PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Nisa Suresi


Taner
9. August 2010, 02:13 AM
92 (4). Nisa Suresi
MEDENÎ, 176 ÂYET

GİRİŞ

Adını birçok necmin temel konusu olması ve âyetlerdeki النساء [en-nisâ’/kadınlar] ifadesinden alan Nisâ sûresi'nin, ekserisi hicrî 2-5. yıllarda, bazı necmleri de daha sonraki yıllarda inmiştir. Sûre, birçok necmden oluşmakta; fakat bu necmler arasında kronolojik bir tertip bulunmamaktadır. Ferdî ve ictimaî birçok ilkeyi içeren necmler, Mushafı düzenleyenler tarafından Nisâ sûresi adıyla birleştirilmiştir. Biz bazı âyetleri, –yerlerinde görüleceği üzere– teknik gereklilik ve anlam bütünlüğü sebebiyle farklı tertip ettik.

Sûrede, Medîne'de belirlenen yeni kıble strateji çerçevesinde İslâm toplumunun düzenlenmesi ve gelişmesi için insan hakkları, yetim hakkları, aile hukuku [evlilik-boşanma, nafaka], miras hukuku, ceza hukuku, evrensel ilişkiler, salât ve salâtın ikâmesi gibi hayatî konularla ilgili ilke ve öğretiler; İslâm öncesi dönemdeki töresel değerlerin yerine ahlâkî, kültürel, sosyal, ekonomik ve politik yeni dinî değerler konulur. Sûre bu açıdan Bakara sûresi'nin devamı niteliğindedir.

Ayrıca bu sûrede Hristiyan ve Yahûdilerin yanlış inançları tashih edilir ve onların hakikati kabulüne yönelik açıklamalar yapılır.

https://youtu.be/TYm8kjyjtwE Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 456. Bölüm Nisa Suresi 1. Bölüm

https://youtu.be/LGKGKgnM0mM Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 457. Bölüm Nisa Suresi 2. Bölüm.

https://youtu.be/O3rZ4RbeVNg Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 458. Bölüm Nisa Suresi 3. Bölüm.

https://youtu.be/cZX2qd0Srds Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 459. Bölüm Nisa Suresi 4. Bölüm

https://youtu.be/fuCyXLPKKXE Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 460. Bölüm Nisa Suresi 5. Bölüm

https://youtu.be/j5MaFDsAzqI Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 461. Bölüm Nisa Suresi 6. Bölüm

https://youtu.be/S4VnX9-vfT4 Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 462. Bölüm Nisa Suresi 7. Bölüm

https://youtu.be/S4VnX9-vfT4 Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 463. Bölüm Nisa Suresi 8. Bölüm

https://youtu.be/DryGWtwtpko Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 464. Bölüm Nisa 9. Bölüm zikzak Suresi

RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA

MEAL:

1. Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinize takvâlı davranın. Ve Kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'a ve akrabalığa takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir.

2. Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur.

3. Ve eğer ki yetimleriniz konusunda hakkaniyetsizlikten korktuysanız; o takdirde sizin için hoş olan, o kadınlardan [yetimlerin kadınlarından] ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlayın. Şâyet o takdirde de adaleti gözetemeyeceğinizden korktuysanız, bir tanesini ya da yeminlerinizin sahip olduğunu nikâhlayın. Bu, hakksızlığa sapmamanız için en uygunudur.

4. Ve o kadınlara [yetimlerin kadınlarına] mehirlerini seve seve veriniz. Artık kendileri ondan [alacaklarından] bir kısmını size hoş ederlerse [ikramda bulunurlarsa] de onu afiyetle, çekinmeden yiyiniz.

5. Ve Allah'ın, ayakta kalmanız için size vermiş olduğu mallarınızı bu sefihlere [aklı ermezlere; reşit olmamış yetimlere] vermeyiniz. Ve onları o mallarda rızıklandırın ve onları giyindirin. Ve onlara ma‘rûf söz söyleyin.

6. Ve bu yetimlerinizi nikâha ulaşıncaya kadar belalandırınız [sıkı bir eğitim vererek olgunlaştırınız]. Sonra da eğer kendilerinde rüşd hissederseniz mallarını kendilerine hemen teslim ediniz. Onlar büyüyecekler diye onların mallarını saçıp savurup yemeyin de. Ve kim zengin ise artık o iffetli davransın. Kim de fakir ise artık o da ma‘rûf ile yesin. Sonra da onların [yetimlerin] mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman onlar üzerine şâhit tutunuz. Hesap sorucu olarak da Allah yeter.

7. Ana-baba ve akrabaların terekesinde o erkeklere [erkek yetimlere] bir pay vardır. Ana-baba ve akrabaların terekelerinde de az olsa da çok olsa da farz kılınmış bir nasip olarak o kadınlara [kız yetimlere] da bir pay vardır.

8. Taksime; yakınlar, yetimler ve miskinler hazır bulunduğu zaman da onları ondan rızıklandırın ve onlara ma‘rûf söz söyleyin.

9. Ve arkalarında zayıf zürriyet bıraktıkları takdirde endişe edecek olanlar ürpersinler! Ve de Allah'a takvâlı davransınlar ve belgelenmiş söz söylesinler.

10. Kesinlikle, yetimlerin mallarını hakksız yere yiyen kimseler, muhakkak ki karınlarının içinde ateş yerler. Ve yakında ateşi alevli cehenneme yaslanacaklardır.

33. Ve Biz, anne, baba ve akrabaların bıraktıkları her şey için mevâli [mirasçılar] kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimseler; onların nasiplerini de hemen verin. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi şâhittir.

11. Allah size evlâtlarınız hakkında Allah'tan bir taksim olarak vasiyet eder: Erkek için, iki kadın payı kadardır. Eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden fazla iseler, o zaman terekenin üçte-ikisidir. Ve eğer bir tek kadın ise o zaman ona yarısıdır. Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa, onların [ana-babanın] her birine altıda-bir; şâyet ölenin çocuğu yok da, mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, o zaman anası için üçte-birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa anası için altıda-birdir. Bu paylar, onun [ölenin] yaptığı vasiyet ve borçlardan sonradır. Babalarınız ve çocuklarınız; hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu siz bilemezsiniz. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

176. Senden kelâle [birinci derecede mirasçısı olmayan kişiler] hakkında fetva istiyorlar. Deki: “Allah, size fetva verecektir.” Çocuğu olmayan, kız kardeşi bulunan bir kişi helâk olursa [ölürse], bıraktığı şeyin yarısı onundur [kız kardeşinindir]. Ve o [oğlan kardeş], kız kardeşin çocuğu yoksa ona mirasçı olur. Eğer onlar [çocuksuz oğlan kardeşe mirasçı olan kız kardeşler], iki kişi iseler onun [çocuksuz ölen oğlan kardeşin] bıraktığının üçte-ikisi onlarındır. Eğer onlar [çocuksuz ölen kişinin kardeşleri] erkek ve kadın kardeşler iseler, o zaman erkek için iki kadının payı vardır. Allah, sapmayasınız diye açığa koyuyor ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.

12. Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Şâyet bir çocukları varsa o zaman yapmış olduğu vasiyet ve borçtan sonra mirasın dörtte-biri sizindir. Eğer siz çocuk bırakmadan ölürseniz, geriye bıraktığınızın dörtte-biri onlarındır [hanımlarınızındır]. Şâyet çocuklarınız varsa o zaman bıraktığınızın, yapmış olduğunuz vasiyet ve borçtan sonra sekizde-biri onlarındır [hanımlarınızındır]. Eğer ölen bir erkek veya kadın, kelâle olarak [birinci dereceden mirasçısı; eşi, çocuğu ve ana-babası olmadan] miras bırakıyor ve kendisinin bir erkek veya kız kardeşi bulunuyorsa, bunlardan her birine, yapmış olduğu vasiyet ve borçtan sonra, zarara uğratılmadan altıda-biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde onlar [kardeşler], üçte-birde ortaktırlar. Bunlar, Allah tarafından bir vasiyettir. Ve Allah en iyi bilen ve çok yumuşak davranandır.

29. Ey iman etmiş kişiler! Mallarınızı –kendi rızanızla yaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere– aranızda hakksız yolla yemeyin, kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhametlidir.

30. Ve kim, düşmanlık ve zulüm olarak bunu [yasakları] işlerse, yakında Biz onu ateşe sokarız. Ve bu [onu ateşe atmak], Allah'a çok kolaydır.

31. Eğer siz, yasaklandığınız şeylerin büyüklerinden sakınırsanız, kötülüklerinizi sizden örteriz. Ve sizi saygın giriş yerine girdiririz.

32. Ve Allah'ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah'ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir.

13. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederse Allah onu, içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirir. İşte bu da, çok büyük kurtuluştur.

14. Ve kim Allah'a ve O'nun Elçisi'ne karşı gelir ve O'nun sınırlarını aşarsa, onu, içinde sürekli kalmak üzere cehenneme girdirir. Ve alçaltıcı azap onun içindir.

15. Kadınlarınızdan fâhişeye varanlara, kendinizden onların aleyhine hemen dört şâhit getirin; şâyet onlar şâhitlik ederlerse, artık o kadınları ölüm vefat ettirinceye ya da Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde tutun.

16. Sizlerden ona [fâhişeye] varan iki er kişi [eşcinsel ilişkide bulunan erkekler]; hemen her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe ederler de düzeltirlerse artık onlardan mesafelenin. Şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul edendir, en çok merhamet edendir.

17. Allah'ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte bunlar, Allah'ın tevbelerini kabul ettikleridir. Allah, en iyi bilendir, en iyi hüküm koyandır.

18. Ve tevbe, kötülükleri yapıp edip de onlardan birine ölüm çatınca, “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler ve de kâfir olarak ölenler için değildir. İşte bunlar, Bizim kendileri için acı bir azap hazırladıklarımızdır.

19. Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz. Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için, açık bir fâhişe [çirkin bir hayâsızlık/zina] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız. Ve onlarla ma‘rûf ile muaşerette bulununuz. Ve eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa; siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah onda [sizin hoşlanmadığınız şeyde] birçok hayır kılacak olabilir.

20. Ve eğer bir eşin yerine bir eş değiştirmek istediyseniz, onlardan birine yüklerle vermiş de bulunsanız, artık ondan bir şey geri almayınız. Onu bir iftira ve açık bir günah olarak alır mısınız?

21. Ve birbirinizle kaynaşıp başbaşa kalmışken ve onlar sizden kuvvetli bir söz almışken onu [verdiğinizi] nasıl alırsınız?

22. Ve kadınlardan, babalarınızın nikâhladıklarını nikâhlamayın. Ancak geçen geçmiştir. Şüphesiz bu, çirkin bir hayâsızlıktır ve öfke duyulan bir iğrençliktir. Ne kötü bir yoldu o!

23-24. Size, anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, teyzeleriniz, halalarınız, erkek kardeşinizin kızları, kız kardeşinizin kızları, sizi emzirmiş olan anneleriniz, sütten kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri, birleşme yaptığınız kadınlarınızın eski kocalarından doğup evinizde bulunan üvey kızlarınız –birleşme yapmadıysanız bir sakınca yok size– kendi sulbünüzden olan oğullarınızın hanımları ve iki kız kardeşin arasını birleştirmeniz –eski yapılıp geçenler hariç–, yeminlerinizin sahip oldukları hariç, muhsan kadınlar [nikâhlı kadınlar] da haram kılındı. Allah çok affedici, çok merhametlidir. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında iffetlerinizi koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla, muhsanlaşacak [evlenecek] kadın aramanız size helâl kılındı. Öyleyse onlardan ne ile faydalandıysanız, farz bir görev olarak ücretlerini ödeyiniz. Zorunlu ödemenizden sonra, rızalaştığınız şeyde size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah en iyi bilen ve hikmet sahibi olandır.

25. Ve sizden her kim hür mü’min kadınları nikâh edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da, yeminlerinizin mâlik olduğu, mü’min genç kızlarınızdan nikâhlamak var. Ve Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Sizin bazınız, bazınızdandır. O hâlde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen sahiplenilmiş kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle onları [yeminlerinizin mâlik olduklarını] nikâhlayın ve örfe uygun bir şekilde ücretlerini [mehirlerini] verin. Sahiplenildiklerinde fâhişe işlerlerse, o zaman onlara hür kadınlara verilen azabın yarısı verilir. –İşte bu sizden günah işlemekten ürperen kimseleredir.– Ve eğer sabrederseniz sizin için daha hayırlıdır. Ve Allah gafûr'dur, rahîm'dir.

26. Allah, sizin için açığa koymak, sizi, sizden öncekilerin sünnetlerine [yasalarına, yollarına] kılavuzlamak ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Ve Allah, alîm'dir, hakîm'dir.

27. Ve Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlerine uyan kimseler de, sizin doğru yoldan büyük bir meyl ile eğilmenizi istiyorlar.

28. Allah, sizden hafifletmek istiyor. Ve şüphesiz insan çok zayıf yaratılmıştır.

34. Allah'ın, bazı şeyleri bazısına fazla kılması ve erkeklerin mallarından harcamaları nedeniyle erkekler kadınlar üzerine kavvamdırlar [iyi koruyup, iyi gözeticidirler]. Hâl böyle olunca, sâlih kadınlar, Allah'a itaat edicidirler, Allah'ın koruduğu şey nedeniyle ğayb için koruyucudurlar. Nüşûzundan [dikkafalılık yaparak kendisini taciz ve tecavüz riskine atmasından] korktuğunuz kadınlara da öğüt verin ve yataklarında yalnız bırakın ve de baskı yapın/sürgün edin/dövün. Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, çok büyüktür.

35. Ve eğer ikisinin [karı-kocanın] arasının açılmasından korktuysanız, o zaman bir hakem onun [erkeğin] yakınlarından, bir hakem de onun [kadının] yakınlarından kendilerine gönderin. Bu ikisi [karı-koca] gerçekten düzeltme [barışmak] isterlerse, Allah onların [karı-kocanın] arasında geçim verir. Şüphesiz Allah, alîm'dir, habîr'dir.

128-130. Ve eğer bir kadın, onun [kocasının] hâlinden; diklenmesinden veyahut kendisinden uzaklaşmasından korkarsa, artık aralarında bir sulh yapmalarında, onlara bir günah yoktur. Ve sulh hayırlıdır. Ve nefisler kıskançlığa hazır kılınmıştır. Eğer iyilik-güzellik üretirseniz ve takvâlı davranırsanız artık şüphesiz Allah yapmış olduğunuz şeylere haberdardır. Ve kadınlarınız arasında adaletli davranmaya ne kadar uğraşsanız da asla güç yetiremezsiniz. Öyleyse birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Ve eğer düzeltirseniz ve takvâlı davranırsanız artık şüphesiz Allah gafûr'dur, rahîm'dir. Eğer onlardan ikisi [karı-koca] ayrılırlarsa, Allah, hepsini geniş lütfundan zenginleştirir. Ve Allah, vâsi'dir, hakîm'dir.

36-38. Ve Allah'a ibâdet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ve de anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, uzaktan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, yeminlerinizin mâlik olduklarına [himâyenize verilmiş kimselere] iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen; cimrilik eden, insanlara cimriliği emreden ve Allah'ın kendilerine lütfundan verdiklerini gizleyen kimseleri ve Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hâlde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri sevmez. Ve Biz, kâfirlere alçaltıcı bir azabı hazırladık. Ve şeytan kimin için karîn [yaştaş, yakın arkadaş] olursa, o ne kötü bir karîndir!

39. Bir de bunlar, Allah'a ve âhiret gününe iman etselerdi ve Allah'ın kendilerini rızıklandırdığı şeylerden infak etselerdi, ne kendilerinin aleyhlerine olurdu ki? Ve Allah onları çok iyi bilendir.

40. Şüphesiz Allah, zerre kadar zulmetmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır ve Kendi katından büyük bir ecir verir.

41. Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl?

42. İnkâr eden ve Elçi'ye isyan eden kimseler, o gün toprağa karışıp gitmeyi isterler. Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler de.

43. Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüb iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkandırılıncaya kadar, salâta yaklaşmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz çukurdan [tuvaletten] geldiyse veya kadınlarla dokunuştuysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.

44. Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olan kimseleri görmüyor musun? Onlar, sapıklığı satın alıyorlar ve sizin yol'dan sapmanızı istiyorlar.

45. Ve Allah sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Ve velî olarak, Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter.

46. Yahûdileşmişlerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygamber'e karşı), “İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık, dinle, dinlemez olası, râinâ” derler. Eğer onlar, “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat küfürleri [gerçeği kabul etmemeleri] sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.

47. Ey kitap verilmiş kimseler! Biz, birtakım yüzleri silip de enselerine çevirmeden yahut sebt halkını lânetlediğimiz gibi onları lânetlemeden önce yanınızda bulunanı tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba iman edin. Ve Allah'ın emri yerine gelecektir.

48. Şüphesiz Allah, Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah uydurmuş [işlemiş] olur.

49. Kendilerini temize çıkaranları görmüyor musun? Bilakis Allah, dilediği kimseyi temize çıkarır. Onlara kıl kadar zulmedilmez.

50. Bak Allah'ın aleyhine nasıl yalan uyduruyorlar. Apaçık bir günah olarak bu yeter.

51. Kendilerine Kitap'tan bir nasip verilmiş olan şu kimseleri görmüyor musun? Onlar puta ve tâğûta inanıyorlar. Ve Allah'ı inkâr eden kimseler için, “Bunlar, mü’minlerden daha doğru bir yoldadır” diyorlar.

52. İşte onlar, Allah'ın lânet ettiği kimselerdir. Allah kime lânet ederse artık ona asla bir yardımcı bulamazsın.

53. Yoksa onlar için mülkten bir pay mı vardır?! Eğer öyle olsaydı, insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğunu bile vermezlerdi.

54. Yoksa onlar insanları, Allah'ın onlara lütfundan verdiği şey için kıskanıyorlar mı? Bakınız şüphesiz Biz, İbrâhîm soyuna da kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] vermiştik. Hem de onlara büyük bir mülk [hükümranlık] verdik.

55. İşte onlardan [Yahûdilerden] bir kısmı ona iman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. Ve çılgın alevli ateş olarak cehennem yeter.

56. Şüphesiz ki şu, âyetlerimizi inkâr etmiş kişileri Biz yakında ateşe atacağız. Derileri piştikçe, azabı tatsınlar diye, derilerini başka deriler ile değiştireceğiz. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, en iyi yasa koyandır.

57. Ve iman eden ve sâlihât işleyenleri, içinde ebedî olarak kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Ve onları, koyu bir gölgeliğe girdireceğiz.

58. Şüphesiz Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Şüphesiz Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir.

59. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi'ye ve sizden olan emir sahibine [yöneticiye] itaat edin. Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi'ye havale edin. Bu, daha iyidir ve ilkleştirme [çözüm] bakımından daha güzeldir.

60. Kesinlikle inkâr etmekle emrolundukları tâğûtu aralarında hakem yapmak isteyerek kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri süren şu kişileri görmedin mi? Şeytan da onları uzak [geri dönülmez] bir sapıklıkla sapıttırmak istiyor.

61. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin!” denince, o münâfıkların senden uzaklaştıkça uzaklaştıklarını görürsün.

62. Bak nasıl? Elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir musibet isâbet ettiği zaman; sonra “Biz sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak istedik” diye Allah'a yemin ederek sana geldiler.

63. İşte onlar, Allah'ın kalplerindekini bildiği kimselerdir; artık sen onlardan mesafelen ve onlara öğüt ver. Ve onlara, kendileri hakkında, beliğ [derinden etkileyecek, güzel] söz söyle!

64. Ve Biz, her elçiyi sadece, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik. Ve eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmalarını isteselerdi, Rasûl de onlar için bağışlanma isteseydi, kesinlikle Allah'ı tevvâb [tevbeleri çokça kabul eden], rahîm [en çok merhamet eden] bulurlardı.

65. Artık, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiç bir sıkıntı duymadıkça ve tam bir güvenlikle güvenlik sağlamadıkça iman etmiş olamazlar.

66. Eğer Biz onlara, “Kendinizi öldürün veya yurtlarınızdan çıkın” diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ve eğer onlar, öğütlendikleri şeyleri yapsalardı, elbette kendileri için daha hayırlı ve sebat etmede daha kuvvetli olurdu.

67-68. Ve o zaman kesinlikle kendilerine nezdimizden çok büyük bir mükâfât verirdik. Ve onları kesinlikle doğru yola kılavuzlardık.

69. Kim de Allah'a ve Elçi'ye itaat ederse artık onlar, Allah'ın, peygamberlerden, sıddîklardan şehidlerden ve sâlihlerden kendilerine nimet verdiği kişilerle beraberdir. Ve bunlar arkadaş olarak ne güzeldir!

70. Bu, Allah'tan bir lütuftur. En iyi bilen olarak Allah yeter.

71. Ey iman etmiş kişiler! Önleminizi alın sonra da onlara karşı ya küçük birlikler hâlinde sefere çıkınız veya toptan sefere çıkınız.

72. Şüphesiz sizden bir kısmı da kesinlikle ağır davranır. Sonra size bir musibet isâbet edince, “Kesinlikle Allah bana lutfetti de onlarla beraber tanık olarak bulunmadım” der.

73. Ve eğer size Allah'tan bir lütuf isâbet ederse, kesinlikle sanki, sizinle kendisi arasında hiç sevgi yokmuş gibi, şüphesiz “Ah ne olurdu, onlarla beraber olaydım da çok büyük başarıya erseydim” diyecektir.

74. O hâlde basit hayatı, âhiret karşılığında satacak kimseler, Allah yolunda savaşsınlar. Her kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse, artık Biz ona çok büyük bir mükâfât vereceğiz.

75. Size ne oluyor da Allah yolunda ve, “Ey Rabbimiz! Bizleri bu halkı zâlim olan memleketten çıkar, nezdinden bize bir velî, nezdinden iyi bir yardımcı kıl” diyen zayıf düşürülmüş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?

76. İman etmiş kimseler Allah yolunda savaşırlar. Küfretmiş kişiler de tâğût yolunda savaşırlar. O hâlde siz şeytanın velîleri ile savaşın. Şüphesiz şeytanın tuzağı, çok zayıftır.

77-78. Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denilenleri görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar” bile hakksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isâbet ederse, “Bu, Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz olayazıyorlar?

79. Sana iyilikten-güzellikten isâbet eden şeyler, işte Allah'tandır. Sana kötülükten isâbet eden şeyler de senin kendindendir. Ve Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik. İyi bir tanık olarak da Allah yeter.

80. Kim Elçi'ye itaat ederse, artık o, Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse; artık Biz seni onlara koruyucu [bekçi] olarak göndermedik.

81. Ve onlar sana, “Tâat” [baş üstüne]! derler. Fakat senin yanından çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin, senin dediğinden başkasını kurarlar. Ama Allah onların geceleyin kurduklarını yazıyor. Artık sen onlardan mesafelen. Ve Allah'a tevekkül et. Vekîl olarak da Allah yeter.

82. Hâlâ Kur’ân'ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar bulurlardı.

83. Ve kendilerine güvenden veya korkudan bir emir geldiğinde onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu Elçi'ye ve kendilerinden olan emir sahibine [yetkili kimselere] götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yeten kimseler, onu bilirlerdi. Ve eğer Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, –pek azınız hariç– kesinlikle şeytana uymuştunuz.

84. Artık Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü’minleri de teşvik et. Umulur ki, Allah kâfirlerin baskısını kırar. Ve Allah, baskıca daha çetindir, caydırmada da daha çetindir.

85. Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı/vasıta olmakla] şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap [hisse] vardır. Kim de kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla] şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir.

86. Siz bir selâm ile selâmlandığınız zaman da, hemen ondan daha güzeliyle selâm verin veya onu [verilen selâmı] iade edin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını en iyi yapandır.

87. Allah, Kendinden başka ilâh diye bir şey olmayandır. O, kesinlikle sizi, kendisinde şüphe olmayan kıyâmet gününde toplayacaktır. Ve Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?

88. Peki, Allah onları kazandıkları günah yüzünden terslerine döndürdüğü hâlde, siz, ne oluyor da münâfıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimselere kılavuzluk etmek mi istiyorsunuz? Ve Allah, kimi saptırırsa, artık sen onun için asla bir yol bulamazsın.

Taner
9. August 2010, 02:14 AM
89-90. Onlar [münâfıklar], kendileri inkâr ettikleri gibi, sizin de inkâr etmenizi, böylece onlarla eşit olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan velîler edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse, sizinle aralarında anlaşma olan bir kavme sığınan kimseler yahut sizinle ve kendi kavimleriyle savaşmaktan göğüsleri daralarak size gelenler hariç onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; onlardan bir velî ve bir yardımcı edinmeyin. Sonra, eğer Allah dileseydi de onları size musallat kılardı da onlar sizinle savaşırlardı. Artık eğer onlar sizden mesafelenip de sizinle savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, Allah sizin için onlar aleyhine bir yol kılmamıştır.

91. Sizden güvende olmak ve kendi kavimlerinden güvende olmak isteyen diğerlerini bulacaksınız. Bunlar, ne zaman fitneye geri döndürürlerse, onun içine baş aşağı dalarlar. Öyleyse bunlar, eğer sizden uzak durmazlarsa ve size barış teklif etmezlerse ve ellerini [güçlerini] çekmezlerse, hemen kendilerini bulduğunuz yerde yakalayın ve öldürün. Ve işte bunlar, onların aleyhinde size kıldığımız apaçık bir güçtür [yetkidir].

92. Ve hata dışında bir mü’minin, diğer bir mü’mini öldürmesi söz konusu değildir. Ve kim bir mü’mini hataen öldürürse, mü’min bir köleyi özgürlüğe kavuşturmalı ve ölenin ailesine [vârislerine] teslim edilecek bir diyet vermelidir, –ancak onların [ölünün ailesinin] bağışlaması müstesnâdır.– Eğer o [öldürülen], mü’min olmakla beraber size düşman bir kavimden ise, o zaman, öldürenin mü’min bir köleyi özgür bırakması gerekir. Eğer öldürülen sizinle aralarında antlaşma olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve mü’min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması gerekir. Bunlara gücü yetmeyenin de Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah, alîm'dir [en iyi bilendir], hakîm'dir [en iyi yasa koyandır].

93. Ve kim bir mü’mini kasten öldürürse, işte onun cezası, içinde sürekli kalmak üzere cehennemdir. Ve Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için çok büyük bir azap hazırlamıştır.

94. Ey iman etmiş kimseler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, hemen iyice araştırın. Ve size selâm veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, “Sen mü’min değilsin” demeyin. Artık Allah nezdinde çok ganimetler vardır. Önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu. Onun için iyice araştırın. Şüphesiz Allah yaptıklarınıza haberdardır.

95-96. Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle oturanlara fazlalıklı kıldı. Ve Allah onların hepsine “en güzel”i vaad etmiştir. Ve Allah mücâhidlere, oturanların üzerine büyük bir ecir fazlalaştırmıştır: Kendi katından dereceler, bir mağfiret ve rahmet. Ve Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

97-98. Kesinlikle meleklerin, kendilerine zulmederlerken vefat ettirdikleri şu kimseler; onlar [melekler], “Ne işte idiniz?” derler. Onlar, “Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik” derler. Onlar [melekler], “Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?” derler. Artık, –erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, yol bulamayan kimseler hariç– işte bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir!

99. İşte onlar, Allah'ın bu kimseleri affetmesi umulur. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.

100. Kim de Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde barınacak çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah'a ve Elçisi'ne hicret etmek üzere evinden çıkar, sonra kendisine ölüm gelirse, o kişinin ecri/ödülü şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.

101. Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfir kimselerin sizi fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız, salâttan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık düşmandırlar.

102. Ve sen onların içinde bulunup da onlar için salât ikâme ettiğin zaman [eğitim-öğretim verdiğin zaman] içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar]. Silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar boyun eğdiklerine [ikna olduklarında] arka tarafınıza geçsinler. Sonra salâta katılmamış [eğitim-öğretim almamış] diğer bir kısmı gelsin seninle beraber salât etsinler [eğitim-öğretim yapsınlar] ve tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler, silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da size ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

103. Sonra salâtı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır.

104. Ve o toplumu takip etmede gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyor idiyseniz, artık şüphesiz onlar da sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Ve siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

105. Şüphesiz Biz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmedesin diye Kitab'ı hakk olarak indirdik. Sen de hâinler için savunucu olma!

106. Ve Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.

107. Kendilerine hâinlik edenleri de savunma. Şüphesiz Allah, ileri derecede hâinlik eden günahkârları sevmez.

108. Onlar, insanlardan gizlemek isterler de Allah'tan gizlemek istemezler. Hâlbuki O [Allah], onlar, O'nun sözden razı olmadığı şeyleri gece planlarlarken kendileriyle beraberdir. Ve Allah onların yaptıklarını kuşatıcıdır.

109. Haydi, siz basit yaşamda onları savundunuz. Peki kıyâmet gününde Allah'a karşı onları kim savunacaktır yahut kim onlara vekîl olacaktır?

110. Kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur.

111. Kim de bir günah kazanırsa, kendi aleyhine kazanmış olur. Ve Allah en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

112. Kim de bir hata veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, o zaman kesinlikle bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.

113. Ve eğer senin üzerinde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, kesinlikle onlardan bir güruh seni saptırmaya çalışmıştı. Hâlbuki onlar, kendilerinden başkasını saptırmazlar ve sana hiç bir zarar veremezler. Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfu çok büyüktür.

114. Bir sadakayı yahut ma‘rûfu veyahut da insanlar arasını düzeltmeyi emreden kişinin ki hariç, onların fısıldaşmalarından çoğunda hayır diye bir şey yoktur. Kim bunları Allah'ın rızasını gözeterek yaparsa, Biz yakında ona çok büyük bir mükâfât vereceğiz.

115. Ve kim kendisine doğru yol apaçık ortaya çıktıktan sonra Elçi'ye karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başkasını izlerse, Biz onu döndüğü şeye döndürürüz ve onu cehenneme sokarız. O da ne kötü bir gidiş yeridir!

116. Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.

117. Onlar, Allah'ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve onlar ancak inatçı şeytana yakarırlar.

118-119. Allah ona [şeytana] lânet etti. Ve o [şeytan], “Elbette Senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını/ölçülendirdiğini bozacaklar” dedi. Ve her kim Allah'ın astından şeytanı velî edinirse, o zaman şüphesiz o, apaçık bir ziyan ile ziyana uğrar.

120. O [şeytan], onlara vaadde bulunur ve onları kuruntulandırır. Oysa şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.

121. İşte bunlar, varacakları yer cehennem olanlardır. Onlar oradan kaçacak bir yer de bulamazlar.

122. Ve iman eden ve sâlihâtı işleyen kimseler de; Biz onları, Allah'ın gerçek bir vaadi olmak üzere, içinde ebedî olarak kalıcılar olarak, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Ve sözce Allah'tan daha doğru kim olabilir?

123. O [bu iş], sizin kuruntularınızla ve Ehl-i Kitab'ın kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve o, kendisi için Allah'ın astlarından bir velî ve iyi bir yardımcı bulamaz.

124. Ve erkekten veya kadından, kim mü’min olarak sâlihâtı işlerse, artık işte onlar, cennete girerler. Ve hurma çekirdeğinin sırtındaki çukur [zerre] kadar zulme uğratılmazlar.

125. Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştırandan ve hanîfçe İbrâhîm'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrâhîm'i “halîl” [imam/önder] edindi.

126. Ve göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Ve Allah, her şeyi iyice kuşatıcıdır.

127. Senden o kadınlar [yetimlerin kadınları] hakkında fetva istiyorlar. De ki: “Onlar hakkında fetvayı Allah ve ‘kendilerine farz kılınmış olanı vermediğiniz ve kendilerini nikâhlamaya rağbet etmediğiniz kadınların yetimleri hakkındaki ve ezilmek istenen çocuklar hakkındaki ve yetimler için hakkaniyeti ayakta tutmanız hakkındaki Kitap'ta size okunanlar’ verir. Ve hayırdan ne işlerseniz, biliniz ki, şüphesiz Allah onu en iyi bilendir.”

128-130. (Konu bütünlüğü dikkate alınarak 3-16. âyetler arasında tertip edilmiştir.)

131. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Andolsun Biz, sizden önce kendilerine kitap verilen kimselere ve size, Allah'a takvâlı davranmanızı vasiyet ettik. Eğer inkâr ederseniz de, biliniz ki, göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Allah, hiç bir şeye muhtaç olmayandır, hamde layık olandır.

132. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Vekîl olarak da Allah yeter.

133. Eğer O [Allah], dilerse sizi giderir ey insanlar ve başkalarını getirir. Ve Allah, buna en iyi güç yetirendir.

134. Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve âhiret sevabı yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir.

135. Ey iman etmiş kimseler! Kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, Allah için tanıklık eden kimseler olarak hakkaniyeti oldukça ayakta tutanlar/gözetenler olun. İster zengin olsun, ister fakir olsun, bilin ki Allah, ikisine de daha yakındır. Artık adaleti yerine getirebilmek için hevânıza uymayın. Eğer eğip bükerseniz veya geri durursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah yaptıklarınıza haberdardır.

136. Ey iman etmiş kişiler! Allah'a, Elçisi'ne, Elçisi'ne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Ve kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve son günü inkâr ederse, kesinlikle o çok uzak bir sapıklığa sapmıştır.

137. Şüphesiz şu, iman edip sonra inkâr eden, sonra iman edip tekrar inkâr eden, sonra da küfürlerini artırmış kimseler; Allah onları bağışlayacak ve onları bir yola kılavuzlayacak değildir.

138-139. Mü’minlerin astlarından küfre sapanları velî edinen şu münâfıklara, şüphesiz, çok acıklı bir azabın kendileri için olduğunu müjdele! Onların yanında izzet [onur ve yücelik] mi arıyorlar? Oysa izzetin [onur ve yüceliğin] tümü Allah'ındır.

140-141. Ve O [Allah], size Kitap'ta [Kur’ân'da], “Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze dalmadıkları sürece onlarla beraber oturmayın. Aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz” diye indirdi. Şüphesiz Allah, sizi gözetleyip duran kimselerin; münâfıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayandır. Artık Allah tarafından size bir zafer olursa onlar, “Biz sizinle beraber değil miydik?” derler. Kâfirler için bir pay olunca da, “Size üstünlük sağlamadık mı, sizi mü’minlerden korumadık mı?” derler. Artık Allah, kıyâmet gününde aranızda hükmünü verecektir. Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla bir yol kılmayacaktır.

142-143. Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta doğru kalktıkları zaman, ikisi arasında gidip gelen kararsızlar olarak, tembel tembel kalkarlar, onlarla [mü’minlerle] ve şunlarla [kâfirlerle] olmazlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak anarlar. Ve Allah kimi saptırırsa, sen artık ona bir yol bulamazsın.

144. Ey iman etmiş kimseler! Mü’minlerden seviyece düşük olan kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir kanıt vermek mi istiyorsunuz?

145-146. Şüphesiz ki münâfıklar, –tevbe edenler, düzeltenler, Allah'a sıkıca sarılanlar ve dinlerini Allah için arıtan kimseler müstesnâ; artık bunlar, mü’minlerle beraberdirler. Ve Allah, mü’minlere büyük bir ecir verecektir– ateş'ten, en aşağı tabakadadırlar. Sen de onlara bir yardım edici bulamazsın.

147. Eğer şükrettiyseniz ve iman etmişseniz Allah size azabı ne yapar? Allah, şâkir'dir [karşılığını verendir] ve en iyi bilendir.

148. Allah, hakksızlığa uğrayanların dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ve Allah en iyi işiten, en iyi bilendir.

149. Eğer bir hayrı açığa vurur yahut onu gizlerseniz yahut da bir kötülüğü affederseniz, biliniz ki, şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, en iyi güç yetirendir.

