PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Kuran'da ''Hayır'' Sesleri


Barış
27. February 2011, 12:02 AM
KURAN'DA ''HAYIR'' SESLERİ


Kur’an’ın nuzül sırasına göre ilk “Hayır!” (Kellâ) veya aynı anlamda “Bilakis, hayır, öyle değil” (Bel) dedikleri acaba nedir?

Bu önemli.

Çünkü ilk neye hayır denmişse esas itiraz da onadır ve en önemli sorun olarak da o görülüyordur.

Kur’an’da nuzül sırasına göre yaklaşık ilk 40 sure boyunca 16 “Hayır!” denilen sure yeri tespit ettim. Sure içlerindeki tekrarları da katarsanız 20’yi geçiyor.

İlk mesajlar boyunca adeta çığlık çığlığa bir itiraz ve hayır sesleri yükseliyor.

Hiç atlamadan sırasıyla dizdim. Altlarda da kısa açıklamalarla izahat yaptım.

Bakın, bunlar nereler.

***

[HAYIR! İnsan zenginliği kendine yeterli görünce tuğyan eder.
Oysa sonunda rabbinedir dönüş.
Bak şu bir kulu içtenlikle yönelirken yasaklamaya kalkana…
HAYIR! Bu yaptıklarına bir son vermezse onu alnından tutup sürükleyeceğiz.
O yalancı, ar damarı çatlamış alnından.
O zaman çağırsın toplanıp durduklarını
Biz de çağıracağız zebanîleri,
HAYIR! Sakın ona boyun eğme, sen secde et ve yaklaş!]
(Alak; 6-14, 15-19)

Kur’an’ın nuzül sırasına göre ilk suresi olan Alak peşpeşe “Hayır!” (Kella!) itirazları ile başlıyor.

Görüldüğü gibi Kur’an’ın nuzül sırasına göre ilk suresi zenginlik ile tuğyan arasında ilişki kurarak başlıyor. Kur’an, ilk sosyal tesbit olarak “zenginliğe” dikkat çekerek başlıyor. İlk olmasının anlamı şu ki sonraki bütün “üsttekileri” niteleyen ayetler bununla ilgilidir: Mal biriktiren (mustağnî) servetiyle azgınlık eder (tuğyan), servetine yaslanarak büyüklenir (mustekbir), emredip yasaklar koyarak zulmeder (zâlim), mülküyle ortak koşar (muşrik), hegemonya kurmaya yeltenir (ceberrut), gururlanır (mağrur), inkar eder (munkir), yok sayar (mulhid)

Demek ki “tuğyan”, kişinin “zenginliğini” kendine yeterli görmesi (mustağnî) ve ardından bu zenginliğe yani mal ve iktidar gücüne dayanarak emir ve yasak (nehy) koymaya başlaması ile oluyor. Buna bir toplumda mal ve iktidar sahiplerinin (üsttekilerin) halk (alttakiler) üzerinde kurduğu “hegemonya” diyoruz. Şu halde Ebu Cehil’in şahsında anlatılmak istenen zenginlerin mustağnîleşerek insanlar üzerinde emir ve yasak (nehy) koymaya kalkması ve böylece haddini aşması (tuğyan) toplumların en önemli sorunu oluyor.

Dikkat ediniz! Mustağnîlere ve bunların tuğyan ve hegemonyasına “Hayır!” (Kella!) diyerek başlıyor bu Kitab.

***

[Tek başına yarattığım o adamı bana bırak
Uzayıp giden mal verdiğim,
Gözünün önünde oğullarıyla,
Nimetimi döşedikçe döşediğim o adamı…
Hala gözü doymuyor; verdiğimden daha fazlasını istiyor.
HAYIR! O ayetlerimize karşı inat etti.
Onu dimdik bir yokuşa süreceğim.]
(Müddesir;11-15)

Rivayete göre burada kastedilen şahıs “Kabe çetesinin” elebaşlarından tefeci bezirgân Velid bin Muğire idi. Hadsiz hesapsız zenginliği vardı. Mekke’den Taif’e kadar uzanan, deve, at ve koyun sürüleri, Taif’in bağ ve bahçeleri, sulak arazileri, bol nakit parası, kendisinin bile hesabını tutamayacak kadar çok serveti vardı. Onun için kendisine Velid bin Muğire el-Vahid (Zenginlikte tek, eşi benzeri olmayan Muğire oğlu Velid) denmekteydi (Razi, Kurtubi, Taberi). Bugünkü tabirle o bir para babasıydı. Onun için ayette “şehrin en zengin tek adamı” olarak anılmasına nazire olarak “tek başına yarattığım” deniliyor.

