PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Direniş Mekanizması: DAYANIŞMA


Eren Erdem
26. January 2011, 01:25 AM
Direniş Mekanizması: DAYANIŞMA

“Mü’minler; birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini görüp gözetmekte tek vücut gibidirler. O vücudun bir organı rahatsız olunca, öteki organların tamamı uykusuzluk ve derin bir rahatsızlık hisseder, hasta organın ızdırabına ortak olurlar.” (Buhari, Edeb, 27)

Hasta olma endişesi taşıyan bir insan tüm hesaplarını hasta olmamak üzerine yapar. İş ilişkilerini, ekonomik durumunu, sosyal ilişkilerini bu düzlemde imar eder. Aç kalma endişesi taşıyan, sokakta kalma, saldırıya uğrama vb. endişeler de, insanın sosyal duruşunda belirleyici rol oynar. Fabrikada çalışan işçi, devlet memuru, öğrenci ya da işsiz; tamamı taşıdıkları gelecek kaygı ve endişeleri dolayısıyla uğradıkları haksızlıkları, zulümleri görmezden gelme durumunda hisseder kendini. Bu endişelerin tamamı kapitalizmin dayatmaları sonucudur ve bir savunma mekanizması olmaksızın bunlardan kurtulmak, mücadele etmek imkânsızdır.

Adeta bir dev gibi hayatımızı ve hatta birçoğumuzun benliğini kuşatan kapitalizm karşısında direnç gösterebilmenin, değer oluşturabilmenin, benliklerimizi arındırabilmenin yolu; sahip olmaya, güce, biriktirmeye, bencilliğe, aşırı tüketime dayalı kapitalizmin panzehiri olan; dayanışma, paylaşma, ihtiyaçlarla yetinme, eşit hale gelme devrimidir. Zulme direnmenin yegâne yolu, dayanışma ilişkileri geliştirerek yaşayan hayatın can damarında kapitalizmi inkâr etmektir.

Dayanışmanın hayata geçirildiği bir topluluk; tüm endişelerinden arınır, korkuları bertaraf olur, kaybetme endişesi taşıyacağı en değerli şey artık dayanışma içerisinde olduğu dostlarıdır. Dayanışmanın insana verdiği güç, hayatındaki en belirleyici etken haline gelir. Sonrasında tüm saldırılara karşı kendini güvende hisseder. Uğrayacağı muhtemel zararlar dahi; paylaşımın, ortak olmanın verdiği mutlulukla etkisizleşir. Korkularından ve endişelerinden arınmış, birbirine kenetlenmiş sapasağlam bir topluluk inşa olur.

“Mü’minler, parçaları birbiriyle kenetlenmiş sağlam bir bina gibidir”. (Riyâzü’s-Sâlihîn Trc. 1\270, H. No:220)

Temel değerlerini, sosyal adalet, eşitlik, özgürlük ve dayanışmanın oluşturduğu İslam dini; Peygamber sonrası ortaya konan ihanetlerle bu değerlerden koparılarak -ki bu değerler dinin özünü oluşturur- saltanatın ve zulmün afyonu olarak üretilmiş ve sınıflı toplumları onayan bir olgu biçiminde algılanır hale getirilmiştir. İnsanlığı mülkiyete ve iktidara bağımlı hale getiren ihanetlerin en büyüğü; tarih boyunca bu uğurda dinlerin, dini anlayışların, taarruza uğratılarak sosyal adalet kavramından soyutlanması olmuştur. Üstelik bununla da yetinilmeyerek sosyal adalet ve paylaşıma dayalı komünal yaşam tarzı; eşitlik anlayışı, mülkiyet karşıtlığı, dinsizlikle (ateizmle) özdeş görüntüsü verilerek önü alınmaya çalışılmıştır. İlahi adalet dini olan Muhammed’in, Ali’nin, Ebuzer’in, Hüseyin’in dayanışmaya dayalı kardeşlik dini; Osman’ın, Muaviye’nin, Yezit’lerin bencil, çıkarcı-kapitalist biriktirmeyi esas alan sahte dinleri tarafından saldırıya uğrayarak kuşatılmıştır.

Kapitalizmin, neredeyse tüm dünyayı kuşattığı böyle bir zamanda, korku ve endişeleri azaltmanın yegâne yolu dayanışma ilişkilerimizi geliştirmektir. Şirkin (Kapitalizmin) dayatmaları karşısında yarın ne yiyeceğim, geleceğim ne olacak, çocuklarım, kiralarım, faturalarım ve daha nice endişeler…. Dayanışma olmaksızın ya tüm toplum köleleşmek zorunda kalacak; ya da açlık, sefalet, hastalık, …..ölüm.

İbrahimî dinlerin tümü; komünal yaşam biçimini, mülk edinmemeyi, paylaşmayı, takva’yı, zühd’ü- insanın özüne dönüşünün mutlak gereği olarak açıklarken, kapitalist (Allahsız) anlayış bunu tersinden tezgâhlayarak tekâmülü; bireysel mülkiyet, kalkınma ve ekonomik gelişim şeklinde ifade etmiştir. Oysa ki bireysel mülkiyetin meşru kılınarak özendirilmesi tekâmülü değil; bilakis insanın bencillik ve acımasızlığını ortaya çıkararak, tekâmülü imkânsızlaştırmakla kalmamış, yaşamayı dahi olanaksız kılmıştır.