150-151. Allah'ı ve elçilerini inkâr ederek kâfir olan, “Biz, bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve Elçisi'nin arasını ayırmayı isteyen ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler; işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Ve Biz, o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.

152. Allah'a ve elçilerine inananlar ve onlar arasında ayırım yapmayan kimseler; işte onlar, Allah'ın pek yakında mükâfâtlarını verecekleridir. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.

153. Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik.

154-158. Ve söz vermeleri nedeniyle Tûr'u [dağı] üzerlerine kaldırdık. Ve onlara, “O kapıdan secde ederek girin” dedik. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın” dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, “Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine] damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve inkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara o, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o'nu, Kendine yükseltti [derecesini artırdı]. Ve Allah azîz'dir, hakîm'dir.

159. (166. âyetten sonra tertip edildi.)

160-161. Sonra da Yahûdileşen kimselerden olan zulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde faiz almaları ve insanların mallarını hakksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.

162. Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfât vereceklerimizdir.

163-165. Şüphesiz Biz, Nûh'a ve o'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere, kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebur'u verdik. Ve Allah Mûsâ'ya konuştukça konuştu. Ve Allah azîz'dir, hakîm'dir.

166. Fakat Allah, sana indirdiğine –ki onu Kendi ilmiyle indirmiştir– şâhitlik eder. Melekler de şâhitlik ederler. Şâhit olarak da Allah yeter.

159. Andolsun, kitap ehlinden, ölmeden önce ona [sana indirilene; Kur’ân'a] inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü de, o [sana indirlen; Kur’ân], onların aleyhine iyi bir şâhit olacaktır.

167. Şüphesiz küfretmiş ve Allah yolundan alıkoyan şu kimseler, kesinlikle uzak bir sapıklığa düşmüşlerdir.

168-169. Şüphesiz küfreden ve zulmeden şu kimseler; Allah, onları bağışlayacak değildir. Onları içinde temelli ve ebedî kalacakları cehennem yolundan başka bir yola da kılavuzlayacak değildir. Ve bu, Allah'a çok kolaydır.

170. Ey insanlar! Şüphesiz Elçi size, Rabbinizden hakkı getirdi. Öyleyse kendi yararınıza olarak ona [hakka] inanın. Eğer inkâr ederseniz, bilin ki göklerde ve yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır. Allah en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

174. Ey insanlar! Kesinlikle Rabbinizden size apaçık bir kanıt geldi. Ve Biz size apaçık/açıklayan bir nûr [ışık] indirdik.

175. Artık Allah'a inanan ve ona [apaçık ışığa] sımsıkı sarılan kimseler; O [Allah], onları, Kendisinden bir rahmete ve fadla [bol nimete] sokacak ve dosdoğru yol olarak Kendisine kılavuzlayacaktır.

171. Ey Ehl-i Kitap! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu Îsâ Mesih, sadece Allah'ın elçisi ve Meryem'e ilka ettiği/ulaştırdığı kelimesi ve Kendisinden bir rûhtur. Artık Allah'a ve elçilerine inanın ve “Üçtür” demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nundur. Vekîl olarak Allah yeter.

172. Mesih ve yakınlaştırılmış melekler, Allah'ın bir kulu olmaktan asla çekinmezler. Ve kim O'na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini yakında Kendisine toplar.

173. Artık inanan ve sâlihâtı işleyen kimseler; O [Allah], onların ödüllerini tam verecek ve lütfundan onlara fazlalıklar da bağışlayacaktır. Kulluktan çekinip büyüklük taslayan kimseler de; onlara çok acıklı bir azapla azap edecektir. Onlar, kendileri için Allah'ın astlarından bir velî ve bir iyi yardımcı bulamazlar.

TAHLİL:

1. Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinize takvâlı davranın. Ve Kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'a ve akrabalığa takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir.

1. âyet, evrensel bir beyanname niteliğinde olup, insanlar arasında yaratılış açısından bir fark bulunmadığını beyân etmekte, yaratan Rabbe ve akrabalık hukukuna takvâlı davranmayı emretmektedir.

Âyetin birinci kısmında, Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan ifadesiyle, insanların yaratılış mucizesine dikkat çekilmiştir. Bu âyet, İsrâîliyatın etkisiyle yanlış değerlendirilerek; Allah'ın ilk önce Âdem'i bedenî ve zihnî donanımlarının tümüyle bir anda yoktan varettiği, sonra da Âdem'den Havva'yı yarattığı iddia edilmiştir. İşte bu husustaki görüşler:

Buradaki ez-zevcu kelimesinden murad, Havva'dır. Havva'nın Âdem'den yaratıldığı hususunda iki görüş bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bu, ekseri âlimlerin kabul ettiği görüştür. Buna göre, Allah Teâlâ Hz. Âdem'i yaratınca, o'nu bir süre uyuttu. Sonra da, o'nun sol kaburgalarının birinden Hz. Havva'yı yarattı. Hz. Âdem uyandığında onu gördü, ona meyledip, onunla ünsiyyet kurdu. Çünkü o, Hz. Âdem'in bedeninin bir parçasından yaratılmıştı. Âlimler bu görüşlerine Hz. Peygamber'in, “Kadın eğri bir kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Eğer onu düzeltmeye kalkışırsan onu kırarsın. Onu eğri olarak bırakırsan ondan istifade edersin” hadisini delil göstermişlerdir.

İbn Abbâs (r.a) şöyle demektedir: Hz. Âdem'e, “Âdem” ismi verilmiştir; zira Allah Teâlâ o'nu, yeryüzünün kızıl, siyah, güzel ve çirkin topraklarından yaratmıştır. İşte bu sebepten ötürü, o'nun çocukları arasında kızıl derili, siyah derili, güzel ve çirkin olanlar vardır. Onun hanımı da “Havva” diye adlandırılmıştır. Çünkü o, Hz. Âdem'in kaburgalarının birinden yaratılmıştır. Demek ki o, canlı [hayy] olan bir şeyden yaratılmış ve ona nisbetle de “Havva” diye adlandırılmıştır.[1]

Her ikisinden ifadesinden kasıt, “Hz. Âdem ile Hz. Havva”dır. Mücâhid der ki: “Hz. Havva Hz. Âdem'in en alttaki kaburga kemiğinden yaratılmıştır.”[2]

Bu anlayışın kaynağı Kitab-ı Mukaddes'tir:

Rabb Tanrı Âdem'e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, Rabb Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem'e getirdi. Âdem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir” dedi, “ona ‘kadın’ denilecek, Çünkü o adamdan alındı.”[3]

Bu âyete göre bütün insanlık, ilk çiftten çoğalarak yeryüzüne serpilmiştir. Şu anda dünyada yaşayan insanlardan başlayarak geriye doğru gittiğimizde ilk çifte, oradan tek cevhere varacak ve o tek cevheri Allah'ın cansız varlıktan yarattığını bulacağız.

Âyetteki, Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ifadesiyle, açıkça insanın ilk yaratılış aşamasına; tek bir hücreye ve o hücrenin eşeysiz olarak üremesine, eşeyli üremenin ise daha sonraki aşamalarda olduğu gerçeği ifade edilmektedir. Benzeri ifadeler şu âyetlerde de görülür.

O, sizi bir candan yaratan ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce ağırlaştı, o zaman onlar [o ikisi] Rabb'lerine dua ettiler: “Eğer bize sâlih [bir çocuk] verirsen, and olsun ki (kesinlikle) şükredenlerden olacağız.” (A‘râf/189)

O, sizi tek bir nefisten yarattı, sonra ondan eşini kıldı [yaptı]. Ve sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, yaratılıştan sonra bir yaratılışla yaratıyor. İşte bu, mülk [krallık, hâkimiyet] yalnız Kendisinin olan Rabbiniz Allah'tır. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz? (Zümer/6)

Kur’ân'dan, yaratılış serüveninin ilk olarak maddeden tek hücre şeklinde başladığını, ardından bitkisel aşama, sonra duyuların-duyguların oluşumu, sonra bilgi-bilinç… aşamalarıyla devam edip geldiği anlaşılıyor. Bu konu hakkında Sâd sûresi'nde detaylı açıklama yapılmıştı.[4]

Âyetteki, Ve Kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'a ve akrabalığa takvâlı davranın ifadesi, insanlar arasındaki iki temel bağa: Allah ve akrabalık bağına dikkat çekmektedir. İnsanlar, özellikle de bu hitaba ilk muhatap olan Araplar, bu iki bağı çok önemser, ilişkilerini bu bağlarla sağlama alırlardı. Onlar, ciddi taleplerini ve yardım isteklerini, “Allah aşkına”, “Allah hakkı için”, “Akrabalık adına”, “Akrabalık hakkı için” ifadeleriyle iletirlerdi.

Allah, Arap örfünde de çok önemli olan akrabalık hukukunun korunmasını, akrabalık bağlarının sıkı tutulmasını, akrabaların yardımlaşmasını emretmiş, akrabalık bağlarının koparılmasını da yasaklamıştır.

Miras, vasiyet, sadaka ve iyilik yapma konularında ana-babadan başlayarak ilk önce akrabaların gözetilmesini hükme bağlamıştır. Bu konuyla ilgili şu âyetler dikkatlice incelenmelidir:

Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara “Öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerîm [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.” (İsrâ/23-24)

Ve Allah'a ibâdet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ve de anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, uzaktan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, yeminlerinizin mâlik olduklarına [himâyenize verilmiş kimselere] iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen; cimrilik eden, insanlara cimriliği emreden ve Allah'ın kendilerine lütfundan verdiklerini gizleyen kimseleri ve Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hâlde mallarını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri sevmez. Ve Biz, kâfirlere alçaltıcı bir azabı hazırladık. Ve şeytan kimin için karîn [yaştaş, yakın arkadaş] olursa, o ne kötü bir karîndir! (Nisâ/36-38)

Ve Biz insana, anası ve babasını tavsiye ettik: Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir. “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır. Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi Bana ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve Bana yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak Banadır. Sonra da Ben size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim. (Lokmân/14-15)

Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha yakın, o'nun [Peygamber'in] eşleri, onların [mü’minlerin] analarıdır. Ve akrabalar; Allah'ın yazgısında onlardan bir kısmı, bir kısmındandır, –velîlerinize ma‘rûfu yapmanız dışında– mü’minlerden ve muhacirlerden daha önceliklidirler. Bu, Kitap'ta yazılmıştır. (Ahzâb/6)

Peki, velîleşirseniz [yönetimi ele geçirirseniz], yeryüzünde kargaşa çıkarmayı ve akrabalık bağlarınızı paramparça etmeyi mi umdunuz? (Muhammed/22)

Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler; Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmayan, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren,. Rabb'lerine haşyet duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler, Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş, salâtı ikâme etmiş ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmiş ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra‘d/19-24)

Şüphesiz Allah bir sivrisineği, hatta daha üstü [daha küçük] olan bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İşte iman eden kimseler bilirler ki, şüphesiz o, hakktır, Rabb'lerindendir. O küfretmiş olan kimseler de artık, “Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?” derler. O [Allah], onunla bir çoklarını şaşırtır, onunla bir çoklarını kılavuzlar. O [Allah], onunla sadece, söz verip andlaştıktan sonra Allah'ın ahdini [verdikleri sözü] bozan, Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi kesen ve yeryüzünde bozgunculuk yapan fâsıkları şaşırtır. İşte bunlar, zarara uğrayanların ta kendileridir. (Bakara/26-27)

Ve bundan sonra, inanan ve hicret eden ve cihad eden kimseler; artık onlar da sizdendirler. Akraba olanlar da, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir. (Enfâl/75)

2. Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur.

3. Ve eğer ki yetimleriniz konusunda hakkaniyetsizlikten korktuysanız; o takdirde sizin için hoş olan, o kadınlardan [yetimlerin kadınlarından] ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlayın. Şâyet o takdirde de adaleti gözetemeyeceğinizden korktuysanız, bir tanesini ya da yeminlerinizin sahip olduğunu nikâhlayın. Bu, hakksızlığa sapmamanız için en uygunudur.

4. Ve o kadınlara [yetimlerin kadınlarına] mehirlerini seve seve veriniz. Artık kendileri ondan [alacaklarından] bir kısmını size hoş ederlerse [ikramda bulunurlarsa] de onu afiyetle, çekinmeden yiyiniz.

5. Ve Allah'ın, ayakta kalmanız için size vermiş olduğu mallarınızı bu sefihlere [aklı ermezlere; reşit olmamış yetimlere] vermeyiniz. Ve onları o mallarda rızıklandırın ve onları giyindirin. Ve onlara ma‘rûf söz söyleyin.

6. Ve bu yetimlerinizi nikâha ulaşıncaya kadar belalandırınız [sıkı bir eğitim vererek olgunlaştırınız]. Sonra da eğer kendilerinde rüşd hissederseniz mallarını kendilerine hemen teslim ediniz. Onlar büyüyecekler diye onların mallarını saçıp savurup yemeyin de. Ve kim zengin ise artık o iffetli davransın. Kim de fakir ise artık o da ma‘rûf ile yesin. Sonra da onların [yetimlerin] mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman, onlar üzerine şâhit tutunuz. Hesap sorucu olarak da Allah yeter.

7. Ana-baba ve akrabaların terekesinde o erkeklere [erkek yetimlere] bir pay vardır. Ana-baba ve akrabaların terekelerinde de az olsa da çok olsa da farz kılınmış bir nasip olarak o kadınlara [kız yetimlere] da bir pay vardır.

8. Taksime yakınlar, yetimler ve miskinler hazır bulunduğu zaman da onları ondan rızıklandırın ve onlara ma‘rûf söz söyleyin.

9. Ve arkalarında zayıf zürriyet bıraktıkları takdirde endişe edecek olanlar, ürpersinler ve de Allah'a takvâlı davransınlar ve belgelenmiş söz söylesinler.

10. Kesinlikle yetimlerin mallarını hakksız yere yiyen kimseler, muhakkak ki karınlarının içinde ateş yerler. Ve yakında ateşi alevli cehenneme yaslanacaklardır.

Bu âyetlerde de tüm insanlığa seslenilmeye devam edilmekte, yukarıda “akrabalığa takvâlı davranın” şeklinde verilen genel direktif özelleştirilerek, toplumun yetimlerine kendi öz çocukları gibi ilgi göstermeleri, onları kendi öz çocukları gibi yetiştirmeleri istenmektedir. Bu âyet grubundaki ilkeler şöyle sıralanabilir:

• Yetimlerin malları verilmelidir.

• Vasîler yetimlerin mallarını kendi mallarına katarak yememelideler. (Bunu yapmak temizi pise değişmektir, kesinlikle büyük bir suçtur.)

• Yetimlerin mağdur olacağından korkulduğunda, uygun olan yetimlerin kadınlarından ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlamak sûretiyle yetimler üvey evlât konumuna getirilmelidir. (Yetimler, akraba-evlât muamelesi görerek iyi şartlarda yetiştirilmelidir.)

• Bu sosyal kampanya neticesinde yetimlerin kadınlarından alınan eşler arasında adaletin gözetilememesi korkusu varsa, yetimlerinden kadınlarından bir tanesi nikâhlanmalı; bu da mümkün olmazsa, sosyal kampanyaya, “yeminlerle sahip olunan bir kadın” nikâhlayarak dahil olunmalıdır.

• Bu sosyal kampanyada nikâhlanan yetimlerin kadınlarına mehirleri seve seve verilmelidir. (Kendilerinin bağışlaması sorun teşkil etmez.)

• Yetimlerin malları, reşit oluncaya kadar yetimlerin tasarrufuna verilmemelidir. Malı olan kimse, yetimlerin yeme-içme ve giyinme masraflarını kendi malından yapılmalıdır.

• Yetimlere ma‘rûf söz söylenmelidir.

• Yetimler evleninceye kadar gözetim altında tutulmalı, reşit oldukları vakit malları kendilerine teslim edilmeli, malların teslimi şâhitler huzurunda yapılmalıdır.

• Büyüyecek ve mallarını alacaklar düşüncesiyle yetimlerin malları saçılıp savurulmamalı; zengin vasî iffetli davranmalı, fakir vasî ma‘rûf ölçüde yemelidir.

• Yetimler, ana-baba ve akrabaların terekesinden erkek, kız ayırımı yapılmadan eşit pay almalıdır.

• Miras taksimi esnasında yetimlerin geçinmesi için de pay (yetim payı olarak veraset vergisi) alınmalıdır. (İnsanlar, kendi çocuklarının yetim kaldığını düşünerek bu konuya yaklaşmalıdır.)

• Yetimlerin mallarını hakksız yere yiyen kimseler, muhakkak ki karınlarının içinde ateş yerler. Ve böyleleri yakında ateşi alevli cehenneme yaslanacaklardır.

Taner
9. August 2010, 02:14 AM
YETİM

Yetim, aslında, “tek, yalnız kalmış” demektir. Bu cihetle babaları ölüp de yalnız kalmış kimselere, “yetim” denir. İnsanlarda yetimliğin baba tarafından; hayvanlarda yetimliğin ise, ana tarafından olduğu söylenir. Esasen yetim, “babadan ayrı olan büyük ve küçük” için kullanırken; örfte, henüz “büluğa ermemiş kimseler” için kullanılır.

Yetim hukukunu esas alan bu pasajdaki 2. âyetin iniş sebebi hakkında şu olay nakledilir:

Mukâtil ve el-Kelbî'nin açıklamalarına göre bu âyet-i kerîme, çokça malı bulunan ve yetim olan bir kardeşinin oğlu bulunan Gatafanlı bir kişi hakkında nâzil olmuştur. Yetim, ergenlik çağına varınca, amcasından malını kendisine vermesini istedi, fakat amcası malını ona vermedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bunun üzerine amcası, “Çok büyük bir günah işlemiş olmaktan Allah'a sığınırım” diyerek malı yeğenine iade etti.[5]

3. âyet, maalesef rivâyetlerin etkisiyle çarpıtılmıştır. Şöyle ki:

Lafız, Müslim'in olmak üzere hadis imamlarının rivâyetine göre Urve b. ez-Zübeyr, Hz. Âişe'den yüce Allah'ın, Eğer yetim kızlara adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: “Bu velîsinin himâyesinde bulunan yetim kız hakkındadır. Bu kızın malı velîsinin malı ile bir arada bulunmaktadır. Malı ve güzelliği ile velîsinin hoşuna gittiğinden, o da onunla evlenmek ister. Fakat ona vereceği mehirde adaletli davranarak, başkasının ona verdiği kadar mehir vermek istemez, İşte bu gibi yetim kızlara adaletli bir şekilde davranmadıkça ve böylelerine onlara ödenebilen mehirin azamî miktarını ödemedikçe nikâhlamaları yasaklandı. Bunların dışında kalan ve kendileri için helâl olan kadınları nikâhlamakla emrolundular.”[6]
ÂYETİNİN NÛZÜL SEBEBİ

Urve'den rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: Aişe'ye (r.anha), Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız… âyetinin manası nedir? diye sorunca, o şöyle dedi: “Yeğenim! Bu yetim kızdır. O, velîsinin evinde bulunur, velîsi onun malına ve güzelliğine kapılır. Ancak ne var ki, en düşük bir mehirle onu kendine nikâhlamak ister. Sonra onu kendine nikâhlayınca, onu kendisine karşı müdafaa edecek ve kötülüğünü ondan savuşturacak bir kimsenin bulunmadığını bildiği için, ona adi bir şekilde davranır. İşte bunun için Cenâb-ı Hakk, Eğer, nikâhladığınız zaman yetimlere zulmetmekten korkarsanız, onların dışında size helâl olan kadınlardan nikâhlayınız buyurmuştur.” Hz. Aişe sözüne devamla şöyle demiştir: “Sonra insanlar, bu âyetin peşinden, yetimler hakkında Hz. Peygamber'den fetva istediler. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hakk, Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: “Onlara dair fetvayı Allah veriyor: Kitapta yetim kadınlar hakkında size okunan...” (Nisâ/127) âyetini inzâl buyurmuştur. Buradaki, kitapta, yetim kadınlar hakkında size okunan... ifadesinden murad, bu âyetteki, Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız (Âl-i İmrân/3) ifadesidir.”[7]

İkrime'den rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: Bir adamın yanında hem hanımları, hem de yetimler bulunurdu. Kendi malını hanımlarına harcayıp, hiç malı kalmayarak muhtaç duruma düşünce, bu sefer hanımlarına yetimlerin mallarını harcamaya başlar. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hakk, Zevceler çok olduğu zaman, eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, biliniz ki bu korkunun yok olması için, dörtten fazla kadın nikâhlamanız size haram kılınmıştır. Dört kadının hukukuna riâyet edememekten de korkarsanız o zaman bir kadın kâfidir” buyurmuştur. Allah Teâlâ burada fazla tarafı, yani dördü; eksik tarafı, yani biri zikretmiştir. Böylece de, bu iki sayı arasındaki sayılara dikkati çekmiş ve adeta, “Eğer dörtten korkarsanız üç; üçten korkarsanız iki; ikiden korkarsanız bir hanım size yeter” demiştir. Bu, en uygun görüştür. Buna göre Allah Teâlâ, çok kadınla evlenmesi hâlinde daha fazla harcamada bulunmak zorunda kalacağından, bu sebeple de yetimin malına el uzatması muhtemel olacağından, velîyi çok kadınla evlenmekten sakındırmıştır.[8]

Bu âyet, evlilik veya teaddüd-i zevcât hukukunu değil, yetim hukukunu düzenlemektedir. Oysa rivâyetler ve onlara dayanarak görüş beyân edenler âyeti, yetim hukuku konusundan uzaklaştırıp çok eşlilik müessesesinin icadına malzeme yapmışlardır.

Toplumda din adına yapılan yanlışların en önemlilerinden biri de, erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesidir.

Çok uzun zamandan beri Kur’ân'ı anlamaya hasretmiş bir kişi olarak amacımız; yanlışlarını Kur’ân'a-İslâm'a fatura etmeye çalışanların karşılarına Kur’ân ile dikilmek ve bu gibi yanlışların Allah'ın arı-duru dininden temizlenmesine hizmet etmektir. Yoksa, kadın hakkları savunucusu olmak, kadınların avukatlığını yapmak gibi bir niyetimiz yoktur. Şam ve Ezher ulemasından bazıları, –Mustafa es-Sıbâî'nin Kadının Adı isimli eserinde ifade ettiği gibi– burada tahlilini yapacağımız âyetleri, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn dönemlerinden bu yana anlayanın olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bize göre bu âyetlerin anlaşılamaması veya yanlış anlaşılması, âyetlerin orijinalindeki bir kusurdan değil, âyetlerin rivâyetten hareketle anlaşılmaya çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Hadis kitaplarında yer alan ve “Urve Hadisi” diye meşhur olan rivâyeti esas alan ulema, âyetleri, parantezli veya parantezsiz birçok eklentiler yaparak veya bazı sözcükleri yok sayarak ya da gerçek anlamları dışında kullanarak, rivâyete uygun şekilde anlamaya ve anlatmaya çalışmışlardır. Şimdi “teaddüd-i zevcât”ın meşruiyetinin kaynağı olarak gösterilen Nisâ/1-3 âyetlerini tahlil edelim:

Ve eğer ki yetimleriniz konusunda

اليتامى [el-yetâmâ/yetimleriniz] sözcüğü, piyasadaki meal ve tefsirlerin bazılarında, 2. âyette “yetimler”, 3. âyette “kız yetimler” şeklinde çevirilmiş ve cümleye, “evlendiğinizde” diye –alâkasız– bir sözcük eklenmiştir.

hakkaniyetsizlikten korktuysanız;

2. âyette insanlara, “yetimlerin hakklarına saygılı olmamaları, onların mallarını yememeleri ve mallarını kendilerine iade etmeleri” emredilmişti. Ancak, konunun bu kadarla kapanmadığı, Ve eğer ki yetimleriniz konusunda hakkaniyetsizlikten korktuysanız ifadesiyle bildirilmektedir. Bu ifade, 2. âyetteki, “yetimlerin mallarını yememek, mallarını onlara iade etmek” yükümlülüğü dışında, insanlara bir de “yetimler hakkında hakkaniyeti korumak” görevi yüklemektedir. Bu ilâve görev ise; yetimlere, öz evlâtlara davranıldığı gibi davranılmasından başka bir şey değildir. Âyette, “geçmiş zaman kipi” kullanılmış olması, bunun bir görev, bir mecburiyet olduğunu göstermektedir. Eğer âyette, “hakkaniyetsizlikten korkuyorsanız” denseydi, insanlara bir tercih imkânı verilmiş olur ve baştan hakkaniyeti koruyamayacağını düşünen insanlar, hakkaniyeti korumakla ilgili bir çaba sarf etmeden, kendilerine bir sonraki cümlede gösterilen yolu tercih edebilirlerdi. Ama âyette, hakkaniyetsizlikten korktuysanız denmek sûretiyle, insanların önce hakkaniyeti yerine getirmekle görevli oldukları bildirilmiş olmaktadır. Eğer hakkaniyeti sağlayamadıkları ortaya çıkmış ve insanlar bundan korkuyor iseler, bir sonraki cümlede kendilerine gösterilen diğer seçeneği uygulayacaklardır. Dolayısıyla, buradaki fiilin geçmiş zaman kipinde olması insanlara, yetimlerin topluma iyi birer fert olarak kazandırılması görevini yüklemekte ve bu görevi yerine getirmek için bir çaba sarf etmeden kendilerine gösterilen diğer seçeneği tercih etmelerine engel olmaktadır.

o takdirde sizin için hoş olan,

Yani, “öncelikle helâl, evlenilmesinde sakınca olmayan, yaşı yaşınıza denk, ihtiyaçlarını karşılayabileceğiniz, varsa sorunlarını giderebileceğiniz, yeni bir probleme sebep olmayacak ve hoşlandığınız uygun kadınlar...”

o kadınlardan [yetimlerin kadınlarından]

Arapça'da, nekre [belirsiz] olan sözcükler, “lâm-ı tarif” veya “izâfet” [belirtili isim tamlaması] ile belirli/özel hâle getirilirler. “Lâm-ı tarif” ile özelleştirilmiş sözcüklerin ifade ettiği anlamın daha iyi anlaşılmasını sağlamak için “izafet-i maneviyye” ile sağlamasını yapmak en uygun yoldur. Bazı hâllerde de izafet'te muzafun ileyh hazfedilip bundan bedel olarak “lam-ı tarif” getirilir. Burada da النّساء [en-nisâ’/o kadınlar] sözcüğünün önünde marife takısı olan ال [el] bulunmakta ve “o kadınlar” sözcüğü, belirli/özelliği olan kadınları ifade etmektedir. Yani, buradaki “lâm-ı tarif”, hazfedilmiş olan el-yetâmâ kelimesinden bedel olup tamlamanın takdiri, من نساء اليتامى [min nisâe'n-yetâmâ/o yetimlerin kadınlarından] şeklindedir.

Bunun böyle olduğunun kanıtı ise, bu sûrenin 127. âyetidir: Senden o kadınlar [yetimlerin kadınları] hakkında fetva istiyorlar. De ki: “Onlar hakkında fetvayı Allah ve ‘kendilerine farz kılınmış olanı vermediğiniz ve kendilerini nikâhlamaya rağbet etmediğiniz kadınların yetimleri hakkındaki ve ezilmek istenen çocuklar hakkındaki ve yetimler için hakkaniyeti ayakta tutmanız hakkındaki Kitap'ta size okunanlar’ verir. Ve hayırdan ne işlerseniz, biliniz ki, şüphesiz Allah onu en iyi bilendir.”

Fetva; “problemli, anlaşılmayan zor bir konuda, meseleyi açıklığa kavuşturmak, doğru olanı açıklamak” demektir. Yani, bu âyetten, insanların Peygamberimize, “Bu yetimlerin kadınlarının hâli ne olacak, bu problem nasıl çözülecek?” diye sordukları ve soruna çözüm bulmasını istedikleri anlaşılmaktadır.

İnsanlar konuyu Peygamberimize olumsuz yönüyle götürüp çözmesini istemişlerdir. Çünkü bu âyet, Nisâ/1-10 âyetlerinin beyânıdır ve ilk 10 âyetten anlaşılıyor ki, insanlar yetimlerin kadınlarını isteyerek nikâhlamamakta, Allah tarafından bir görev olarak nikâhlamaya zorlanmaktadırlar. Yukarıda belirttiğimiz gibi buradaki النّساء [en-nisâ’/o kadınlar] ifadesi de, “yetimlerin kadınları” demektir ve bunlar, hakklarında fetva istenen kadınlar olup, aynı zamanda 3. âyetteki النّساء [en-nisâ’/o kadınlar] sözcüğü ile kastedilenlerdir; yani, yetimlerin anneleri, teyzeleri, nineleri gibi, yetimlere bakmakla yükümlü olan ve tabiî ki nikâhlanmaya uygun olan kadınlardır.

Âyetteki, يتامى النّساء [yetâmâ'n-nisâ’] tamlaması ise, “o kadınların yetimleri” demektir. Dikkat edilirse bu âyette ifade, 3. âyettekinin tersinden ifade edilmektedir. Zira 3. âyette, “yetimlerin kadınları” denilirken, 127. âyette “kadınların yetimleri” denilmektedir.

النّساء يتامى [yetâmâ'n-nisâ’/o kadınların yetimleri] ifadesi, belirtili isim tamlaması olmasına rağmen piyasadaki meal ve tefsirlerin bazılarında sıfat tamlaması olarak manalandırılmış ve Arapça dilbilgisinin çok basit kurallarını bilenler tarafından bile hemen fark edilebilecek bir hata ile “yetim kadınlar” şeklinde Türkçe'ye çevirilmiştir. İşte bu Nisâ/127'deki النّساء يتامى [yetâmâ'n-nisâ’/o kadınların yetimleri] tamlaması, 3. âyetteki النّساء [en-nisâ’/o kadınlar] sözcüğünün hangi anlamla özelleşmesi gerektiğinin ipucudur. Âyetteki, okunan âyetler ifadesiyle, Nisâ/1-10 âyetleri kastedilmektedir.

İlim adamlarının 3. âyeti yanlış anlamaları, Urve rivâyetini esas almaları, rivâyeti Kur’ân'a takdim etmeleri sebebiyledir. İlmini, dirâyet ve cesaretini takdir ettiğimiz nice bilginler de maalesef geleneğin baskısıyla 3. âyete ekleme ve çıkarmalar yapmak, sözcükleri yanlış anlamlara çekmek ve izafeti, sıfat tamlaması olarak manalandırmak sûretiyle hatalarını sürdürmüşlerdir.

Piyasadaki meal ve tefsirlerin bazılarında, النّساء [en-nisâ’/o kadınlar] ifadesinin marife oluşu hiç dikkate alınmamış; ayrıca, cümleyi anlayamayan bu eser sahipleri, kelimenin başına bir de tam belgisizlik ifade eden “diğer” sözcüğü eklemişlerdir.

İkişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlayın.

Âyetteki مثنى [mesnâ], ثلاث [sülâse] ve رباع [rubâ‘] sözcükleri, üleştirme sayı sıfatları olup, “ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder” demektir. Dolayısıyla bu ifadeyle; “yetimlerin kadınlarından ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlayın” denmek istenmiş; kesinlikle “ikinci kadını nikâhlayabilirsiniz, üçüncü kadını nikâhlayabilirsiniz, dördüncü kadını nikâhlayabilirsiniz” denmek istenmemiştir.

Buradaki anlamı aşağıdaki şekilde açıklamak mümkündür: Ey insanlar! (Sûrenin başındaki hitap sadece Müslümanlara değil, tüm insanlara; yani topluma, kamuya, kamu yönetiminedir) Toplumdaki yetimlere karşı adalet sağlanamamışsa, yetimler mağdur durumda ise; toplanacaksınız ve yetimlere bakmakla mükellef olan kadınları ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlamak üzere bir kampanya düzenleyeceksiniz. Böylece yetimler üvey çocuklarınız, yetimlere bakmakla mükellef kadınlar da eşleriniz olacak. Bu durumda, yetimler ile onlara bakmakla mükellef kadınlar akrabalarınız olacak, siz de onlara akrabalık hakk ve hukukunu uygulayacaksınız.

Piyasadaki meal ve tefsirlerde, yapılan eklemelere rağmen ifadelerde görülen anlam bozuklukları ve cümle düşüklükleri, bu eser sahiplerinin âyeti anlayamadıklarını göstermektedir. Yine, bu meal ve tefsir sahiplerinin, âyeti kavrayamadıklarını gösteren bir diğer husus da, âyetteki nikâhlayın emrinin vücub değil nedb ifade ettiğini ileri sürmeleridir. Yani, onlara göre âyet, Müslümanlara iki, üç, dört kadınla evlenmeyi mecbur kılmıyormuş, “ister evlenin ister evlenmeyin, serbestsiniz” anlamında bir keyfîlik ifade ediyormuş. Bu nedenle de isteyen, ikinci, üçüncü ve dördüncü kadını nikâhlayabilirmiş. Hâlbuki, yukarıda gösterdiğimiz gibi, âyetin dörde kadar evlenebilmekle hiç ilgisi yoktur. Âyet, olağanüstü hâllerde (yetimlerin mağduriyetleri söz konusu olduğunda) başvurulması gereken bir kampanyadan bahsetmekte ve insanları (evli olsun, bekâr olsun) bu kampanyaya katılmaya mecbur kılmaktadır.

Şâyet o takdirde de adaleti gözetemeyeceğinizden korktuysanız, bir tanesini ya da yeminlerinizin sahip olduğunu nikâhlayın.

Yani, yetimlerin kadınlarının ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder paylaşılması sonucunda, eşler arasında yeme-içme, barınma ve evlilik ilişkileri bakımından adaletli davranamayacaksanız, yetim kadınlardan bir tanesini nikâhlayın ya da “yeminlerinizin mâlik olduğunu; himâyenizde olan kadını nikâhlayın.

Görüldüğü gibi, bu sosyal kampanyadan kaçış yoktur. Olağanüstü hâllerde yapılacak olan bu kampanyaya herkes katılmak ve toplumdaki sorunun çözümüne katkıda bulunmak zorundadır.

Genellikle, “Bir tane ile yetinin” denilerek, âyette bulunmayan bir kelime (“yetinin” kelimesi) uydurulmaktadır. Oysa âyette, “yetinin” diye bir yüklem yoktur, âyetteki yüklem, “nikâhlayın”dır.

Konuyla ilgili Kur’ân âyetleri gâyet açık ve net iken, âyetin anlamı, Nisâ/3 hakkında Âişe'ye isnad edilen rivâyete göre ayarlanmıştır. Urve hadisi denilen bu rivâyet, bazı farklılıklarla bir kaç yoldan nakledilmiştir. Bunların en detaylısı ise Sahîh-i Buhârî'deki metindir:

İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Urve ibn Zübeyr haber verdi ki, kendisi Âişe'den, Allah Teâlâ'nın, Eğer yetimleriniz hakkında adaleti koruyamayacağınızdan korktuysanız... (Nisâ/3) sözünün ne anlama geldiğini sormuş. Âişe de şöyle demiştir:

— Ey kız kardeşimin oğlu! Bu âyetteki yetim kız,[9] velîsinin velâyet ve vesâyeti altında bulunup malında erkeğe ortak yapar. Kızın malı ve güzelliği, velîsi olan erkeğin hoşuna gider. Bu sebeple velîsi onunla evlenmek ister. Fakat kızın mehrinde adalet etmek ve başkasının vereceği kadar mehir vermek istemez. İşte bu âyette o çeşit velîlerin velâyeti altındaki yetim kızları –hakklarında adalet ve onların mehirlerini en yüksek miktarına yükseltmedikçe– nikâh etmeleri nehyolunup, bunlardan başka kendilerine helâl olan kadınlardan nikâh etmeleri emrolunmuştur.

