PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Silahsız haçlı seferi


ÖmerFurkan
24. December 2010, 12:41 PM
Fakir ama zeki çocuklardan “veliaht” yaratma öyküsü
Toplumsal dönüşüm aracı olarak misyoner okulları
Doğdukları küçük köylerin dışına çıkmayı hayal bile edemezken, “küçük dağları” yaratmayı öğrendiler... Dünyaya hükmettikleri yalanına öylesine kandılar ki; büyük patronun elindeki “maşalar”dan ibaret olduklarını hiçbir zaman idrak edemediler...
1900’lerin ilk çeyreğinde Harput’ta görev yapan ABD Konsolusu, müdürü Ermeni komitacılarla işbirliği yaptığı için sınırdışı edilen Harput Koleji’nin “Birleşik Devletlerin bu topraklardaki müstakbel ticari egemenliğini sağlayacağına” inanıyordu.
Bir misyonerin başarıya ulaşabilmesi için her şeyden önce karşısında kendisini anlatabileceği insanlara ihtiyacı vardı... İkinci aşamada o insanları, kendisini dinler ve anlar hale getirmesi gerekiyordu. Bu evrede misyonerler kendilerini “ehven-i şer” hale getiren okulları, hastaneleri açtılar, matbaalar ve yardım dernekleri kurdular...
Hemen hepsi toplumun gönlüne girmek, benimsenmek ve sonrasında benimsetmek amaçlı bu kurumlar arasında en dikkat çekici olan dünyanın dört bir yanında kurdukları okullardı kuşkusuz.
Misyonerler için okul “toplumun maddi-manevi ilişkilerinin yeniden üretilmesini sağlayan tek kurum”du; başka bir deyişle ağacın yaş iken eğildiğinin idrakindeydiler...
Nihayetinde onlar “kalıcı” değildi; başlattıkları misyonu sonuca ulaştıracak yerli misyonerler bırakmalıydılar geride...
Ama at, ama eşek üzerinde, Anadolu’nun en ücra köyüne kadar gittiler. “Fakir ama zeki” çocuklardan, “veliahtlar” yaratma operasyonu başlamıştı.

Hızla robotlaştırıldılar
Hayatları boyunca doğdukları köyün dışına çıkamayacak belki çıkmayı hayal bile edemeyecek olan bu çocuklara daha önce belki de hiç duymadıkları bir dilin kendi dilleri olduğu anlatıldı, evde annelerinin dizinin dibindeyken dua ederek seslendikleri Tanrı’nın ’ibadet’ten “başka talepleri” olduğunu öğrendiler, dindar olmaya çalışırken farkında bile olmadan belki de ilk günahlarını buralarda işlediler çoğu... İnançlarının üzerine basarak -değerlerini çiğneyerek- yükselmeye teşne hale geliyorlardı yavaş yavaş...

İmanın yerini çoktan hırs almıştı...
“Misyon”un kutsallığı, “sorgulanamaz”, “tartışılamaz” oluşu, bir süre sonra “düşüncenin gücü”nü kaybetmelerine neden oldu bu “en akıllı” ve “en çalışkan” çocukların... “Akıl” ve “irade”ye değil iyi bir “ezber kabiliyeti”ne ihtiyaçları vardı sadece; onu geliştirdiler; iyi ezberciler, iyi tekrarcılar oldular...
Dünyayı yönetmeye talip olmak öyle sihirli bir “ideal” di ki, hareket kabiliyetlerinin ancak bir “maşa”nınki kadar olduğunu göremediler hiç bir zaman.
Müfide Tek’in “Türk olarak girip Türk kalarak çıkmanın mümkün olmadığını” söylediği misyoner okullarına; Ermeni olarak girip Ermeni kalarak çıkmak da, Hristiyan olarak girip Hristiyan kalarak çıkmak da, Müslüman olarak girip Müslüman olarak çıkmak da mümkün değildi aslında...
Kendilerine dair bütün değerleri ve kişiliklerinin en özgün yanlarını kapının dışında bırakan, tek tip giyinen, tek tip traş olan, bir süre sonra bakışları bile aynileşen, aynı torna tezgahından çıkmış “demir çubukları” andıran “bir sürü” insandılar artık; donuk, ruhsuz, hissiz... Robotlaşmıştılar. Hedefe kilitlenmiş bir füze sistemi gibiydiler; ateşlendikleri anda gidecekleri yer belliydi...
Özgürlüğü savunuyorlardı ama yıkılmaz duvardan sınırları vardı aslında... Hoşgörüyü savunuyorlardı ama “zafere giden her yol da mübah”tı; zulüm dahil, ihanet dahil.... Diyalogdu görevleri ama tebliğden, hatta dayatmadan bir adım ilerisine gitmediler hiçbir zaman...
Küçük bir kasabada iki öğrenciyle başlayan “eğitim zinciri” 40 yılda 20 bine yakın “öğrenci” sahibi olmuştu... Ve Anadolu’nun, ve dünyanın dört bir yanı gençlerin kendi dilinde konuşamadığı bu okullarla sarılmıştı...
Her okulu emperyalizmin tankı hayal edip varın siz düşünün doğurduğu sonuçları!

