mahiyeti ve yapısı hakkında bir şey bildiklerini gösteren açık bir delil yoktu. Yalnız bu bölümlerdeki an¬layışa bakarak onların, cinlerin şeffaf ya da havai varlıklar olduk¬larına, olağanüstü işler becerdiklerine ve değişik şekiller alabildik¬lerine inandıkları gösterilebilir. Cinlerin, insanların akıllarını ka-rıştırmalarına, insanlar onları görmeden insanları görebilmelerine, insanların kalblerine vesvese vermelerine, göğe çıkmalarına, şair, kâhin ve büyücülere görünmedikleri ve nesnel varlıklarını hisset¬tirmedikleri halde öğretici ve direktif verici ilişkiler kurduklarına inanmalarını da buna bağlı olarak anlayabiliriz. Üçüncü konunun ayetleri arasında vereceğimiz bir takım ayetler de vardır ki, cinle¬rin ateşten, dumanlı bir alevden, yani ateşten bir alevden yaratıl¬dığını kaydetmektedir. Bu yaradılış da bu durumlarla uyum sağla¬maktadır ve onların Kur'an'm inişinden önce buna inandığını uzak bir olasılık olarak görmemizi engellemektedir. Allah (Sübhanehu) ile cinler arasında bir hısımlık olduğuna ya da Allah ile cinler ara¬sında bir soy bağı olduğuna inanmaları da bu uyumu desteklemek¬te ve Kur'anî deliller de bunu haber vermektedir.
Beşinci madde ile ilgili olarak önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Biz A'raf, Hicr, Mü'minun Sûresi ayetlerinden hareketle Arapların, deliliğin, cinlerin insanların akıllarını karıştırmalarının bir sonucu olduğuna inandıklarım söylemiştik ve bunu cin, cinne, cu-
350
nun ve cenne sözcükleri rasmdaki ortak anlamdan çıkarmıştık. Daha önce onların Peygamber'i mecnun/deli olarak nitelemelerinin, anlayış gücünü yitirmiş, aklı noksanlaşmış bir hasta anlamına gel¬mediğini belirtmiştik. Çünkü onların Peygamber'den, akıllan dur¬duracak ve dehşete düşürecek nitelikleri taşıyan şaheser sözleri, üs¬tün hikmetleri dinlemeleri, O'nun Allah'tan aldığı emirleri bu ka¬dar güçlü ve etkili bir üslubla sunması, parlak ve etkili deliller ge¬tirmesi ve tüm bunlardan sonra akıl hastası -deli- olarak nitelendi¬rilmesi pek akıllıca ve anlaşılır bir şey değildir. Zira Rasulullah, pey¬gamberliğinden Önce üstün aklı, güzel ahlakı ve gereksiz işlerle il¬gilenmeyen bir şahsiyet olarak tanınıyordu. Nitekim bu ayetler onu dile getirmektedir:
1 De ki: "Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size bildir-
mezdim. Ben ondan önce sizin içinizde bir ömür sürdüm, siz yine de akletmeyecek misiniz? (Yunus, 16)
2 Onlar, yine de o sözü gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara geç-
mişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi. Ya da kendi peygam¬berlerini tanımadılar mı ki, şimdi onu İnkâr etmektedirler. Yahut: "Onda bir delilik var" mı demektedirler? Hayır, o onlara hak ile gel¬miş bulunmaktadır ve onların çoğu haktan hoşlanmıyorlar. (Mümi¬nim, 68-70).
Onların bu "delilik" kavramını onun hakkında kullanmaları ge¬nel olarak mecnun kavramının kullanıldığı mana ile ilgiliydi. Yeni ve tepki alacak bir çağrıya girişen, alışılmamış görüşler ileri sûren ya da tehlikeli bir tavır takınan bir kimse anlamında ona deli diyor¬lardı.
Sonra onların bu kavramla, Peygamber ile ilişki kuranların me¬lekler değil cinler olduğunu amaçlamış olmaları da mümkündür. Bu¬nunla, Rasul'e yapılan telkinlerin cinlerden geldiğini, O'ndan sadır olan şeylerin cinlerin karıştırması ya da onun düşüncelerini karış¬tırmaları olduğunu ifade etmek istemiş olabilirler. Şuara Sûresi ayet-leri bu hususa bir nebze işaret etmekte; cin şeytanlarının şairlerle kahinlerle ilişkisi olduğu ve onlara bir takım telkinlerde bulun¬dukları şeklindeki Arap inancını hatırlatmaktadır. Buradaki çıka¬rıma göre onlar Peygambere mecnun diyorlardı. Kur'an onların bu zanlarına üç şekilde cevap vermiştir. Birincisinde Kur'an'ı an¬cak Ruhu'l-Emin'in Alemlerin Rabbinden Peygamberin kalbine in¬dirdiği vurgulanmıştır. "Gerçekten Alemlerin Rabbinin indirmesi-
351
d ir. Onu Ruhu'1-Emin indirdi. Uyarıcılardan olman için, senin kal¬binin üzerine (indirmiştir). Apaçık Arapça olan bir dille." (Şuara, 192-195).
İkincisinde, şeytanların Kur'an'ı indirmesi ve onu Peygam-ber'e telkin edişleri reddedilmiştir. (Şuara, 210-212. ayetler) Üçün¬cüsünde, Arapların, insanlarla ilişki kurduklarına ve onlara telkin¬lerde bulunduğuna inandıkları şeytanların yalnızca iftiracı yalan¬cılara ve her vadide şaşkın şaşkın dolaşan, yapmadıklarını söyleyen ve azgınların önderi şairlere indiği belirtilmiştir. Halbuki Peygam¬ber yalancı değildir. İftiracı da olmamıştır. Olgun akıllı kimselerden başkası da ona uymamıştır. Onun davası da sapıklık ve iftira değil¬dir. O yalnızca Allah'a ve güzel ahlaka bir çağrıdır. (Şuara, 221-227).
Tekvir Sûresi ayetlerinde Peygamberlerle ilişki kuranın şeytan değil melek olduğu pekiştirilmiştir. Şöyle ki:
«Kararmaya ilk başladığı zaman geceye andolsun ve nefes alma¬ya başladığı zaman sabaha; hiç tartışmasız o (Kur'an), üstün onur sahibi olan bir elçinin gerçekten (Allah'tan getirdiği) sözüdür. (Bu elçi) güç sahibidir; arşın sahibi katında şereflidir. Ona itaat edilir, sonra güvenilirdir. Sizin arkadaşınız bir deli değildir. Andolsun O, O'nu apaçık bir ufukta görmüştür. O gaybe karşı suçlanamaz. O (Kur'an) da kovulmuş şeytanın sözü değildir. Şu halde siz nereye gi¬diyorsunuz? O alemler için yalnızca bir zikirdir. (17-27. ayetler).
Bu eleştiride dahi, şeytanların seçkin kimselerle, öğretici, telkin edici ilişkiler kurdukları şeklindeki Arap inancı pekiştirilmektedir. Peygamber'in durumunu da kendi anlayışlarına göre algıladıkları, öyle yorumladıkları anlaşılmaktadır.
3. Kur'an'da Cinlerin Mahiyet!:
Şimdi üçüncü konunun ayetlerini verelim:
1 ... Böylece Rabbinin (şu) sözü tamamlanıp gerçekleşmiştir: "Andol-
sun, cehennemi hep cinlerden ve insanlardan dolduracağım. (Hud, 119).
2 Andolsun, biz gökte burçlar kıldık ve onu gözleyenler için süsledik.
Ve onu her kovulan şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı ya¬pan olunca, onu da parlak bir ateş izlemektedir. (Hicr. 16-18).
3 Andolsun, insanı kuru bir çumardan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık
Ve Çin'i de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık. (Hicr, 26-27).
4 "Hanİ cinlerden bir kaçını, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik.
352
Böylece onun huzuruna geldikleri zaman dediler ki: "Kulak verin" sonra (dinleme işi) bıtirilince de kendi kavimlerine uyarıcılar ola¬rak döndüler. Dediler ki: "Ey kavmimiz, gerçekten biz, Musa'dan sonra indirilen kendisinden öncekileri de doğrulayan bir kitap din¬ledik, hakkave dosdoğru olan yola iletmektedir. Ey kavmimiz, Al¬lah'a davet edene icabet edin ve ona iman edin ki, günahlarınızı ba¬ğışlasın ve sizi acıklı bir azabtan korusun." Kim Allah'a davet ede¬ne icabet etmezse, artık o, yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakacak de¬ğildir ve onun O'ndan başka velisi de yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler. (Ahkaf, 29-32).
5 însanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı. Cinni de duman-
sız bir ateşten yarattı. (Rahman, 14-15).
6 Ey cin ve ins topluluğu eğer göklerin ve yerin bucaklarından geçme-
ye güç yetirebilirsenİz, durmaksızın geçin; ancak üstün bir güç ol¬maksızın geçemezsiniz. (Rahman, 33).
7 Andolsun, biz en yakın olan göğü kandillerle donattık ve bunları şey-
tanlar İçin taşlama-birimleri kıldık. Onlar için çılgınca yanan ateş aza¬bı hazırladık. (Mülk, 5)
AyrıcaBkz: (6/112, 130; 7/38, 179; 37/6-11; 41/25; 55/71-74; 72/1-5)
Cinlerle ilgili olarak gördüğümüz diğer ayetleri de burada delil olarak verebiliriz. Zira bunlar da imanı ayetler arasına girmeleri ne¬deniyle, cinler ve şeytanlar hakkında Allah'tan gelen haberlerle il¬gili ayetlerdir.
Bu ayetler grubu ve onların paralelindeki ayetler cinlerle ilgili gaybî ve imanî hakikatleri ihtiva etse de, peygamberlikten Önceki Arapların cinlerle ilgili bir takım inanç, düşünce ve mefhumlarına ışık tutmaktadır. Bu husus ayetlerin üslup ve içeriğinde, Rasulul-lahı destekleyici mahiyetteki öğüt, hatırlatma ve yanlışları düzelt¬me ibarelerinde mevcuttur. Ayetlerin hedef aldığı doğrular ve kav¬ramlar, eğer muhatabın bunlar hakkında bir ön bilgisi varsa daha etkileyici olur. Ayetlere ilk olarak doğrudan muhatab alınanlar Peygamber'in çevresini oluşturan Araplar olmuştur. Dolayısıyla bu da ayetlerle Arapların anlayışlarının paralel olduğuna işaret etmektedir. Şimdi bu konuyu biraz daha açalım:
1- Hicr, 16-18; Saffat, 6-11 ve Mülk 5. ayetleri şeytanların bir ta¬kım şeylere kulak verdiklerini, bu yüzden taşlarla ve ateş korlariy-la kovulduklarını haber vermektedir. Cin Sûresinin ayetlerinin bil¬dirdiği şeyler arasında cinlerin sözleri de vardır. Gökten bir şeyler işitmek amacıyla değişik yerlere oturdukları, sonra birden katı
bekçiler ve ateş korlarıyla karşılaştıkları ifade edilmiştir. Şuara'nm 210-212. ayetleri şeytanların bir şeyler duymaktan alıkonduğunu di¬le getirmektedir. Bu halkaları birlikte değerlendirdiğimiz ve cinle¬rin lisan üzere hikaye edilen, aniden katı bekçiler ve ateş korlarıy¬la karşılaşmalarının gaybi bir şey olmayıp, evrende gelişen bir olay olduğunu düşündüğümüzde, peygamberlikten önceki Arapların, cin şeytanlarının göklere çıktıklarına ve orada bir takım haberler çal¬dıklarına ve insanlardan bir sınıfla ilişkiye geçerek onlaral bu ha¬berleri ilettiklerine inandıklarını çıkarabiliriz. Peygamberin peygam¬berlikle görevlendirilmesinden hemen önce pek çok gök taşlaması¬na şahid olmaları onları dehşete düşürmüş ve bundan dolayı da mü¬him bir olayın vuku bulmasının beklentisi içine girmişlerdi diyebi¬liriz. Belki de bu olaylar, birinci derecede kahinleri dehşete düşür-müş, böyle önemli bir olayın meydana geleceğini müphem, imalı bir dil ile ifade etmişlerdir.
Saffat ayetlerinde bunu destekleyen güçlü bir ipucu vardır. Şey¬tanları ve onların parlak ateş kurlarıyla kovulmasını kaydettikten sonra Peygamber'e, Allah'ın güçlü, büyük yaratıkları karşısında kendilerinin gücünün ne kadar olduğunu sorması emrediliyor. Ki on¬ları dahi Allah'ın azabı kuşatmıştır... Tabiidir ki, bu soru ancak bi-lenlere yöneltilebilir. Zira bu bilgi, delili daha da sağlamlaştırır ve karşı tarafın delilinin çürütülmesine neden olur. Bu açık bir reali¬tedir.
2- A'raf, 129,179; Hud, 119; Fussilet 25 ve Cin, 1-10. ayetleri ile belirtilmek isteniyor ki, cinler de insanlar gibi birbirinden farklı ve çeşitli gruplardan meydana gelmektedir; yalnız bu değerlendirme Kur'anî değildir (Arapların görüşünü aktarmadır). Araplar cinlerin varlığına inandıklarına göre, onların, cinlerin çeşitli gruplar ve farklı kesimlerden oluştuklarına inandıklarını da söylemek ayetle¬re aykırı bir şey değildir. Ayetleri dikkatlice incelediğimizde onla¬rın, üslub yönünden dinleyenlerin anlayışlarında yer alan bir şey¬den sözettiklerini görürüz.
Bu görüş buradaki ayetlerin belirttiği realitelerle uyum arzetmek-tedir. Cinlerin de insanlar gibi akleden varlıklar olduklarını, teklif ve hitab, mükafaat ve azab ile yükümlü olduklarını, onların içinde de insanlar gibi iyilerle kötüler, mü'minlerle kafirler olduğu, hatta onlardan bazılarının Ahkaf ayetlerinde belirtildiği gibi Tevrat'a inandıkları, Cin Sûresi ayetlerinde değinildiği gibi Hıristiyan olduk¬ları ortaya çıkmaktadır.
354
Burada Kur'an'ın melekleri; insanlar ve cinler düzeyinde ele al¬mayışı, onları da bunlar gibi, değişik tür ve gruplara iyi-kötü, mü-min-kâfir, yükümlülük, mükâfat, ceza gibi nitelemelerle tanıtmayı-şı, dikkati çekmektedir. Yine Kur'an'da meleklerle ilgili olarak, Arapların anlayışlarında buna benzer şeylerin varlığını gösteren bir şey yoktur.
3- En'am 112. ayetinde insanî şeytanlarla cin şeytanları arasın¬da vahiy ve telkin ilişkisinin varlığı belirtilmektedir. Bu vahiy süs-lü-püslü ve aldatma nitelikleriyle beraber kullanılmıştır. Bu da daha Önce Şuara ayetleri ve başkasından hareketle belirttiğimiz şey¬lerle uyum içindedir ve Arapların anlayışları arasında yer almıştır.
4- Ahkâf 29-32. ayetlerinin ve Cin Sûresi ayetlerinin, peygambe¬rin her iki seferinde de Kur'an dinleyen cinleri görmediğine dair ke¬sin bir delil, güçlü bir ipucu içerdiklerini söyleyebiliriz. Çünkü ayetler Peygamber'e olayı bir haber olarak vermektedir. Cin Sûre¬si ayetleri ise delalet yönünden daha güçlüdür. Çünkü Peygam¬ber'e, cinlerden bir grubun kendisinden Kur'an dinlediklerinin vah-yedildiğini söylemesi emredilmektedir. Buradan hareketle Kur'an'ın cinlerin şeffaf cisimler olduğunu, gördükleri halde görülmedikleri¬ni belirttiği söylenebilir.26 Bu da daha önce Arapların bu düşünce¬de olduğunu belirtmemizle paralel bir tesbittir.
5- Cinlerin ateşten ya da ateşin alevinden ve onların insanlardan önce yaradılışlarından sözeden ayetlerde verilen bilgilerin, Arapla¬ra ulaştırılan yeni bilgiler olduğunu gösteren bir şey yoktur. Başka bir ifade ile, bu ayetlerde sözkonusu malumatın Arapların bellekle¬rinde daha önceden olmadığına dair bir delil yoktur. Birinci ayetler grubunda gördüğümüze göre onlar, Allah (Subhanehu) ile cinler arasında bir soy bağından dem vuruyorlardı. Bu anlayış herhangi bir şekilde bir uyumun varlığına inanmadan gerçekleşemez. Cinle¬rin ateşin alevinden yaratılması ve onların şeffaf cisimler oluşu, Arapların anlayışında var olmalı ki ancak bu surette, cinlerle Allah arasında bir ilişk,i alaka kurabilsinler. Bu rahatça anlaşılabilecek bir husustur.
4. Araplara ve Kur'an'a Göre İblis
Kur'an'da Iblis'ten askerlerinden, zürriyetinden, şeytanların-
26 A'raf Süresindeki ayette İblis ve Soyunun insanları gördüğü, fakat insanların onları görmediği belirtilmektedir. Yine Kur'an İblis'm cinierden olduğunu belirtmiştir. Daha ilerde bu hususlara tekrar dönülecektir
355
dan, onları Allah'a ortak koşmaktan, onları dost edinmekten, onla¬rın çeşitli yöntemler ve değişik vesilelerle kuruntu, kuşku uyandır¬malarından sözeden bir çok ayet vardır. Ayetlerin birinde îblis'in cin¬lerden olduğu açıkça ifade edilmiş; yanısıra, şeytan birtakım ayet¬lerde İblisin eşanlamlısı, diğer bir grup ayetlerde ise cinlerden bi¬ri olarak anılmıştır. Böylece bu iki özel isimle cinler arasındaki ilişki de tesbit edilmiş ve bu fasılda bu iki kavramı da ele almanın yararlı olacağı ortaya çıkmış olmaktadır.
İblis ile ilgili oiarak:
a) Müfessirler bu kavramın "eblese" yani Rahmetten ümidini kes¬ti kavramından türetildiğinde ittifak etmişlerdir. Gelecek örnekler¬de görüldüğü gibi, Kur'an'ın bir dizi ayetinde bu fiil aynı anlamda kullanılmıştır:
1 Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine
her şeyin kapılarını açıverdik. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle sevince kapılıp şımarınca, onları ansızın yakalayıverdik. Artık on¬lar bütün umutlarım yitirdiler. (En'am, 44).
2 Oysa onlar, bundan önce, (yağmurun) üzerlerine inmesinden önce
umutlarını kesmişlerdi. (Rum, 49).
Biz de burada müfessirlerin görüşünü tercih ediyoruz. Çünkü bu gerçekten parlak bir anlayıştır. Buna ilave olarak deriz ki: 3u kav¬ram kötüleme ile ilgili bir Özel isimdir. Kur'an inmeden önce de bu anlamda anlaşılıyordu. Burada delilimiz Kur'an'ın ifade biçimidir. Çünkü Kur'an, Arap Dili ile inmiştir.
Bazı müfessirler de bu kavramın yabancı olduğu ihtimali üzerin¬de durmuşlardır. Biz bu görüşü tutarlı görmüyoruz. Çünkü Kur'an "eblese" fiilini ve türevlerini rahmetten umud kesme anlamında kullanmıştır. Kur'an'ın İblis'e recim/kovulmuş ve kıyamet gününe kadar lanete müstehak olmuş, yerilmiş ve apar-topar dışarı atılmış vs. gibi sıfatlarla nitelemiş olmasından başka, bir ipucu ve işaret da¬ha vardır. Az sonra nakledeceğimiz Kur'anî kıssada bunlar ortaya çıkacaktır. Tartışma gereği olarak "eblese"nin kök olarak yabancı ol¬duğunu kabul etsek bile bu, peygamberlikten önce Arapçalaşmış ve Araplar arasında kullanılmış olmalıdır. Tabii ki bu görüş Arapların İblis sözcüğünü ondan türetmiş olmaları ve onu kullanmaları ger¬çeğiyle çelişmez. Zira siga/kip Arapça sigasıdır. Bunların hepsinden öte, eğer kök Sami Dili'nden ise, yabancı olarak kabul edilmesi zo¬runlu değildir. Zira Arapça da Sami dil grubundandır.
356
b) Kur'an açık olarak Iblis'in cinlerden olduğunu aşağıdaki ayet¬te görüldüğü gibi kaydetmektedir:
«Hani meleklere: "Adem'e secde edin" demiştir Iblis'in dışında sec¬de etmişlerdi. O cinlerdendi. Böylelikle Rabbinin enirinden dışarı çık¬mıştı. Bu durumda beni bırakıp da onu ve onun soyunu veliler mi edi¬neceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarımzdır. (Bu) zalimler için ne kötü bir değiştirmedir.» (Kehf, 50).
Bazı müfessirler, Allah'ın İblis'e meleklerle birlikte hitab et¬mesi dolayısıyla; eğer İblis cinlerden olsaydı hitabın kapsamına girmezdi demişlerdir. Ve Allah'ın İblis'i istisna olarak göstermesin-deki çelişkiyi ortadan kaldırmak için, İbn Abbas'ın bu ayetteki cin kavramını maddelerle bir kabile şeklinde yorumladığını naklet-mişlerdir. Meleklere emirden sonra îblis'in istisna edilişi olayı söz-konusu ayette geçtiği gibi Adem ve îblis kıssasını veren diğer ayet¬lerde de geçmektedir- Buna rağmen diğer bazı müfessirler bunu doğru görmemiş ve ayetlerin ifadesini daha sağlıklı bir biçimde an¬lamışlardır. Tercihe şayan olan da budur. Özellikle Kur'an'ın "cin" dediği nesne ile "melek" dediği nesnenin birbirinden ayrı iki varlık olduğu kesindir. Bu iki isim daha önce geçen bir münasebetle nak¬lettiğimiz Sebe', 40-41. ayetlerinde tek bir ayette geçmişti. Sonra Kur'an cinlerin ateşten yaratıldığını belirtmiştir (Hicr, 27; Rah¬man 15. ayetleri). îblis'in de ateşten yaratıldığını kaydetmiştir. Nitekim bunu az sonra onun kıssasıyla ilgili ayetlerin bir kısmını ve¬rirken göreceğiz. Bunda kesin bir işaret daha vardır:
Bu da, o iki Kur'anî açıklama olmasına rağmen üslubu, Kur'an'ın indiği sırada peygamberin çevresini oluşturan Arapların bu konu¬lardan habersiz olmadığını göstermektedir. Bunun içindir ki, İs¬lam'dan önce de onların Iblis'in cinlerden olduğuna ve ateşten ya¬ratıldıklarına inandıkları söylenebilir. Muhtemelen insanların kalb-lerine vesvese verenlerin, Nas Sûresinde "Cinne" diye adlandırılma¬sında da kesin bir delil vardır. Bu iş aynı zamanda îblis ve zürriye-tinin de görevidir.
c) Kehf 50. ayetinde îblis'in zürriyetine bir işaret vardır. Şuara Sûresi'nin bir ayetinde ise, îblis'in askerlerine işaret edilmiştir: "Artık onlar ve azgınlar onun içine atılmışlardır. îblis'in bütün or¬duları da." (Şuara, 94-95).
A'raf Sûresinin bir ayetinde îblis ile Adem kıssasından sonra ge¬len bir ayette, şeytanın kabilesine değinilmiştir. Bu ayette sözü edilen şeytanın İblis olduğu kesin bir delille gösterilmiştir:
357
«Ey Ademoğulları, şeytanın anne babanızın çirkin yerlerini ken¬dilerine göstermek için, elbiselerini çıkartarak onları cennetten çı¬kardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve kabile¬si sizlerin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görmektedirler. Biz şey¬tanları inanmayanların dostları yaptık.» (A'raf, 27).
Ayetin üslubu ve içeriği de başka bir anlatım üslubudur. İçeri¬ği yönünden dinleyenlerin kulaklarının duymadığı bir nesne olma¬dığını ilham etmektedir. Buna bağlı olarak Peygamber'in çevresi ve asrının şeytanın, İblis'in bir zürriyeti ya da kabilesi yahut da asker¬leri olduğuna inandıklarını söylemek doğru olur.
d) İnsanların kalblerine vesvese veren cinlerin, bütün cinler ol¬madığı hususunda Kur'an ayetleri açıktır. Bazı ayetler cinlerden iyi ve doğru yolda olanların da bulunduğunu belirtmektedir. Yanısıra kabile, ordu ve zürriyet kavramları da yalnız îblis'e izafe edilmiş¬tir. Madem ki biz, Kur'an'm belirttiği konulara onların yabancı ol-madıklarını tercih ediyoruz öyleyse burada da diyebiliriz ki Arap¬ların, İblis'in ve zürriyetinin, ya da kabilesi ve ordusunun cinlerin tamamı olmadığına, yalnız onlardan bir grup olduklarına inandık¬larını söyleyebiliriz.
e) İblis adı, daha önce belirttiğimiz gibi, bir kötülük anlamı ta¬şımaktadır ve Araplar da İblis derken bu manaya ağırlık veriyorlar¬dı. Naklettiğimiz ayetler, İblis'in vesvese ve aldatma, bozguncu¬luk telkin eden bir şahsiyet için özel isim olduğunu da açıkça içer¬mektedir. Sebe' Sûresinde nakletmediğimiz bir ayet de bu anlamı ta-şımaktadır: «Andolsun, İblis, kendileri hakkında zanlarını doğrula¬mış oldu, böylelikle de, iman etmekte olan bir grup dışında onlar, ona uymuş oldular.» (Sebe', 20). Ayetin üslubu ve muhtevası Arapların bu hususa yabancı olmadıklarını ilham etmektedir. Bu anlam aynı zamanda yer yer tekrar içindir ki, İblis'in ve kabilesinin insanları aldatmaya çalışan ve kalblerine vesvese verenler, onlara günahla¬rı ve şehvetleri süsleyenler olduğuna, peygamberlikten önceki pey¬gamber çevresi ve asrında da inanıldığını söylemek doğru olur.
Bunun yanısıra, İblis'in ya da şeytanın şahsiyeti ve onun al¬datma ve vesvese vermeyi gösteren özel bir iim oluşu, isimde ve us-lubta farklılıklara rağmen Kur'an'darı önceki semavî kitaplarda da yer aldığı ve kitapların bildiği bir mesele olduğu bilindiğine göre Arapların bu düşünceyi onlardan iktibas etmiş olmaları uzak değil¬dir. Biz bu düşüncenin onların belleklerinde yeniden şekillendiğini, geliştiğini ve bir ölçüde farklılaştığını tercih ediyoruz. Eğer Kitap-
358
lılardan bu alıntılama eylemi doğru ise, bu alıntılama yalnız şahsi¬yet ve içeriği ile ilgili olabilir. Araplar ona (iblis) adını vermişlerdir. Onun kovuluşuna ve dışarı atılışına -ki bunu da kitaplılardan öğren¬miş olmaları gerekmektedir- bakarak ona, kötüleme için kullanılan özel bir isim bulmuşlardır.
f) Kur'an İblis ve Adem kıssasını yedi kere vermiştir. Altı tane¬si A'raf, Hicr, İsra 61-65; Kehf 50; Taha 116-123 ve Sâd 71-85. olmak üzere Mekkî, bir tanesi de Medenî olan Bakara Sûresi'dir. Kıssa her defasında siyakından anlaşılacağı gibi öğüt verme, örnek gösterme ve uyarıda bulunmayı hedef almıştır. Bununla beraber üslub ve muhteva olarak bir ölçüde farklılık göstermiştir. Bu aynı zamanda tekrar edilen tüm Kur'anî kıssaların da başlıca özelliğidir. Şimdi bu yedi kere tekrardan üç örnek verelim:
1 Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik de Iblis'ten başkası secde
ettiler. O ise, dayattı, kibirlendi ve kafirlerden oldu. Ve dedik kî: "Ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz de oranın neresinden diler¬seniz bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz. Fakat şeytan, oradan ikisinin ayağını kaydırdı ve böyle¬ce onları içinde bulundukları durumdan çıkardı. Biz de "Kiminiz ki¬minize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşama¬nız lazımdır" dedik. (Bakara, 34-36).
2 Ve andolsun biz sizi yarattık, sonra size suret verdik, sonra da melek-
lere: "Adem'e secde edin" dedik. Onlar da İblisin dışında secde et¬tiler. O secde edenlerden olmadı. (Allah) dedi: "Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?" Dedi ki: "Ben ondan hayır¬lıyım; beni ateşten onu ise çamurdan yarattın." (Allah:) "Öyleyse ora¬dan in, orada büyüklenmek senin (hakkın) olmaz. Beklemeksizin çık. Kuşkusuz sen küçük düşenlerdensin." O da: "(İnsanların) dirilecek¬leri güne kadar bana mühlet ver." dedi. (Allah): "Sen mühlet veri¬lenlerdensin" dedi. Dedi ki: "Madem öyle, (yarattığın o şeye itaat et¬memi istemekle) beni azdırdığından dolayı onlar(ı saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım. Sonra da muhakkak önlerinden arkalarından, sağlarından, sollarından kendi¬lerine sokulacağım. Onların çoğunu şükrediciler olarak bulmayacak¬sın. (Allah) Dedi: "Kınanmış alçaltilmış ve kovulmuş olarak çık. An¬dolsun onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizin hepinizle doldu¬racağım, ve ey Adem, sen eşinle cennette yerleş. İkiniz de dilediği¬niz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olur¬sunuz. Şeytan kendilerinin örtülüp gizlenen çirkin yerlerini açığa çı-
359
karmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: "Rabbinİzin size bu ağa¬cı yasaklaması yalnızca sizin iki melek olmamanız veya ebedi ya¬şayanlardan kılmmamanız içindir." Ve: 'Gerçekten ben size öğüt ve¬renlerdenim" diye de yemin etti. Böylece aldatma ile onları düşür¬dü. Ağacı tattıkları anda ise ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerine cennet yapraklarından örtmeye başladılar. (O zaman) Rableri kendilerine seslendi: "Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın da sizin apaçık düşmanınız olduğunu söyleme¬miş miydim?" Dediler ki: "Rabbimİz biz nefislerimize zulmettik eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten kayba uğrayanlardan olacağız." (Allah) Dedi ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta var¬dır." Dedi ki: "Orada yaşayacak orada ölecekve oradan çıkarılacak-sınız." Ey Adamoğullan biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbi¬se ve size süs kazandıracak bir giyim indirdik. Takva ile donanma ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp düşünürler. Ey Ademoğullan, şeytan anne ve babanızın çir¬kin yerlerini göstermek için elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraf¬tarları, sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayanla¬rın dostları kıldık. (A'raf, 11-27).
3 Andolsun insanı kuru bir çamurdan ve şekillenmiş balçıktan yarattık ve Cinni de daha önce zehirlenmiş ateşten yaratmıştık. Hani Rabbin meleklere demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçık¬tan bir beşer yaratacağım. Ona biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde edm." Böylece meleklerin tümü top¬luca secde etti; ancak İblis, secde edenlerle birlikte olmaktan kaçınıp dayattı. (Allah) Dedi ki: "Ey İblis, sana ne oluyor, secde edenlerle bir¬likte olmadın?" Dedi ki: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir bal¬çıktan yarattığın beşere secde edecek değilim." Dedi ki: "Öyleyse ora¬dan çık, çünkü sen kovulmuş bulunmaktasın. Ve şüphesiz din günü¬ne kadar lanet senin üzerinedir. Dedi ki: "Rabbim, öyleyse onların di-rileceği güne kadar bana süre tanı." Dedi ki: "Öyleyse sen, süre tanı¬nanlardansın; bilinen günün vaktine kadar" Dedi ki: "Rabbim beni az¬dırmana karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara (sana başkal¬dırmayı, dünya tutkularını) süsleyip çekici göstereceğim ve onların tü¬münü mutlaka saptıracağım. Ancak onlardan muhlis olan kulların müs¬tesna." (Allah) Dedi kİ: "İşte bu, bana göre dosdoğru olan yoldur. Şüp¬hesiz saptırılmışlardan sana uyanlar dışında, senin benim kullarım üze¬rinde zorlayıcı bir gücün yoktur. Ve hiç şüphe yok, onların tümünün
360
buluşma yeri cehennemdir." (Hicr, 26-43).
İblis'in bu ayetlerdeki aldatıcı şahsiyeti açıktır. Sonra burada kul¬lanılan üslub açıklama üslubudur. Kıssanın diğer Kur'an kıssaları gibi dinleyicilere yabancı olmadığını göstermektedir. Çünkü onlar¬dan kastedilen; hatırlatma, uyarma ve öğüt vermektir. Umarım ki bu da kıssanın tekrar edilişindeki hikmetin anlaşılmasına yardım¬cı olacaktır. Araplar meleklerin, Allah'ın iyi yaratıkları olduğunu onunla ilişkili olduklarını ve iyiliklerinin umulduğunu; İblis ve zürriyetinin de kötü olduklarını, sapık ve saptırıcı olduklarını İblis'in ta baştan Allah'a isyan ettiğini biliyorlardı. Başka bir ifade ile bu re¬aliteler onlara yabancı değildi. Buna bağlı olarak onların kalbleri-ne daha fazla nüfuz etmesi amacıyla kıssa tekrar tekrar verilmiş¬tir. Kim Allah'ın emrine ve çağrısına bağlanırsa, meleklerin dostla¬rından olur. Kim de diretir ve isyan ederse. îblis'in ve zürriyetinin dostlarından olur.
5. Araplara ve Kur'an'a Göre Şeytan:
a) Müfessirler bu kavramın uzaklaştı anlamındaki "satana" fi¬ilinden, ya da bozuldu -batıl kavramından- anlamındaki "şâta"dan geldiğini söylemişlerdir. Şeytanın anlamının batıla dalan ya da haktan uzaklaşmaya dalan demek olduğunu, aynı zamanda zorba, isyankar, çirkin, bela anlamına geldiğini de belirtmişlerdir.
Bazı araştırmacılar iblis kavramının dışardan alınma olduğunu söyledikleri gibi şeytan kavramının da yabancı olduğunu söylemiş¬lerdir. Kur'an'da ne "sata" ne de "satana" kökleri geçmiştir. İblis kav¬ramı gibi onun da Arapça bir kavram olduğunda ısrar edemeyiz. Bu¬na rağmen sözcük Arapça kökenli de olsa, yabancı da olsa Kur'an'ın inişinden önce Arap dilinde kullanıldığında kuşku yoktur. Bu açı¬dan Arap dilinin sözcüklerinden biri olarak sayılması gerekmekte¬dir. Öte yandan eğer bu kavram sami dillerinden birinden alınmış¬sa, hem o dilde hem de Arap dilinde kökünün tek olması zorunlu de¬ğildir. Bu açık bir olgudur.
b) Bu kavram Kur'an'da çeşitli vesilelerle ve değişik anlamlar¬da kullanılmıştır.
Daha önce naklettiğimiz Bakara 14. ayetinde münafıklara ves¬vese veren Yahudiler ya da Yahudilerin liderleri için bu kavram kul¬lanılmıştı. Yine daha Önce naklettiğimiz En'am 112. ayetinde belir¬tildiği gibi, cinlerden olsun, İnsanlardan olsun peygamberlerden ve ilahi çağrıdan uzaklaştıranlara da şeytan denmiş; İblis sınıfının
361
dışında cinlerin büyük işler başaranlırma da şeytan adı verilmiştir. Bakara 102; Sad, 35-37 ayetleri bununla ilgilidir ve daha önce nak¬ledilmişti. Başka ayetlerde cinlerin Süleyman'ın (a) hizmetine gir¬diğinden söz edilmesi, Sâd ayetlerinin kaydettiği şeytanlara ait ey¬lemleri yaptıklarının zikredilmesi, burada kaydedilen cinlerin İblis sınıfından olmadığını gösteren kesin delillerdir. Gökten haber çalan ve onları bazı insanlara getiren cin sınıfina da daha önce nakletti¬ğimiz Hicr, 16-18; Saffat, 6-11; Mülk, 5; Şuara, 210-212, 221-227 ve Tekvir 17-27. ayetlerinde belirtildiği gibi şeytan adı verilmişti. Naklettiğimiz Cin Sûresi ayetleri de onlardan kastedilenin İblis sınıfı ve zürriyetinden başka cinler olduğunu gösteren kesin bir ipucudur. Şeytan kavramının îblis'i, askerlerini ve zürriyetini gös¬termek için, başka bir ifade ile onlarla eş anlamlı olarak kullanıldı¬ğı da olmuştur. Onun için tekil ve çoğul olarak kullanılmıştır. Ves¬vese, aldatma, fuhşiyyatı ve reddedilmiş şeyleri süsleme, kin ve düşmanlığı harekete geçirme, Peygamberden (s) uzaklaştırma, kı¬sacası İblis'in aldatmaya yönelik her eylemini yapma ile birlikte kul¬lanılmıştır. Bir tek siyakta İblis ile yer değiştirdiği de olmuştur. Ni¬tekim A'raf 11-27. ayetleri Adem ve İblis kıssasını hikaye etmiş ve bunun en güzel örneği olmuştur. Gelecek örneklerde de bunu göre¬ceğiz. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki, kavram genellikle bu anlamda kullanılmıştır. Şimdi ayetlere geçelim:
1 Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin şeytana ayak
uydurmayın. Zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak sie kötülüğü, hayasızlığı, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemeni¬zi emreder. (Bakara, 168-169).
2 Şeytan sizi fakirlikle korkutarak cimriliği ve hayasızlığı emreder... (Ba-
kara, 268).
3 işte o şeytan sizi kendi dostlarıyla korkutur, inanmışsanız onlardan
korkmayın benden korkun. (Al-i îmran, 175).
4 ...Dosdoğrusu şeytanlar dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat eder-
seniz şüphesiz siz müşrik olursunuz. (En'am, 121).
5 Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Doğ-
rusu şeytanın, inananlar ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu sadece onu dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerinedir. (Nahl, 98-100).
6 ...Babacığım, şeytana itaat etme, çünkü şeytan Rahman'a baş kaldır-
mıştır. (Meryem, 44).
362
Ayrıca Bkz. (5/91; 7/11-27; 15/39-42; 17/27, 61-65; 35/6; 58/19) Bu sözcüğün çokça kullanılmasından, bilgi aktaran ve eleştiren ayetlerin üslubunun, onu dinleyenlerin o sözcüğün anlamı ve kap¬samından haberi olduklarını çıkarabiliriz. Sonra Kur'an'da geçen kavramların Araplar tarafından anlaşıldığı ve kullanıldığı gerçeği¬ne dayanarak diyebiliriz ki:
1- Araplar bu kavramla kötüleme ve yerme anlamını ifade edi¬yorlardı, isyankâr, azgın güçler anlamında kullanıyorlardı.
2- îblis kavramında olduğu gibi bu kavram da vesvese ve aldat¬ma için özel bir isimdi. Ancak bu, kullanım yönünden İblis kavramın¬dan daha geniş bir çerçevede kullanılmıştır, kavram, cinlerden olsun insanlardan olsun azgın, isyankar, güçlü kişilerin hepsi için kulla¬nılmıştır. Büyük işleri beceren ve vesvese veren sınıfın dışında ka-lan, büyük işleri becerebilen cinler için de kullanılmıştır. Aynı zaman¬da İblis kavramı ve şahsiyetinin eşanlamlısı olarak kullanılmıştır. Muhtemelen îblis İçin kullanılması ve onun yerine konması, İblis'i daha fazla kötüleme, isyankarlığının ve azgınlığının aşırılığını açık¬lamak içindir. Kur'an'm inişinden önce, isyankar, azgın, inatçı, ki¬şileri nitelemede, bu kavram kullanılıyordu. Bu açıdan iblis kavra¬mının eş anlamlısı ya da onun bir niteliği durumundaydı.
Şeytan ve iblis ile ilgili olarak araştırılmaya değer bir konu kal¬dı. Hatta bu konu peygamberlikten Önceki dinler ve inançların te¬melidir. Bu da İblis ve şeytana yapılan dualar, ibadetler, dost edin¬meler, onları ortak koşmalarla ilgilidir. Naklettiğimiz ve nakletme¬diğimiz pek çok ayetlerde sözü edilen bir meseledir bu.
Araplar, peygamberlikten önce İblis ve şeytan ile ilgili pratikte ilahî bir niteliğe inanıyorlar mıydı, yahut onları meleklere ve diğer cinlere yaptıkları gibi, birer ma'bud ve evliya olarak mı kabul edi¬yorlardı?
Ayet metinlerinin açık anlamı bu soruya kuşkusuz olarak müs-bet cevap vermeyi gerektirmektedir. Ancak biz iblis ve şeytan kav¬ramlarının, yerme ve kötüleme anlamlarını içerdiğini de değerlen¬dirmek istiyoruz. Bu anlamın Araplarca bilindiğine dikkat çekmek istiyoruz. Bu nedenle metinlerin açık anlamları ile Arapların onla-ra taptıkları ve Allah'a o ikisini ortak koştukları şeklindeki anlayı¬şı bağdaştırmayı çelişki olarak görüyoruz. Madem ki ayetlerin açık anlamlarını almak durumundayız o zaman ancak diyebiliriz ki: Onlar -sözde- onlara ibadet ediyor ve dost oluyorlardı. Ama bu, on¬lara şirin görünmek, saptırmalarından ve aldatmalarından korun-
363
mak içindi. İnsan hangi inanç üzere olursa olsun kendisinin sa¬pıklıkta olduğunu kabul etmeye yanaşmaz, isterse gerçekten sapık¬lık üzere bulunsun, farketmez.
Ayrıca ortaya çıkan bir nokta daha var: Ayetlerin özünden ve me¬tinlerinden anlaşıldığına göre ibadet ve dostluk kavramları, bazan mecazi anlamda müşrikleri ve kafirleri eleştirme sadedinde gel¬miş olabilir. Yine bir taraftan onları azarlamayı, diğer taraftan şeytan ile tblis'in onların başına ördüğü vesvese ve aldatma ağını tas-vir etmeyi, şeytanî planların onlar arasında başarıya ulaşmasına ve onlar arasında taraflar bulmasına ışık tutmayı hedef almış olabilir.
364

dost1
13. June 2011, 12:42 AM
E) ALLAH VE PEYGAMBERLİK İNANCI
1. Allah İnancı:
Şirk inancının anlamı; Allah'tan başkasını, ibadette, yönelişte umutta ve korkuda Allah'a ortak koşmaktır. Daha önce işaret etti¬ğimiz gibi, İslam'dan önceki Arap müşriklerinin inancı böyleydi. Müş¬rik Araplar Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı. Onun yüce bir ulu-hiyete ve büyük bir kudrete sahip olduğuna inanıyorlardı. İster bu şirk koşmalarında, ortaklarını tanrının dengi gibi kabul etsinler, is¬terse onları arabulucu, şefaatçi ve yakınlaştırma vasıtası kabul et¬sinler farketmez. Allah'a inançları buydu.