Âişe devamla dedi ki:

— Bu âyet indikten sonra insanlar Rasûlullah'a sorup fetva istediler. Bunun üzerine Allah, Senden yetimlerin kadınları hakkında fetva isterler... (Nisâ/127) âyetini indirdi.

Âişe dedi ki:

— Yüce Allah'ın bu diğer âyetteki, ve terğabûne en tenkihûhünne (Nisâ/127) kavli de, herhangi birinizin himâyesinde bulunan yetim kıza, mal ve güzelliği az olduğu zaman onunla evlenmeye rağbet göstermemesidir.

Âişe dedi ki:

— Bu mal ve güzelliği az olan yetim kızlara rağbet etmediklerinden dolayı malına ve güzelliğine rağbet ettikleri yetim kızları –adalete riâyet etmedikçe– nikâh etmekten yetim velîleri nehyolundular.[10]

Peygamberimizin özellikleri hakkında yöneltilen sorulara Kur’ân ile cevap veren Âişe'nin, Kur’ân'ı anlama hususundaki dirâyeti herkes tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla, açık ve net ifadesiyle herkesin anlayabileceği bu âyetin, Âişe tarafından –rivâyette ona isnad edildiği gibi– metne aykırı olarak yorumlanmış olması hiç de inandırıcı değildir.

Ama ne yazık ki, Âişe'ye atfedilen bu açıklamalar sebebiyle bu âyetler yanlış anlaşılmış, âyetin metnini Âişe'nin anlatımına uydurabilmek için kelimelerin önüne ve arkasına kural dışı eklemeler yapılmış ve ortaya –âyetlere aykırı olarak– teaddüd-i zevcât [çok evlilik] kurumu çıkarılarak, zorlama yorum ve uydurma gerekçelerle Müslümanlara kabul ettirilmek istenmiştir. Bu zorlama yorum ve uydurma gerekçelerden bazıları şunlardır:

• Çok evlilik, İslâm tarafından vaz‘ edilmemiş, eski toplumların tümünde, Hristiyanlık ve Yahûdilik'te de bu uygulama varmış. Tevrât'a göre Süleymân peygamberin 700'ü hür, 300'ü câriye olan 1.000 hanımı varmış.

• Savaş ve umumî felâket gibi bazı hâllerde kadın sayısı erkek sayısından çok olurmuş. O zaman çok eşlilik, sosyal zaruret hâlini alırmış. (Ya tersi olursa?)

• Kadın kısır olup erkek de çocuk istediğinde, teaddüd-i zevcâttan başka çare yokmuş. (Ya erkek kısır olursa?)

• Kadın müzmin bir hastalığa müptelâ olduğunda, yine teaddüd-i zevcâttan başka çare yokmuş. (Ya erkek müzmin bir hastalığa müptelâ olursa?)

• Erkek cinsel istek yönünden güçlü olur, eşi de yaşlı, aybaşılı, lohusa ya da hamile vs. olursa, teaddüd-i zevcâttan başka çare yokmuş. (Peki kadının canı, duygusu, hazzı yok mu? Erkeğe tanınan hakklar, kadın için söz konusu olmuyor mu? Kadın erkeği tatmin için mi yaratıldı ya da görevlendirildi?)

Meal, tefsir ve fıkıh kitaplarında, Nisâ/3'ün anlamı Urve rivâyetiyle örtülmüş, kelimelerin evvel ve âhirine alâkasız eklemeler yapılmış ve çok evliliğe izin çıkartılmaya gayret edilmiştir. Ardından da, akl-ı evveller tarafından bunun sosyal ve bireysel zorunluluk olduğu iddia edilmiştir.

Ama işin aslının öyle olmadığı, yukarıda görüldüğü üzere aşikârdır. Yani İslâm'da, normal şartlarda çok evlilik yoktur. Çok evlilik, ancak olağanüstü durumlarda; yetimlerin himayesi için uygulanan sosyal bir kampanyadır. İslâm'a göre çok evlilik, kamusal kararla topluca uygulanır, kişisel olarak uygulanamaz. Peygamberimizin çok evliliği ise, özel durumlardan kaynaklanmış olup sadece o'na özgü bir uygulamadır.

Sûrenin, yetim hukukunu ön plana çıkaran bu pasajının 4. âyetinde, Ve o kadınlara [yetimlerin kadınlarına] mehirlerini seve seve veriniz buyurularak, olağanüstü şartlarda gerçekleştirilen yetim kadınlarıyla evlilikte de mehirin ihmal edilmemesi ihtar edilmektedir. Mehir konusu ileride nikâhla ilgili pasajda gelecek olmakla birlikte biz mehirin mahiyetini burada sunuyoruz:

MEHİR

المَهر [mehr] sözcüğüyle aynı kökten gelen مهارة[mahâret/beceriklilik] ve ماهر [mâhir/becerikli-uzman] sözcükleri yaygın olarak kullanılmaktadır.

المهر[mehr] sözcüğünün esas anlamı, “yüzmek”tir.[11] Buradan hareketle ve sözcüğün yaygın olan “beceriklilik” anlamı da dikkate alındığında mehr sözcüğünün, “işini yüzdürmek, her işi becerebilmek” veya “işi garantiye almak” anlamına geldiği söylenebilir.

Asıl anlamı bu olmakla birlikte mehr sözcüğü, “evlilik esnasında kocası tarafından kadına ödenen para ya da mal” anlamında kullanılır olmuştur. Fakat, sözcük Kur’ân'da bu anlamıyla kullanılmaz, “evlilik esnasında koca tarafından kadına ödenen mal veya para” için Kur’ân, الصّدقة [saduqa], فريضة[farîza], اوجور[ucûr], sözcüklerini kullanır.

الصدقة[saduqa] sözcüğü, ص د ق[sdq/doğru söylemek] kökünden gelir. Dolayısıyla sözcüğün, “doğru söylemek” anlamı esas alınırsa, “evlilik esnasında koca tarafından kadına ödenen mal veya para”yı ifade eden saduqa sözcüğünün Kur’ân'da, “geçimin sağlanacağına sadakat/doğru söz ile verilen güvence” anlamında kullanıldığı anlaşılır.

“Evlilik esnasında koca tarafından kadına ödenen mal veya para” –ki “mehir” ismiyle yaygınlık kazanmıştır– için bazı âyetlerde, أجر [ecr/ücret; bir şeyin karşılığı] kelimesi kullanılır. Bunun da, “kadının onurundan feda ettiklerinin karşılığı” olarak anlaşılması mümkündür.

Aslında, evlenecek erkeğin kıza-kız tarafına para veya mal vermesi geleneği, değişik din ve kültürlerde bilinmekte ve bu uygulamanın geçmişi çok eskilere dayanmaktadır. Bu, değişik kültürlerde “başlık parası”, “mohar”, “drahoma”, “kalın”, “ağırlık”, “namzetlik akçesi” gibi isimlerle anılmıştır. Bunun Kur’ân'daki örneği, Mûsâ peygamberin Medyen'deki evliliğidir:

O [kızların babası] dedi ki: “Sekiz yıl bana çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; sana ağırlık vermek de istemem. İnşâallah beni sâlihlerden bulacaksın.” O [Mûsâ], “Bu seninle benim aramdadır; bu iki ecelden [iki süreden] hangisini gerçekleştirirsem demek ki, bana karşı düşmanlık/sorumluluk yok. Ve söylediklerimize Allah vekîldir” dedi. (Kasas/27-28)

Mûsâ Reuel'in yanında kalmayı kabul etti. Reuel de kızı Sippora'yı o'nunla evlendirdi.[12]

Bu geleneğin İslâm'a kadarki uygulamalarında dikkat çeken husus, yapılan ödemelerin daima kızın ailesine yapılmasıdır. Nitekim İslâm öncesi Araplarda da mevcut olan uygulamada da mehir, kıza değil, kızın ailesine verilirdi. İslâm'da ise mehir, evlenecek kadının bizzat kendisine verilir; verilen mal ya da para bizzat kadına ait olur.

KUR’ÂN'DA MEHİR

Kur’ân'da mehirin konu edildiği âyetler:

Eğer kadınları, kendilerine dokunmadan veya onlara bir mehir takdir etmeden boşarsanız size bir günah yoktur. Ve onları kazançlandırın. Geniş olan hâline göre, eli dar olan da hâline göredir. Ma‘rûfa göre kazanç, muhsinler [iyilik-güzellik üretenler] üzerine bir borçtur. Ve eğer onları, kendilerine dokunmadan önce boşar ve mehri de kesmiş bulunursanız, o zaman borç, o kestiğiniz miktarın yarısıdır. Ancak kadınlar veya nikâh akdini elinde bulunduran kimse bağışlarsa başka. Ve bağışlamanız takvâya daha yakındır. Aranızdaki fazlalığı da unutmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. (Bakara/236-237)

Ve o kadınlara [yetimlerin kadınlarına] mehirlerini seve seve veriniz. Artık kendileri ondan [alacaklarından] bir kısmını size hoş ederlerse [ikramda bulunurlarsa] de onu afiyetle, çekinmeden yiyiniz. (Nisâ/4)

Size, anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, teyzeleriniz, halalarınız, erkek kardeşinizin kızları, kız kardeşinizin kızları, sizi emzirmiş olan anneleriniz, sütten kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri, birleşme yaptığınız kadınlarınızın eski kocalarından doğup evinizde bulunan üvey kızlarınız –birleşme yapmadıysanız bir sakınca yok size–, kendi sulbünüzden olan oğullarınızın hanımları ve iki kız kardeşin arasını birleştirmeniz –eski yapılıp geçenler hariç–, yeminlerinizin sahip oldukları hariç, muhsan kadınlar [nikâhlı kadınlar da haram kılındı. Allah çok affedici, çok merhametlidir. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında iffetlerinizi koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla, muhsanlaşacak [evlenecek] kadın aramanız size helâl kılındı. Öyleyse onlardan ne ile faydalandıysanız, farz bir görev olarak ücretlerini ödeyiniz. Zorunlu ödemenizden sonra, rızalaştığınız şeyde size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah en iyi bilen ve hikmet sahibi olandır. Ve sizden her kim hür mü’min kadınları nikâh edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da, yeminlerinizin mâlik olduğu mü’min genç kızlarınızdan nikâhlamak var. Ve Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Sizin bazınız bazınızdandır. O hâlde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen sahiplenilmiş kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle onları [yeminlerinizin mâlik olduklarını] nikâhlayın ve örfe uygun bir şekilde ücretlerini [mehirlerini] verin. Sahiplenildiklerinde fâhişe işlerlerse, o zaman onlara hür kadınlara verilen azabın yarısı verilir. –İşte bu sizden günah işlemekten ürperen kimseleredir.– Ve eğer sabrederseniz sizin için daha hayırlıdır. Ve Allah gafûr'dur, rahîm'dir. (Nisâ/23-25)

Bu gün size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara helâldir. Mü’minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak –onlara ücretlerini/mehirlerini ödediğiniz takdirde– size helâl kılındı. Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O, âhirette hüsrana uğrayanlardandır. (Mâide/5)

Ey Peygamber! Şüphesiz Biz, sana, ecirlerini [mehirlerini] verdiğin eşlerini helâl kıldık. (Ahzâb/50)

Yukarıdaki âyetlerden açıkça anlaşılacağı üzere Kur’ân'da konu edilen mehir, diğer din ve kültürdeki “başlık”, “mahor”, “drahoma”ya benzememektedir.

Mehir konusunun doğru anlaşılabilmesi için, İslâm dininin kadına bakışının iyi bilinmesi gerekir:

• Kadın, beden ve cesaret yönünden erkeğe göre zayıf, cinsel organ yönünden savunmasız (Nisâ/34) olmakla birlikte, öz benlik olarak erkekten farklı değildir. Çünkü öz benliğin cinsiyeti yoktur. Herkesin öz benliğinin iyi ve kötü tarafları, kişilerin özgür iradeleri ile oluşmuş inanç ve amelleri sonucu ortaya çıkar. Diğer taraftan ise kadın, şefkat, merhamet, eğiticilik, öğreticilik gibi hissî konularda erkekten daha güçlüdür.

• Kadın tarladır, kültürdür (Bakara/223). Toplumların, maddî ve manevî varlıklarını sürdürmeleri kadına bağlıdır.

• Kadınların geçimleri, erkekler üzerine yüklenmiştir. Böylece kadınların dağ-taş geçim temini peşinde koşmaları ve tek başlarına seyahate çıkmaları neticesinde taciz ve tecavüze uğrama riski ve istismar edilme olasılığı ortadan kaldırılmıştır. (Nisâ/34)

• Kadının dul kalması hâlinde hemen evlenmesine izin verilmemiş, “iddet” kuralı getirilmiştir. (Bakara/228, Ahzâb/49, Talâk/4)

Bütün bu hususlar dikkate alındığında, İslâm dinindeki mehirin mahiyeti daha iyi anlaşılır. Kur’ân'a göre mehir; kadının “geçim sigortası”dır. Bu kural, kadının zayıflığından değil, –kadının sosyal ve kültürel yönden önemine binaen– korunması gerektiğindendir. Dul kalması durumunda “iddet” süresince geçinebileceği bir mal ya da paranın kadına verilmesi, onun geçimini sağlamak için uğraşmasına, yuvasından uzaklaşıp sıkıntılara katlanmasına gerek bırakmayacaktır. Böylece kadın, taciz ve tecavüz riskinden uzak olacaktır. Kısacası Allah, kadını onurlandırmak, korumak ve mağduriyetini engellemek için ona mehir verilmesini emretmiştir.

Kur’ân'da mehirin miktarı belirlenmemiş; özüne uygun olarak her çağda, o çağın şartlarına uygun olarak belirlenmesi için toplumlara bırakılmıştır.

Mehirin amacı kadını himâye etmek olduğuna göre, ideal olanın; ekonomik açıdan kadının kocasına muhtaç olmayacak ölçüde ve sosyal açıdan özgüvene sahip nitelikte yetiştirilmesinin gerektiği ortaya çıkar. Nitekim Allah kocalara, Ve o kadınlara [yetimlerin kadınlarına] mehirlerini seve seve veriniz. Artık kendileri ondan [alacaklarından] bir kısmını size hoş ederlerse [ikramda bulunurlarsa] de onu afiyetle, çekinmeden yiyiniz (Nisâ/4) ve Zorunlu ödemenizden sonra, rızalaştığınız şeyde size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah en iyi bilen ve hikmet sahibi olandır (Nisâ/25) buyurmuş ve ancak mehire muhtaç olmayan kadınların mehiri kocalarına bağışlamalarına izin vermiştir.

Yetim hukukunun konu edildiği pasajın 7. âyetinde, yetimlere erkek-kız ayırımı yapılmadan mirasta eşit pay verilmesi emredilmektedir. (Yetimlik çağını geçen erkek ve kız çocuklarının hükmü ayrı olup, 11. âyette yer almaktadır.) Bu âyetin iniş sebebi hakkında şu olay nakledilir:

Âyet-i kerîme Ensâr'dan Evs b. Sâbit hakkında nâzil olmuştur. Evs vefat etmiş ve geriye Umm Kucce adında bir hanım ile yine ondan doğma üç kız bırakmıştı. Ölenin amcaoğullarından ve vâsilerinden Süveyd ile Arfece adındaki iki kişi kalkıp onun malını aldılar, hanımına ve kız çocuklarına hiç bir şey vermediler. Câhiliyye döneminde Araplar, kadınlara ve erkek çocuklara miras vermezler ve “Atların sırtında savaşan, mızraklarla vuruşan, kılıçla dövüşen ve ganimet elde edenden başkasına bir şey verilmez” derlerdi.

Umm Kucce bu hususu Rasûlullah'a (s.a) anlatınca, ölenin amca çocuklarını çağırdı. Kendisine, “Ey Allah'ın Rasûlü!” dediler, “Bu kadının çocukları ne ata biner, ne zayıf düşmüş birisine yardım edebilir, ne de düşmana bir zararı dokunabilir.” Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Şimdi gidiniz, Allah'ın bu hususta bana neler emredeceğine bir bakayım” dedi.

Bunun üzerine yüce Allah, onları reddetmek, sözlerini ve câhilce tasarruflarını iptal etmek üzere bu âyet-i kerîmeyi indirdi.[13]
Yetim hukukunu konu alan pasajın 5. âyetine, Allah'ın, ayakta kalmanız için size vermiş olduğu mallarınızı buyurularak, malın insan hayatındaki önemine dikkat çekilmektedir. Malum olduğu üzere Allah savurganlığı yasaklamış, malın korunması için şâhitler huzurunda senetleşmeyi ve rehin almayı emretmiştir. Zira mal, akıllı insanların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlar:

Duvara da gelince; o, şehirde iki yetim oğlanındı ve onun altında onlar için bir define vardı. Babaları da iyi bir zat idi. İşte onun için, –Rabbinden bir rahmet olmak üzere– Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu [duvar doğrultma işini] kendi görüşümle yapmadım. İşte senin, üzerine sabra takat getiremediğin şeylerin te’vîli!” (Kehf/82)

Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar (malına) en güzel biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O'nun [Allah'ın] size vasiyet ettikleridir. (En‘âm/152)

Hayır, hayır… Doğrusu siz yetimi kerîmleştirmiyorsunuz, yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki, malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına! (Fecr/17-20)

Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi? O hâlde yetimi kahretme! (Duhâ/8-9)

Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. (Mâûn/1-3)

Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına da yaklaşmayın. En güzel bir şekilde olması müstesnâ. Ahdi de yerine getirin. Şüphesiz ahitte [verilen sözde] sorumluluk vardır. (İsrâ/34)

Sana hamrdan [aklı karıştıran/örten şeylerden] ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.” Allah, tefekkür edersiniz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: Onlar için iyileştirme, en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırt eder]. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah azîz'dir, hakîm'dir. (Bakara/219-220)

Aranızda mallarınızı da bâtıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını, bilerek ve günah ile yemek için hâkimlere aktarmayın. (Bakara/188)

Ayrıca Nisâ/127; Bakara/83, 177, 215; Enfâl/41; Haşr/7; İnsan/8 ve Beled/15'te de bu konuya değinilmiştir.

33. Ve Biz, anne, baba ve akrabaların bıraktıkları her şey için mevâli [mirasçılar] kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimseler; onların nasiplerini de hemen verin. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi şâhittir.

11. Allah size evlâtlarınız hakkında Allah'tan bir taksim olarak vasiyet eder: Erkek için, iki kadın payı kadardır. Eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden fazla iseler, o zaman terekenin üçte-ikisidir. Ve eğer bir tek kadın ise o zaman ona yarısıdır. Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa onların [ana-babanın] her birine altıda-bir; şâyet ölenin çocuğu yok da, mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, o zaman anası için üçte-birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa, anası için altıda-birdir. Bu paylar, onun [ölenin] yaptığı vasiyet ve borçlardan sonradır. Babalarınız ve çocuklarınız; hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu siz bilemezsiniz. Şüphesiz Allah en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

176. Senden kelâle [birinci derecede mirasçısı olmayan kişiler] hakkında fetva istiyorlar. Deki: “Allah, size fetva verecektir.” Çocuğu olmayan, kız kardeşi bulunan bir kişi helâk olursa [ölürse], bıraktığı şeyin yarısı onundur [kız kardeşinindir]. Ve o [oğlan kardeş], kız kardeşin çocuğu yoksa ona mirasçı olur. Eğer onlar [çocuksuz oğlan kardeşe mirasçı olan kız kardeşler], iki kişi iseler onun [çocuksuz ölen oğlan kardeşin] bıraktığının üçte-ikisi onlarındır. Eğer onlar [çocuksuz ölen kişinin kardeşleri] erkek ve kadın kardeşler iseler, o zaman erkek için iki kadının payı vardır. Allah, sapmayasınız diye açığa koyuyor ve Allah her şeyi en iyi bilendir.

12. Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Şâyet bir çocukları varsa o zaman yapmış olduğu vasiyet ve borçtan sonra mirasın dörtte-biri sizindir. Eğer siz çocuk bırakmadan ölürseniz, geriye bıraktığınızın dörtte-biri onlarındır [hanımlarınızındır]. Şâyet çocuklarınız varsa o zaman bıraktığınızın, yapmış olduğunuz vasiyet ve borçtan sonra sekizde-biri onlarındır [hanımlarınızındır]. Eğer ölen bir erkek veya kadın, kelâle olarak [birinci dereceden mirasçısı; eşi, çocuğu ve ana-babası olmadan] miras bırakıyor ve kendisinin bir erkek veya kız kardeşi bulunuyorsa, bunlardan her birine, yapmış olduğu vasiyet ve borçtan sonra, zarara uğratılmadan altıda-biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde onlar [kardeşler], üçte-birde ortaktırlar. Bunlar, Allah tarafından bir vasiyettir. Ve Allah en iyi bilen ve çok yumuşak davranandır.

29. Ey iman etmiş kişiler! Mallarınızı –kendi rızanızla yaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere– aranızda hakksız yolla yemeyin, kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhametlidir.

30. Ve kim, düşmanlık ve zulüm olarak bunu [yasakları] işlerse, yakında Biz onu ateşe sokarız. Ve bu [onu ateşe atmak], Allah'a çok kolaydır.

31. Eğer siz, yasaklandığınız şeylerin büyüklerinden sakınırsanız, kötülüklerinizi sizden örteriz ve sizi saygın giriş yerine girdiririz.

32. Ve Allah'ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah'ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir.

13. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederse Allah onu, içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirir. İşte bu da, çok büyük kurtuluştur.

14. Ve kim Allah'a ve O'nun Elçisi'ne karşı gelir ve O'nun sınırlarını aşarsa, onu, içinde sürekli kalmak üzere cehenneme girdirir. Ve alçaltıcı azap onun içindir.

Yukarıda, mal edinim yolları emek karşılığı kazanç ve miras yoluyla mal intikali olarak gösterilmişti. Burada buna, alış-verişle kazanım da eklenmiş ve âyette, karşılıklı rızaya dayalı ticaret yoluyla kazanılan malların helâl olduğu bildirilmiştir. Bakara/275'te de, Oysa ki, Allah, alış-verişi helâl, bu ribayı haram kılmıştır buyurulmuştu. Âyette, Mallarınızı –kendi rızanızla yaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere– aranızda hakksız yolla yemeyin ifadesindeki bâtıl/hakksız yolla yemek; faiz, irtikap, gasp, hırsızlık, hâinlik, rüşvet, zimmet, yalancı tanıklık, yalan yere yemin vs. gibi yollarla elde edilenlerin tümünü kapsar.

Âyetteki, kendinizi öldürmeyin ifadesi zâhir anlamıyla, “birbirinizi öldürmeyin, kendinizi öldürmeyin; intihar etmeyin” anlamlarına alınabilir. Ancak, içinde bulunduğu pasaj dikkate alındığında ibarenin anlamı, “mal-mülk kazanmak için başkasına zarar vermeyin; öldürmeyin, işini elinden almayın, karteller, tröstler oluşturup gelir dağılımında fertler arasında uçurum sağlayarak sosyal patlamalara neden olmayın” demek olur.

30. âyetteki, Ve kim, düşmanlık ve zulüm olarak bunu [yasakları] işlerse, yakında Biz onu ateşe sokarız. Ve bu [onu ateşe atmak], Allah'a çok kolaydır ifadesi, sûrenin başından bu yana zikredilen tüm yasakları kapsar.

32. âyette, Ve Allah'ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah'ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir buyurularak, insanlar arasında Allah'ın lütfunun farklı olabileceğine, dolayısıyla mal varlığı sebebiyle kimsenin kimseyi kıskanmaması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Bu husus Zuhruf sûresinde de vurgulanmıştı:

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/32)

Görüldüğü üzere Zuhruf/32'de, Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık, Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik buyurulmuştur. Bu ifade, hayattaki ast-üst ilişkisinin toplumsal yaşam için konulan bir yasa olduğunu göstermektedir. Buradaki derecelerle yükseltme, “keramet/üstünlük-saygınlık” değil; gibi hususlarda olan farklılıklardır. Herkesin mal, güç, akıl, zekâ, anlayış ve bilgi bakımından eşit olduğu bir ortamda işçi bulmak mümkün olmaz; işçi olmadığında ise hayat durur.

Dünyalık dereceler imrenilecek, göz dikilecek şeyler değildir:

Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme [rağbetle bakma]. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. (Tâ-Hâ/131)

Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını mü’minler için indir. Ve, “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de. (Hicr/88-89)

Taner
9. August 2010, 02:15 AM
32. âyetin iniş sebebiyle ilgili şunlar nakledilmiştir:

Tirmizî, Umm Seleme'den şöyle dediğini rivâyet eder: “Erkekler gazaya gidiyor, kadınlar gazaya gidemiyor ve biz mirasın (erkek hissesinin) yarısını alıyoruz” denilmesi yüce Allah, Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin buyruğunu indirdi. Mücâhid der ki: Yine bu hususta yüce Allah, Şüphesiz Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar (Ahzâb/35) âyetini de indirdi. Umm Seleme, Medîne'ye hicret eden ilk kadın olmuştu. Ebû Îsâ (et-Tirmizî) der ki: Bu mürsel bir hadistir. Kimisi bunu, “İbn Ebî Necîh'ten, o, Mücâhid'den” diye mürsel olarak, “Umm Seleme böyle böyle dedi” diye rivâyet etmiştir.

Katâde de der ki: Câhiliye dönemi insanları, kadınlara da, çocuklara da miras vermiyorlardı. Allah bunlara da mirastan pay etti. Kadınlara, erkeğin payının yarısı takdir edilince bu sefer kadınlar, paylarının erkeklerin payları gibi olmasını temenni ettiler. Erkekler de şöyle dedi: “Biz miras hususunda kadınlara üstün kılındığımız gibi, âhirette de hasenatımızla kadınlara üstün olacağımızı umarız.” Bunun üzerine, Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin âyeti nâzil oldu.[14]

Mücâhid'in rivâyetine göre Umm Seleme, “Yâ Rasûlallah! Erkekler savaşa katılıp savaşıyor, biz ise savaşmıyoruz. Onların mirastaki paylarıysa bizimkinin iki katı. Keşke biz de erkek olsaydık!” deyince, bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur.[15]

Âyetteki, Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır ifadesiyle, erkek ve kadının yükümlülük ve sosyal yönden farklarının olmadığı bildirilmiştir. Bu konuyu Ahzâb sûresi'nde detaylı olarak açıklamıştık.

33. âyetteki, Ve Biz, anne, baba ve akrabaların bıraktıkları her şey için mevâli [mirasçılar] kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimseler; onların nasiplerini de hemen verin ifadesi, terekenin yakınlar arasında hakkaniyetle taksim edilmesi gerektiğini bildirmektedir.

Bu âyetin iniş sebebine dair şunlar nakledilmiştir:

Şânı yüce Allah, her insanın mirasçılarının ve mevâlîsinin [yakınlarının] olduğunu açıklamaktadır. O hâlde her biri Allah'ın kendisi için paylaştırmış olduğu mirastan paylarını alsın ve bir diğerinin malını temenni etmesin. Buhârî, “Kitâbu'l-Ferâiz”de Sa‘îd b. Cübeyr'den gelen rivâyetle yüce Allah'ın, Anne-babanın ve yakın akrabaların terk ettiklerinden her biri için mirasçılar [mevâli] kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de… buyruğu hakkında İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletmektedir: Muhacirler, Medîne'ye geldiklerinde, Ensâr, Muhâcir'e akrabası dururken mirasçı olurdu. Buna sebep ise, Rasûlullah'ın (s.a) aralarında kurduğu kardeşlik akdi idi. Yakın akrabaların terkettiklerinden her biri için mirasçılar kıldık âyeti nâzil olunca, ondaki bu hükmü Yeminlerinizin bağladığı kimselere de nasiplerini verin buyruğu nesh etti.[16]

Yukarıda yetim hukuku ve yetimin mirası konu edilmişti. Bu pasajda ise tüm insanlara/kamuya hitap edilerek miras hukuku ele alınmıştır. Biz, anlam birliği ve bütünlüğü nedeniyle 33. ve 176. âyetleri burada tertip ettik.

Konuya girerken miras âyetlerinin sebeb-i nüzûlü hakkındaki nakilleri aktarmak istiyoruz:

Mirasa dair âyetin nüzûl sebebi ile ilgili farklı rivâyetler gelmiştir. Tirmizî, Ebû Dâvûd, İbn Mâce ve Dârekutnî'nin Câbir b. Abdullah'tan rivâyetine göre Sa‘d b. er-Rabî'nin hanımı dedi ki: “Ey Allah'ın Rasûlü! Sa‘d öldü, geriye de iki kız çocuğu ve kendi kardeşi kaldı. Kardeşi kalkıp Sa‘d'ın bıraktıklarını aldı. Kadınlar ise sahip oldukları mallar üzre nikâhlanırlar.” Hz. Peygamber o mecliste kendisine cevap vermedi. Daha sonra tekrar ona gelip dedi ki: “Ey Allah'ın Rasûlü! Sa‘d'ın kız çocukları (ne olacak)?” Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: “Bana (Sa‘d'ın) kardeşini çağır.” Kardeşi gelince ona şöyle dedi: “İki kız çocuğuna üçte-iki, hanımına sekizde-bir ver, geri kalanı da senindir.” Ebû Dâvûd'un rivâyetinin lafızları böyledir. Tirmizî ve diğerlerinin rivâyetinde ise şöyle denilmektedir: “Bunun üzerine miras âyeti nâzil oldu.” (Tirmizî) dedi ki:” Bu, sahih bir hadistir.”[17]

İbn Abbâs (r.a), âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında şöyle demiştir: “Evs ibn Sâbit el-Ensârî, geriye üç kız ve bir hanım bırakarak ölmüştü. Vasîleri olan amcaoğullarından iki kişi Evs'in malına el koymuşlardı. Bunun üzerine Evs'in hanımı Hz. Peygamber'e (s.a) gelip, durumu arzederek, vasî olan bu iki kişinin, ne kendisine ne de kızlarına hiç bir mal vermediklerini söylemişti. Hz. Peygamber (s.a) de ona, “Haydi evine git, ben Allah'ın senin bu işin hususunda ne buyuracağına bakayım” demişti. İşte bunun üzerine Hz. Peygamber'e bu âyet nâzil oldu ve erkeklerin de, kadınların da mirastan payları olduğunu bildirdi. Fakat Hakk Teâlâ, bu âyette payların ne kadar olduğunu beyân etmedi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a) o iki vasîye haber göndererek, “Evs'in malından hiç bir şeye dokunmayın” dedi. Daha sonra Allah Teâlâ'nın, Allah size, evlâtlarınız hakkında (...) emreder (Nisâ/11-12) âyetleri nâzil oldu ve böylece kocanın ve kadının hisselerinin miktarı belirtildi. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü, o iki vasî'ye, Evs'in hanımına mirastan sekizde-bir hisse verip, kızların hisselerini ellerinde tutmalarını emretti. Daha sonra da Hz. Peygamber (s.a) onlara, kızların hisselerini de kızlara vermelerini bildirdi. O iki vasî de, hisselerini onlara verdi.” İşte âyetin sebeb-i nüzûlü ile ilgili söz bundan ibarettir.[18]

Kur’ân'da miras ilkeleri böylece belirtilmiş, ardından da, Şüphesiz Allah, her şeye en iyi şâhittir. Babalarınız ve çocuklarınız; hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu, siz bilemezsiniz. Şüphesiz Allah en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. Allah, sapmayasınız diye açığa koyuyor ve Allah her şeyi en iyi bilendir. Bunlar, Allah tarafından bir vasiyettir. Ve Allah en iyi bilen ve çok yumuşak davranandır diye uyarılarda bulunulmuş ve sonra pasaj, İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederse Allah onu, içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirir. İşte bu da, çok büyük kurtuluştur. Ve kim Allah'a ve O'nun Elçisi'ne karşı gelir ve O'nun sınırlarını aşarsa, onu, içinde sürekli kalmak üzere cehenneme girdirir. Ve alçaltıcı azap onun içindir tehdidi ile bitirilmiştir.

33. âyetteki, Ve Biz, anne, baba ve akrabaların bıraktıkları her şey için mevâli [mirasçılar] kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimseler; onların nasiplerini de hemen verin ifadesinden anlaşıldığına göre, miras, neseb ve sözleşmeye dayandırılmıştır. Târih kayıtlarına göre Araplar arasında da veraset, neseb ve sözleşmeye dayalı olarak tatbik edilmekteydi. Bu konuyu Râzî'den naklediyoruz:

Bil ki câhiliyye halkı, şu iki şey sebebiyle birbirlerine vâris oluyorlardı:

a) Neseb,

b) Muahede/sözleşme...

Neseb cihetinden birbirlerine vâris olmalarına gelince onlar, ne küçük çocuklara, ne de kadınlara miras veriyorlardı. Onlar ancak, at üzerinde savaşan ve ganimet elde eden erkek akrabaları mirasa mâlik kılıyorlardı.

Sözleşme cihetinden birbirlerine vâris olmalarına gelince, bu da şu iki şekilde tahakkuk ediyordu:

1) Anlaşma

Câhiliyyede bir kimse, bir başkasına “Kanım, senin kanın; canım, senin canın.. Sen bana, ben de sana vâris olurum... Sen beni kollarsın, ben de seni..” derdi. Onlar bu şekilde bir akit yaptıklarında, onlardan hangisi diğerinden önce ölürse, sağ kalan için, ölünün malından daha önce şart koşulmuş olan şey tahakkuk ederdi.

2) Evlât edinme

Araplardan herhangi bir kimse, başkasının oğlunu evlât ediniyordu. Böylece bu çocuk babasına değil de, o kimseye nisbet ediliyor ve o kimseye vâris oluyordu. Bu evlât edinme de anlaşma çeşitlerinden birisiydi.[19]

Yukarıda, bazı durumlarda mirastan erkek kardeşe 2, kız kardeşe 1 pay verildiğini görmüştük. Bunun hikmetini kavrayamayanların bu husustaki izahlarına gelince:

Birinci soru: “Hiç şüphesiz, şu sebeplerden dolayı kadın erkekten daha âcizdir:

a) Kadın dışarı çıkmaktan ve ortada gözükmekten âcizdir. Zira onun kocası ve akrabaları, bunu ona yasaklar.

b) Aklı kıt, aldanması ve yanılması çoktur.

c) Erkeklerle karıştığında, töhmet altına girer.

“Kadının acziyyetinin daha fazla olduğu sabit olduğuna göre, mirastaki hissesinin de daha çok olması gerekir. Daha çok olmasa bile, en azından erkeğinkine eşit olması gerekir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, kadına mirastan erkeğin payının yarısını vermesindeki hikmet nedir?”

Bu soruya şu şekillerde cevap verilir:

1) Kadının harcaması daha azdır, çünkü kocası, onun için harcar. Erkeğin harcaması ise daha çoktur, çünkü erkek, hanımı için de harcar. Harcaması ve masrafı daha çok olan, mala daha muhtaçtır.

2) Erkek, yaratılış, akıl ve meselâ kadılık [hâkimlik] imamet [devlet başkanlığı] yetkisinin kendisine verilmesi gibi dinî mertebeler bakımından kadından daha üstün durumdadır. Keza kadının şâhitliği, erkeğin şâhitliğinin yarısı kadardır. Bu durumda olan kimseye, daha fazla verilmesi gerekir.

3) Kadının aklı az, (arzuları) çoktur. Kadına çok mal verildiğinde, fesat büyür. Nitekim şâir, “Boş zaman, gençlik ve bolluk içinde olmak, kişiye çok zararlıdır” demiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah, Çünkü insan muhakkak kendini ihtiyaçtan vareste gördü diye azar (Alâk/6-7) buyurmuştur. Erkeğin durumu ise böyle değildir.