‘Hayırlı eş’e eğitim
Topluma nüfuz edebilmenin bütün yolları en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü. Yap-boz tahtasına döndürmeye çalıştıkları topraklarda bir tek boş parça kalmamalıydı.
Kızlarını değil okula yollamak, o güne kadar kapıdan dışarıya çıkarmayan aileler içinde toplumsal dönüşümü sezemeyenlerce “bir anda” sanılan “entellektüel devrim(!)” yaşanıyordu.
“Babası onu okulumuza gönder” diyen abiler ve ablaların en güleryüzlü halleriyle ilettikleri “rica”lar “emir” telakki ediliyor, açılan yatılı kız okulları öğrenci ile doluyordu.
Çocuk yaşta alıp, evlilik çağında genç bir kadın olarak “mezun” ettikleri kızları hem dünyevi hem de uhrevi hayata dair bilgiyle donatırken “cahil toplum”u kültüre boğmayı mı hesaplıyorlardı dersiniz?
Derler ki bu okullarda yerli misyonerlere layık(!), onlara yardımcı olabilecek “hayırlı eşler” yetiştirildi. Misyoner eşi olmak üzere yetiştirilen bu kızlar (zaman içinde misyona kazandırılacak “misyonun askeri” yapılacak eşler bulmak gibi bir terfi görevine de layık görüldüler) mezun olur olmaz bölgelerine yayılıp “halk eğitim” faaliyetlerine girişti.
Bu “iyi eğitimli ablalar” öğrendiklerini şimdi onlar gibi olma hevesindeki “cahil bırakılmış, fakir ama akıllı” kardeşlerine öğretiyorlardı.
Kızların yatılı okullarda toplanamadığı yerlerde “evler” girdi devreye. Genç kızlar misyoner “ablalar”ı tarafından bizzat eğitildi.

Özü kadro hareketi
İlkokullar, orta dereceli yatılı okullar, ilahiyat okulları dışında “gelişen cemaatin kadro ihtiyacını karşılamak” üzere kurulan yüksekokullar da hayli önemliydi.
Misyonlarının şuurunda olan bilgili ve yetkin yerli elemanlar “en kısa sürede sorumluluk almak üzere” ancak bu okullarda yetiştirilebilirdi.
Nihayetinde bu bir kadro hareketiydi...
Mustafa Kemal 3 Ocak 1921’de “binlerce çocuğun Türk hükümeti ve milletine karşı dostane olmayan ve sadıkane olmayan hissiyatla donanmış olarak yetişmelerine müsaade edemeyiz” dediğinde bu tarihi uyarı belki tam olarak kavranamamıştı ama “Türkiye’de Türk parası ile Türk hükümetinin himayesinde, her türlü Türk denetiminin dışında” tutulan bu eğitim kurumlarında, “Türk Milletine karşı sadıkane olmayan hislerle” yetişenlerin “kendilerini okutup yetiştiren, burs veren, ellerinden tutup adam eden büyükleri”ne duydukları sadakatin ruhen teslimiyet boyutuna ulaşmasının nelere yol açtığını, tarih boyunca yaşadık; öyle görülüyor ki yaşamaya da devam edeceğiz!
+
Biat düzeninin şefkatli kollarında
Okullar elde ettikleri “hamur”a şekil vermeye yarıyordu ama hedef coğrafyalara ilkin matbaa ile sızdı misyonerler. O hamurun harcını kardılar; kıvama getirdiler.
Hedef toplumların evlerine, işyerlerine, akıllarına, fikirlerine, bu matbaalarda bastıkları dergilerle sızdılar; o sızıntı elden ele, evden eve yayıldı, zaman geldi gazetelerin yayınına başladılar; bir, iki, üç... Psikolojik savaşın ilk ve en stratejik cephesini açılmış oldu böylece. “Düşman”ın zihni rehin alındı, değerlerinden koparılarak “savunmasız” bırakıldı, “yeni değerler” aşılanarak önce “uyuşturuldu” sonra “köleleştirildi”... Dünya o gazetelerde, dergilerde yazandan ibaretti, kavramlar tersyüz edildi; “millet” başka bir şeydi artık, “devlet” başka, “din” başka, “insan” başka ve hatta “Tanrı” başka! Tıpkı bugün o diyarda “demokrasi”nin başka bir şey olması gibi, “hukuk”un başka olması gibi... Bütün pencereleri kapatılabilsin diye gerçeğin, kapıdan, pencereden, elden milyonlarca sayfa “tebliğ” edildi “inananlar”a bu yolla!