Uzayıp giden mal (mâlen memdûd), gözünün önünde oğullar (benîne şuhûdâ), onun için döşedikçe döşediğim (mehhedtü lehu temhîdâ) ifadeleri, şehrin bu eşşiz/tek olarak anılan en büyük zenginini tasvir içindir. Kur’an şehrin en büyük zenginini hedef tahtasına oturtmakta ve adeta “İşe buradan başlayacaksınız” demektedir…

Dikkat edeniz! Şehrin en büyük zenginine “Hayır!” (Kella!) diyerek başlıyor bu Kitab.

***

[HAYIR! Ay dile gelsin!
Biten gece dile gelsin!
Ağaran tanyeri dile gelsin!
Hiç şüphesiz o gerçekten büyük bir olaydır!
Bu insanoğluna bir uyarıdır!
İyiyi veya kötüyü seçmek isteyen herkes için bir uyarı!
Her insan kazandığının esiridir.
Ancak iyiyi seçenler cennete girecek.
Oradan suçlulara soracaklar; “Sizi ateşe sokan nedir?”
Şöyle diyecekler: “Biz musalli değildik. Yoksulu doyurmazdık.
Dalanlarla beraber dalanlardık. Din gününü yalan sayardık.
Gerçeğin ta kendisi olan ölüm gelinceye kadar hep böyleydik.]
(Müddesir;32-47)

“Biz musalli değildik, yoksulu doyurmazdık” ayeti bu anlamda, hemen birkaç sure sonraki Maun suresi ışığında düşünülmelidir. Bu durumda mana “Biz aslında musalli idik (salât ederdik) ama bu yoksulu doyurmaya teşvik etmeyen bir salât idi. Onun için de salâtımız yüzümüze çarpıldı ve kabul edilmedi, hiç salât etmemiş durumuna düştük.” şeklinde olur. Çünkü müşrikler Kabe örtüsünü değiştirme, hacılara su dağıtma, içindeki putlarla beraber Kabe etrafında dönme, alkış, ıslık, ayakta durma (kıyam), bir şeyler okuma (kıraat), eğilme (ruku), yere kapanma (secde) gibi ritüelleri yerine getiriyorlar ve bunları yapana da “musallî” diyorlardı. “Vay o musallilere ki yoksulu doyurmaz, yetimi hor görürler. Onların yaptığı salât boştur, gösteriş yapıyorlar.” ne demek anlaşılıyor olmalı.

Dikkat ediniz! Salât ile yoksulu doyurmayı teşvikin (yoksul ile beraber olmanın) arasını ayıranlara “Hayır!” (Kella!) diyerek başlıyor bu Kitab.

***

[Şu halde onlara ne oluyor ki bütün hatırlatmalardan yüz çeviriyorlar?
Sanki aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri gibiler.
Her biri kendisine özel nama yazılı davetiye istiyor.
HAYIR! Onlar ahiretten korkmuyorlar.
HAYIR! Bu bir hatırlatmadır!
Dileyen onun üzerinde düşünüp öğüt alır.
Allah lâyık görmedikçe de düşünüp öğüt alamazlar.
Düşünüp öğüt alan ise sakınanlardan ve bağışlananlardan olur.]
(Müddesir;45-56)

Daha önce “gözleriyle seni devirecek gibi bakarlar” dendiği gibi, burada da hatırlatmayı (zikr) her duyduklarında “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri” benzetmesi yapılıyor.