4) Erkek, aklının tam oluşu sebebi ile, malını hanlar yaptırma, çaresizlerin yardımına koşma, yetim ve dullara infakta bulunma gibi dünyada güze1 övgüyü, âhirette de bol sevabı kazandıracak şeylere harcar. Bunu ancak erkek yapabilir. Çünkü erkek, insanlara daha fazla karışıp içli-dışlı olur. Kadının, insanlara ihtilatı ise azdır. Binâenaleyh kadın buna muktedir olamaz.

5) Rivâyet olunduğuna göre Ca‘fer-i Sâdık'a bu mesele sorulunca o şöyle demiştir: “Hz. Havva bir avuç buğday alıp onu yedi. Sonra bir avuç daha alıp onu gizledi. Daha sonra bir başka avuç aldı ve onu Hz. Âdem'e verdi. Hz. Havva, kendi payını erkeğin payının iki katı kılınca, Allah Teâlâ durumu aleyhine çevirdi de, kadının (mirastan) hissesini, erkeğin hissesinin yarısı kıldı.”[20]

Böyle zorlamalara hiç gerek yoktur. Allah bu ilkeleri, Arap aile yapısındaki kıst [hakkaniyet] ölçülerine göre koymuştur. Zira babanın bıraktığı malın iktisabında, erkek çocukların katkıları vardı. O nedenle de erkek evlâdın kız evlâda göre daha fazla alması normaldir. Ancak aile, kazanç ve birikimini erkek evlâdı okutup meslek edindirmek için harcadığında, geriye kalan az miktardaki malın taksiminde okutulup doktor veya mühendis yapılmış, üst düzey gelir sahibi olmuş bulunan erkek kardeş 2, bağ-bahçede ırgat olarak çalışan kız kardeş 1 pay mı almalıdır? Görüldüğü gibi bazı durumlarda ikiye-bir hükmü ile hakk tecelli etmiyor. Hakkın yerini bulması için ek maddeler gerekir, ki Allah da böyle yapmıştır:

Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır [mal] bıraktıysa, muttakiler üzerine bir hakk olarak, babası-anası ve en yakın akrabası için, ma‘rûf ile vasiyet etmek yazıldı [farz kılındı]. Artık her kim, bunu duyduktan sonra onu değiştirirse, onun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. Artık her kim vasiyet edenin bir hata işlemesinden veya bir günaha girmesinden korkar da onların arasını düzeltirse, ona hiç bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Bakara/180-182)

Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan sonra onları alıkorsunuz. Sonra da onları, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz” diye Allah'a yemin ettirirsiniz. Sonra da eğer o ikisinin [şâhitlerin] bir günah işledikleri anlaşılırsa, ölene daha yakın olan hakk sahiplerinden diğer iki kişi onların yerine geçerler de, “Bizim şâhitliğimiz, o ikisinin [önceki iki kişinin] şâhitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi hâlde biz zâlimlerden olurduk” diye Allah'a yemin ederler. İşte bu [böyle bir yemin], şâhitliklerini usulüne göre yapmaları yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en yakın [iyi] yoldur. Allah'a takvâlı davranın ve kulak verin. Ve Allah, fâsıklar topluluğuna kılavuzluk etmez. (Mâide/106-108)

Ve sizden eşler bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. Artık onlar, çıkarlarsa, ma‘rûf ile kendilerinin yaptıklarında sizin için bir günah yoktur. Ve Allah azîz'dir hakîm'dir. (Bakara/240)

Bu ölçüler çevresinde örneklediğimiz aile bireyleri arasında kız evlâda 2 ya da daha fazla, erkek evlâda ise 1 ya da daha az verilebilir veya ailenin mal varlığı harcanarak okutulan erkek evlâda hiç pay verilmeyip, terekenin hepsi kıza verilebilir. Bütün bunlar, vasiyet ile gerçekleştirilir. Baba vasiyet etmediyse, kamu devreye girerek hakkaniyeti sağlar.

Yukarıdaki âyetlerde, Bu paylar, onun [ölenin] yaptığı vasiyet ve borçlardan sonradır buyurularak, önce vasiyetin yerine getirilmesi ve borçların ödenmesi istenmiştir. Bakara/180'de ise, Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır [mal] bıraktıysa, muttakiler üzerine bir hakk olarak, babası-anası ve en yakın akrabası için, ma‘rûf ile vasiyet etmek yazıldı [farz kılındı] buyurularak, miras taksiminden doğacak hakksızlıkların vasiyetlerle telafi edilmesi; diğer âyette ise hakkaniyetin sağlanması için hâkimin terekeyi paylaştırması hükme bağlanmıştır:

Artık her kim, bunu duyduktan sonra onu değiştirirse, onun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. Artık her kim vasiyet edenin bir hata işlemesinden veya bir günaha girmesinden korkar da onların arasını düzeltirse, ona hiç bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Bakara/181-82)

Âyetlerden anlaşıldığı üzere mirasta hakkaniyetin sağlanması için “vasiyet” müessesesine ihtiyaç vardır. Ne yazık ki, Veda Hutbesine, “Vârise vasiyet yoktur” ilavesi yapılıp, Rasûlullah'ın ağzından vasiyet ortadan kaldırılmak istenmiştir.

Burada üzerinde durulması gereken hususlardan biri de “kelâle” meselesidir. Kelâle sözcüğünün yanlış anlaşılması nedeniyle birtakım sorunlar ortaya çıkmıştır. O nedenle kelâle üzerinde durmak istiyoruz:

LÜGATTE “KELÂLE”

كلالة[kelâle] sözcüğü, “yürümekten yorgun düşme, aciz olma, yorgunluktan kuvvetin gitmesi” anlamlarındaki ك ل ل[k-l-l] fiilinin mastarı olup kesici yerleri işe yaramaz hâle gelmiş bıçak ve kılıca, kimsesiz-desteksiz kalmış yetime ve hâmile olduğu dönemde saldırganlığını yitirmiş yırtıcı hayvana da كلّ [kell] denir[21] ki bu, Türkçe'deki “kelerme, kelleşme” sözcüğüyle aynı anlamdadır. Kell sözcüğü, –dilimize Farsça'dan (aslında Farsça'ya Arapça'dan geçmiştir), “saçı dökülmüş” anlamıyla girmiş olsa da– mecâzen “zayıf düşmüş, cılız” anlamında da kullanılır. Her ne kadar TDK'da “kelerme” sözcüğü yoksa da, Anadolu'da, yıpranmış ve zayıf düşmüş şeylere kelermiş denir.

ك ل ل[k-l-l] kökünden türeme sözcükler Kur’ân'da üç yerde; Nisâ/12, 176'da kelâle ve Nahl/76'da kell [zayıf, güçsüz olduğundan yük hâline gelmiş] şeklinde yer alır.

Bu sözcük, “dıştan kuşatma” [yakın kimsesi olmadığından uzak olanların mirasçı olması] anlamıyla da açıklanabilirse de, buna lüzum yoktur. Sözcüğün vaz‘ı yukarıda zikrettiğimiz gibidir.

MİRAS HUKUKUNDA “KELÂLE”

Bu sözcük miras hukukunda mesnetsiz rivâyetlerdeki nakillere göre ele alınmış, bunun sonucu olarak da işin içinden çıkılmaz bir durum ortaya çıkmıştır. Genellikle kelâle, “vâlidi ve veledi olmadan miras bırakan kişi” olarak tarif edilmiştir. Vâlid “baba”, veled ise “erkek çocuk” olarak kabul edildiğinden, çevirilerde “babasız ve çocuksuz” şeklinde yer almıştır. Aslında vâlid, “ana-baba”yı, veled ise “erkek ve kız çocuğu” birlikte ifade eder. Kur’ân'da ana-baba için vâlideyn, erkek-kız çocuk için veled, evlâd sözcükleri kullanılır.

Kutrub, “Kelâle, ana-baba ve kardeşin dışındaki şeylerin adıdır” (yani, “anasızlık-babasızlık ve kardeşsizlik”) der.[22] Görüldüğü üzere Kutrub, anayı sözcük anlamına katarken, çocukları dışarıda bırakmıştır.

Rivâyet destekli yorumlardan yola çıkıldığında, hatalı bir sonuca varıldığı için sözcüklerin asıl anlamları dikkate alınmalıdır. Kelâle'nin asıl anlamı, “zayıf düşmüş, kimsesiz, desteksiz kalmış” demektir. İnsan bu duruma, ancak eşi, usûl ve furûu [anası-babası, erkek ve kız çocukları] olmadığı zaman düşer. Bu bakımdan kişiler; eş, usûl ve furûuna bakmakla, onları zayıf ve desteksiz bırakmamakla yükümlüdürler. Eşe, usûl ve furûa işte bu nedenle zekât ve sadaka verilmez.

Nisâ/12 ve 176. âyetlerinde konu edilen “kelâle” işte budur; yani, “eş, ana-baba ve erkek-kız çocuklardan mahrum kalma hâli”dir.

176. âyetten anlaşıldığına göre birileri Rasûlullah'a kelâle'nin miras durumunu sormuş, Allah da o'na, Allah, size fetva verecektir demesini emretmiştir. Kelâle ile ilgili fetva da 12. âyette verilmiştir. Bulunması gereken pasaj dışında tertip edilmesi sonucu, 176. âyetin, Çocuğu olmayan, kız kardeşi bulunan bir kişi helâk olursa [ölürse], bıraktığı şeyin yarısı onundur [kız kardeşinindir] bölümü, “kelâle” hakkında verilen fetva zannedilip, miras âyetleri anlaşılmaz sözler yumağı hâline getirilmiştir. Özellikle bu sûrenin 12. âyetinde kelâle hakkındaki fetva ile burada kelâle hakkında olduğu kabul edilen fetva arasındaki çelişki nedeniyle çıkmaza girilmiş, “üvey kardeş, öz kardeş” takdirleri yapılmaya mecbur kalınmıştır. Halbuki kelâle hakkındaki fetva, 176. âyette değil, 12. âyette bulunmaktadır.

Âyetteki, çocuğu yoksa ifadesinden, murisin eşinin bulunduğu anlaşılmaktadır. O nedenle buradaki taksimde, eş ve kardeşler vâris durumundadırlar.

Burada üzerinde durulması gereken bir husus da, 176. âyetin yapısıdır. Âyetteki, Senden kelâle [birinci derecede mirasçısı olmayan kişiler] hakkında fetva isteyecekler. De ki: “Allah, size fetva verecektir” ifadesinden sonra gelen Çocuğu olmayan, kız kardeşi bulunan bir kişi helâk olursa [ölürse], bıraktığı şeyin yarısı onundur [kız kardeşinindir]… bölümü, birinci kısmın açılımı değildir. Zira, Çocuğu olmayan, kız kardeşi bulunan bir kişi helâk olursa [ölürse] ifadesinden, söz konusu kişinin evli olduğu, ama çocuğunun bulunmadığı anlaşılmaktadır. Hanımı olduğuna göre ölen kişi “kelâle” değildir. Bu, mirastaki başka bir durumun izahıdır. Kelâle ise 12. âyette açıklanmıştır.

Bu pasajda miras hukukuna dair şu ilkelere yer verilmiştir:

• Anne, baba ve akrabaların bıraktıkları her şey için mevâli [mirasçılar] kılınmıştır.

• Borçlar ödenmeli, vasiyetler ve velâ hukuku yerine getirilmelidir.

• Vâris olan evlâtlardan [yetimlik çağını geçen çocuklardan] erkeğin payı, iki kadın payı kadardır. (Yetimlik çağında kız-oğlan eşit pay alırlar.)

• Mirasçılar hepsi kız olmak üzere ikiden fazla iseler, terekenin üçte-ikisi onlarındır.

• Mirasçı bir tek kadın ise, o zaman terekenin yarısı onundur.

• Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa, ana-babanın her birine altıda-bir; şâyet ölenin çocuğu yok da mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, o zaman anasının hakkı üçte-birdir.

• Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda-bir düşer.

• Çocuğu olmayan, kocası ve kız kardeşi bulunan bir kadın ölürse, bıraktığı şeyin yarısı kız kardeşinin, yarısı da kocasınındır.

• Çocuğu olmayan, kocası ve erkek kardeşi bulunan bir kadın ölürse, erkek kardeş, kocasından artanın tamamını alır. (Yarısı kocasınındır.)

• Çocuğu olmayan, karısı ve kız kardeşleri olan bir erkek ölürse; kız kardeşler, iki tane ise, çocuksuz ölen erkek kardeşin bıraktığının üçte-ikisi onların, dörtte-biri de karısınındır.

• Çocuğu olmayan, karısı ve erkek ve kız kardeşleri olan bir erkek ölürse, erkek için iki kadının payı vardır. (Karısı terekenin dörtte-birini alır).

• Eğer ölen kadının çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı kocasınındır.

• Şâyet ölen kadının çocukları varsa, mirasın dörtte-biri kocanındır.

• Eğer koca çocuk bırakmadan ölürse, geriye bıraktığının dörtte-biri karısınındır.

• Şâyet ölen kocanın çocukları varsa, terekenin sekizde-biri hanımınındır.

• Eğer ölen bir erkek veya kadın, kelâle olarak [birinci dereceden mirasçısı; eşi, çocuğu ve ana-babası olmadan] miras bırakıyor ve kendisinin bir erkek veya kız kardeşi bulunuyorsa, bunlardan her birine altıda-bir verilir. Eğer kardeşler bundan daha çok iseler, üçte-birde ortaktırlar.

• Miras taksimi, ölenin yaptığı vasiyet yerine getirildikten ve borçları ödendikten sonra yapılır.

15. Kadınlarınızdan fâhişeye varanlara, kendinizden onların aleyhine hemen dört şâhit getirin; şâyet onlar şâhitlik ederlerse, artık o kadınları ölüm vefat ettirinceye ya da Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde tutun.

16. Sizlerden ona [fâhişeye] varan iki er kişi [eşcinsel ilişkide bulunan erkekler]; hemen her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe ederler de düzeltirlerse artık onlardan mesafelenin. Şüphesiz Allah tevbeleri çok kabul edendir, en çok merhamet edendir.

Bu âyetlerde, toplumdaki cinsel sapıklıkla ilgili hükümler bildirilmiştir. Buna göre:

• Lezbiyenlik yaptıkları en az dört tanıkla tesbit edilen kadınlar, vefat edinceye ya da Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tecrit edilmelidirler.

• Homoseksüel [eşcinsel] erkeklere eziyet edilmeli, tevbe edip düzelirlerse kendi hâllerine bırakılmalıdırlar.

Bu âyetlerde eşcinsellik, patolojik bir vakıa olarak görülmekte ve eşcinsellerin cezalandırılması değil, tedavi ve rehabilite edilmeleri istenmektedir. Bu hastalığın Lût peygamberin kavminde ileri derecede salgın olduğu Kur’ân'da [A‘râf, Hûd, Hicr, Şu‘arâ, Neml, Ankebût, Kamer ve Enbiyâ sûrelerinde] bildirilmiştir. Eşcinsellik hakkında daha önceki açıklamalarımıza bakılabilir.[23]

Bazıları bu âyetleri zinaya hamletmiş, Nûr sûresi'ndeki zina cezası hakkındaki âyetlerin bu âyetleri neshettiğini ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki âyetin teknik yapısı buna izin vermez. Zira âyetteki, ellâti [kadınlar] ifadesine, erkek dâhil olamaz; ellezâni [iki erkek] ifadesine de, kadın dahil olamaz. Bu ifadeler, âyetlerde konu edilen aşırılığın “zina” olmadığını açıkça göstermektedir. Ayrıca birçok yerde açıkladığımız gibi, fahşâ, fâhişe, fuhuş sözcükleri, “aşırı davranmak” anlamında olup, zina, homoseksüellik, çıplaklık gibi çok çirkin olan her fiil için kullanılır. Bu hususla ilgili Necm ve Nahl sûrelerindeki açıklamalarımıza bakılabilir.[24]

Homoseksüellere [eşcinsel erkeklere] verilecek eza; “azarlamak, ayıplamak ve kötü söz söylemek” olarak kabul edilebilirse de, bizce onlara verilecek eza, onların tecrit edilerek tedavilerinin sağlanmasıdır. Âyete göre bunların tedavi ve rehabiliteleri de kamu üzerine borçtur.

17. Allah'ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte bunlar, Allah'ın tevbelerini kabul ettikleridir. Allah en iyi bilendir, en iyi hüküm koyandır.

18. Ve tevbe, kötülükleri yapıp edip de onlardan birine ölüm çatınca, “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler ve de kâfir olarak ölenler için değildir. İşte bunlar, Bizim kendileri için acı bir azap hazırladıklarımızdır.

15-16. âyetlerde lezbiyenlik ve homoseksüellik yapanlar ve onların tevbeleri konu edilmişti, burada ise hangi tevbenin makbul olduğu ortaya konulmuştur. Allah rahmeti gereği kullarını tevbeye [suçtan dönmeye] davet etmiş, Kendisinin de suçtan döneni cezalandırmaktan vaz geçeceğini bildirmiştir. Buna göre, makbul ve geçerli olup Allah'ın kabul edeceği tevbe şudur:

• Allah ancak, cehâlet nedeniyle kötülük yapan, ardından hemen dönen kimsenin tevbesini kabul eder.

• Sürekli kötülük yapıp da ölüm gelip çatınca, “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbesini kabul etmez.

TEVBE

Tevbe, “bilinçlenerek, kararlılıkla kusurları terk edip, Allah'a itaate yönelmek”tir. Bu konuya dair detaylı bilgi Bakara sûresi'nde verilmiştir.

19. Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz. Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için, açık bir fâhişe [çirkin bir hayâsızlık; zina] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız. Ve onlarla ma‘rûf ile muaşerette bulununuz. Ve eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa; siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah onda [sizin hoşlanmadığınız şeyde] birçok hayır kılacak olabilir.

Bu âyetlerde de aile hukukuna değinilerek bazı câhiliye gelenekleri ortadan kaldırılmaktadır. Buna göre:

• Kadınlara zorla mirasçı olunmamalıdır. Kimse kadına zorla velî olamaz. Kadın kendi geleceğini kendisi belirler ya da kamu tarafından gözetilir.

• Fuhşa yönelmedikleri sürece kadına baskı yapılmamalıdır.

• Kadınlarla ma‘rûf üzere muaşerette bulunulmalıdır.

• Ortada hoşlanılmayan bir durum varsa sabredilmelidir. Çünkü bu hayırlı olabilir.

Bu âyetin nüzûl sebebi ile ilgili yapılan rivâyetler ve müfessirlerin görüşleri farklı farklıdır. Buhârî, Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmadığı gibi... kendilerine verdiğinizin bir kısmını ahp götürmeniz için onları sıkıştırmayın buyruğu hakkında İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletmektedir: Adam öldüğü vakit onun velîleri, hanımı üzerinde hakk sahibi olurlardı. Onlardan biri istediği takdirde, kadınla evlenebilirdi. İsterlerse onu başkasıyla evlendirirler, istemezlerse evlenmesine engel olurlardı. Onlar, (kadın üzerinde) akrabalarından daha fazla hakk sahibi idiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu hadisi ayrıca Ebû Dâvûd bu manada rivâyet etmiştir.

ez-Zührî ve Ebû Miclez der ki: Ölen erkeğin başka anneden olma oğlu yahut asabeleri arasında en yakın olan kişi, elbisesini kadının üzerine atar, böylece o kadın üzerinde kadından ve onun velîsinden daha fazla hakk sahibi olurdu. İstediği takdirde ölenin verdiği mehir dışında ona mehir vermeksizin onunla evlenirdi. İsterse de başkası ile evlendirir, mehirini kendisi alır, ona mehirden bir şey vermezdi. Dilediği takdirde ise ölenden aldığı mirası kendisine fidye olarak vermesi için onun evlenmesine engel olur yahut mirasını almak için ölmesini beklerdi. Bunun üzerine yüce Allah, Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmadığı gibi... buyruğunu indirdi. Buna göre âyet-i kerîmenin anlamı şöyle olur: O kadınları kocalarından miras olarak almanız ve onlarla evlenmeniz helâl değildir.[25]

Âyetin nüzûl sebebiyle ilgili olarak şu iki görüş beyân edilmiştir: Birinci görüş: Câhiliyye döneminde bir adam ölüp geride hanımı kaldığı zaman, o adamın o kadından olmayan oğlu veya adamın akrabalarından bazıları gelir, kadının üzerine elbisesini atar ve “O adamın malına vâris olduğum gibi, karısına da vâris oldum” der, böylece o kimse, o kadın üzerinde, hem kadının kendisinden hem de diğer insanlardan daha fazla hakk sahibi olurdu. Bu sebeple de isterse o kadınla, ölen kimsenin vermiş olduğu mehir üzere herhangi bir mehir vermeden evlenir; isterse kadını başka birisiyle evlendirir, kadının mehrini alır, mehirden kadına hiç bir şey vermezdi. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirip, herhangi bir kimsenin ölen kişinin hanımına bu yolla vâris olmasının haram olduğunu beyân buyurmuştur. Bu görüşe göre Cenâb-ı Hakk'ın, Kadınlara mirasçı olmanız… ifadesiyle kastedilen, kadınların bizzat kendileri ve kocalarının ölümünden ötürü onların kendilerine vâris olunamayacağı hususudur.

İkinci görüş: Bu verâsetin, kadının malıyla ilgili olmasıdır. Bu böyledir, zira ölünün vârislerinin, kadın ölünceye ve onlar onun malına vâris oluncaya kadar, o kadını evlenmekten men etme hakkları vardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Onlar istemedikleri hâlde, sizin onların mallarına vâris olmanız helâl olmaz buyurdu.[26]

Bu nakillerden anlaşıldığına göre câhiliyye Arapları, kocası ölen kadını, ölünün mirası olarak kabul ederlerdi.

Âyetteki, Ve eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa; siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah onda [sizin hoşlanmadığınız şeyde] birçok hayır kılacak olabilir ifadesiyle, hemen yuvanın yıkılmaması ve işin zamana bırakılması gerektiği, böyle bir durumda Allah'ın birtakım hayırlar (örneğin, kadının beğenilmeyen yönlerinin değişmesi gibi) ihsan edebileceği bildirilmektedir.

20. Ve eğer bir eşin yerine bir eş değiştirmek istediyseniz, onlardan birine yüklerle vermiş de bulunsanız, artık ondan bir şey geri almayınız. Onu bir iftira ve açık bir günah olarak alır mısınız?

21. Ve birbirinizle kaynaşıp başbaşa kalmışken ve onlar sizden kuvvetli bir söz almışken onu [verdiğinizi] nasıl alırsınız?

19. âyette, Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için, açık bir fâhişe [çirkin bir hayâsızlık; zina] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız buyurularak, kadına verilen mehirin, kadının fuhşa gitmesi hâlinde istenebileceğine işaret edilmişti. Bu âyetlerde ise, kadın fuhuşta bulunmadığı hâlde, onun rızası dışında tek taraflı olarak erkeğin boşaması durumundaki mehir konusu ele alınmakta, boşanmak istenen kadına verilen mehirin geri alınmaması hükme bağlanmakta ve böylece kadın, hem boşanma hem de mehrini kaybetme hakksızlığına uğramaktan kurtarılmaktadır. Ayrıca bu hükme göre, verdiği mehiri geri alma hakkını kaybettiği için büyük bir ihtimalle erkek kadını boşamaktan vazgeçecek, böylece yuvanın dağılması önlenmiş olacaktır.

Bu âyetin iniş sebebi hakkında nakledilen şudur:

Rivâyet olunduğuna göre, câhiliyyede bir kimse başka bir kadınla evlenmeyi arzu ettiğinde, hanımına fuhuş iftirası atar, böylece kadını, mehir olarak verdiği şeyi fidye olarak geri vermeye [“hull” yapmaya] zorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz... buyurmuştur.[27]

Burada konu edilen kuvvetli söz, “nikâh akdi”dir. Bu sözle kadın, kendini eşine vakfetmeyi taahhüt etmiştir.

22. Ve kadınlardan babalarınızın nikâhladıklarını nikâhlamayın. Ancak geçen geçmiştir. Şüphesiz bu, çirkin bir hayâsızlıktır ve öfke duyulan bir iğrençliktir. Ne kötü bir yoldu o!

23-24. Size, anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, teyzeleriniz, halalarınız, erkek kardeşinizin kızları, kız kardeşinizin kızları, sizi emzirmiş olan anneleriniz, sütten kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri, birleşme yaptığınız kadınlarınızın eski kocalarından doğup evinizde bulunan üvey kızlarınız –birleşme yapmadıysanız bir sakınca yok size–, kendi sulbünüzden olan oğullarınızın hanımları ve iki kız kardeşin arasını birleştirmeniz –eski yapılıp geçenler hariç–, yeminlerinizin sahip oldukları hariç, muhsan kadınlar [nikâhlı kadınlar] da haram kılındı. Allah çok affedici, çok merhametlidir. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında iffetlerinizi koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla, muhsanlaşacak [evlenecek] kadın aramanız size helâl kılındı. Öyleyse onlardan ne ile faydalandıysanız, farz bir görev olarak ücretlerini ödeyiniz. Zorunlu ödemenizden sonra, rızalaştığınız şeyde size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah en iyi bilen ve hikmet sahibi olandır.

25. Ve sizden her kim hür mü’min kadınları nikâh edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da, yeminlerinizin mâlik olduğu mü’min genç kızlarınızdan nikâhlamak var. –Ve Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Sizin bazınız, bazınızdandır.– O hâlde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen sahiplenilmiş kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle onları [yeminlerinizin mâlik olduklarını] nikâhlayın ve örfe uygun bir şekilde ücretlerini [mehirlerini] verin. Sahiplenildiklerinde fâhişe işlerlerse, o zaman onlara hür kadınlara verilen azabın yarısı verilir. –İşte bu sizden günah işlemekten ürperen kimseleredir.– Ve eğer sabrederseniz sizin için daha hayırlıdır. Ve Allah gafûr'dur, rahîm'dir.

Bu âyet grubunda, Arap câhiliyye geleneğindeki uygulamalar kaldırılarak, nikâhı haram olan kadınlar ile evliliğin nasıl olması gerektiği ortaya konulmaktadır. Şöyle ki:

• Üvey anne ile evlenilmez. (Üvey anne ile evlenmek, çirkin bir hayâsızlıktır ve öfke duyulan bir iğrençliktir, davranışların en kötüsüdür.)

• Anneler, kızlar, kız kardeşler, teyzeler, halalar, erkek kardeşin kızları, kız kardeşinizin kızları, süt anneler, sütten kız kardeşler, kayın vâlideler, cinsel ilişkiye girilen eşin üvey kızları (cinsel ilişkiye girilmediyse bir sakınca yok), kişinin kendi sulbünden olan oğullarının hanımları [gelinler], muhsan [nikâhlı] kadınlar ile evlenilemez.

• Yeminlerinizin sahip olduğu evli kadınlar ile evlenilebilir. (Bunların Müslümanlara iltica etmeden evvelki evlilikleri hükümsüzdür.)

• İki kız kardeşin arası birleştirilemez. (Eş ölünce hemen baldızla evlenilemez. Eşi ölen veya eşini boşayan erkek, ancak başka bir kadın ile evlendikten ve onunla ayrıldıktan veya o öldükten sonra eski baldızı ile evlenebilir.)

• Kendisiyle cinsel ilişkiye girilen eşin mehiri kesinlikle ödenmelidir. (Zorunlu ödemeden sonra, rızalaştıkları şeyde bir sorumluluk yoktur.)

• Hür mü’min kadınları nikâh etmeye gücü yetmeyenler, yeminlerinin mâlik olduğu mü’min kızlar ile evlendirilmelidir. Yeminlerin mâlik olduğu [himâyeye verilmiş] kadınlarla velîlerinin izni ile evlenilmelidir.

• Himâye altındaki kadınlara da örfe göre mehirleri verilmelidir.

• Suç işlemeleri hâlinde, yeminlerin sahip olduğu [himâye altındaki] kadınlara hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir.

Evlilik hükümleri şu âyetlerde de konu edilmiştir:

Ve müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir câriye –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve mağfirete çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar. (Bakara/221)

Bugün size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara helâldir. Mü’minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak –onlara ücretlerini/mehirlerini ödediğiniz takdirde– size helâl kılındı. Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O, âhirette hüsrana uğrayanlardandır. (Mâide/5)

Eğer o, kadını boşarsa, artık bundan sonra o [kadın], ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Sonra eğer o [ikinci koca] onu boşarsa, Allah'ın sınırlarını ikâme edeceklerini zannettilerse, birbirlerine dönmelerinde her ikisine de günah yoktur. Allah'ın, bilip duran bir toplum için ortaya koyduğu sınırlar işte bunlardır. (Bakara/230)

Âyetlerin ifadesi gâyet net ve açık olmakla birlikte biz birkaç nokta üzerinde durmakta yarar görüyoruz.

Yukarıda geçen, Kadınlardan babalarınızın nikâhladıklarını nikâhlamayın. Ancak geçen geçmiştir ifadesinden anlaşıldığına göre, câhilî Arap toplumunda, baba ölünce üvey anne ile evlenilebiliyormuş. Bu âyetle, üvey anne ile evlenme âdeti kaldırılmıştır.

Bu konuya dair klâsik kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Yüce Allah'ın, Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın buyruğu ile ilgili olarak denildiğine göre, insanlar yüce Allah'ın, Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmadığı gibi... (Nisâ/19) âyetinin nüzûlünden sonra da babalarının hanımlarıyla, onların rızasını alarak evlenmeye devam ettiler. Ve bu durum, Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın âyeti nâzil oluncaya kadar devam etti. Bu âyet nâzil olunca, böyle bir evlilik her durumda haram kılındı. Çünkü nikâh kelimesi hem cima, hem evlenmek hakkında kullanılır.

Bazı Arap kabilelerinde, oğulun, babasının ölümünden sonra üvey annesini nikâhlaması gelenek hâlini almıştı. Bu, Ensâr arasında da yaygın bir uygulamaydı. Kureyşliler arasında ise, karşılıklı rıza ile mübahtı. Nitekim Amr b. Umeyye'nin, babasının ölümünden sonra üvey annesiyle evlendiğini biliyoruz. Bu kadından Musâfir ve Ebû Muayt adındaki çocukları olmuştur. Umeyye'den de Ebu'l-‘İs ve diğer çocukları vardı. Umeyye'nin oğulları, Musâfir ile Ebû Muayt'ın hem kardeşleri hem amcaları idiler. Bu şekilde evlenenlerden biri de Saffan b. Umeyye b. Halef idi. O, babasından sonra üvey annesi el-Esved b. el-Muttalib b. Esed kızı Fahite ile evlenmişti. Umeyye ise, henüz karısı hayatta iken öldürülmüştü. Yine bu tür evlilik yapanlardan biri de Manzur b. Zebban'dı. O da üvey annesi Hârice'nin kızı Müleyke ile evlenmişti. Bu kadın, önceden Manzur'un babası Zebban b. Seyyar'ın nikâhı altında idi.[28]

Taner
9. August 2010, 02:15 AM
MUHSANÂT-MUHSINÎN

Konumuz olan pasajda yer alan muhsanât-muhsınîn sözcüklerindeki anlam farklılığı dikkat çekmektedir. Sözcüğün doğru anlaşılabilmesi için asıl anlamının tesbit edilmesi gerekir: Sözcüğün türediği ح ص ن [h-s-n] kökünün anlamı, “engel olma, koruma altına alma” demektir. Şehri koruyan sûr'a ve kaleye, حصن [hısn] denir.[29] Konumuz olan المحصنات [muhsanât] sözcüğünün anlamı ise, “koruma altına alınmış kadın” demektir. Arap toplumunda kadın, iki yolla koruma altında olurdu:

A) Hürriyet.

O günkü toplumda hür kadınlar zinayı kendilerine yakıştırmazlardı. Mümtehine sûresi'nde biatle ilgili âyetin tahlilinde, Ebû Süfyân'ın karısının biat ederken, “Hür kadın zina mı edermiş?” dediğini aktarmıştık.

B) Evlilik akdi.

Buna göre muhsanât kelimesinin anlamı, “kocası tarafından korunan kadın” demek olur. O günkü toplumda evli kadın da zina etmez ve zina etmeyi çok büyük bir vebal sayardı. O nedenle zina ve fâhişelik, genellikle câriyeler tarafından yapılırdı.

Öyleyse, 24. âyetteki المحصنات[el-muhsanât] ile, “evli kadınlar” 25. âyetteki el-muhsanât ile de “hür kadınlar” kastedilmiştir.

24. âyette, Yeminlerinizin sahip oldukları hariç, muhsan kadınlar [nikâhlı/evli kadınlar] da haram kılındı buyurulmuştur. Müslümanlara iltica edip de himâyeye verilmiş kadınların diyar-ı küfürdeki kocalarının varlığı önemli değildir. İltica ile iş bitmiştir. Mümtehine sûresi'ndeki, Ey iman etmiş kimseler! Mü’min kadınlar göçmenler olarak size geldiği zaman, hemen onları imtihan edin. –Allah onların imanlarını daha iyi bilir.– Artık, eğer siz de onların inanmış kadınlar olduğunu öğrenirseniz artık onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar [göç eden mü’min kadınlar], onlara helâl değildir, onlar da bunlara helâl olmazlar. Onlara [kâfir kocalarına] sarfettiklerini verin. Ücretlerini [mehirlerini] kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. İşte bu, Allah'ın hükmüdür, ki aranızda O hükmeder. Allah çok bilendir, çok iyi yasa koyandır ifadesine dikkat edilmelidir.

MÂ MELEKET'İN MEHİRİ
Burada üzerinde durulması gereken bir husus da, Ve sizden her kim hür mü’min kadınları nikâh edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da, yeminlerinizin mâlik olduğu mü’min genç kızlarınızdan nikâhlamak var. (…) Ve örfe uygun bir şekilde ücretlerini [mehirlerini] verin buyruğudur. Bundan anlaşıldığına göre, yasalar çerçevesinde himâye altında bulunan kadınlarla evlenmek, hür kadınlarla evlenmekten daha kolay ve daha masrafsızdır. Zira sosyal konumları gereği bunların mehiri, günlük ihtiyaçları ve hayat standartları hür kadınlara göre daha az ve düşüktür. Çünkü bunlar sosyal konum itibariyle düşük, ahlâkî değer ve soy-sop itibariyle de meçhuldür. Bu nedenle de evlilik tercihinde ikinci planda kalmaktadırlar.

Âyetteki, O hâlde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen sahiplenilmiş kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle onları [yeminlerinizin mâlik olduklarını] nikâhlayın ifadesinden de açıkça anlaşılacağı üzere, himâyeye tevdi edilmiş kadınlarla da ancak nikâhlanmak sûretiyle cinsel ilişki kurulabilir. Onlarla da nikâhsız ilişki kurmak, zinadır ve haramdır.

EVLİLİK ve EVLİLİĞİN AMACI

İnsanlar, mesleklerine, alışkanlıklarına ve dünya görüşlerine göre evlilik yaparlar. O nedenle evlilik, amaçları açısından şöyle gruplandırılabilir:

• Tabii ihtiyaçlar nedeniyle yapılan evlilikler/geleneksel evlilik.

Şartlar elverince âilenin uygun gördüğü ya da adayın beğendiği biri seçilir ve görüşmelerin neticesinde iş evlilikle sonuçlanır.

• Sevgi/aşk evliliği.

Fiziksel beğeniyle oluşmuş aşktan doğan evlilik. Evlendikten birkaç ay sonra söner, yakından tanımayla oluşan aşklar ise ciddi pürüzler çıkmazsa uzun bir süre devam edebilir.

• Meslek ya da branş evliliği.

Aynı işi yapanların, aynı iş yerinde çalışanların gerçekleştirdiği evlilikler.

• Çıkar amaçlı evlilik.