Maddi ve maddi olmayan, esas tanrılar ve şefaatçılar olarak kabul ettikleri ortakları ile birlikte Allah'ı kabul etmeleri, onlarda dini düşüncenin gelişmesini tasvir eden önemli bir noktadır. Bu önem Kur'an'da Arapların Allah'ın varlığını yüce uluhiyetini, büyük kud¬retini kabul ettiklerini pek çok tablolarla ve değişik münasebetler¬le ortaya koyan, onlarca Kur'an ayetini düşündüğümüzde daha da açıklık kazanır.
Aşağıda söz konusu ayetlerden bir grubunu veriyoruz:
1 "Rabbinden Muhammed'e bir ayet (mucize) indirilseydi ya" dediler.
De ki: "Doğrusu Allah bir ayet indirmeğe Kâdir'dir, fakat çoğu bilmezler. (En'am, 37).
2 Kendilerine bir mucize gösterilirse, mutlaka ona inanacaklarına dair
bütün güçleriyle Allah'a yemin ederler... (En'am, 109).
3 Müşrikler "Allah dilesey di babalarımız ve biz ortak koşmaz ve hiç bir
şeyi haram kılmazdık" diyecekler... (En'am, 148).
4 Sİzi karada ve denizde yürüten OMut. Bulunduğunuz gemi, içindeki-
leri güzel bir rüzgârla götürürken yolcular neşelenirler. Bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıl¬dıkları anda ise, dini Allah'a has kılarak: "bizi bu tehlikeden, kurta¬rırsan and olsun ki şükredenlerden oluruz," diye O'na yalvarırlar. (Yunus, 22).
5 De ki: "Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin
sahibi kimdir? Diriyi ölüden çıkaran kimdir? Her şeyi düzenleyen kimdir? Onlar: "Allah'tır" diyecekler. "O halde O'na karşı gel¬mekten sakınmaz mısınız?" de. (Yunus, 31).
6 Beğendikleri erkek çocukları kendilerine, kızları da Allah'a maledi-
365
yorlar. O bundan Münezzeh'tir. (Nahl, 57).
7 Dekİ: "Biliyorsanız söyleyin. Yeryüzü ve onda bulunanlar kimindir?"
"Allah'ındır" diyecekler. "Öyleyse ders almaz mısınız" de. "Yedi gö¬ğün de Rabbi, Yüce Arşın da Rabbi kimdir" de." "Allah'tır" diye¬cekler! Öyleyse O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" de "Bi¬liyorsanız söyleyin herşeyin hükümdarlığı elinde olan, barındıran, fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?" de "Allah'tır" diyecekler. "Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz?" de. Hayır biz onlara gerçeği getir¬dik ama onlar yalancıdırlar. Allah, hiçbir çocuk edinmemiştir. Ve onunla birlikte hiçbir ilah yoktur. Eğer olsaydı her bir ilah kendi ya¬rattığını götürüverirdi ve bir kısmına karşı üstünlük sağlardı. Allah onların nitelendirdiklerinden yücedir. (Mü'minun, 84-91).
8 Gemiye bindikleri zaman dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalva-
rırlar; ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine ver¬diği nimete nankörlük ederek O 'na hemen eş koşarlar. (Ankebut, 65).
9 Yeminlerinin olanca güçleriyle, kendilerine bir uyarıcı gelecek olsa di-
ğer ümmetlerden mutlaka daha doğru yolda olacaklarına dair Allah'a ant içtiler... (Fatır, 42).
10 Allah'a ortak koşanlar, "Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir kitap
olsaydı, Allah'ın, O'na içten bağlanan kulları olurduk" derlerdi. (Sftffat, 167-169).
11 And olsun ki onlara: «Gökleri ve yeri kim yarattı» diye sorsan, «on-
ları güçlü olan, herşeyi bilen yaratmıştır» derler. (Zuhruf, 9).
12 Onlar, Rahman olan Allah'ın kulları melekleri de dişi saydılar- Ya-
ratılışlarını mı görmüşler? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sor¬guya çekileceklerdir. Eğer Rahman dilemiş olsaydı biz bunlara kul¬luk etmezdik derler. Buna dair bir bilgileri yoktur. Onlar yalnız vehimde bulunuyorlar. (Zuhruf, 19-20).
Ayrıca Bkz: (6/8,124,136; 7/28; 10/18; 16/53-54; 17/67; 29/61-63; 30/33-35; 39/3, 8, 38; 43/87)
Konunun zihinde berraklık kazanması için kasıtlı olarak fazla¬ca naklettiğimiz bu ayetler Arapların Allah'ı kabul ettiğini tasvir eden ayetlerin tamamı değildir. İlerdeki konularda da göreceğimiz gibi onların Allah'ın varlığını kabul ettikleri, Peygamber'e zorluk çı¬karmalarının nedeni, onun Nübüvvetini ve Risaletini inkâr etmele¬ri ve bu ikisinin Allah ile ilişkisinin olmadığı yönünde olduğunu be¬lirten başka ayetler vardır.-Ayrıca melekler faslında arzettiğimiz ayetlerde onların Allah'ı, yüce uluhiyetini, meleklerin O'nun (sub-hanehu) kızları olduklarını, onun hizmetine ve evrende Allah'ın emirlerini uygulayan özel görevliler olduklarını kabul ettiklerini ifa-
366
de eden açıklamalar vardı. Bunun yanında burada ve geçen konu¬larda naklettiklerimizle yetinip vermediğimiz Kur'an ayetleri de var¬dır.
Bu ayetler ve onların paralelindeki ayetlerden yapılabilecek tesbitleri şöylece sıralayabiliriz:
a) Peygamber'in çevresinde yaşayan halk, ya da onlardan bir ke¬sim, ulu bir Tanrı, yeri, gökleri ve ikisindeki yaratıkların hepsini ya¬ratan bir yaratıcı, evrenin idare düzenini kuran, evirip-çeviren ve onların Rabbi olarak Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Tabii ki bu ev¬renin içinde melekler ve cinler de yer alıyordu. Herşeyin dizginini onun eline veriyorlardı. Tabiat güçlerine egemen olan, Güneş, Ay, yıldızlar, denizler ve rüzgarlara hükmeden, onları canlıların yara¬rına uygun biçimde düzenleyenin O olduğuna, dirilten ve öldüren, insanlara rizik veren ve alanın yine O olduğuna inanıyorlardı.
b) Bu çevre ya da onlardan bir grup işlerin, büyük olanlarında, çok tehlikeli ve korkunç olanlarında Allah'ı en yüce sığınılacak varlık olarak görüyorlardı. Ondan başkasının zararı bertaraf etme¬ye, kötülüğü savmaya ve iyiliği vermeye gücünün yetmeyeceğine ina¬nıyorlardı. Onlar tehlikelerle, korkunç olaylarla karşılaştıklarında, felaketlerle, belalarla yüzyüze geldiklerinde O'na yalvarıyor ve yal¬nız O'na dua ediyorlardı. Çünkü onlar O'nu, kendilerini kurtaracak güç ve kudrette görüyorlardı. Kötülükleri savma, felaketleri ve bü¬yük tehlikeleri önleme üstünlüğü olduğuna inanıyorlardı. Bu şey¬lere kendi ortaklarının, tanrılarının ve şefaatçılarınm güçlerinin yet-meyeceğini kabul ediyorlardı.
c) Onlar ya da onlardan bir kesim, Allah'ın, peygamberler ve uya¬rıcılar gönderdiğine, onları kendi mucizeleriyle desteklediğine, on¬lara melekler gönderdiğine, öğretilerini, emirlerini, helallerini, ha¬ramlarını içeren kitaplarını onlara gönderdiğine inanıyorlardı.
d) Onlar ya da onlardan bir grup, kendi inançlarının, gelenekle¬rinin, ayinlerinin, helal kılma ve haram yapmalarının ancak Allah'ın emirleriyle alakalı olduğuna, O'nun ilhamından ve vahyinden kay¬naklandığına, bu eylemlerinde Allah'ın kendilerinden ve edindikle¬ri ortaklardan, şefaatçılardan razı olduğuna inanıyor ve eğer Allah bu işlerden razı olmasaydı onları yapmazdık diyorlardı.
Böylece anlıyoruz ki, dördüncü maddede yer alan gerçekler, es¬ki dini düşünce ile yeni dini düşünce arasındaki bağı oluşturan bir halka gibidir. Bu da Allah'ı kabul etmelerine rağmen ortaklar ve şe-faatçılar edinmelerini, onları ibadette, duada ve yönelişlerinde Al-
367
lah'a ortak koşmalarını açıklığa kavuşturur niteliktedir. Tahmin¬lere göre, araplar ilk zamanlarda putperesttiler. Maddeye ve doğa güçlerine tapıyorlardı. İyilik ve kötülüğü sembolize eden gizemli güç¬lerin, ruhların varlığı inancı onlarda henüz belirmişti. Onlar bu dev¬rede ulu bir tanrının varlığını ya da buna benzer bir şeyi düşünemi-yorlardı. Daha sonra bunların adını ve niteliklerini duymaya baş¬ladılar. Yavaş yavaş bunlar da onların belleklerine, anlayışlarına yer¬leşmeye başladı. Nihayet Kur'an'ın kendilerine inmeye başladığı za¬man dilimine girdiler. Bu sırada onlar göklerin ve yerin sahibi, ev¬reni evirip-çeviren ve doğa güçlerine egemen olan, insanların başı¬na gelebilecek her felakette onların sığınağı ve onlardan bunların tü¬münü savma gücü ve kudretinde olan, iyilik namına diledikleri her şeyde en büyük dayanağı oluşturan ulu bir tanrının varlığını teslim ediyorlardı. Yalnız onlar henüz somut-maddi olmayan gözle görül¬meyen şefaatçılardan, ortaklardan ve arabuluculardan tamamen so¬yutlanmış bir tek tanrı inancına ulaşabilecek, bu anlayışı kavraya¬bilecek düzeyde değillerdi, ilk üç maddede belirtildiği gibi onlar, Al¬lah'ın varlığını kabul ediyorlardı. Fakat bu sırada ilk tmceki tanrı¬larından bağımsız olamıyorlardı. Onların sembollerine daha fazla bağlanıyor, ibadette, yönelişte, yardım ve şefaat dilemede, kötü, ezi¬yet verici güçlere, belalara ve tehlikeli durumlara karşı onlardan me-ded ummaktan âzâde düşünemiyorlardı; ayrıca bu hareketlerinde doğruluk üzere olduklarına inanıyorlardı. Zira onlar bu kadar yü¬ce, ulu, üstünlük, güç ve kudrete sahip olma nitelikleri taşıyan ya¬ratma, geniş imkan tanıma, sıkıntıya sokma, alma, verme, yaratık¬larını dilediği gibi evirip çevirme, dilediği biçimi kazandırma kud¬retinde olan Allah'ın bu işlerden razı olmayacak olursa onların bu maddi-manevi ya da doğal ma'butlara ibadet etmelerine, ona yönel-melerine, onlardan yardım ve şefaat dilemelerine izin vermeyeceği kanısmdaydılar. Bu anlayışları ile aslında, atalarından miras aldık¬ları, gönüllerinde yer etmiş inançları, bu gözle görülen maddi sem¬bollerden ve ma'butlardan özgür olamayacaklarını taklidi bir anla¬yışla ileri sürüyorlardı.
Burada dikkat çekilmesi yerinde olan bir nokta da, Arapların bu işi ilk başlatanlar olmadığı ve bu anlayışın yalnız onlara özgü olma¬dığı, hatta onların çevresine ve asrına da mahsus olmadığı gerçeği¬dir. Bu anlayış, temeli ve sebebleri mantık kurallarıyla izah edile¬meyecek şekilde, daha sonraki değişik asır ve çevrelerde tekrar gö¬rülmüştür.
368
İşte bu tablo sayesinde onların dini düşüncelerinde ileriye doğ¬ru adımlar attıklarını görebiliyoruz. Yalnız maddi-manevi ve doğal şeylere tapma merhalesinden, Allah'ın anlamını anlama, O'nu dü¬şünme ve kabul etme merhalesine geçtiklerini farkediyoruz. Yalnız bu adım tam ve yeterli değildi. Çünkü onlar henüz yalnız Allah ile yetinme, O'na düşüncede, gaybî, soyut bir iman ile bağlanma olgun¬luğuna ulaşmamışlardı. Az önce bu noktaya işaret etmiştik. Onlar bu sırada henüz Yusuf Sûresi ayetinin ifade ettiği merhaledeydiler: «Onların çoğu ortak koşmadan Allah'a inanmazlar.» (106. Ayet).
Ayetlerin metinlerinden yola çıkılarak yapılan bu açıklamalar, Arapların dini düşüncelerinde bu katı, kaba, taş ve madde sınırla¬rını aşamadıklarını ileri süren görüşü çürütmektedir.
Kur'an'a dayanarak, bu Allah düşüncesinin onların belleklerin¬de, anlayışlarında ilk olarak ne zaman belirgin bir hâl aldığım tes-bit etmek mümkün değildir. Fakat onların bu anlayışlarının peygam¬berlikten çok önce oluştuğunu, var olduğunu tercih edebiliriz. Dış dünya ile ilişki kurdukları ve onlara gidiş-gelişlerinin çoğaldığı, bilgilerinin, kültürlerinin gelişip, genişlediği zamanlarda bu anla¬yışın belirginleştiğini söyleyebiliriz. Bazı ayetlerde bu zaman zar¬fının peygamberlik döneminden büyük ölçüde uzak olduğuna işaret edilmiştir. Onların: «Biz atalarımızı bir din üzere bulduk. Biz de on¬ların izinde gitmekteyiz.» (Zuhruf, 22) şeklindeki sözlerini, ataları¬nın dini üzere yürümelerini engelleyen Peygamber'e uymamaları için birbirine öğütte bulunduklarını görüyoruz. Aşağıdaki örneklere ba¬kalım:
1 Müşrikler, «Allah dileseydi babalarımız ve biz ortak koşmaz ve hiç-
bir şeyi haram kılmazdık» diyecekler. (En'am, 148).
2 Allah'a eş koşanlar: «Allah dileseydi O'ndan başka hiçbir şeye ne biz
ve ne de babalarımız tapardı...» (Nahl, 35)
3 Ayetlerimiz onlara apaçık olarak okunduğu zaman1 <<Bu adam sizi ba-
balarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka birşey istemiyor» derlerdi... (Sebe', 43)
4 Onlardan ileri gelenler, "Yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta direnin, siz-
den İstenen şüphesiz budur. Önceki dinde de bunu işitmedik, bu an¬cak bir uydurmadır. Kur'an, aramızda O'na (Muhammed'e) mı in¬dirmeliydi?» dediler... (Sad, 6-8).
5 «Hayır, doğrusu biz babalarımızı bir din üzere bulduk, biz de onların
izinden gidiyoruz» derler... (Zuhruf, 22).
369
Arapların belleklerinde Allah düşüncesinin yeni olmadığının ve onun peygamberlikten çok önceleri gerçekleştiğinin ortaya çıkışını; tabiatıyla, "Allah" sözcüğünün Arap dilinde yeni olmadığı gerçeği iz¬ler.
Müfessirler, bu sözcüğün "İlahe" (Tanrıça) kavramının mu-za'afından, ya da hayrete düştü anlamında "velehe"den, yahut da bir nesnede huzura kavuştu anlamını taşıyan "lahe" sözcüğünden türe-tildiğini söyledikleri gibi, "lâfın Allah kavramının dişi varyantı ol¬duğunu da ifade etmişlerdir. Birinci görüşteki kökler, isabetli olmak¬la beraber ikinci görüşteki kök, daha isabetlidir. Gerçekten Arapla¬rın "Lât" yerine Allah kavramını koymuş olmaları ve onun erkek var¬yantı olarak kabul etmeleri mümkündür. Gerçekten Allah'ın onla¬rın anlayışlarında, yeni ve ulu bir Tanrı olarak şekillendiği sırada, O'na bu adı vermiş olabilirler. Tabii ki, bu başka bir münasebetle Lât adının Babil eski ma'budu "Lata" ile isimde benzerliğini gözardı et¬tiğimiz zaman böyledir. Sonra Lât kavramının ma'budu gösteren Arapça eski bir kavram oluşuyla ad ve ilişkisini görmezlikten gel-diğimiz zaman da böyledir. Kur'an'da Lâfın adı Uzza ve Menat'm adından önce gelmiştir. Rivayetler de önce onu anmaya özen göste¬rirler. Özellikle de yeminlerde önce o'nun adı getirilir. Zannediyo¬rum bu da Lât'm Araplar katında birinci derecede saygın olduğunu, ya da ulu bir ma'but olduğunu göstermektedir. Eğer Peygamber zamanında böyle değilse de, ondan önce böyleydi. Eğer bu yaklaşım doğru olursa, "Lât" ile "Allah" kavramları arasındaki aynı kökten gel¬me ya da birbirinin yerine kullanılabilme ilişkilerinin tercih edili¬şi pekiştirilmiş olacaktır.
Allah düşüncesinin, O'nun varlığım kabul eden Arapların anla¬yışlarında açıklık kazanması konusunda ek bir açıklama daha ver¬mek istiyoruz. Isra Sûresi'nde:
«Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürme-li, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.» (92. Ayet).
Furkan Sûresi'nde de:
«Bizimle karşılaşmayı ummayanlar bize ya melekler indirilme¬li, ya da Rabbimizi görmeliyiz derler.» (21. Ayet).
Aciz bırakma ve meydan okuma sadedinde de olsa bu sözlerin on¬lardan hikaye edilişi, onların Allah'ı gözlerinin önünde şekillenebi¬lecek bir nesne olarak hayal ettiklerini ilham edebilir. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki: Araplar bu düşüncede ilk kimseler değildi. Bu düşünce sırf onlara özgü değildi, başkalarını da kapsıyordu. Bilin-
370
diği gibi İslâm Teoloji Bilimi'nde (Kelam İlmi) dünyada ya da Ahi-ret'te Allah'ın insanın gözleri önünde şekillenerek gör ülebilip-görü -lemeyeceğiyle ilgili konular vardır. Bu, diğer semavî dinlere inanan başka milletlerin de problemi olagelmiştir.
Bize göre, Allah düşüncesinin Arapların belleklerinde belirgin¬lik kazanması ve ileriye doğru adımlar atılmasında en büyük rol ki¬taplılara düşmüştür. Arapların yolculuk yaptıkları, gidip-geldikle¬ri ülkelerin çoğunda Hıristiyanlık egemen bulunuyordu. Yarımada¬nın iç kesimlerinde olduğu gibi dış taraflarında ikamet eden Arap-ların büyük kesimi onu din olarak kabullenmişlerdi. Hicaz'da bulu¬nan Yahudi azınlıklar güçlü-belirgin azınlıklardı ve Araplarla iliş¬kileri vardı. Ehli Kitap ve Araplar arasındaki ilişkiler neticesinde Arapların dini düşünceleri bu yeni devreye eklenmiş olabilir. Böy¬lece tıJu Tanrı inancını onlardan almış olabilirler. Ya da insanlık dü¬şüncesinde doğal olarak kaydedilen bu gelişme o düşünceye açıklık kazandırmış olabilir. Fakat bu anlayış onların köklü halde bulunan geleneksel inançlarına ağır basacak güce ulaşmamıştı. Onun için bir taraftan Allah'ın varlığını kabul ettiler, diğer taraftan kendi ma'but-larını, inançlarını ve geleneklerini de korudular. Anlayışların ve çev¬relerin şartlarına göre gelişme devam etti. Yavaş yavaş Allah anla¬yışları netleşti. Ona yönelme, yalnız ona ibadet etme, onu soyut ve gaybî bir anlayışla anlama merhalesine gelindi. Maddi-manevi ma'butlara ve onların sembollerine Allah ile beraber olarak tapma anlayışını, horlama düşüncelerini yeniden gözden geçirme merha¬lesine ulaşıldı. Artık onlar bu ma'butları ve sembollerim bırakacak merhaleye gelmiş bulunuyorlardı. Bunlar Hanifler, Sabitler, İbra¬him'in Hanif dinini araştıranlar sınıfıydı. İleride bunlardan söz edeceğiz. Ehli Kitap hakkında ya da onlarla ilgili Arapların anlayış¬ları hakkındaki pekçok Kur'an ayetleri görüşümüzü desteklemek¬tedir. Bunların çoğunu birinci bölümün konularında vermiştik. Bir kısmını ise, ileride vereceğiz. Ayrıca Yahudilik, Hıristiyanlık ve onların Arap inançları üzerindeki etkileri konusunda bu konuya tek¬rar döneceğiz.
Arapların Allah'ı ulu bir Tanrı olarak kabul ettiklerini bildi¬ren, gösteren ya da işaret eden ayetlerin çokluğuna, üslubuna ve içe¬riğine dikkat çekmek istiyoruz. Allah'ın varlığı düşüncesi ve bu şe¬kilde O'na inanma olayının Peygamber döneminde geniş alanlara ya¬yıldığını, şehir halkını ve köylüleri genel olarak kapsadığını söyle-yebiliriz. Arapların genel inancı olan şirk inancı da bunun bir deli-
371
lidir. Allah'tan başkasını Allah ile birlikte ortak koşma bunu da be¬raberinde getirir. Bu şirk koşma ister temelden ortak koşma, ister¬se ikinci derecedeki şirk koşma olsun farketmez. Bu anlayış Peygam¬ber asrının tüm Araplarını, onlardan küçük bir azınlığı oluşturan ki¬taplıları dışarıda bırakırsak, medeni olanları ve göçebe olanlarını bü¬tünü ile düzene koyuyordu. Kur'an ayetleri ağır basan genelliğiyle, hatta onların maddi-manevi ve doğal ma'butlarına saldırılarda bu¬lunanları bile, Arapların ibadette ve yönelişte Allah ile beraber başkasını ortak koşma ile, bunun tutarsız bir eylem olduğunu dile getirip eleştirmekle, onun Allah inancı düşüncesiyle bağdaşmaya¬cağını pekiştirmekle alakalıdır. Ayetleri dikkatli olarak incelediği¬mizde bu gerçeği rahatlıkla görebiliriz.
Arap yarımadası ve çevresinde yaşayan kitlelerin, aralarındaki farklılıklara rağmen, medenisi ve göçebesiyle Hac mevsimlerinde, Hac ibadetlerinde bir araya gelişlerini bu genel yönelişlerinin bir te¬zahürü olarak görebiliriz. Tabii ki burada Hac faslında kaydettiği¬miz, onların düşünce, sınıf, Putlar ve Tanrılar düzlemindeki ayrı¬lıkları burada gözardı edilmiştir. Bu ibadetleri yerine getirmek Al¬lah'ın tertemiz Evi'nin etrafında tavaf etmek amacıyla belli bir mevsimde oraya gelişleri, genel bir barış atmosferinin havasını te¬neffüs etmeleri bu anlayışın bir sonucu olarak anlaşılabilir.
Burada Arapların Allah'a kabul etmelerinin bir sonucu olarak ye¬minlerinde "Allah" kavramını kullanmalarına da işaret etmekte yarar görüyoruz. Naklettiğimiz ayetlerde bu hususa işaret ede bö¬lümler vardı. Yanısıra onlar "Allahümme" (Allah'ım!) sözcüğünü du¬alarında kullanmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Nitekim Enfal Sûresi 32. ayetinde buna işaret edilmiştir:
«Allah'ım! Eğer bu Kitab, gerçekten senin katından ise bize gök¬ten taş yağdır veya can yakıcı bir azab ver, demişlerdi.»
Rivayetlerin kaydettiğine göre onlar bu kavramı antlaşmala¬rında ve yazışmalarında da kullanıyorlardı. Sonra onlar arasında Ab¬dullah ismi çok yaygındı. Açıkça anlaşılacağı gibi, bunların hepsi, Arapların Allah inancı düşüncesinin geniş alanlara yayıldığını pe¬kiştiren delillerdir.
Az önce verdiğimiz bazı ayetlerde, Arapların içine girdiği yeni di¬ni düşünce döneminin zihinsel yeni hareketim yansıtacak bir takım ipuçları yer almaktadır. Fatır Sûresi 42. ayeti peygamberlikten ön¬ceki Arapların, kendilerine Allah'tan bir uyarıcı geldiğinde doğru yo¬la giren ulusların en ilerisinde yer alacakları şeklindeki ağır, kesin
372
yeminlerini tasvir etmektedir. Saffat Sûresi 165-169. ayetleri ise, yi¬ne onların peygamberlikten önceki sözlerine değinmektedir. Eğer kendilerine, önceki uluslara geldiği gibi, bir Kitab gelecek olursa O'na uyacaklarını ve Allah'ın samimi kulları olacaklarını, söylüyorlardı.
«Doğru yola giren uluslar» ifadesiyle Arapların, Yahudileri ve Hı-ristiyanları amaçladıklarından kuşkulanmaya gerek yoktur. Zira, yanlarında Allah'tan bir Kitab olanlar, onlardan başkası değildi. Çünkü (Yahudi ve Hıristiyanlar) kendilerini mümin olarak kabul et¬tikleri gibi, başkaları da onları, Allah'ın Elçileri'nin getirdikleri ve Allah adına insanları uyardıklarına inanan kimseler olarak biliyor¬du. En'am Sûresinde yer alan bir takını ayetlerde de bu durum açıkça işaret edilmiştir:
«İşte bu (Kur'an) da mübarek kitâbdır. O'nu biz indirdik. O'na uyun ve (Allah'tan) korkun ki size rahmet edilsin. (Onu size indir¬dik ki) "Kitab, yalnız bizden önceki iki topluluğa (Yahudilere, Hıris-tiyanlara) indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik" deme-yesiniz. Yahut: "Eğer bize kitâb indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz. İşte size de Rabbinizden açık de¬lil, hidâyet ve rahmet geldi. Allah'm âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çeviren¬leri, yüz çevirmeleri yüzünden azâbm en kötüsüyle cezalandıraca¬ğız.» (En'am, 155-157).
Bu yeni hareketin kendisine Özgü önemli bir anlamı vardır. Arap dini düşüncesinin, gelişmesini sürdürdüğünde ve Allah'a doğ¬ru yönelişinde ileriye doğru gittiğinde kuşku yoktur. Hıristiyanla¬rın ve Yahudilerin durumlarıyla ilgilenmeleri ve onlar hakkında git¬tikçe daha fazla bilgi sahibi oldukları kuşkusuzdur. Bu dönemde Hı¬ristiyanlık ve Yahudiliğin onlar üzerindeki etkilerinin daha da faz¬lalaştığı açıktır.
Konuyla ilgili ayetleri şu şekilde açıklamak mümkündür:
a) Allah'ın varlığını kabul eden, O'nun yüce bir dayanak ve Ulu bir Tanrı olduğuna inananlardan bir grup, dini açıdan apaçık ve dos¬doğru yolu görmede kendilerini yeterli bulmuyorlardı. Ortaklar, Veliler, Şefaatçılar edinmelerini, duada, boyun eğişte ve yönelişte onlara Allah ile beraber ibadet etmede, onları ortak olarak görme¬de tutarsız ve sakat işler yaptıklarını farkediyorlardı. Onun için ken¬dilerine dosdoğru yollarını açık bir biçimde gösterecek bir Peygam-ber'in gönderilmesini şiddetle arzuluyorlardi. O'na uyma ve O'nun-la doğru yola ulaşmanın özlemini çekiyorlardı.
573
b) Araplar, Yahudilerin ve Hıristiyanların elleri altında bulunan semavî kitaplar'm haberlerini, Allah'ın kendi kitaplarını, onlara gön¬derdiği peygamberlerin haberlerini, o kitaplardaki 3'asalan ve açık¬lamaları duyuyorlardı. O kitaplara uyanların, kendilerini Allah'ın gösterdiği doğru yol üzere görmelerini, Allah'ın nitelikleri ve ken-dilerinin O'na karşı görevleri, helal ve haram konularında daha bilinçli hareket ettiklerini görüyorlardı. Sonra Yahudilerin Pey¬gamberlerin kendilerinden oluşu, Allah'ın Risaletleri ve Kitapları için seçtiği milletin kendileri olması nedeniyle kendilerine karşı üs¬tünlük, büyüklük taslama, bilginlik pozlarına girdiklerini görüyor¬lardı. İşte bu tür tavır ve tutumlar soz konusu kesimin kıskançlığı¬nı ve egoizmini harekete geçirmiş ve onların Hıristiyanların te'vil yolu ile iman ettiği Allah'a inanmalarına neden olmuştur. Onlar da Allah'ın, uluslara kitaplar ve açıklamalar yapmaları için Peygam¬berler gönderdiğine inanmışlardır. Buna bağlı olarak Araplar din ve dünya işlerinde yol gösterecek bir peygamberin Allah tarafından gön¬derilmesini arzu ediyor ve onu arıyorlardı. Araplara ait bir peygam¬berin olmasını, kendilerinin övünç kaynağı ve gururu olmasını is¬tiyorlardı. Yahudiler ve Hıristiyanların kendilerine karşı üstünlük vasıtası kıldıkları semavî bir kitaplarının olmasını diliyorlardı. Böylece makam, gurur ve doğru yolda olma açısından onlardan ge¬ri olmayacaklardı. Daha önceki konularda27 çoğunu naklettiğimiz ayetlerin pek çoğu Yahudi ve Hıristiyanların özellikle de Yahudile¬rin bu konudaki üstünlük taslamaları, bilgiçlik satmaları ve büyük iddiaları hikaye edilmişti. Bize göre bu iddianın bir benzeri ya da da¬ha fazlasını peygamberlikten Önceki zamanlarda da söz konusuydu, özellikle kendilerinin insanlardan farklı bir yapıda oldukları; Hi¬caz'daki maddi ve edebî konumları açısından bakıldığında mesele da¬ha da açıklık kazanır. İşte onların bu tutumları Arapların kıskanç¬lık ve zillet duygularını, isteklerini daha da kamçılıyordu.
c) Bir peygamberin gönderilişini bekleyen, ona uyacaklarına ve gösterdiği yoldan yürüyeceklerine yemin eden Araplardan bir kıs¬mı, Yahudilerle Hıristiyanlar arasında dini işler nedeniyle büyük ay¬rılıkların, tartışmaların, nefret duygularının olduğunun, birbirleri¬nin kuyusunu kazdıklarının farkındaydılar. Hatta onlar arasında bir-birine tuzak kurmalar ve çatışmalar olduğunu görüyorlardı. Bu her iki milletin, öncelikle kendi içlerinde, daha sonra da birbirleri-
27 Bkz Birinci Bolum, uçtıncu konu Ayrıca bkz: 2/76, 79, 80, 111, 135, 4/46, 50, 5/19 374
ne karşı düşmanca bir tutum içinde olduklarını göz Ilıyorlardı. İşte Arapların gündeme getirdiği, akıl erdiremeyip garip karşıladığı, eleştiri ve alay konusu yaptığı şey de buydu. Onun için Patır Sûre¬si ayetinin bildirdiği sözleri söylüyorlardı. Belki de, onlardan bazı¬ları bir kitap, bir Rasûl sahibi olmak için Hıristiyan yahut Yahudi oluyordu. Nitekim diğer Araplardan bazıları böyle yapıyordu. Fakat çok geçmeden bu ayrılıkların, boğuşmaların iç yüzünü öğreniyor, ku¬laklarıyla duyup, gözleriyle görüyorlardı. Sonra da durup seyredi¬yor, afallayıp kalıyorlardı.
Kur'an'da bu dini ayrılıklara işaret edilmiştir. Konuyla ilgili pek çok Mekkî ve Medenî ayeti daha Önce nakletmiştik. Şimdi nak¬ledeceklerimiz de onlardan bazılarıdır:
1 Yahudiler dediler ki: «Hıristiyanlar bir temel üzere değillerdir.» Hı-
ristiyanlar da: «Yahudiler bir temel üzere değillerdir» dedi. Oysa on¬lar, Kitab'ı okuyorlar. Bilmeyenler de, onların söylediklerinin ben¬zerini söylemişlerdi. Artüc Allah, kıyamet günü anlaşmazlığı düştük¬leri şeyde aralarında hüküm verecektir. (Bakara, 113).
2 .. .Ancak kitap verilenler, kendilerine açık deliller verildikten sonra ara-
larındaki ihtiras 3'üzünden, onda ayrılığa düştüler... (Bakara, 213).
3 Allah katında din şüphesiz İslâm'dır. Ancak Kİtab verilenler, kendi-
lerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzımden ayrılığa düş¬tüler... (Al-i îmran, 19).
4 «Biz Hıristiyanız» diyenlerden söz almıştık onlar kendilerine belleti-
lenin bir kısmını unuttular bu yüzden aralarına kıyamete kadar düş¬manlık ve kin saldık. Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir. (Maide, 14).
Burada naklettiğimiz ve daha önce verdiğimiz ayetlerin üslubu, gerçek din ve Semavî Kitapları savunması, onların kutsiyeti ve ni¬teliği üzerinde durması, aralarındaki ihtilaflara, düşmanlıklara, çe-kememezİlklere, azgınlıklarına, heva ve heveslerine tabi oluşlarına işaret etmesi, evet bütün bunlar gösteriyor ki, Risalet dönemi önce¬si, özellikle Mekke ve Medine Arapları, Yahudiler ve Hıristiyanla¬rın kendi içlerindeki ayrılıkları, mezhep sürtüşmelerini, mücadele¬lerini... biliyorlardı. Bu da Arapların hayrete düşmesine ve şaş¬kınlığına neden oluyordu. Hatta Yahudi ve Hıristiyanlarca alay ediyor, onları eğlence konusu ediyorlardı. Ve «Eğer kendilerine bir uyarıcı ve kitap gelirse onlardan daha doğru yolda olacaklarını» te¬menni ve iddia ediyorlardı,..
375
d) Araplardan bir kısmı, bazı Yahudi din bilginlerinden ve ruh¬banlardan, Arap bir peygamberin gönderilmesinin yakın olduğu müjdesini almış olabilirler. Böylece O, artık gelmesi özellikle vur¬gulanmış biri olarak bekleniyordu. O'nun gelişiyle Arapların diğer uluslar gibi doğru yolu bulup toparlanacağı, birbiriyle boğuşan, sürtüşen, birbirine kin besleyen, diş bileyen gruplar ve partilere ay¬rılış durumundan kurtulacaklarına kesin gözüyle bakılıyordu:
Kur'an'da bunu destekleyici bir takım işaretler vardır. A'raf sû¬resinde şu bölüm dikkat çekmektedir:
«Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Elçi'ye, ümmi Peygamber'e uyarlar...» (157. Ayet).
Bu Kur'an ayetinin Yahudilerin ve Hıristiyanların duyacağı şe¬kilde apaçık okunması, özellikle onlara yöneltilmesi, onların kendi kitaplarında bu ümmi Peygamber'in niteliklerini, kendi dini kitap¬larında herhangi bir üslubla görmüş olmaları ve onun ortaya çıkı¬şının yakın olduğunu öğrenmiş bulunmaları halinde ancak anlaşı-labileceğinden kuşku yoktur. Bu bilginin Peygamber'in çevresinde¬ki Araplara ya da onlardan bir gruba ulaşmış olması, muhakkaktır demesek de, büyük bir ihtimal dahilindedir.
Saf Sûresinde:
«Meryem oğlu İsa da, "Ey îsrailoğulları, ben size Allah'ın Elçisi¬yim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir Peygamber'i müjdeleyici olarak geldim," demiş¬ti.» (6. Ayet).
Ayet Medenidir. Ayetin Müslümanlara göre yüzde yüz doğru olan, İsa (a.) tarafından îsrailoğullanna bildirilmiş imanî bir açık¬lama olduğuna ilave olarak denebilir ki: Eğer Isa bunu müjdeleme-mişse ve en azından Hıristiyanlar da onu destekleyip sözünü etme¬mişse, bir Kur'an ayetinin Yahudi ve Hıristiyanların duyacağı şekil¬de açık olarak okunmuş olması düşünülemez. Onların bu işten ha¬berdar olduklarında kuşku yoktur. Peygamberin çevresinde yaşayan Arapların ya da onlardan bir grubun bu işten haberi olduğu büyük ihtimalle kesindir.
Bakara Sûresinde:
«Vaktaki Allah katından onlara, kendilerinde olanı tastik eden Kitap geldi -ki onlar bundan önceleri inkar edenlere karşı kendile¬rine yardım gelmesini beklerlerdi- bildikleri gelince onu inkâr etti¬ler. Allah'ın laneti inkâr edenlerin üzerine olsun.» (89. Ayet).
Müfessirler, rivayetlere dayanarak ayeti şöyle açıklamışlardır:
376
Yahudiler, Araplara, kendilerinden bir peygamberin yakında orta¬ya çıkacağını haber veriyorlardı, O'nun kendi hizbinden olacağını söylüyorlardı. Araplara karşı O'nunla birleşeceklerini, bir üstünlük ve böbürlenme vasıtası olarak dile getiriyorlardı. Ayetin özü, özel¬likle de «onlara geldiği zaman onu tanımadılar» cümlesi bu açıkla-mayı tamamen desteklemektedir.
Yine Bakara Sûresinde İbrahim ve İsmail (a.) ile onların Al¬lah'ın Evi'nin duvarlarını yükseltmelerini, oraya sığınacak, ziyaret edip rüku ve secdelerde bulunacak insanlara hazırlanmalarını di¬le getiren bir ayet, bu meseleye ışık tutmaktadır:
«Rabbimiz! İçlerinden onlara senin ayetlerim okuyan, Kitabı ve hikmeti Öğreten, onları her kötülükten arıtan bir Peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve Hakim olan ancak Sensin.» (129. Ayet).
Konuyla ilgili ayetlerin özü ve içeriği, ayetteki «onlar» zamirinin İbrahim ve İsmail'in (a.) zürriyeti olan Araplara yönelik olduğunu göstermektedir. Ayet müslümana göre yüzde yüz doğru, imanî bir gerçeği dile getirmekte, İbrahim ve İsmail'in duasını anlatmaktadır. Bununla beraber,"(başka bir münasebetle değindiğimiz, Tevrat'ta zik¬redilmeyen İbrahim (a.) kıssalarının peygamberlikten önceki Arap¬lar tarafından bilindiği, O'nunla atalık ve dini bağlarının bulundu¬ğu olasılığının güçlü oluşundan hareketle) Arapların peygamberlik¬ten önce İbrahim ve ismail'in (a.) dualarını nesilden nesile birbir¬lerine aktardıklarını, yakın zamanlarda kendilerinden bir peygam-berin gönderilişini beklemelerinde ve onu arzulamalarında, bu du¬aya dayanmış olmaları uzak bir ihtimal değildir.
2. Peygamberlik İnançları ve Peygambere Muhalefet:
Bu düşünce ve umutlara sahip olan ve yeni dini gelişmelerinin bu merhalesinde bulunan Arapların, Peygamberin (s.) çağrısına karşı ta ilk merhalesinden, özellikle Mekke döneminden beri bu an¬laşılmaz tavırlarını araştırmamız tabii olacaktır. Çünkü onların bu tavırları o zamanki düşüncelerine, umutlarına ve dini alanda kay¬dettikleri gelişmelere tamamen aykırı düşmekteydi.
Herşeyden önce önemli bir noktaya dikkat çekmeliyiz: Arapların Peygamberin çağrısına karşı tutumları, özellikle Mekke dönemin¬de ve Mekke'deki tutumları, Mekke'nin liderleri, büyükleri, efendi¬leri, eşrafı, soyluları ve zenginlerinin etkisiyle oluşmuştu. Nite¬kim ikinci bölümün sosyal ve idari düzen konusunda bîr kısmını ver-
377
diğimiz Kur'an ayetlerinin belirtmeye çalıştığı <İa bu paralelde¬dir28. Ayrıca Peygamberin çağrısına karşı mücadele, tartışma, mu¬halefet, engelleme bayrağını kaldıran liderler, büyükler ve egemen sınıf, genellikle Patır, 42. ve Saffat, 165-169. ayetlerinde sözleri an¬latılan liderlerdir. Ayetler onların Peygamberlikten önceki sözleri¬ni nakletmiştir. Bu uyarıdan sonra, Mekke liderlerini ve büyükle¬rini bu işte mağlub eden ve onları bu ilginç çelişkiye düşüren etken¬leri, Kur'an'da yer alan pek çok ayetden hareketle tesbit edebiliriz: Bu etkenlerin birincisini; kin, büyüklük taslama, bizzat Pey-gamber'e uymayı kendilerine yedirememe, onu küçük görme, ken-dilerinin değil de, onun ilahi Risalet ile görevlendirilmesine öfkelen¬me şeklindeki tesbit edebiliriz. Zira onlar kendilerini makam ve mev¬ki yönünden daha ileri, ondan daha geniş servet sahibi, daha büyük şöhreti olan, daha geniş nüfuzu bulunan, sözü daha fazla dinlenen kimseler olarak görüyorlardı. Bu pek çok ayetin de dile getirdiği bir olgudur. Onlardan bir kaçını verelim:
1 Yeminlerinin bütün gücüyle Allah'a yemin ettiler: "And olsun, ken-
dilerine bir uyarıcı gelirse herhangi bîr milletten daha doğru yolda olacaklar," diye. Fakat kendilerine uyarıcı gelince 'bunun, onlara, hak¬tan uzaklaşmaktan başka katkısı olmadı. Yeryüzünde büyüklük tas¬lamalarını ve kötü tuzaklar kurmalarını (artırdı)... (Fatır, 42-43).
2 Gerçek kendilerine geldiği zaman: "Bu bir aldatmacadır. Doğrusu biz
onu inkar ediyoruz." dediler. (Ey Muhammedi) Rabbmin rahmeti¬ni onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların ge¬çimliklerini aralarında biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmele¬ri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha iyidir. (Zuhruf, 30-32}
3 "Bizim aramızda O'na mı züdr indirildi?" (Sad, 8)
Bu etkenlerden biri de, kendilerinin ve Mekke'nin diğer Arapla¬ra karşı imtiyazlarını ve bu imtiyazlar dolayısıyla kendilerine ula¬şan büyük menfaatlerini yitirme korkusudur. Ki onların bu imtiyaz¬ları ve menfaatları Ka'be'nin ve Hac ibadetlerinin Mekke'de oluşu¬na ve Beytü'l-Haram bölgesi'nin güvenliğine bağlıydı. Bu önemli nok¬ta Kasas Sûresi ayetlerinden birinde açıkça tasvir edilmiş bulunmak¬tadır:
«Dediler ki: "Eğer biz seninle beraber doğru yola (hidayet) uyar¬sak yurdumuzdan sürülürüz"...» (Kasas, 57).