Bu haliyle güce ve güçlüye tapar hale getirilen insanlık; dinin tekâmülü öngördüğü düşüncesini de kullanarak dinle ya da dinsizlikle metalaştırılmış ve maddeden bağımsız, maddenin emanetçisi olma özelliğinden arındırılmış, tekâmül-öze dönüş- imkânsızlaştırılmıştır. Bu süreç insanın kendine dahi yabancılaşmasına, varlığını ancak maddi karşılığı olan değerler nisbetinde anlamasına sebep olmuştur. Asıl değer olan, olması gereken “insan” artık eşyanın kölesi, paranın kulu haline getirilmiştir. Bu içsel istilanın sonucunda insan aslında kendi olmayan ama kendisi sandığı değerlerle yaşamaya başlamıştır

Şeriati’nin ifadesiyle “Fakat bilim, cin -insanı esir alan dış etkenler- in bu işte suçsuz olduğunu duyurup uzun geçmişi bulunan bu suçlamadan onu aklamakla birlikte, onun yerine, cinin yaptığını yapan, insana hulul edip onun gerçek ve yaradılışsal kişiliğini yok edip ve insanın gövdesinde insan özünün yerini alan başka etkenler keşfetmiştir. Bu insanımsı –ki şimdi bir insan kalıbıdır- artık kendisini duymaz, hatta her şeyi o kendisi olmayana– ki ona hulul etmiştir- nispet eder ve onu kendisi, kendisini ise o algılar; sonuçta bozulmuş, öz’süz –kişiliksiz- bir insan olup çıkar.” ( Şeriati - İslam bilim- ss-193)

Tüm zamanlarda maddeye bağımlı kılınarak asıl benliklerinden uzaklaşan toplumlara, ilahi uyarı ve desteklerle yeniden insan olma özellikleri hatırlatılmıştır. Vahyin ve nübüvvetin gereğini de zaten bu yabancılaşma ortaya çıkarmıştır. İnsanlar eşyanın tahakkümüyle yaşamaya başlayınca; ya toplumlar üzerine rab’lik iddiasıyla ya da bu iddia sahibi egemenlere kul, köle olma durumuyla baş başa bırakılmıştır. Nitekim her toplumun egemenleri; gasp ederek sahip oldukları olanaklarıyla o toplumun mazlumları üzerinde sulta kurmuşlardır. Tarihi süreç içerisinde kimi zaman efendi, kimi zaman firavun, kral, padişah, sultan, halife; günümüzde işveren, patron, başkan, vb. isimlerle adlandırılmıştır. Dünün köleleri ise günümüzde; işçi, memur, çiftçi, hizmetçi, kiracı… Şeklinde isimlendirilmektedir.

Para ve iktidara dayalı bu tür ayrımların, toplumları esir aldığı ve felce uğrattığı dönemlerde insanlığı yeniden özüne döndürme mücadelesi gösteren uyarıcıların mesajları çok geçmeden yeniden imha edilmiştir. İnsanlığın tarihiyle beraber başlayan bu mücadele Adem’den günümüze dek sürmüştür, sürmektedir.

Mekke toplumunu incelediğimizde var olan toplumsal yapının; adalet ve özgürlüğü imkânsız kılan siyasi korkuların, gelecek endişelerinin, umutsuzlukların hüküm sürdüğü; bencilliğe ve hâkim olmaya dayalı bir yaşam biçimiyle karşılaşırız. Peygamber ve arkadaşlarının bu toplumsal yapı içerisinde ortaya koydukları mücadeleyi güçlü ve anlamlı kılan en önemli dayanağın, geliştirdikleri alternatif yaşam tarzı olduğunu görürüz. Artık daha fazlasına sahip olmak yerine; yanındakiyle paylaşmayı, diğerleri üzerine iktidar kurmak yerine; eşit hale gelmeyi, kendisi için istediğini kardeşi için de istemeyi, isteyebilmeyi geliştiren bir kültür.... Kısacası bu kültür; bir süre sonrasında var olanın çok ilerisinde, insana, insanca yaşamaya uygun olan bu yaşam biçiminin diğerini mahkum etmesi sonucunu doğurmuştu.

Direniş mekanizması oluşturabilmenin kaçınılmaz temeli olan dayanışma; kaba söylem ve beklentiler yığını olmaktan öteye geçemeyen teori ve idealleri, hayata etki eden, değiştiren, dönüştüren, değişimi ve dönüşümü mümkün kılan pratikle anlamlı kılar.

Günümüz dünyası, kapitalizmin tüm insanlığı felç eden acımasızlığıyla cehenneme dönüştürülmüştür. Böylesine ekonomik zulümlerle dumura uğratılan dünya toplumlarının ihtiyacı, hali vakti yerinde, durumundan memnun herhangi bir itirazı olmayan kimselerin indirgemecilik olarak algılamalarına rağmen DAYANIŞMA ve kardeşliği yaygınlaştırmaktır. Ruhumuza yerleştirilen virüslerden arınarak özbenliğimize dönmemiz, paraya ve güce kul olmaktan kurtulmamız ve gerçek kardeşlik bağları oluşturarak -ki bu dayanışma ile olur-özgürleşeceğimiz Medinelerimizi kurmalı ve bu şekilde –ya da yapılarda- toplumsal zincirlerimizi kıracak güce ulaşmalıyız.

Basit ve önemsiz sanabileceğimiz -ki bu içimizdeki istilayı gerçekleştirenlerin sesidir-dayanışma olgusu; başlı başına devrimin, değişimin ve adaletin omurgasıdır. Omurgamızın paramparça oluşunu görmezlikten gelmek ise; ancak esir alınmış bir ruh, aldatılmış bir mustazaflık hali, ya da art niyetli çıkarcı bir kişiliğin tezahürü olabilir.

Muhammed Nur DENEK

http://www.adilmedya.com/makale.php?id=1131