Zengin iki âilenin evlilik yoluyla güçlerini birleştirmek ya da fakirin zenginle evlenerek maddî güce ulaşmak amacıyla yaptığı evlilikler. Arazinin ele gitmemesi, mirasın parçalanmaması amacıyla daha çok kırsal kesimlerde görülen akraba evlilikleri ve geçmişte birçok örneği bulunan siyasî amaçlı evlilikler de bu gruba girer.

• Kültürel temelli evlilikler.

Genellikle kapalı toplumlarda aynı soy, inanç ve kültür bağları olan kimseler arasında yapılan evlilikler. Aynı dünya görüşünü ve yaşam tarzını benimseyenlerin ilke bazında anlaşarak yaptıkları evlilikler.

İSLÂM DİNİ'NE GÖRE EVLİLİĞİN AMACI

Bilim bugün, Kur’ân'ın onbeş asır evvel ortaya koyduklarının ancak bir kısmına ulaşabilmiştir. Kur’ân, getirdiği yeni bakış açısıyla evliliği, Allah'ın varlığını isbat eden kevnî ve insanî delillerden biri olarak niteler ve akılları buradaki hikmetli nizamın ihtiva ettiği sır ve gayeleri düşünmeye sevk eder.

Allah'ın sosyal sisteme ilişkin koyduğu bir kanun olan evlilikte, fert ve toplum için sayısız fayda ve hikmetler vardır; ki bunlar, dünya hayatının mutluluğu ile ebedî hayatı kazanmaya vesile olan fayda ve nimetlerdir. Evlenmek, insanı haramdan uzaklaştırır; nesli çoğaltıp korur; vatana, millete ve devlete güç kazandırır. İslâm dini, âilenin temel taşı olan evliliği sevgi, merhamet, huzur ve hoş görü üzerine bina etmiştir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır:

Yine O'nun âyetlerindendir ki, sizin için nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda tefekkür edecek bir kavim için nice âyetler vardır. (Rûm/21)

Ve O, sudan bir beşer yaratıp sonra ona bir nesep ve sıhriyet kılandır. Ve senin Rabbin her şeye güç yetirendir. (Furkân/54)

Oruç tutma gecesinde kadınlarınıza refes [çirkin söz, cinsel ilişki], size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir giysidir siz de onlar için bir giysisiniz. (Bakara/187)

O, sizi bir candan yaratan ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce ağırlaştı o zaman onlar [o ikisi] Rabb'lerine dua ettiler: “Eğer bize sâlih (bir çocuk) verirsen, andolsun ki (kesinlikle) şükredenlerden olacağız.” (A‘râf/189)

Sunulan bu âyetler şu hususlara dikkat çekmektedir:

1) Eşlerin aynı nefisten yaratılmış olması.

2) Eşlerle kaynaşma.

3) Allah'ın eşler arasında sevgi oluşturması.

4) Allah'ın eşler arasında merhamet oluşturması.

5) Bunlardaki ibret ve âyetler.

Bu maddeleri teker teker ele alalım:

1) Eşlerin aynı nefisten yaratılmış olması:

Bu, kadının erkekten, erkeğin de kadından olduğunu gösterir. Nitekim Yüce Allah, Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]– çalışanın amelini zayi etmem (Âl-i İmrân/195) buyurur. Erkek de kadın da aynı nefisten/cinsten olup aynı karakteri; insanlık karakterini taşırlar. Allah, aynı cinsten hem kadının eşini, hem de erkeğin eşini yaratmıştır, ki erkek kadınla, kadın da erkekle kaynaşsın. Kadın ve erkek aynı madenden olduklarına göre, özellikleri ve unsurları; insan oluşlarını sağlayan temel özellikleri aynıdır. Erkek, kadın sayesinde erkektir, kadın da erkek sayesinde kadındır. Kadın ve erkekten her birini diğerine bağlayan cazibenin sırrı işte budur. Onları birbirine bağlayan ne kuvvettir, ne güzelliktir, ne şöhrettir, ne de maldır.

2) Eşlerle kaynaşma:

Evliliğin ibret alınacak yönlerinden biri de, bedenin yatışmasından çok rûhun yatışmasıdır. Zira rûhî yatışma, insandaki manevî yönü, bedenî yatışma ise maddî yönü doyurur. Bu da, iffet ve ahlâkın korunmasına, şehevî taşkınlık ve huzursuzluğun fıtrata uygun bir şekilde düzenlenmesine yardımcı olur.

İyi bir evlilikte eşler birbirlerinin en iyi yardımcısı ve en iyi arkadaşıdır. Birbirinden ayrı kaldıklarında birbirine güvenmeleri, gözlerinin arkada kalmaması onların güçlerine güç katar.

Evliliğin en önemli işevi, zorlukları kolaylaştırması, kederleri dağıtması, çalışma şevkini yenilemesi, ümitsizlik, stres ve umutsuzluğa engel olan dinlenme ortamını sağlamasıdır. Evliliğin verdiği huzur ile kişi, ahlâkî yönden olgunlaşır ve bu sayede de karşılaştığı sorunları hâlleder.

Mutlu âileler, Allah'ın tattırdığı bu hazzın âhirette de devam etmesini isterler, bu sebeple de daha muhteşem nimetleri hakk etmek ve onlara kavuşmak için Allah'ın gösterdiği yolda daha fazla çaba harcarlar.

3) Allah'ın eşler arasında sevgi oluşturması:

Evliliğin bir gayesi de, “Allah'ın eşler arasında sevgi oluşturması”dır. Bu sevgi eşleri kapsadığı gibi, âilelerini de kapsar. Koca, sadece karısına değil, karısının akrabalarına da sevgi besler. Aralarında sevgi ve merhamete dayalı bağlar kurulur ya da öyle olması gerekir. Kadın da aynı şekilde sadece kocasına değil, kocasının akrabalarına da yakınlık duyar. Birinin babası ötekine kayınbaba; annesi kayınvalide; kardeşleri de kardeş olur. Bu ilişkiler, doğan çocukları da etkiler. Kimisi dayı, kimisi amca, kimisi hala, kimisi teyze, kimisi yeğen, kimisi kuzen... olur. Böylece birbirini sevip sayanların halkası genişler.

4) Allah'ın eşler arasında merhamet oluşturması:

Evlilik meyvesini verip çocuklar doğunca bu şefkat ve merhamet daha da artar. Ana-babanın çocuklara karşı duyduğu sevgi ve şefkat, yavaş yavaş hem kocanın, hem de kadının akrabalarına kadar uzanır, genişledikçe genişler. Nihâyet âile çevresinde gelişen bu şefkat halkası, topluma kadar uzanır.

Âile içinde merhamet ve şefkati geliştiremeyen insanlar bu tür duygular besleyemez ve toplumun iyi ferdi olamazlar. Böylelerinin oluşturduğu toplum da bunalımlı bir toplum olur.

5) Bunlardaki ibret ve âyetler:

Gayr-i meşru ilişkiler ve onların neticesinde ortaya çıkan korkunç tablo ile, İslâm'ın hedeflediği evlilik ve onun neticesinde ortaya çıkan tablo karşılaştırıldığında, aralarındaki fark anlaşılır, yeter ki düşünce yetisi kaybolmamış olsun. Zira Allah bunu ancak düşünebilenlerin fark edebileceğini, Şüphesiz ki bunda tefekkür edecek bir kavim için nice alâmetler; göstergeler vardır diyerek bildiriyor.

Bu gayeler göz önüne alınınca, şehvetin tatmini arka planda kalır. Zira şehvetin tatmini, evliliğin amacı değil, aracıdır. Nitekim hastalık veya yaşlılık nedeniyle şehvet duygularını yitirmiş kimselerin evliliği bitmiyor, hatta eşler arasındaki dayanışma, sevgi ve saygı daha da artıyor.

YAKIN AKRABA EVLİLİKLERİNİN YASAK OLMA NEDENİ

Birbiriyle evlenmeleri ebediyen yasak olanlar arasında yaratılıştan sevgi, saygı ve gözetmeye dayalı bağlar vardır. Evlilik bu alanda yeni sevgi ilişkileri ortaya çıkarmadığı, yeni sevgi kapıları açmadığı gibi, birçok zararlara da sebep olur. Şöyle ki:

Bu güçlü ilişkiler, evlilik sebebiyle doğabilecek arızalara maruz kalabilir ve nefrete dönüşebilir. Bu durumda akrabalık bağları da kopar. Oysa Allah, bunların devam ettirilmesini emretmektedir.

Ayrıca, yakın akraba evliliği nesli cılızlaştırır. Nitekim bilim, yakın akraba evliliklerinin sakat, zayıf ve cılız nesillerin ortaya çıkmasına sebep olduğunu tesbit etmiştir.

26. Allah, sizin için açığa koymak, sizi, sizden öncekilerin sünnetlerine [yasalarına, yollarına] kılavuzlamak ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Ve Allah alîm'dir, hakîm'dir.

27. Ve Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlerine uyan kimseler de, sizin doğru yoldan büyük bir meyl ile eğilmenizi istiyorlar.

28. Allah, sizden hafifletmek istiyor. Ve şüphesiz insan çok zayıf yaratılmıştır.

Bu âyetlerde, rahmeti gereği Allah insanların hayatlarını kolaylaştırarak, onlara mutluluk yollarını göstermekte ve onları çevrelerindeki kötü niyetlilere karşı uyanık olmaya davet etmektedir.

Paragraftaki, Allah, sizin için açığa koymak, sizi, sizden öncekilerin sünnetlerine [yasalarına, yollarına] kılavuzlamak ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Ve Allah alîm'dir, hakîm'dir. Ve Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor ifadesi, geçmiş ümmetlere de aynı hükümlerin öngörüldüğünü bildirmektedir.

27. âyetteki, Şehvetlerine uyan kimseler de, sizin doğru yoldan büyük bir meyl ile eğilmenizi istiyorlar ifadesindeki şehvetlerine uyan kimseler, genellikle “zinakârlar” olarak yorumlanır. Âl-i İmrân/14-15'in delâletiyle bunların, “dünya-perestler; mala-mülke tapanlar, âhirete inanmayanlar” olduğu anlaşılmaktadır, ki bunlar da, mü’minleri doğru yoldan döndürüp sapıklığa yöneltmek isteyen münâfıklar, müşrikler ve Medîne'nin hemen dışında yaşayan Yahûdilerdir. Bunlar, yetim hukuku, miras hukuku ve aile/evlilik hukuku hakkındaki Allah'ın hükümlerine tahammül edemiyorlar, çıkarları doğrultusundaki şeraitin devam edip gitmesini istiyorlardı.

28. âyetteki, Ve şüphesiz insan çok zayıf yaratılmıştır ifadesi, insanın fiziksel zayıflığını değil, zihinsel zayıflığını [sabırsızlığını, aceleciliğini, şehvet düşkünlüğünü, mal-perestliğini] ifade etmektedir. Bunlar şu âyetlerde de görülebilir:

Allah, gökleri ve yeri yaratan, gökten su indirip de onunla size rızık olarak çeşitli meyveler çıkarandır. Ve O [Allah], emri gereğince denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi, ırmakları da emrinize verdi. Sürekli olarak dönüş hâlinde olan güneşi ve ayı da emrinize verdi. Geceyi ve gündüzü de sizin emrinize verdi. Ve O, Kendisinden istediğiniz her şeyden size verdi. Allah'ın nimetini saymak isterseniz de sayamazsınız! Şüphesiz insan kesinlikle çok zâlim, çok nankördür. (İbrâhîm/32-34)

Ve eğer insana, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür. Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir. (Hûd/9-10)

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O müstesnâ [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan çok nankördür! (İsrâ/67)

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, en‘âma [etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara] ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet, insanlara süslü-çekici kılındı. Bunlar basit hayatın kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır. (Âl-i İmrân/14)

De ki: “Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcanır endişesiyle kesinlikle elinizde tutardınız [kimseye bir şey vermezdiniz]. Ve insan çok cimridir. (İsrâ/100)

O [Allah], insanı bir nutfeden yarattı. Bir de bakarsın ki, o apaçık bir düşmandır. (Nahl/4)

İnsan hayır istemekten usanmaz, kendisine bir kötülük dokununca da hemen üzgündür, ümitsizdir. (Fussilet/49)

Şüphesiz insan dayanıksız ve huysuz yaratılmıştır; kendisine kötülük dokundu mu sızlanır, kendisine hayır dokundu mu da engelleyicidir [küçük bir yardımı bile engeller]. (Me‘âric/19-21)

Kesinlikle insan Rabbine karşı çok nankördür. (Âdiyât/6)

İnsan aceleden yaratılmıştır. Size yakında alâmetlerimi göstereceğim. Şimdi siz Benden acele istemeyin. (Enbiyâ/37)

Hayır, hayır… İşin aslında siz aceleciyi [dünyayı] seviyorsunuz. (Kıyâmet/20)

Onlar [insanlar] aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] seviyorlar ve ağır bir günü arkalarına atıyorlar. (İnsan/27)

Denildiğine göre Mecûsîler; kız kardeş, yeğenler [kız ve erkek kardeşin kızları] ile evlenmeyi helâl görüyorlardı. Cenâb-ı Hakk bunların nikâhlanmasını haram kılınca, onlar şöyle dediler: “Sizler, hala ve teyze kızlarının nikâhını helâl kabul ediyorsunuz. Hala ve teyzelerin nikâhı ise size haramdır. Binâenaleyh, yeğenleri [erkek ve kız kardeşlerin kızlarını] de nikâhlayın...” İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[30]

Paragraftaki, Allah, sizin için açığa koymak, sizi, sizden öncekilerin sünnetlerine [yasalarına, yollarına] kılavuzlamak ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Ve Allah, alîm'dir, hakîm'dir. Ve Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlerine uyan kimseler de, sizin doğru yoldan büyük bir meyl ile eğilmenizi istiyorlar. Allah, sizden hafifletmek istiyor. Ve şüphesiz insan çok zayıf yaratılmıştır mesajı, bir devletin yurttaşlarına yapması gereken ödevleri de bildirmektedir. Buna göre devlet, yurttaşlarının eğitim ve öğretimini sağlayacak, onlara yardımcı olacak, yük olmayacak ve kusurlarını örtecektir.

34. Allah'ın, bazı şeyleri bazısına fazla kılması ve erkeklerin mallarından harcamaları nedeniyle erkekler, kadınlar üzerine kavvamdırlar [en üst düzeyde koruyup kollayan, gözetenlerdir]. Hâl böyle olunca, sâlih kadınlar, Allah'a itaat edicidirler, Allah'ın koruduğu şey nedeniyle ğayb için koruyucudurlar. Nüşûzundan [dikkafalılık yaparak kendisini taciz ve tecavüz riskine atmasından] korktuğunuz kadınlara da, öğüt verin ve yataklarında yalnız bırakın ve de baskı yapın/sürgün edin/dövün. Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa, artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, çok büyüktür.

Bu âyette, toplumdaki mutluluğun, huzurun ve sulh içinde yaşamanın yolları gösterilmektedir. Bunları maddeler hâlinde sıralayacak olursak:

• Erkekler kadınları en iyi şekilde koruyup kollamalı ve gözetmelidirler.

• Sâlih kadınlar, Allah'ın bu ilkesine uymalıdırlar. (Çünkü bu ilke kadınların korunmasına yönelik olarak konmuştur.)

• Nüşûzundan [dikkafalılık yaparak kendisini taciz ve tecavüz riskine atmasından] korkulan kadınlar, öğüt verilerek, yataklarında yalnız bırakılarak, baskı yapılarak/sürgün edilerek/dövülerek [eğitilip rehabilite edilerek] nüşûzdan vazgeçirilmelidir.

Âyette geçen qavvam sözcüğü, fa‘al vezninde mübalağa ifade eden bir kelime olup, “bir şey üzerinde özenle durmak, onu iyice gözetmek, bütün gayreti ile onu korumak, ona nezaret etmek” anlamındadır.

Bu âyette, erkek, hanımı üzerine değil, toplumun erkekleri, toplumun kadınları [ana, bacı, kız, eş, gelin, hala, teyze, komşu kadını vs.] üzerine “qavvam” tayin edilmiştir. Bu da, kadınların yaşamlarını sürdürmeleri için gerekli tüm ihtiyaçların erkekler tarafından karşılanması gerektiğini ifade eder. Hanımın geçimi kocasının; kızın geçimi babasının, babası yoksa erkek kardeşlerinin üzerinedir.

Durumun böyle olması gerektiğine gerekçe olarak da, Allah'ın, bazı şeyleri bazısına fazla kılması gösterilmiştir.

Âyetin bu bölümü, –genellikle– “Allah, erkekleri kadınlara üstün kılmıştır” diye açıklanmaktadır, ki bu kesinlikle yanlıştır. Burada konu edilen üstünlük, kadın ve erkek arasındaki üstünlük değil, kadın ve erkeğin özellikleridir. Meselâ, erkekteki güç, cesaret, soğuk kanlılık ve metanet, kadındakinden üstündür; kimse bunun aksini edemez. Diğer yönden, yani haya, merhamet, şefkat, eğiticilik gibi özellikler açısından ise kadın erkekten üstündür; kimse bunun aksini iddia edemez. İşte âyette söz konusu edilen üstünlük, bu özellikler açısındandır; yoksa cinslerin birbirinden üstünlüğü değildir. İnsanların birbirinden üstünlüğünün tek ölçüsü, takva'dır.

Öyleyse, daha güçlü, daha cesur ve daha dayanıklı olmaları hasebiyle erkekler kadınların koruyucusu ve gözeticisi olmalıdırlar. Bu, kamuya verilen bir görevdir.

Âyetin devamında da, Hâl böyle olunca, sâlih kadınlar, Allah'a itaat edicidirler, Allah'ın koruduğu şey nedeniyle ğayb için koruyucudurlar buyurularak, kadınların bu kuralı kabullenmeleri gerektiği bildirilmiştir. Çünkü Allah, onların onurlarını, ırz ve namuslarını koruma altına almış; onlara mehir verilmesini emretmekle, onların geçimlerini erkekler üzerine yüklemekle kadınları güvenceye almıştır. İyi kadınlar, başlarına gelebilecek taciz, tecavüz vs. muhtemel felaketlere karşı tedbirlerini alıp kendilerini korur, bu açıdan korunmayı da seve seve kabul eder, Allah'ın koyduğu bu kurala boyun eğer, kibir ve komplekse kapılıp erkeklerle yarışa girerek dışarıda zor ve riskli işler yapmaya kalkışmazlar.

Âyetin son bölümünde ise, Nüşûzundan [dikkafalılık yaparak kendisini taciz ve tecavüz riskine atmasından] korktuğunuz kadınlara da, öğüt verin ve yataklarında yalnız bırakın ve de baskı yapın/sürgün edin/dövün. Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa, artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, çok büyüktür buyurularak, bu kurala uymayan kadınlar hakkında baş vurulacak tedbirler ortaya konulmuştur.

Bir çok kitapta [tefsir, meâl, ilmihal], burada sözü edilen kadınların, erkeklerin kendi hanımları olduğu iddia edilir. Hâlbuki muhatap kocalar değil, tüm insanlardır [toplumdur]. Öyleyse, nüşûzundan [dikkafalılık yaparak kendisini taciz ve tecavüz riskine atmasından] korkulan kadın da, toplumdaki herhangi bir kadındır; bu, bir eş, bir anne, bir kız kardeş veya dul ve kimsesiz bir kadın olabilir.

Bu âyetin iniş sebebi hakkında şu nakledilmiştir:

Âyet-i kerîme, Sa‘d b. er-Rabî hakkında nâzil olmuştur. Hanımı, Zeyd b. Hârice b. Ebî Züheyr kızı olan Habîbe, ona karşı serkeşlik etmiş, o da ona bir tokat atmıştı. Babası ise şöyle dedi: “Ey Allah'ın Rasûlü! Kızımı ben onun nikâhı altına verdim, o da kalktı, onu tokatladı.” Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Kocasına kısas yapsın” dedi. Kocasına kısas yapmak üzere babasıyla geri dönüp gidince, Hz. Peygamber, “Geri dönün. İşte Cebrâîl bana gelmiş bulunuyor” dedi. Yüce Allah da bu âyet-i kerîmeyi indirdi.[31]
Bizce, terbiye için olsa bile kocanın hanımını dövmesi, Kur’ân'a terstir.
ERKEĞİN HÂKİMLİĞİNE DAİR HÜKMÜN NÜZÛL SEBEBİ

Qavvâm, “işi bi-hakkın yapan kimse” demektir. Kadının işlerini gereği gibi yapıp, onu korumaya itinâ gösteren kimse için de denilir. İbn Abbâs (r.a), bu âyetin Muhammed ibn Seleme'nin kızı ile Ensâr'ın ileri gelenlerinden biri olan kocası Sa‘d b. Rabî hakkında nâzil olduğunu söylemiştir. Zira Sa‘d ona bir tokat atmış, o da kocasının yatağını hemen terkederek, kocasının tokadının izi yüzünde olarak Hz. Peygamber'e (s.a) gelip, kocasının kendisini tokatladığını şikâyet etmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Ondan kısas iste” dedi, sonra da, “Sabret, (vahiy) bekliyorum” dedi. Bunun üzerine, Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler... âyeti nâzil olmuştur. Bu, “erkekler kadınları terbiye etme ve onlara müdahale etme hususunda hakimdirler” demektir. Böylece Cenâb-ı Hakk sanki erkeği, karısı üzerinde bir reis ve hükmü geçen birisi kabul etmiştir. Bu âyet nâzil olunca Hz. Peygamber (s.a), “Biz bir şey istedik, Allah da bir şey istedi. Allah'ın istediği daha hayırlıdır” buyurdu. Böylece Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber'in (s.a) söylediği kısas hükmünü kaldırmış oldu. Daha sonra o, erkeklerin kadınlara hâkim olduğunu ve erkeklerin emrinin onlar yanında geçerli olması gerektiğini belirtince, bunun şu iki sebepten dolayı olduğunu beyân buyurmuştur.[32]
ERKEĞİ KADINDAN İLERİ KILAN SEBEPLER

Birinci sebep: Cenâb-ı Hakk'ın, Çünkü Allah onlardan bazısını [erkekleri], bazısından [kadınlardan] üstün kılmıştır buyruğu ile belirttiği husustur. Bil ki erkekler pek çok yönden kadınlardan üstündür. Bunların bir kısmı hakiki sıfatlar, bir kısmı ise şer‘î hükümlerdir. Hakiki sıfatlara gelince, bil ki hakiki üstünlüğün neticesi şu iki şeye dayanır:

a) Bilgi [ilim],

b) Kudret [güç-kuvvet].

Erkeklerin akıllarının ve bilgilerinin daha çok olduğu hususunda şüphe yoktur. Yine, erkeklerin güç ve meşakkatli işlere karşı kuvvetlerinin daha fazla olduğu hususunda da şüphe yoktur. İşte bu iki sebepten ötürü akıl, sebat, kuvvet, genel manada yazı yazma, binicilik ile atıcılık, peygamberler ile alimlerin erkeklerden oluşu, gerek büyük gerek küçük imametin [namaz imamlığı ve devlet başkanlığının] erkeklere verilmiş olması; cihad, ezan, hutbe, itikaf, had ile kısas hususlarındaki şehadet –ki bu sayılanlar âlimlerce ittifakla kabul edilmiştir–, Şâfiî'ye (r.h) göre evlilik, mirastaki hissenin fazlalığı, mirasta asabe oluş, gerek kasten gerekse hataen adam öldürmede diyeti yüklenme, kasame, nikâhta velâyet, talak, ric’at [talaktan dönüş], birden çok kadınla evlenebilme ve çocukların erkeklere nisbet edilmesi hususlarında, erkeklerin kadınlardan üstünlüğü söz konusudur. Bütün bunlar, erkeklerin kadınlardan üstün olduğuna delâlet eder.

İkinci sebep: Cenâb-ı Hakk'ın, Ve çünkü onlar [erkekler] mallarından infak ederler buyruğu ile belirttiği husustur. Bu, “erkekler, kadınlara mehir verip, onların nafakalarını [geçimlerini] temin ettikleri için daha üstündürler” demektir.

Sonra Allah Teâlâ kadınları iki kısma ayırıp, sâlih olanları, İyi kadınlar itaatli olanlardır. Allah kendilerini nasıl koruduysa onlarda öylece mahremiyeti koruyanlardır diye tavsif etmiştir.[33]
NÜŞÛZ

النشوز[nüşûz] sözcüğü, ن ش ز[neşz] kökünün türevlerindendir. Sözcüğün kök anlamı, “yeryüzünün yüksek bir yeri” demektir. Bir vâdinin içinde bulunan kimseye nisbetle yukarı bölümlerine, النشز[neşz] denir. نشوز[nüşûz] ise mastar anlamı olarak, “aşağıdan yukarıya doğru yükselmek, bulunduğu konumdan bir üst konuma çıkmak, dikleşmek” demektir.[34]

Bu sözcük Kur’ân'da Bakara/259, Nisâ/34, 128 ve Mücâdele/11'de olmak üzere 4 kez yer alır.

Nisâ/34'de kadının nüşûzu, “dikleşmesi, kendisini bulunduğu konumdan daha bir üst konumda görmesi, onun bedenen zayıf ve cinsel yönden savunmasız olmasına rağmen, kendisini güçlü ve cinsel taciz ve tecavüzden koruyabilir sayması, bu konuda kendisini erkek seviyesine çıkarması”dır.

Nisâ/128'deki erkeğin nüşûzu ise, “kendini kadından üstün görmesi”dir.

Bakara/259'daki nüşûz, “etin alttan yukarı doğru tırmanması”dır.

Mücâdele/11'deki nüşûz ise, “alt konumda olanların kendilerini üst seviyeye çıkarmaları, aşağılıktan kurtulup üstün olmaları”dır.

35. Ve eğer ikisinin [karı-kocanın] arasının açılmasından korktuysanız, o zaman bir hakem onun [erkeğin] yakınlarından, bir hakem de onun [kadının] yakınlarından kendilerine gönderin. Bu ikisi [karı-koca] gerçekten düzeltme [barışmak] isterlerse, Allah onların [karı-kocanın] arasında geçim verir. Şüphesiz Allah, alîm'dir, habîr'dir.

Bu âyette de eşler arasındaki geçimsizlik durumunda yapılması gereken kamusal görev bildirilmektedir. Buna göre, karı-koca arasının açılmasından korkulduğu durumlarda, barıştırma çabasında bulunulmalı, bir hakem erkeğin, bir hakem de kadının yakınlarından gönderilmelidir. Hakemler anlaşmazlığın nedenlerini araştırmalı ve çözüm aramalıdır. Hakemlerin, karı-kocanın akrabalarından ve onların evliliklerine tanık olanlardan olması daha uygun olur. Hakemler tarafsız tesbit, teşhis ve öğütleriyle karı-kocaya yardımcı olmalıdırlar. Karı-koca gerçekten yuvanın devamını istiyorlarsa, Allah da onlara yardımcı olacaktır. Hakemler karı-kocanın ayrılmaları gerektiğine kanaat getirirlerse, bu kanaatlerini kendilerini bu göreve tayin eden merciye [mahkemeye] bildirmelidirler.

Âyetteki, gönderin emrinin muhatabı, sûrenin başında zikredilen “insanlar”; kısaca kamudur. Aile hukuku kapsamında da boşanmaya bakan hâkimdir.

128-130. Ve eğer bir kadın, onun [kocasının] hâlinden; diklenmesinden veyahut kendisinden uzaklaşmasından korkarsa, artık aralarında bir sulh yapmalarında, onlara bir günah yoktur. Ve sulh hayırlıdır. Ve nefisler kıskançlığa hazır kılınmıştır. Eğer iyilik-güzellik üretirseniz ve takvâlı davranırsanız artık şüphesiz Allah yapmış olduğunuz şeylere haberdardır. Ve kadınlarınız arasında adaletli davranmaya ne kadar uğraşsanız da asla güç yetiremezsiniz. Öyleyse birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Ve eğer düzeltirseniz ve takvâlı davranırsanız artık şüphesiz Allah gafûr'dur, rahîm'dir. Eğer onlardan ikisi [karı-koca] ayrılırlarsa, Allah, hepsini geniş lütfundan zenginleştirir. Ve Allah, vâsi'dir, hakîm'dir.

Bu âyetlerde de aile ilişkilerine dair birtakım kurallar konulmakta, sosyolojik ve psikolojik bilgiler verilmektedir. Şöyle ki:

• Bir kadın, kocasının diklenmesinden veya kendisinden uzaklaşmasından korkarsa, aralarında sulh yapmalarında bir günah yoktur. Sulh ise hayırlıdır.

• Nefisler kıskançlığa hazır kılınmıştır.

• İyilik-güzellik üretir ve takvâlı davranırsanız, Allah yapmış olduğunuz şeylere haberdardır.

• Kadınlarınız arasında adaletli davranmaya ne kadar uğraşsanız da güç yetiremezsiniz. Öyleyse birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın.

• Düzeltir ve takvâlı davranırsanız, şüphesiz Allah gafûr'dur, rahîm'dir.

• Karı-koca ayrılırlarsa, Allah her ikisini de geniş lütfundan zenginleştirir.

Bu âyetlerin iniş sebebine dair şu bilgiler nakledilmiştir:

Âyet-i kerîme, Sevde bt. Zem’a sebebiyle nâzil olmuştur. Tirmizî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Hz. Sevde Rasûlullah'ın (s.a) kendisini boşayacağından korktu ve bu sebeple şöyle dedi: “Beni boşama, nikâhın altında tut ve bana ayırdığın gününü Âişe'ye ver.” Hz. Peygamber de böyle yaptı, bunun üzerine, Barış yoluyla aralarını düzeltmelerinde kendileri için bir vebal yoktur. Barış daha hayırlıdır ayeti nâzil oldu. O sebepten aralarında sulh ile kabul ettikleri herhangi bir şey caizdir.[35]

Taner
9. August 2010, 02:16 AM
Bu âyet-i kerîmedeki fıkhî inceliklerden biri de, koca, kadının gençliğinin geçip gitmesinden ve yaşlanmasından sonra onun yerine bir başka kadın ile evlenmemesi gerektiği görüşünde olan câhillerin kanaatlerini reddetmesidir. İbn Ebî Muleyke der ki: “Sevde bt. Zem’a'nın yaşı ilerleyince Peygamber (s.a) onu boşamak istedi. Ancak o, Hz. Peygamber ile birlikte kalmayı tercih edip, o'na, “Beni nikâhın altında tut ve bana ayırdığın gününü Âişe'ye tahsis et” dedi. Hz. Peygamber de öyle yaptı. Hz. Sevde de o'nun hanımlarından birisi olduğu hâlde vefat etti.[36]

NÜŞÛZ İLE İLGİLİ ÂYETİN NÜZÛL SEBEBİ

Müfessirler, âyetin nüzûl sebebi hakkında şunları söylemişlerdir:

1) Sa‘îd ibn Cübeyr, İbn Abbâs'tan bu âyetin İbn Ebi's-Saib hakkında nâzil olduğunu rivâyet etmiştir ki, bu zatın bir hanımı ve bu hanımından da çocukları vardı. Hanımı yaşlı olduğu için, onu boşamak istedi... Bunun üzerine hanımı, “Beni boşama, bırak çocuklarımın işleriyle meşgul olayım ve her ay pek az bir geceyi bana ayır...” dedi. Bunun üzerine kocası, “Eğer iş bu şekilde olacaksa, bu benim için daha faydalı ve uygun olur” dedi.

2) Bu âyet, Sevde bt. Zem’a hakkında nâzil olmuştur. Buna göre, Hz. Peygamber (s.a) onu boşamak isteyince, Sevde, Hz. Peygamber'den kendisini boşamamasını, sırasını da Hz. Aişe'ye tahsis etmesini istedi. Hz. Peygamber bunu uygun buldu da, onu boşamadı.

3) Hz. Aişe'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Bu âyet, bir erkeğin yanında bulunup, erkeğinin de kendisi yerine başkasını almak istediği bir kadın hakkında nâzil olmuştur. Bunun üzerine kadın, “Beni tut [boşama] ve başkasıyla evlen, nafakam ve sıramdan da vazgeçiyorum, sana helâl olsun” der.[37]

NÜŞÛZ ve KOCANIN NÜŞÛZU

Nüşûz'un, “diklenmek, kendisini dev aynasında görmek” demek olduğunu beyân etmiş ve kadının nüşûzuna dair bilgiler vermiştik. Kocanın nüşûzu [kendini kadından üstün görmesi] ise, kendini dev aynasında görüp hanımını küçümseyerek, “Sen çirkinsin”, “Sen yaşlısın”, “Ben genç ve güzel bir kadınla evlenmek istiyorum” demesi veya kaba kuvvet kullanması olarak açıklanabilir.

Âyetteki, Aralarında bir sulh yapmalarında, onlara bir günah yoktur. Ve sulh hayırlıdır ifadesiyle Allah kocayı, çekiciliğini yitirse bile yıllardan beri birlikte yaşadığı karısına iyi davranmaya teşvik ediyor, karısına karşı olan tutum ve davranışlarında Kendisinden korkması gerektiğini bildiriyor.

Âyetteki, Ve nefisler kıskançlığa hazır kılınmıştır. Eğer iyilik-güzellik üretirseniz ve takvâlı davranırsanız artık şüphesiz Allah yapmış olduğunuz şeylere haberdardır. Ve kadınlarınız arasında adaletli davranmaya ne kadar uğraşsanız da asla güç yetiremezsiniz. Öyleyse birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Ve eğer düzeltirseniz ve takvâlı davranırsanız, artık şüphesiz Allah gafûr'dur, rahîm'dir ifadesiyle de, olağanüstü koşullar gereği çok eşli olan kocaların, karılarının hepsine tam anlamıyla eşit davranmasının mümkün olmadığı, böyle ailelerde geçimin zor olduğu, fakat bu şatlarda da iyilik-güzellik üretilmesi gerektiği bildiriliyor.

36-38. Ve Allah'a ibâdet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ve de anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, uzaktan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, yeminlerinizin mâlik olduklarına [himâyenize verilmiş kimselere] iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen; cimrilik eden, insanlara cimriliği emreden ve Allah'ın kendilerine lütfundan verdiklerini gizleyen kimseleri ve Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hâlde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri sevmez. Ve Biz, kâfirlere alçaltıcı bir azabı hazırladık. Ve şeytan kimin için karîn [yaştaş, yakın arkadaş] olursa, o ne kötü bir karîndir!

39. Bir de bunlar, Allah'a ve âhiret gününe iman etselerdi ve Allah'ın kendilerini rızıklandırdığı şeylerden infak etselerdi, ne kendilerinin aleyhlerine olurdu ki? Ve Allah onları çok iyi bilendir.

40. Şüphesiz Allah, zerre kadar zulmetmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır. Ve Kendi katından büyük bir ecir verir.

41. Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl?

42. İnkâr eden ve Elçi'ye isyan eden kimseler, o gün toprağa karışıp gitmeyi isterler. Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler de.

Bu âyet grubunda, Allah'a kulluk edilmesi ve yakınlarla ilişkilerin nasıl düzenlenmesi gerektiğine dair bilgiler verilmektedir. Buna göre mü’minler;

• Allah'a ibâdet etmeli ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmamalıdır.

• Anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, uzaktan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, yeminlerin mâlik olduklarına [himâyeye verilmiş kimselere] iyilik etmelidirler.

Emredilen bu görevleri yapmayanlar da, Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen; cimrilik eden, insanlara cimriliği emreden ve Allah'ın kendilerine lütfundan verdiklerini gizleyen kimseleri ve Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hâlde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri sevmez. Ve Biz, kâfirlere alçaltıcı bir azabı hazırladık. Ve şeytan kimin için karîn [yaştaş, yakın arkadaş] olursa, o ne kötü bir karîndir! Bir de bunlar, Allah'a ve âhiret gününe iman etselerdi ve Allah'ın kendilerini rızıklandırdığı şeylerden infak etselerdi, ne kendilerinin aleyhlerine olurdu ki? Ve Allah onları çok iyi bilendir. Şüphesiz Allah, zerre kadar zulmetmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır. Ve Kendi katından büyük bir ecir verir. Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? İnkâr eden ve Elçi'ye isyan eden kimseler, o gün toprağa karışıp gitmeyi isterler. Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler de buyurularak uyarılmaktadır.