28 Örneğin, Sebe', 31-33, Bakara, 166; Ahzab, Ğ7.'ye bkz. 378
Ayetin ifadesine göre Mekke'li liderler Peygamber'e uydukları za¬man kendilerinin ve ülkelerinin imtiyazlarını, yürürlükte bulunan tüm geleneklerini yitireceklerini düşünüyorlardı. Geçimleri için gereken gelirlerini, izzet ve şereflerini kaybedeceklerini hesaplıyor, büyük tehlike ile karşı karşıya geleceklerini ve herkes tarafından ra-hatlıkla yutulabilecek bir hazır lokma, her yağmacının yağmalaya¬bileceği bir konuma geleceklerini düşünüyorlardı. Muhtemelen bu, liderlerin Mekkeli kitleleri korkutup Peygamber'e uymaktan vazgeç¬meleri için kullandıkları, sömürdükleri bir durumdu. Çünkü Peygam¬ber'e uymaları onları maddi, hem de manevi kayıplara uğratacak¬tı.
Bu etkenlerden biri de onlarda köklü biçimde yer eden ve kolay kolay üstesinden gelinemeyecek olan geleneklere duyulan bağlı¬lıktı. Çünkü bu geleneklere bağlılık onların görüş açılarını daraltı¬yor, sönükleştiriyor, muhakeme güçlerini zayıflatıyor ve basiretle¬rini, görme duygularını köreltiyordu. Bu asabiyeti ve etkilerini ikinci bölümde kaydettiğimiz bir takım ayetlerle açıklamıştık. On¬ları burada tekrar etmeyi gerekli görmüyoruz.
Bu etkenlerden biri de onların "Peygamber ve "Peygamberlik" hakkındaki ön yargı ve anlayışlarıdır. Peygamber asrında ve top¬lumunda bu kavramların anlamları ve çağrıştıkları şeyler farklıy¬dı. Arap düşüncesinde başka şekilde anlaşılıyorlardı. Onların Pey¬gamber ve Peygamberlik anlayışları ile Peygamber şahsiyeti, gö¬rünümü ve gücü birbirinden farklı olunca karşı çıktılar. Onlara göre, Peygamberlik, Peygamberi insan olma tabiatı dışına çıkarıyor ve onu üstün bir varlık yapıyordu. Artık o Peygamber olunca evren¬deki yasaları ve alışılagelen sünnetullahı aşıyordu. Onları değiş-tirebiliyordu. Hiç kuşkusuz onların Peygamberi bu şekilde düşün¬melerinde daha önce duyup-öğrendikleri ulusların ve Peygamberlerin kıssaları da etkili olmuştur. Daha önce başka bir münasebetle belirttiğimiz gibi, onların Peygamberlikten önce bu kıssalardan haberdar olmaları gerekir. Zira bu kıssaların Arap çevrelerde bili¬nen şeyler olduğunu daha önce açıklamıştık. Allah'ın Musa ile konuşması, dağa tecelli etmesi, levhaları ona gökten yazılı olarak in¬dirmesi, İsrailoğullarmm onları görmesi ve dokunması, Asa'sının kor¬kunç bir ejderha'ya dönüşmesi, önüne gelen herşeyi yutması gibi kıs¬saları duydukları gibi, O'nun Mısır ülkesine bir takım musibetler gönderdiğini, tufandan daha korkunç bir dehşet'i, çekirgeyi, kı-mıl'ı, kurbağaları, kanı vs.yi üzerine çektiğini, Asa'sı ile denize vu-
379
rup onda Hipkuru yollar açtığını, israil oğullarının oradan yürdük-lerini, Firrvun ve ordusunun kurtulduklarını, Asa'sıyla taşa vurup oradan on iki kaynak fışkırttığını, îsrailoğullarımn boyları sayısın¬ca çeşmeler akıttığını, Allah'ın onları bulutlarla gölgelediğini, on¬lara yiyecek olarak Menn ve Selva'yı indirdiğini, bir kısmını eğitmek amacıyla öldürüp tekrar dirilttiğini biliyorlardı. Yanısıra, onların Yahya'nın ve daha önce de Ishak'ın Rabbani bir mucize eseri olarak Piri fani bir babadan, ihtiyar bir anneden doğduklarım İsa'nın ha¬rikulade bir mucize eseri olarak babasız dünyaya gelişini, bu neden¬le Hıristiyanların, O'nun Allah'ın oğlu olduğuna inandıklarını, O'nun daha beşikteyken Peygamberlerin sözlerini söylediğini, kör ve cüzzamlı kimseleri iyileştirdiğini, ölüleri dirilttiğini, çamura üfürüp bir kuş yaptığını, Allah'ın, Havarilerin gözü Önünde gökten O'na bir sofra indirdiğini, Havarilerin ondan yemek yediğini de duymuş ve bilmiş olmalıdırlar. Sonra onların, Allah'ın Davud'un hiz¬metine dağlan ve kuşları verdiğini, Süleyman'ı rüzgara ve cinlere egemen kıldığını, bilmeleri gerekir. Nuh Tufanı mucizesi ve gemisin¬den haberdar olmaları, İbrahim'e inen, sonra Lut'un yanına geçen meleklerin kıssasını, işledikleri günahlar nedeniyle Lut kavminin yerin dibine geçirildiğini bilmeleri lazımdır. Ehl-i Kitap yoluyla kendilerine ulaşmayan, Araplar arasında yaygın bulunan kıssaları da bildikleri söylenebilir: Hud, Salih ve Şuayb'ın peygamberlik¬lerini, Salih Peygamberin kayadan çıkan dişi deve mucizesi ve kav¬minin helak edilişini, Ad kavmini helak eden fırtına biçiminde esen rüzgarı, Şuayb kavmini yok eden kara bulutu bilmeleri gerekmek-tedir. Daha buna benzer Peygamberlere ait kıssaları bildikleri söy¬lenebilir. Onlar buna bağlı olarak daha önceki Peygamberler hak¬kında du3'duklan normlar ile "Peygamber'i" değerlendirmeye kalk¬tılar. Zihinlerinde yer eden Peygamber anlayışına göre onun şah¬siyetini değerlendirdiler. Muhammed'in onlara, Allah'ın kendisine vahyettiğini, kendisine peygamberlik verdiğini, insanları, hidaye¬te ve hak dine iletmesi için kendisini elçi olarak görevlendirdiğini bildirmesi, Allah'ın melekler aracılığıyla kendisine indirdiği, haber verdiği kitabın ayetlerini kendilerine okumasına tanık oluyorlardı. Tüm bunlara rağmen O, kendilerinden biriydi. Kendileri gibi bir in-sandı. Yedikleri gibi o da yiyordu, içtikleri gibi o da içiyordu. Onların çarşıda-pa zarda dolaştığı gibi gezip-dolaşıyordu. Kendilerinin başına gelen musibetlerin hepsi onun başına da geliyordu. Muhtaç olduk¬ları herşeye o da muhtaç bulunuyordu. Kendilerinin faydalandığı her
380
şeyden o da faydalanıyordu; bu nedenle onda özel bir nitelik, açık bir alamet ve olağanüstü bir güç bulamıyorlardı. Kendisine inen melek¬leri de gör emiyor lar di. Buna karşı dehşete kapılıp ayetler (mucize¬ler) ve deliller istediler. Nitekim daha önceki peygamberler buna ben¬zer şeyler gösteriyorlardı. Araplar da Rasul'den kendisini destek¬lemesi için meleklerin inmesini, elle dokunacakları ve okuyacakları bir kitabı gökten indirmesini, yerden sular fışkırtmasını, yerin ha¬zinelerini dışarı çıkarmasını, önceki atalarını diriltmesini ve daha nice Kur'an ayetlerinin hikaye ettiği meydan okumalara baş vuruyor¬lardı. Biz bu ayetlerden pek çoğunu zora koşmalar, büyü ve büyü¬cülük, kehanet ve kahinlik, şiir ve şairler, melekler ve cinlerle ilgili konularda nakletmiştik. Fakat Peygamber'in tüm bu iddialara kar¬şı tutumu, sürekli olarak olumsuz oluyordu ve o yalnızca kendisine indirilen Kur'an'a İşaret etmekle yetiniyordu. Şöyle ki:
1 Deki: "Size Allah'ın hazineleri yanımdadir, demiyorum: Gaybı da bil-
miyorum. Size ben meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vah-yolımana uyuyorum." De kî' "Görenle görmeyen bir midir? Düşün¬müyor musunuz?" (En'am, 50)
2 De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar ve-
recek durumda değilim. Eğer gaybı bilseydim daha çok hayır yapar¬dım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece İnanacak bir toplum için uyarıcı ve müjdeleyici bir peygamberim." (A'raf, 188)
3 Dediler kİ: "Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız.
Veya hurmalıkların, bağların olup aralarında ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut altundan bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bununla beraber, sen, bizim üzerimize okuyacağımız bir kitab İndirmedikçe senin göğe çık-mana da inanmayız." De ki: "Allah'ı tenzih ederim, (Subhanallah) ben sadece elçi olan bir insan değil miyim?" (îsra, 90-93) AyrıcaBkz: (6/109; 10/15; 13/7; 29/50-51)
Yalnız samimiyet ve doğruluğun ortaya çıktığı bu Kur'anî cevap¬lar ve karşılık vermeler, onları mucizeler ve harikulade şeyleri is¬temekten alıkoymadığı gibi, o ana kadarki "Peygamberlik" hakkın¬daki düşüncelerini de değiştirmeyecek yeni bir peygamberlik an¬layışı için ikna etmeyecekti. Daha sonra bu anlayış farkları yerini şid-detli çatışmalara terk edecektir. Elektriklenen havaya kin, kıskanç¬lık ve öfke egemen olunca, onların apaçık gerçeği, hakikatleri, üstün
381
aldı, doğruluğu, samimiyeti; sözde, eylemde, Allah'a ve güzel ahlaka çağrıda gösterilen ihlası görmelerini engellerdi. Böylece onlar, Pey-gamber'in çağrısını kendi zihinlerinde bulunan bilgilerle, inançlar¬la ölçüp-tartmaya ve ona göre değerlendirmeye kalktılar. Ona, bazen şair, bazen kahin, bazen sihirbaz, bazen büyülenmiş, bazen de mec¬nun demeye başladılar. Rasulün söylediklerinin şeytanın fısıltıları olduğunu iddia ettiler. Kendilerine okuduğu şeylerin, başkasından öğrenilmiş olduğunu eski milletlerin hikaye ve masallarından aktar¬malar olabileceğini ileri sürdüler. Bu iddiaların herbirisiyle ilgili olan ayetlerin çoğunu ilgili yerlerde vermeye çalışmıştık, onların bu tavırları, Peygamberin çağrısı siyasal yönden güçlenip askeri alan¬da üstünlük elde edinceye, liderlerin, diretenlerin mücadele edenlerin, tartışmaya girenlerin, inatçı, müstekbir ve kin besleyen düşmanların çoğu yok oluncaya kadar, aynı çizgide seyretmiştir.
3. Ahiret İnancı:
Peygamberlik davasının en temel ilkelerinden biri de ölümden sonra dirilme inancıdır. Muhtemelen bu husus Mekke döneminde en büyük ve en aşılmaz engellerden birini oluşturuyordu. Mekkî Kur'an'ın tekrar ve yoğunluk bakımından en önemli konularından birini bu inanç oluşturuyordu. Kur'an ayetleri, Kur'an'ın belir-lediği, müjdeleyip-uyarıda bulunduğu ahiret günü, insanların ölüm¬lerinden sonra dirilişi, dünya hayatlarında yaptıklarından hesaba çekilişleri, herkesin iyilik ve kötülük yönünden yaptıklarının kar¬şılığını bulacakları, iyilik yapan müminlerin bağışlanması, Allah'ın rızasına kavuşması ve cennetle mükafatlan dmlacakları, kötülük ya-pan kafirlerin ziyana uğrama, horlanma ve cehenneme sokulmak¬la cezalandırılacakları şeklindeki açıklamalarını Arapların hemen inkar, yüz çevirme, karşı koyma ve alaya almakla karşıladıklarını bildirmektedir. Bunlarla ilgili olarak gelecek örneklere bakalım:
1 "Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir. Biz dirilecek değiliz," de-
diler, (En'am, 29)
2 Onlara: "öldükten sonra dirileceksiniz" desen, inkâr edenler mut-
laka: "Bu apaçık bir büyüdür" derler. (Hud, 7)
3 Ölen kimseyi Allah'ın dıriltemeyeceği üzerine bütün güçleriyle Allah'a
yemin ederler. (Nahl, 38)
4 "Öldüğümüz, toprak ve kemik haline geldiğimiz zaman mı diril-
tileceğiz?" dediler. "Andolsun, bu tehdid bize de, bizden önce ata-
382
larımıza da yapıldı. Bu evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir" (dediler). (Müminim, 82-83)
5 "Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız, bizi za¬manın geçişi yokluğa sürükler." derler. Onların bu hususta bir bil¬gisi yoktur. Sadece böyle sanırlar. Ayetlerimiz onlara açıkça okun¬duğu zaman: "Doğru sözlü iseniz babalarımızı getirin bakalım" demekden başka delilleri yoktur. (Casiye, 24-25) Ayrıca Bkz: (17/49-51; 34/7-8, 3-4)
Ahiret gününü, o günde hesaba çekilişi, mükafatı ve cezayı müj¬deleyen, uyarıda bulunan ayetlerin çokluğu, içerdikleri Rabbani hikmet ve imani hakikatin yanında, problemin bazı sınıflarla ilgili olup, bazılarıyla ilişkin olmadığını değil, tam tersine problemin herkesin problemi olduğunu göstermektedir. Mesele müşriklerin, Al¬lah ile beraber ortak koşanların ve O'na şefaatçılar ve arabulucular¬la yaklaşanların problemidir. Öyle ki, o zamanlarda insanların dar¬madağın olup, toprak haline geldikten sonra ikinci bir defa diril¬melerine akılları eriniyordu demek doğru olabilir. Onlar tekrar dirileceklerine, dünya hayatlarında işledikleri iyilik, kötülük, sevap, günah, yararh-zararlı, iman, küfür gibi herşeyden tekrar hesaba çekileceklerine akıl erdiremiyorlardı.
Bizim tercihimize göre, Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinde ölümden sonra diriliş, ahiret günü, hesaba çekilme, mükafat al¬ma, cezaya çarptırılma gibi konularda açık bir beyanat ve net bir gö¬rüş açısı olmayışı, Arapların zihinlerinde, düşüncelerinde mesele¬yi çözümlemesi mümkün olmayan bir düğüm haline getiriyordu. Bu nedenle onlar bu konuda yapılan uyarı ve tehditleri, yüz çevirme ve alaylı bir tavırla karşılıyorlardı. Çünkü onların bu gaybî-imanî ha¬kikati kabul etmeleri için bir hazırlıkları yok sayılırdı. Burada me¬sele soyut Allah düşüncesi, melek düşüncesi, peygamberlerin gön¬derilişi, Allah'ın onlara ayetleri ve kitapları vahyetmesi ve onları mucizelerle desteklemesi gibi değildi çünkü.
öyle ise; "Arapların herhangi bir dine bağlanmakla, Allah'ı ka¬bul etmekle, O'na ya da ortaklarına, şefaatçılarma ibadet görevlerini yerine getirmekle, kendi içlerinde bir peygamberin gönderilmesini, kendilerine Rabbani bir kitabın indirilmesini, O'na uymaları ve O'nun gösterdiği yolda yürümelerini arzu etmekle amaçladıkları he¬def neydi?" diye sorulabilir.
Bu soruya cevap niteliğinde diyebiliriz ki: İlk etapta akla gelen odur ki dinin insanda yaklaşık olarak vazgeçilmez bir duygu ol-
383
duğunu, inançların, insanda kökleştiğini ve üzerinden uzun zaman¬lar geçtiğinde insanda bir bilinçsizliğe dönüştüğünü, düşünceye ve doğru değerlendirmeye bağlılık göstermediği gerçeğini gözardı ede¬rek, onlar bu dindarlıklarında, diğer tüm insanların herhangi bir din¬darlığı seçmekle amaçladıkları hedeflerin aynısını hedefliyorlar¬dı. Ahiret hayatının hiç bir anlam taşımadığı ve özellikle Kur'an'ın belirlediği biçimde bir ahiret inancı olmayan dinleri seçen insanların amaçladığı şeyin aynısını amaçlıyorlardı. Bu amaç da Allah'ın rı¬zasını, merhametini, iyiliğini, yardımını, himayesini elde etmekti. Onu razı eden ve öfkelendiren şeyleri tanımaktı. İyiliği elde et¬mek, zararlı olan şeyleri başlarından savmayı garanti etmekti. Kendilerinin dünya hayatında bir takım istekleri, umutları vardı. Korkuları, endişeleri bulunuyordu. Yağmur onların bu istek ve umutlarını zedeleyebiliyor, kıtlık gırtlaklarına dayanabiliyordu. Musibetlere, felaketlere, hastalıklara maruz kalıyorlardı. Deniz yolculukları yapıyorlardı. Büyük tehlikeleri göğüslüyorlardı. Yol¬culuklara çıkıyorlardı. Aralarında çatışmalar, savaşlar alevleniyor¬du. Rizık korkusu çoluk-çocuk derdi bellerini büküyordu. Karanlık hayaller, rüyalar, kabuslar, gizemli kötü ruhlar kendilerini kor¬kutuyordu. Fırtınalar, depremler, ay tutulması, güneş tutulması, yıl¬dırım, gök gürültüsü, şimşekler kendilerim dehşete düşürüyordu. İş¬te bunların hepsi onları dindarlığa, Allah'a ya da O'nunla beraber tanrılara ve şefaatçılara dua etmeye, onlara ibadet etmeye, onlara şirin görünmeye, onları hoşnud eden ve öfkelendiren şeyleri öğren¬meye rağbet etmelerine neden olabilir. Yani onların dindarlığı, sırf dünya ve dünya olayları içindi. Ya başlarına gelmiş ya da gelecek olan bir felaket korkusuyla, kendilerini bulmuş ya da bulacak olan. bir kötülükten kurtuldukları bir nimeti, rızkı, iyiliği, kazancı veya zaferi elde etmek için dindar oluyorlardı.
Kur'an'da sırf bu dini düşünceyi sembolize eden bir dizi ayet var¬dır. Ayrıca Kur'an onların Allah dışında çağırdıkları ortaklarının kendilerine ne bir fayda ne de bir zarar verebileceğini, ne bir yardım¬ları ne de destekleri olabileceklerini belirtip, onların anlayışlarını reddederken de Arapların bu düşüncelerini kaydetmektedir. Kur'an zaman zaman dünya mallarının geçici olduğunu, onlara yapışma ya da onlarla yetinmenin ne denli büyük bir hata ve hoş bir şey olaca¬ğını kavratmak için bir takım örnekler vermektedir. Böylece Kur'an, onların dindarlık ve ibadetten başlıca amaç olarak gördükleri ve önem verdikleri nesnelere, onların bu sırf dünyalık düşüncelerine
384
karşılık veriyor ve onları reddediyordu.
Şirk konusunda bu hususla ilgili bir dizi ayet kaydetmiştik. Şimdi bir takım örnekler daha verelim:
1 Hac ibadetinizi bitirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi hatla ondan da-
ha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın "Rabbimiz1 Bize dünyada ver" di¬yen insanlar vardır. Öylesine ahirette bir pay yoktur. (Bakara, 200).
2 Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır; ahiret yurdu sakınanlar için
daha iyidir. Düşünmüyor musunuz?" (En'am, 32).
3 Bizimle karşılaşmayı ummayan ve dünya hayatından hoşnut olup, ona
bağlananların ve ayetlerimizden habersiz bulunanların, işte bunların kazandıklarına karşılık varacakları yer cehennemdir. (Yunus, 7-8).
4 Dünya hayatım ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin kar-
şılığını tastamam veririz; Onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte ahirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler ora¬da boşa gitmiştir. Zalen yapmakta oldukları da batıldır. (Hud, 15-16)
5 Dünyayı isteyene -İstediğimiz kimseye dilediğimiz kadar- hemen ve-
ririz. Sonra da Cehennem'i hazırlarız; yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. (İsra, 18).
6 Hayır, hayır; ey insanlar! Sizler çabuk elde edeceğiniz dünya nimet-
lerini seversiniz. Ve ahireti bırakırsınız... (Kıyame, 20-21).
7 Doğrusu insanlar çabuk elde edilen dünya nimetlerini severler de, ağrr-
lığı çekilmez günü arkalarında bırakırlar. (İnsan, 27) Allah'ın, Kur'an ayetleriyle kendilerine bildirdiği tehditleri on¬lar, hep kendi anlayışlarında, dünyada kendilerini yakalayıverecek bir azab olarak anlıyorlardi. Çünkü onların kafalarında Ad, Se-mud, Lut ve Ashabı Medyen'in cezaya çarptırılması, aniden yok edilişleri vardı. Ontın için bekliyor... bekliyorlardı! Fakat Allah'ın azabı kendilerine gelmeyince afallıyor, garip karşılıyor ve bu tehdidi inkara kalkışıyorlardı. Bir taraftan meydan okuma ve yalanlama niyetiyle onun hemen gelmesini isterken öte yandan ahiret azabı¬na da inanmıyorlardı ki ölümden sonra dirilince o azaba uğrama ola¬sılığını kabul etsinler. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Andolsun ki, onların azabını sayılı bir süreye kadar ertelersek, "onu
alıkoyan nedir?" derler. Bilin ki, onlara azab geldiği gün, artık ge¬ri çevirilmez, alaya aldıkları şey onları mahvedecektir. (Hud, 8)
2 İnsanların iyiliği acele istemeleri gibi, Allah da azabı çarçabuk versey-
di, süreleri hemen bitmiş olurdu. Bizimle karşılaşmayı ummayanları, azgınlıkları içinde bocalar bir vaziyette bırakırız." (Yunus, 11)
385
3 İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Size ayetlerimi göstereceğim, bu-
nu benden acele istemeyin. Doğru sözlü iseniz bildirin bu tehdit ne zamandır? derler. Kafirler, ateşi yüzlerinden ve sırtlarından men' edemeyecekleri ve yardım da göremeyecekleri zamanı keşke bil¬seler. Belki aniden gelecek de onları şaşırtacaktır. Artık O'nu geri çevİremezler; kendileri de ertelenmez. (Enbiya, 37-40)
4 Bununla beraber, Rabbin mağfiret ve merhamet sahibidir. Eğer onları,
yaptıklarından dolayı hemen hesaba çekmek isteseydi, azaba uğrat¬makta acele ederdi. Ama onların bir vadesi vardır. Ondan kaçıp sı¬ğınacak yer bulamazlar. (Kehf, 5S)
5 Senden azabı acele bekliyorlar. Eğer süre belirtilmiş olmasaydı, azab
onlara hemen gelirdi. Ama yine de onlar farkına varmadan baş¬larına ansızın gelecektir. Cehennem inkarcıları kuşatmış iken, on¬lar hala senden azabı çabuk getirmeni istiyorlar. (Ankebut, 53-54)
6 Biz ilk yaratışla yorulduk mu? Hayır, onlar yeniden yaratılmaktan şüp-
he etmektedirler. (Kaf, 15)
Burada bir noktaya daha temas etmek istiyoruz: Arapların, Kur'an'ın müjdelediği ve uyardığı biçimde, ölümden sonra diril¬meyi, hesaba çekilmeyi, mükafat ve cezayı kabul etmediklerini, bu inancın peygamberin çağrısı önündeki büyük problemden birini oluşturduğu ve karşı çıkılmasına neden olduğu... şeklindeki değer-lendirmemizin yanında, onların ölümden sonra Ruh'un ölümsüz¬lüğüne inandıklarını da belirtmeliyiz. Bu konuyu ilerde başka bir fasılda ele alacağız.
386

dost1
13. June 2011, 12:43 AM
F) IBRAHİMİ DİNİN DtVAWitiLMMi:
Peygamberlikten hemen önceki dönem ve çevrede ortaya çıkan yeni dini gelişme hareketine, bu hareketin içinde Hanifler, Sabiîler; ibrahim Dinini izleyenler sınıfının rolüne geçen konuda kısaca de¬ğinmiştik.
Bu konu, sözü edilen hareketin tasviri ve olgunlaşması, daha doğ¬rusu olgunluğa yaklaşması açısından çok önemlidir. Eu nedenle söz konusu sınıfı, ortaya çıkış şartlarını ve bunun taşıdığı anlamı ele almak amacıyla özel bir konu açma ihtiyacı duyduk.
1. Sabiîler:
Kur'an'da Sabitlerden söz eden üç ayet vardır, iki ayette, onlar, Müminler, Yahudiler ve Hıristiyanlarla yalnız olarak söz konusu edilmiş; üçüncüsünde ise, bunlrın yanında Müşrikler ve Mecusiler de zikredilmiştir. İşte ayetler:
1 Şüphesiz iman edenler; Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîler, bunlar¬dan kim ki Allah'a ve ahiret gününe inanır, İyi bir iş yaparsa elbet¬te onlara Rabb'leri katında mükâfat vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. {Bakara, 62)
t2 Doğrusu inananlar, Yahudiler, Sabiîler ve Hıris uyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanan, yararlı iş yapan kimselere korku yoktur. On¬lar üzülmeyeceklerdir. (Maide, 69)
3 Doğrusu İnananlar, Yahudiler, Sabiîler, Hıristiyanlar, Mecusiler, Müşrikler arasında, kıyamet günü Allah kesm hüküm verecektir. Doğrusu Allah herşeye şahiddir. (Hac, 17)
Müfessirler Sabiîlerle ilgili olarak şu görüşleri kaydetmişler¬dir29:
1- Bunlar mecusilerden bir gruptur;
2- Meleklere tapanlardır;
3- Yıldızlara tapanlardır;
4- Güneşe tapıp günde beş vakit ona namaz kılanlardır;
5- Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında bir anlayışa sahip kim¬selerdi, Allah'ın varlığını kabul ediyor, Zebur okuyor, meleklere tapıyor ve Ka'be'ye doğru namaz kılıyorlardı, her dinden bir şey al¬mışlardı;
6- Bunların dinlerinin temeli, Hz. Nuh'un dini idi;
29 Bakara, 62 ayetin tefsin için bkz: Taberi, Nesefi, Razî, Ebu's-Suud, Hazîn, Bey-zavî, Tabersî, vd.
387
7- Bunlar herhangi bir dine bağlanmayan kimselerdi.
Hac sûresi ayetinde Mecusiler ve Müşriklerin, Sabitlerle beraber zikredilmesi, Sabiîleri, mecusilikten ve Allah ile birlikte yıldızlara ve meleklere ibadet etmeyi kapsayan şirkten uzaklaştırmış olmalı¬dır. Onların Bakara ve Maide sûrelerinde müminlerle, Yahudiler¬le ve Hıristiyanlarla yani apaçık ya da te'vile dayalı bir tevhidi inanca sahip olan Muvahhidlerle zikredilmesi, onların da herhan¬gi bir şekilde Tevhid inancına bağlı muvahhidler olduğunu çağrış¬tırmaktadır. İşte müfessirler bu noktaya dikkat çekmemiş bulunu¬yorlar.
Bu ismin şu anda Irak'ta bulunan ve kendilerine "Subbe'e" ya da "sabe'e"nin bozulan biçimi sanılan "Subbe" adı verilen dini çağrış¬tırması zihinlerde yer etmiş bulunmaktadır. Hatta bazı zmifessirler bu görüşte olduklarını belirtmişlerdir. Ayrıca bilindiğine göre, Klâ¬sik Arap Edebiyatının Önde gelen şahsiyetleri arasında bu inançta oldukları bilinen kimseler vardır. Bunlar kendi inançlarına bağlı-lıklarıyla tanınmaktadır. Bunlardan biri "Ebu İshak es-Sabiî'dir" Ba¬zı müfessirler, bu inançla ilgili bir hikaye kaydetmişlerdir: Me'mun, içindeki bir grup insanın yıldızlara taptığı bir köyden geçmiş ve on¬ları müşriklerden sayıp, onlardan cizye almak istememişti. Bunun üzerine kendisine tunların, Kur'an'da Yahudiler ve Hıristiyanlar¬la beraber sözü edilen Sabiîler oldukları ve onlara uygulanan hük¬mün bunlar için de geçerli olacağı hatırlatıldı. O da onları zimmet ehlinden saymaya devam etti ve kendilerinden cizye aldı.
Bunun yanında bu kavramın "Sabee" ya da "Sabâ", (eğilim duy¬du, saptı anlamında) Arapça kökenli bir sözcük olduğunu da belirt¬meliyiz30. Yusuf Sûresinde bu kökten kaynaklanan bir kip aynı an¬lamda kullanılmıştır:
"... Eğer tuzaklarım benden uzaklaştırmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum." (Yusuf, 33).
Peygamber asrındaki Arapların, atalarının dininden ayrılan ve yeni bir dine girenlere de "Sabiî" adını verdiklerini buna bağlı ola¬rak Peygamber'i ve ilk müslümarvlara bu isimle yad ettiklerini belirt¬meliyiz. Onlara "Sebee ve Sabiîler" diyorlardı. îbn Hişam'm Ömer'in müslüman oluşu ile ilgili kaydettikleri arasında şunları da görüyo¬ruz. Ömer, önceleri Peygamber'e Sabiî diyordu. Müslüman olduktan sonra Kâ'be avlusuna başı dik olarak girdiğinde orada bulunanlar
30 Lısanu'1-Arab "Sebe'e" maddesi 388
şöyle dediler: «Hattab'ın oğlu, bir Sabiî suratı ile size geldi.» Sahi¬hi Buhari'de bedevi bir kadının Peygamber'i şu sözleriyle tanıtma¬ya çalıştığı kaydedilir: «Şu kendisine Sabiî denilen adam»31 Us-du'1-Gâbe'de Haris el-Gâmidi'den rivayet edilen bir hadiste kayde¬diliyor ki O, Kureyş'ten bir topluluğun Mekkeli bir adamın başına toplandığını görmüş ve babasına: Bu kalabalık nedir, diye sormuş¬tu. Babası da: Bunlar, kendilerinden bir Sabiînin etrafında toplanan bir kalabalıktır, cevabını vermişti. Sonra ona yaklaştık. Bir de ne gö¬relim! Resulullah insanları, yalnız Allah'a ibadet etmeye çağırı¬yor.
İslam'ın ilk dönemlerinde Peygamber'e ve O'na iman edenlere Sa¬biî adı verilmesi, bu Kur'anî kavramın herhangi bir şekilde muvah-hid bir kesimi gösterdiği biçimindeki yaklaşımı güçlendirmekte¬dir. Zira Kur'an bu düşünce sahiplerini Bakara ve Maide ayetlerin¬de muvahhidler düzleminde ele almış ya da en azından onların Arapların dininden ve şirke bulaşan geleneklerinden ayrı kimseler olduğunu ifade etmiştir. Bu kavramın Kur'an'da kullanılmış olma¬sı, onun peygamberlikten önce de kullanılan kavramlardan biri ol¬duğunu gösterir. Buna bağlı olarak söz konusu kavramın ilk defa peygamber ve arkadaşları için kullanılmadığına inandığımızı söy¬leyebiliriz. Zira eğer böyle olsaydı ayetlerde önce müslümanlardan söz etmek için "Sabiîler" denmesi, ikinci olarak onlara "iman eden¬ler" kavramının kullanılması için bir hikmet olmazdı. Yani Araplar onlara bu ismi kullanmış olsa da, Kur'an'm adlandırmasına göre on¬lar Peygamber ve müslümanlardan ayrı bir kesimdir. Kesin olan, Sa-biîlerin, peygamberlikten Önce, Arapların şirke dayalı inançlarını ve geleneklerini terk edenlerden oluştuğuydu.
Tüm bunlara bağlı olarak Kur'an ayetlerinde kullanılan bu kav¬ramın, Risalet öncesi dönem ve çevrede de, herhangi bir biçimde Tev¬hide inanan bir topluluğa işaret etmek, ya da onları ifade etmek için kullanıldığını söylemenin makul olduğu görüşündeyiz. Onlara bu adın verilişi kelimenin sözlük anlamından hareket etmekten kaynak¬lanıyordu. Çünkü onlar, atalarının dininden sapmış, tevhide daya¬lı yeni bir dine ya da inanca boyun eğmiş ya da onu izlemiş bulunu¬yorlardı ve seçtikleri din Yahudilik ya da Hıristiyanlık da değildi. Bu isim Peygambere ve ona iman edenlere hemen yapıştırılmıştı. Çünkü herkesçe bilinen kullanılan bir yakıştırmaydı bu. Onların, di-
31 Tecrîd, I 47
389
ğer dinlere bağlı bulunanlarla birlikte Medenî ayetlerde anılmala¬rı, onlardan bazı bireylerin o zamana kadar kendi dinleri üzerinde kaldıkları ve Peygambere tabi olmadıklarını gösterebilir. Rivayet¬ler de, Ümeyye b. Sait'in kendisini Peygamberliğe aday gördüğün¬den, Peygamberle yarıştığını belirtmekle bu yaklaşımı destekle-mektedir.
Müfessirlerin Sabitlerle ilgili değerlendirmelerini ise bu konuda yapılan tahminler olarak görüyoruz. Ayrı ayrı görüşler ileri sürme¬leri ve bu konuda zik zak çizmeleri de, onların tahminde bulunduk¬ları görüşünü pekiştirmektedir. Aynı şekilde bugünkü Irak Subbe'le-riyle Me'mun zamanında ve ondan sonraki Sabiîler arasında bir bağ¬dan ve Kur'an'ın adlandırmasından söz etmek de bir kuruntu ve tah¬minden öte bir anlam ifade etmez. Daha doğrusu İslam'dan iki ya da daha fazla asır sonra ortaya atılan bir yakıştırma, sonradan uydu-rulan bir hikayedir. Çünkü: 1- Arapça kökenli ve türevleri Arapça olan bir sözcüktür. 2- Bu kavram Peygamber döneminde de kulla¬nılıyor ve Araplardan atalarının dininden sapan kimselere bu ad ve¬riliyordu. 3- Bu geleneğin bir devamı olarak Peygambere ve ilk müslümanlara bu ad verilmişti. 4- Peygamber döneminde Arap ya-rımadasında ve çevresinde bu isimle anılan bir kesimin varlığını ha¬ber veren hiçbir klâsik Arapça kitap yoktur. 5- Irak'ta yıldızlara ta¬pan bu kesim, kendi dillerinde Sabiî adını ya da köken olarak buna yakın bir ismi taşımıyorlardı ki, "Yahudiler" ve "Hıristiyanlar" kav¬ramında olduğu gibi bunun da tahrif edilmiş ya da Arapçalaştırıl-mış bir isim olduğu söylenebilsin. 6- Mecusilerden ve Yıldızlara ta¬panlardan cizye alınması Peygambere ve Raşid halifelere ait, bili¬nen, alışılan ve kitaplarda kaydedilen bir sünnetti. Bu da Me'mun dönemindeki "Sabiîler" ismi ve onlardan cizye alınmasının caiz olu¬şuyla ilgili olarak kaydedilen rivayeti zayıflatmaktadır.
Bunlar kimdi; atalarının bağlı bulunduğu inançları ve gelenek¬leri bırakıp, onun yerine bağlı bulundukları yeni inançları nasıldı?
Siret ve tefsir kitaplarında kaydedildiğine göre32 Hicaz Arapla-rından bir takım kimseler semavî kitaplara yönelmiş, akılları aydın¬lanınca atalarının taptıklarına tapmayı, Allah ile beraber başka tan¬rılar edinmeyi ya da şefaatçi ve dost tanrılar tutmayı reddetmiş ve onların hepsinden ayrılmışlardı. Onlardan bazıları İbrahim'in (a) di¬ni olan Hanifliği araştırmak amacıyla yeryüzünde dolaşmaya, ba-
32 Ibn Hışam, I, 215-223, II, 103, 177-178, Ibn Sa'd, I, 202, Razı, I, 369-370 390
zıları Hıristiyan olmaya bir kısmı ibrahim'in dinine göre ya da O'nun dini olarak sandığı şekilde ibadet etmeye başlamıştı. Bunla¬rın Mekke'de olanları olduğu gibi, Medine'de olanları da vardı. Bu kitaplar, onlardan küçümseneyecek kadar bir kesimin adını da ver¬mişlerdir. Bunlar arasında: Zeyd b. Cahş, Ümeyye b. Sait, Ebu Kays en-Neccar el-Yesribi, Ebu'l-Heysem b. Teyhan el-Yesribi, Ebu Amir el-Evsi, Selman el-Farisi ve Ebu Zerr el-Gifari'yi görüyoruz.
Sahihi Buhari'ae 33 yer alan bir hadisin özeti şöyledir: Hz. Ha¬tice fr) Peygamber'i amcasının oğlu Varaka'ya -semavî kitapları okumuş, Ibranice bilen bir ihtiyardı- götürmüş ve onun durumunu öğrenmeye çalışmıştı. O da Peygamberin bu müjdesini duyunca kendisine gelen şeyin, Musa Peygamber'e (a) inen Nâmus'un aynı¬sını olduğunu söylemiş, kendisine cesaret vermiş, teskin etmiş^ve di¬nini açıkladığında, çağrısını yaptığında O'na destekte bulunacağı¬nı va'detmişti.
îbn Hişam'da34 bu şahısların ilk dördü, özellikle de Zeyd ile ilgi¬li uzun bir hadis vardır. Burada Zeyd'in kavmini nasıl ayıpladığı, on¬lara karşı, İbrahim'in dinine bağlı olmakla övündüğü, İbrahim'in di¬ni olan Hanifliği aramak amacıyla dolaşmaya ne kadar önem verdi¬ği, amcasının ona nasıl eziyet ettiği ve onu dininden çevirmeye ça-lıştığı dile getirilmektedir.
Usdu'l-Gâbe'de35 Zeyd'e izafe edilen bir dua ve yalvarış biçimi yer almaktadır. O, bununla Rabbine niyazda bulunur ve şöyle derdi: "Sa¬mimi olarak emrine hazırım. Kul olarak, köle olarak... İbrahim'in sı¬ğındığına sığındım. Sana boyun eğdim. Ne kadar beni zora koşsan hep göğüs gereceğim..." Zeyd, bineğinin üzerinde secdeye kapanır¬dı. Peygamber Peygamberlikten önce onunla bir araya gelmiş ve O'nun yalnız bir ümmet olarak dirileceğini söylemişti. Zeyd, Said b. Zeyd'in babasıydı. Said ise İslam'a ilk girenlerden ve Aşere-i Mübeş-şeredendi. Kardeşinden önce kocasıyla beraber müslüman olan Hattab'ın kızı Fatıma'nın kocasıydı.
Aynı şekilde İbn Hişam'ın Ebu Amir el-Evsi ile ilgili olarak kay¬dettiğine göre, Hicretten sonra Medine'de Peygamber'le karşılaştı¬ğında bile kendisinin, İbrahim'in dinine, Hanifliğe bağlı olduğunu iddia ediyordu.
33 Tecrîd, î 7
34 I, 215. 223
35 II. 227-339
391
2. Hanifler:
Kur>an'daa"Hanif ve "Hanifler" kavramının geçtiği bir dizi ayet vardır. Bu ayetlerin bir kısmı Mekkî, bir kısmı Medenîdir. Bir kıs¬mı İbrahim ve dini ile, bir kısmı Peygamberin çağrıda bulunduğu dini nitelemekle ilgilidir. Bir kısmı ise geneldir. Hepsi de "Tevhid" ve,"Muvahhidler" anlamını taşıyor, gelecek örneklere bir göz atalım:
1 "Yahudi veya Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulaşınız." dediler, ha-
yır, de ki: "İbrahim'in hanif (dosdoğru) dînine (uyarız). O müşrik¬lerden değildi..." (Bakara, 135)
2 İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyandı. O Hanîf bir Müslümandı. Müş-
riklerden değildi. Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar; bu peygamber ve müminlerdir. Allah da müminlerin1 ve-lisidir. (Al-ı îmran, 67-68)
3 Sana, "Hanıf olarak doğruya yönelen, müşrik olmayan İbrahim'in di-
nine uy" dîye vahyettik. (Nahl, 123)
4 ...Artıkopıs'putlardan ve yalan sözden sakının Allah'a ortak koşma-
dan, Hanifler olarak (Allah'ı birleyin)... (Hac, 30-31)
Ayrıca Bkz: (6/161; 10/104-105, 30/30-31)
Müfessirler "Hanif kavramının "Hanefe" kökünden türediğini ve düzeldi, doğruldu anlamına geldiğini söyledikleri gibi, onun "Hani-fe" kökünden türeyip eğilim duydu, saptı anlamına geldiğini, nite¬kim ayağında biraz eğrilik bulunan kişinin "Ahnef' diye adlandırıl¬dığını da belirtmişlerdir. Bu ikinci görüş tutarlıdır. Onlara göre Hanif kavramı ve onun çoğulu olan Hunefâ'kavramı Peygamberlik¬ten önce şirk dininden sapan ve Allah'ı birleyen, Tevhide inanan Araplar için kullanılıyordu. Açıktır ki, bu anlam ile Sabee ve Sabi-îler kavramlarının anlamı arasında bir paralellik vardır. Araların¬daki fark Hanif ve Hunefâ' kavramının Kur'an'da daha fazla ve sık olarak, Tevhidin anlamı ve Muvahhidlerin niteliklerini daha açık bi¬çimde ifade eden cümlelerde geçmiş olmalarıdır. Yalnız bunlar, Sa¬bitler kavramının kullanıldığı gibi, dini bir inanç sahibi kimseleri niteleme sadedinde kullanılmamıştır.
Biz bazı araştırmacıların, Hanif ve Hunefâ' kavramları ile ilgi¬li olarak bir takım görüşleri olduğunu biliyoruz. Bunlardan bir kıs¬mı, onların peygamberlikten önce varolan bir grup ya da inanç ol¬duğunu göstermeye çalışmaktadır. Başka bir kesim ise, bu inancın Arap inancı olmadığını belirtmek suretiyle, sözcüğün de Arapça ol¬duğundan kuşkulandırma yolunu izlemekte ve onun yabancı bir
392
inanç olduğunu savunmaktadır. Bazıları da Hanifler ile Hanife-oğullan ve Müseylemetu'l-Kezzab arasında bir ilişki kurmaya çalış¬maktadır. Diğer bir kesim ise, daha da ileri gidip sınırı aşarak bu kavramın Peygamber'in zihinde kapalı-karmaşık olduğunu zan¬netmişlerdir. Bununla ilgili olarak doğruluğuna inandığımız yakla¬şım, az önce belirtmeye çalıştığımız yaklaşımdır. Ve bu kelime Arapça kökenlidir. Her halükârda kavramın Kur'an'da kullanılmış olması, onun Kur'an'in inişinden önce Arap dilinde kullanıldığında kuşkuya yer bırakmamaktadır. Ve kavramın daha önce de Kur'an'm ona yüklediği Tevhid ve Allah ile beraber ortak koşmama anlamı¬nı taşıdığını ifade etmektedir. Diğer görüşler ise, bize göre üzerin¬de durulmaya ve tenkid edilip çürütülmeye bile değmez.