Allah’a ve ahirete inanan (fakat korkmayan), salât eden, tavaf yapan, hacılara su dağıtan, Kabe’nin örtüsünü değiştiren ve fakat “uzayıp giden mallar”, “gözünün önünde oğullar” ve “döşendikçe döşenmiş nimetler” sahibi olduğu halde “Hala gözü doymayan; daha da fazlasını isteyen” birisi hangi hatırlatma (zikr) sebebiyle aslandan kaçan ürkmüş eşek gibi olur? Hangi hatırlatmayı her duyduğunda sanki gözleriyle devirecekmiş gibi bakar? Düşünün…

Rivayete göre Mekkeli kafirler şöyle derdi: “Her birimize gökten, başlığında “Alemlerin Rabbi’nden falan oğlu filana” hitabı bulunan ve içinde Muhammed’in söylediklerine uymamız gerektiğini emreden bir mektup, sahife veya kitap gelmedikçe inanmayız.” (Razi, İbn Kesir Kurtubi). “Her biri kendisine özel nama yazılı davetiye istiyor.” ifadesi bu iddiaya cevaptı.

Açıktır ki, bu, mal ve oğullar (servet, çevre, nüfuz) sahibi kişinin narsist (kendine hayran) kişiliğini yansıtır. Allah’tan kendine özel davetiye istiyor! “Eşitliğe” yanaşmıyor ve sıradan bir muhatap olmak istemiyor! Sanki Allah’tan kendisine nama yazılı özel hatırlatma (zikr) gelse “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeği” gibi olmayacak?

Ne kadar da tanıdık tuzu kuru bahaneler, değil mi?

Dikkat ediniz! Kendine özel davetiye isteyenlere, eşitliğe yanaşmayanlara; bu hatırlatmayı duyunca aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeklerine dönenlere “Hayır” (Kella!) diyerek başlıyor bu Kitab!

***

[HAYIR! Dile gelin kaybolan yıldızlar!
Dile gelin akan gezegenler!
Dile gel ey kararan gece!
Dile gel ey ağaran tanyeri!;
“Bu Kur’an şerefli bir peygamberin sözüdür,
Karakteri sağlam, görkem sahibinin katında saygı değer,
Sözü dinlenen, emin birisidir,
Arkadaşınız cinlerle konuşan (mecnun) değildir.
Onu apaçık ufukta gördü.
Ğayb konusunda cimri değildir.]
(Tekvir;15-25)


Yani: Kırk yıldır aranızda bulunan, kendisiyle arkadaşlık ettiğiniz, düşüp kalktığınız bu öksüz Muhammed’in Allah katında ve aranızda saygıdeğer bir kişiliği vardır; sağlam karakterli, sözü dinlenen, güvenilir, emin birisidir. Bunu böyle olduğunu siz de çok iyi biliyorsunuz. Şu halde ona cinlerden haber getiriyor vs. nasıl diyorsunuz? Bilakis o Allah’ın nefesi, vicdanın ve merhametin dile gelen soylu sesidir!

Muhammed vahiyler alıyor (ğaybtan bilgiler veriyor); fakat onu kâhinlerin kendilerine saklamaları gibi kendine saklamıyor. Hepsini açıklıyor ve bu açıklamalarından dolayı kâhinler gibi ücret istemiyor. Vahiy onun mesleği değil. Bu vahiyleri size kendini zengin etmek için getirmiyor. O bir din tüccarı, iman taciri, umut hırsızı, kâhin, rahip, din adamı veya sihirbaz değil. Allah’tan aldığı ne varsa onu olduğu gibi söyleyen vicdanın sesi o!

Dikkat ediniz! Bilgi cimriliği yapanlara/tekeline alanlara: din baronlarına, mecnûnlara, kâhinlere, sihirbazlara “Hayır!” (Kella!) diyerek başlıyor bu Kitab.