Allah'a kulluk ve şirk, Kur’ân'da üzerinde önemle durulan konuların başında gelir. Birkaç âyetle bu konuya dair bir hatırlatma yapıyoruz:

Ben, cinn ve insi [herkesi] yalnızca Bana ibâdet/kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan herhangi bir rızık istemiyorum. Ben, onların Beni yedirmelerini de istemiyorum. (Zâriyât/56-57)

Ve Biz senden önce hiç bir elçi göndermedik ki ona, “Gerçek şu ki, Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana ibâdet edin” diye vahyetmiş olmayalım. (Enbiyâ/25)

Ve sen, elçilerimizden senden önce gönderdiğimiz kişilere sor, “Biz Rahmân'ın astlarından ibâdet edilecek ilâhlar kılmış mıyız?” (Zuhruf/45)

Ve andolsun ki, Biz her ümmete, “Allah'a ibâdet edin ve tâğûttan sakının” diye bir elçi gönderdik. Artık Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidâyet etti, bir kısmına da sapıklık hakk olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın yalanlayanların sonu nasıl olmuş? (Nahl/36)

De ki: “Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih ameli işlesin ve Rabbine kullukta, hiç kimseyi ortak etmesin.” (Kehf/110)

O [bir tek, kahhar; Allah], gökleri ve yeri hakk ile yarattı, geceyi gündüzün üstüne bürüyor, gündüzü de gecenin üstüne bürüyor. Güneşi ve ay'ı emre âmâde kılmıştır. Hepsi de adı konmuş bir ecele akıp gitmektedir. İyi bilin ki, O, çok güçlü ve çok bağışlayıcıdır. (Zümer/5)

Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler hâlinde sadece Allah'a kulluk etmeleri, salâtı ikâme etmeleri, zekâtı vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir. (Beyine/5)

Şüphesiz Allah, Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah uydurmuş [işlemiş] olur. (Nisâ/48)

Yine, ana-baba, akrabalar, yetimler ve miskinlere yapılması gereken iyilik ve görevlerle ilgili birçok âyet geçmişti. Burada, Akraba olan komşulara, uzaktan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, yeminlerinizin mâlik olduklarına [himâyenize verilmiş kimselere] iyilik edin ifadesiyle ek görevlerin verildiği görülmektedir.

Allah'a iman etmeyen ve imanının gereğini [sosyal görevlerini] yerine getirmeyenler, Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? İnkâr eden ve Elçi'ye isyan eden kimseler, o gün toprağa karışıp gitmeyi isterler. Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler de buyurularak, tehditle karışık uyarılmaktadırlar. Elçilerin ümmetler üzerine tanık olacakları daha evvel de zikredilmişti:

Elçiler, vakitlendirildikleri zaman, bunlar hangi gün için ertelendiler ise! (Mürselât/12)

Elçilerin âhiretteki tanıklığı ise şu âyetlerde zikredilmiştir:

Ve o gün, o zâlim kimse ellerini ısırarak; “Eyvah, keşke Elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir'den o saptırdı. Ve şeytan insan için bir rezil edenmiş!” der. Elçi de, “Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’ân'ı mehcur [terk edilmiş bir şey] edindiler” dedi. (Furkân/27-30)

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryemoğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; ğaybları bilen yalnız Sensin, Sen! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen ğaybları en iyi bilensin. Eğer onlara azab edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin.” (Mâide/116-118)

43. Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, Cünüb iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkandırılıncaya kadar, salâta yaklaşmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz çukurdan [tuvaletten] geldiyse veya kadınlarla dokunuştuysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.

Bu âyette, İslâm'ın ana ilkelerinden olan salâtın ikâmesi'nin, sağlıklı olarak icra edilebilmesinin yolları gösterilmektedir. Salât'ın ve salâtı ikâme etmenin ne olduğunu ve denli önemli olduğunu birçok yerde beyân etmiş; Ankebût sûresi'nin sonunda ise müstakil bir başlık altında uzun ve detaylı olarak sunmuştuk.[38] Bu âyette mü’minlere, salâtı bilinçli bir hâlde icra etmeleri emredilmekte ve salâtı icra etmenin şartları gösterilmektedir.

Bu da, özünden uzaklaştırılan, yanlış anlaşılan ve yanlış uygulanan bir âyettir. Konunun daha iyi anlaşılması için klâsik kabulleri zikrettikten sonra tahlile geçeceğiz:

Yüce Allah, Ey iman edenler! sarhoşken... namaza yaklaşmayın buyruğuyla özel olarak mü’minlere seslenmektedir. Çünkü mü’minler, bir taraftan namaz kılarken, içki de içmeye devam ediyorlardı. İçki ise, onların zihinlerini aleyhlerine olmak üzere telef edip gitmişti.

O bakımdan bu buyrukla özel olarak onlara hitap edildi. Zira kâfirler ne sarhoşken, ne de ayıkken namaz kılmazlardı.

Ebû Davûd, Ömer b. el-Hattâb'dan (r.a) şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İçkinin haram kılınışına dair buyruk nâzil olmadan önce Ömer şöyle dedi: “Allahım! İçki hakkında bize rahatlatıcı bir beyanda bulun.” Bunun üzerine Bakara sûresi'ndeki; Sana içki ve kumardan soruyorlar (Bakara/219) buyruğu nâzil oldu. Bunun üzerine Ömer çağırıldı ve ona bu âyet-i kerîme okundu. Ömer yine, “Allahım! İçki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun” dedi. Bu sefer Nisâ sûresi'nde yer alan, Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar... namaza yaklaşmayın âyeti nâzil oldu. O bakımdan Rasûlullah'ın (s.a) münadisi namaz için kamet getirildiğinde şöyle seslenirdi: “Dikkatli olun, namaza sarhoş bir kimse yaklaşmasın.” Yine Ömer çağırıldı, ona bu âyeti kerîme okundu. Ömer yine, “Allahım içki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun” dedi. Bunun üzerine, Artık vazgeçtiniz değil mi? (Mâide/91) âyeti nâzil oldu. Bu sefer Ömer, “Vazgeçtik” dedi.

Sa‘îd b. Cübeyr der ki: İnsanlar, kendilerine bir emir, yahut bir yasak bil-dirilinceye kadar câhiliyye dönemindeki durumlarını devam ettirip gidiyorlardı. O bakımdan İslâm'ın ilk dönemlerinde, Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki: “Onlarda büyük bir günah ve insanlar için bazı menfaatler vardır (Bakara/219) âyeti nâzil oluncaya kadar içmeye devam ediyorlardı. Bu âyet nâzil olunca, “Biz günah için değil de menfaati için içeriz” dediler. Adamın birisi içki içti ve cemaatin önüne geçip namaz kıldırırken, De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza taparım” diye okudu. Bunun üzerine, Ey iman edenler! Sarhoşken... namaza yaklaşmayın âyeti nâzil oldu. Bu sefer, “Biz namazın dışında içeriz” dediler. Bunun üzerine Ömer (r.a) şöyle dedi: “Allahım! İçki hususunda üzerimize şifa verici [rahatlatıcı] açıklama indir.” Bunun üzerine, Muhakkak şeytan... ister (Mâide/91) âyeti nâzil oldu. Bunun üzerine Ömer de, “Vazgeçtik, vazgeçtik” dedi. Daha sonra Rasûlullah'ın (s.a) münadisi (Medîne sokaklarında) dolaşarak, “Şunu biliniz ki, içki haram kılındı” diye nida etmeye başladı.[39]

Âlimler, âyetin nüzûl sebebi hakkında şu iki açıklamayı yapmışlardır:

1) İçki henüz mübah iken, Abdurrahmân ibn Avf, sahabenin ileri gelenlerinden bir cemaate ziyafet verdi. Bu vesileyle onlar yiyip içtiler. Onlar bu işi bıraktıklarında, akşam namazının vakti gelmişti. Bunun üzerine onlar, içlerinden birisini, kendilerine namaz kıldırması için öne sürüp imam yaptılar. İmam da, zammı sûre olarak Kâfirûn sûresi'ni, “…Sizin taptıklarınıza ben taparım, sizler de benim taptıklarıma tapıcılarsınız” şeklinde okudu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Artık onlar, bu âyet nâzil olduktan sonra namaz vakitlerinde içki içmiyorlardı. Yatsı namazını kıldıktan sonra içiyorlardı. Böylece, sabah vaktine girmeden, sarhoşluk hâlleri zail oluyor, neticede ne söylediklerini bilir hâle geliyorlardı. Daha sonra, içkinin her halükârda kesin olarak haramlığını ifade eden Mâide/90 âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Hz. Ömer'den (r.a) rivâyet olunduğuna göre, Nisâ/43 âyetinin nâzil olduğu kendisine ulaştığı zaman o, “Ey Allahım! İçki akıllara ve mallara zarar veriyor. Bu sebeple, bu husustaki kesin emrini indir” demişti. İşte sabahleyin ashâba, içkinin kesin olarak haramlığını ifade eden Mâide/90 âyetinin nâzil olduğu haberi ulaşır.

2) İbn Abbâs, bu âyet-i kerîmenin, içki haram kılınmazdan önce içki içip, sonra da Peygamber ile birlikte namaz kılmak için mescide gelen sahabenin önde gelenlerinden bir cemaat hakkında nâzil olduğunu ve böylece, bu âyet ile Allah Teâlâ'nın onları içki içmekten nehyettiğini söylemiştir.[40]

Bu âyetin nüzûl sebebi hakkında İbn Ebû Hatim şöyle rivâyet eder: Bize Yûnus ibn Habîb'in... Sa‘d'dan rivâyetine göre o şöyle demiştir: “Benim hakkımda dört âyet indi: Ensârdan bir adam yemek yapmış; Muhacir ve Ensârdan bazılarını da davet etmişti. Yedik ve sarhoş oluncaya kadar içtik. Sonra övünmeye başladık. Bir adam devenin çene kemiğini alarak Sa‘d'ın burnunu yaraladı. Sa‘d'ın burnu kırılmış idi. Bu, içki haram kılınmadan önceydi. Bunun üzerine, Ey iman edenler! Sarhoşken namaza yaklaşmayın âyeti nâzil oldu.”[41]

Daha evvel de belirttiğimiz gibi, bu âyette konu edilen “namaz” değil, “salât”tır. Burada âyetteki birkaç nokta üzerinde durmak istiyoruz:

SARHOŞLUK

Âyette geçen سكارى [sükârâ] sözcüğü, سكر [sekr] sözcüğünün türevlerindendir. Sekr sözcüğü Lisânu'l-Arab'da sahv'ın karşıtı olarak gösterilmiştir.[42] Bu durumda sekr sözcüğünün tam olarak anlaşılabilmesi için, sahv sözcüğünün de ne anlama geldiğinin bilinmesi gerekir. Allâme İbn Manzûr, صحو [sahv] sözcüğünü şöyle açıklamıştır:

Sahv, “bulutun gitmesi, gökyüzünün berraklığı, sarhoşluğun gitmesi, bâtılın, kontrolsüzlüğün bırakılması” demektir.[43]

Buradan anlaşıldığına göre, sözcük, doğa olayları için vaz‘ edilmiş; günün aydınlığı [gökyüzünün buluttan, sisten, tozdan, dumandan arınıklığı] sahv, tersi [gökyüzünün bulutlu, sisli, tozlu, dumanlı olması] de sekr olarak isimlendirilmiştir.

Görüldüğü gibi sükârâ sözcüğü, sadece alkollü içeceklerin etkisiyle meydana gelen sarhoşluğu/kafanın dumanlı oluşunu ifade etmez. Sukr terimi geniş anlamıyla, insanın melekelerini tam olarak kullanmasını engelleyen zihinsel bulanıklıkların tümünü ifade eder. Çünkü akıl bulanıklığı, herhangi bir uyuşturucu etkisiyle meydana gelebileceği gibi; uyku, şehvet, korku, acı, panik, stres gibi şeyler sebebiyle de meydana gelebilir. Nitekim Kur’ân'da, alkollü içeceklerin etkisi dışında oluşan sarhoşlukla ilgili âyetler de mevcuttur:

Ölümün sarhoşluğu gerçekten hakk ile gelmiştir de, –“(Ey insan!) İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir.”– (Kaf/19)

Ve Biz onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak da onlar oradan yukarı yükselseler bile, mutlaka “Gözlerimiz döndürüldü/bulandırıldı. Aslında biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir. (Hicr/14-15)

–Ömrüne kasem olsun ki, gerçekten onlar, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı [Sen ömründe bunlar gibi şehvet çılgınlığı içinde bocalayıp duran rezilleri hiç görmedin].– (Hicr/72)

Ey insanlar! Rabbinizden sakının; şüphesiz o Sâ‘at'in sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer. Ve her hamile kadın taşıdığını düşürür. Ve sen insanları sarhoş olmadıkları hâlde hep sarhoş görürsün. Ama Allah'ın azabı çok şiddetlidir. (Hacc/1-2)

Sonuç olarak insanlar; içki veya uyuşturucunun etkisindeyken [uykulu, korkulu, acılı, ağrılı ve stresli iken] salâta katılmamalıdırlar.

CÜNÜBLÜK ve CENÂBET

Fıkıh ve İlmihal kitaplarında cünüblük, “boy abdesti almayı gerektiren durum; büyük abdestsizlik hâli”; cenâbet de, “bu durumda olup da henüz gusletmemiş olan kimse” olarak tanımlanmış ve “Cinsel ilişkide bulunmuş yahut rüyada ihtilâm olmuş veya birine bakmakla ya da dokunmakla kendisinden şehvetle inzâl vaki olmuş kimseye cünüb, onun bu durumuna da cenâbet denir” şeklinde açıklamalar getirilmiştir.

Bu tanım ve açıklamalardan hareketle; meni gelmese bile cinsel ilişkiye giren erkek ve kadının cünüb olacakları, erkeğin menisinin gelmesiyle, kadının da oynaşma, bakma, düşünme veya benzeri sebeplerle iğtilâm/ihtilâm olmasıyla cünüb sayılacakları, rüya veya başka bir yolla tatmin sonucu meydana gelen boşalmanın cünüblüğe yol açacağı hükme bağlanmıştır.

Bu hükümlerden yola çıkılarak da cünübün; mescide girmesi, namaz kılması ve kıldırması, oruç tutması, Kur’ân okuması, Kur’ân'a el sürmesi, Ka‘be'yi tavaf etmesi haram sayılmıştır.

Bu yasaklamaların yanısıra, cünüblüğün kötülüğü hakkında da, “Cünübün bulunduğu yere melek girmez”, “Cünübün bastığı toprakta ot bitmez”, “Yıkanıncaya kadar bastığı toprak, yattığı yatak cünübe lânet eder” gibi tehditler –hem de Peygamberimize isnad edilerek– savurulmuştur.

Hâlbuki Kur’ân'da zikredilen cünüblük, yukarıda tanımlanan cünüblük-cenâbetlik değildir. Bize göre bunlar, insanları dinden ve eğitimden uzak tutabilmek için uydurulmuş ve ne acıdır ki Peygamberimizin adı da buna alet edilmiştir.

Bu yanlışlık öyle yaygın bir hâle gelmiştir ki, cünüb sözcüğüne, sözlüklerde de –sanki İslâm'dan evvel bu sözcük Arap dilinde yokmuş gibi– yukarıda naklettiğimiz terimsel anlam çerçevesinde karşılıklar verilmiş, dolayısıyla klâsik kaynaklarda da aynı minvalde bilgiler yer almıştır:

Cünüb lafzının müennesi olmadığı gibi, tesniye [ikili] ve çoğulu da yoktur. Çünkü bu kelime, buud ve qurb [uzaklık ve yakınlık] kelimesi gibi mastar veznindedir. Bazan bu kelimeyi hafifleterek, cenb derler. Kelimeyi bu şekilde okuyanlar da olmuştur.

el-Ferrâ der ki: Kişi cünüb oldu ifadesi, cenâbet'ten gelmektedir. Bir şivede cünüb kelimesinin, tıpkı unk ve a‘nâk, tunub ve etnab [boyun, boyunlar, çadır kazığı ve kazıklar] gibi çoğul yapıldığı da söylenmiştir. Tekili kastedilerek cânib denilmesi hâlinde, çoğul için cünnab tabiri kullanılır. Binici ve biniciler için râkib ve rukkâb demek gibi. Kelime asıl itibariyle “uzaklık” demektir. Âdeta cünüb, şehvetle çıkardığı su dolayısıyla namaz hâlinden uzaklaşmış gibi olduğundan bu ismi alır. Şair der ki:

Beni (yanında esir bulunan) kardeşimden uzak tutarak mahrum etme!

Çünkü ben, çadırlar ortasında garip kalmış bir kimseyim.

Cünüb adam, “yabancı adam” anlamına da kullanılır. Aynı şekilde cenâbet [mücânebet], “erkeğin kadın ile içli-dışlı olması” demektir. [44]

SÖZCÜĞÜN ESAS ANLAMI

جنب[cenb] sözcüğünün türevlerinden olan جُنُبْ [cünüb] sözcüğü ile ilgili olarak klâsik eserlerde şu bilgiler yer almaktadır:

Cenb sözcüğü, “bir şeyin parçası, küçük-büyük bir şeyden koparılan parça” demektir. Cânib ve cünüb sözcükleri, “ğarîb” [çok uzak olan] demektir. Cenebe'r-raculü ifadesi, “kişi onu defetti, uzaklaştırdı” demektir. Ezherî şöyle demiştir: “Salât mevzilerine yaklaşması yasaklandığı için cünüb denmiştir.” İbn Esîr dedi ki: “Cünüb, ‘cima ve meninin çıkışı ile üzerine yıkanmak vâcib olan kişi’; cenâbet, ‘meni’ demektir.” [45]

Ancak, Lisân'da zikredilen Ezherî ve İbn Esîr'e ait görüşleri kabul etmek mümkün değildir; zira bu sözcük, Arap dilinde Kur’ân'dan evvel de mevcuttu. Cünüb olarak salât mevzilerine [musallâya; eğitim-öğretim ve sosyal yardım/destek yerlerine] yaklaşılması, Kur’ân ile yasaklanmıştır.

CÜNÜBLÜK ve KUR’ÂN

Cünüb sözcüğü Kur’ân'da 2 âyette aynen olmak üzere, farklı türevleriyle toplam 33 kez yer alır. Sözcüğün türevlerinin tümü, “ana maddeden uzak parça” anlamı ekseninde olup, Nisâ/36, 43; Kasas/11 ve Mâide/6 âyetlerindekiler cünüb kalıbında, diğerleri farklı kalıplardadır. Meselâ, farklı kalıplarda olanlardan Zümer/17, Nisâ/31, Şûrâ/37, Necm/53, Nahl/36, Hacc/30, Hucurât/12, Mâide/90 ve İbrâhîm/35 âyetlerindeki sözcükler, Türkçe'ye de aynen Arapça'daki anlamıyla girmiş ve “uzak durma, kaçınma” anlamındaki ictinab formuyla yer almıştır:

Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” (İbrâhîm/35)

Bu sözcüğün türevlerinden cânib, ecnebi, cenâb formaları da aynı anlamda Türkçe'leşmiş olup, cânib; “yan, kenar”, ecnebi; “yurdundan kopmuş; yabancı” demektir. Cenâb sözcüğü ise, “eksikliklerden uzaklaşmış” anlamındadır ki bu sözcük başta Allah için “Cenâb-ı Hakk, Cenâb-ı Allah” şeklinde kullanılmakta, bazan saygın kimselere, “… cenâbları” denmektedir.

Özetlersek cünüb sözcüğü kısaca, “uzak olan, kopuk olan” anlamına gelir. Nisâ/43 ve Mâide/6 âyetleri ışığında değerlendirilecek olursa bu sözcüğün; “şehvetin kabarması, nefsin uyanması sebebiyle hayattan kopuk olan, dengesini yitirmiş, sağduyulu davranamayan” demek olduğu anlaşılır. Zira herkesin bildiği gibi, bu hâldeki insan, hayat ve dünyadan kopuk olur, sağduyusunu yitirir. Nitekim böyle kişilere halk arasında, “Aklı bilmem neyinde” denir ve insanın bu duruma gelmesine sebep olan fizikî hazların tatmin aracı olan organlar için de “dini-imanı olmaz” tabiri kullanılır.

Buradan anlaşılan odur ki cünüblük, “meninin gelmesi ile yıkanma arasındaki hâl” değil, “şehvetin kabarması ile meninin inmesi arasındaki gergin hâl”dir.

İşte, hem Nisâ/43, hem de Mâide/6 âyetlerinde, kişilerin bu gergin/şehveti kabarmış bir hâlde iken salâtı icra etmemeleri [eğitim-öğretim ve sosyal destek mahallerine gelmemeleri] öngörülmüştür. Bir başka ifadeyle, şehvet kabarması sebebiyle hayattan kopuk olan ve sağduyulu davranamayan insanların bu gibi sosyal faaliyetlere katılmalarını yasaklanmış, gergin olanların önce nefislerini teskin etmeleri, sonra da yıkanıp toplum huzuruna çıkmaları emredilmiştir. Çünkü sükûnete eren insanın zihninde cünüblük hâlinin yol açtığı dikkat toplama sorunu olmayacak; aksine sakin ve anlayışlı olarak salâtın gereğini yerine getirebilecektir. Zaten sükûnete ererek dinginleşmiş insanın kimseye zararı dokunmayacağından, toplumdan uzak tutulması ve lânetlenmesi anlamsızdır.

Allah Teâlâ salâta yaklaşmayı, bedensel ve zihinsel temizlik şartına bağlamıştır. Zihinsel yönden temiz olmayanların salâta katkıları söz konusu olamaz. Bedenen kirli olanlar da çevrelerini rahatsız eder ve kendilerinden tiksinilmesine sebep olurlar. O nedenle Mâide sûresi'nde bedensel ve zihinsel temizlik, salât'a katılmak için şart koşulmuştur:

Ey iman etmiş kişiler! Salâta [eğitime-öğretime, sosyal yardım çalışmasına] doğru kalktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüb [kopuk/şehveti kabarık] iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukurdan [tuvaletten] gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız [cinsel ilişkiye girdiyseniz], sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da ondan [temiz topraktan] yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. (Mâide/6)

Salât'la ilgili âyetlerde, Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz çukurdan [tuvaletten] geldiyse veya kadınlarla dokunuştuysa, su da bulamamışsanız o zaman hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin buyurularak, Arabistan coğrafyasında bedensel temizliğin bir başka şekli emredilmiştir, ki buna, “teyemmüm” denilmiş ve sembolik bir temizlik olarak algılanmıştır. Hâlbuki bu, sembolik bir temizlik değil, ciddi bir temizlik şeklidir. Bunun doğru anlaşılması, âyette geçen mesh sözcüğünün doğru anlaşılmasına bağlıdır.

MESH

المشح [mesh], “bir şey üzerindeki herhangi bir nesneyi gidermek için el sürmek, el ile silip temizlemek” demektir.[46] Durum böyle olunca, âyetteki, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin ifadesiyle, salât'a katılacak kimselerin, –su ile temizlik yapamıyorlarsa– temizlenmesi gereken organlarını temiz, ince bir toprakla ovalamaları, elleriyle sıvazlayıp temizlemeleri emredilmektedir. Bugün bu, “pudralamak” olarak anlaşılabilir.

Dikkat çeken bir başka nokta da âyetteki, فاغتسلوا[fağtesilû/yıkandırılın] ifadesidir. Bu sözcük de maalesef, “gusül yapmak” olarak anlaşılagelmiştir. Bu sözcük, غسل[ğasl/yıkamak] iftial kalıbından gelmekte olup, “yıkandırılmak” [bir etki ile kirlenip yıkanmak zoruna bırakılmak] demektir. Konumuz olan âyetteki, ولا جنبا الا عابرى سبيل حتّى تغتسلوا [ve lâ cünüben illâ âbîri sebîlin hattâ tağtesilû] ifadesinin doğru anlamı, “cünüb iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkandırılıncaya kadar” demektir. Bu ifadeler Mâide/6'da, و ان كنتم جنبا فاتّحّررا [ve inkuntum cünüben fettahherû/ve eğer cünüb/kopuk/şehveti kabarık iseniz, temizlik üstüne temizlik yapın/cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın] şeklinde yer almıştır. Buradaki, fettahherû emri de, hem fiziksel hem de zihinsel temizliği ifade etmektedir.

44. Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olan kimseleri görmüyor musun? Onlar, sapıklığı satın alıyorlar ve sizin yol'dan sapmanızı istiyorlar.

45. Ve Allah sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Ve velî olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter.

46. Yahûdileşmişlerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygamber'e karşı,) “İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık, dinle, dinlemez olası, râinâ” derler. Eğer onlar, “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat küfürleri [gerçeği kabul etmemeleri] sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.

47. Ey kitap verilmiş kimseler! Biz, birtakım yüzleri silip de enselerine çevirmeden yahut sebt halkını lânetlediğimiz gibi onları lânetlemeden önce yanınızda bulunanı tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba iman edin. Ve Allah'ın emri yerine gelecektir.

48. Şüphesiz Allah, Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah uydurmuş [işlemiş] olur.

49. Kendilerini temize çıkaranları görmüyor musun? Bilakis Allah, dilediği kimseyi temize çıkarır. Onlara kıl kadar zulmedilmez.

50. Bak Allah'ın aleyhine nasıl yalan uyduruyorlar. Apaçık bir günah olarak bu yeter.

51. Kendilerine Kitap'tan bir nasip verilmiş olan şu kimseleri görmüyor musun? Onlar puta ve tâğûta inanıyorlar. Ve Allah'ı inkâr eden kimseler için, “Bunlar, mü’minlerden daha doğru bir yoldadır” diyorlar.

52. İşte onlar, Allah'ın lânet ettiği kimselerdir. Allah kime lânet ederse artık ona asla bir yardımcı bulamazsın.

Taner
9. August 2010, 02:16 AM
53. Yoksa onlar için mülkten bir pay mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğunu bile vermezlerdi.

54. Yoksa onlar insanları, Allah'ın onlara lütfundan verdiği şey için kıskanıyorlar mı? Bakınız şüphesiz Biz, İbrâhîm soyuna da kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] vermiştik. Hem de onlara büyük bir mülk [hükümranlık] verdik.

55. İşte onlardan [Yahûdilerden] bir kısmı ona iman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. Ve çılgın alevli ateş olarak cehennem yeter.

56. Şüphesiz ki şu, âyetlerimizi inkâr etmiş kişileri Biz yakında ateşe atacağız. Derileri piştikçe, azabı tatsınlar diye derilerini başka deriler ile değiştireceğiz. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, en iyi yasa koyandır.

57. Ve iman eden ve sâlihât işleyenleri, içinde ebedî olarak kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Ve onları, koyu bir gölgeliğe girdireceğiz.

Bu âyet grubunda da, –Bakara sûresi'nde olduğu gibi– Medîne'deki ortam Rasûlullah'a anlatılarak mü’minlerin yapmaları gerekenler bildirilmektedir. Arada da Ehl-i Kitaba hitap edilerek birtakım uyarı ve tehditler yapılmaktadır. Sonra da, Ve iman eden ve sâlihât işleyenleri, içinde ebedî olarak kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Ve onları, koyu bir gölgeliğe girdireceğiz denilerek mü’minler müjdelenmekte ve kulluğa özendirilmektedir.

İbn İshâk der ki: Rifaa b. Yezîd b. et-Tâbût, Yahûdilerin büyüklerindendi. Rasûlullah (s.a) ile konuştuğunda dilini eğer büker ve, “Yâ Muhammed! Ne söylediğini anlayalım diye bizim de dinlememizi sağlayacak şekilde bizi gözet” diyordu. Sonra da İslâm'a dil uzattı ve İslâm'ı ayıplamaya koyuldu. Bunun üzerine azîz ve celîl olan Allah, Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın? buyruğundan itibaren, Onlar ancak pek az iman ederler (46. âyet) buyruğuna kadar inzâl buyurdu.[47]

Ey kendilerine kitap verilenler... İndirdiğimize iman edin buyruğu hakkında İbn İshâk şöyle demektedir: Rasûlullah (s.a) aralarında bir gözü kör olan Abdullah b. Suriyâ ve Ka‘b b. Esed'in de bulunduğu Yahûdi hahamlarının ileri gelenlerinden bazılarıyla konuşarak kendilerine şöyle dedi:

— Ey Yahûdi topluluğu! Allah'tan korkun ve İslâm'a girin. Allah'a yemin ederim ki, şüphesiz siz benim size getirdiğimin hakk olduğunu çok iyi biliyorsunuz.

Onlar da şöyle karşılık verdiler:

— Ey Muhammed! Biz böyle bir şey bilmiyoruz.

Böylece, bildikleri şeyi bile bile inkâr edip küfür üzere ısrar ettiler. Yüce Allah da onlar hakkında, Ey kendilerine kitap verilenler! Birtakım yüzleri silip tanınmaz hâle getirmemizden önce, beraberinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimize iman edin buyruğunu âyetin sonuna kadar indirdi.[48]

Bu pasajda Ehl-i Kitaba yönelik olarak yer alan açıklamalar, Bakara/104'te de zikredilmişti.

Burada, Yahûdileşmişlerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygamber'e karşı), “İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık, dinle, dinlemez olası, raina” derler. Eğer onlar, “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi, şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı buyurularak, Yahûdilerin Tevrât'ı nasıl tahrif ettikleri açıklanmaktadır. Daha evvel de ifade ettiğimiz üzere Yahûdiler Tevrât'ı; sözcükleri ve sözcüklerin yerlerini değiştirmek, sözcüklerin asıl anlamları yerine farklı anlamlar yüklemek sûretiyle tahrif ediyorlardı:

Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için, “Bu, Allah katındandır” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun! (Bakara/79)

Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla, “İnandık” diyen kimseler ve Yahûdileşmişlerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen kimseler için dinlerler [casusluk ederler]; kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiç bir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara büyük azap vardır. (Mâide/41)

51. âyette “put” diye çevirdiğimiz ج ب ت [cibt] kelimesinin anlamı ile ilgili birtakım farklı görüşler vardır. Bu sözcüğe, “sihirbaz”, “büyü”, “şeytan” gibi anlamlar verilmiş, sözcüğün Habeşçe'den geldiği ileri sürülmüştür.

Dilbilginlerine göre bu sözcüğün aslı olan ج ب س'in [cibs'in] anlamı, “her şeyin kuru, katı, özsüz, işe yaramayanı” demektir.[49] Burada bahsi geçen kimseler Ehl-i Kitap [Yahûdiler] olduğuna göre, onların taptıkları yararsız, işe yaramaz şey de doğal olarak “sarı inek [altın]” olur. Onların buzağı edinmeleri/altına tapmaları; A‘râf, Tâ-Hâ ve Bakara sûrelerinde detaylıca beyân edilmişti:

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, en‘âma [etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara] ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet, insanlara süslü-çekici kılındı. Bunlar basit hayatın kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır. De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Takvâ sahibi olan; “Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi ateş'in azabından koru!” diyen, sabreden, doğru olan, sürekli saygıda duran, infakta bulunan ve seherlerde istiğfâr eden kişiler için Rabb'lerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan hoşnutluk vardır. Ve Allah kulları en iyi görendir. (Âl-i İmrân/14-17)

51. ÂYETİN NÜZÛL SEBEBİ

Yüce Allah'ın, Ve diğer inkâr edenlere... derler buyruğu, Yahûdiler, Kureyş kâfirlerine, “Siz, Muhammed'e iman edenlerden daha doğru yoldasınız derler” anlamındadır. Bu da şöyle olmuştu: Ka‘b b. el-Eşref Yahûdilerden 70 süvari ile Uhud vakasından sonra Mekke'ye, Kureyşlilerle birlik olup Rasûlullah (s.a) ile savaşmak üzere anlaşmak maksadıyla gitti. Ka‘b, Ebû Süfyân'a misafir oldu. Ebû Süfyân ona güzel bir şekilde misafirperverlik gösterdi. Diğer Yahûdiler de Kureyşlilerden çeşitli kimselerin evlerinde kaldılar. Muhammed ile savaşmak üzere mutlaka bir araya geleceklerine [birlikte savaşacaklarına] dair aralarında akidleştiler, ahidleştiler. Ebû Süfyân şöyle dedi:

— Sen kitap okuyan ve bilen bir kimsesin. Biz ise ümmiyiz, bilgimiz yok. Bizim mi yolumuz daha doğrudur ve hakka daha yakındır, Muhammed'in mi?

Ka‘b şöyle karşılık verdi:

— Allah'a and olsun kir sizin yolunuz Muhammed'in gittiği yoldan daha doğrudur.[50]

58. Şüphesiz Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Şüphesiz Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir.

Bu âyette de tüm insanlığa toplumsal ödevler verilmekte, İsrâîloğulları'nın yaptıkları yanlışın yapılmaması; emânetlerin ehil olanlara verilmesi ve insanlar arasında hükmedildiği zaman adaletle hükmedilmesi emredilmektedir.

Bu âyetin iniş sebebine dair şu nakledilmiştir:

İbn Gureye ve başkaları ise der ki: Bu, Ka‘be'nin anahtarı hususunda Peygamber'e (s.a) özel olarak yöneltilmiş bir hitaptır. Hz. Peygamber bu anahtarı, Mekke'nin fethedildiği sırada, henüz ikisi de kâfir bulunan Abduddar oğulları'ndan Osman b. Ebî Talha el-Hacebî el-Abderî ile amcasının oğlu Şeyhe b. Osman b. Ebî Talha'dan almış, bunun üzerine Abbâs b. Abdulmuttalib, Sikâye görevi ile birlikte Sidâne görevini de almak için anahtarı Hz. Peygamber'den istemişti. Rasûlullah (s.a) Ka‘be'ye girdi, içerisinde bulunan putları kırdı, Hz. İbrâhîm'in makamını çıkardı. Cebrâîl de bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Ömer b. el-Hattâb der ki: Rasûlullah (s.a) bu âyeti okuyarak Ka‘be'den dışarı çıktı. Daha önce o'ndan bu âyeti işitmiş değildim. Sonra, Osman ve Şeybe'yi çağırıp söyle dedi: “Haydi bu anahtarları alın. Bu, ebediyyen sizin ve soyunuzdan gelen çocuklarınızın elinde kalacaktır. Bu anahtarları sizden ancak zâlim bir kimse alır.”[51]

Bu âyetin mesajını böyle bir olaya indirgemek büyük bir vebaldir. Zira âyette; milletleri ve devletleri ayakta tutan ilkler bildirilmektedir. Adalet, emânet, ehliyet, Allah'ın üzerinde önemle durduğu ilkelerdir.

Emânet sözcüğünün anlamı ile ilgili Ahzâb sûresi'nde detaylı bilgi verilmişti. Burada konu edilen emânet, sözcüğünün terimsel anlamlarından biri olan, “kamu görevi”dir. Âyetteki, Şüphesiz Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor ifadesinin birinci cümlesi topluma, ikinci cümlesi de toplumsal görev alanlara yöneliktir.