Durum ne olursa olsun biz Sabitler ile Haniflerin aynı şey oldu¬ğu ya da bir sınıf olduğunu tercih etmeğe eğilim duyuyoruz. Onla¬rın, atalarının şirke dayalı dinlerinden ya da putperestliklerinden ayrılan, Hicaz'ın aynı düşüncedeki kişileri olduklarını tercihe şayan buluyoruz. Bunlar tevhid inancına bağlanıp Allah'ı birleyen, Yahu¬dilik ve Hıristiyanlığa gönülleri yatmayan ya da en azından bir kı¬sımları bu iki dinde huzur görmeyen kimselerdir. Çünkü bu dinler¬de bir takım problemler ve bölünmeler görüyorlardı. Sonra o dine bağlı olanlarda sapmalar ve çelişkiler farkediyorlardı. Onlardan ibrahim'in dinine göre ya da ibrahim'in dini olarak sandıkları şekil¬de Allah'a ibadet eden bir takım kimseler de vardı. Bunlardan bir kısmı da, İbrahim dinine göre kulluk yapmak amacıyla, bu dini araştırıyordu.
En'am 161. ayetinde, Risaletten önce Rasulullah'ın da din veya İbrahim'in dini hususunda bir tür çıkmazda olduğunu belirten izler vardır. Bu nedenle Allah'ın ona doğru yolunu gösterdiğini vahyet-tiğini söyleyebiliriz. Belki de, ilk inen sûrelerden biri olan Duha sû¬resinin 8. ayetinde işaret edilen de budur:
"Seni yetim blup barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup doğru yo¬la iletmedi mi." (6-7. Ayetler)
En'am ve Duha ayetleri yine gösteriyor ki: Peygamber, bir ölçü¬de gelişme göstermiş olsa da atalarının izlediği şirk ve putperestli¬ğe karşı çıkmış ve onları kabul etmemişti. Onun için şöyle bir yak¬laşım aşırılık olmaz: Peygamber de Peygamberliğinden önce, atala¬rının inançlarından uzaklaşan, fakat Hıristiyanlık ve Yahudiliğe de gönülleri yatmayan; sarsılmaz hakikati, gerçeği, hiç bir eğriliği bu-
393
lunmayan Allah'ı birlemede (Tevhid'te), Haniflik olan ibrahim'in di¬nine göre O'na ibadet eden, bununla beraber bu din hakkında her¬hangi bir şekilde bir şaşırmışhktan, yolunu kaybetmekten kurtula¬mayan ve kendilerine Sabiîler adı, Hanifler sıfatı verilen bu birey¬lerden biriydi. Nihayet Allah, O'nun, Risalet için gerekli nitelikle¬ri taşıdığını görmüş ve Rasul olarak O'nu seçmişti. Allah mesajını kime vereceğini çok iyi bilmekteydi. Kendisini seçtikten sonra şöy¬le söylemesini emretti: "Şüphesiz Rabbim bei doğru yola, gerçek di¬ne, doğruya yönelen ve ortak koşanlardan olmayan ibrahim'in dini¬ne iletmiştir." (En'am, 161)
Aynı şekilde, ibrahim'in, O'nun dininin Kur'an'da çokça geçme¬si; bu dinin şirkin karşıtı oluşuna, aslına atıflarda bulunulmasına, ondan sonra ortaya çıkan Yahudilik ve Hıristiyanlığın hak yoldan sapmış olduğuna dikkat çekilmesi gösteriyor ki:
1- İbrahim'den (a.) ve onun Haniflik dininden sözetme, peygam¬berlikten önceki Hicaz Arapları çevresinde özellikle de aydınlar arasında gündemde olan bir konuydu. Atalarının dinini bırakıp yo¬lunu şaşıran ve ibrahim'in (a.) dinini arıştırmaya kalkışan bireyler¬le ilgili işaret ettiğimiz siret rivayetleri de bu anlayışı desteklemek¬tedir.
2- Hicaz Araplarmm ya da onların aydın olanlarının anlayışla¬rına göre, ibrahim'in dini parlak bir tablo oluşturuyordu. Onlar bu dini tertemiz, dupduru olarak kabul ediyorlardı. Onların anlayışla¬rına göre bu dine, Yahudilik ve Hıristiyanlığa bulaşan şaibeler, sapmalar, ayrılıklar ve cedelleşmelerin hiç biri bulaşmamıştı.
Bu mesele Peygamber (s.) ile Yahudiler ve Hıristiyanlar arasın¬da tartışma ve mücadele konusu oluyordu. Nitekim Kur'an, onları beyinsizlik ve hatalı olarak gösteren reddiyeler getirmiş, onların çe¬lişkilerini ve sapıklıklarını belirtmiştir. Aşağıdaki ayetlerde bunu görüyoruz.
1 Kendini bilmezden başkası İbrahim'in dinînden yüz çevirmez. Andol-sun ki dünyada O'nu seçtik, şüphesiz O ahirette de iyilerdendir. Rabbi ona: "Teslim ol" buyurduğunda, "Alemlerin Rabbme teslim oldum" demişti. İbrahim, bunu oğullarına vasiyet etti. Ya'kub da "Oğullarım, Allah bu dini sizin için seçti, siz de ancak O'na teslim olmuş olarak can verin." dedi. Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O oğullarına: "Benden sonra kime kulluk edecek¬siniz1?'' diye sormuştu. Onlar da: Senin İlahına ve ataların İbrahim,
394
İsmail, İshak'ın ilahı olan tek ilaha kulluk edeceğiz, bizler O'na tes¬lim olmuşuzdur," demişlerdi Onlar geçmiş bir ümettir. Kazandık¬ları kendilerine, kazandıklarınız da sizedir. Onların yapmış olduk¬larından sorumlu değilsiniz. Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız" dediler. De ki: "Doğruya yönelmiş olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız." "Allah'a, bize gönderilene, ibrahim'e, İsmail'e. İshak'a, Yakub'a ve torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rableri taralından peygamber¬lere verilene, onları birbirinden ayır d etmeyerek inandık, biz ona tes¬lim olanlarız" deyin. Sizin inandığınız gibi İnanmış oîsalar, doğru yolu bulmuş olurlar. Yüz çevirirlerse, şüphesiz onlar, çıkmazdadır¬lar. Onlara karşı sana Allah yetecektir. O, işitir ve bilir. Allah'ın ver¬diği renge uyun; rengi Allah'ınkinden daha güzel olan kim vardır? "Biz O'na kulluk edenleriz" deyin. De ki: "Bizim ve sizin Rabbiniz olan Allah hakkında bize karşı hüccet mi gösteriyorsunuz? Bizim yaptıklarımız kendimize, sizin yaptıklarınız da kendinize aittir. Biz, Ona karşı samimiyiz." "Yoksa İbrahim, İsmail, Ishak, Ya'kub ve to¬runlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? Pe¬ki siz mı yoksa Allah mı daha iyi bilir?" de. Allah tarafından ken¬disine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır. Al¬lah yaptıklarınızdan gafil değildir. (Bakara, 130-140) 2 Ey Kitap Ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Tevrat da İn¬cil de şüphesiz ondan sonra indirilmiştir. Akletmiyor musunuz? Siz hadi bilginiz olan şey üzerinde tartışanlarsınız. Ama bilginiz ol¬mayan şey hakkında niçin tartışırsınız? Oysa Allah bilir, sizler bil¬mezsiniz. İbrahim, Yahudi de. Hıristiyan da değildi. Ama doğruya yönelen bir Müslimdi, müşriklerden de değildi. Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlar, bu peygamber (Muhammed) ve ina¬nanlarıdır. Allah İnananların dostudur. (Al-i İmran, 65-68) Bu tartışma ve delil getirmelerin bir benzerinin, Yahudilerle Arapların aydın kesiminin, İbrahim'in dinine bağlanan ya da ona yö¬nelen, araştıran, soran kesiminin arasında meydana gelmiş olma¬sı uzak bir olasılık sayılmaz. Peygamberlikten önce yaşamış bulu¬nan bu insanların bir kısmım rivayetler zikretmiş, bir kısmını da zik-retmemiştir. Çünkü bu sırada Yahudiler Araplara karşı üstünlük po¬zuna giriyor ve onlara karış övünüyorlardı. Kendilerinin İbrahim'e ve onun dinine daha yakın olduklarını iddia ediyorlardı. Arapların bu aydın kesimi ise Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında bölünme¬ler, parçalanmalar, ayrılıklar ve sapıklıklar olduğunu farkediyor, on¬ların sözlerine aldırmıyor ve inançlarında onlara uymuyorlardı.
395
Biz bu görüşü tercih ediyoruz. Çünkü Yahudiler, daha önceleri bir¬kaç defa işaret ettiğimiz gibi, Arapların dini konularda, başvurduk¬ları en önemli kesimdi. Bu aydın kesimin de kendi toplumlarının an¬layışlarını horlamaya başladıktan sonra Yahudilerin bazı bilginle¬ri ve hahamları ile ilişki kurup İbrahim dininin gerçek yüzünü or¬taya çıkarmaya, onu görüp alıntılamaya çalışmış olmaları; kendile¬rinin bu din üzerinde olduklarını iddia eden insanlarla tartışmış ol¬maları, sapıklıklarını ve yoldan ayrılışlarını onların yüzüne vurmuş olmaları gerekir. Bu ilişki kurma, tartışma ve mücadele etmenin yal¬nız Yahudilerle sınırlı kalmamış olması, Hıristiyanları da kapsamış olması olasılığı da vardır. Çünkü onların arasında da ilim ve öğret¬me niteliklerini taşıyan kimseler vardı. Nitekim daha önce başka bir münasebetle işaret ettiğimiz Nahl, 103. Furkan, 4. ayetlerinin de gös¬terdiği gibi, kafirler, Peygamber'in söylediklerini onlardan öğrendi¬ği ve onlardan destek aldığını iddia etmişlerdi. Daha önce de Hicaz Araplarmdan bazılarının Yahudilik ve Hıristiyanlığı kabul ettikle¬rini söylemiştik. îşte Arapların bu dinlere geçişlerinin, bu İlişki kurmalar, tartışmalar ve mücadelelerin sonucu olarak ortaya çık¬mış olması güçlü bir olasılık sayılır. Hatta bu sözkonusu ilişkilerin, tartışmaların, mücadelelerin İbrahim'in dini ve onun soruşturulma¬sı ile ilgili olarak gerçekleştiğini, bu eylemlerin, atalarının inançla¬rından ve geleneklerinden tiksindikten sonra onlarda görülmeye baş¬ladığını da gösteren bir gelişme sayılmalıdır.
Burada Al-i Imran'ın 68. ayetine dikkat çekip, bu ayetin üç sını¬fa işaret ettiğini belirtmek istiyoruz. Bunlar: "İbrahim'e tabi olan¬lar" "Bu peygamber" ve "İman edenler" bizim tercihimize göre "İb¬rahim'e tabi olanlar"dan amaç peygamberlikten önce cahiliye gele¬neklerini ve inançlarını bırakıp, İbrahim'in Haniflik dinine göre Al¬lah'ı birleyenlerdir. Onların Peygamberden önce anılması zaman sı¬ralaması içindir. Ya da en azından bu ifade ile onlar da kastedilmiş¬tir. Hatta biz bunun ayetin içeriğinden hareketle, kesin olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü ayette "Bu peygamber ve iman edenler" ayrı¬ca belirtilmiştir. "Ona (İbrahim'e) tabi olanlar"dan kastın, tekrar "Peygambere uyanları" kapsaması hikmete uygun düşmez.
3. İbrahimİ Din:
Arapların ibrahim'in dinine bu kadar yoğun biçimde ilgi duymuş olmaları, onun dininin kendi gelenekleri arasındaki ilişkiyle ilgili
396
haberleri kendi aralarında yaymaları bu aydın smıfi ibrahim'in di¬nini araştırmaya, soruşturmaya, kendi toplumlarının onu şirk, put¬perestlik ve çürük temellere dayalı olarak anlamalarına karşı çık¬maya, içinde şirki barındırmayan tertemiz bir tevhid olarak ortaya çıkarmalarına yardımcı olmuş gibidir. İşte bu nedenle Kur'an, İbra¬him'in babası ile toplumuna karşı tavırlarını, onlarla tartışmasını, kendisini ve çocuklarını putlardan uzak tutması için Allah'a duası¬nı, putlara saldırışını, onları eleştirmesini, yerle bir etmesini yüzü¬nü Allah'a teslim ettiğini açığa vurmasını tekrar tekrar hikaye et¬miştir. Bunların hepsi aslında Araplara birer öğüt, birer hatırlatma, dini durumlarını gözler önüne sermekten ibarettir. Bu tür hikaye et¬meler bir çok sûrede geçmektedir. Daha önce başka bir münasebet¬le naklettiğimiz İbrahim Sûresi 35-41. ayetleri bununla ilgilidir. Şim¬di bazılarını da aşağıya alıyoruz:36
1 İbrahim babası Azer'e demişti ki: "Sen putları ilah mı ediniyorsun? Doğrusu ben, seni ve toplumunu açık bir sapıklık içinde görüyorum." Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin muhteşem varlıklarını gös-teriyorduk ki, kesin inananlardan olsun. Üzerine gece basınca bir yıl¬dız gördü, "Budur Rabbim" dedi. Yıldız batınca, "batanları sevmem" dedi. Ayı doğarken görünce budur Rabbim" dedi. O da batınca "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi elbette sapan topluluklar¬dan olurdum," dedi. Güneşi doğarken görünce "İşte bu benim Rab¬bim, bu daha büyük" dedi. Batınca "Ey toplumum! Doğrusu ben or¬tak koştuklarınızdan uzağım" dedi. "Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim, ben ortak koşanlardan değilim." Toplu¬mu onunla tartışmaya girişti. "Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? Ona ortak koştuklarınızdan korkmuyorum, meğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş ola. Rabbim ilim¬ce her şeyi kuşatmıştır, halâ öğüt kabul etmez misiniz?" dedi. "Al¬lah'a koştuğunuz ortaklardan nasıl korkarım? Oysa siz, Allah'ın, hak¬kında size bir delil indirmediği bir şeyi O'na ortak koşmaktan kork¬muyorsunuz. İki taraftan hangisine güvenmek daha layıktır, bir bil¬seniz. Güven, inanıp imanlarına haksızlık karıştırmayanlaradır. On¬lar doğru yoldadırlar." Bu, İbrahim'e, toplumuna karşı verdiğimiz hüccetimİzdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Doğrusu Rab-bin hakimdir, bilendir. Ona İshak'ı Yakub'u bağışladık, her birini doğru yola eriştirdik. Daha önce Nuh'u ve soyundan Davud'u, Sü-
36 Ayrıca bkz Şuara, 69-89, Ankebut, 16-27; Saffat, 73-99, Zuhruf, 26-28
397
leyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u -ki iğlerini iyi ya¬panlara böylece karşılık veririz. - Zekeriyya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İiyas'ı -ki hepsi iyilerdendir.- İsmail'i, Elyesa'yl, Yunus'u, Lut'u -ki hepsini dünyalara üstün kıldık- doğru yola eriştirdik. Bu, Allah'ın kullarından dilediğini eriştirdiği yoludur. Ortak koşarlarsa amelle¬ri boşa çıkar. Kendilerine kitab, hüküm ve peygamberlik verdikle¬rimiz işte bunlardır. Kafirler onları inkar ederlerse, inkar etmeyecek bir milleti onlara vekil kılarız. İşte bunlar Allah'ın doğru yola eriş¬tirdik] eridir, onların yoluna uy." Sizden buna karşılık bir ücret iste¬mem, bu sadece herkes için bir hatırlatmadır" de. (En'am, 74-90) Ayrıca Bkz: (21/51-71)
Bir kısmını nakledip bir kısmına da işaret ettiğimiz bu Kur'an ayetlerinin sözünü ettiği tutumlar, Tevrat'ın, ibrahim'in hayatı ile ilgili olarak kaydetmediği tutumlardır. Ve ayetlerin ekseriyeti Mek-kîdir. Bunlar ana hatlarıyla, şirk koştuklarından ve bu işten vazgeç¬mediklerinden dolayı Arapları eleştiren bir içeriğe sahiptir. Bu ayetlerin Medenî sûrelerde yer alanları da Arapları eeştirmekle il¬gilidir ve Mekkî sûrelerdekinin bir devamıdır. Yahudileri eleştirmek¬le ilgili değildir. Zira bu konuyu ele alan daha başka ayetler vardır ve bunların hepsi de Medenîdir. Onları daha önce başka bir müna¬sebetle aktarmıştık. Adı geçen tutumları örnek verip eleştiriye geç-mek, dinleyiciler bu konuları bildikleri zaman, daha etkili ve oturak¬lı olur. Bu nedenle biz, eleştiriye hedef olarak seçilen ve eleştirilmek istenen dinleyici düzlemindeki Arapların ibrahim'in bu tavır ve tutumlarıyla ilgili haberleri birbirine ulaştırdıklarına inanıyoruz. Artık bu kıssaların Tevrat'ta geçenleri ile geçmeyenleri arasında bir ayırıma gitmeye gerek görmüyoruz. Onlar, bu kıssaları nesilden ne-sile aktarmışlar, bunun yanında İbrahim'le atalık ilişkilerini belirt¬meyi, dini geleneklerinin onunla ilişkisini vurgulamayı da ihmal et¬memişlerdir. Bu çıkarımın doğru olduğunu, pek çok ayetlerin alışıl¬mış ve yoğun üslubuna vakıf olan ve onları dikkatlice gözden geçi¬ren, herkesin kabul edeceğini sanıyoruz.
Bu düşüncenin, temel olarak atalık yönünden İbrahim'e bağlı bu¬lunan Muvahhid Yahudilerden Araplara geçmiş olması olasılığı vardır. Özellikle de Tevrat'ın, İbrahim'den sözeden birinci ve en es¬ki kitap olduğunu düşündüğümüzde bu olasılık daha güç kazanır. Yalnız Araplar, kendi toplumlarının bu dinden saptığını gördükle¬ri gibi Yahudi ve Hıristiyanların da ondan saptığını görmüşlerdir. Böylece Hicaz Arapları genel olarak İbrahim'in dini ve gelenekleri
398
konusunda sapık bir düşünceye sahip bulunuyordu. Sonra onlardan bir sınıf, İbrahim'in her türlü şaibeden arınmış, gerçek Haniflik di¬nine döndüler ya da dönmeye çalıştılar. Tabiatıyla bu din, Yahudi¬lik ve Hıristiyanlık değildi. Bu ancak Allah'a teslim olmak, ona şirk koşmadan tertemiz olarak yalnız ona ibadet etmekti. İşte bu ey¬lemi gerçekleştirenlere Sabitler ya da Hanifler adı verildi.
Biz Sabiîlerin, Haniflerin, İbrahim'in dinine göre ibadet edenle¬rin az sayıda birkaç kişi olmadıklarını tercihe şayan buluyoruz. Eğer her yönü ile algılanabilecek ağırlıkta bir çoğunluk olmasalar¬dı, Kur'an onları özel bir grup olarak saymaz, onlara bu yoğunluk¬ta işaret etmez ve onları Ehl-i Kitab ve mü'minlerle aynı paralelde tutmazdı. Ayrıca onları, ana hatlarıyla bağımsız dinlerin mensub-larıyla bir arada ve müstakil bir isim altında vermezdi. Onlardan yaklaşık on kişinin isimlerinin rivayetlerle, bir buçuk-iki asır ya da daha fazla bir zaman sonra kaleme alman kitaplarda kaydedilip bi¬ze kadar gelmiş olması, bu uzun zaman boyunca sözü edilen isimle¬rin dilden dile gönülden gönüle geçip muhafaza edilmesi tercih et¬tiğimiz bu çokluğa bir delil olmaktadır. Diğer taraftan bunların bir tek yerde değil de, değişik yerlerde belki de ayrı ayrı zamanlar¬da ortaya çıkışı, Peygamber asrında ve çevresindeki Aydın Arapla¬rın düşüncelerinde, gittikçe güçlenmeye başlayan yeni bir düşünce¬nin ortaya çıktığı anlamını taşımaktadır. Bu düşünce de, inanç ve dini gelenekler alanında doğruya ve gerçeğe daha yakın olan şeyle¬re yönelme düşüncesidir. Başka bir ifade ile bunun peygamberin gön¬derilişinden önce ortaya çıkan, aklî ve dini hareketin meydana ge¬tirdiği din ve düşünce alanında ileriye doğru atılan, büyük önem ta¬şıyan adımlardan biri olarak değerlendirilmesi mümkündür. Bu adımlar peygamberlikten hemen önce yaygınlık kazanmış ve güçlen¬miştir. Böylece dini hareket Araplarda ve Peygamber çevresinde ile¬riye doğru bir gelişme göstermiştir. Maddeye, doğaya ve doğa güç¬lerine dayalı bir putperestlikten maddi olmayan, manevi ve gizli bir putperestliğe, oradan Allah düşüncesine, Allah'ın tüm evrenin ya¬ratıcısı ve düzenlerin kurucusu bir ulu tanrı olarak kabul edilişine, yanısıra maddi ve manevi putlarına da pay çıkarma düşüncesine; bu ortak koşulan tanrıları Allah katında şefaatçılar ve arabulucular ola¬rak görme, bu maddi putları birer sembol olarak algılama, bir neb¬ze yolunu şaşırmışlıkla birlikte yalnız Allah'a yönelme, kendilerini bu şaşkınlıktan kurtaracak dosdoğru yola iletecek, Arapları diğer
399
ulusların ayrılıklarına, tartışmalarına, bölünmüşlüğüne ve birbiriy¬le mücadele etme ortamından kurtarıp, onlardan daha doğru bir yo¬la sokacak bir uyarıcıyı ya da peygamberi bekleme düşüncesine ulaştırmıştır. Eu esnada onlar, kendi aralarında bölünmüş, birbir¬lerini beyinsizlikle suçlamaya başlamış ve birbirleriyle savaşlara tu¬tuşmuşlardı. Nihayet Allah'ın ilminde uygun olan zaman gelmiş, yü¬ce Allah, yalnız Allah'a yönelen, İbrahim'in tertemiz Haniflik dini¬ne dönmek isteyen, toplumunun içinde bulunduğu sapıklık anlayı¬şını horlamaya başlayan, bu sınıf arasından Kureyş'li, Mekke'Ii, Hi-caz'lı Arap bir kişi olan Muhammed b. Abdullah'ı -salat ve selam üze¬rine olsun- risale ti/elçiliği için seçmişti. O da sınırları apaçık, ana hatları besbelli, sağlam bir dine çağırmaya başladı. Bu din; ulu Al¬lah'ın bütün kemal sıfatlarıyla nitelendiği, her türlü şaibeden, mü¬nezzeh, alemlerin Rabbi olduğuna imandan oluşan temel inancıyla, sağlam ve net bir anlayışa sahipti. Yahudilerin yaptığı gibi özel bir millete özgü değildi. Hıristiyanların anladığı biçimde bir te'vile de ihtiyacı yoktu. Sonra bu din, imana ve ibadete dayalı görevleri açı¬sından insanı ve insanlığı hak, adalet, iyilik, ihsan, onur ve şeref üze¬rine kurulu bulunan olgunluğa, kemale doğru çıkarması gereken, sos¬yal ve ahlaki ilkeleri açısından da sağlam Ve berrak bir anlayışa sa¬hipti. Hareket noktası Allah'ın sözüne çağırmaktı.
... Hakka yönelerek kendini, Allah'ın insanlara yaratılışta ver¬diği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur, işte dosdoğ¬ru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. » (Rum, 30).
Kur'an, Allah'ın ona Peygamber Hz. Muhammed'e İbrahim'in ger¬çek dinini gösterdiğini ilan ediyordu:
«"Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, gerçek dine, doğruya yöne¬len ve müşriklerden olmayan ibrahim'in dinine iletmiştir." de.» (En'am, 161).
O; Kur'an lisanıyla, müslüman Araplara hitabını yöneltiyordu:
«Ey insanlar! Rüku edin, secdeye varın. Rabbinize kulluk edin. İyilik yapın ki saadete erişesiniz. Allah uğrunda gereği gibi cihad edin. O sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur'an'da, peygamberinizin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, size müslüman adını veren O'dur. Artık namaz kılın, zekat verin. Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. Ne güzel sahib ve ne güzel yardımcıdır.» (Hac, 77-78).
400
Tüm bu tezahürlerin bir anda ortaya çıkması doğaldır. Çünkü her dönemde, akıllarda, zekalarda, bilgilerde, deneyimlerde, ufuklarda, çalışmalarda ve ilişkilerde farklılıkların olduğunda kuşku yoktur. Her çevrede akıllı, ahmak, zeki, geri zekalı, bilgin, bilgisiz, çalışkan, tembel, hareketli, girişken, kendi halinde -çekingen, ince duygulu-anlayışlı, yüzeysel bakan, iyi ve kötü yanyana bulunabilir. Ve bun¬ların her biri, aklının erdiği, çalışması ve yeteneklerinin elverdiği sahada hareket ederler. Bu beşeri işlerde böyle olduğu gibi, din iş¬lerinde de böyledir. Buna bağlı olarak Peygamber asrında ve toplu¬munda anlayış ve kavrayış taşlara ve ağaçlara tapmaktan öteye geç¬meyen, geri zekalı putperestler olduğu gibi, süfli şeylerden ulvi şeylere yükseîebilen, önce tabiat güçlerine ibadet ettiği halde son¬ra meleklere ve cinlere tapmaya başlayan putperestlerin de bulun¬ması tabiidir. Her ihtiyaç için ayrı ayrı putlar edinen geri zekalı müş¬riklerin yanında, evrenin büyüklüğünü kavrayan ve onun bir yara¬tıcısının olmasının zorunlu olduğu sonucuna ulaşan, onun varlığı¬nı kabul etmenin yanında algılanabilen ortakları ihmal etmeyen, ze¬ki müşriklerin de var olması normaldir.
Doğrudan doğruya şirkten kurtulup, dolaylı yoldan şirke yükse¬len, ortakları şefaatçılar olarak görmeye başlayan, kendisini Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye onlara tapmaya çalışan, zeki müşri-ğin yanında, dünya menfaatlarına göre hareket eden ve tavrını ona paralel olarak belirleyen, egosunun büyüklenmesinin, zorbalığının ve geleneklerinin ardından yürüyen akıllı otorite sahibinin yanısı-ra, bunların hepsini boş ve anlamsız gören, elini ortaklardan ve şe-faatçılardan geri çeken, egosuna, zorbalığına ve geleneklere bağlı¬lığına üstün gelen, yalnız Allah'a yönelen, O'na belirlenmemiş sınır¬lar dahilinde ibadet eden, henüz bu sınırları belirleyecek yol göste¬rici biri olmadığından, kendisini de kendi kendine bu sınırları belir-leyemediğinden ona belirlenmemiş sınırlar dahilinde ibadet etme¬ye çalışan samimi -akıllı insanların bulunması da tabiidir. Bu çev-rede ve bu asırda göçebeliğin içine alabildiiğine dalan ve aşırı bir yal¬nızlık hayatı yaşayan, göçebeliğin yanında medeniyete biraz daha yakın, şt-hirle ilişkisi bulunan göçebelik vardı. Bir ölçüde yalnız yaşayan medeni insanlar olduğu gibi, yalnızlığı daha az ve daha önemsiz medenîler vardı. Ayrıca her ikisinde de okuyabilen, yaza¬bilen, elinin ulaştığı kadarıyla kitap karıştıranlar vardı. Dinler ve semavî kitaplar konusunda kendisinden daha ilerde bulunan kişi-
401
lerden yararlananlar vardı. Ufukları aşan ve dünyaya açılan yolcu¬luklar, maddi ve akli medeniyet alanında kendilerinden daha ileri seviyelerde bulunanlara temasa geçiren ilişkiler onlara iktibat ve taklid fırsatı vermişti. Sonra iktibas ettiği, taklid ettiği ve dışardan aldığı şeyleri sindirmesi; yararlısını-zararlısını, iyisini-kötüsünü, za-yıfmı-güçlüsünü, bir birinden ayırma yoluna gidenler vardı.
Peygamberlikten önceki peygamber asrını ve çevresini en gerçek¬çi ya da ona yakın biçimde ifade ettiğini umduğumuz çeşitli tablo¬ları ihtiva eden bu çerçeveye bir şey ilave etmek gerekirse deriz ki: Bununla beraber bu tabloları, bu ölçüde birbirine bağlayan iki dü¬şünce daha vardı. Ve bu iki düşünce onlarda bir ölçüde eylem birli¬ği sağlıyordu. Bu iki düşünce de «Allah» düşüncesi ve «Hac, haram aylar ve gelenekleri» düşüncesiydi. Daha Önce belirttiğimiz gibi bu ikisi uygarıyla, göçebesiyle Arapların çoğunluğunu egemenliği altın¬da tutuyordu. Ve yine bu ikisi dini ve sosyal hayatta Araplara ait önemli bir gelişmenin bariz iki görünümünden sayılırdı.
402

dost1
13. June 2011, 12:44 AM
G) YAHUDİLİK, HIRİSTİYANLIK VE ETKİLERİ
Birinci bolümün üçüncü konusunda Hicaz'daki Yahudilerden ve Hıristiyanlardan söz etmiş ve onlarla ilgili ayetlerin çoğunu ora¬da vermeye çalışmıştık. Onların ne konumda olduklarını ve ahlak¬larını incelemeye gayret etmiş, onların peygamberin çevresi ve as¬rında yaşayan kitleler üzerindeki etkilerini incelemeye tabi tut¬muştuk. Başka konularda da onların Arap kültürü, dini ve dini ol¬mayan düşünceleri üzerindeki etkilerine değinmiştik. Yine, onlar¬dan Araplara geçebilme olanağı bulunan alışkanlıklardan, gele¬neklerden, alıntılardan, din ve dini olmayan düşüncelerden sözet-miştik.
Bu konuda Kur'an'm Yahudiler ve Hıristiyanlar hakkındaki tablosunu tamamlamak istiyoruz. Önce onların Peygamber asrında ve çevresinde ne ölçüde yaygınlık kazandıklarını tesbit edeceğiz. îkin-ci olarak, Yahudilik ve Hıristiyanlık düşünceleri ve inançlarıyla il¬gili tartışmaları, cedelleşmeleri ele alacak ve buradan hareketle, bu düşünce ve inançların Arapların zihinleri, düşünceleri ve kültürle¬ri üzerindeki etkilerinin önemini belirtmeye çalışacağız. Üçüncü ola¬rak, Kur'anî alıntılarla oluşturmaya çalıştığımız tabloyu tamamla¬maya yardımcı olan, geri kalan ayetleri verecek ve onların tesbît et¬tiği verileri tedkik edeceğiz.
1. Yahudilik
Birinci bolümde, Yahudilerin Hicaz'da, daha doğru bir ifade ile Yesrib ve çevresinde kitleleşmesi peygamberlikten kısa sayılama¬yacak bir zaman önce gerçekleşmişti, demiş ve delil olarak da, Ya¬hudilerin bu bölgede sosyal, ekonomik, zirai, yerleşim ve güç açısın¬dan önemli bir konuma sahip oluşlarını göstermiştik. Yanısıra, Kur'an ayetlerinin de küçümsenmeyecek ölçüde değindiği gibi, on¬ların Arap hayatı ile sağlam bir kaynaşma içine girmiş olduklarını hatırlatmıştık. Bununla beraber, Kur'an'ın onlara İsrailoğulları diye hitab etmesinin sebebi olarak onların dışardan gelmesini gös¬termiştik.
Şimdi ise diyoruz ki, Kur'an'da Yahudi Arapların varlığını, baş¬ka bir ifade ile, Yahudiliğin Arapların arasında yayıldığını gösteren açık bir ifade yoktur. Bu açıdan ele alınabilecek tek ayet Yahudiler-
403
den de ümmiler olduğunu gösteren ayettir:
«OıJarm bir kısmının okuyup yazması yoktu. Kitab'ı bilmezler¬di, bildikleri sadece bir takım yalan ve kuruntulardı. Onlar ancak vehim içindedirler.» (Bakara, 78)
"Ümmî" kavramı, kendilerini Allah'ın seçilmiş ulusu olarak gö¬ren îsrailî olmayanlar için kullanıldığı gibi, bu anlayıştan hareket¬le Araplar için de kullanılıyordu. Aşağıdaki ayetler bunu ifade et¬mektedir:
1 Kitap Ehli arasında öyleleri vardır ki, kantarlarla emanet bıraksan, onu
sana öder ve yine öyleleri de vardır ki bir dinar emanet etsen tepe¬sine dikilmerîikçe onu sana ödemez. Çünkü onlar "ümmiler&.karşı bize bir sorumluluk yoktur," demektedirler. (Al-i İmran, 75)
2 Ümmi kimseler arasından, kendilerine ayetleri okuyan, onları arıtan,
onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. On¬lar daha önce şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler. (Cuma, 2)
Bakara ayetinde sözü edilen ümmilerin, Yahudileşen Araplardan bir grup olduğunu, ya da onların İsrailoğulları Yahudilerinden bil¬gisiz bir kesim olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü kavram bu manaları kapsayabilmektedir. Fakat ayetin siyakı, birinci manadan daha çok ikinci mananın kastedildiğini ilham etmektedir. Özellik¬le ayetin siyakının, îsrailî Yahudiler hakkında olduğunu düşündü¬ğümüzde, bu yaklaşım daha da netlik kazanır. Bununla beraber ayet¬ten, îbranice yazılı bulunan dini kitapların dilini bilmeyen, ya da okuma-yazmaları olmayan ya da, cahillikleri ağır basan Yahudileş-miş Araplardan bir kesimin kastedilmiş olması da muhtemeldir.
Kur'an çerçevesi dışına çıktığımızda bazı Hicaz Araplarmm özellikle de Yesrib'tekilerinin Yahudileştiğini belirten birtakım ri¬vayetlerle karşılaşırız. Bunlara göre İsraillilerle Araplar arasında soy ilişkileri meydana gelmişti. Bu nedenle Yahudilerden dayıları olan Araplar vardı. Peygamberin de Hayber'li bir Yahudi kadınla ev-lendiği malumdur. Sonra Kur'an, müslümanlann kitaplı kadınlar¬la evliliğini kayıtsız şartsız mubah kılmıştır. Bu daha önce yürür¬lükte bulunana dönüş ya da o uygulamanın devamı olabilir. Yahu¬di dininin bir araya getirdiği birtakım insanlar arasında soy ilişki¬lerinin oluşturulmuş olması da ihtimal dahilindedir.
Her halde Yahudiliğin Hicaz Arapları arasında bir ölçüde yayıl¬mış olduğunu söylemek mümkündür. Fakat gerçekten tercihe şayan bir yaklaşım da, onların birbirinden kopuk bireyler halinde olduğu
404
ve dar çerçeveli kaldığıdır. Kur'an ayetlerinin hitabından ilham alarak Hicaz'da Yahudileşen Arap kabileleri olmadığını söyleyebi¬liriz. Eski ve yeni yazarların bu konuda kaydettiklerini sağlıklı bir temele dayanmayan aşırılıklar ve haddi aşmalar olarak görüyo¬ruz. Çünkü Kur'an Medeni ayetlerde, çağdaşı olan Yahudilere îsra-iloğulları diye hitab etmiş, onların ahlakları ve gelişme dönemleriy¬le Musa (a) zamanından ve ondan sonraki dönemlerden beri var ola¬gelen, eski îsrailoğullarınm ahlakları ve gelişme dönemleri ara¬sında bağlar kurmaya çalışmıştır. Peygamberin ders olsun diye ce¬zalandırdığı, sürgün ettiği kimseler de Kur'an nasslarınm ilhamı¬na göre îsrailî azınlıklardandı. Bunlar, kendilerine ait özel köyler¬de ve mahallelerde yaşıyorlardı. Görebildiğimiz kadarıyla hiçbir rivayet Medine'deki Beni Kurayza, Beni Nadir, Beni Kaynuka Ya¬hudileri; Hayber, Vadi'1-Kura ve Şam yolu üzerine düşen birtakım küçük köylerde yaşayan Yahudiler dışında kitleleşmiş Yahudilerden söz etmektedirler.
Sürtüşme Peygamber ile onların öncekileri arasında başgösteri-yordu. Kur'anî eleştiri ve hitabın îsrailoğulları diye kendilerine yöneltildiği kimseler de onlardı. Bunlar ile sonrakiler arasındaki kan, gelenek, alışkanlık, dil ve asabiyet bağları gerçekten sağlamdı.
Hicaz'da durum bundan ibaretti. Müfessirler ve siret ravileri Bu-ruc Sûresinin ayetleri sadedinde kaydediyorlar ki:
«Kahrolsun o ateş dodurulup tutuşturulmuş hendeğin adamla¬rı. Onlar, hendeklerin başında oturmuşlardı; müminlere yaptıkla¬rını seyrediyorlardı. Mü'minler sırf Aziz, övgüye layık Allah'a inan¬dıkları için onlar bu mü'minlerden öc almışlardı.» (1-8 ayetler).
Yahudilerden birtakım hahamlar, Yesrib'ten Yemen'e gittiler ve orada bölgenin Kralı Zu Nuvas'a Yahudiliği kabul ettirdiler. Memleketin Yahudiliği kabul etmesi için çalışmasını sağladılar. Bu arada memlekette Hıristiyanlar da vardı. Onlar bu harekete kar¬şı şiddeti tepki gösterdiler. Yahudiler onları krala ispiyon ettiler. Kral uzun hendekler kazdırdı. İçlerinde ateşler yaktırdı ve Yahudi¬liği kabul etmeyen her Hıristiyanm yakılmasını emretti. Bu rivaye¬te göre Habeşlilerin, Yemen'e karşı savaşmaları ve orayı işgal etme¬lerinin başlıca nedeni, Yemen Hıristiyanlarının zorda kalmalarıdır.
Eğer bu rivayet doğru ise -çünkü rivayet içeriği yönünden tartış¬ma götürdüğü gibi, ayetlerin bununla tefsiri de tartışma götür¬mektedir- Yahudiler dinlerini (Yemen'de) yaymayı büyük ölçüde
405
başarmışlar demektir. Yalnız Kur'an'da bu olaya ışık tutan açık ya da kapalı bir işaret olmadığını da belirtmeliyiz. Şuna da dikkat çekmeliyiz ki: Ne siret kitaplarrne de eski tarihler, Ömer b. Hattab döneminde Peygamberin "Arap yarımadasında iki din kalmalıdır."37 şeklindeki vasiyetinin uygulanması gereği olarak Hıristiyanların sü¬rüldüğü sırada, Yahudilerin de Yemen'den sürüldüğünü kaydet¬mektedir. Hatta Ebu Ubeyde Rasulullah'ın söylediği son sözün "Ya¬hudileri Hicaz'dan çıkarın, Yemen'in Necran bölgesindeki Hıristi-yanları Arap yarımadasından çıkarın."38 şeklindeki vasiyeti olduğu¬nu rivayet etmiştir.
Bu da Peygamberin son dönemlerinde Yemen'de Yahudilerin olmadığını, yalnız onlardan Hicaz'da birtakım kırıntılar, döküntü¬ler kaldığım göstermektedir.
Açık olan görüş odur ki: Habeşliler Yemen'le savaştıktan, onla¬ra karşı zafer kazanıp kısa sürmeyen bir zaman boyunca oraya ha¬kim olduktan sonra -ki bunlar Hıristiyan kimselerdi Yahudileri Yemen'den dışarı sürdüler, çünkü Yahudilikle Hıristiyanlık arasın¬da düşmanlık, gerçekten köklü bir düşmanlıktı. Orada Yahudilerin var olduğunu, ya da Arapların Yahudiliği kabul ettiği rivayetini sağ¬lıklı olarak kabul etsek de, durum değişmez. Oraya hakim olduktan sonra Yahudileri teşvik ve tehditle Yahudilikten vazgeçirmişlerdir. Habeşlilerin oraya hakimiyetinden sonra Yahudilerin orada bir gü¬cü kalmamıştı. En azından, rahatlıkla algılanabilecek bir varlıkla¬rı kalmamıştı. Bu savaştan daha önce varolduklarını kabul etsek de nafile. Sonra bu gözle görülmeyecek derecede zayıflayan varlıkları, çok geçmeden başka bir güç tarafından yutulmuştur. İslam'ın ege¬menliğine geçmiş ve orada tükenmiştir.
Biz bugün Yemen'de Yahudi bir grup olduğunu ve bunların ken¬dilerini peyamberlikten önceki Yahudilerin torunları olarak gördük¬lerini biliyoruz. Fakat tercihimize, daha doğrusu inancımıza göre bu düşünce doğru değildir, sırf cahillik ve böbürlenmekten kaynaklan¬maktadır. Onlar da Endülüs'teki Arap devleti yıkıldıktan sonra do¬ğu ülkelerine dağılan Yahudiler gibi dışarıdan Yemen'e gelmişlerdi.
Yemen'deki Yahudiler için durum bu olduğuna göre, Arap Yarı¬madasının diğer bölgelerindeki Yahudiler için de durumun böyle ol¬ması pek tabiidir. Daha doğrusu orada da Yahudi bir azınlığın,
37 Hâzin, II, 212, Kıtabu'l-Emval; s. 98.
38 Kıtabu'l-Emval, s 99
406
Araplardan oluşan bir Yahudiliğin bulunmaması normal karşılana¬caktır.
Peygamberin Peygamberlikten önceki çevresinde, Yahudi dindar¬lığın geniş alanlara yayılmamış olması, Arapların onun etkisinde kal¬madığı anlamına gelmez. Biz Arapların büyük ölçüde onlardan et¬kilendiğine inanıyoruz. Dini düşüncenin gelişmesinde özellikle "Al¬lah" düşüncesinde, Arapların kendilerini İsmail ve İbrahim'in torun¬ları olarak görme geleneklerinde, bundan kaynaklanan diğer gele¬neklerinde, Nebiler ve Rasuller ile ilgili haberlerde, onlarla ümmet¬lerinin kısslan, meleklerle ilgili haberler, meleklerin Allah'a bağlı¬lıkları, Adem ile İblis kıssası, gibi dini bir nitelik taşıyan düşünce¬lerinde, bilgilerinde ve kültürlerinde onlardan etkileniyorlardı. On¬ların arasındaki görüş ve mezhep ayrılıklarına, dini kitaplarına ve dini makamlarına, aralarındaki tartışmalara, sürtüşmelere, kitap¬larında yer alan niteliklere, Araplardan bir peygamberin gönderil¬mesiyle ilgili geleneksel anlayışlara varıncaya kadar her şeyde on¬lardan etkilenme sözkonusuydu. Çeşitli ayinlerde ve geleneklerde de bu etkileşim gözlenebiliyordu.39 Sünnet olma, cünüplükten yıkan¬ma, hayz halindeki kadından uzaklaşma, Arube gününde -bu cuma günüdür- toplanmalar düşüncesinde bu etkinin tezahürleri gözlene-biliyordu. Geçen fasıllarda değişik münasebetlerle daha başka etki¬leşim alanlarından sözetmiştik. Buna ilave olarak onların dini, kültürel, sosyal ve ekonomik olarak toplumdaki konumları da, da¬ha önceleri değindiğimiz gibi, Arapların yaşamları üzerinde etkili olmalarını sağlıyordu.