* * *

“Akıl”dan sonra sıra gönlün, duygunun işgaline gelmişti. Hastaneler ve yardım dernekleri önemli silahlardı. Şehirler ve kasabalar kısa sürede hastanelerle donatıldı; geri bırakılmış bölgelerin, varoşların “yaralı”, “derman arayan”, “yalnız ve çaresiz” insanları “kimse yok mu” diye bakındıkları anda etrafa; ilk onları gördüler yanlarında.“Tedavi” edildiler yavaş yavaş; “hastalıkları”ndan kurtarıldılar; “vebalı” fikirlere karşı “bağışıklık” kazandı bünyeleri. Ne ilaç derdi, ne yiyecek, ne yakacak; “Hızır”dan rol çalan misyonerler sayesinde kuş gibi hafiflemişlerdi! Ve minnet duygusu kuşkusuz biata çıkan en kestirme yoldu...
+
Bitirirken....
Geride devleti teslime hazır gafiller kaldı
Faik Bulut “Hasan Sabbah Gerçeği”nde şöyle özetliyor Alamut Kalesi’nin ele geçirilişini:
“Hasan Sabbah peyderpey gönderdiği davetçileri sayesinde kale içindekilerin İsmaili olmasını sağladı. Vaktin geldiğini anlayınca derviş kılığına bürünüp Dikhuda takma adıyla dış kaleye girdi, propaganda ve örgütlemeyi tamamladı. Sıra iç kaleye geldi. Sabbah tek başına en tepedeki bey köşküne çıkıp, Mehdi’den burayı terk etmesini istedi. Sabbah’ın iç kalenin en müstahkem konağına nasıl girebildiğine şaşıran hükümdarın nöbetçileri çağırması fayda etmedi. Zira onlar ya Hasan’ın eski, ya da yeni müritleriydiler...”
Hasan Sabbah’ın davetçileri ile Sam Amca’nın misyonerleri ne kadar da birbirlerine benziyor değil mi?
19. yüzyılda Anadolu’nun Hristiyan azınlıklarına, matbaa gibi, okul gibi, gazete, dergi gibi daha teknolojik araçlar kullanılarak hazırlanan tezgah, demek 12. yüzyılda daha ilkel yöntemlerle Müslümanlar’a karşı kurulabilmiş pekala... Teçhizatı geçin, arada “metodolojik” olarak fark bulunmayışından hareketle; ne dersiniz, bugün de çok daha modern misyonerler dolanıyor olamaz mı aramızda?
Kendi vatanımızda, veya gözünü açtığında elinde muhtemelen o matbaalarda basılmış bir İncil’den başka bir şey kalmadığını gören o Afrikalı çocuğun vatanında, veya “ak”laşmadıkları için soyları kırılan Kızılderililer’in vatanında; Hindistan’da, Cezayir’de, Kore’de hiç fark etmez, herhangi bir yerinde dünyanın, neden verilir bazen yüzyıllara yayılan bu kıyasıya mücadele?
Kendini tanıtmak için mi; tanıttın... Benimsetmek için mi; benimsettin... Boyun eğdirmek için mi; eğdirdin...
Eeee!
Bu noktada yeni bir soruyla yine beyin jimnastiğine dönmeli belki;
Her devlet de bir kale değil mi özünde; her başkent, her sınır karakolu, her kozmik oda, her anayasal kurum da bir Alamut değil mi?
Çatımız, sığındığımız, koruması altına girdiğimiz, canımızı, malımızı, geçmişimizi ve geleceğimizi güvenle muhafaza edeceğine inandığımız kalelerimiz?..
Hey misyoner, hadi itiraf et, senden duymadıkça inanmayacak senin üflediğin kavaldan gayrısına sağır “sürü”ler...
Sen aslında o kale gibi, devletini de kendi eliyle teslim edecek gafillere dönüştürmek istiyorsun hepimizi değil mi; biz değiliz hedefin, bizi tetikçin yaparak hedef aldığın devlet, devletimiz!