Adaletle davranma ve emânete riâyet birçok âyette zikredilmiştir:

Şüphesiz Allah, adaleti, iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi ve yakınlara vermeyi emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder. O, düşünüp öğütlenirsiniz diye size öğüt verir. Ve sözleşme yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin. Yeminlerinizi [sözleşmelerinizi] sağlama aldıktan ve Allah'ı kendinize kesin olarak kefil kıldıktan sonra da onları bozmayın. Şüphesiz ki Allah işlediğiniz şeyleri bilir. (Nahl/90-91)

Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve Elçi'ye ihânet etmeyin. Bile bile kendi emânetlerinize de ihânet etmeyin. Şüphesiz mallarınızın ve evlâtlarınızın, kesinlikle fitne olduğunu ve kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir olduğunu bilin. (Enfâl/27-28)

Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar (malına) en güzel biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O'nun [Allah'ın] size vasiyet ettikleridir. (En‘âm/152)

Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık [yaptık]. O hâlde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla]. Hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah yolundan sapanlar, hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır. (Sâd/26)

Ey iman etmiş kimseler! Kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, Allah için tanıklık eden kimseler olarak hakkaniyeti oldukça ayakta tutanlar/gözetenler olun. İster zengin olsun, ister fakir olsun, bilin ki Allah, ikisine de daha yakındır. Artık adaleti yerine getirebilmek için hevânıza uymayın. Eğer eğip bükerseniz veya geri durursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah yaptıklarınıza haberdardır. (Nisâ/135)

Ve onlar [kurtulan mü’minler], emânetlerine ve ahidlerine riâyet eden kimselerdir. (Mü’minûn/8)

59. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi'ye ve sizden olan emir sahibine [yöneticiye] itaat edin. Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi'ye havale edin. Bu, daha iyidir ve ilkleştirme [çözüm] bakımından daha güzeldir.

Bu âyette özel olarak muhatap alınan mü’minlere, hayatlarında karşılaşabilecekleri problemlerin çözüm yolları gösterilmektedir:

• Mü’minler, Elçi'ye ve kendilerinden olan emir sahibine [yöneticiye] itaat etmelidirler.

• Mü’minler bir problemle karşılaştıkları zaman onu Allah'a havale etmelidirler.

Allah'a itaat, Allah'ın tüm emir ve yasaklarına uymaktır. Rasûl'e itaat de, elçilik ve meliklik görevi esnasında o'nun Allah'ın hükümleri çerçevesinde alacağı kararlara [savaş ve barış kararı, bütçe oluşumu için zekât oranının belirlenmesi vs. kararlarına] uymaktır. Bu, şu âyetten daha net anlaşılabilir:

Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, ma‘rûfta sana isyan etmemeleri üzerine biat ederek [bağlılık yemini ederek] gelirlerse hemen onların biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Mümtehine/12)

Bu âyette, mü’minlerin itaat edeceği “emir sahipleri”, sizden kaydıyla kayıtlanmıştır. Yani, mü’minlerin, sadece kendilerinden olan emir sahiplerine itaat etmeleri istenmiş, kendilerinden olmayanlara itaat etmemeleri hükme bağlanmıştır. Daha evvel mü’minlere; müşrik, münâfık, Yahûdi, Hristiyan olanları, babaları ve kardeşleri bile olsa velî edinmemeleri, onlara velâyet [yönetim] yetkisi vermemeleri emredilmişti. Enfâl, Ahzâb ve Âl-i İmrân sûrelerinde işlenen velâyet konusu dikkate alındığında burada geçen “sizden olan emir sahibi” ifadesi daha net anlaşılır.

Âyette, Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi'ye havale edin buyurulmaktadır. Bu âyetin ilk muhatapları, Rasûlullah'ın hayatta olduğu ve Kur’ân'ın tamamlanmadığı bir dönemde yaşayan mü’minler idi. Onların, ihtilafa düştükleri bir meseleyi Allah'a havale etmeleri, “Allah'tan problemin çözümüne dair âyet beklemeleri”dir. Rasûlullah'a havale etmeleri ise, “Rasûlullah'tan, daha evvel inmiş âyetler çerçevesinde problemlerine bir çözüm üretmesini istemeleri”dir. Çünkü onlar Rasûlullah gibi hâmil-i Kur’ân, hâfız-ı Kur’ân değillerdi.

Bugün ise mü’min; her problemi, her anlaşmazlık ve uyuşmazlığı tamamlanmış olan Kur’ân'a havale etmek, problemi Kur’ân hükümleri ile çözmek durumundadır. Zira Allah bundan sonra yeni bir âyet indirmeyecek, başka bir Rasûl göndermeyecektir. Artık Allah, insanlığı Kur’ân ile başbaşa bırakmıştır.

Bu âyetin iniş sebebi ile ilgili şu olay nakledilmiştir:

İbn Abbâs'tan bu âyetin, Hâlid ibn Velîd hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) onu, içinde Ammar ibn Yâsir'in de bulunduğu bir seriyyenin komutanı olarak sefere göndermişti. Bu sefer sırasında, Ammar ile Hâlid ibn Velîd arasında, bir hususta ihtilâf meydana gelmişti. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olarak, “emir sahiplerine” itaat etmeyi emretmiştir:[52]

Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır. (Ahzâb/36)

60. Kesinlikle, inkâr etmekle emrolundukları tâğûtu aralarında hakem yapmak isteyerek kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri süren şu kişileri görmedin mi? Şeytan da onları uzak [geri dönülmez] bir sapıklıkla sapıttırmak istiyor.

61. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin!” denince, o münâfıkların senden uzaklaştıkça uzaklaştıklarını görürsün.

62. Bak nasıl? Elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman; sonra “Biz sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak istedik.” diye Allah'a yemin ederek sana geldiler.

63. İşte onlar, Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; artık sen onlardan mesafelen ve onlara öğüt ver. Ve onlara, kendileri hakkında, beliğ [derinden etkileyecek, güzel] söz söyle!

Bu âyet grubunda Medîne'deki inançsızlar ve samimiyetsizler kınanmakta ve mü’minler, münâfıklara karşı uyarılmaktadır. Anlaşılan o ki, söz konusu münâfıklar, sadece lehlerine sonuçlanacağını umdukları sorunları Rasûlullah'a getirmekte, aleyhlerine sonuçlanacağından korktukları meselelerde ise azılı bir kâfire gitmektedirler.

Bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler nakledilmiştir:

Yezîd b. Zurey, Dâvûd b. Ebî Hind'den, o, eş-Şa‘bî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bir münâfık ile bir Yahûdi arasında anlaşmazlık vardı. Yahûdi, münâfığı Peygamber'e (s.a) gitmeye çağırdı. Çünkü o, Hz. Peygamber'in rüşvet almayacağını biliyordu. Münâfık ise, Yahûdiyi kendi hâkimlerinden birisine gitmeye davet etti. Çünkü o da, Yahûdi hâkimlerin hükümlerinde rüşvet kabul ettiklerini biliyordu. Bu hususta anlaşmazlığa düşmeleri sonucunda, Cüheyye kabilesine mensup bir kâhin'in hükmüne başvurmak üzere anlaştılar. İşte bu hususta, yüce Allah, Sana indirilene (münâfığı kastediyor) ve senden önce indirilmiş olanlara (Yahûdiyi kastediyor) iman ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları hâlde tâğûtun hükmüne başvurmak istiyorlar buyruğundan itibaren, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar (Nisâ/65) buyruklarını indirdi.[53]

ed-Dahhâk da der ki: “Yahûdi münâfığı Peygamber'in (s.a) hakemliğine başvurmaya davet ederken, münâfık da Yahûdiyi, Ka‘b b. el-Eşref'in hakemliğine başvurmaya davet etti. İşte burada sözü geçen ‘tâğût’ odur.” Ayrıca bunu, Ebû Sâlih, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: Bişr diye anılan münâfıklardan bir kimse ile bir Yahûdi arasında anlaşmazlık vardı. Yahûdi, “Haydi gel seninle Muhammed'e gidelim” dediği hâlde, münâfık, “Hayır, Ka‘b b. el-Eşref'e gidelim” dedi. (İşte yüce Allah'ın, “tâğût” adını verdiği kişi budur.) Ancak Yahûdi, Rasûlullah'tan (s.a) başkasının hükmüne başvurmayı kabul etmedi. Bunun üzerine münâfık, onunla beraber Rasûlullah'ın (s.a) yanına gitti. Hz. Peygamber Yahûdinin lehine hüküm verdi. Hz. Peygamber'in yanından çıktıkları vakit münâfık dedi ki:

— Ben bu hükme razı değilim, haydi seninle Ebû Bekr'e gidelim.

Hz. Ebû Bekr de Yahûdi lehine hüküm verdi. Münâfık yine razı olmadı (bunu ez-Zeccâc zikretmiştir) ve dedi ki:

— Haydi seninle Ömer'e gidelim.

Ömer'e gittiklerinde Yahûdi dedi ki:

— Biz önce Rasûlullah'a (s.a) gittik, sonra Ebû Bekr'e gittik. Fakat bu bir türlü razı olmadı.

Hz. Ömer münâfığa sordu:

— Durum dediği gibi midir?

Münâfık cevap verdi:

— Evet.

Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi:

— Ben gelinceye kadar bekleyin.

Ömer içeri girdi, kılıcını alıp çıktı ve münâfığı öldürdü ve dedi ki:

— İşte ben Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.

Yahûdi ise kaçıp gitti ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Rasûlullah (s.a) da Ömer'e şöyle dedi:

— Sen, el-Fârûk'sun.

Hz. Cebrâîl de Hz. Peygamber'e gelip şöyle dedi:

— Şüphe yok ki Ömer hakk ile bâtılın arasını farqetti [ayırdı].

Bundan dolayı da ona, el-Fârûk adı verildi. İşte, … tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar buyruğuna kadar olan bütün âyetler bunun hakkında nâzil olmuştur.[54]

Âlimler, bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında şu rivâyetleri zikretmişlerdir:

Birinci rivâyet: Pek çok müfessir şöyle der: Bir münâfık ile bir Yahûdi münakaşa edip çekişti. Bunun üzerine Yahûdi şöyle dedi:

— Aramızda Ebu'l-Kâsım [Muhammed] hakem olsun.

Münâfık ise şöyle karşılık verdi:

— Hayır, Ka‘b ibn Eşref hakem olsun.

Bunun sebebi şudur: Hz. Peygamber (s.a), hakka göre hüküm verir, rüşvete iltifat etmezdi. Ka‘b ibn Eşref ise, rüşvet düşkünü birisi idi ve bu davada Yahûdi haklı, münâfık ise hakksız idi. İşte bundan dolayı Yahûdi, Hz. Peygamber'in (s.a), münâfık ise Ka‘b ibn Eşref'in huzurunda muhakeme olunmayı istedi. Yahûdi kendi teklifinde ısrar edince, ikisi birden Allah'ın Rasûlü'nün yanına gittiler. Hz. Peygamber (s.a) de, Yahûdinin lehine, münâfığın aleyhine karar verdi. Bunun üzerine münâfık dedi ki:

— Bu hükme razı olmuyorum. Ebû Bekr'e gidelim.

Hz. Ebû Bekr de Yahûdinin lehine hükmetti, münâfık yine razı olmadı ve dedi ki:

— Aramızda Ömer karar versin.

Böylece Hz. Ömer'e gittiler. Yahûdi, Hz. Peygamber'in (s.a) ve Hz. Ebû Bekr'in (r.a) münâfığın aleyhine karar verdiklerini, ama münâfığın onların hükmüne razı olmadığını söyleyince, Hz. Ömer (r.a) münâfığa sordu:

— Durum böyle mi?

Münâfık cevap verdi:

— Evet.

Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi:

— Hele durun, bir ihtiyacım var. İçeri gireyim ve o ihtiyacımı göreyim, yanınıza geleceğim.

Evine girip, kılıcını alarak yanlarına çıktı. Çıkar çıkmaz da münâfığın boynunu vurdu. Yahûdi de kaçtı. Münafığın akrabaları gidip Hz. Ömer'i (r.a), Hz. Peygamber'e (s.a) şikâyet ettiler. Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ömer'e (r.a) hâdiseyi sorunca, o şöyle dedi:

— Yâ Rasûlallah! O senin verdiğin hükmü kabul etmemişti.

O anda Cebrâîl (a.s) gelerek dedi ki:

— Ömer, fârûktur. Zira o, hakk ile bâtılı birbirinden ayırmıştır.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) de Hz. Ömer'e şöyle dedi:

— Sen, fârûksun.

İşte bu rivâyete göre, âyet-i kerîmede bahsedilen “tâğût”, Yahûdi Ka‘b ibn Eşref'tir.

İkinci rivâyet: Yahûdilerden bir grup Müslüman olmuştu. Fakat onlardan bazısı münâfık idi. Câhiliye çağında Kurayza ve Nadîr kabilelerinin hareket tarzı şöyle idi: Kurayza'dan biri Nadîrli birini öldürdüğü zaman, öldüren hem kısas ediliyor, hem de onun akrabalarından 100 vesak [ölçek] hurma alınıyordu. Fakat Nadîrli biri Kurayza'dan birini öldürdüğünde, ona kısas uygulanmıyor, sadece 60 vesak hurma veriliyordu. Çünkü Nadîroğulları daha şerefli kabul ediliyordu. Bunlar Evs kabilesinin müttefiki, Kurayza ise Hazrec kabilesinin müttefiki idiler. Hz. Peygamber (s.a) Medîne'ye hicret edince, Nadîr kabilesinden birisi, bir Kurayzalıyı öldürdü. Derken taraflar bu hususta hasımlaştılar ve Nadîroğulları dediler ki:

— Bize kısas uygulanamaz. Bize düşen daha önce de anlaştığımız gibi 60 ölçek hurmayı diyet olarak vermektir.

Hazrecliler şöyle dediler:

— Fakat bu câhiliyye hükmüdür. Bugün biz-siz kardeşiz. Dinimiz bir, aramızda bir üstünlük yok.

Nadîroğulları bunu kabul etmediler. İçlerindeki münâfıklar dediler ki:

— Kâhin Ebû Burde et-Eslemî'ye gidelim.

Müslümanlar (ve Yahûdiler) ise şöyle karşılık verdiler:

— Hayır, Allah'ın Rasûlü'ne gidelim.

Münâfıklar diretince, aralarında hüküm vermesi için, Kâhin el-Eslemî'ye gittiler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi. Hz. Peygamber (s.a), Kâhin Ebû Burde'yi İslâm'a davet etti. O da Müslüman oldu. Bu, Süddî'nin sözüdür. Buna göre, âyette geçen “tâğût”, kâhin el-Eslemî'dir.

Üçüncü rivâyet: Hasan el-Basrî şöyle demiştir: “Bir Müslümanın, bir münâfıkta alacağı vardı. Fakat münâfık, Müslümanı, câhiliyye döneminde hükmüne başvurdukları bir putun huzuruna gitmeye davet etti. O putun yanında, puttan geldiğini iddia ettiği birtakım asılsız şeyleri nakleden bir adam vardı.” Bu rivâyete göre, âyette geçen “tâğût”tan maksat, asılsız şeyleri söyleyen bu adamdır.

Dördüncü rivâyet: Câhiliyye insanları, putların hükümlerine başvururlardı. Onların bu husustaki usûlleri şöyle idi: Putun huzurunda fal oklarını çekiyorlar ve çektikleri okun üzerinde ne yazıyorsa onu yapıyorlardı. Buna göre de, âyette geçen tâğût, o puttur.

Bil ki müfessirler bu âyetin, münâfıklardan biri hakkında nâzil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra Ebû Müslim şöyle demiştir: “Bu âyetin zâhiri, daha önce Yahûdi iken, Müslüman görünen bir Ehl-i Kitap hakkında olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ'nın, Sana indirilene de, senden önce indirilmiş olanlara da iman etmiş olduklarını yalan yere iddia edenler... ifadesi, ancak bu durumda olan bir münâfığa uyar.”[55]

64. Ve Biz, her elçiyi sadece, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik. Ve eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmalarını isteselerdi, Rasûl de onlar için bağışlanma isteseydi, kesinlikle Allah'ı tevvâb [tevbeleri çokça kabul eden], rahîm [en çok merhamet eden] bulurlardı.

60. âyette, Medîne'de Allah Rasûlü'nden başkasını hakem kabul etmeye yeltenenlerden bahsedilince, bu âyette de elçilerin toplumdaki fonksiyonları anlatılmış, Rasûlullah'a karşı yanlış yapanlara, Ve Biz, her elçiyi sadece, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik buyurularak doğru yol gösterilmiştir. Âyette, Rasûlullah'ın hakemliğine başvurmak istemeyen münâfıklara, “Peygamber'in hakemliği yerine tâğûtun hakemliğine başvurmakla hata ettiklerini kabul ederek pişmanlıklarını dile getirselerdi, Elçi de onlar için Allah'tan af dileseydi, Allah onları bağışlayacaktı” denerek yol gösterilmektedir.

Bu âyetin iniş sebebine dair şu olay nakledilir:

Ebû Bekr el-Esam şöyle demiştir: “Bir grup münâfık, Hz. Peygamber'e (s.a) tuzak kurmak için anlaşmış, sonra da bu maksatlarını gerçekleştirmek için yanına gitmişlerdi. O anda Cebrâîl (a.s) gelerek, durumu Hz. Peygamber'e (s.a) haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:

— Hiç şüphesiz bir topluluk, yapamayacakları bir işe niyetlenerek buraya gelmişlerdir. Onlar kalkıp, Allah'tan bağışlanmalarını talep etsinler ve ben de onların bağışlanmasını talep edeyim.

Sonra da dedi ki:

— Kalkmıyor musunuz?

Ama hiç kimse kalkmadı. Bunun üzerine o, “Ey falan! Kalk” diyerek, 12 kişinin adını saydı. Onlar da kalkarak şöyle dediler:

— Biz, söylediğin şeye niyetlenmiştik. Böylece kendimize zulmettiğimiz için Allah'a tevbe ediyoruz. Sen de bizim için mağfiret talep et.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle karşılık verdi:

— Derhal çıkın. İşin başında ben mağfiret dilemeye daha yakın idim. Allah Teâlâ da tevbenizi kabul etmeye daha yakın idi. Yanımdan çıkın.[56]

Bu âyetteki, Rasûl de onlar için bağışlanma isteseydi ifadesinden anlaşılıyor ki, bir kimse başkası için istiğfârda bulunabilir. İstiğfar hakkında Bakara sûresi'nin sonunda “Tevbe” başlığı altında yaptığımız açıklamaya bakılabilir.[57]

65. Artık, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiç bir sıkıntı duymadıkça ve tam bir güvenlikle güvenlik sağlamadıkça iman etmiş olamazlar.

66. Eğer Biz onlara, “Kendinizi öldürün veya yurtlarınızdan çıkın” diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ve eğer onlar, öğütlendikleri şeyleri yapsalardı, elbette kendileri için daha hayırlı ve sebat etmede daha kuvvetli olurdu.

67-68. Ve o zaman kesinlikle kendilerine nezdimizden çok büyük bir mükâfât verirdik. Ve onları kesinlikle doğru yola kılavuzlardık.

69. Kim de Allah'a ve Elçi'ye itaat ederse artık onlar, Allah'ın, peygamberlerden, sıddîklardan şehidlerden ve sâlihlerden kendilerine nimet verdiği kişilerle beraberdir. Ve bunlar arkadaş olarak ne güzeldir!

70. Bu, Allah'tan bir lütuftur. En iyi bilen olarak Allah yeter.

Münâfıkların yanlışları ve nasıl davranmaları gösterildikten sonra, samimiyetle inananların yapması gerekenler; Allah Rasûlü'ne karşı takınılması gereken tavırlar belirlenmektedir: Tüm ihtilaflı durumlarda Allah Rasûlü'nü can u gönülden hakem yapmayanlar, iman etmiş sayılmazlar. Buna göre mü’minlerin herhangi bir ihtilafta Rasûlullah'a gitmeleri ve o'nun verdiği hükme teslimiyet göstermeleri gerekmektedir:

Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır. (Ahzâb/36)

Bu âyetin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler verilmiştir:

Bir kesim (âyetin nüzûlü ile ilgili olarak) şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme, ez-Zübeyr b. el-Avvâm'm Ensâr'dan biriyle tartışması hakkında nâzil olmuştur. Aralarındaki anlaşmazlık bahçelerinin sulanması ile ilgiliydi. Hz. Peygamber ez-Zübeyr'e şöyle dedi:

— Önce sen arazini sula, sonra da suyu komşunun arazisine sal.

Hasım ise Rasûlullah'a şöyle dedi:

— Görüyorum ki, halanın oğluna iltimas geçiyorsun.

Bunun üzerine Rasûlullah'ın (s.a) yüzünün rengi değişti ve ez-Zübeyr'e dedi ki:

— Bahçeni sula, sonra da su tarlanın duvarlarına ulaşıncaya kadar hapset.

İşte bunun üzerine, Hayır, Rabbine aadolsun ki... iman etmiş olmazlar âyeti nâzil oldu.[58]

Buyrukların nüzûl sebebi ile ilgili olarak şu rivâyet gelmiştir; Sâbit b. Şemmâs ile bir Yahûdi karşılıklı olarak övünmeye koyuldular. Yahûdi şöyle dedi:

— Allah'a yemin olsun ki, bize kendimizi öldürmemiz yazıldı [emredildi], biz de öldürdük. O kadar ki, öldürülenlerin sayısı 70.000 kişiyi buldu.

Sâbit de şöyle karşılık verdi:

— Allah'a yemin olsun ki, Allah bize de kendinizi öldürün diye yazacak olsa, şüphesiz biz de bunu yapardık.

Ebû İshâk es-Sebîl de der ki: Şâyet onlara kendinizi öldürün... diye yazsaydık âyet-i kerîmesi nâzil olunca, birisi, “Biz bununla emrolunacak olsak mutlaka bunu yaparız. Fakat bizi bundan esenliğe kavuşturan Allah'a da hamd olsun” dedi. Bu husus Rasûlullah'a (s.a) ulaşınca şöyle buyurdu: “Şüphe yok ki, ümmetim arasında öyle erler vardır ki, iman kalplerinde, yerlerinde sapasağlam duran dağlardan daha sağlamdır.”

İbn Vehb der ki: Mâlik dedi ki: Bu sözü söyleyen Ebû Bekr es-Sıddîk'tır (r.a). Mekkî de, bu sözü söyleyenin Hz. Ebû Bekr olduğunu zikretmektedir. en-Nakkaş ise bu sözü söyleyenin Ömer b. el-Hattâb (r.a) olduğunu zikretmiştir, Ebû Bekr es-Sıddîk'dan (r.a) da şöyle dediği zikredilmektedir: “Eğer üzerimize böyle bir şey yazılacak olsaydı, şüphesiz ben, önce işe kendimden ve aile halkımdan başlardım.”[59]

Bu âyet, yeni bir söz başlangıcı olup, başka bir hâdise hakkında nâzil olmuştur ki o da şudur: Urve b. Zübeyr'den (r.a) rivâyet edildiğine göre, Ensâr'dan bir adam Zübeyr ile, hurmalığını suladığı bir su hususunda nizalaşmıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a), Zübeyr'e demişti ki:

— Kendi toprağını sula. Sonra suyu, komşunun toprağına sal.

Bunun üzerine Ensâr'dan olan adam şöyle demişti:

— O, halanın oğlu olduğu için böyle hükmettin.

Bunun üzerine Hz. Peygamber'in (s.a) yüzünün rengi değişti ve sonra Zübeyr'e şöyle dedi:

— (Bahçeni) sula. Ağaçların köklerine (veya bahçenin duvarlarına) varıncaya kadar da suyu salma.

Bil ki bu hususta hüküm şudur: Kimin arazisi, vâdiye [suya] daha yakınsa, suyu çevirmede onun önceliği olup, tarlasını tamamen sulamak hakkıdır. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a), Zübeyr'e (r.a) müsamahalı bir şekilde sulamasını söylemişti. Zübeyr'in hasmı su-i edepte bulunup, Hz. Peygamber'in (s.a) müsamahalı emrini lâyıkı ile değerlendiremedi. İşte bu sebeple de, Hz. Peygamber (s.a), Zübeyr'e, sulama hakkını tastamam kullanmasını emretti. Hasmı ise bunu bir kayırma zannetti.[60]

Taner
9. August 2010, 02:17 AM
89-70. âyetlerde, Kim de Allah'a ve Elçi'ye itaat ederse artık onlar, Allah'ın, peygamberlerden, sıddîklardan, şehidlerden ve sâlihlerden kendilerine nimet verdiği kişilerle beraberdir. Ve bunlar arkadaş olarak ne güzeldir! Bu, Allah'tan bir lütuftur. En iyi bilen olarak Allah yeter buyurularak, insanlık hakka davet edilmekte, şirk ve nifaktan uzak durarak kendilerini kurtarıp büyük ödüllere nail olmaları istenmektedir.

Bu âyetlerin sebeb-i nüzûlü hakkında şunlar nakledilmiştir:

Âlimler bu âyet-i kerîme'nin sebeb-i nüzûlü hakkında birkaç açıklama zikretmişlerdir:

a) Bir grup müfessirin rivâyet ettiğine göre, Hz. Peygamber'in azatlı kölesi [mevlâ] olan Sevban, Hz. Peygamber'i çok seviyor ve o'ndan ayrılmaya hiç dayanamıyordu. Bir gün, yüzü değişmiş, bedeni incelip zayıflamış ve yüzünü hüzün bürümüş olduğu hâlde Hz. Peygamber'in yanına gelir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) ona hâlini sorunca, o şöyle der:

— Ey Allah'ın Rasûlü! Benim şundan başka hiç bir derdim yok: Seni görmediğim zaman özlüyor, seninle karşılaşıncaya kadar büyük bir yalnızlık duyuyorum... Derken âhireti hatırlıyor, bu sefer de seni orada görememekten korkuyorum... Çünkü ben, cennete girdirilsem bile, sen peygamberlerin derece ve makamlarında olacaksın, bense kulların derece ve makamlarında; binaenaleyh, seni göremeyeceğim. Eğer cennete girdirilmezsem, o zaman da seni asla göremeyeceğim...

Bunun üzerine, bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

b) Süddî şöyle demiştir: Ensâr'dan bir grup insan, “Yâ Rasûlallah! Sen cennetin en üst (makamında) oturursun; biz ise seni özleriz... Ne yaparız o zaman?” deyince, bu âyet-i kerîme nâzil olur.

c) Mukâtil şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme, Hz. Peygamber'e, “Yâ Rasûlallah! Biz senin yanından ayrılıp çoluk-çocuğumuzun yanına varınca, seni özlüyoruz. Yanına dönünceye kadar hiç bir şey bize fayda vermiyor. Sonra, senin cennetteki derece ve makamını düşündük, binaenaleyh, şâyet cennete girersek, biz seni nasıl görebileceğiz?” diyen Ensâr'dan bir kimse hakkında nâzil olmuştur. Onun bu sorusu üzerine Cenâb-ı Hakk, bu âyeti indirmiştir. Hz. Peygamber (s.a) vefat edince, o kendisine ait bir bahçede bulunduğu sırada Ensâr gelip Hz. Peygamber'in vefat ettiğini ona haber verdi. Bunun üzerine o, “Allahım! Onunla tekrar karşılaşıncaya kadar o'ndan başka hiç bir şey görmemem için gözlerimi kör et!..” dedi ve olduğu yerde hemen kör oldu. Hz. Peygamber'i şiddetli bir sevgiyle sevdiği için, Cenâb-ı Hakk onu cennette Hz. Peygamber'in yanına koyar.”

d) Hasan el-Basrî şöyle der: Mü’minler, Hz. Peygamber'e şöyle dediler: “Biz, seninle ancak dünyada müşerref oluyoruz. Âhiret hayatı başladığındaysa, sen ilk dereceye yükseltileceksin...” Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a) hüzünlendi, mü’minler de hüzünlendiler... Bundan dolayı bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: “Bu rivâyetlerin sahih olduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat, âyetin sebeb-i nüzûlünün, bundan daha büyük bir şey olması gerekir: Bu da, tâate teşvik ve ona isteklendirmedir. Çünkü, sebebin hususiliği, lafzın umumiliğine mani olmaz. Binâenaleyh, bu âyet, bütün mükellefler hakkında şu umumi hükmü ifade eder: Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eden herkes, hiç şüphesiz, Allah katında üstün dereceler ve çok şerefli mertebeler elde eder.[61]

الصّدّيق [SIDDÎQ]

Bu sözcük, “doğrulukta veya doğrulamakta mübalağa gösteren, ileriye geçen kimse” demektir. Bu kimselerin nitelikleri şöyle beyân edilmiştir:

Allah'a ve Elçisi'ne inanan kimseler; işte onlar, Rabb'leri nezdinde sıddîkların ve şehidlerin ta kendilerdir. Onlar için karşılıkları ve nûrları vardır. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayan kimseler de; onlar cahîm'in ashâbıdırlar. (Hadîd/19)

Ve doğruyu getiren ve onu tasdik eden kişi; işte onlar, takvâ sahiplerinin ta kendileridir. (Zümer/33)

الشّهيد[ŞEHÎD]

الشهيد [şehîd] kelimesi, ism-i fail manasında, fail vezninde bir kelime olup “ileri derecede tanık olan” demektir ki bu, Allah'ın da niteliklerinden biridir. Bu sözcük kullara izafe edildiği zaman, Allah'ın varlık ve birliğine en iyi tanıklık eden” demek olur ki bunlar da, hakkaniyetli davranan bilginlerdir:

Allah, melekler ve hakkaniyeti ayakta tutan bilgi sahipleri, şüphesiz Allah'tan başka ilâh diye bir şeyin olmadığına tanıklık etti. O, azîz, halîm'den başka ilâh diye bir şey yoktur. (Âl-i İmrân/18)

Bu bilince erenler, canları pahasına Allah'ın varlığına ve birliğine tanıklık ederler. İşte bu bilgi ve bilinçle canını, Allah'ın dinine yardım, O'nun dininin hakk, onun dışındakilerin ise bâtıl olduğuna tanıklık etme uğruna feda edenlere de “şehîd” denir.

71. Ey iman etmiş kişiler! Önleminizi alın, sonra da onlara karşı ya küçük birlikler hâlinde sefere çıkınız veya toptan sefere çıkınız.

72. Şüphesiz sizden bir kısmı da kesinlikle ağır davranır. Sonra size bir musibet isâbet edince, “Kesinlikle Allah bana lütfetti de onlarla beraber tanık olarak bulunmadım” der.

73. Ve eğer size Allah'tan bir lütuf isâbet ederse, kesinlikle sanki, sizinle kendisi arasında hiç sevgi yokmuş gibi, şüphesiz “Ah ne olurdu, onlarla beraber olaydım da çok büyük başarıya erseydim!” diyecektir.

74. O hâlde basit hayatı, âhiret karşılığında satacak kimseler, Allah yolunda savaşsınlar. Her kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse, artık Biz ona çok büyük bir mükâfât vereceğiz.

75. Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri bu halkı zâlim olan memleketten çıkar, nezdinden bize bir velî, nezdinden iyi bir yardımcı kıl” diyen zayıf düşürülmüş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?

76. İman etmiş kimseler, Allah yolunda savaşırlar. Küfretmiş kişiler de tâğût yolunda savaşırlar. O hâlde siz şeytanın velîleri ile savaşın. Şüphesiz şeytanın tuzağı, çok zayıftır.

Bu âyetler bağımsız bir necm olup, artık organize olmuş ve devlet kurmuş olan mü’minlerin nizam-ı âlem için yapmaları gerekenler [savaş, infak vs.] üzerinde durulmakta ve mü’minlerin her an savaşa hazırlıklı olmaları istenmektedir.

Burada, Önleminizi alın ifadesindeki önlem, savaş için gerekli donanım ve levazım, eğitim ve istihkam gibi tedbirlerdir. Bu konu Enfâl/60'ta şöyle ifade edilmişti:

Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla, Allah'ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmazsınız. (Enfâl/60)

Âyetteki, Küçük birlikler hâlinde sefere çıkınız veya toptan sefere çıkınız ifadesinden de, mü’minlerin operasyon ekipleri ve büyük bir ordu oluşturmaları istenmektedir. Burada verilen görevler, Tevbe sûresi'nde şu ifadelerle yer almaktadır:

Eğer savaşa çıkmazsanız, O [Allah], sizi acıklı bir azap ile azaplandırır ve yerinize başka bir toplumu getirir ve siz O'na zarar diye bir şey veremezsiniz. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. Eğer siz o'na [elçiye] yardım etmezseniz, bilin ki Allah o'na kesinlikle yardım etmiştir. Hani o küfretmiş kişiler, o'nu ikinin ikincisi olarak çıkarmışlardı. Hani ikisi mağarada idiler. Hani o, arkadaşına, “Üzülme, şüphesiz Allah bizimle beraberdir” diyordu. Bunun üzerine Allah, o'nun üzerine huzur indirmiş, o'nu sizin görmediğiniz askerlerle desteklemiş ve küfreden kişilerin sözünü en alçak kılmıştı. Allah'ın kelimesi de en yücenin ta kendisidir. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. Hafif teçhizatla ve ağırlıklı olarak sefere çıkın ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer o [sefer], yakın bir kazanç ve sıradan bir sefer olsaydı, onlar kesinlikle seni izlerlerdi. Fakat o meşakkatli iş kendilerine uzak geldi. Bununla beraber, “Bizim de gücümüz yetseydi, kesinlikle sizinle beraber elbette çıkardık” diye Allah'a yemin edecekler –kendilerini helâk ediyorlar– ve Allah biliyor ki onlar, kesinlikle yalıncılardır. (Tevbe/39-42)

Savaş şartlarında mü’minlerin yapmaları gerekenlerin bir bölümü de şu âyetle belirlenmiştir:

Bununla beraber mü’minlerin hepsinin birden topyekün savaşa çıkmaları olmaz. O nedenle her kesimden bir tâife , önlem almaları için, kendilerine müracaat edildiği zaman dinde derin bilgi elde etmeleri ve toplumu uyarmaları için neden seferber olmasın? (Tevbe/122)

72-73. âyetlerde, Şüphesiz sizden bir kısmı da kesinlikle ağır davranır. Sonra size bir musibet isâbet edince, “Kesinlikle Allah bana lütfetti de onlarla beraber tanık olarak bulunmadım” der. Ve eğer size Allah'tan bir lütuf isâbet ederse, kesinlikle sanki, sizinle kendisi arasında hiç sevgi yokmuş gibi, şüphesiz “Ah ne olurdu, onlarla beraber olaydım da çok büyük başarıya erseydim!” diyecektir ifadesiyle, savaş hakkında olumsuz davranan tipler kınanmaktadır, ki bunlar, savaşa katılan mücâhidlere bir yenilgi veya musibet isâbet ettiğinde, savaşa katılmadığı için sevinirler ve bunu da Allah'ın nimeti sayarlar. Ama savaşa katılan mü’minler Allah'ın yardımı ile zafer ve ganimet elde edince haset etmekten utanmazlar.

74. âyette, O hâlde basit hayatı, âhiret karşılığında satacak kimseler, Allah yolunda savaşsınlar. Her kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse, artık Biz ona çok büyük bir mükâfât vereceğiz ifadesiyle, Allah için savaşa katılanların kavuşacakları nimetler müjdelenmektedir. Bu müjdeler şu âyetlerde de görülmektedir:

Şüphesiz Allah, inananlardan canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir sözüdür. Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu büyük başarının ta kendisidir. (Tevbe/111)

Ey inanmış olan kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve O'nun Elçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. (Saff/10-12)

Ey iman etmiş olan kimseler! Allah'ın yardımcıları olun! Hani Meryem oğlu Îsâ havarilerine, “Allah'a gidişte benim yardımcılarım kimdir?” demişti de, havariler, “Biz Allah'ın yardımcılarıyız” cevabını vermişlerdi. Bunun ardından İsrâîloğulları'ndan bir zümre iman etmiş, bir zümre de küfre sapmıştı. Nihâyet biz, iman sahiplerini düşmanlarına karşı güçlendirdik de onlar üstün geldiler. (Saff/14)

75. âyetteki, Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri bu halkı zâlim olan memleketten çıkar, nezdinden bize bir velî, nezdinden iyi bir yardımcı kıl” diyen zayıf düşürülmüş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? ifadesiyle bir savaş gerekçesi açıklanmaktadır. Buna göre, zâlimler/müşrikler tarafından din, iman ve hürriyetleri kısıtlanan ve, Ey Rabbimiz! Bizleri bu halkı zâlim olan memleketten çıkar, nezdinden bize bir velî, nezdinden iyi bir yardımcı kıl diye Allah'a yakaran garibanların imdadına koşmak gerekir. Zulüm ve esaret altındaki mü’minleri kurtarmak ümmetin boynunun borcudur.