***

[Arınıp temizlenen,
Rabbinin adını hatırlayıp O’na yönelen kurtulacak.
HAYIR! Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
Oysa ahirettir daha hayırlı ve sürekli olan…
Bu hatırlatmalar ilkçağların sayfalarından beri yapılıyor.
İbrahim ve Musa’nın sahifelerinden beri…]
(A’la;14-19)

“Dünya hayatını tercih ediyorsunuz…” ifadesi Kur’an bütünlüğü içinde “dünya malına” meylediyorsunuz anlamındadır. Kavmin mülk (servet ve iktidar) sahipleri kastediliyor.

“Arınıp temizlenen kurtulmuştur…” tabiri ise Kur’an bütünlüğü içinde “malından veren” arınıp temizlenir anlamındadır. Bir sonraki surede arınıp temizlenmekten (tezkiye) maksadın ne olduğu aynen böyle tefsir edilir. Üzerinde ihtiyaçtan fazla mal olup ondan rahatsız olanlar ve bundan dolayı da verenler kastediliyor. (bkz. Leyl; 12-21)

“İbrahim ve Musa’nın sahifelerinden beri hatırlatılan…” dan maksadın ne olduğu ise surenin başında cehri ve hafi olan şeklinde ifade edilmişti. Daha geniş olarak aynı ifade (İbrahim ve Musa’nın sahifeleri) ile Necm suresinde açıklanır: “İnsanın emeğinden (sa’y) başka hakkı yoktur!” (bkz. Necm; 33-54 ).

İnsanlıkta temel, kalıcı, sürekli olan, İbrahim ve Musa’nın sahifelerinden beri hatırlatılan gerçekler bunlardı. Fakat “Nimet sahipleri” (uli’n-ni’me) bunlara “eskilerin masalları” der dururlar…

Dikkat ediniz! Dünya hayatına (malına) meyledenlere (meyl=mâl), vermeye yanaşmayarak arınmayanlara, İbrahim ve Musa’nın sahifelerinden beri söylenegelen “İnsanın emeğinden başka hakkı yoktur” ölümsüz ilkesine “Eskilerin masalı” diyenlere “Hayır!” (Kella!) diyerek başladı bu Kitab.

***

[HAYIR! Siz öksüze ikramda bulunmuyorsunuz.
Birbirinizi yoksulu doyurmaya teşvik etmiyorsunuz.
Elinize geçeni hiç bir sınır tanımadan yedikçe yiyorsunuz.
Malı çok seviyorsunuz, yığdıkça daha çok seviyorsunuz.]
(Fecr; 17-20)

Demek ki mesele Allah’a inanmak, salât etmek, oruç tutmak, tavaf etmek, Kabe’nin örtüsünü değiştirmek değildi. Bunların hepbini müşriklerde yapıyordu. Asıl mesele işte bu ayetlerde ortaya konan hususlardı. İlk sure olan Alak’taki “Hayır! İnsanoğlu muhakkak ki tuğyan eder. Zenginliğini kendisine yeterli gördüğü için…” itirazının peşpeşe gelen “Hayır!”lar ile nasıl tefsir edildiğini görün.

Dikkat ediniz! Öksüzü korumayanlara, yoksul ile beraber olmayanlara (doyurmaya teşvik etmeyenlere), yedikçe yiyenlere, malı çok sevenlere, yığdıkça daha çok sevenlere “Hayır!” (Kella!) diyerek başladı bu kitab.

***

[HAYIR! Yeryüzü peş peşe sarsılıp paramparça olduğu zaman,
Rabbin ve güçleri bütün görkemiyle geldiği zaman,
İşte o gün cehennem orta yere konacak.
İnsan o gün hatırlar, ama bu hatırlama neye yarar?
Diyecek ki “Keşke ömrümü boşa harcamasaydım.”
Artık o gün Allah’ın ettiği azabı kimse edemez.
O’nun kıskıvrak bağladığı gibi kimse bağlayamaz…
Ama ey vicdanı rahat olan kişi, sen!
Sen dön Rabbine, sen O’ndan, O senden razı olarak.
Gir kullarımın içine.
Gir cennetime!]
(Fecr; 21-30)

Burada ki hatırlama (zikr) birkaç sure önce (Müddesir) şehrin mal ve iktidar sahiplerini her duyduklarında “gözlerini devirecek gibi baktıran” ve “aslan görmüş yaban eşeği gibi kaçırtan” hatırlatma (zikr) idi. Onlar peş peşe sarsılıp yıkılacakları ve yaman bir hesabın pençesine düşecekleri konusunda uyarılıyorlar. Bu sahne aynı zamanda toplumsal bir altüst oluşla yerlerinden sökülüp atılacakları (devrim) anını da resmediyor. Ki bu Mekke’nin Fethi günü gerçekleşmiştir.