Kur'an'da, Peygamber ile Yahudiler arasındaki tartışmalar ve mücadelelerle ilgili olarak kaydedilen ve peygamberlikten önceki du¬ruma ışık tutabilecek birtakım ipuçları taşıyan Yahudilerle ilgili bir dizi ayet vardır.
Bu ayetlerin bir kısmı, İbrahim ve İbrahim'in dini, Yahudilerin kendilerinin ona daha yakın olduklarını, kendi dinlerinin de onun dini olduğunu iddia etmeleriyle ilgilidir. Aynı şekilde bunların bir kısmı onların Kâ'be, Kâ'be'nin eskiliği, fazileti, İbrahim ve İsmail ile ilişkisi sadedindedir. Onların aldatma ve inkara dayalı tutumları-nı eleştirmektedir. Bu ayetler, bir kısmını geçen konuda, bir kısmı¬nı da hac konusunda naklettiğimiz Bakara, 125-140; yine geçen konuda naklettiğimiz Al-i İmran, 65-68 ve 96-97 ve Hac konusunda
39 Hâzin; I, 103
407
naklettiğimiz Hac Sûresi, 20-27. ayetleridir. Bu ayetler şu noktaları belirtip açıklıyor:
1- İbrahim ve İsmail'in Kâ'be ile, onu inşa etmekle Haram bel¬de ile ilişkisi, orasının güven ve huzur ortamı oluşu ve rızkının ko¬laylaşması için dua etmeleri.
2- Allah'ın evi olarak Kâ'be'nin Önemi, insanlardan gücü yeten¬lerin, ona yol bulanların orayı ziyaret etmesinin farz oluşu, Haccın ve ibadetlerinin önemiyle, İbrahim'in (a) ilişkisi.
3- İbrahim ve İsmail'in (a) Araplarla ilişkisi ve ikisinin onların babası oluşu. Zürriyetlerinin -Bakara 128-129. ayetlerindeki delile göre bundan kastedilenler Araplardır- müslüman olmaları, kendi¬lerine Allah'ın ayetlerini okuyacak, onları arındıracak, onlara kita¬bı ve hikmeti öğretecek içlerinden bir peygamber göndermesi için dua etmeleri.
4- İbrahim ve Ya'kub'un kendi çocuklarına, sırf Allah'a boyun eğ¬melerini, ona teslim olmalarını vasiyet etmeleri; İbrahim, İsmail, İs-hak, Yakub ve torunlarının (Esbat) Musa, îsa ve diğer peygamber¬lerin bağlı bulunduğu dinin bu olduğu.
5- Yahudilerin, İbrahim bizim dinimizdendi, demelerinin tutar¬sızlığı. Onun ne Yahudi ne de Hıristiyan olduğu, müşriklerden ol¬madığı, tertemiz bir Müslüman olduğu, insanların kendisine en yakın olanının, onun torunu olduklarını söyleyenlerin değil, onun yo¬lunu izleyenler olduğu, Allah'ın İbrahim'e vaadinin onun soyundan gelen zalimlere, sapmışlara ulaşamayacağı, tabii olarak da Yahudi¬lerin İbrahim'in soyundan gelmiş olmalarının onların İbrahim'e daha yakın olduğunu göstermeyeceği ve kendilerinin onun dininden sapmış olduğu.
Bakara ve Al-i İmran ayetlerinin siyakından hareketle bu Kur'an'î beyanatların, ancak Yahudilerin iddialarım, delillerini, tartışmalarını ve büyüklük taslayışlarını reddetmeye yönelik oldu¬ğunu çıkarabiliriz.
Yahudilerin bu iddiaları aynı zamanda peygamberlikten önce de büyüklük taslama ve Araplara karşı övünme, kendilerinin onlar ara¬sındaki önemli konumlarını sağlamlaştırma yoluyla gündeme geli¬yordu. Onlar hicretten sonra peygamberin hareketinin gittikçe güç¬lendiği ve kendi konumlarını zedelemeyi de hedeflediğini anladık-larında onunla tartışmaya münakaşaya deliller ileri sürmeye baş¬ladılar. Araplara karşı ileri sürdükleri iddialarıyla çelişmeye baş-
408
ladılar. Bu nedenle, birinci bölümün üçüncü konusunda naklettiği¬miz Bakara 87-88. ayetlerin eleştirisine hedef olmuşlardı. Belirtti¬ğimiz gibi bu iddiaların peygamberlikten önce de ileri sürüldüğünü destekleyen bir nokta da Kur'an'm bu reddiye ve beyanatlarının, ta¬şı gediğine yerleştirme ve onların önündeki tüm kapıları kapatma şeklinde gelmiş olmasıdır. Bunların hepsinde, herhangi bir neden¬le öne sürülen Yahudiler ve Yahudilik ile ilgili tablolar vardır.
Yine bizim tercihimize göre, Araplarla Yahudiler arasında, İbra¬him'i ata kabullenmede, İbrahim ve İsmail'in inşa ettiği, Kâ'be, hac ve hac gelenekleriyle ilgili tartışmalar oluyordu. Yahudiler tüm peygamberlerin, kendi ataları olan İshak'm soyundan geldik¬lerini ileri sürerek Araplara karşı üstünlük taslıyorlardı. Onların bu tavırları, üstünlük taslamaları ve tartışmaları hicretten sonra da sürmüştü. Kur'an İbrahim ve İsmail'in Arapların atası olduğunu be¬lirtmiş, onların ikisinin Kâ'be, Kâ'be'nin yapılışı, eskiliği ve fazile¬tiyle ilişkilerinin olduğunu ifade etmiş, İbrahim'in Hac ve Hac iba-detleriyie ilişkisini tesbit etmiş ve Arapların görüşünü desteklemiş¬tir. Nesilden nesile bir birine aktardıklarına paralel açıklamalar ge¬tirmiştir. Sonra İbrahim ve İsmail'in niyazını; kendilerim arındır¬ması, kitap ve hikmeti olanlara öğretmesi için Araplardan bir pey¬gamber göndermesini Allah'tan dilemelerini, Allah'ın onların duası¬nı kabul edip Muhammed'i onlara göndermesini dile getirmiştir. Cu¬ma Sûresinde şöyle denmiştir:
«Ünımi kimseler arasından kendilerine ayetlerini okuyan, onla¬rı arıtan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Onlar daha önce şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler. On¬lardan başkalarına da -ki henüz onlara katılmamışlardır- Kitap ve hikmeti öğretmek üzere peygamber gönderen Allah'tır. O güçlüdür hakimdir. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği lûtfudur. Allah büyük lü¬tuf sahibidir. Kendilerine Tevrat Öğretildiği halde onun gereğini yap¬mayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gi¬bidir. Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür. Allah zlimlerî doğru yola eriştirmez.» (2-5. ayetler)'
Yine bu Kur'anî beyanatlarda, Ümmi-Arap olan Rasulün gönde¬rilişi vurgulanmakta, Allah'ın kendi faziletini dilediği kimseye ve¬rişinde herhangi bir sakınca olamayacağı belirtilmekte, Tevrat'ta yer alan müjdelemeleri ve ilkeleri bilmezlikten gelen Yahudiler eleşti¬rilmektedir. Bu da gösteriyor ki Yahudiler peygamberliğin yalnız
409
kendilerine özgü olduğunda ısrar ediyor, Ümmi-Arap Peygamber'in peygamberliğini inkâr ediyorlardı. Halbuki onların bu tavırlarında üstünlük taslama vardı. Daha önceleri söyledikleri ve Araplara karşı kendisinin çıkışını bekledikleri anlayışla çelişiyorlardı. Bildik¬leri şeyleri bilmezlikten geliyorlardı. Bunların hepsi de, açıkça gö-rüldüğü gibi, belirtmeye çalıştığımız konu ile ilişkili şeylerdir.
Al-i İmran'ın 96-97. ayetlerine dikkat çekip, onların siyakların¬dan ve içeriğinden hareket ederek bu ayetlerin, Yahudilerin kıble de¬ğişikliği ile ilgili olarak çıkardıkları bir tartışma üzerine indikleri¬ni söylemek istiyoruz. Onlar Peygamber 'in önce Mescid-i aksa'ya yö¬neldikten bir süre sonra, Kâ'be'ye yönelişini dillerine dolamışlardı. Yahudiler kıble değişikliğine büyük önem verdiler. Onlar bunda, ken¬dilerinin konumlarını sarsan başka şeyler görüyorlardı, iddiaları¬nın ve üstünlük tasladıkları şeylerin birer birer yokolduğunu farke-diyorlardı. Onun için mücadeleye başladılar; kuşku yaratmaya, ka¬ralamaya ve düzenbazlıklara başvurdular. Nitekim Bakara Sûresin¬de bir dizi ayet bu tavırlarına değinmiştir. Onlar artık Kâ'be ile Mes¬cid-i Aksa arasında üstünlük yarışına girmiş bulunuyorlardı ki, Al-i İmran'ın bu ayetleri inmiş, Kâ'be'nin üstünlüğünü, faziletini ve önemini dile getirmiştir.
Sözü edilen ayetlerden Yahudilerin tartışma ve deliller getirme¬siyle ilgili bir kısmı şöyledir:
«İnsanların beyinsizleri "yöneldikleri kıbleden onları çeviren nedir?" diyecekler; de ki: "Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola eriştirir." Böylece sizi, insanlara şahid ve örnek olmanız için, orta bir ümmet yaptık. Peygamber de size şahid ve örnektir. Se¬nin yöneldiğin kıbleyi, Peygambere uyanları, cayacaklardan ayırdet-mek için kıble yaptık. Doğrusu Allah'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına, bu ağır birşeydir. Allah ibadetlerinizi boşa çıkaracak de¬ğildir. Doğrusu Allah insanlara şefkat gösterir merhamet eder. Yü¬zünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Hoşnud olacağın kıbleye, seni elbette çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i haram'a çevir; bulun¬duğunuz yerde yüzlerinizi, o yöne çevirin. Doğrusu kitap verilenler, bunun Rabblerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından gafil değildir. Sen kitap verilenlere her türlü delili getirsen yine de kıblene uymazlar; sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun ki eğer sana gelen ilimden sonra, onların heveslerine uyarsan şüphe-
410
siz o zaman zulmedenlerden olursun. Kendilerine kitap verdikleri¬miz, Onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Onlardan bir takımı doğrusunu bile bile hakkı gizlerler. Gerçek Rabbindendir sakın şüphelenenlerden ol olma.» (Bakara, 142-147).
Yukardaki ayetlerden önce de, bu konuyla yakından ilgili olun. Kâ'be'nin faziletini İbrahim ve İsmail ile ilişkisini anlatan 125-140. ayetler okunmalıdır.
Bu ayetlerin hepsi de, kıble değişikliği nedeniyle Yahudilerin ser¬gilediği aldatma, yüz çevirme ve kuşkulandırma çabalarını anlat¬maktadır. Öyleyse biz buradan hareket ederek, onlarla Araplar arasında peygamberlikten önce de Kâ'be ile Mescid-i Aksa'nın üstün¬lüğü konusunda bir takım cedelleşme ve tartışmaların meydana geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü Araplar, Kâ'be'yi Allah'ın yüce evi ola¬rak kabul ediyor, O'na yüce bir değer veriyorlardı. Yahudilerin on¬lara tam üstünlük sağlayabilmeleri için, kendi mescidleri olan Bey-tül-Makdis'in Arapların Kâ'be'sinden üstün olduğunu ileri sürme¬leri gerekiyordu!
Konumuzla ilgili olarak dikkat çekilmesi gereken bir nokta da 142-147. ayetler dizisinde yer alan iki bölümdür;
1 Kendilerine kitap verilenler O'nun Rablerinden (gelen) Hak olduğu-
nu biliyorlar... (144. ayet)
2 Kendilerine kitap verdiklerimiz, çocuklarını nasıl tanıyorlarsa, O'nu
da tanıyorlar. Onlardan bir grup bildikleri halde Hakkı gizliyor¬lar... (146. ayet)
Bu iki bölüm Yahudilerin Kâ'be'nin önemi ve fazileti konusun¬dan habersiz olmadıklarını, onu bilip, itiraf ettiklerini güçlü bir bi¬çimde ilham etmektedir. İşte bu nedenle onlar kendi kendileriyle çe¬liştiklerinde, bildikleri şeyleri kıble değişikliği sırasında inkâr et¬meleri nedeniyle, Kur'an'ın sert eleştirisine müstehak oldular. Ter¬cihe şayan odur ki, onların bu bilgileri ve itirafları Hicret'ten önce de, hatta peygamberlikten önce de vardı. Zira bu değişiklik Hicre¬tin başlarında gerçekleşmişti. Müslüman Araplar ve onlardan Ya¬hudilerle temas halinde olanlar, bunu biliyor ve onlardan duyu¬yorlardı. Açıktır ki, Yahudilerin, Arapların dini gelenekleri üzerin-da, ya da onları destekleme ve sağlamlaştırmada etkileri vardı. Pek tabii olarak onların, Kâ'be'nin değerini ve faziletini kabul etme¬leri ile üstünlük taslama türünden Mescid-i Aksa'yı üstün tutmuş olmaları arasında bir çelişki yoktur.
411
Peygamber ile Yahudiler arasında, yenecek maddelerin haram sayılması konusundaki tartışmayla ilgili Al-i İmran Süresindeki, aşa¬ğıdaki ayetler de bu konuyla ilgilidir:
«Tevrat'ın indirilmesinden önce, İsrail'in kendilerine haram et¬tiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helaldi. De ki: "Doğru sözlü iseniz Tevrat'ı getirip okuyun." Bundan sonra Allah'a karşı kim yalan isnad ederse işte onlar zalimlerdir» (Al-i İmran, 93-94).
Bu ayetlerin ifadesine göre, Yahudiler, kendilerine haram kılı¬nan şeylerin, daha önce İsrail'e -Bu ad Yâkub (a) için kullanılıyor¬du- de haram kılınmış olduğunu ve bu haram saymanın İbrahim'in dinine dayandığını iddia ediyorlardı. Bu konuyla ilgili olarak, onlar ile Peygamber arasında bir tartışma çıkmış, ayetler de gerçeği açık-lamak için inmişti. Onlara Tevrat'ı getirmeleri ve tartışma toplan¬tısının içinde okumaları şeklinde meydan okumuştur. Eğer iddiala¬rında doğru kimseler ise böyle yapmalarının bekleneceğini bildirmiş¬tir. Bu da onların bu tutumlarında büyüklük tasladıklarını, insan¬ları aldatmaya çalıştıklarını göstermektedir.
Yiyecek maddelerinin haram sayilmasıyla ilgili olarak En'am ve Nahl Sûrelerinde bir takım ayetler vardır. En'am ayetleri, keyfi ola¬rak helal ve haram kılma dolayısıyla müşrik Arapların eleştirildi¬ği, tenkid edildiği bir çok ayeti içermektedir. Nahl ayetleri de müs-lümanlara keyfi olarak helal kılıp, haram saymaya kalkmamaları-nı emretme, Allah'ın haram kıldığına uymalarını, teiniz ve halal kıl¬dıklarını da yemelerini öğütleme konusuyla ilgili olarak gelmişler¬dir. Şöyle ki:
/ 1 De ki: "Bana vahy olunanda leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki pistir- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başka¬sını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aş-, mamak üzere bunlardan yiyebilir." Doğrusu Rabbin bağışlar ve me:rhamet eder. Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. On¬lara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağla¬rım da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde ce¬zalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüz. (En'am, 145-146) 2 Yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, Allah'ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin, O'nun nimetini şükredin. Allah size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının adına kesilenleri
412
haram etmiştir Darda kalan, aşın gitmemek ve başkasının hakkına el uzatmamak şartıyla bunun dışındadır. Allah şüphesiz bağışlar, mer¬hamet edeı. Diliniz yalana alışmış olduğu için, "Şu haram, bu helal¬dir" demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Al¬lah'a karşı yalan uyduranlar İse iflah olmazlar. Az bir geçim ve ar-dından can yakıcı azab onlaradır. Sana anlattıklarımızı daha önce Ya¬hudi olanlara da haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmedik, onlar ken¬dilerine zulmediyorlardı. (Nahl, 114-118).
Bilindiği gibi Tevrat ölü etini, kanı, domuz etini, tırnaklı hayvan¬ları vesaireyi haram kılmıştı. En'am'ın, 135-144. ayetleri müşrik Arapları, keyfi olarak haram kılma.ve helal saymaya girişip onla¬ra dini boya çektiklerinden dolayı eleştirince, En'am ayetlerinin ilham ettiğine göre Yahudilerin de bir takım haram kılma ve helal saymalara giriştiklerini ileri sürdüler. Buna bağlı olarak sûrenin 144-145. ayetleri de, genel olarak haram olan şeylerin, ölü eti, kan, domuz eti, Allah dışında başka varlıkların adına kesilen şeyler ol¬duğunu, Yahudilere haram kılman bunların dışındaki şeyler, pis ve kötü olduğundan değil, yalnız onların taşkınlıklarına, azgınlıkları¬na bir ceza olarak haram kılındığını belirterek müşriklerin yakla¬şımlarını reddetti. Öyle anlaşılıyor ki, ya müşriklerin karşı çıkışla¬rı, ya da Arapların eski gelenekleri sebebi ile, bu konu ikinci defa müslümanlar arasında da tartışılmış, bunun üzerine ilahi hikmet gereği olarak Nahl ayetleri inmişti. Ve pis ve kötü olduğundan ha¬ram kılman şeylerin yalnız dört tane olduğunu, bunların dışında ola¬rak Yahudilre haram kılınan şeylerin bu açıdan değil, onların zulüm¬leri nedeniyle haram kılındığını belirttiler. Buradan da açığa çıkı¬yor ki, peygamberlikten önce Araplar, Yahudilere haram kılman şey¬leri biliyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki, Araplar haram kılma ve helal yapmalarında, Yahudilerin bu durumlarını kendileri için bir maze¬ret olarak görüyorlardı. Burada da Yahudiler ve Yahudiliğin Arap¬ların dini gelenekleri üzerindeki etkisi ortaya çıkmaktadır.
Bu ayetlerin bir kısmı da Yahudiliğin yasama ve yargı organla¬rıyla ilgili olarak gelen ayetlerdir. Şu ayetlerde bunu görüyoruz:
«Ey Peygamber! Kalbleri inanmamışken, ağızlarıyla "inandık" di¬yenler, Yahudilerden yalana kulak verenler ve başka bir topluluk he¬sabına casusluk edenlerden inkara koşanlar seni üzmesin. Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de "Böyle bir (fetva) size verilirse alın, verilmezse kaçırtın" derler. Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kim¬se için, Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez. İşte onlar Allah'ın
413
kalblerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dünyada rezillik onlara¬dır. Onlara ahirette de büyük azab vardır. Onlar yalana kulak ve¬rirler, haram yerler. Eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, isterse onlardan yüz çevir; yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen aralarında adaletle hüküm ver. Allah adil olan¬ları sever. Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, ne yüzle seni hakem tayin ediyorlar da sonra bundan yüz çeviriyor¬lar? İşte onlar inanmış değillerdir. Doğrusu biz yol gösterici ve nur-landırıcı olarak Tevrat'ı indirdik. İslam olmuş Peygamberler, onun¬la Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Allah'a vermiş rabba¬niler ve alimler de Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildikle¬rinden (onunla hüküm verirlerdi) ve onu gözleyip kollarlardı. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun, ayetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin; Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte on¬lar kafirlerdir. Orada onlara cana can, göze göz, buruna burun, ku¬lağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşılıklı ödeşme yazdık. Kim hak¬kından vazgeçerse bu onun günahlarına keffaret olur. Allah'ın in¬dirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar zalimlerdir.» (Maide, 41-45).
İçerik olarak ayetler, Yahudilerin, şeriatlarının bir takım hüküm¬lerini ihlal ettiklerini, bazı adamlarını Peygamber'e, problemlerin¬den birinde kendi arzularına uygun hüküm verir umuduyla, ona mahkeme olması için gönderdiklerini göstermektedir. Bu nedenle ayetler onların hareketlerini akıl almaz şeyler olarak değerlendir-miştir. Nasıl kendi yanlarında bulunan, Allah'ın indirdiği, Pey¬gamberin kendisiyle hükmettiği hidayet ve aydınlık rehberi Tevrat'ı hakem kabul etmiyorlar da Peygamberi hakem tayin ediyorlar! Sonra Tevrat'ın kanunlar ve yaralamalarla ilgili hükümlerini kay¬detmiş ve bu konularda kendisiyle hükmedilmesi gerekenin de on¬lar olduğunu ifade etmiştir.
îbn Hişam ve Müfessirler bu ayetlerin zina eden bir kadm-erkek meselesiyle ilgili olarak indiğini belirtmektedir, Peygamber (s.) Tevrat'ın hükmü gereği olarak bu meselede recm hükmünü uygula¬mak istemiş, Yahudiler bu hükmü kabul etmemiş Peygamber de on¬lardan Tevrat'ı getirmelerini istemiş, bu konuda müslüman olmuş bir Yahudi bilginden yardım istemiş ve verdiği hükmün Tevrat'a uy¬gun olduğunu ispat etmesini taleb etmiştir. Fakat ayetlerin siyakı¬na baktığımızda yalnız kısas hükümlerinin kaydedilmiş olduğunu görüyoruz. Bu durumda sözkonusu rivayeti kabul etmemiz pek ko-
414
lay değildir. Netice olarak; ayetler, İslâm'dan önce Arapların mese¬lelerinde ve problemlerinde baş vurduğu kaynaklarından birinin de Yahudiler olduğunu ilham etmektedir. Yahudilerin yanlarında bu¬lunan semavî yasalar, ilimler, bilginler ve hahamlar nedeniyle Araplar üzerinde olumlu-olumsuz etkileri oluyordu. Bu da işlediği¬miz konuyla ilgili bir meseledir.
Ayrıca bu ayetlerden anlaşıldığına göre:
1- Yahudilerde yargı görevini üstlenenler, Tevrat şeriatının ko¬ruyucuları olmaları, yargının temelini de bu şeriatın oluşturması ha¬sebiyle hahamlar ve rabbani bilginlerdir.
2- Bu ayetlerde, Yahudilerin şeriat karşısındaki tutumlarından bir tablo sunulmaktadır. Peygamberin asrında ve çevresinde bulu¬nan Yahudi bilginlerin ve hahamların bazı hükümleri ihlal ettikle¬ri, onlar hakkında bir takım düzenbazlıklara giriştikleri ifade edil¬mektedir.
Bu son tablo, başka ayetlerden de açıkça anlaşılmaktadır. Buna göre onların bu tutumları Tevrat'ın bütün metinleri için geçerliydi ve Peygamberlikten önceki durumları da buydu:
1 Vay kitabı kendileri yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, "Bu
Allah kalındandır" diyenlere! Vay yazdıklarına! Vay kazandıkları¬na (Bakara, 79).
2 Onlardan bir grup, kitapta olmadığı halde kitaptan zannedesinîz diye
dillerini eğip bükerler. O Allah katından olmadığı halde: "'Allah ka-tmdandır" derler. Bile bile Allah'a karşı yalan söylerler. (Al-i İm-ran, 78).
3 Allah kitap verilenlerden: "Onu insanlara açıklayacaksınız, gizleme-
yeceksiniz" diye ahid almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür. Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övünmekten hoşlananların; sakın onların azabdan kurtulacaklarını sanma, elem verici azab onlaradır. (Al-i îmran, 187-188).
Ayetler, onların bu tutumlarını, dünya menfaatlerini istemele¬rine, başkalarına karşı büyüklük taslamayı arzu etmelerine ve di¬ni sömürmelerine bağlamaktadır.
Yahudilerin, Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğuna inanmaları sade¬dindeki ayetler de bu ayetlerdendir. Nitekim aşağıdaki ayette bu¬na işaret edilmiştir:
«Yahudiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler.» (Tevbe, 30).
415
Ayet, bu inancın Peygamber asrında ve çevresindeki Yahudile¬rin ya da onlardan bir grubun inancı olduğunu göstermektedir.
Hz. Meryem'e iftira atmaları ve Mesih'in öldürüldüğünü iddia et¬meleriyle ilgili ayetler de bu ayetlerdendir:
«Sözleşmelerini bozmaları, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, Peygamberleri haksız yere öldürmeleri, "Kalblerimiz perdelidir" demelerinden ötürü (başlarına bela getirdik). Allah, inkarlarına karşılık onların kalblerini mühürledi, onun için bunların ancak pek azı inanır. Bu bir de inkarlarından, Meryem'e büyük bir iftira¬da bulunmalarından ve: "Meryem oğlu İsa Mesih'i -Allah'ın elçisi-öldürdük" demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asma¬dılar, fakat onlara öyle göründü. Ayrılığa düştükleri şeyde doğrusu şüphededirler, bu husustaki bilgileri ancak zanna uymaktan ibaret¬tir. Kesin olarak onu öldürmediler, bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah güçlüdür, hakimdir.» (Nisa, 155-158).
Ayetler, Yahudilerin Peygamber asrında ve çevresinde, açıktan açığa Hz. Meryem'e iftira attıklarını ve Mesih'i öldürmekle kasıldık¬larını göstermektedir. Bunun, daha önce açıkladığınız gibi, onların inançlarıyla ilgili olduğu açıktır.
Peygamberin Tevrat ve İncil'de yer alan sıfatlarıyla ilgili olan ayetler de bu ayetlerdendir. Aşağıdaki Mekkî ayette bunu görüyo¬ruz:
«Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları, o Elçiye, o Üm-mî peygambere uyanlar; O Peygamber onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan men'eder, teiniz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar..» (A'raf, 157).
Şu ayetlerde de görüleceği gibi, Yahudilerden Allah'a, Peygam-ber'e ve Kur'an'a iman edenlerin olduğunu gösteren ayetler vardır:
1 Kitap ehlinden Allah' a, sîze indirilene ve kendilerine indirilmiş ola-
na -Allah'a huşu duyarak- inanıp, Allah'ın ayetlerini az bir değere değişmeyenler vardır. İşte onların ecirleri Rabb'Ierinin kalındadır. (Al-iİmran, 199).
2 Fakat içlerinden ilimde ileri gitmiş olanlar ve müminler, sana indiri-
lene ve senden önce indirilene inanırlar... (Nisa, 162).
3 îsrailoğıiflan bilginlerinin bunu bilmesi de onlar için bir delil değil mi?
(Şuara, 197).
4 De ki: "Eğer bu kitap Allah katından ise ve siz de onu İnkar ederse-
niz; İsraİloğullarından bir şahid de bunun böyle olduğuna şehadet
416
edip te İnanmışken, siz yine de büyüklük taslarsanız, bana söyleyin kendinize yazık etmiş olmaz mısınız?" (Ahkaf, 10).
Pek tabii olarak A'raf ayeti de diğer Kur'an ayetleri gibi, Yahu¬dilerin ve Hıristiyanların gözleri önünde okunuyordu. Buradan ha¬reketle diyebiliriz ki: Peyamber asrında ve çevresinde Yahudilerin ellerinde bulunan Tevrat'ta, kendi sapıklıklarını düzeltmeye yara¬yacak, yükümlülüklerinin bir kısmını hafifletecek, hükümlerle bir¬likte, Peygamber'in sıfatlarına açıkça ya da işaret yoluyla yer veril¬miştir. Ayrıca onlardan Peygamber'e iman edenler ise, Muhamme¬di Risalette, daha önceki kitapları tasdik edici bir doğruluk buluyor, ıslahata yönelik yüce hedefler peşinde olduğunu idrak ediyordu. O'nun sıfatlarının daha önceleri kendi kitaplarında geleceği müjde-lenen peygamberin sıfatlarına uyduğunu biliyorlardı.
İnkâr edenlerin inanmamaları ise, bu konuda ve daha başka yerlerde naklettiğimiz pek çok Kur'an ayetinde, özellikle de birin¬ci bölümün üçüncü konusunda verdiğimiz ayetlerde değinildiği gi¬bi başka nedenlere dayanıyordu Arada kıskançlık, kin> büyüklük tas¬lama, sarsılmakta olan özel menfaatlara ve makamlara dört elle sa¬rılma, içlerine sinmiş bulunan karakter, ulusal egoizm v.s. gibi ne¬denler vardı.
Muhtemelen, adı geçen konuda ve başka münasebetlerle naklet¬tiğimiz Bakara 89. ayetinde yer alan, «Bildikleri şey kendilerine ge¬lince, onu inkâr ettiler» bölümü, Yahudilerin, Arap olan bir peygam¬beri bekledikleri, kendi yanlarında yazılı bulunan sıfatlarından sö-zettikleri ye onun kendi taraftarlarından olacağını ileri sürerek Araplara karşı onunla galib geleceklerini ifade ettiklerini kesin bi¬çimde göstermektedir,..
Onların Tevrat yasasına aykırı hareket etmeleri, hahamlarının ve bilginlerinin dini görevlerini hakkıyla yerine getirmemeleri, ma¬kam ve mevkilerini istismar etmeleriyle ilgili ayetler de bunlardan¬dır:
a) Onlara faiz haram kılınmıştı:
«Menedildikleri halde faiz almalarından ve haksız yere insanla¬rın mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık)...» (Nisa, 161).
b) Birbirleriyle savaşmaları haram kılınmıştı:
«Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz. Birbirinizi yurtlarınız¬dan çıkarmayacaksınız! diye sizden kesin sz almıştık. Göre göre bu¬nu kabul etmiştiniz. Sonra siz birbirinizi öldüren, aranızdan bazı¬larını memleketlerinden çıkaran, onlara karşı çıkarmak haram-
417
ken günah ve düşmanlıkta birleşen kimseler oldunuz. Size esir ola¬rak geldiklerinde de fidyelerini vermeye kalkıyorsunuz. Yoksa siz, Kitab'm bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?» (Ba¬kara, 84-85).
c) Onların bilginleri, düzenbazlık ve sömürme amacı ile Allah'a nisbet edilmesi doğru olmayan şeyleri O'na nisbet ediyorlardı. Ge¬lecek ayetlerde görülen budur:
1 Vay kitabı kendileri yazıp sonra da onu az bir değere satmak için: "Bu
Allah kalındandır» diyenlere! Vay yazdıklarına! Vay kazandıkları¬na! (Bakara, 79).
2 Onlardan bir takımı, Kitapta olmadığı halde Kitap'tan zannedesiniz di-
ye dillerini eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde: "Allah katındandır" derler, bile bile Allah'a karşı yalan söylerler. (Al-i îmran, 78).
d) Aynı amaçla bildikleri gerçeği gizliyorlardı:
1 Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'mı, oğullarını tanıdıkları gibi ta-
nırlar. Onlardan bir takımı, doğrusu bile bile hakkı gizlerler. (Baka¬ra, 146).
2 Allah, kitap verilenlerden, "onu insaniara açıklayacaksınız ve gizle-
meyeceksiniz," diye ahid almıştı. Onlar İse onu arkalarına atıp, az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür! (Al-i İmran, 187).
e) Onların hahamları ve Rabbanileri, kendi toplumlarının birey¬lerini günahlara dalarken görüyor, onları görmezlikten geliyor, öğütlerinden ve yasaklamalarından vazgeçiyorlardı: Aşağıdaki ayet¬lerde bu işlenmektedir:
«Onlardan bir çoğunu görürsün ki, günaha girmekte, düşmanlık etmekte ve haram yemekte birbirleriyle yarışırlar. Yapmakta olduk¬ları şey ne kadar kötü!,. Rabbaniler ve hahamların, onları günah söz söylemekten, haram yemekten menetmeleri gerekmez iniydi? Yap¬tıkları şey ne kötüdür.» (Maide, 62-63).
f) Hahamların çoğu, halk kitlelerinin kendilerine körü körüne ita¬at edişlerini sömürüyor, bunun ardından, büyük servetler edinme¬ğe çalışıyorlardı. Hatta onlar bu nüfuzlarını, insanları Peygam-ber'in çağrısından alıkoymak için bile kullanıyorlardı. Şu ayetler¬de bunu görüyoruz:
1 Onlar, âlimlerini ve rahiblerini, Allah'tan başka Rabler edindiler.
(Tevbe,31).
418
2 Ey iman edenler! Gerçekten Yahudi bilginlerinden ve Hıristiyan ra-hiblerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yo¬lundan çevirirler. (Tevbe, 34).
g) Tevrat metinlerini anlamada aralarında anlayış farkı vardı. Bu ayrılık onları gruplara ve hiziplere ayırmıştı. Onların bu duru¬ma düşmelerinde heva hevesin de etkisi vardı. Gelecek ayetlerde iş¬lenen de budur:
1 ... Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf arala-
rındaki kıskançlıktan ötürü, ayrılığa düştüler... (Al-i îmran, 19).
2 Gerçekten bu Kur'an İsrailoğullarma, ihtilâf edip durdukları şeylerin
çoğunu anlatıyor. (Nemi, 76).
3 Andolsun biz Musa'ya Kitab'ı verdik, onda da ayrılığa düşüldü...
(Fussilet, 45).
4 (Geçmiş ümmetlerin veya ehli kitabın) ayrılığa düşmeleri ise, kendi-
lerine İlim geldikten sonra sırf aralarında hased ve azgınlıktan do¬layıdır. Eğer Rabb'inden tayin edilmiş bir vakte kadar azabın gecik¬mesine dair bir söz geçmiş olmasaydı aralarında helak işleri mutlak bitirîverilirdi. Onlardan sonra Kitab'a varis kılınanlar (Yani Rasu-lullah dönemindeki Kitap Ehlİ) ondan, kuşku veren bir şüphe için¬dedirler. Onun için sen onları tevhide davet et ve emrolunduğun gi¬bi, doğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: "Ben Allah'ın in¬dirdiği her kitaba iman ettim. Aranızda adaleti yerine getirmekle em-rolundum. Allah bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size.. Sizinle aramızda bir hu¬sumet yok. Allah hepimizi (kıyamette) bir araya toplayacak ve dö¬nüş de ancak onadır. (Şura, 14-15).
5 Gerçekten biz, vaktiyle İsrailoğullarma kitab, hüküm ve Peygamber-
lik vermiştik. Kendilerini temiz rızıklardan da nzıklandırmiştık. Hem onları (bulundukları devirde) alemlerin üstüne faziletli kılmış¬tık. Onlara açık deliller (ayet ve mucizeler) de vermiştik. Şimdi ay¬rılığa düşmeleri, sırf kendilerine ilim geldikten sonra, azgınlık ve ih¬tirastan dolayıdır. Muhakkak ki Rabbin, onların ihtilaf ettikleri ko¬nularda kıyamet günü aralarında hüküm verecektir. (Casiye, 16-17). Burada kaydettiğimiz ayetler her ne kadar peygamberlikten sonra davetin şartları ve konumuyla ilgili olarak inmiş olsalar da, öz ve içerik itibariyle, aslında Yahudilerin Peygamberlikten önce¬ki durumlarını tasvir etmektedir. Ayetlerin iniş sebebi olarak orta¬ya çıkan davetle ilgili şartlar ve durumlar daha önce yürürlükte bu¬lunan uygulamaların bjr devamı olmaktan öteye geçmez.
419
Şimdiye kadar belirtilen şeylere ilave olarak deriz ki: Arapların, Yahudiler kanalıyla Tevrat'ta kaydedilen kıssaları, Tevrat nüsha¬larından peygamberlerin, onların mucizelerinin ve ümmetlerinin ha¬berleriyle ilgili pek çok şey öğrendikleri kuşkusuzdur. Arapların ken¬di bilgilerini, düşünce, din ve dünya kültürlerini arttırmalarında on-lardan yararlandıkları kesindir. Tevrat'taki hikayelerin çoğuna ay¬nı zamanda Kur'an'da da işaret edilmiştir. Arapları eleştirme, on¬lara hatırlatma da bulunma ve hitab etme sadedinde bu kıssaların çoğuna değinilmiştir. Bu da bizim yaklaşımımızı desteklemektedir. Zira bu kıssayı bilen ve bildiğini kabul eden kişiye karşı, delil da-ha sağlam ve daha etkili olur. Sonra kullanılan üslub, onu dinleyen insanların ondan hiç habersiz olmadığını ilham etmektedir. Bu et¬kinin bir sonucu olarak sözkonusu bilgiler, onların Peygamber'le tar¬tışmalarının, O'na karşı delil ileri sürmelerinin vasıtalarından bi¬ri olmuştur. Kasas ayetinin de tasvir ettiği gibi, onların Peygam-berden, önceki peygamberlere verilen mucizelere benzer bir muci¬ze getirmesini istemelerine neden olmuştur:
«Fakat, şimdi onlara tarafımızdan hak gelince: "Musa'ya verilen¬ler, O'na da verilmeli değil mi?" dediler.» (Kasas, 48).
Enbiya ayeti de bunun gibidir:
«O halde bize, öncekilerin gönderildikleri gibi, O da bir mucize getirsin.» (Enbiya, 5).
Ayrıca onların bu bilgileri, Fatır 43. ayetin de ifade ettiği gibi, kendilerinden önceki ümmetlerden daha doğru bir yola gelmeleri için, kendilerine bir peygamberin gönderilmesini arzu etmelerine ne¬den olmuştur. Bunların hepsi pek tabii olarak, ancak öncekilerin ha¬berlerini, şimdikilerin durumlarını bilmelerine bağlı olarak ger¬çekleşebilir.
Aynı şekilde Kur'an Araplarla tartışırken, onları davet eder¬ken, kendilerini eleştirirken birçok defalar zikir ehlini, kitap ehli¬ni -ki Yahudiler de bunların içine girer-, semavî kitapları, Mu¬sa'nın Suhuflarını,'lsrailîleri ve bilginlerini açıkça şahid olarak göstermiştir. Bu konuyla ilgili ayetlerin çoğunu birinci bölümün üçüncü konusunda ve bu konuda vermiştik: En'am, 114; Yunus, 94; Nahl, 43; Şuara, 197; Ankebut, 47; Sebe', 6; Ahkaf, 10; Kasas, 52-55; Ra'd, 36. ayetleri bunlar arasında yer aldıkları gibi, gelecek ayetler de aynı hususa işaret etmektedirler:
1 Dediler ki: "Rabbinden bir mucize getirse ya!..." Onlara, evvelki ki-420
taplarda olan apaçık delil gelmedi mi? (Taha, 133).
2 Yoksa, çok vefalı İbrahim'in ve Musa'nın sahif esinde olan kendisine
haber verilmedi mİ? (Necin, 36-37).
3 Bu elbette ilk sahifelerde de vardır. İbrahim'in ve Musa'nın sahifele-
rinde. (A'la, 18-19).
Bunların hepsinde delilin sağlam ve mükemmel oluşu, Kur'an-i dinleyen Arapların ve onların eşrafının, Yahudilerin kitaplarından, haberlerinden ve bilgilerinden haberdar olmasına bağlıdır. Arapla¬rın tüm bu bilgi kaynaklarına güvenmeleri az ya da çok onlardan et¬kilenmeleri ile açıklanabilir.
2. Hıristiyanlık
Hıristiyanlığa gelince, daha önceleri birinci bölümün üçüncü faslında yaptığımız çıkarımla Mekke'de yabancı Hıristiyan bir azın¬lığın bulunduğu, Yesrib'te de yabancı Hıristiyan bir azınlığın var ola¬bileceği kanısına varmıştık. Ayrıca peygamber asrında ve çevresin¬de yerli halktan hıristiyanlaşan Arapların var olduğu görüşünü tercih etmiştik.
Burada ise diyoruz ki: Hıristiyanlığın Hicaz Arapları arasında ya¬yılışı dar bir alanı kapsıyordu. Bireysel çıkışların ötesine varabile¬cek bir hareket değildi. Bu yaklaşımı, Kur'an-ı Kerim'de Peygamber ile Hıristiyanlar arasında yankı yapacak güçlü bir sürtüşmenin varlığını gösteren bir açıklamanın bulunmayışından çıkarıyoruz. Ne Mekkî ayetlerde ne de Medenî ayetlerde, Yahudilerle, Yesrib'te ol¬duğu gibi benzer olaylara r as dayamıyoruz. Eğer Peygamber çevre¬sinde genel olarak Hıristiyanlığın özellikle de Arap Hıristiyanlığı¬nın güçlü bir etkinliği ve geniş bir kapsamı olsaydı, Kur'an bunıin yankısını verirdi. Pek çok ve çeşitli olaylar meydana gelir, rivayet¬ler onları nakleder ve bu olayların varlığını gösterecek bir takım bil¬giler bize kadar ulaşırdı.