Vicdanı rahat olan kişilik (nefsu’l-mutmainne) bu durumda, sure bütünlüğü içinde isteneni yerine getirerek görevin yapan kişi oluyor. Yani sürekli vurgulanan “malından vererek kendini arındıran (tezkiye) kişilik”, “öksüze ikram eden”, “yoksulu doyurmaya teşvik eden” , “eline geçeni hiçbir sınır tanımadan yedikçe yemeyen”, “malı ve yığmayı sevmeyen” kişilik oluyor.

***

[Bir zenginlik/çoğaltma yarışıdır oyalanıp duruyorsunuz.
Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş…
HAYIR! Yakında bileceksiniz.
Kesinlikle HAYIR! Çok yakında bileceksiniz.
HAYIR! Daha derinden bakabilseydiniz,
Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz.
Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz.
O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız.]
(Tekâsür; 1-8)

Görüldüğü gibi ayetler bir ekonomi-politik eleştiriden ziyade psiko-metafizik eleştiri yapıyor. Ekonomi-politik bir sistemin insan ruhundaki köklerine iniyor. Çünkü insan ruhunda kökleri olmadan hiçbir sistem ayakta duramaz. Mekkî ayetlerin genel özelliği budur zaten. Medine’ye gelince ise sistem vaazı ve kurallar başlar. Ama işin önce insan ruhundaki köklerine inmek ve orayı kurutmak gerektiğinden buradan başlıyor. Zaten bir dinden beklenen de esasında bu değil mi?

Kapitalizm’in kurucu babalarından Adam Smith 1776’da yazdığı “Milletlerin Zenginliği” adlı kitabında Kapitalizmin insan ruhundaki köklerinin bencillik ve aç gözlülük olduğunu söyler. Ve bunun her ne kadar ahlaken bir düşüklük gibi görülse de toplumsal fayda açısından yararlı olduğunu, böylece bencil çıkarları peşinde aç gözlüce koşan insanların piyasayı canlandıracağı ve bu sayede bolluk olacağını söyler.

Madem Kapitalizmin insan ruhundaki kökleri budur, o halde, işe ilk önce buradan başlanmalıdır. Bunun için kapitalizmin panzehiri, Tekâsür suresinde yapıldığı gibi önce psikolojik-metafizik eleştiridir. Bunu es geçen, dahası bu konuda birikimi, donanımı ve dili bulunmayan Marksizm son derece yetersiz ve güdük kalmıştır. Marx’ın ekonomi-politik analiz ve eleştirisi ise yeniden üretilmek kaydıyla iyi bir başlangıçtır.

Dikkat ediniz! Tekâsür (zenginlik yarışı) çılgınlığına kendini kaptırmışlara defalarca “Hayır!” (Kella!) diyerek başladı bu Kitab.

***

[HAYIR! Bu sadece düşünmeye çağıran bir öğüttür.
Kim istekliyse düşünüp öğüt alır
Değerli sayfalardadır bu çağrı; üstün, tertemiz sayfalarda…
Elçilerin elleriyle her yana yayılır; saygıdeğer, kıymetli elçilerin…
Şu kahrolasıca insan ne kadar nankördür.
Hiç düşünmez mi, hangi şeyden yaratılmış?
Allah bir damla sudan yaratır insanı, sonra doğasını belirler.
Sonra yürüyeceği yolu kolaylaştırır.
Sonunda ölüm verir, mezara koyar.
Vakti zamanı gelince de onu yeniden diriltip ortaya çıkarır!]
(Abase; 11-22)

Mustağnîler (zenginliklerini her şeye yeter sanan şehrin ileri gelenleri) kör ve yoksul bir adam geldi diye surat asıp öte tarafa dönüp gidince, onların bu yaptıkları mercek altına alınıyor ve oradan tüm mustağnîlere ders mahiyetinde “ölüm ve mezar” hatırlatılıyor.

Ve denmek isteniyor ki: Bunlar yaşarken yoksullarla aynı mecliste oturmaktan, onlarla eşit hale gelmekten kaçsalar da “en büyük eşitleyici ilke olan ölümden” kaçamayacak, mezara girmekten kurtulamayacaklar. Çünkü yaşarken aynı mecliste bulunmak istemedikleri yoksulla, mezarda aynı toprağın altında yan yana gelecek, eşitlenecekler. İşte o zaman “aynı mecliste oturacaklar” ama iş işten geçmiş olacak!

***

[HAYIR! Gerçek şu ki (insan),
O’nun emrini hiçbir zaman yerine getirmedi.
Bir baksın insan yediklerine,
Nasıl suyu bolca indirmekteyiz,
Sonra toprağı sürüp ekmekteyiz.
Böylece orada nasıl tahıllar yetiştirmekteyiz; üzüm bağları, yonca tarlaları…
Zeytin ağaçları, hurmalıklar…
Yemyeşil ormanlar, meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz…
Bütün bunlar hep sizin ve hayvanlarınızın faydalanması için…]
(Abase; 23-32)

Mustağnilere kendi sonları olan ölüm ve mezar hatırlatıldıktan sonra, böbürlendikleri mal ve mülklerinin “tek bir çığlık” ile ellerinden gideceği hatırlatılıyor. Bahçe sahipleri kıssasında anlatılan yok oluş ve helakın tekrar hatırlatılması…

Bu çığlık (sayha) o aşağılayıp durdukları, aynı mecliste oturmak istemedikleri körlerin, ezilenlerin, yoksulların, kimsesizlerin, çaresizlerin “devrim çığlığı” olabileceği gibi, “kıyamet çığlığı” da olabilir. Her ikisi de kükreyerek yükselen “sayha” (çığlık, gürültü) demektir.

Bu nedenle denmek isteniyor ki: Zenginler, elde ettikleri o üzüm bağları, yonca tarlaları, zeytin ağaçları, hurmalıklar, koruluklar, meyveler ve meraları kendi mülkleri sanmasınlar. Bunların hepsini Allah insanlar ve hayvanları için yaratmıştır. Yaratan onlar değildir. Bunları “zenginler arasında dönüp dolanan bir tahakküm aracı (devlet)” haline getirmekle ateşe davetiye çıkarmaktalar…

***

[Kıyamet günü dile gelsin!
Vicdan azabı çeken nefis dile gelsin!
“İnsan kemiklerini tekrar bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor?
HAYIR! Onu parmak uçlarına kadar yeniden var etmeye kadiriz!”
Fakat insanoğlu önündeki gerçeği inkâra kalkışıyor.
Soruyor: “Şu kıyamet günü ne zaman gelecekmiş?”]
(Kıyamet;1-6)

Görüldüğü gibi burada da “nimet sahipleri” yıkılış ile tehdit ediliyor.

Kur’an’da ayağa kalkış (kıyâmet), diriliş/canlanış (ba’as) ve çıkış/meydana atılış (hurûc), nefes/soluk (sûr), toplanış (haşr) kavramları, daha sembolik okuyuşla bir toplumsal altüst oluş halinin safhalarını da ifade eder. Bu durumda rüzgar (rîh), çığlık (sayha) ve tufan örneğin toplumsal rüzgarın giderek artması, çığlığa dönüşmesi ve tufandan (devrim) sonra toplumun yeniden kuruluşunu ifade eder. Özellikle Mekkî surelerde çokça görülen ve ilginçtir “Mekke’nin fethinden” sonraki ayetlerde pek görülmeyen yıkılış ve helak sahnelerini bu şekilde okumak da mümkündür.