Hicaz'ın dışındaki bölgelere gelince, Kur'an'da bu konuda açık bir metin yoksa da Hıristiyanlığın Araplar arasında ne ölçüde yayıldı¬ğına işaret edebilecek bir takım işaretler vardır ki bu işaretlerin, ri¬vayetlerin kaydettiği, Peygamber ile Yemen'li, Şam'lı Arap Hıristi¬yanların elçilerinin buluşmasıyla ilgili olduğu hemen hemen kesin¬dir. Bu işaretlerde, rivayetlerin kaydettiğini destekler mahiyette iz¬ler vardır. Çünkü bu ayetlerden bir kısmında, dinleyenlerin gözle¬rinin yaşaracağı ölçüde etkilendiğine işaret edilmektedir. Bu da onların Kur'an'ın metnini gerçekten yeteri kadar anladıklarını gös-
421
terebiUr. Bunun da, hemen fark edileceği gibi, ancak Araplar için ge¬çerli olabileceği pek tabiidir. Yine Kur'an'da belirtildiğine göre, Al¬lah'ın ve Rasulünün haram kıldığını haram saymayan ve gerçek di¬ne boyun eğmeyen Ehl-i Kitap'la savaşılması gerekmektedir. İlave bir kaç ayetten sonra onları geniş kapsamlı bir savaşa seferber ol-maya çağırmaktadır ki, bu savaşın Tebük savaşı olduğunda rivayet¬ler ittifak halindedir. Bu savaş Şam'ın yüksek ovalarında oturan, za¬man zaman yolculara ve kafilelere saldıran ve çoğunluğu Hıristiyan olan Arap kabilelerine karşı yapılmıştı. Bu Kur'anî işaretler, riva¬yetlerle açıklanmıştır. Onların içeriklerine aykırı değildir. Buna bağ¬lı olarak denebilir ki, Hıristiyanlık Şam'ın yüksek bölgelerinde ge¬niş ölçüde yayılmış bulunuyordu. Sonra Yemen Arapları arasında kü¬çümsenmeyecek bir kitle arasında yayılmıştı40. Yakîn derecesinde mütevatir rivayetler de bunu desteklemektedir. Öte yandan Hıris¬tiyanlığın, Şam'ın ve Irak'ın şehirleri, köyleri ve göçmenleri arasın¬da ve Mezopotamya/iki nehir arası halkı arasında yayıldığını gös¬termektedir. Bizim görebildiğimiz Kur'anî işaretler ise şunlardır:
Birinci bölümün üçüncü konusunda naklettiğimiz Isra 107-109; Kasas, 52-55; Araf, 157; Meryem, 16-37; Tevbe, 35; Nisa, 171-172; Maide, 72-79, 82-84. ayetler. Ayrıca ravilerin, Necran Hıristiyanla-rı arasında vuku bulan bir tartışma ile ilgili olduğu hususunda it¬tifak ettikleri Al-i İmran Sûresinin 35-64. ve Tevbe Sûresinin bir kaç ayeti. Al-i İmran'daki ayetler şunlardır:
«İmran'ın karısı: "Ya Rabbi! Karnımda olanı, sadece sana adadım, benden kabul buyur, doğrusu işiten ve bilen ancak sensin" demişti. Onu doğurduğunda -Allah onun ne doğurduğunu bilirken-; "Ya Rab¬bi! Kız doğurdum. Erkek kız gibi değildir, ben ona Meryem adını ver¬dim, ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana ısmarladım" dedi. Rabbi onu güzel bir kabulle karşıladı, güzel bîr bitki gibi ye¬tiştirdi; onu Zekariya'nin himayesine bıraktı. Zekeriyya mabedde onun yanına her girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. "Ey Meryem! Bu sana nereden geldi?" demiş, o da :"Bu, Allah'ın katındandır" ce¬vabını vermişti. Doğrusu Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır. Orada Zekeriyya Rabbine dua etti: "Ya Rabbi! Bana kendi katmdan temiz bir soy bahşet, doğrusu Sen duayı işitirsin." Mabedde namaz kılarken melekler ona seslendiler: "Allah sana, Allah'tan bir kelime¬yi doğrulayıcı, efendi, iffetli, iyilerden bir peygamber olarak Yahya'yı
40 Ibn Hışam, II. 165-176. 422
müjdeler". "Ya Rabbi! Ben artık iyice kocamış, karım da kısırken na¬sıl oğlum olubilir?" dedi. Allah: "Böyledir, Allah dilediğini yapar" de¬di. "Ya Rabbi! Bana bir alamet ver" dedi. "Alametin üç gün işaret¬le anlaşma dışında insanlarla konuşmam andır; Rabbini çok an, ak¬şam sabah teşbih et" dedi. Melekler şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah seni temizledi, dünyaların kadınlarına, seni üstün kıldı. Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ, secde et, rükû edenlerle bir¬likte rükû et." (Ey Muhammed!) Bu sana vahyettiğimiz gayb haber-lerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlar¬ken sen yanlarında değildin, çekişirlerken de orada bulunmadın. Me-Iekîerdemişti ki: "Ey Meryem! Allah sana, kendinden bir sözü, adı Meryem oğlu tsa olan Mesih'i, dünya ve ahirette şerefli ve Allah'a yakın kılınanlardan olarak müjdeler. İnsanlarla, beşikte iken de, ye¬tişkin iken de konuşacaktır ve o, iyilerdendir". Meryem: "Rabbim! Bana bir insan dokunmamışken nasıl çocuğum olabilir?" demişti. Me¬lekler şöyle dediler: "Allah dilediğini böylece yaratır. Bir işin olma¬sını dilerse ona 'ol' der ve olur. Ona kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İn¬cil'i öğretecek, îsrailoğullarına şöyle diyen bir Peygamber kılacak: 'Ben size Rabbinizden bir ayet getirdim. Ben size çamurdan kuş gi¬bi bir şey yapıp ona üfleyeceğim; Allah'ın izni ile, hemen kuş olacak¬tır; anadan doğma körleri, alacalıları, sakladıklarınızı da size haber vereceğim. İnanıyorsanız bunda size bir delil vardır. Benden önce ge¬len Tevrat'ı tasdik etmekle beraber, size yasak edilenlerin bir kıs¬mını helal kılmak üzere, Rabbinizden size bir ayet getirdim. Allah'tan sakının ve bana itaat edin; çünkü Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz'dir. Ona kulluk edin, bu doğru yoldur". İsa onların inkar-larını hissedince: "Allah uğrunda yardımcılarım kimlerdir?" dedi. Ha¬variler şöyle dediler: "Biz Allah'ın yardımcılarıyız, Allah'a inan¬dık, O'na teslim olduğumuza şahid ol. Rabbimiz! İndirdiğine inan¬dık, Peygambere uyduk; bizi şahid olanlarla beraber yaz". Fakat hi¬le yaptılar, Allah da onları cezalandırdı. Allah hile yapanların ceza¬sını en iyi verendir. Allah demişti ki: "Ey İsa! Ben seni vefat ettire¬ceğim, seni kendime yükselteceğim, inkar edenlerden seni tertemiz ayıracağım; sana uyanları kıyamet gününe kadar, inkar edenlerin üstünde tutacağım, sonra dönüşünüz Banadır. Ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim. İnkar edenleri de dünya ve ahi¬rette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiç bir yardımcıları olma¬yacaktır. İnanıp, yararlı iş işleyenlerin ecirleri ise tastamam veri-
423
lecektir. Allah zalimleri sevmez". İşte bu sana okuduklarımız, ayet¬lerden ve Zikr (Kur'an) dendir. Allah'ın katında İsa'nın durumu -ken¬disini topraktan yaratıp sonra "ol" demesiyle olmuş olan- Adem'in durumu gibidir. Gerçek Rabb'indendir, o halde şüphelenenlerden ol¬ma! Sana ilim geldikten sonra, bu husukta seninle kim tartışacak olursa, de ki: "gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve ka¬dınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lanetlenelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim". Şüphesiz bu anlatılanlar gerçek olaylardır. Allah'tan başka ilah yoktur. Doğru¬su Allah güçlüdür. Hakimdir. Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah bozguncuları bilir. De ki: "Ey Kitab Ehli! Ancak Allah'a kulluk et¬mek. O'na bir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi Rab ola¬rak benimsememek üzere, aramızdaki müşterek bir söze gelin". Eğer yüz verirlerse: "Bizim müslüman olduğumuza şahid olun" de¬yin.» (Al-i İmran, 35-64).
Şimdi de Tevbe Sûresi ayetlerine gelince:
1 O kendilerine kitab verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe İnanma-
yan, Allah'ın ve Peygamberin haram ettiği şeyi hram tanımayan ve hak dinini (İslam'ı) din edinmeyen kimselerle; küçülerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın. (Tevbe, 29).
2 Ey iman edenler! Gerçekten hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu in-
sanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan çevirirler. (Tevbe, 34).
3 Ey iman edenler! Size ne oldu ki "Allah yolunda topluca savaşa çı-
kın, seferber olun" dendiği zaman yere ve meskenlerinize çivilenip ağırlaştmız? Yoksa ahiretten vaz geçip, dünya hayatına mı razı ol¬dunuz? Fakat ahıretin yanında, dünya hayatının zevk ve faydası pek az bir şeydir. (Tevbe, 38).
4 Ey mü'minler! Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak seferber olun ve mal-
larınızla, canlarınızla Allah yolunda savaşın. Eğer bilirseniz, bu sizin için pek hayırlıdır. Yakın bir dünya menfaati ve orta bir yol¬culuk olsaydı (o münafıklar) elbette Sana tabi olurlardı. Fakat güç aşılacak mesafe, kendilerine uzak geldi... (Tevbe, 41-42). Hıristiyanlığın yayıldığı alan, Özellikle Peygamber çevresinde dar bir alanda kalıyorsa, bu onun etkisinin zayıf olduğunu göstermez. Biz daha Öndeki konularda, Yahudiliğin Hicaz Araplarınm dini dü¬şünceleri ve bilgileri üzerinde ne kadar etkili olduğunu belirtip, onunla ilgili bir dizi ayet delil olarak gösterdiğimiz gibi, Hıristiyan-
424
lığın da onlar üzerinde etkili olduğuna inanıyoruz. Özellikle Allah düşüncesinde; Allah'ın oğullar, kızlar edinmesi, melekler ve onların Allah'ın kızları olarak sayılması gibi düşüncelerin, onlardan etkile¬nerek geliştiği söylenebilir. Şefaat, şefaatçüar, meleklerin şefaatçı-lar olarak kabul edilişi gibi düşünceler aslında Arapların Hıristiyan-lardan, onların keşişlerini şefaatçi olarak görmelerinden, alıntı yaptıkları düşüncelerdir.
Daha önce melekler konusunda kaydettiğimiz ve onunla ilgili ola¬rak Arapların, melekleri ilah edinmelerinde, kendilerini, isa'yı ilah olarak kabul eden Hıristiyanlardan daha doğru yolda gördükleriy-le ilişkin açıklama yaptığımız Zuhruf Sûresi, 57-65, ayetlerinde, Arapların Allah'ı, kabul ettiklerini açıkladığımız konuda verdiğimiz En'am, 157. ayetlerinde, Arapların kendilerine bir uyarıcı geldiğin¬de ona uyacaklarına, diğer ümmetlerden herhangi birinden daha doğ¬ru yola gireceklerine yemin edişlerini tasvir eden Fatjr 42. ayetin¬de, Hıristiyan grupların, hiziplerin arasındaki ayrılıklara, tartışma¬lara ve parçalanmalara değinen bu konuda ve daha önceki konular¬da kaydettiğimiz Mekkî ayetlerde; Hicaz Araplarının, özellikle de Mekke Araplarının Hıristiyanlığa, onun inançlarına, kıssalarına, Me¬sih'in doğuşu, peygamberliği ve soyu ile ilgili problemlerine, bunlar¬la ilgili görüşlere ve mezheplere büyük ilgi duyduklarını gösteren de¬liller vardır. Bunların hepsinin onların psikolojik yapıları, kültür¬leri, düşünceleri ve inançları üzerinde bir karşıt tepkiye neden ol¬ması tabiidir. Buna ilave olarak, az önce Yahudiler konusunda Eh¬li Kitab'ın şahid olarak gösterilmesi ve bu konuda naklettiğimiz ayet¬ler de birer delil sayılır. Çünkü bu, Yahudileri ve Yahudiliği kapsa¬dığı gibi Hıristiyanları ve Hıristiyanlığı da içine alır. Bu ayetleri din¬leme durumunda olan Araplar, Yahudilere olduğu gibi, Hıristiyan-lara ve onların bilgilerine de güveniyorlardı. Bu da tabii olarak on¬lardan etkilendiklerini gösterir.
Şöyle diyenler olabilir: Rasulün çevresinde, Yahudilerin çok-luklarıyla etkileme imkanına sahip oldukları gibi, Hıristiyanlardan bu etkiyi yapacak bir çoğunluk yoktu ki Araplara etkide bulunsun¬lar...
Daha önceki ilgili yerlerde işaret ettiğimiz gibi, Mekke'de ilim ve öğretme nitelikleriyle bilinen Hıristiyan bireylerin, Peygamber'e mu¬halefet hareketinin önderliğini yapan, Kur'an'ın genellikle tutum¬larını, tavırlarını ve sözlerini anlattığı, tercihe şayan görüşe göre,
425
bu düşüncelerin kaynağı ve diğer Araplar arasında ki yayıcıları pozisyonundaki eşraf takımım etkisi altına alabilecek yeterlilikte ol¬duğunu, hatta bizzat Mekke müşriklerinin Peygamber'in de onlar¬dan bilgi öğrendiğini, onlardan etkilendiğini iddia ettiklerini unut¬mamalıyız. Nitekim Nahl, 103 ve Furkan, 4. ayetleri onların bu id-dialarını hikaye etmiştir. Özellikle Hicazlılarm yolculuklarında ve kervanların uğrak yeri olarak sabah akşam kendileriyle ilişki için¬de bulunduğu, bir kardeş gibi kaynaştığı, ulusal dilleriyle kendile¬riyle anlaşabilen binlerce HıristiyarJaşan Arabın varlığını unutma¬malıyız. Bunlardan çoğunun hac mevsimlerine ve panayırlarına da katıldıklarını, üstelik onlardan bazılarının, Kus b. Saide gibi, mis¬yonerlik yaparak hitabelerde bulunduğunu, bu ilişkilerin, kabilesel geleneklerin; Arapların Hıristiyan olanlarım babalar ve atalar ba¬ğı ile bir araya getirdiğini, onları sağlam bir biçimde kaynaştırdığı¬nı böylece nıaddi-manevi bağlarını ortaya çıkarıp, varlıklarını sür-dürdüğünü gözardl etmemeliyiz. Hıristiyan olmayan pek çok Ara¬bın, özellikle Hicazlı olanlarının, Hıristiyan Araplarla akrabalık bağ¬ları kurduklarını, Hıristiyanların da Araplarla hısımlık bağları kurduklarını, böylece bu maddi-manevi bağlarının ve dış görünüş¬lerinin gittikçe güç ve kuvvet kazandığını unutmamalıyız. Tüm bu ilişkilerin Hicazlı Araplara, onları tanımaları, onlardan haberdar ol¬maları, bir takım şeyleri öğrenmeleri ve etkilenmeleri için pek çok yeterli imkânlar sağladığını unutmamalıyız.
Bunun yanında Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık inançları ile ilgi¬li pek çok ayetler vardır. Bunlardan hareketle Peygamber asrında ve çevresindeki Hıristiyanların, bu çevrede olmayıp onun ahalisiy-le ilişkileri bulunan Hıristiyanların inançları, adetleri ve düşünce¬leriyle ilgili bir çok şeyi öğrenmek, mümkündür. Arapların bunları onlardan öğrenmiş olmaları ihtimal dahilindedir:
1 Meryem'in oğlu Mesih ancak bir peygamberdir. Ondan önce de bir çok
peygamberler geçti. Anası çok doğru bir kadındı. Skisi de 3'emek yer¬lerdi. Bak, ayetlerimizi onlara nasıl açık açık anlatıyoruz. Sonra bak haktan nasıl çeviriliyorlar. (Maide, 5).
2 Allah: "Ey Meryem oğlu îşa, sen mi insanlara 'Beni ve annemi, Al-
îah'dan başka iki ilan edinin' dedin"... (Maide, 116).
a) Hıristiyanlar ya da onların bir kesimi, yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığı gibi, meryem'i ilahlaştırıyorlardı:
b) Hıristiyanlar Mesih'in, Allah'ın kendisi olduğunu, tanrıların
426
üç tane olduğunu söylüyorlardı. Nitekim gelecek ayetlerden anlaşı¬lan da budur:
1 Ey Kitab Ehli! dininizde ağın gitmeyin, Allah hakkında gerçek olma-
yanları söylemeyin. Meryem'in oğlu îsa Mesih, ancak Allah'ın el¬çisi ve Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir ruhtur. Allah'a ve el¬çilerine iman edin. (İlah) üç tanedir demeyin. Bundan sakının. Bu si¬zin için daha iyidir. Allah ancak bir tektir. O, bir çocuk edinmekten münezzehtir. (Nisa, 171).
2 "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler küfre gitmişlerdir... (Ma-
ide, 17).
3 "Allah üç ilahdan üçüncüsüdür" diyenler, elbette kafir olmuşlardır. Hal-
buki bir tek ilah'dan başka hiç bir ilah yoktur... (Maide, 73).
c) Onların, İsa'nın uluhiyetini kabul etmelerinde ya da O'na ila¬hi bir nitelik kazandirmalarmdaki başlıca dayanakları, O'nun ba¬basız doğmuş olması mucizesidir. Bu yaklaşım, Kur'an'm bu muci¬zeden bu sonucun çıkarılmasını çürütmeye önem vermesi, daha doğrusu tüm ağırlığıyla ona yönelmesinden çıkarılmıştır. Aynı yak¬laşım, Mekkî olan Meryem Sûresinde, Medenî olan Al-i İmran Sû¬resinde bu konuya geniş yer verilmesinden, onlarla tartışılmasından çıkarılabilir. Birinci bölümün üçüncü konusunda Meryem Sûresi ayetlerini vermiştik.
d) Babasının ihtiyarlığı, annesinin kısırlığına rağmen Yahya (a.)'nm doğuşu mucizesi, Hıristiyanların kabul ettiği bir olaydı. Nitekim Kur'an, Mesih'in doğuş mucizesinin, Yahya'nınki gibi, ona uluhiyet niteliği kazandırmayacağına bir delil ve destekleyici bir olay olarak bu konuyu bir kaç defa tekrar etmiştir. Yani olağanüstü bir biçimde doğmuş olmak Yahya'yı tanrılaştırmıyorsa, İsa'yı da tanrı-laştırmamalıdır. Bunu Al-i İmran Sûresinin bir dizi halindeki ayet¬lerinden anlayabiliyoruz. Nitekim burada Yahya'nın doğuşu, İsa'nın doğuşu için bir hazırlık, bir giriş mesabesindedir. Aşağıda görüle¬ceği gibi Meryem Sûresinde de aynı şekilde bir anlatım vardır:
«Kaf, Ha, Ya, Ayn, Sad. Bu, Rabbinin kulu Zekerİyya'ya olan rah¬metini anmadır. O Rabb'ine içinden yalvarmıştı. Şöyle demişti: "Rabbim! Gerçekten kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı. Rab¬bim! Sana yalvarmakla şimdiye kadar, bedbaht olup bir şeyden mahrum kalmadım. Doğrusu benden sonra yerime geçecek yakınla¬rımın, iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karım da kı¬sırdır. Katından bana bir oğul bağışla ki bana ve Yâkub oğullarına
427
mirasçı olsun. Rabbim! O'nun Senin rızanı kazanmasını da sağla." Allah: "Ey Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir çocuğu müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik" buyurdu. Zekeriyya: "Rab¬bim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken nasıl oğlum olabi¬lir?" dedi. Allah: "Rabbin böyle buyurdu: Çünkü bu bana kolaydır ni¬tekim sen yokken daha önce seni yaratmıştım" dedi. Zekeriyya: "Rabbim! Öyleyse bana bir alamet ver" dedi. Allah: "Senin alametin sağlam ve sıhhatli olduğun halde üç gün, üç gece konuşmamandır" buyurdu. Zekeriyya bunun üzerine mabedden toplumuna "Sabah ak¬şam Allah'ı teşbih edin" diye işarette bulundu. "Ey Yahya kitab'a iyi¬ce sarıl" deyip daha çocukken ona hikmet, katımızdan rahmet ve sa¬fiyet verdik. O, Allah'tan sakınan ve anasına babasına karşı iyi davranan bir kimse idi. Başkaldıran bir zorba değildi, doğduğu gün, Öleceği gün ve dirileceği gün o'na selam olsun. Kitab'da Meryem'i de an. O ailesinden ayrılarak doğu tarafına çekilmişti. Sonra insan¬lardan gizlenmek için bir perde germişti. Ruhumuzu (Cebrail'i) göndermiştik de, O'na tam bir insan olarak görünmüştü. Meryem: "Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen senden Rahman'a sığınırım", dedi.» (Meryem, 1-19).
Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, her iki ayetler di¬zisinde, İsa {a.)'nın, ayetlerin sonlarında sözlerin bağlanışı ve onun bir sonucu biçiminde Verilişidir. Al-i İmran Sûresi 35-36. ayetleri ile Meryem Sûresi ayetlerinde verildiği gibi:
«İşte hakkında şüpheye düştükleri, Meryem oğlu İsa, gerçek sö¬ze göre budur. Allah çocuk edinmez. O münezzehtir. Bir işin olma¬sına hükmederse ona ancak "Ol" der, o da olur.» (Meryem, 34-35).
Böylece Kur'an'm delili daha da sağlam ve mükemmel olmuştur. Hıristiyanların kabul ettiği Yahya'nın doğuşu kıssasını, İsa'nın do¬ğuşu kıssası için bir giriş biçiminde vermiştir.
e) Aşağıdaki ayetin de gösterdiği gibi, İsa'nın asılması olayı Hı¬ristiyan, çevrelerde tartışmalı konulardandı.
«Bu bir de inkârlarından, Meryem'e büyük bir iftirada bulunma¬larından ve: "Meryem oğlu İsa Mesih'i-Allah'm elçisini öldürdük" demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle göründü, ayrılığa düştükleri şeyde doğrusu şüphededir¬ler. Bu hususdaki bilgileri ancak zanna uymaktan ibarettir.» (Nisa, 157).
f) Hıristiyanlar, inançları, mezhepleri ve bizzat Mesih hakkındaki
428
görüşleri açısından ayrı ayrı gruplara, hiziplere ayrılmışlardı. Bu¬nu az önce verdiğimiz Nisa, 157, daha önce verdiğimiz Bakara, 253; Zuhruf, 63-65 ve Meryem, 37. ayetlerden çıkarıyoruz. Sonra Arap¬ların kendilerine bir uyarıcı geldiğinde Hıristiyanlardan ve Yahudilerden daha doğru yolda olacaklarına yemin edişlerini tas¬vir eden Fatır, 42. ayetinin Özünden de anlaşılan budur. Bu da Arapların, sapıklığı, yanıltmak amacıyla kullanılan sözleri ve anlaş¬mazlıkları gördüklerini, dehşete kapıldıklarını ve bu esnada söy¬leyeceklerini göstermektedir.
g) Peygamber döneminde, inançları Kur'an'ın belirttiği ilkelere uygun düşen Hıristiyan gruplar da vardı. Başka bir münasebetle naklettiğimiz Maide, 82-84. ayetlerinden bu anlaşılıyor. Bu ayetler¬de belirtildiğine göre, keşiş ve ruhbanları bulunan Hıristiyanlar, Kur'an'ı duyduklarında gözleri yaşarıyordu. Orada bildikleri haki¬kati, gerçeği görüyor ve ona iman ettiklerini açıklıyorlardı41. Mek-kî sûrelerde bir takım ayetler daha vardır ki, birinci bölümün üçün¬cü konusunda, onların Hıristiyanları kasdettiğini tercih etmiştik. Bu ayetlerde de görüşümüzü destekleyen deliller vardır. Bunlar daha önce naklettiğimiz Ra'd, 36; Isra, 107-109; Kasas, 52-53. ayetleridir.
Kur'an'ın belirttiği gerçekler arasında Mesih'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğu, O'nun doğuşu mucizesinin Yahya ve Adem (a)'ın doğuşları mucizesi gibi bir mucize olduğu ve O'nun yalnız Allah'a çağırdığı olgusunun var olduğu malumdur. Ayetlerin Hıristiyanlar¬dan hikaye ettiği bu tasdik, aynı zamanda ve tabiatıyla Kur'an'ın açıkladığı bu gerçekleri de kapsıyordu. Sûrelerin üslubları ve iniş sırasına göre dizilişinden de anlaşılacağı gibi Kur'an'ın bu Mekkî açıklamaları erken zamanlarda yapılmıştı. Muhtemelen İsra'nın az önce andığımız iki ayetinin ardından gelen son ayet, buna ışık tut¬maktadır:
«De ki: "Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acizlikten Ötü¬rü bir yardımcısı da olmayan Allah'a hamdolsun..."» (îsra, 111). Çünkü ayet Hıristiyanların sözlerini hikaye ettikten sonra, «...Ço¬cuk edinmeyen, ortak edinmeyen...» cümlesini ilave ediyor. Hatta bu «hamdolsun» cümlesinde, Hıristiyanlardan bir grubu bu konuda Kur'an'ın dediğini tasdik eder hale getiren ve bu meselede onlardan bir şahid kılan «Allah'a hamdoîsun» anlamı gizli gibidir.
Bir taraftan Kur'an ayetlerinin üslubundan, bir taraftan da ts-
41 Bkz. Ibn Hişam, II, l67
429
lam davasının kitab sahibi Hıristiyan azınlıklardan bazı şahsiyet¬ler tarafından güzel karşılandığı gibi, bir takım Hıristiyan çev¬relerde özellikle de Habeşistan'da güzel sözlerle karşılandığını kay¬deden rivayetlerden anlaşılıyor ki, onu olumlu karşılayan Hıristiyan grup, sayıca azınlıkta ve kural dışı kalan bir kaç kişiden ibaret değildi. Bunlar geniş bir kitle oluşturuyorlardı. Bu aynı zamanda Şam ve Mısır ülkelerindeki Hıristiyanların, İslam'ın ilk dönem¬lerinde İslam'a yönelmelerini bir ölçüde açıklayabilir. Bu anlamda ele alınabilecek bir nokta da, daha önce başka bir nedenle naklet¬tiğimiz Saf, 6. ayetinin ihtiva ettiği, îsa'nın peygamber Hz. Muham-med (s.)'i müjdeleme sidir. Daha önce verdiğimiz, ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları Ummi Nebi-Resûle uyanların, takdirle yadedildiği A'raf 157. ayetinin kaydettikleri de bununla ilgilidir. Da¬ha önce belirttiğimizi tekrar ediyoruz: Bu iki ayet Hıristiyanların ve Yahudilerin kulağı dibinde okunuyordu. Her iki ayetin, Hıristiyan-ların bildiklerine uygun ya da onlardan bazı grupların inandığı, ba¬zı incil'lerinin ihtiva ettiği açık ya da kapalı niteliklere uygun şey¬ler kaydettiklerinde kuşku yoktur. Onların bunu kabul edip, onun¬la sevinmelerinin nedeni de buydu.
h) Hıristiyan olan ruhbanlardan pek çoğu kitlelerini sömürüyor ve bunun ardından büyük servetler elde ediyorlardı. Ruhbanlar, az önce Yahudiler konusunda naklettiğimiz Tevbe, 34. ayetinin de işaret ettiği gibi, kendi çıkarlarını ve nüfuzlarını korumak için in¬sanları Allah yolunda alıkoyuyorlardı.
i) Hıristiyanlar dan, ruhban olacağını söyleyip, gelecek ayette gö¬rüleceği gibi, ona gerçek anlamıyla riayet etmeyenler de vardı: «Al¬lah'ın rızasını elde etme dışında kendilerine farz kılmadığımız bir ruhbanlık uydurdular ve ona hakkıyla bağlı da kalmadılar.» (Hadid, 27).
j) Hıristiyanların üç uknum (Baba, oğul ve Ruhû'l-Kudus)'dan bi¬ri olarak gördüğü Ruhû'l-Kudus kavramı Kur'an'da da, Allah'ın O'nunla İsa'yı desteklediği sadedinde bir kaç defa kullanılmıştır. Ge¬lecek ayetlerde bunu görüyoruz:
1 Meryem'in oğlu İsa'ya açık deliller ve O'nu Ruhû'l-Kudus ile destek-
ledik. (Bakara, 87, 253).
2 Hani Allah, Meryem oğlu isa'ya: "Sana ve annene olan nimetimi
hatırla ki seni Ruhû'l-Kudus ile destekledim". (Maide, 110). Kur'an'm Peygamber'e inişi sadedinde de, gelecek ayette görül-
430
düğü gibi ondan söz edilmiştir:
«De ki: İnananları sağlamlaştırmak müslümanlara yol gösterici ve müjdeci olmak üzere onu, Ruhû'l-Kudus (Cebrail), Rabb'inden hak gereğince indirdi.» (Nahl, 102).
Burada mesele şudur: Ruhû'l-Kudus kavramı, Arapça kökenli bir kelime miydi, yoksa Arap olmayan Hıristiyanların kullandığı kav¬ramın bir karşılığı mıydı? Risaletten önce yalnız Hıristiyanların uk¬numu (teslis) için mi kullanılıyordu yoksa başka bir anlamı daha var mıydı?.
a) "Kudüs" sözcüğünden türetilen bir kaç kelime Kur'an'da kul¬lanılmıştır: "Vadi'l-Mukaddes" (Taha, 12); "Ardu'l-Mukaddese" (Ma-ide, 21); "Ve Nukaddisulek" (Bakara, 30) ve "Kuddûs" (Cuma, 1). Bu, onun diğer sami dillerinden alınma olduğunu söyleyen varsa da, söz¬cüğün Arapça kökenli olduğunu göstermektedir. Kelimenin kökü baş¬ka sami dillerinde bulunmuş olsa bile, daha bundan başka bir çok sami kökenli kelimeyi kullanan Arap diline bu kelimenin dışardan girdiği söylenemez. Durum ne olursa olsun, bu kök ve "Ruhûl-Ku-dus" kavramının, Arapça iki ifade olarak kabul edilmesi ve onların, Kur'an'm inişinden Önce, kullanıldıkları anlamda Araplar tarafın¬dan kullanıldığını kabul etmek gerekir. Çünkü Kur'an, ancak apa¬çık Arapça olarak inmiştir.
b) Kavramın anlamı, Hıristiyan inancındaki temel konulardan birinin anlamı olduğu ve Arapların bu anlamı kastederek onu kul¬lanmalarını sağlayacak Rabbani bir vahiy dönemi olmadığı için, bu kavramın, Arap olmayan Hıristiyanların kullandığı dillerde ve okudukları Arapça olmayan kitaplarda geçen bir kavramın, Arap-Ça karşılığı olduğunu tercih ediyoruz.
c) Bu kavramı Arapçaya çeviren ve inançları gereği olarak ona "Hıristiyanların Uknumu" anlamını verenlerin, Hıristiyan Araplar olduğunu tercih ediyoruz. Biz bunu tercih etmekle beraber, az ön¬ce değindiğimiz gibi, inanç ve düşünceleri Kur'an'ın belirttiği hakikatlere paralel olan Hıristiyan grupların, bu kavramı, Allah'ın meleğine ve vahyine işaret etmek için kullanmış olabileceğini de, uzak bir ihtimal olarak görmüyoruz. Zaten Kur'an'da, gerek İsa'nın desteklenmesiyle ve gerekse, Kur'an'ın indirilme siyle ilgili olsun, Ru¬hû'l-Kudus'tan kastedilen anlam da budur. Nitekim Kur'an metin¬lerinin özü bunu gösterdiği gibi, tefsircilerin çoğunluğu da bu görüş¬tedir.
431
Bu çoğunluk, aynı zamanda "Ruhû'l-Kudüs" kavramının her¬hangi bir mejek olmadığını, Allah'ın meleği Cibril anlamına geldiğini belirtmiştir. Şuara Sûresinde bununla ilgili iki ayet vardır ki metin¬leri şöyledir:
«Onu, Ruhu'I-Emîn indirdi, senin kalbine; uyarıcılardan olman için...» (Şuara, 93-94).
Bakara sûresinde ise başka bir ayet daha vardır:
«De ki: Cebrail'e düşman olan kimse (Allah'a düşmandır.) Çün¬kü O, Kur'anı Allah'ın izniyle kendinden Öncekini tasdik ederek, yol gösterici ve inananlara müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir.» (Bakara, 97).
Böylece açık olarak Cibril ile Ruhû'l-Kudus arasında ortak bir ni¬telik ortaya çıkmaktadır.
Allah'ın meleği Cibril, hem Ahdi Kadîm'in, hem de Ahdi Ce-dîd'in bazı nüshalarında Allah'ın elçilerine haber ulaştırma ve Al¬lah'ın emirlerini uygulama vasıtası olarak zikredilmiştir. Bakara, 97. ayeti Yahudileri yadırgama sadedinde inmiştir ve onların, Cib¬ril'e düşmanlıklarını açığa vurduklarını ilha*m etmektedir. Bu da O'nun adının Yahudiler arasında da Allah'ın meleği şeklinde yay¬gınlık kazandığını göstermektedir. îrtançları Kur'an'ın bildirdiği gerçeklerle çakışan ve Ruhû'l-Kudus kavramını Allah'ın meleği için kullanan Hıristiyan grupların, bununla bizzat Cibril'i kastedip etmediklerini bilmiyoruz. Yalnız bunu tercih ediyoruz.
Hıristiyanlar konusunun sonuna gelirken, konunun başında ve bu bölümler esnasında belirttiklerimize ilave olarak deriz ki: Arap¬ların, Yahudiler kanalıyla olduğu gibi, Hıristiyanlar yoluyla da Tevrat ve İncil'in kıssalarını, Mesih'in mucizelerini, Hıristiyanlık ve ilk Havarilerin tarihinden çok şeyi Öğrendiklerinde kuşku yoktur. Bu bilgilerin onların dini ve fikri bilgileri ve kültürleri üzerindeki etkisi büyüktü. Maide (Sofra) kısasasi -Maide, 112-115-, Ashabı Kehf kıssası -Kehf, 9,26-, Yasin Süresindeki Ashab-ı Karye kıssası -13-27-, Al-i Imran Sûresi ve Saf, 14.'deki Havariler kıssası gibi. Ger¬çek Hıristiyanlıkla ilgili Kur'an'daki kıssalar, üslublarıyla ya bir sakındırma, bir teşvik ya da bir hatırlatma, bir Örnek göstermeyi içer¬mektedirler. Ve bu kıssaları Araplar peygamberlikten önce onlar kanalıyla Öğrenmişlerdi. Bu ilgilenmeleri ve onları iktibas etmeleri, Özel anlamda İsra ve Hıristiyanların anlaşmazlıkları konularında, genel anlamda ise, O'nun şahsiyeti ve çağrısı etrafında Peygamber¬le tartışmalarına vasıta olmuştu. -
432
3. Tevrat ve İncil Kavramları
Son olarak Tevrat ve İncil kavramlarının peygamberlik öncesi dönemdeki içeriğini soruşturmak ve mümkün olduğunca, buna Kur'an'dan ışık tutmak istiyoruz.
Tevrat ile ilgili olarak diyoruz ki:
a) Bu sözcüğün Arapça bir kökü yoktur. Bu, Musa'nın beş bölüm¬lük kitabına, İbranicede verilen isimdir. Ve hâlâ bu ad kullanılmak¬tadır. Meselenin aslı, Kur'an'da geçen Tevrat kavramının sonradan Arap çal aş tığıdır. Tevrat, "Fâ'lat" vezninde Arapçalaştırılmıştır. öyle anlaşılıyor ki, bu Arapçalaştırma Kur'an'dan öncedir. Kur'anî bir kavram olarak Tevrat, Kur'an'ın inişinden önce Arap dilinde kul¬lanıldığı biçimiyle kullanılmıştır.
b) "Tevrat" sözcüğü Kur'an'da onsekiz defa kullanılmıştır. Bun¬ların sadece bir tanesi Mekkî bir ayette, diğerleri Medenî ayetler¬dedir. Bazılarında Tevrat'tan kastedilen şeyin, Allah tarafından gönderilen, Yahudi yasasını içeren Kitap olduğu açıkça belirtilmiş¬tir. Bu konuda başka bir münasebetle daha önce verdiğimiz Maide, 43-44 ve Al-i İmran, 93. ayetleri bu tür ayetlerdendir. Bu ayetlerin bir kısmı geneldir. Bir kısmı Yahudilerin İbrahim hakkında yak¬laşımlarını ele almakta, Allah'ın ve Peygamberlerinin kitaplarıyla onların kitapları arasındaki uygunluğa dikkat çekmektedir. Bura¬da kastedilen Tevrat'ın, yalnız Yahudilerin Tevrat olarak kabul ettiği beş bölümlük Tevrat olması olasılığı uzak değildir. Bu kav¬ramın serbest olarak geçtiği ayetler, bir ilgisinden dolayı daha ön¬ce naklettiğimiz A'raf, 157; Saf, 6 ve Al-i İmran, 65. ayetlerdir. Aşağıdaki ayetler de bunlardan sayılır:
«...Daha Önceleri insanlara yol gösterici olarak Tevrat ve İncil'i de O indirmişti...» (Al-i İmran, 3-4).
Kur'an'da, Tevrat'ın Musa ile birlikte zikredilmediğine dikkat çekmek isteriz. Musa ile beraber kullanılan sözcükler "Kitab" ve "Levhalar" sözcükleridir. Şu ayetlerde görülen de budur:
1 Andolsun Musa'ya Kitab'ı verdik. Ve ardından elçiler gönderdik. (Ba-
kara, 87).
2 Kendisinden önce de Musa'nın Kitab'ı Önder ve rahmet olarak
bulunuyordu... (Hud, 17).
3 Levhalarda, O'na herşeyden bir öğüt yazdık ve herşeyi uzun uzadıya
açıkladık... (A'raf, 145). Levhalar ayeti, herşeyi açıklayan, herşeyden öğüt çıkaran yasalar
433
ve hükümler belirleyen beş bölümlük kitabın kastedildiğini işaret etse de, Yahudi Tarihinde bilinen şeylere göre bu levhalar beş bölümlük kitap değildir. Bakara ve Hud ayetlerindeki ve naklet¬mediğimiz ayetlerdeki ktab kavramıyla ise, tercihe şayan görüşe gö¬re, Tevrat ya da beş bölümlük kitab kastedilmiştir.
Hangi görüşü tercih edersek edelim, Al-i imran, 93; Maide, 43-44 ve az sonra nakledeceğimiz Maide, 65-68. ayetleri açıkça gös¬teriyor ki: Kur'an, Tevrat kavramı ile Yahudilerin ellerindeki kitabı kastetmiştir. Eu isim, hem peygamber döneminde hem daha önceki dönemlerde nesilden nesile nakledilmiş ve onun tarihi belirtil¬memiştir.
c) Kur'an'm birincisi Mekkî, ikincisi Medenî olan iki ayetinde, Al¬lah'ın O'nu Davud'a verdiğini belirttiği ve metnin her ki ayette bir olarak kaydedildiği; "Davud'a da Zebur'u verdik..." (Nisa, 163 ve îs-ra, 55) açıklamayı dışarda bırakırsak -bu tercihe şayan görüşe gö¬re Ahdi Kadîm'in beş bölümünden bîri olan mezamir bölümüdür-Kur'an bugün bu Ahdin kapsadığı diğer bölümlerin hiçbirine işaret etmemektedir.
Davud'un Zebur'unun Kur'an'da geçmesi, Ahdi Kadîm bölüm¬lerinin ya da onlardan bazılarının çpeygamber asrında ve çevresin¬de Yahudilerin elinde bulunduğunu göstermektedir. Aynı şekilde beş bölümün dışında kalan, başka bölümlerde geçen kıssaların, Eyüp ve Yunus kıssaları gibi bazılarını yaklaşık olarak Kur'an'ın da kaydet¬miş olması, Musa'dan sonra îsrailoğullarmm başına gelen olaylar, felaketler, gelişmeler sapıtmalar, Tâlut ve Câlut savaşlarının hatır¬latma, eleştirme veya öğüt verme yoluyla işaret edilmesi de buna de¬lil olabilir. Bununla beraber biz, Tevrat isminin bugünkü Yahudi¬lere göre, ya da en azından Nablus'taki Samirîler gibi bazılarına gö¬re kabul edildiği gibi, ancak beş bölümlük kitap için kullanıldığı gö¬rüşünü tercih ediyoruz. Ve diğer bölümlerin onunla birlikte bir arada derlenmemiş olduğuna inanıyoruz.
Bugün Tevrat'a ait olan ve olmayan bölümlerin o günkü bölüm¬lerin aynısı olup olmadığını, sayı olarak ve tamı tamına benzeyip ben¬zemediğini kesin bir biçimde söylemek pek tabii olarak mümkün değildir.
İncil ile ilgili olarak da deriz ki:
a) Bu sözcük de Arapça kökenli değildir. Arapçalaştırılmıştır. Öl¬çü olarak Ifîl veznindedir. Bu kavramın Arapçalaştırılışı ve kul-
434
lanilışı Kur'an'ın inişinden önce gerçekleşmiştir.
b) İncil kavramı Kur'an'da on iki kere geçmiştir. Isa ile birlikte de kullanılmıştır. Allah'ın incil'i ona verdiği ve onu kendisine öğret¬tiği, ayetlerde açıkça belirtilmiştir. Bu, Al-i İmran'ın uzun bir dizi ayeti arasında, 48. ayette geçmiştir, ki bu ayeti daha önce vermiş¬tik. Yine daha başka ayetlerde de kullanılmıştır:
«Onların ardından, yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona, içinde hidayet ve nur bulunan İncil'i verdik...» (Maide, 46).
Takdir etme ve delil getirme sadedinde zikredildiği olmuştur. Da¬ha önce verdiğimiz Al-i İmran, 3; A'raf, 156 ve başkaları gibi. Buna ilave olarak Kur'an'da İsa ile birlikte, kitap sözcüğü de yer almıştır. Nitekim bunu Meryem sûresinin ayetlerinden birinde görmekteyiz.
«Dedi ki: "Ben Allah'ın kuluyum. Bana Kitab'ı verdi ve beni Ne¬bi yaptı...» (Meryem, 30).
Bazı ayetlerde bu kavram ile amaçlanan kitabın, peygamber asrı ve çevresinde bulunan Yahudilerin elleri altındaki İncil ol¬duğu kuvvetli olarak vurgulanmaktadır. Şöyle ki:
1 İncil ehli de, Allah'ın onda indirdiği hükümlerle hükmetsin. Allah'ın
indirdikleriyle hükmetmeyenler fasıklann kendileridir. (Maide, 47).
2 Şayet Kitap Ehli inanıp, karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini Ör-
terdik ve onları nimet cennetlerine koyardık. Eğer onlar Tevrat'a, İn¬cil'e ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur'an'a gereğince uysalar-dı, her yönden nimete ermiş olurlardı. İçlerinde orta yolu tutanlar da vardı, çoğunun İşledikleri ise ne kötüdür. (Maide, 65-66).
3 "Ey Kıtab Ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereğin-
ce uygulamadıkça bir temeliniz olmaz", de... (Maide, 68).
c) Bilindiği gibi bugün Hıristiyanların elinde bulunan İncil bir ta¬ne değildir. Dört tanedir. Hatta daha fazla oldukları da söylen¬mektedir. Diğer taraftan bu încillerin üslubları açıkça gösteriyor ki, onlar İsa'dan bir süre sonra yazılmıştır. Çünkü, İsa'nın hayat hi¬kayesi, risaleti, öğretileri ve mucizelerinin hikaye edilmesi ancak O'ndan sonra mümkün olur. Burada akla şöyle bir soru geliyor: Acaba Rasulullah döneminde de İnciller ayrı ayrı mıydı? Metin ve üslub olarak bugünkü İncillerle aynı mıydı?
Kur'an çerçevesinde bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. Kur'an bir taraftan İncil'i, İsa'ya inen, O'na öğreten ve Rab¬bani eğitimden geçiren sıfatlarla anarken, diğer taraftan Tevrat gi-
435
bi, inen bir kitap olduğunu belirtmekte. Öte yandan da incil'in, bu ad ile Hıristiyanların elinde bulunan kitap olduğunu ifade etmek¬tedir. Burada kavram çoğul olarak kullanılmadığından, Incillerin bir kaç tane olmadığı çıkarılabilir. Ruhbanları ve keşişleriyle Hıristiyan¬ların Kur'an hakkındaki sözlerinin hikaye edilişinden, O'nun Rab-lerinden indirilen gerçek olduğunu kabul edişlerinden, daha ön¬ceden müslüman olduklarını söylemelerinden anlaşıldığına göre, el¬lerinde bulunan metinlerde Kur'an'ın belirttiği gerçeklerle çakı¬şan, İsa'nın, Ümmî Peygamber Muhammed (s.)'i müjdelemesini içe¬ren şeyler vardı. Ayrıca Kur'an'ın, İsa'nın doğuşu ile ilgili açık¬lamaları bir ölçüde o dönemde, eldeki bazı İncil'lerin açıklamalarıy¬la uyum arzediyordu. Bu İndilerden bazılarının da o zamanki Hıris¬tiyanların eli altında bulunduğunu söylemek mümkündür.