Bu durumda bildiğimiz anlamda “uhrevî” baas, kıyamet, cennet ve cehennem; mezardaki ölülerin dirilmesi, ayağa kalkması, cennete ve cehenneme atılması itikat olurken, “dünyevî” baas, kıyamet, cennet ve cehennem de toplumun üzerinden ölü toprağını atması, uyanması, ayağa kalkması ve ardından ideal toplumun (cennet) kurulması ve zalimlerin cezalandırılması (cehennem) demek olur…

Bu türden ayetleri her iki yüzüyle de okumak mümkündür. Dünyevî yüzüyle okumakla beraber, uhrevî yüzüne de itikat etmek gerekir. Bunun anlamı “Burada olmazsa orada, ergeç olacak bu” manasına gelir…

***

[HAYIR! Kaçacak hiçbir yer yok.
O gün varıp sığınılacak tek yer Rabbindir.
O gün insana yaptığı ve yapmadığı her şey haber verilecek.
Dahası insan mazaret arayıp yaptıklarını gizlemeye çalışsa da…
Bizzat kendi vicdanından kaçamayacak.
Öyleyse aceleye getirip yaptıklarına mazeret arayıp durma.
Çünkü yaptıklarının bir bir anlatılması Bize aittir.
Yaptıklarını bir bir anlattığımızda sen sadece dinle.
Yapıp ettiğin her şeyi açıklamak Bize aittir.]
[Kıyamet;11-19)

Görüldüğü gibi burada mustağnîlerin muhakeme edilirken ne duruma düşeceği canlandırılıyor. Hem Mahkeme-i Suğra (dünyadaki mahkeme/küçük mahkeme), hem de Mahkeme-i Kübra (Ahiretteki mahkeme/büyük mahkeme) önünde müstağnînin (nimet sahibi/mal ve oğul sahibi/bahçe sahibi/sutun sahibi/köşk-kaşane sahibi) hal-i pür melalini resmediyor…

***

[HAYIR! Siz hep şimdi olanı seviyorsunuz.
Sonrayı bırakıyorsunuz.
Bazı yüzler o gün sevinçten parlayacak.
Rablerinden umacaklar.
Bazı yüzler ise o gün mosmor kesilecek.
Belkemiklerini çatırdatacak yaman bir hesabın gelmekte olduğunu anlayacaklar.]
(Kıyamet; 20-25)

“Şimdi olanı (âcile) sevmek” Kur’an bütünlüğü içinde dünya malına, servete, altına düşkünlük demek oluyor. Nitekim aynı kökten gelen kelime Samiri’nin buzağısı anlatılırken de kullanılır. Bu durumda, “süs eşyalarından buzağı (ı’cl) yapmak” süs, altın, para, servet hırsından vazgeçememek ve bunu elde etmek için Firavun’a yaranmak, ona kölece sığınmak, bunun için de onun soğanına, sarımsağına, mercimeğine, yeşilliğine razı olmak demek olur. Nitekim “Onların kalplerine buzağı (ı’cl) içirildi” (Bakara; 2/93) ifadesi bunun esasında kalpte olan/içsel bir durum olduğunu gösterir. Demek ki dışarıdaki put (buzağı) içe içirilmişin/işlemişin; tutkunun, ihtirasın mücessem ifadesi (ıclen cesedâ) oluyor. İşte yukarıdaki bölümde Mekke’li “Samirî”lerin de aynı durumda olduğu ifade ediliyor…

Dikkat ediniz! Şimdi olanı (acile) yani altını, serveti sevenlere “Hayır!” (Kella!) diyerek başladı bu Kitab.

***

[HAYIR! Ne zaman ki can boğaza dayanır…
“Doktor yok mu?” diye bağrışılır…
Ayrılık vaktinin geldiği anlaşılır…
El ayak birbirine dolanır…
İşte o zaman kişi Rabbine gittiğini anlar.
Gel gör ki ne söze inandı, ne yöneldi.
Bilakis yalan dedi, sırt çevirdi.
Hep kibirlendi; tarafı etrafı kendine yeter sandı.
Yazıklar olsun böylesine, yazıklar olsun!]
(Kıyamet; 26-35)

Rivayete göre Hz. Peygamber bir gün Ebu Cehil’in yakasından tutup “Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun!” diyerek ona ölümü ve kıyameti hatırlatmıştı. Ebu Cehil de Hz. Peygamber’in elini silkip atarak, “Bırak şu yakamı, sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun. Sen de Rabbi’nde bana bir şey yapamaz” diyerek kibirli kibirli adamlarının yanına gitmişti. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Hz. Peygamber’in Ebu Cehil ile tartışırken kullandığı “Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun” (evlâ leke feevlâ) ifadesi burada aynen ayetleşmiştir (Katade, Kelbi, Mukatil).

Görüldüğü gibi surenin son bölümü ölüm temasını işliyor. Ölüm temasının ilk mesajlar boyunca sürekli hatırlatılması, son ayetlerde “nutfe”, “akıtılan meni” , “pıhtı” vurgularının yapılması ve ardından erkek ve kadın iki eş olarak varedildiğinin söylenmesi oldukça anlamlıdır. Keza vareldilme/yaratma/yapma anlatılırken “fesevvâ” kelimesinin kullanılması da çarpıcıdır: Bu, şekil verdi/eşit kıldı yani kadın ve erkek olarak ayrı ayrı “farklı şekil verdi ve fakat “eşit kıldı demektir.

Ardından son cümlede “Bunu yapan ölüleri diriltemez mi?” diye sorulması ölümün ve eşitliğin birbirini tamamlaması içindir. Çünkü ölüm en büyük eşitleyici ilkedir ve kendini bu eşitlikten ayıran insanlar ölümle tekrar ilk yaratılış anına dönerler. Bu soru aynı zamanda ölü toprağı serpilmiş bir halkın dirilmesi manasında “toplumsal dirilişi” ima ettiği gibi, mezarlarda yatan ölülerin “yeniden dirilişi” manasında itikat ifade eder…

Dikkat ediniz! Tarafına etrafına güvenerek kibirlenenlere “Hayır!” (Kella!) diyerek başladı bu Kitab.

***

[Dedikodu yaparak alay eden herkesin vay haline!
Vay haline o boyuna mal istif ederek sayıp durana!
Sanır ki malı kendisini sonsuza dek yaşatacak.
HAYIR! O yalayıp yutan bir vakuma atılacak.]
(Hümeze; 1-5)

Rivayete göre buradaki eleştirilerin hedefi Umeyye bin Halef’ti. Demek ki bu karakter üzerinden diğer tüm zengin kodamanlar hedef tahtasındadır…

Bu durumda alay edip (humeze) dalga geçme (lumeze) bir zengin küstahlığı olarak ele alınıyor. Mal toplayıp bununla sonsuza kadar yaşacağını zanneden kişinin müstağni kibrini resmeder. Onlar biriktirdikleri bu mallarla yoksullarla alay ederler: “Kursaklarında ekmeğim var”, “Ekmeğini ben veriyorum”, “Züğürtler, baldırı çıplaklar”, “Açlıktan ağızları kokuyor” vb. laflarla küstahlıklarını göstermiş olurlar. İşte hümeze ve lümeze bu türden bir alay, dalga geçme ve dedikodudur.

Dikkat ediniz! Mal yığanlara, dönüp dönüp tekrar sayanlara, yığdıklarına güvenerek yoksularla alay edenlere, dalga geçenlere, yukarıdan bakanlara “Hayır!” (Kella!) diyerek başladı bu Kitab.

***

Kur’an’ın ilk altı yıl boyunca inen surelerinde (yaklaşık ilk 40 sure) “Hayır!” (Kella!) geçen yerleri gördünüz.

Nelere “Hayır!” (Kella!) dendiği apaçık ortada.

Gözler kör olmaz kalplerdir kör olan.


RECEP İHSAN ELİAÇIK

pramid
2. March 2011, 09:30 PM
Bu yazıyı okuyan çok farklı diyor. Bu yazıyı arkadaşlarıma mail ile okumaları için gönderdim. Inanın vurgun yemişe dönüyorlar.