Bu konuyla ilgili olarak, Arap Yahudiliği, Hıristiyanlığı ve da¬ha genel anlamda Arap kültürü ile ilgili olan bir nokta daha vardır: Peygamber asrında ve çevresinde, İncil ve Tevrat adı verilen kitap¬lar Arapçaya çevrilmiş miydi, çevrilmemiş miydi?
Kur'an bir yandan dini konuda cedelci ve tartışmacıların karşısın¬da Rasulün durmunu hikaye ederken, diğer yandan Rasulün Hıris¬tiyan ve Yahudilerle olan münazara ve tartışmalarını nakletmek¬tedir. Onlardan bazılarının Kur'an'dan etkilendiğini, onu tasdik ettiklerini, ona iman ettiklerini tasvir etmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Rasulullah ile, Araplar diyalog kurduğu gibi, Arap olmadığı halde Arapçayı anlayan ve bilen kimseler de O'nunla di¬yalog kuruyorlardı. Bir taraftan Kur'anî deliller, diğer taraftan müşahedeye dayalı tarihi veriler, binlerce Arabın Hıristiyan ol¬duğunu onlardan bazılarının göçebe, bazılarının yerleşik olduğunu, onlardan bazılarının Şam ve Irak bölgelerinde etkinlikleri ve egemenliklerinin varlığını, kendilerine özgü keşişleri, azizleri ve ruh¬banları, kiliseleri ve pek çok yerleşim bölgelerinin olduğunu haber vermektedir. Buna bağh olarak İslam'dan önce Ahdi Kadîm ve Ah¬di Cedîd'in tamamı olmasa da bazı bölümlerinin Arapça tercüme edil¬miş olmasını söylemek mümkündür. Arapça olarak yazılan bir çok eserin ve tercümenin inkılaplar, fitneler ve fetihler esnasında 5'itiril-miş olmaları düşünülebilir. Böyle diyoruz, çünkü bu bölümlerin, pey-gamberlikten önce bir tercümeleri olduğunu gösteren herhangi bir kaynağa rastlayamadık. Bize ulaşan haberlerin tamamı ortaçağ Islamî asırlarına izafe edilen bir takım tercümelerdir ve bunlar
436
bazı bölümlerin tercümesidir. Muhtemelen Kur'an'da geçen pek çok Arapçalaşmış isim, sözcük, bu bölümlerin içerikleriyle ilgili olarak tercüme bir takım ifadeler, bu yaklaşımı destekleyen delil¬ler olabilir. Tevrat, İncil, Ruhû'l-Kudus, Cibrîl, Mikâl (Mikâil), Ze¬bur, Nuh., İbrahim, İsmail, îshak, Ya'kub, İdris, Yusuf, Musa, Ha¬run, karun, Fir'avn, Davud, Süleyman, Tâlut, Câlut, Uzeyr, Mesih, îsa, Zekeriyya, îlyas, Elyesa, Zü'1-Kifl, Yunus, Eyyûb, Havariler, Sî-nâ, Sînîn, Yahudiler, Hıristiyanlar, Tabut vs. Bize göre onbinlerce Arap Hıristiyan, binlerce rahip ve keşiş, yüzlerce kilise ve manas¬tırın varlığı ile çelişmeyecek görüş budur. Biz burada sözü Ahdi Ka-dîm'in bölümlerinin hepsim kapsayacak şekilde geniş tuttuk. Çün¬kü Hıristiyanlık onların hepsini, şeriatın tamamlayıcısı olarak gö¬rür; Kur'an bunu metin olarak belirtmiştir. Pek çok Kur'an ayetin¬de İsa'nın kendisinden önceki Tevrat'ı tasdik ettiği bildirilmiştir. Al-i îmran'ın ayetleri arasında naklettiğimiz bazı ayetler bununla il-gilidir. Eğer bu yaklaşımımız doğru olursa, sözü edilen bu tercüme, Arap kültürünün, özellikle peygamberlikten önceki Hıristiyanlık ve Yahudilik bilgilerinin başlıca yazılı kaynaklarından, biri olarak ka¬bul edileceği açıktır.
437

dost1
13. June 2011, 12:46 AM
H) ÇEŞİTLİ ALIŞKANLIKLAR, İBADETLER, DÜŞÜNCELER:
Bu konuda Kur'an'dan delillere dayandığımız kadarıyla Risalet öncesi dönem ve çevrenin, dini bir nitelik taşıyan ayinlerini, adet¬lerini, geleneklerini, düşüncelerini ve kuruntularını araştırmaya ça¬lışacağız. Kur'an'm dinler ve inançlar konusundaki açıklamasını ve tablosunu tamamlamak amacıyla geçen konularda ele alınmayan noktaları inceleyeceğiz.
1. Güneş'e, Ay'a, Yıldızlara ve Ateşe Tapma:
Dinler ve inançlar konusunda başlıca önemli konulardan biri ola¬rak bilinen, Arapların yıldızlara ve ateşe tapmalarını inceleyeceğiz. Bu konuyu buraya aldık, çünkü konu, tek başına işlenebilecek kap-samlılıkta değildi.
Kur'an'da Güneş'e ve Ay'a secde etmeyi yasaklayan bir takım ayetler vardır. Şöyle ki:
«Gece ve gündüz, Güneş ve Ay Allah'ın ayetlerindendir. Güneş'e de Ay'a da secde etmeyin, onları yaratan Allah'a secde edin. Eğer O'nu kulluk ediyorsanız...» (Fussilet, 37).
Hac Sûresinin bir ayetinde diğer dinlerle birlikte Mecusilikten de söz edilmiştir. Şöyle ki:
«Doğrusu inananlar, Yahudiler, Sabiîler, Hıristiyanlar, Mecusi-ler, Müşrikler arasında kıyamet günü Allah kesin hüküm verecek¬tir. Doğrusu Allah herşeye şahiddir.» (Hac, 17).
Bu ayetlere bağlı olarak, Arapların ya da onlardan bir grubun, gök cisimleri ve doğal cisimlere tapmaları sadedinde, özellikle bu ko¬nuda peygamber asrı ve çevresinin ne durumda olduğunu araştır¬mak gerekir.
Bnrada dikkat çeken bir nokta Fussilet ayetlerinin, diğer ümmet¬lerin kıssaları sadedinde değil, İslam'a davet, Allah'ın ululuğuna dik¬kat çekme ve bu arada yakın muhataba hitab etme sadedinde gel¬miş olmalarıdır. Ayrıca ayet, Mekkî'dir. Özellikle de Peygamber (s.)'in özel çevresini, Kur'an'ı duyan ve O'nunla muhatab kılınan aha¬liyi hedef almaktadır.
Dikkat çeken başka bir nokta da Kureyş'in "Abdu Şems" (Güne¬şin Kulu) adını kullanmasıdır. Bu isim, kesinlik ifade edebilecek mü-tevatir kaynaklarda belirtildiğine göre, Beni Ümeyye'nin ataların¬dan birinin adıdır. Pek tabii olarak, yalnız bu adam bu ismi taşımı¬yordu. Biyografi kitaplarında42 ve başka yerlerdeki kayıtlara göre
42 Usdu'1-Gâbe, III, 97-111 438
bu ismi taşıyan başkaları da vardı. Öyleyse anlamsız bir isim olma¬sı doğru olmayan bu isimlendirme nereden kaynaklanıyordu?
Biz burada bu soruya olumlu ya da olumsuz olarak yeterli bir ce¬vap veremiyoruz. Özellikle de biz, Peygamber çevresinde Güneşe, Aya tapıldığını gösteren herhangi bir rivayete rastlayabilmiş deği¬liz. Şunu söyleyebiliriz: Kur'an'da bu iki varlığa secde etmeyi yasak¬layan bir ayetin bulunması ve buradan emir kipi ile sözün yakın mu¬hataba yöneltilmiş olması Peygamber çevresinin de bu alanda ilk mu-hatablar konumunda bulunması ve bu çevrede "Abdu Şems" isminin de yaygın halde bulunması boşuna değildir. Bu nedenle biz bu çev¬re halkının gönlünde, Güneşe ve Aya karşı bir çeşit kutsama ve kor¬ku bulunduğuna eğilim duyuyoruz. Onların, bu iki varlığa tapma amacıyla bir takım ayinler, merasimler düzenlemiş olmaları da ih¬timal kapsamına girer.
Bu çevrenin dışına çıktığımızda, konuyla ilgili bir takım metin¬ler ve rivayetlerle karşılaşırız. Peygamberlikten öncekilere oranla eski ve yeni duruma daha açık ve güçlü bir biçimde ışık tutan bir üs-lubla meselenin ele alındığını görürüz.
Eskisi ile ilgili olarak Kur'an'da Sebe'den söz eden, onların kra¬liçesi Belkıs döneminden haber veren bir ayet vardır. Burada deni¬liyor ki:
«... Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp, Güneş'e secde ettiklerini gördüm...» (Nemi, 24).
Ayet eski zamanlarda, Sebe' ülkesinde gerçekten Güneş'e ta-pildığını belirtmektedir. Peygamber asrı ve çevresinin, Yarımada ahalisi ve başkalarıyla ilgili olarak dilden dile naklettikleri haber¬ler arasında bu olayı da naklettiklerinden kuşku duymuyoruz.
Yenisi ile ilgili olarak da îbn Sa'd Tabakat'inda, Kinane'nin Ay'a taptığını, Teym'in Debrân Yıldızına taptığını, Kelb'in ise Şî'râ (Sirius) Yıldızına taptığını kaydetmiştir. Kur'an'da bir ayette,'bu son yıldıza işaret edilmiştir:
«Ve O aynı zaman da Şi'râ yıldızının da Rabbıdır...» (Necm, 49).
Burada bu yıldızın, Fussilet ayetinde de Güneş ve Ay'ın bir ara¬da özellikle zikredilmesi, ayetlerin İhtiva ettiği şekilde Allah'ın ya¬rattıklarından bazılarına tapma ile ilgili olmaları uzak sayılmaz. Irak'da yıldızlara tapanların bulunduğunu bildiren pek çok müte-vatir haberler vardır. Ve onların kalıntıları hâlâ orada bulunmak¬ta ve kendilerine "Subbe" adı verilmektedir. Onların Arap oldu¬ğundan kuşkulu olsak da inançları böyledir. Netice olarak bizim ter¬cihimize göre ayette sözü edilen secdeler ve rivayet edilen tapınma,
439
şirk içerikli tapınma türümdendir.
Bilindiği haliyle ve mütevatir nakillere göre ateşperestlik olan Mecusiliğe gelince, Kur'an çerçevesinde bununla ilgili bir şey söy¬lemek mümkün değildir. Yalnız bu, Peygamber asrında ve çevresin¬de bilinen dinlerden, biriydi, a önce naklettiğimiz Hac ayeti dışında, Kur'an'd onunla ilgili açık ya da kapalı bir metin yoktur. Bunun o dönemde, îran bölgesinde resmi din olduğu bilinmektedir. Yarıma¬danın ve Hicaz'ın değişik bölgelerinden olan Araplar ve ticaret ker¬vanlarının buraya gidip-geldikleri de malumdur. Sonra Yemen böl¬gesi hükümdarları da -Peygamber asrında- İran'lıydı. Buna bağlı ola¬rak bu dindarlığın Peygamber asrında ve çevresinde bilinmesi ge-rekmektedir. Mecusiliğin Arapça bir kökeni yoktur. Bu da onun Arapçalaştırilan bir kavram olduğunu ve sözü edilen dindarlığı gösterdiğini tercih etmemize neden olmaktadır.
Kur'an'm bu konuda susmuş olması, tabiatı ile, Arap çevreler için¬de, özellikle Peygamber çevresinde bu dindarlığın ne ölçüde yaygın olduğunu bir ölçüde ifade etmektedir. Yalnız bu çerçeveyi aşarsak, meselenin daha ilerisine varabiliriz. Buna bağlı olarak denebilir ki: Yemen ülkeleriyle savaşıp, Risalet Öncesi dönemde orada egemen¬lik kuran, oraya hükmeden İranlıların varlığı kesinlik kazanmış bir olgudur. Orada kendi ulusal ibadet biçimlerini kurmuş olmaları, inançlarına paralel bir sistem kurmuş bulunmaları, insanları ona bağlamaya çalışmaları, bazı Arapların da onlara uymuş olmaları ve bunu onlardan İktibas etmeleri, mantıklı ve ihtimal dahilindedir43. Aynı şekilde Irak vatandaşı ve Basra körfezi sahillerinde yerleşmiş bulunan Araplardan bazılarının, bu çevrelerde nüfuz ve otorite sa¬hibi bulunan İranlılardan ateşperestliği, iktibas etmeleri de ihtimal dahilinde ve makul bir görüştür. Güvenilir bazı kaynaklarda belir¬tildiğine göre. Hicr, Bahreyn ve Amman'da yaşayan Arap kabilele¬ri Mecusi idiler. Ve fetihlerle görevli komutanlar, onlardan cizye al¬mayı kabul etmiş ve onları kendi dinleri üzere bırakmışlardır. Hat¬ta bunun Peygamber'in hayatındaki uygulamaların bir benzeri ol-duğu da ifade edilmiştir.
İbn Hişam, Yemen'de Yahudiliğin bazı hahamlar vasıtasıyla yayılmasıyla ilgili olarak bir rivayet kaydetmiştir. Buna göre Ye¬men'de bir mağara vardı. Buradan zaman zaman korkunç mavi bir alev çıkıyordu. Büyük bir gürültüsü vardı. İnsanlar birbirleriyle an-
43 İbn Sâd, Tabakatu'i-Umem'de, Yemen'dekİ bazı Hımyer kabilelerinin ateşe tap¬tıklarını kaydetmiştir.
440
laşamadıkları zaman mahkeme olmak için bu mağaranın yanma gi¬diyorlardı. Eğer bu rivayet sağhklıysa, orada bazı Yemenlilerin olağanüstü bir olay olarak gördüğü, kendisinden korkup, onu tan¬rıların bir sembolü olarak kabul ettiği bu doğal olayı Tanrılaştirmış olmaları uzak bir ihtimal değildir.
2. Risalet Öncesi Araplarda İbadetler:
A- Salât (Namaz):
Bu bölümün konularının çoğunda, müşriklerin kendi ortak koş¬tukları tanrılarına ibadet ettiklerine ve onlara karşı kullukla ilgi¬li görevlerini yerine getirdiklerine değinilmişti. Burada söz konusu olabilecek soru, Arapların bu ibadetleri hangi şekil ve biçimde ye¬rine getirdikleri ile ilgili olacaktır.
Dindar olan kesimlerin ibadet biçimlerinin en açık görünüşü "Namaz"dır. Namaz/Salat kavramı Kur'an'da da çokça kullanılmış¬tır. Bu ayetler Müslümanların Allah'a karşı kulluk görevlerini ye¬rine getirmelerinin gerekliliği sadedinde kaydedilmiştir. Aşağıda¬ki ayetler bununla ilgili misallerdir:
1 Namazlara ve orta namazlara devam edin, gönülden boyun eğerek Al-
lah için namaza durun. (Bakara, 238).
2 Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve uzanarak Allah'ı anın;
güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın. Çünkü namaz mü'min-lere vakitli olarak farz kılınmıştır. (Nisa, 103).
3 Bunlaı namaz kılan zekât veren ve ahirete de kesin olarak inanan
mü'minlere doğruluk rehberi ve müjdedir. (Nemi, 2-3). Aynı kavram, peygamberlerin ve Ehl-i Kitab'm kulluklarına işaret etme sadedinde de kullanılmıştır:
1 Hakkı batıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin. Namazı kı-
lın, zekâtı verin rükû edenlerle birlikte rükû edin. (Bakara, 42-43).
2 Zekeriyya, mabedde durmuş namaz kılarken melekler ona: "Allah sa-
na, Yahya'yı müjdeler"... (Al-i İmran, 39).
3 "Rabbim! Beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle, Rabbim! Du-
amı kabul buyur". (îbrahim, 40).
Bu kavramın, Allah'a namaz kılmayan kâfir Arap müşriklerinin eleştirilme siyle ilgili konularda da kullanıldığını görmekteyiz:
1 Onlar der ki: "Namaz kılanlardan değildik. Düşkün kimseyi doyurmu-
yorduk." (Müddesir, 43-44).
2 Ne doğruladı ne de namaz kıldı. Fakat yalanladı, döndü... (Kıyame, 31-32).
441
Ayrıca müşriklerin, Kâ'be'nin yanında namaz kıldıklarına işaret eden ayetler de vardır:
"Onların Beyt (Kâbe)nin yanındaki Salatlan da ıslık çalmadan ve el çırpmadan başka bir şey değildir..." (Enfal, 35).
Müfessirler ayette geçen "mukâen" sözcüğünün ıslık çalma, "Tasdiye"nin ise alkışlama olduğunu belirtmişlerdir.
Enfal ve diğer ayetlerden hareketle, netice olarak diyebiliriz ki:
a) Salat kavramı, peygamberlikten önce kulluk ya da dini bir ayi¬ni ifade etmek için kullanılıyordu. Bazılarının belirttiği gibi, yalnız dua anlamını ifade etmiyordu. Daha sonra bu kavram, İslam'da müslümanlarm günlük olarak yaptığı, bilinen şekilleri olan iba¬det için özel bir biçimde kullanılmaya başlandı. "Salat" kavramının Kur'an'da çokça kullanılması ve hep kulluk görevlerinin yerine ge¬tirilmesi şeklini ifade etmeyi amaçlaması, özellikle peygamberlik¬ten önceki ibadet biçimim yani peygamberlerin-ve Ehli Kitabın iba¬detleri sadedinde ve müşriklerle ilgili ayetlerde kullanılmış olma¬sı, bunu gösteren en kesin delildir. Bununla beraber kavramın as-lında, geniş anlamıyla, ya da vermek istediği anlamlar içinde dua, rahmet, bereket anlamlarını da taşıdığını reddetmemek gerekir. Özellikle Kur'an'da, bu anlamda da kullanılmıştır. Şu ayetler bunun örnekleridir:
1 Rablerinın bağışlama ve rahmeti (salatı) onlaradır... (Bakara, 157).
2 Bedevilerden, Allah'a ve ahıret gününe manan, sarfettiğini Allah ka-
tında ibadet ve peygamberin duasına (salatma) nail olmağa vesile sa¬yanlar da vardır... (Tevbe, 99).
3 Şüphesiz Allah ve melekleri peygamber'e salat ederler. Ey inananlar!
Siz de ona salat edin, O'na esenlik dileyin. (Ahzab, 56).
b) Araplar, Kâ'be yanında ve başka yerlerde tanrılarına, belli şe¬killeri bulunan ibadetler yapıyorlardı. Ve onların bu ibadetleri "Sa¬lat" adını alıyordu.
Enfal, 35. ayeti, onların, Beyt yanındaki namazlarını ıslık çalma ve el çırpmadan başka bir şey olmadığın bildirmiştir. Buna bağlı ola¬rak alkışlama ve ıslak çalmanın, onların geleneksel ayinlerini oluş¬turan namazlarının iki hareketi ve sesi olduğunu belirtmek doğru olacaktır. Bununla beraber şu noktaya da dikkat çekmeliyiz ki; tef-sircilerin, bu iki kavramı ıslık çalma ve alkışlama olarak açıklamış olmalarına rağmen, onların içeriklerini ve gerçek mahiyetini kesin biçimde belirtme konusunda bir açıklık getiremiyoruz.
Genel olarak yaptıkları ibadetin biçim ve şekli buydu. Kullukla
442
ilgili şekil ve hareketler açısından ise, bilindiği gibi, namazın üstün nitelikli hareketleri ve durumları vardır. Bunlar; "Kıyam", "Rükû" ve "Sucûd"tur. Namaz ve Allah'a tapınma sadedinde bu son iki kav¬ram ve onlardan türetilen sözcükler Kur'an'da pek çok ayette geç¬mektedir:
1 İbrahim ve İsmail'e- "Tavaf edenler, ibadete çekilenler, Rüku ve sec-
de edenler için Ev'imi temizleyin" diye emretmiştik. (Bakara, 125).
2 "Ey Meryem! Rabbİne gönülden boyun eğ, secde et, rükû edenlerle bir-
likte rükû et". (Al-İ îmran, 43).
3 De ki. "Kut'an'a İster İnanın, İster inanmayın. O'ndan önceki bilgin-
lere O okunduğu zaman, çeneleri üzerine secdeye varırlar". (İsra, 107).
4 Ey inananlar! Rükû edins secdeye varın. Rabbinize kulluk edin, iyilik
yapın ki saadete ensesiniz. (Hac, 77)
5 Gece, gündüz, Güneş ve Ay Allah'ın ayetlerindendir. Güneş'e ve
Ay'a secde etmeyin; onları yaratana secde edin... (Fussilet, 37).
6 Onlara "Rükû edin" denildiğinde rükû etmezler. (Mürselat, 48). "Kıyam" durumu da bir dizi ayetde anlatılmıştır. Şu misallerde
görüldüğü gibi, bu ayetler Sucûd ve Rükû ayetlerinden daha azdır:
1 Sen de içlerinde bulunup onlara namaz ikame ettiğin zaman... (Nisa, 102).
2 "Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyama duranlar,
rükû edenler ve secdeye varanlar içm Ev'imi temiz tut" diye İbra¬him'i Kâ'be'nin yanma yerleştirmiştik. (Hac, 26).
Kıyam durumu ile ilgili az ayet nakletmemizin nedeni; bu kıyam¬dan kastımızın namazın rükünlerinden biri olan kıyam oluşundan-dır. Yoksa namazı ikame etmekle ilgili emirler, namazı emreden yer¬lerin çoğu ile birlikte gelmektedir. Ancak buradaki ikame, namazın Özel bir hareketini göstermekten ziyade, hemen namaza kalkmayı ve namaza girmeyi ifade etmektedir.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, kıyam, rükû ve su¬cûd gibi namaz rükünlerinin söz konusu edildiği ayetlerin hepsi, Müslümanlara namazın rükünlerini emreden ayetler değildir. Bun¬lardan bazılarım peygamberlikten Önceki dönemle bir takım ilişki¬leri de vardır. Bu ayetlerin bir kısmı Allah'ın İbrahim'e Beytul-lah'ı, kıyam eden, rüku ve sucud edenlere hazırlamasını emretme-siyle, bir kısmı da Yahudilerle ya da müşriklerle ilgilidir. Bu her üç hareket de Hac ayetinde birlikte kaydedilmiştir. Buradan anlaşıl¬dığına göre, Kıyam, Rükû ve Sucûd Kâ'be'de ya da Kâ'be avlusun¬da, kulluk ve ibadet amacıyla yapılan hareketlerdi. Daha doğrusu bunlar, yine aynı ayette sözü edilen Tavaf gibi, ibadet amaçlı gele-
443
neklerdi. Buna ilave olarak, bu üç kavramın toplumun diliyle inen Kur'an'm inişinden önce, dinleyenler tarafından içerik olarak anla¬şılan kavramlar olması gerekmektedir.
Yine buna bağlı olarak bu üç hareketin, tapınmanın görünümle¬ri ve namazın hareketleri olarak Peygamberlikten önce de Arapla¬ra yabancı olmadığı kesinlik kazanmakta ve onların bu eylemleri Kâ'be yanında uyguladıkları açıklığa kavuşmaktadır. Daha önceki bir ilgisinden dolayı, İbrahim'in dini üzere ibadet eden muvahhid-lerden biri olan Zeyd b. Amr b. Nufeyl'in Kâ'be Önünde secde ettiği¬ni belirten bir rivayet kaydetmiştik. Sonra Sucûd ve Rükû halleri¬ne değinilen bazı sûre ve ayetlerin mekke döneminin ilk zamanla-rında indiklerine de özellikle dikkat çekmek gerekir. Bu da yukarı¬daki yaklaşımı desteklemektedir.
Bunun yanında Kur'an'da, Arapların İslam'dan önce ibadet ey¬lemlerinden önce abdest, pislikleri temizleme gibi bir takım temiz¬lenme hazırlıkları yaptıklarını bildiren bir şey yoktur. Sonra bunun¬la ilgili bir açıklığa yer veren herhangi bir rivayete de rastlayama-dık. Onun için bu konuya ayrı bir bölüm ayırma gereğini duymadık.
B- Oruç (Siyam):
Bu kavramın anlamı ile ilgili olarak kaydedilen anlamlardan bi¬ri "vazgeçmek", "terketmektir". Bu sözcük, ıstılah anlamında, İsla-mi yasamada, ibadet amacıyla yapılan terkedişler için kullanıl¬maktadır. Yalnız Kur'an'da, onu farz kılan ayet, Kur'an'ın inişinden önce bunun anlaşılan bir kavram olduğunu göstermektedir. Gelecek ayette görüldüğü gibi, Ehl-i Kitap dini bir ibadet olarak bir çeştî oruç tutuyorlardı.
"Ey inananlar, sözden öncekilere yazıldığı gibi, korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı)." (Bakara, 183).
Arapların bu ibadete bu ismi vermeleri, Ehl-i Kitab'm onu uygu¬ladıklarını bilmelerinden, görmelerinden kaynaklanmış olabilir.
Burada söz konusu mesele, Arapların Risalet öncesinde, ibadet kastıyla oruç tutup tutmadıkları meselesidir. Bu konuya Kur'an çer¬çevesinde olumlu ya da olumsuz bir açıklama getirmek mümkün de¬ğildir. Çünkü burada durum namaz ve namaz halleri gibi değildir. Yardımcı olabilecek bir açıklama yoktur. Kur'an'm çerçevesini aş-tığımızda onların bir takım oruçlar tuttuklarını bildiren rivayetler vardır. Nitekim Hâzîn; Aişe (r)'den bir hadis rivayet etmiştir ki özeti şöyledir: "Kureyş, Cahiliye döneminde Aşura, yani Muhar-rem'in onuncu günü oruç.tutuyordu. Bu aynı zamanda Kâ'be örtü¬sünün de yenilendiği gündü. Peygamberlikten önce Resulullah da o
444
gün oruç tutardı."
Bu rivayette orucun mahiyeti hakkında herhangi aydınlatıcı bir husus yoktur. Fakat müfessirler aşağıdaki ayetin tefsirinde bir takım görüşler ileri sürmüşlerdir. Ayet:
«Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı, onlar sizin örtünüz siz de onların örtülerisiniz. Al¬lah, nefsinize güvenemeyeceğinizi biliyordu, bu sebeple tevbenizi ka¬bul edip sizi affetti.» (Bakara, 187).
Bu ayet, ilk oruç ayetlerinden bir süre sonra inmiştir. Bu sıra¬da müslümanlar, gece yeme içmelerinden yatsı namazına ve yatın-caya kadar yararlanabiliyorlardı. Bundan sonra oruç haline geçiyor¬lardı. İsterse daha tanyeri ağarmış olmasın. Onlardan bazıları bu¬na aykırı hareket ederek hanımlarıyla buluşuyorlardı. Durum Pey-gamber'e bildirilince bunu hoş karşılamamıştı. Çok geçmeden ayet geldi ve durumu hafifletti... Ayetin muhtevası ve müfessirlerin ri¬vayet ettiklerinden hareketle şöyle diyebiliriz: Rasul, oruç ve iftar durumunu kendi içtihadı ile belirtmişti. Daha sonra ayet başka bir sınırlama koyarak durumu kati bir hale soktu. Yahudilerin, oruç, tut¬tuklarında çoğu zaman yirmi dört saat boyunca oruç tuttukları da bilinmektedir. Peygamber (s.)'in ve günahlardan sakınanların, pey¬gamberlikten önce oruç tuttuklarında, bu sınırlar dahilinde oruç tut¬tukları olasılığı da vardır. Bu sınırlandırma İslam'da Ramazan orucu farz kılındığında da bir takım tadilatla kabul edilmişti. Ne¬tice olarak ayet gelmiş, bu uygulamayı yeniden düzenlemiş ve tan yerinin ağarmasından, güneşin batışına kadarki zaman dilimi içi¬ne sığdırmıştır.
C- İ'tikaf (İbadete Çekilme)
Bu konu iki meseleyi kapsamaktadır. Genel olarak Kâ'be yanın¬da i'tikâf, ikinci Ramazan ayında İ'tikâf. Birincisiyle ilgili olarak kı¬yam eden, rükû ve sucûdta bulunanlarla beraber kaydedilen "Aki-fûn" kavramının geçtiği Bakara, 125. ayetini az önce nakletmiştik. "Ukûf kavramı genel anlamda istikrara kavuşma, ikamet etme anlamına gelir ve hassaten de aşağıdaki ayette bu anlamda kulla¬nılmıştır.
"...Onu, gerek orda ikamet edenler, gerekse dışarıdan gelen in¬sanlar için ibadet yeri yaptığımız..." (Hac, 25).
Bakara ayetinde sözü edilen i'tikaf, ibadete delalet eden tavaf, secde ve rükû ile birlikte kullanılmıştır. Bu nedenle buradaki i'tikâf kavramında, ibadet anlamında bir mana olduğu tercih edilebilir. Za¬ten ayetin özünün ilham ettiği de budur.- Buna bağlı olarak, ibadet niyeti ile yapılan i'tikâf in Kabe ibadetleri ve ziyaretlerinden ya
445
da O'na saygı gösterme hallerinden, onun yanında kulluk etmenin tezahürlerinden biri olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır.
Buhari tarafından rivayet edilen bir hadisin özeti şöyledir; Ömer b. Hattab, Peygamber'e, cahiliye döneminde Kâ'be'de bir gün i'tikaf yapmayı adadığını söylemişti. Peygamber de onu adağını yerine getirmeye teşvik etti. Bu haber ayetten yaptığımız çıkarımın doğru¬luğunu pekiştirdiği gibi, peygamber çevresi ve asrında yaşayan Arapların bu tür bir ibadeti ya da ruhsal arınmayı peygamberlikten Önce de yaptıklarını açığa çıkarmaktadır.
İkinci çeşit i'tikâf a gelince bu da, İslami orucun yasallaştığı sı¬rada, Kur'an'da kaydedilmiştir. Bakara ayetinde bunu görüyoruz:
"...Mescidlerde i'tikafa çekilmiş iken kadınlara yaklaşmayın..." (Bakara, 187).
Peygamber döneminden bu yana tevatürle gelen haberlere göre Peygamber ve bazı arkadaşları Ramazan'da bir kaç gün mescide ka¬panıyor ve oradan zorunlu haller dışında çikmıyorlardı. Daha son¬ra i'tikâf günahlardan titizlikle sakınanların Ramazan'da uygula¬dığı bir sünnet haline dönüştü.
Biz bu meseleyi peygamberlik öncesiyle hiçbir ilişkisi olmadığı halde açıkladık. Amacımız bu açıklama ile kesinlik kazanacak de¬recede mütevatir olan rivayeti birleştirmektir.44 Peygamber, (s) Peygamberlik öncesinde Ramazan ayında Hira mağarasında i'tikafa Çekiliyordu. Kur'an'ın Rabbani vahiy olarak kendisine inmeye baş¬laması yine bu i'tikâf sırasında gerçekleşti. Kur'an'ın ilk defa Rama¬zan ayanda Peygamber'e indiği şu ayette belirtilmektedir:
"Ramazan ayı; ki İnsanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yan¬lışı birbirinden ayirdedip açıklayıcı olarak Kur'an o ayda indirilmiş¬tir..." (Bakara, 185).
Yine bu açıklamayı başka bir rivayetle beraber değerlendirmek istiyoruz: "Kureyş'İn bazı günahlardan sakınanları, bu ayın birkaç gününde i'tikafa giriyorlardı." Bu iki yaklaşım, i'tikâf m peygamber¬likten önce peygamber çevresinde, Ramazan ayında dini bir ibadet ya da ruhsal bir riyazat olarak uygulandığını söylemeye yardımcı ola¬caktır.
Bunu söyledikten sonra, şunu da söylemek gerekir: Peygamber¬likten önceki dönemde Ramazan'ın dini bir özelliği vardı. Yalnız bu¬nun mahiyeti ve kapsamı bize kapalı kalmıştır. Kğer Ramazan'ın böy¬le dini bir niteliği olmasaydı Peygamber, Peygamberlikten önceki bu i'tikâf lan ve ruhsal riyazetleri için ramazan'ı seçmeyeceği gibi, Kureyş'İn günahtan titizlikle kaçınanları da ibadet ya da ruhsal ri-
44 Ihn Hışam. I, 224-225. İbn Sa'd, I, 177-178. 446
yazet amaçlı i'tikâf lan için Ramazan ayını seçmezlerdi. Ayrıca İs¬lâm açısından en büyük olayın, özellikle Ramazanda meydana ge¬lişi de tesadüfi olmasa gerek. Ramazan ayında Kur'an'ın ilk olarak Peygamber'e vahyedilmeye başlanması, peygamber (s.)'in Peygam¬berliğini ilan etmesi, sonra Ramazan'ın, oruç, zikir ve mescidlerde i'tikâf a çekilme ayı olarak seçilişi de rastlantı değildir.
D- Cuma Günü Toplantıları
Kur'an'da, bu toplantıların peygamberlik öncesi dönemde de varlığını göstren açık bir delil yoktur. Yalnız, günün adı, ayetin Cu¬ma namazına teşvik eden üslubu, ayetin inişinden önce bu namazın varlığı ve Cuma toplantılarının olduğunu bildiren rivayetler, bu konuya önem vermemizi ve araştırmamızı gerektirmiştir.
Cuma'nın Risaletten önce de bu güne ad olduğunda kuşku yok¬tur. Adından da anlaşılacağı gibi bugün, toplantı, toplanma ya da be¬raber olma günüydü. Gün bununla adlandırılınca ister istemez her¬hangi bir toplanma halini gösterir olmuştur. Rivayetler de pekişti¬riyor ki; Cuma günü "Arûbe" günü diye adlandırılıyordu. Kâb b. Lu-ey, bu günü, genel bir tolantı günü olarak belirlemişti. Ve günün adı¬nı Cuma günü diye değiştirmişti. Aynı şekilde Yesrib'liler de, Yahu¬dilerin Cumartesi, Hıristiyanların pazar günleri gibi bir günlerinin olmasını istemişler ve kendilerine cuma gününü seçmişlerdi. Günün böyle adlandırılmış olması ve bu günden amaçlanan hedef Yesrib çev¬resini aşar. Ayrıca bu iki rivayette, herhangi bir müdahale ya da mantık kuralları dışında bir şey olduğunu sanmıyoruz. Cuma günü toplantılarının ihmal edilip önemini yitirmeye başladığı gözlenmiş olabilir. Yesrib'liler Yahudilere ve Hıristiyanîara bakarak bu günün toplantılarını diriltmeye çalışmış olabilirler.
Cuma ayetlerinin üslubu, kuvvetle hatta kesinlikle gösteriyor ki, Cuma namazı bu ayetlerin inişinden önce de kılınıyordu. Nitekim bu, ayette rahatlıkla görülebilmektedir:
«Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağırıldığınız zaman Al¬lah'ı anmaya koşun; alım satımı bırakın; bilseniz, bu sizin için da¬ha iyidir. Namaz bitince yesyüzüne dağılın; Allah'ın lûtfundan rızık isteyin; Allah'ı çok anın ki saadete erişesiniz. Onlar bir kazanç ve¬ya bir eğlence gördüklerinde, seni ayakta bırakarak oraya yöneldi-ler. De ki: "Allah katında olan, eğlenceden de kazançtan da hayır¬lıdır. Allah rızık verenlerin en iyisidir"» (Cuma, 9-11).
Burada ayetler yeni bir yasama değildir. Yalnızca alış-verişi terketme, cuma namazına çağırıldığında hemen ona yönelmeye teş-
447
vik etme sadedindedir. Sonra, bir oyun ya da ticaret gördüklerinde peygamberi mescidde ayakta bırakanları eleştirme ile ilgilidir. Günlük namaz vakitleri beş tane olduğu halde burada namaz vak¬tinin belirlenmemiş olması da ayrı bir delildir. Bu da gösteriyor ki: Söz konusu edilen namaz bu günde kılındığı bilinen ve şöhret bulan namazdır. Tefsirciler rivayet ediyorlar ki: Cuma namazı için topla¬nanların çoğu, günün birinde bir ticaret kervanının geliş haberini ya da kafile sahibinin tef sesini duyduklarında dağılmış ya da mes-cidden dışarı çıkmışlardı. Peygamber'de buna öfkelenmiş ve şöyle de¬mişti: "Canımı elinde tutana yemin olsun ki, eğer siz hiç biriniz kal-mayıncaya kadar birbirinizi izlemiş olsaydınız, vadiden üzerinize ateş akardı." Siret rivayetlerinde belirtildiğine göre, Peygamber Mekke'den hicret edip geldiğinde, Beni Avf kabilesinin bulunduğu bölgede Cuma namazı kıldırmıştı. Medine'nin içine girmeden önce namaz vakti girmişti. Yine, Yesrib müslümanlarlnm liderlerinden biri olan Es'ad b. Zurare'nin hicretten Önce Yesrib'teki müslüman-lara Cuma namazı kıldırdığı da rivayet edilmektedir. Burada kul¬lanılan ifade "Kâne yucemmi'u" (topluyordu, Cuma kıldırıyordu) biçiminde nakledilmiştir. Sıralamaya göre Cuma Sûresinin inişi gerçekten çok sonradır. Bu da Peygamber'in ve müslümanların ayetlerin inişinden çok önce Cuma namazı kıldıklarını pekiştiren bir delildir. Buna bağlı olarak Peygamber'in Cuma namazına ve onun için müslümanları toplamaya önem verişinin, peygamberin hicretin¬den önce Yesribli müslümanların Cuma namazı kılışlarının, eski ve gerçekten hakimane bir adetin devamı ya da diriltilmesi olduğunu gösterir. Bu tür uygulamaların Kur'anî yasama ve Nebevi sünnet¬lerde nadir rastlanan bir eylem olmadığı bilinmektedir.
Peygamberlik öncesi bu toplanma günlerinde yapılan toplantı¬ların mahiyetine ışık tutacak bir bilgi elimizde yok. Yeni olarak uy¬gulamaya konan ve bu nedenle günün adının önem ve ilgi kazanma¬ya başladığı bu değişimle ilgili bir açıklamaya rastlayamadık. Yal¬nız biz bugün toplantıların dini bir nitelik taşıdığını, ibadete yöne¬lik yanları bulunduğu görüşünü tercih ediyoruz. Bu genel toplantı¬lara katılmayı sağlama, dini bir nitelik', dini bir boya olmadan ger¬çekleşemez ve uygulanamazdı. Nitekim Arapların diğer gelenekle¬ri de böyleydi.
E- Çocukların Tanrılara Kurban Edilmesi:
Peyamber asrında ve çevresindeki Arapların dini bir nitelik ta¬şıyan adetlerinden biri de şuydu: Birine herhangi önemli bir iş ağır
448
geldiğinde, ya da çok değerli bir isteği olduğunda, arzu ettiği bir işin olmasını dilediğinde, çocuğunu tanrılar için kurban etmeyi adardı. Felaketi savdıkları ya da istediğim, dilediğini yerine getirdiklerin¬de tanrılara erkek çocuğunu kurban ederdi.
Bu adetin varlığına En'am sûresinin şu ayetiyle işaret edilmiş¬tir:
«...Yine ortakları, müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi süslü gösterdi ki hem kendilerini mahvetsinler, hem de dinlerini ka¬rıştırıp bozsunlar...» (En'am, 137)
Aynı sûrenin başka bir ayetinde de, bazı dini-nitelikli cahili ge¬leneklerin haram ve helal kılmadaki tutarsızlığı ile ilgili olarak şöyle deniyor:
«Beyinsizlikleri yüzünden, körü körüne çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri -Allah'a iftira ederek- haram sayanlar mahvolmuşlardır; onlar sapıtmışlar dır, zaten doğru yolda da değillerdi.» (En'am, 140).
Bu gelenek, başka ayetlerin kaydettiği, fakirlik ve utanç belası¬na erkek çocukların Öldürülmesi, kız çocukların gömülmesi gelene¬ğinden ayrı bir gelenektir. Zaten bu konuyla ilgili ayetler, öldürme nedenini açıkça bildirmektedir. İkinci bölümün birinci konusunda değişik ailevi gelenekleri açıklarken bu konuya değinmiş ve ilgili ayetleri nakletmiştik. En'am, 137. ayetinde şimdi ele aldığımız di¬ni nitelikli geleneklerle ilgili güçlü bir delil vardır. Bu ayet aynı za¬manda bu adetin çok yaygınlık kazanmış adetlerden biri olduğunu hissettirmektedir.
Siret kitapları, Peygamber (s)'in dedesi Abdulmuttalib'in, on erkek çocuğu olduğu zaman birini Allah'a kurban edeceği biçimin¬deki adama kıssasını kaydederler. Rivayetler, Abdulmuttalib'in bu adağını yerine getirmede gösterdiği sadakati ve çekilişin kendisine isabet ettiği Peygamber'in babası Abdullah'ı, kurban etmek için ne kadar çaba sarfettiğini, bununla ilgili meşhur uzun kıssayı detay¬lı olarak kaydederler. Buradan hareketle bu adetin varlığının doğ¬ruluk kazandığını söylemek tutarlı olabilecektir.
Ayrıca Kur'an'da İbrahim'in rüyası kıssasına yer verilmekte ve oğlunu kesmeye, ilahi bir ilham olarak yorumladığı bu rüyanın ge¬reği olarak uygulamaya kalkışması belirtilmekte ve bir adağın onun yerine gönderilişi anlatılmaktadır. Hac faslında naklettiğimiz saffat; 101-107. ayetleri bununla ilgilidir. Bu kıssa aynı zamanda Tevrat'ta da yer almıştır. Arapların da onu, İbrahim ve diğer pev gamberlerle ilgili olan diğer kıssalar arasından öğrendiklerini ter-
cih ediyoruz, durum bu olduğuna göre, çocukları kurban etme gele¬neğinin bu kıssadan alınmış olması ihtimal dahilindedir. Sonra bu gelenek, başka uluslarda da nadir rastlanan bir vakıa değildir. Muhtemelen bu geleneğin kaynağı, kişinin en büyük isteğinin ger¬çekleşmesi ya da Allah'ın büyük bir nimetine karşı şükür borcunu ödeme anlayışıyla kişinin kendisi katındaki en değerli şeyi Allah'a adamasıdır.
F- Tanrılara Kurbanlar Adama:
Arapların dini bir nitelik taşıyan geleneklerinden biri de tanrı¬lara kurbanlar adamalarıydı.
Hac konusunda, Hac mevsiminde kurbanları adama ve adak kurbanları geleneğini açıklamıştık.
Yalnız burada değinmeye çalıştığımız nokta, bu geleneğin sırf hac mevsimi ve Onun rükûnlarıridan biri olmakla sınırlı kalmadığını, her yerde ve zamanda geçerlilik kazanan bir gelenek haline dönüştüğü¬nü, tanrıya yakınlık sağlamak, belli bir arzuya ulaşmak ya da bir ni¬mete şükretmek, bir adağı yerine getirmek amacıyla sürekli bir geçerlilik kazandığını belirtmektedir. Bir ayette dikili nesneler adı¬na kesilen hayvanlardan söz edilmekte ve onların etlerini yemenin haram olduğu belirtilmektedir:
«...Dikili taşlar (putlar) için boğazlanan hayvanlar.,.» (Maide, 3)
Dikili nesnelere (putlar) kesilen şeylere işaret edilmesi, bunun¬la beraber ayetin Allah'tan başkası adına adanmayı -Yani kesim anında Allah'tan başkasının adının anılması- buradan kastedilen nesnelerin, işaret ettiğimiz gibi, tanrılara kurban kesilen şeyler olduğuna bir delil olabilir. İfadenin genel olarak kullanılması bu ge-leneğin genel olduğunu ve tüm zamanlarda geçerli olduğuna bir ka¬rine olabilir. Birçok rivayetin de bu konuyu pekiştirdiği açıktır.
G- Kesim Esnasında Allah'tan Başkasını Anmak: Onların geleneklerinden biri de, yemek için bir hayvanı kesmek istediklerinde, onun üzerinde Allah'tan başkasının adını ya da Al¬lah'ın adı ile birlikte başka tanrılarının adlarını anma adetleriydi. Genellikle bunu teberrük amacıyla yapıyorlardı. Bu nedenle bu ade¬ti dini bir nitelik taşıyan adetler arasında saymayı uygun gördük.
Bu adete, Allah'tan başkasının adının anıldığı hayvanların etini yemenin haram olduğu sadedinde bir dizi ayetle işaret edilmiştir. Bunların en önemlisi Maide, 3. ayettir. Diğer ayetler de şunlardır:
1 Allah size, ölü hayvan etini, kam, domuz etini, Allah'tan başkası 450
için kesilen hayvanı haram kılmıştır.. {Bakara, 173).
2 Deki. "Banavahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti-ki pistir-gü-
nah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını ye¬menin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum... (En'am, 145).
3 Allah size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının adı-
na kesilenleri haram etmiştir... (Nahl, 115).
Bununla beraber Araplar, kendi kendine ölen, boynuzlanarak ya da sopa ile vurularak, yüksek yerden düşürülerek, boğularak yahud da yırtıcı hayvanlar tarafından ıırılarak öldürülen hayvanların et¬lerini yedikleri gibi bazan hayvanlarını kestiklerinde de hiç bir şey söylemeden kesiyorlardı. Bu da En'am Sûresinde Allah adının üze¬rinde anılmadığı hayvanların etini yemeyi kesin yasaklayan başka ayetlerden anlaşılmaktadır:
1 Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bu-
nu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. (En'am, 121).
2 Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah'ın adı anılmış olan şey-
lerden yiyin. Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızın dışın¬da haram olanları genişçe anlatmışken, üzerine anıldığı şeyden ye-miyorsumız... (En'am, 118-119)
Açıkça görüldüğü gibi ayet, Allah adının üzerinde anıldığı hay¬vanların etlerini yemeyi emretmiş, bu konuda geri durmayı ve tered¬düt etmeyi reddetmiştir. Bu da gösteriyor ki müslümanlar, baş¬langıçta -ki En'am Sûresi de bir ölçü de erken zamanlarda inen bir sûredir- Allah adının üzerinde anıldığı hayvanın etini yemekten ge¬ri durmuşlardı. Çünkü bu şekilde kesilen hayvanın Allah'a ait ola¬cağını ve onu yemenin haram olacağını sanıyorlardı. Nitekim ken¬di adetlerine göre Allah için ya da tanrıları için kestikleri kurban¬ların etlerini yemeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Bunu Hac ko¬nusunda belirtmiştik. Onun için hikmet gereği, ayetin üslubu böy¬le olmuştur. Sonra bu iki ayeti, daha kesin bir ayet olan 121. ayet izlemişti. Burada Allah adının anılmadığı hayvanların etlerim ye¬menin yasaklandığını bildiren bir yasama vardı. Bununla beraber cahili alışkanlığın, az da olsa varlığım sürdürdüğü anlaşılmaktadır; boynuzlanarak, sopa ile vurularak, düşerek, boğularak, yırtıcı hay¬vanlar tarafından parçalanarak ya da yırtıcı hayvanlar tarafından avlanarak öldürülen hayvanlar halâ yeniyordu. Onun için hikmet ge¬reği olarak Maide, 3. ayetinin inmesi icab etti. Bu ayete göre ilk beş durumda ölen hayvanların etlerinin yenebilmesi için kesilmeleri ve
451
üzerir^ Allah adının anılması gerekmektedir. Ölümüne neden ola¬cak yabayı aldıktan sonra kesilmesi ve Allah adının anılması şart ko¬şuluyordu. Ondan sonra da bir başka ayetin inmesinin hikmeti te¬zahür ediyordu. Burada, alıştırılmış yırtıcı hayvanların avladığı hayvanların yenebilmesi için, onların ava bırakıldığı sırada Allah adının anılması şart koşulmuştur:
«Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar, de ki: Si¬ze temiz olanlarhelâl kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğimiz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının. Doğrusu Allah hesabı çabuk görür.» (Maide, 4).
H- Hayvanları Helal ve Haram Kılmaları:
Kur'an'da, peygamber'in peygamberlik Öncesi çevresinde yaşayan Arapların, hayvanları dinî bir kaygıyla helal veya haram kılmala-rıyla ilgili pek çok ayet vardır: *
a) Maide, 103. ayetinde "bahire", "şaibe", "vasile" ve "ham" deni¬len hayvanlardan söz edilmektedir:
«Allah, bahire, sâibe, vasile ve hâm diye bir şey yapmamıştır. Fa¬kat inkâr edenler, Allah'a yalan uyduruyorlar ve çokları da akıl er-direiniyorlar.» (Maide, 103).
En'am Süresindeki bir ayette bazı hayvanların yenmesi ve sır¬tının hizmet için kullanılmasının haram kılındığına işaret edilmiş¬tir. Bunun Maide ayetiyle de bir bağı vardır:
«Zanlarınca dediler ki: "Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekin¬lerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da sır¬tı yasaklanmış hayvanlar..."» (En'am, 138).
Müfessirler ve siret kitapları bu haram kılmalar ve onların ha¬berleriyle ilgili olarak açıklayıcı bir çok rivayet kaydetmişlerdir:
1- Onlar, beş doğum yapan dişi devenin kulağını yarar ve onu ser¬best bırakırlardı. Güya tanrılarına şükür mahiyetinde onu azâd ediyorlardı. Ona binmezler, yük yüklemezler, tüyünü yolmazlar, ot¬tan ve sudan alıkoymazlar, sütlerini konuklara ayırırlar ve ona "Bahire" adına verirlerdi. Behare kökünden hareketle ona bahire der¬lerdi. Bahare; kulağını yardı, demektir.
2- Onların bir hastası olduğunda ya da bir diledikleri olduğun¬da, bir adamları uzun süre yolculukta kaldığında dişi develerinden birini ona adarlardı. Hasta iyileştiği, dilekleri gerçekleştiği ya da yol-
452
culuktaki adamları geri geldiğinde adanmış dişi deveyi "serbest bı¬rakır" ona binmez, yük yüklemez, onu boğazlamaz, tüyünü yolmaz ot ve sudan alıkoymazlar ve ona "Sâibe" adını verirlerdi.
3- Koyun dişi doğurduğunda onlarındı. Onu kesmek ve kurban etmek doğru olmazdı. Erkek doğurduğunda tanrılarınındı. Tanrıla¬ra kesilen ve kurban edilen buydu. Bir doğumda hem dişi hem de er¬kek doğurursa bu durumda erkeğin durumu da dişisi gibi kabul edi¬lir, kesilmesi ve kurban edilmesi doğru olmazdı. Bu durumda, bacı kardeşini korudu, yani canını kurtardı derlerdi. Bu hayvana da "Vasile" deniyordu.
4- Erkek deveden on kere döl alındığında onu tanrıları adına azad ederler, sırtım ve etini haram kabul eder otlağa ve suların başına kendi haline bırakırlardı. Ona engel olacak hiçbir şey de yoktu. Kendi kendisini koruyan anlamında ona "Hâm" deniyordu.
Maide ayeti, onların bu İşleri, dini bir gelenek olarak ve tanrıla¬rın isteklerini gerçekleştirme, onlardan miras kalan emirlerini ye¬rine getirme amacıyla yaptıklarını açıkça belirtiyor ve bunun Allah'a iftira olduğunu vurguluyor.
b) En'am Sûresi ayetinde onların ekinlerinde ve hayvanlarında Allah'a ve ortaklarına ayırdıkları paylara işaret edilmiştir. Şöyle ki:
«Kendi zanlarına göre, "Bu Allah'ındır, bu da putlarımızındır" di¬yerek, Allah'ın yarattığı hayvanlar ve ekinlerden pay ayırdılar. Putları için ayırdıkları putlarına verilirdi; ne kötü hüküm veriyor¬lar.» (En'am, 136).
Ayetten anlaşıldığına göre onlar Allah ile kendi ortakları arasın¬da bir ayırım yapıyorlardı, ikinci bir ifade ile onlar, kendi ortakla¬rını kendilerine daha yakın ve kendilerine daha özel ilgi gösteren tan¬rılar olarak görüyorlardı. Bir takım tefsir kitaplarında bu ayetin açık¬lanması ile ilgili olarak belirtiliyor ki, onlar Allah'a adadıkları şey¬leri konuklara ve fakirlere harcıyorlardı. Ortaklarına ayırdıklarını ise putlara ve onların hizmetlerine harcıyorlardı. Eğer Allah'ın pa¬yından putların payına bir şey düşerse öylece bırakırlar ve Allah bu-na muhtaç değildir derlerdi. Putların payından Allah'ın payına bir şey düşerse onu geri verirler ve putların ona ihtiyacı olduğunu ifa¬de ederlerdi. Allah'a mahsus kıldıkları bir nesne yok olduğunda aldırmazlardı, yok olan ya da eksilen ortaklarının payından olduğun¬da Allah'a mahsus kıldıkları nesneler çoğalır ve gelişirse, kararla-rından vazgeçer ve onları ortaklarına verirlerdi. Allah ile ortakla¬rının paylarını yer değiştirirler ve buna; Allah'ın ihtiyacı yok der-
453
lerdi.
c) En'am Süresindeki bir ayette hayvanlarının karmlarındaki yavruları yalnız erkeklerine özgü kıldıklarına ve onları kadınlara vermediklerine işaret edilmektedir:
«"Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimi¬ze mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğarsa hepimiz ortağız" dediler.» (En'am, 139).
Tefsirciler bu haram kılmanın yemekle ilgili olduğunu kaydet¬mişlerdir. Buradan anlaşıldığına göre onlar, hayvanların doğuşun¬dan önce onları, erkeklere adadıkarına yemin ediyorlardı. Hayvan sağ olarak doğduğunda adaklarından Allah'ın razı olduğunu çıka¬rıyor ve kadınlara hayvanı yemeyi haram kılıyorlardı. Hayvan ölü olarak doğduğunda ise Allah'ın bu adaktan razı olmadığını çıkarı¬yor ve doğan hayvanı kadınlarla birlikte yiyorlardı. Böylece anlaşı¬lıyor ki; onlar dini bir nitelik taşıyan adama ve haram kılma yoluy¬la canlı olarak doğan hayvanı kadına yasak ediyor ve bu yasağı, ka¬dını maddi haklarından birinden mahrum etmeye vesile kılıyor¬lardı.
d) Yine En'am Sûresinde bulunan başka ayetlerde, onların zora dayalı olarak hayvanların karmlarındakini doğmadan önce haram saydıklarına İşaret edilmiştir:
«Allah sekiz çift hayvan yaratmıştır: Koyundan iki ve keçiden iki, de ki; "iki erkeği mi yoksa dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı Karam kılmıştır? Doğru sözlü iseniz bana bilgiye dayanarak cevap verin" Deveden ki, sığırdan iki yaratmış¬tır; De ki "iki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin rahim¬lerinde bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Yoksa Allah size bunları buyururken burada mı idiniz?" İnsanları, bildiklerinden saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Allah, zalim toplumu doğru yola eriştirmez.» (143-144. ayetler).
Bu ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki onlar, zora dayalı olarak, hay¬vanların karmlarındakilerin yenmesini haram kılıyorlar ve bunda erkek-dişi ayırımı yapmıyorlardı. Ayrıca buna dini bir nitelik de ka¬zandırıyorlardı. Buradan da anlaşıyor ki, onlar erkeklere muhtaç ol¬duklarında, doğan erkek hayvanların Allah'a özgü olacağını adıyor-lardı. Onları kesmezlerdi. Ve onları Allah için kestiklerinde etleri¬ni yemezlerdi. Dişi hayvanlara ihtiyaç duyduklarında, bu sefer di¬şi hayvanları Allah'a yakınlık oluşturma amacıyla Allah'a adar¬lardı. Yani doğacak hayvanı istedikleri gibi kullanıyorlardı. Doğan
454
yavru onların adadığı şekilde olursa, bunu Allah'ın adaklarından ra¬zı olduğu biçiminde yorumluyorlardı.
e) Daha önce naklettiğimiz En'am, 138. ayetinde Arapların İs¬lam'dan önceki bu tür adaklarına işaret edilmektedir. Bazı hayvan¬ları ve ekinleri, bazı insanlara mahsus kılıyor ve onların yalnız söz konusu kimselere adandığını, başkasına onları yemenin helal olma¬yacağını ilan ediyorlardı.
Şimdi bu ayetlerin açıklamasına şunu da ilave ediyoruz ki: En'am Sûresinin 143-144. ayetlerinden sonra gelen ayetler ve Nahl Sûresinin bazı ayetlerinde bu tabloyu tamamlayıcı bir takım açık¬lamalar vardır. Önce ayetleri görelim:
1 De ki: "Bana vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği arasın-
da, dediğiniz gibi, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Yalnız haram olarak şunlar var: Ölü, yahut akıtılan kan, yahut domuz eti -ki, o şüp¬hesiz pistir- yahut Allah'dan başkasının adına bir fısk oarak boğaz¬lanan. Bununla beraber her kim bunlarda da çaresiz kalırsa, tecavüz etmemek ve zaruret miktarını aşmamak üzere yiyebilir. Onlara şöy-. le de: "Bu haram saydıklarınızı, Allah'ın haram ettiğine dair şahid-lik edecek olan şahidlerinizi getirin". Eğer onlar, yalan yere şahid-lik ederlerse, sen onlarla beraber bulunup kendilerini tasdik etme. Ayetlerimizi yalan sayanların, ahirete inanmayanların arzularına ta¬bi olma, onlar Rabblerine ortak koşuyorlar. (En'am, 145-150).
2 Dillerinizin "Bu helâldir, şu haramdır" diye yalan olarak vasıflandır-
dığı şeyi söylemeyin, yoksa, Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphe yok ki, Allah'a yalan uyduranlar, asla kurtulamaz... (Nahl, 116-118). Birinci olarak; bu ayetler, Peygamberlik öncesi Arapların haram ve helal kılmada Allah'ın emirlerini uyguladıklarını zannettikleri¬ni göstermektedir. Nitekim onlar bu konuda Peygamberle tartışmış¬lardı. Diyorlardı ki: Eğer Allah bizim yaptıklarımızı emretmemiş, ya da ondan razı olmamış olsaydı bizi ve bizim atalarımızı bu işlerden vazgeçirirdi. İkinci olarak; Onlar kendi eylemlerini bu konuda Ya¬hudilerin bir takım yemekleri, etleri ve iç yağları helal kılma, haram yapmalarını örnek göstererek haklı görüyorlardı. Kur'an onların bu anlayışlarını reddetmiş ve Allah'tan başkasının adına kesilen, Al¬lah'tan başkasının üzerine anıldığı kötülük ya da şirke götürücü şey¬leri haram kıldığım bildirmiştir. Yahudilere haram kılınan şeylerin ise, aslında pis ve kötü olduklarından değil, onlara Allah'ın bir ce¬zası nedeniyle haram kılındığım ifade etmiştir. Ayetlerin Mekki olu--
455
şu da Yahudileri örnek gösterme ve bu konuda tartışmanın Peygam¬ber ile Araplar arasında gerçekleştiğim ilham etmektedir.
İ- Vesvese ve Kuruntular:
Kur'an'da psikolojik geleneklere ve kuruntulara değinen bir ta¬kım ayetler de vardır. Peygamberlik öncesi Peygamber asrı ve top¬lumunda yaşayan Arapların bunlara dini bir nitelik kazandırdıkla¬rına değinilmektedir.
Bu alışkanlıklardan biri fal oklarıyla yargıya varmaktı. Bu alış¬kanlığa iki ayette işaret edilmiştir:
1 Dikili taşlar "üzerine boğazlanan ve fal oklarıyla kısmet aramanız, si-
ze haram kılındı.. (Maide,3).
2 Ey mil'minler! Baş döndürücü içki, kumar oynamak, İbadet için diki-
len putlar, fal okları, şeytan işi pisliklerdir. Onun için bunlardan sa¬kının ki, kurullasınız. (Maide, 90).
Burada söz konusu edilen mesele iki ayetin içerdiği noktadır. Zi¬ra biz daha önceki bir ilgiden dolayı birinci ayetteki meselenin, ku¬mar yoluyla kesilen şeylerin haram kılınmasıyla ilgili olduğunu belirtmiş ve bu alışkanlığı birinci bölümde açıklamıştık.
"Istiksam", kişinin kendisi için ayrılmış bulunanı öğrenmeye çalışması ve herhangi bir meselede istihare yapmasıdır. "Ezlam" ise; istiharede kullanılan fal oklarıdır.
Hâzin tefsirinde, Maide Sûresinin birinci ayeti sadedinde deni¬yor ki: Onların yedi tane bardağı vardı. Birisinin üzerinde "Rabbim bana emretti", ikincisinin üzerinde "Rabbim bana yasakladı", üçün¬cüsünün üzerinde "Sizden", Dördüncüsünün üzerinde "Yapışık", beşincisinin üzerinde "Başkasından", Altıncısının üzerinde "Diyet", yazıyordu. Yedincisinin üzerinde ise hiçbir şey yazılı değildi. Bir yol¬culuk ya da ticarete çıkmak istediklerinde, bir kişinin soyunda, bir Ölünün katili ya da diyetinin kime ait olduğu konusunda ya da bu¬na benzer başka meselelerde ayrılığa düştüklerinde Kureyş'in en ulu putu olan Hubel'e gelirler, bardakların sahibine yüz dirhem verir¬lerdi. Adam onları karıştırır, sonra onlardan birini çıkarırdı. Eğer "Rabbim bana emretti" yazılı bardak çıkarsa, istihare yaptıkları işi yaparlardı. "Rabbim bana yasak etti" yazılı bardak çıkarsa onu yapmazlardı. Eğer istihare bir soy ile ilgiliyse ve "Sizden" yazılı bar¬dak çıkarsa onu kendilerine katarlardı. "Başkasından" yazılı bardak çıkarsa onu kendilerinden ayırırlardı. Eğer "Yapışık" çıkarsa sözü edilen adamın soyu iftira olurdu. Eğer istihare diyetle ilgili olup "Di-456
yet" çıkarsa onu yüklenirlerdi. Hâzin'in kaydettiği bu nakiller de-taylardaki ayrılıklara rağmen özde eski rivayetlerin kaydettikleriy-le de pekiştirilmiş bulunmaktadır. Buradan da açıkça anlaşılıyor ki bu alışkanlık da dini bir niteliğe sahipti. Çünkü onlar fal oklarını, putlarının yanında dolaştırıyor, sanki onlara danışıyor ve onlardan hayır talep ediyorlardı. Onlardan hangisinin kendileri için hayırlı ve bereketli olduğunu tayin etmelerini istiyorlardı. Sonuç belli ol¬duğunda bu hükmü tanrıların hükmü ya da onların görüşü ve bölüş¬türmesi olarak görüyorlardı. îşte bu alışkanlığın ağır şekilde eleş¬tirilmesi ve şirk düzeyinde değerlendirilmesinin nedeni de budur za¬ten.
Kuruntulardan biri de bir şeyi uğursuz telakki etme geleneğidir. Uğursuz sayma alışkanlığı peygamberlerin kıssalarıyla ilgili olarak bir takım ayetlerde geçmektedir:
1 Fakat onlara (Firavun ailesine) ryilikve bolluk geldiği zaman: "Bubi-
zim hakkımızdır" dediler. Başlarına bir fenalık geldiği zaman da, Mu¬sa ile beraberindekilerin uğursuzluğuna yoruyorlardı. . (A'raf, 131).
2 "Senin ve seninle beraber bulunanların yüzünden uğursuzluğa uğra-
dık" dediler... (Nemi, 47).
3 Dediler ki: "Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık"... (Ya-
sin, 18).
Bu psikolojik yakıştırmanın Araplarda var olduğunu ayetler göstermese de, bunu gösteren kavraman kullanılması ve ayetlerin özü bu kavramın onlarca da bilindiğini göstermektedir. Bununla bera¬ber Kur'an'da bazı münafıkların Peygamber'e karşı söylediklerini tasvîr eden bu anlamda bir ayet yer almıştır.
«...Onlara bir iyilik dokunsa: "Bu Allah'tan" derler, onlara bir kö¬tülük dokunsa: "Bu sendendir" derler...» (Nisa, 78).
Tefsirciler A'raf ve Nemi Süresindeki ayetlerle ilgili olarak diyor¬lar ki: "Tiyere" ya da "Tatayyur", "Tâir'Ykuş kelimesinden türetilmiş¬tir ve her iki ayette de uğursuzluk anlamına gelir. Araplar alışkan¬lık gereği olarak kendi üstlerinden uçan kuşlardan uğur ya da uğursuzluk çıkarırlardı. Yolculuğa çıktıklarında ya da bir işe yönel-diklerinde eğer sağ taraflarından bir kuş geçerse onu uğurlu sayar¬lardı ve yolculuklarına devam eder ya da yöneldikleri şeyi yaparlar¬dı. Buna "Sanih" adını verirlerdi. Sollarından geçerse onu uğursuz sayar yolculuklarından ya da yöneldikleri şeyden vazgeçerlerdi. Buna da "Barih" adım verirlerdi. Muhtemelen onlar, kuşların geçi-
457
sini kendilerinin yöneldiği işe tanrıların razı olup olmadığını bildi¬ren işaretler olarak görüyorlardı.
'İkdu'l-Ferîd'te Peygamber'den gelen bir hadiste deniyor ki: "Kim kuştan hoşlanmadığı birşey görür ve Allah'ım senin uğursuz saydığından başka uğursuz nesne yok. Senin iyi saydığından başka da iyi nesne yok. Ve senden başka da ilah yok, derse ona bir zararı olmaz."
Hazin tefsirinde, Peygamber'in bir başka hadisi yer almaktadır: "îyafe45 (uğur tesbiti için kşu ürkütme), Tiyare (kuşun uçuş ciheti¬ne göre uğurlu-uğursuz tesbiti yapma) ve gayb bilgisi peşine takıl¬ma cibt'tendir. Cibt ise şirktir." Bu iki hadis te Peygamberlik önce-. si Araplarda bu adetin varlığıyla ilgili açıklamamızı pekiştirmekte¬dir. Ayrıca Arapça kitaplardaki rivayetler ve haberler de bu konu¬da olumlu bir delil oluşturmaktadır.
Kuruntulardan biri de sığınmalar, üfürük ve ruhi tedavidir. Kur'an'da yer alan bir takım ayetler şeytanın ve onun dürtülerin¬den, kıskançların, gece karanlıklarının, düğümlere üfürenlerin şer¬rinden sığınmayı emretmektedir. Şöyle ki:
1 De ki: "Rabbim, şeytanların vesveselerinden sana sığınmm. Rab-
bİm, onların yanımda bulunmalarından sana sığınırım." (Mü'minun, 97-98).
2 De ki: "Sığınının sabahın Rabbine; yarattığı şeylerin (her türlü) fena-
lığından, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üf¬leyen kadınların şerrinden,,bir de hasedini meydana çıkarıp gereğine yapmağa koyulduğu zarflan, hasedcinin şerrinden." (Felak Sûresi).
3 De ki: "Sığmırım insanların Rabbine, insanların Melik'ine, insanların
İlâhı'na; O sinsi vesvesecinin şerrinden... O ki, insanların, kalbleri-nevesvee verir. O, cinlerden de olur, insanlardan da..." (Nas Sûresi).
Bu ayetler her ne kadar konu başlığı olarak tayin ettiğimiz Pey¬gamberlik öncesiyle ilgili değilse de temel espirisiyle Allah'a sığınan kişinin gizli kötülüklerden emin olması ve gönlünün yatışması ge¬rektiğini ifade etmektedir. Bu da bizim başlık olarak belirlediğimiz konuyla ilgilidir. Peygamber'in çevresini oluşturan ve Kur'an ayet-leriyle muhatab kılman Arapların bunun içeriği ve kapsamından uzak olmadıklarını söylemek doğru sayılabilir.
Tevbe Süresindeki bir ayette peygamber salavâtmın yani duala-
45 'Iyafe: Gaybı aralama ve gaybten haber verme. 458
nrtın neden olduğu psikolojik huzura işaret edilmektedir:
«Onların mallarından bir sadaka al ki, onuna kendilerini temi¬ze çıkarmış, mallarına bereket vermiş olasın. Bir de onlara dua (salat) et; çünkü senin duan onlar için bir rahatlık ve huzurdur. Al¬lah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah Gafurdur, Ra-him'dir.» (Tevbe, 103).
Tefsir kitaplarında da bu Kur'anî kaideyi güçlendirecek bir ta¬kım açıklamalara rastlamak mümkündür. Tabersi, Felak Sûresinin tefsirinde der ki: Kindar, kıskanç adamın şerrinden Allah'a sığın¬maktan, bizzat onun kendi canı ve gözünün şerrinden Allah'a sığın¬ma kastedilmiştir, icabında bu canı ve gözüyle insana zarar verebi¬lir ve onu kusurlu hale getirebilir. Peygamber (s.)'in bir hadisinde deniyor ki: "Muhakkak ki, göz haktır." Peygamber, (s.) Hasan ve Hü¬seyin (r.)'i Felak ve Nas Süreleriyle ne de çok istiaze ederdi!
Bu geleneklerden biri de rüyalar ve rüya yorumlarıydı. Kur'an'da bununla ilgili pek çok ayet vardır. Bunların bir kısmı İbrahim (a.) ve kurbanlık oğlunun kıssasıyla ilgilidir. İşte ayetler:
«(Çocuk) onun yanında koşma çağına erişince, dedi: "Yavrum! Ben rüyamda görüyorum ki, seni boğazlıyorum. Artık düşün bak, ne dersin?" (Çocuk ona şöyle) dedi: "Babacığım! Sana emredileni yap; inşallah beni sabredenlerden bulacaksın.» (Saffat, 102).
«Gerçekten rüyana sadakat gösterdin. Şüphe yok ki biz, güzel amel işleyenleri işte böyle mükâfatlandırırız.» (Saffat, 105).
Bir kısım ayetler de Yusuf un kissasıyla ilgilidir. İşte ayetler:
1 Bit vakit Yusuf babasına şöyle demişti: "Babacığım, ben, rüyada on
bir yıldızla Güneş'i ve Ay'ı gördüm. Gördüm ki, onlar, bana secde ediyorlar." (Yusuf, 4).
2 Rabbin seni seçecek ve sana rüya tabirini öğretecektir. Allah, nime-
tini; bundan önce ataların İbrahim'e ve îshak'a tamamladığı gİbİ, hem sana, hem de Yakub ailesine tamamlayacaktır. Gerçekten Rabbin Alim'dir, Hakim'dir. (Yusuf, fi).
3 Yusuf'la beraber, iki delikanlı daha zindana girdi. Delikanlılardan bi-
ri: "Ben, rüyamda, şarap olacak üzüm sıktığımı gördüm," dedi. Öteki de: "Ben, rüyada görüyorum ki, başımın üstünde bir ekmek gö¬türüyorum ve kuşlar ondan yiyor," dedi. Artık bize rüyanın tabiri¬ni bildir. Çünkü biz, seni iyilik edenlerden görüyoruz. (Yusuf, 36).
4 "Ey zindan arkadaşlarım! Rüyalarınızın tabirine gelince. Biriniz efen-
disine (eskiden olduğu gibi) yine şarap içirecek. Diğeri ise asılacak (idam edilecek), sonra kuşlar onun başından yiyecek. İşte sorduğu-
459
nuz iş, bu şekilde kesinleşmiştir " (Yusuf, 41).
5 Bit gün Mısır hükümdarı şöyle dedi: "Rüyamda gördüm ki; yedi se-
miz ineği, yedi cılız inek yiyor ve yedi yeşil başağı da, diğer yedi ku¬ru başak sarmalayıp onlara galib gelmiş. Ey ileri gelenler! Eğer rü¬ya tâbir edebiliyorsanız, benim rüyamı hallediniz". Onlar: "Bu gör¬düklerin karma karışık rüyalardır. Biz böyle karışık rüyaların tabi¬rini bilmeyiz." (Yusuf, 43-44).
6 (Delikanlı, hükümdarın izniyle zindana gidip şöyle dedi): Yusuf ey doğ-
ru sözlü! Bize şunun fetvasını ver (tabirini yap): "Yedi semiz ine¬ği, yedi cılız inekyiyorve yedi yeşil başağı da, yedi kuru başak sar¬malayıp onlara galip gelmiş." "Ümid. ederim ki, (uygun bir cevap¬la) insanlara dönerim de, belki kıymetini bilirler." "...Sonra bunun arkasından da bir yıl gelecek ki, onda insanlar sıkıntıdan kurtarılıp bereketlendirilecekler ve o zaman (üzüm, zeytin gibi mahsullerini) sıkıp faydalanacaklar " (Yusuf, 46-49).
7 Anne-babasmı tahta çıkardı. Onun için secde ettiler; "Ve babacığım!
Bu, daha önceki rüyamın gerçekleşmesidir. Rabbim onu gerçekleş¬tirdi." dedi. (Yusuf, 100).
Diğer bir kısım ayetler de; Peygamber'in, Mekke'nin fethinden önce, Mescid-i Harama girişi ile ilgili rüyasına değinmektedir:
«Andolsun ki Allah gerçekten Peygamberinin rüyasını doğru çı¬kardı. Andolsun ki, inşaallah emniyet içinde bulunan kimseler ola¬rak başlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde, korkmak-sızm mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Fakat Allah sizin bil¬mediğiniz şeyleri bildi de Mekke fethinden önce, yakın bir fetih verdi.» (Feth, 27)
Şu ayet de, peygamber (s.)'İn Bedir olayındaki düşmanı rüyasın¬da görmesiyle ilgilidir;
«Allah onları, rüyanda sana, az gösteriyordu. Eğer düşmanları, sana çok gösterseydi, korkacaktınız ve savaş hususunda ihtilafa dü¬şecektiniz. Fakat Allah bundan sizi kurtardı. Çünkü O, kalblerde-kini hakkıyla bilendir.» (Enfal, 43)
Bu ayetler; her zaman, her yerde bilinen genel bir olguya değin¬mektedir. O da, insanların kendi uykularında bir takım rüyalar görmesi ve insanın -içine doğan bir takım düşüncelerle- onları yo¬rumlamaya çalışmalarıdır.
Peygamberlik Öncesinde, Arapların bu işte yalnız olmadıkları aşikârdır. Ayetlerin açıklama üslubunun bütün Kur'anî deliller olarak kabul edilmesi mümkündür. Bunlar; Arapların peygamber¬lik öncesinde sahip oldukları 'rüya' kavramına, rüya yorumlarının insanların, psikolojik yapıları üzerindeki etkilerine ve psikolojik
460
dürtülerle ilişkilerine ışık tutmaktadır. Aynı zmanda bu ayetler; Kur'an'da kullanılan terimleri^ kavramların, ifadelerin -Kur'an inmeden önce- Araplar tarafından anlaşıldığına da bir parça ışık tut¬maktadır.
Haber ve siyer kitaplarına gelince; buralarda, Arapların -özellik¬le büyüklerinin- peygamberlikten önce rüyaların ve onlarla ilgili kor¬kuların, sıkıntıların ne denli etkili olduğunu bildiren çok şeyler kaydedilmiştir. Buralarda; Arapların gördükleri rüyaları anlat¬mak, yorumunu sormak ve böylece bir gönül huzuruna kavuşmak için hekimlere ve müneccimlere nasıl koşuşturdukları açıklanmaktadır. Her neyse, bizzat bu rivayetlerin ortaya koyduğu bu genel tablodan kuşkulanmak yersiz olur. Yani Arapların rüyalardan korktukları, endişeye kapıldıkları psikolojik huzur ve sükunete kavuşmak amacıyla onları yorumlatmak için kâhinlere ve müneccimlere koş¬tuklarında kuşkuya gerek yoktur. Ayrıca bazı rivayetlere göre; bir takım insanlar, peygamberlikte ti önee, rüyaları ilahi bir ilham, ola¬rak görüp, onları uygulamanın zorunlu olduğuna inanıyordu. Abdul-muttalib'in; birinci olarak zemzem kuyusunu açmak, ikinci olarak da sözünü yerine getirmek amacıyla oğlunu kesmeye kalktığı kıssa gibi...
Bu konuda önemli bir noktaya değinmek yerinde olacaktır. Bu¬rada "Rüya" ile "Ahlam" kavramları arasında bir fark gözükmektedir. Buna bağlı olarak Arapların "rüyaları", imanın iç dürtülerinden etkilenen ve yorumlanmaya ihtiyaç duyulan şeyler için, "Ahlam" kav¬ramını ise, normal, karışık rüyalar için kullandıklarını ve onlara "ka¬rışık rüyalar" adını verdiklerini söyleyebiliriz. Nitekim Yusuf Sûresi, 44. ayetinde bu konuya değinilmiştir. Muhtemelen, onlar: "Rüya" kav¬ramını, zihinsel ve psikolojik olarak açık etki ve yönlendirmelere sa¬hip olan düşler için kullanıyorlardı. Bu tür "Rüya"larda, diğerlerin¬de normal olarak bulunması gerekmeyen bir takım gaybi gerçeklerin bulunması gerektiğine inanıyorlardı.
-Enbiya Süresindeki ayette değinildiği gibi- Peygamber'e karşı çıkanlar; Peygambe'in Allah'ın meleğini gördüğü, onunla temasa geç¬tiği, Kur'an'ı melekten aldığı şeklindeki haberlerine karmakarışık rüyalar diyorlardı.
"Hayır dediler, karmakarışık düşlerdir; hayır, onu kendisi düzüp, uydurmuştur. Hayır, o bir şairdir." (Enbiya, 5). Böylece yalan¬lamada daha da etkili olmanın yollarını arıyor ve onun. gördük¬lerini karmakarışık düşler türünden şeyler olduğunu iddia ediyor¬lardı.
46 "■
Bu bölümün konularını Peygamberlikten önce Arapların zihin¬lerinde yer alan "Nefs" ve "Ruh" kavramlarının soruşturulmasıyla ilgili bir araştırma ile bitirmek istiyoruz. Bu iki konu, bilim ve marifetle ilgisinden daha çok inançlarla ilgilidir, özellikle Pey¬gamberlikten önceki dönemde durum böyleydi.
Bu konuda dayanağımızı yukarıdaki iki kavramın Kur'an'daki kullanımı oluşturacaktır. Bunlarla ilgili olarak yapılan açıklamaların ve anlamların içeriğine eğilmeye çalışacağız. Burada da daha önce belirtmiş olduğumuz görüşe paralel olarak yürüyeceğiz ve Kur'an'da kullanılan sözcüklerin, kavramların ve terimlerin içerik itibariyle Kur'an'ın inişinden önce de aynı anlamda kullanıldığına ve anlaşıl¬dığına tekrar dikkat çekeceğiz.
3. Nefs Kavramı:
Nefs kavramının; Kur'an'da gerçekten pek çok ayette değişik münasebetlerle, çeşitli yerlerde ve değişik anlamlarda kullanıldığı müşahede edilmektedir. Bu ayetlerden bazıları, nefs kavramını, "şahıs/birey" anlamında kullanmaktadır.
1 Hiç kimsenin, kimse adına bir şey ödeyemeyeceği günden sakının. (Ba-
kara, 48)
2 Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de bu konuda birbirinize düşmüştünüz.
Oysa Allah sizin gizlediklerinizi açığa çıkaracaktı, (Bakara, 72). Nefs kavramı; bazı ayetlerde de "insanın kendisi/zatı/şahsı" an¬lamında kullanılmıştır:
'1 Deki: "Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiç
bir şeye) sahip değilim." (A'raf, ]88).
2 De ki: "Ey insanlar! Rabbinizden size gerçek gelmiştir. Doğru yola gi¬ren ancak kendisi için girmiş ve sapan da kendi zararına olarak sapmıştır. Ben sizin bekçiniz değilim." (Yunus, 108) Nefs kavramı; şu ayetlerde ise, insanda bulunan "gizli kuvvet" anlamında kullanılmıştır. Bu kuvvet ona iş yapmayı, özellikle de, kö¬tü iş yapmayı buyurur:
1 ... Bunun üzerine kardeşini öldürmekle nefsine uydu ve onu öldürmek-
le zarara uğrayanlardan oldu... (Maide, 30)
2 ... Babalan: "Sizi, nefsiniz bir iş yapmağa sürükledi, artık bana güzel-
ce sabretmek gerekir..." dedi. (Yusuf, 18)
3 ... Ben nefsimi temize çıkarmam Çünkü nefs, Rabbimİn merhameti ol-
madıkça, kötülüğü emreder... (Yusuf, 53). Ayetlerin bir kısmı, nefsi, insanın gizli olan iç şahsiyeti an-
462
lamında kullanmıştır:
"... Sen benim içimde (nefsimde) olanı bilirsin, ama ben senin için¬de (nefsinde) olanı bilemem..." (Maide, 116)
Bazıları nefsi, insanın hayatı anlamında kullanır:
"... Canlarının (nefislerinin) küfür içindeyken zorlukla çıkmasını ister..." (Tevbe, 55)
Bazı ayetler nefsi, iyilik Ve kötülük kazandıran güç anlamında kullanır: •
1 Allah hiç kimseye güç yeüreceğinden fazlasını yüklemez, kazandık-
ları lehine yine kazandıkları da aleyhinedir... (Bakara, 286)
2 (O zaman), kendisine zulmeden her nefs, yer yüzünde ne varsa hep-
sini fidye vermek isterdi... (Yunus, 54).
Bazılarında ilham almaya elverişli biçimde yaratılan güç an¬lamında kullanılmıştır:
1 Dİleseydik. her nefse hidayetini verirdik... (Secde, 13).
2 Nefse ve ona bir dlizen içinde biçim verene, sonra ona kötülüğünü ve
ondan sakınmayı ilham edene... (Şems, 7-8).
Bazılarında nefsin, sahibini kötü eylemlere yönelten gönül olduğu ilham edilmektedir.
"Hayır, kalkış gününe and olsun ve yine hayır kendini kınayıp duran nefse de andolsun..." (Kıyame, 1-2).
Bazıları, nefs ile sahibi arasını ayırmaktadır. Sanki bunlar bir¬birine bağlı iki şey olmalarına rağmen herbirinin kendilerine özgü bir varlıkları bulunmaktadır. Herbiri diğerinden bağımsız bir yapı -ve mahiyete sahiptir:
1 Allah, sizin nefislerinize yazık ettiğinizi bildi . (Bakara, 187).
2 Ve, çirkin bir hayasızlık işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri za-
man, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma is¬teyenlerdir (Al-İİmran, 135).
3 Bak, nefislerine kargı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da
kendilerinden kaybolup uzaklaştı. (En'am, 24).
4 Kitabım oku; buglln nefsin, hesap sorucu olarakyeter sana. (îsra, 14).
4. Ruh Kavramı:
"Ruh" kelimesi de Kur'an'da değişik üslub ve konularda kul¬lanılmıştır. Bazı ayetlerde Cebrail'i niteleme ve o'na isim olarak kul¬lanılmıştır:
1 De ki: "İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu, Ruhu'l-Kudüs, Rabb'inden hak gereğince
463
indirdi." (Nahl, 102).
2 (Meryem) onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu
(Cebrail'i) ona gönderdik... (Meryem, 17)
3 Hiç şüphesiz o (Kur'an), alemlerin Rabb'inin indirmesidir. Onu, Ru-
hu'1-Emin (Cebrail) indirdi... (Şuara, 192-193)
4 O gün ruh ve melekler, sıra sıra durdular... (Nebe', 38)
Bazı ayetlerde, Allah'ın emri ve vahyi anlamında kullanılmıştır:
1 Melekleri, kullarından dilediğine, emrinden bir ruh (vahiy) ile indirir ..
(Nahl, 2)
2 (O), dereceleri yükselten; Arş'in sahibi (Allah), emrinden olan ruhu
(vahyi) kullarından dilediğine indirir ki. . (Mü'min, 15)
3 İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik... (Şura, 52)
Bazı ayetlerde Allah'ın yardımı ve desteği anlamında kullanıl¬mıştır:
"... Onlar o kimselerdir ki, Allah kalblerine iman yazmış, onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir..." (Mücadele, 22)
Bazı ayetlerde, Allah'ın canlılara; Adem ve Meryem'e verdiği canlılık (hayat) anlamında kullanılmıştır:
1 Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona sec-
deye kapanın. . (Hicr, 29)
2 O ırzını korumuş olana, (Meryem'e) de, ona kendi ruhumuzdan üf-
ledik... (Enbiya, 91)
İlk iki grupta geçen ayetlerdeki "ruh"un, dirilmenin kendisiyle vuku bulduğu, canlılık kaynağı ruhla ilişkisi yoktur. Orada söz ko¬nusu olan Allah'ın meleği Cebrail ve vahiydir. Yine aynı şekilde, mü¬cadele, 22. ayetinin de hayatın Özü olan ruh ile ilgisi yoktur.
Dördüncü gruptaki ayetler, konumuzu teşkil eden, hayatın özü olan ruh ile ilgilidir. Bununla beraber, bu ayetlerde, Arapların ruh hakkındaki anlayışlarını belirlemeye yarayacak herhangi bir işaret yoktur.
464