Savaş gerekçeleri daha evvel de beyân edilmişti:

Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri zulme uğramaları; onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için hakksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle izin verildi. Ve şüphesiz ki Allah onları zafere ulaştırmaya gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yerle bir edilirdi. Allah, Kendisine yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir. (Hacc/39-40)

Allah ve Rasûlü'ne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların karşılığı, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama/arka arkaya kesilmesi, ya da yeryüzünden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir zillettir. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Ancak onlar üzerine güçlü olmazdan [onları yakalayıp kontrol altına almazdan] önce tevbe edenler hariç. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. (Mâide/33-34)

77-78. Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denilenleri görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar” bile hakksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isâbet ederse, “Bu, Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz olayazıyorlar?

79. Sana iyilikten-güzellikten isâbet eden şeyler, işte Allah'tandır. Sana kötülükten isâbet eden şeyler de senin kendindendir. Ve Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik. İyi bir tanık olarak da Allah yeter.

80. Kim Elçi'ye itaat ederse, artık o, Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse; artık Biz seni onlara koruyucu [bekçi] olarak göndermedik.

Bu âyetlerde Rasûlullah'ın, dolayısıyla da samimi Müslümanların dikkati, toplumdaki ikiyüzlülere çekilmektedir. Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denilmiş olan ikiyüzlüler, Allah'a saygı duyacaklarına, insanlara saygı duyarak, “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?”derler. Kendilerine bir iyilik isâbet ederse “Bu, Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir” diye Elçi'yi uğursuzlukla itham ederler. Böylece gönülsüzlüklerini ortaya koyarlar. İşte bu tiplere, Dünyanın kazanımı çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar” bile hakksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile ve Hepsi Allah'tandır denilmek sûretiyle uyarılar yapılmaktadır.

Burada, ölümden kaçmanın yersizliği, dünya malının değersizlik ve geçiciliği üzerinde durulmaktadır. Bu konuda daha evvel de uyarılar yapılmıştı:

Sonra O [Allah], o kederin ardından üzerinize bir güven, sizden bir grubu örtüp bürüyen bir uyku indirdi. Bir grup da, kendilerini nefisleri önemsetti; Allah'a karşı gerçek dışı câhiliyet zannı olarak, zann üretiyorlardı. Onlar, “Bu işten bize bir şey var mı?” diyorlardı. –De ki: “Bütün iş Allah'a aittir.– Onlar, sana açıklamayacakları şeyleri içlerinde saklıyorlardı. Onlar, “Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik” diyorlardı. De ki: “Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülme yazılmış olanlar kesinlikle yatacakları [öldürülecekleri] yerlere çıkıp gidecekti.” Ve o, Allah'ın göğüslerinizdekini sınaması ve kalplerinizdekini temizlemesi içindir. Ve Allah, göğüslerinizdekini çok iyi bilendir. Şüphesiz iki toplumun karşılaştığı gün, sizden yüz çevirip giden kimseler; şeytan onların kazandıkları şeylerin acısıyla ayaklarını kaydırmak istedi. Yine de Allah onları kesinlikle affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, halîm'dir [çok yumuşak davranandır]. Ey iman etmiş kişiler! İnkâr etmiş ve yeryüzünde dolaşan yahut gazaya çıkan kardeşleri için, “Yanımızda olsaydılar ölmezlerdi, öldürülmezlerdi” diyen kişiler gibi olmayın. Kesinlikle Allah bunu, onların kalplerinde bir yara kılacaktır. Ve Allah hayat verir ve öldürür. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir. Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz de, Allah'tan bir bağışlanma ve rahmet, kesinlikle onların topladıklarından daha hayırlıdır. Andolsun, ölseniz veya öldürülseniz de kesinlikle Allah'a toplanacaksınız. (Âl-i İmrân/154-158)

De ki: “Eğer ölmekten veya öldürmekten kaçıyorsanız, kaçmak hiç bir zaman size yarar sağlamaz. Ve o zaman sadece, çok az bir şeyi kazandırılırsınız.” (Ahzâb/16)

Âyette dünya kazanımı, “çok az” olarak nitelenmiştir. Çünkü, dünya nimetleri âhiret nimetlerine oranla hem çok az ve geçicidir, hem de kazanılması ve korunması binbir sıkıntıya sebep olur. Ayrıca, sürekliliğinin de garantisi yoktur.

81. Ve onlar sana “Tâat [baş üstüne]!” derler. Fakat senin yanından çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin, senin dediğinden başkasını kurarlar. Ama Allah onların geceleyin kurduklarını yazıyor. Artık sen onlardan mesafelen. Ve Allah'a tevekkül et. Vekîl olarak da Allah yeter.

82. Hâlâ Kur’ân'ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar bulurlardı.

83. Ve kendilerine güvenden veya korkudan bir emir geldiğinde onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu Elçi'ye ve kendilerinden olan emir sahibine [yetkili kimselere] götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yeten kimseler, onu bilirlerdi. Ve eğer Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, –pek azınız hariç– kesinlikle şeytana uymuştunuz.

84. Artık Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü’minleri de teşvik et. Umulur ki, Allah kâfirlerin baskısını kırar. Ve Allah, baskıca daha çetindir, caydırmada da daha çetindir.

Bu âyet grubunda Rasûlullah'a, içinde bulunduğu ortam tanıtılmakta ve nasıl davranması gerektiği bildirilmektedir.

Rasûlullah'ın yüzüne karşı, “Tâat [baş üstüne]!” deyip, yanından çıktıklarında o'nun emrettiği şeylerin tersine plan kuranlar ve kendilerine güven veya korkuya dair bir emir geldiğinde onu hemen yayanlar vardır. Bu tiplere – ki ifadeden anlaşıldığına göre bunlar münâfıklardır– karşı Allah Teâlâ, Allah onların geceleyin kurduklarını yazıyor. Artık sen onlardan mesafelen. Ve Allah'a tevekkül et. Vekîl olarak da Allah yeter. Artık Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü’minleri de teşvik et. Umulur ki, Allah kâfirlerin baskısını kırar. Ve Allah, baskıca daha çetindir, caydırmada da daha çetindir buyurarak hem onların zararını engelleyeceği müjdesini vererek Elçisi'ni motive etmekte hem de onlara karşı nasıl davranması gerektiğini bildirmektedir.

Ayrıca, bunca hakikat karşısında aklını kullanmayan bu zavallılara, Hâlâ Kur’ân'ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar bulurlardı. Ve kendilerine güvenden veya korkudan bir emir geldiğinde onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu Elçi'ye ve kendilerinden olan emir sahibine [yetkili kimselere] götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yeten kimseler, onu bilirlerdi denilerek, düşüncesizlik ve akılsızlıkları yüzlerine vurulmakta ve onlara sitem edilmektedir.

Son olarak da Yüce Allah, Ve eğer Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, –pek azınız hariç– kesinlikle şeytana uymuştunuz diyerek, Rasûlullah ve mü’minlere olan yardımına dikkat çekmektedir.

82. âyette, Hâlâ Kur’ân'ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar bulurlardı ifadesiyle, ikiyüzlülerin Kur’ân'ı tetkik etmeleri, Kur’ân'dan yola çıkarak gerçeği görmeleri istenmektedir. Zira Kur’ân'da fizik, kimya, biyoloji ve astroloji gibi bilim dallarına ait bilgiler verilmesine rağmen onda bir kusur ve çelişki yoktur, bulunmamıştır, bulunamamıştır ve bulunamayacaktır. Eğer bu kitap Allah'tan başkası tarafından oluşturulsaydı, içinde mutlaka bir kusur ve çelişki olurdu. Bu hacimdeki bir kitabın, kusursuz ve çelişkiden âri olarak meydana getirilmesi beşer gücünün üstündedir:

Peki, onlar, Kur’ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var? (Muhammed/24)

(Bu,) temiz akıl sahipleri onun âyetlerini düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. (Sâd/29)

Kur’ân'ın mucize olduğu hususu, birçok yerde zikredilmiştir:

İşte bu kitap; kendisinde hiç kuşku yoktur, ğaybda iman eden, salâtı ikâme eden, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden muttakiler –ki bunlar, âhirete de kesinlikle inanırlar– için bir kılavuzdur. (Bakara/2-4)

Kendisinde şüphe olmayan bu kitabın indirilişi, âlemlerin Rabbindendir. (Secde/2)

Ve andolsun ki Biz, düşünüp öğüt alsınlar diye pürüzsüz Arapça bir Kur’ân [okuma] olarak; takvâlı davransınlar diye bu Kur’ân'da insanlar için her türlüsünden örnek verdik. (Zümer/27-28)

Hamd [tüm övgüler], katından şiddetli azaba karşı uyarmak, sâlihâtı işleyen mü’minlere, şüphesiz kendileri için, içinde sürekli kalıcılar olarak güzel bir mükâfât bulunduğunu müjdelemek ve, “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarmak için kuluna, gözetici olarak, kendisi için hiç bir pürüz kılmadığı Kitab'ı indiren Allah içindir. (Kehf/1-4)

85. Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla] şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap [hisse] vardır. Kim de kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla] şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir.

86. Siz bir selâm ile selâmlandığınız zaman da, hemen ondan daha güzeliyle selâm verin veya onu [verilen selâmı] iade edin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını en iyi yapandır.

Bu iki âyette, toplum içinde nasıl davranılması gerektiği ve bu davranışların âkıbeti; iyi ya da kötü getirisi beyân edilmektedir:

• Güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla] şefaat edene, ondan bir hisse vardır.

• Kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla] şefaatte buluna, ondan bir günah payı vardır.

• Bir selâm ile selâmlanan, ondan daha güzeliyle karşılık vermelidir.

Âyette geçen şefaat sözcüğü, “bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, onu desteklemek, bir şeyi çiftlemek” demektir. Bu hususta Necm sûresi'nde yaptığımız açıklamaya bakılabilir.[62] Buradaki anlamı, “senden başkasını kendi mevkiine ve aracılığına katman” demektir ki bu, “öncülük etmek, aracılık etmek” diye açıklanabilir.

Bu âyetten anlaşıldığına göre bir iyiliğin öncüleri-aracıları da, o iyiliği yapanlar gibi ödüllendirilecektir; bir kötülüğün öncüleri-aracıları da o kötülüğü yapanlar gibi cezalandırılacaklardır. Yani öncülerin-aracıların amel defterleri, ölümleriyle kapanmamaktadır:

Ve onlara, “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, onlar, kıyâmet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için, “Öncekilerin efsaneleri” dediler. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür! (Nahl/24-25)

Ve kâfirler mü’minlere, “Bizim yolumuza uyun, kesinlikle sizin hatalarınızı/günahlarınızı biz yüklenelim” dediler. Oysa onların hatalarından, ne olursa olsun hiç bir şeyi onlar taşıyıcı değillerdir. Onlar, kesinlikle yalancıdırlar. Onlar, elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de taşıyacaklar. Ve uydurup durdukları şeylerden kıyâmet günü mutlaka sorgulanacaklardır. (Ankebût/12-13)

Şehidlerin, Allah katında diri olmaları da bu cihetledir, ki bunu Âl-i İmrân ve Bakara sûrelerinde açıklamıştık. Âyetin indiği ortam ve bulunduğu pasaj itibara alındığında burada konu edilen “şefaatin” [öncülük-aracılık etmenin], savaşa teşvik etmeye veya savaştan caydırmaya yönelik olduğu anlaşılmaktadır.

التحية [TAHIYYE]

“Selâmlama” karşılığı verdiğimiz التحية[tahıyye] sözcüğünün esas anlamı, “yaşam dilenmesi” olup sözcüğün aslı, Arapların birbirleriyle karşılaştıklarında, حيك الله [hayyekellâh/Allah seni yaşatsın] demeleridir. Bu bizdeki, “Allah sana uzun ömür versin” sözüne benzer ki bu, insanların karşılaştıklarında birbirlerine iyi dilekte bulunmalarının genel anlamı hâline gelmiştir. Bunun, herhangi bir sözcük ve cümleye indirgenmesi doğru olmaz. O nedenle, isteyen “selâmun aleykum” der, isteyen, “günaydın” der, isteyen “kolay gelsin” der, isteyen “merhaba” der. Önemli olan insanların birbirine iyi niyetle yaklaşmaları ve kaynaşmalarıdır. Bununla birlikte, gönül ister ki selâmlaşma; en iyi, en güzel, en anlamlı ve en kapsamlı sözcüklerle yapılsın. Kur’ân'daki kıssalarda ve cennetteki karşılamalarda selâmlama-selâmlaşma, “selâm” sözcüğü ile yapılmaktadır:

O, sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size destek verendir. O'nun melekleri de (destek verirler). Ve O, mü’minlere çok merhametlidir. O'na kavuşacakları gün onların selâmlamaları, “selâm”dır. O [Allah], da onlar için saygın bir ödül hazırlamıştır. (Ahzâb/43-44)

Ve andolsun ki, İbrâhîm'e de elçilerimiz müjde ile geldiler, “Selâm!” dediler. O, “Selâm!” dedi, sonra da saf hâle getirilmiş buzağıyı getirmeye gecikmedi. (Hûd/69)

O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, melik, kuddûs, selâm, mü’min, müheymin, azîz, cebbâr, mütekkebbir'dir. Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Haşr/23)

Ve takvâlı davranmış kimselere, “Rabbiniz ne indirdi?” denilince onlar, “Hayır” derler. Bu dünyada güzelleştirenlere-iyileştirenlere iyilik-güzellik vardır. Âhiret yurdu ise kesinlikle daha hayırlıdır. Ve takvâlı davrananların yurdu; Adn cennetleri ne güzeldir! Onlar oraya girecekler. Onun altından ırmaklar akar. Orada onlar için diledikleri şeyler vardır. Allah, takvâ sahiplerini işte böyle karşılıklandırır. (Takvâ sahipleri) o kimselerdir ki, melekler onları hoş ve rahat ettirerek vefat ettirirler. “Selâm size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete!” derler. (Nahl/30-32)

Ve eğer o, sağın ashâbından ise; artık sana sağın ashâbından selâm! (Vâkıa/90-91)

Rabb'lerine karşı takvâlı olanlar da cennete bölük bölük sevk edildi. Nihâyet oraya vardıkları, kapıları açıldığı ve bekçileri onlara, “Selâm sizlere, tertemiz geldiniz!” dediği zaman “Ebedî olarak içinde kalmak üzere haydi girin oraya!” dediler [denilecek]. (Zümer/73)

Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler; Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmayan, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren, Rabb'lerine haşyet duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler, Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş, salâtı ikâme etmiş ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmiş ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra‘d/19-24)

Söz olarak [onlara] rahîm Rabbden “selâm” (vardır). (Yâ-Sîn/58)

Ve âyetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen, “Selâm olsun size! Rabbiniz rahmeti Kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder ve düzeltirse; şüphesiz ki O [Allah], gafûr'dur, rahîm'dir” de! (En‘âm/54)

Ey iman etmiş olan kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir. Belki siz düşünüp anlarsınız. (Nûr/27)
Ayrıca selâm [sağlamlık, esenlik, mutluluk, güvenlik] sözcüğünün anlamı, bu amaçla kullanılacak diğer sözcüklerden daha kapsamlıdır. Zira selâm, –Âl-i İmrân/19'un tahlilinde açıkladığımız gibi– “beraet” [uzak tutma]; yani, “korkudan, kuşkudan, beladan, huzursuzluktan, mutsuzluktan, kavgadan savaştan, ağrıdan, sızıdan, maddî ve manevî sıkıntılardan, zayıflıktan çürüklükten… tüm olumsuzluklardan uzak olma” demektir. Birisine “korkudan, kuşkudan, dertten, tasadan, hastalıktan, zayıflıktan… kısacası tüm olumsuzluklardan uzak olasın!” demek, “Uzun ömürlü ol” demekten, “günaydın, bonjur” vs. demeden daha makul ve makbuldür.

Âyette, Siz bir selâm ile selâmlandığınız zaman da, hemen ondan daha güzeliyle selâm verin veya onu [verilen selâmı] iade edin buyurulmuştur, ki biz bunu,سلام عليكم [selâmun aleykum/size selâm olsun] diyene karşı,وعليكم السلام و رحمة الله و بركاته [ve aleykumu's-selâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu/size de selâm, Allah'ın rahmeti ve bollukları olsun] diyerek karşılık vererek uyguluyoruz.

87. Allah, Kendinden başka ilâh diye bir şey olmayandır. O, kesinlikle sizi, kendisinde şüphe olmayan kıyâmet gününde toplayacaktır. Ve Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?

88. Peki, Allah onları kazandıkları günah yüzünden terslerine döndürdüğü hâlde, siz, ne oluyor da münâfıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimselere kılavuzluk etmek mi istiyorsunuz? Ve Allah, kimi saptırırsa, artık sen onun için asla bir yol bulamazsın.

89-90. Onlar [münâfıklar], kendileri inkâr ettikleri gibi, sizin de inkâr etmenizi, böylece onlarla eşit olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan velîler edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse, sizinle aralarında anlaşma olan bir kavme sığınan kimseler yahut sizinle ve kendi kavimleriyle savaşmaktan göğüsleri daralarak size gelenler hariç onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; onlardan bir velî ve bir yardımcı edinmeyin. Sonra, eğer Allah dileseydi de onları size musallat kılardı da onlar, sizinle savaşırlardı. Artık eğer onlar, sizden mesafelenip de sizinle savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, Allah, sizin için onlar aleyhine bir yol kılmamıştır.

91. Sizden, güvende olmak ve kendi kavimlerinden güvende olmak isteyen diğerlerini bulacaksınız. Bunlar, ne zaman fitneye geri döndürürlerse, onun içine baş aşağı dalarlar. Öyleyse bunlar, eğer sizden uzak durmazlarsa ve size barış teklif etmezlerse ve ellerini [güçlerini] çekmezlerse hemen kendilerini bulduğunuz yerde yakalayın ve öldürün. Ve işte bunlar, onların aleyhinde size kıldığımız apaçık bir güçtür [yetkidir].

Bu âyet grubunda önce, Allah, Kendinden başka ilâh diye bir şey olmayandır. O, kesinlikle sizi, kendisinde şüphe olmayan kıyâmet gününde toplayacaktır. Ve Allah'tan daha doğru sözlü kimdir? denilerek, Allah tanıtılmakta, sonra da birtakım hususlara, özellikle münâfıkların sinsî düşüncelerine dikkat çekilerek mü’minler uyarılmaktadır:

• Mü’minler, sürekli aleyhlerinde bulunan münâfıklarla senli-benli olmamalıdırlar. Onlar hakkında farklı düşünen gruplara bölünmemelidirler.

• Münâfıklar, kendileri inkâr ettikleri gibi, mü’minlerin de inkâr etmelerini, böylece kendileriyle eşit olunmasını arzu ederler.

• Münâfıklar Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan velîler edinilmemelidir.

• Eğer yüz çevirirlerse, mü’minlerle anlaşmalı olan bir kavme sığınanlar yahut mü’minler ve kendi kavimleri ile savaşmaktan göğüsleri daralarak mü’minlere sığınanlar hariç onlar yakalanıp öldürülmelidirler.

• Münâfıklardan bir velî ve bir yardımcı edinilmemelidir.

• Eğer Allah dileseydi onları size musallat kılardı da onlar, sizinle savaşırlardı. (Allah, onlara böyle bir fırsatı tanımadı.)

• Eğer onlar, mü’minlerle savaşmaz ve mü’minlere barış teklif ederlerse, bu teklif kabul edilmelidir. (Allah, sizin için onlar aleyhine bir yol kılmamıştır.)

• Mü’minlerden ve kendi kavimlerinden güvende olmak isteyen diğer bir grup ise, ne zaman fitneye geri döndürürlerse, onun içine baş aşağı dalarlar. Bunlar, mü’minlerden uzak durmazlar, mü’minlere barış teklif etmezler ve ellerini [güçlerini] çekmezlerse, ele geçirildikleri yerde öldürülmelidirler. (Bu Allah tarafından mü’minlere tanınan tam bir yetkidir.)

Bu paragrafın iniş sebebine dair nakledilenler:

Müslim'de, Zeyd b. Sâbit'ten gelen rivâyete göre, Peygamber (s.a) Uhud'a çıktığında beraberinde olanlardan bir kesim geri dönmüştü. Bunun ürerine Peygamber'in (s.a) ashâbı, onlar hakkında iki gruba bölündü, Kimisi, “Onları öldürelim” dedi, kimisi de, “Hayır öldürmeyelim” dedi. Bunun üzerine, Münâfıklar hakkında ne diye iki gruba ayrıldınız? âyeti nâzil oldu.[63]

Uhud günü Rasûlullah'a yardımdan vazgeçip, o'nunla birlikte çıkmışken adamlarını da geri alıp çekilen kişi, Abdullah b. Ubey ve arkadaşlarıdır.

Ebû Seleme b. Abdurrahmân'ın (Abdurrahmân b. Avf'tan) naklettiğine göre, bu âyet-i kerîme, Medîne'ye gelen ve Müslüman olduklarını açıklayan bir topluluk hakkında nâzil olmuştur. Bunlar Medîne'nin sıtmasına ve ateşli hastalığına yakalandılar. Bunun üzerine baş aşağı döndürülüp, Medîne'den çıkıp gittiler. Peygamber'in (s.a) ashâbından bir grup onlarla karşılaştı ve sordular:

— Ne diye geri dönüyorsunuz?

Onlar da şu cevabı verdiler:

— Medîne'nin sıcağından rahatsızlandık. O bakımdan orada kalmak işimize gelmedi.

Bunun üzerine şöyle sordular:

— Bu hususta Rasûlullah (s.a) sizin için uyulacak bir örnek değil mi?

Ashâbın bir bölümü, “Bunlar münâfıklık ettiler” derken, bir bölümü de, “Münâfıklık etmediler, Müslümandırlar” dediler. Bunun üzerine yüce Allah da, Allah onları kazandıkları yüzünden baş aşağı yıkıvermişken, münâfıklar hakkında ne diye iki gruba ayrıldınız âyetini indirdi.

Nihâyet Medîne'ye geldiler ve kendilerinin Muhacir olduklarını iddia ettiler. Bundan sonra da irtidad ettiler. Rasûlullah'tan (s.a), ticaret yapmak üzere kendilerine ait birtakım malları getirmek üzere Mekke'ye gitmek için izin istediler. Mü’minler de onlar hakkında anlaşmazlığa düştü. Kimisi, “Bunlar münâfıktır” derken, kimisi de, “Hayır mü’mindir” dedi.

Yüce Allah böylelikle onların münâfık olduklarını açıkladı ve bu âyet-i kerîmeyi indirerek onları öldürmeyi emretti.[64]

Allah'ın, Hem sizden emin olmak, hem kendi kavimlerinden emin olmak isteyen başka insanlar olduğunu da göreceksiniz buyruğunun anlamı, önceki âyetin ifade ettiği anlam gibidir.

Katâde der ki: “Bu âyet-i kerîme hem Peygamber'in (s.a) nezdinde emin olmak, hem de kavimleri arasında emin kalmak isteyen Tihâmeli bir kavim hakkında nâzil olmuştur.”

Mücâhid der ki: “Bu, Mekkeli bir topluluk hakkında nâzil olmuştur.”

es-Süddî de der ki: “Bu âyet-i kerîme, Nuaym b. Mes‘ûd hakkında inmiştir. O, hem Miislümanlar yanında emniyetteydi, hem de müşrikler arasında.”

el-Hasen der ki: “Bu münâfıklardan bir topluluk hakkındadır.”[65]

Müfessirler, burada zikredilen kimselerin, Esed ve Gatafan kabilelerinden bir topluluk olduğunu söylemişlerdir ki bunlar, Medîne'ye geldiklerinde Müslüman olurlar ve anlaşma yaparlardı. Maksatları ise, Müslümanlardan emin olmak idi. Kendi kavimlerinin yanına döndüklerindeyse, inkâra saparak ahidlerini bozarlardı.[66]

89. âyette, Onlar [münâfıklar], kendileri inkâr ettikleri gibi, sizin de inkâr etmenizi, böylece onlarla eşit olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan velîler edinmeyin buyurularak, iki yüzlülerin velî, koruyucu, gözetici ve yardımcı edinilmemeleri; yönetici durumuna getirilmemeleri emredilmiştir. Bu emir onlarca âyette tekrar edilmiştir:

Kuşkusuz şu iman etmiş, hicret etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan ve barındırıp yardım eden kimseler; evet işte bunlar, bazısı bazısının velîsi olanlardır. İnanan ve hicret etmeyen kimselere gelince, hicret edene kadar, onlara yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir. Küfretmiş olan şu kimseler de, birbirlerinin velîleridirler. Eğer siz de onu yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve fitne çıkar. Ve o, iman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimseler ile, barındıran ve yardım eden kimseler; işte bunlar, gerçek mü’minlerin ta kendileridir. Bunlar için bir mağfiret ve saygın bir rızık vardır. Ve bundan sonra, inanan ve hicret eden ve cihad eden kimseler; artık onlar da sizdendirler. Akraba olanlar da, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir. (Enfâl/72-75)

Ve kesinlikle Biz, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri bilmemiz/ortaya çıkarmamız için sizi belâlandıracağız [denemeye tâbi tutacağız]. Haberlerinizi de belâlandıracağız [denemeye tâbi tutacağız]. (Muhammed/31)

Eğer size bir yara değmişse, o kavme de benzeri bir yara dokunmuştu. Ve işte o günler; Biz onları, Allah'ın sizden iman eden kimseleri bilmesi ve sizden şâhitler edinmesi, Allah'ın iman eden kimseleri arındırması, kâfirleri de mahvetmesi için insanlar arasında döndürür dururuz. Ve Allah zâlimleri sevmez. Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden ve sabredenleri de bildirmeden cennet'e gireceğinizi mi sandınız.” (Âl-i İmrân/140-142)

92. Ve hata dışında bir mü’minin, diğer bir mü’mini öldürmesi söz konusu değildir. Ve kim bir mü’mini hataen öldürürse, mü’min bir köleyi özgürlüğe kavuşturmalı ve ölenin ailesine [vârislerine] teslim edilecek bir diyet vermelidir. –Ancak onların [ölünün ailesinin] bağışlaması müstesnâdır.– Eğer o [öldürülen], mü’min olmakla beraber size düşman bir kavimden ise, o zaman, öldürenin mü’min bir köleyi özgür bırakması gerekir. Eğer öldürülen sizinle aralarında antlaşma olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve mü’min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması gerekir. Bunlara gücü yetmeyenin de Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah, alîm'dir [en iyi bilendir], hakîm'dir [en iyi yasa koyandır].

93. Ve kim bir mü’mini kasten öldürürse, işte onun cezası, içinde sürekli kalmak üzere cehennemdir. Ve Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için çok büyük bir azap hazırlamıştır.

Bu âyetlerde, vukû bulabilecek cinâyetlerde uygulanması gereken ilkeler ortaya konulmaktadır:

• Hata dışında bir mü’min bir mü’mini öldüremez.

• Kim bir mü’mini hataen öldürürse, mü’min bir köleyi özgürlüğe kavuşturmalı ve ölenin ailesine [vârislerine] teslim edilecek bir diyet vermelidir. (Ancak onların [ölünün ailesinin] bağışlaması müstesnâdır.)

• Eğer öldürülen, mü’min olmakla beraber mü’minlere düşman bir kavimden ise, o zaman, öldürenin mü’min bir köleyi özgür bırakması gerekir.

• Eğer öldürülen, mü’minlerle aralarında antlaşma olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve mü’min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması gerekir.

• Bunlara gücü yetmeyenin de Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir.

• Bir mü’mini kasten öldürenin cezası, içinde sürekli kalmak üzere cehennemdir. (Ve Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için çok büyük bir azap hazırlamıştır.)

Bakara/178-179'da insan hayatına verilen değeri detaylı olarak açıklamıştık. Burada iki âyet ile hatırlatma yapıyoruz:

Ve işte o kişiler [Rahmân'ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı öldürmezler. –Ancak hakk ile öldürürler.– Zina da etmezler. –Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyâmet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler müstesnâ. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tevbe eder ve sâlihi işlerse, kesinlikle o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.– (Furkân/68-71)

İşte bunun için Biz, İsrâiloğulları'na, “Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur” yazdık [farz kıldık]. Ve kesinlikle onlara elçilerimiz açık deliller ile geldiler. Sonra da şüphesiz onların bir çoğu yeryüzünde kesinlikle aşırı davranan kimselerdir. (Mâide 32)

Taner
9. August 2010, 02:17 AM
DİYET

Diyet, “maktulün kanının yerine geçmek üzere velîsine ödenen şey”dir. Allah, diyet olarak ödenecek miktarı tayin etmediği için bunun, günün şartlarına göre hakkaniyetle devlet tarafından tayin edilmesi gerekir. Târih kayıtlarına göre Rasûlullah bunu 100 deve, 200 inek veya 2.000 keçi olarak belirlemiştir. Bu o dönemde 800 dinar veya 8.000 dirhem idi. Halifeliği döneminde Ömer, “Şimdi devenin fiyatı arttı, o hâlde diyet olarak 1.000 dinar veya 12.000 dirhem verilmelidir” diyerek, şartlara göre içtihada bulunmuştur.

Bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler nakledilmiştir:

Huzeyfe ibnu'l-Yeman (r.a), Uhud savaşı'nda Hz. Peygamber ile beraberdi. Derken Müslümanlar bir hata yaparak, Huzeyfe'nin babası Yeman'ı, kâfir zannederek yakalamış ve kılıçla boynunu uçurmuşlardı. Oysa ki Huzeyfe tam o esnada, “O, benim babamdır” demişti, ama onlar Huzeyfe'nin sözünü, ancak babasını öldürdükten sonra anlayabilmişlerdi. Bunun üzerine Huzeyfe, “Allah sizi bağışlasın, çünkü O erhamu'r-râhimîn'dir” demişti. Hz. Peygamber bu sözü duyunca, Huzeyfe'nin kıymeti o'nun nezdinde daha da artmıştı. İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil olmuştu.

İkinci rivâyet: Bu âyet, Ebu'd-Derda hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Ebu'd-Derda (r.a) bir seriyyede bulunuyordu. Derken, ihtiyacını gidermek için bir yere saptığında koyunları bulunan bir adama rastladı. Kılıcıyla adama saldırdığında, adam, “Lâ ilâhe illallâh!” dedi, ama o adamı öldürdü, koyunlarını da sürüp götürdü. Derken içinde (bu hâdiseden dolayı) bir rahatsızlık duymaya başladı. Bunun üzerine hâdiseyi Hz. Peygamber'e anlatınca, Hz. Peygamber, “Onun kalbini yarsaydın ya [onun kalbini mi yardın]?!” dedi. Bu söz üzerine Ebu'd-Derda, son derece pişman oldu; derken bu âyet nâzil oldu.

Üçüncü rivâyet: Ayyaş ibn Ebî Rabia, Ebû Cehl'in anne bir kardeşi idi, Müslüman olup, kavminden korktuğu için Medîne'ye hicret etmişti. Bu hâdise, Hz. Peygamber'in hicretinden önce vukû bulmuştu. Derken Ayyaş'ın annesi, dininden dönünceye kadar yiyip içmemeye ve herhangi bir çatı altında oturmayacağına [güneş altında kalacağına] dair yemin etti. Bunun üzerine Ebû Cehl, beraberinde Hars ibn Zeyd ibn Ebî Uneyse olduğu hâlde Mekke'den çıktı. Ayyaş'ın yanına geldiler ve uzun uzun konuştular. Ebû Cehl dedi ki:

— Muhammed sana, annene iyi davranmanı emretmiyor mu? O hâlde, üzerinde bulunduğun dini taşıyarak dön ve annene iyilik yap!

Ayyaş bu teklifi kabul ederek, Mekke'ye geri döndü. Mekke'ye yaklaştıklarında, Ayyaş'ın ellerini ve ayaklarını bağladılar. Ebû Cehl, Ayyaş'a yüz sopa vurdu; yüz sopa da Hars vurdu. Bunun üzerine Ayyaş, Hars'a şöyle dedi:

— Şu, Ebû Cehl benim kardeşim, ya sen kimsin ey Hars! Allah'a yemin ederim ki, seni ıssız bir yerde yakalarsam öldüreceğim!

Rivâyet olunduğuna göre Hars, Ayyaş'a, Mekke'ye döndüğünde şöyle dedi:

— Eğer senin tâbi olduğun ilk din hidâyet ise, sen onu bırakmış durumdasın. Yok eğer sapıklık idiyse, sen şu anda ona girdin.

Bu söz, Ayyaş'a çok tesir etti ve Hars'ı öldüreceğine yemin etti. Ayyaş, annesinin yanına vardığında, annesi Ayyaş ilk dinine dönmediği sürece, elinin ayağının çözülmeyeceği hususunda yemin etti. O da bunu yaptı (yani, döndü). Bundan sonra Medîne'ye hicret etti... Hars da Müslüman olup hicret etmişti... Derken, Ayyaş, Hars ile ıssız bir yerde karşılaştı; Müslüman olduğunu bilmediği için onu öldürdü. Hars'ın Müslüman olduğunu öğrenince, yaptığına bin pişman olarak Allah'ın Rasûlü'ne geldi ve dedi ki:

— Müslüman olduğunu bilemeden onu öldürdüm!

İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[67]

93. âyetteki, Kim bir mü’mini kasten öldürürse, işte onun cezası, içinde sürekli kalmak üzere cehennemdir. Ve Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için çok büyük bir azap hazırlamıştır buyruğu ile, 92. âyetteki ifade birleştirilirse, burada konu edilen “teammüd”ün [kastın/kasten öldürmenin]; mü’mini, mü’min olduğu için öldürme olduğu anlaşılır. Mü’mini, mü’min olduğu için öldüren de kâfirin ta kendisidir. Nitekim Allah şöyle buyurur:

Ve eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaştırılırlarsa hemen onların arasını düzeltin. Şâyet biri ötekinin üzerine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Sonra da eğer dönerse, aralarında adaletle barış yapın ve hakkaniyetle davranın. Şüphesiz ki Allah, hakkaniyetle davrananları sever. (Hucurât/9)

94. Ey iman etmiş kimseler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, hemen iyice araştırın. Ve size selâm veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, “Sen mü’min değilsin” demeyin. Artık Allah nezdinde çok ganimetler vardır. Önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu. Onun için iyice araştırın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.

95-96. Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, oturanlara fazlalıklı kıldı. Ve Allah onların hepsine “en güzel”i vaad etmiştir. Ve Allah mücâhidlere, oturanların üzerine büyük bir ecir fazlalaştırmıştır: Kendi katından dereceler, bir mağfiret ve rahmet. Ve Allah, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

Bu âyetlerde olağan üstü koşullarda mü’minlerin nasıl davranması gerektiği beyân edilmektedir. Yukarıda, bir mü’minin bir mü’mini hata ile olması hariç öldürmeyeceği/öldüremeyeceği, kâfirlerin de ancak savaşta öldürülebileceği ifade edilmişti. Burada ise, herhangi bir yanlışlığa düşülmemesi ve basit bir nedenle adam öldürülmemesi için uyarı yapılmaktadır. Müslümanlar, Allah yolunda savaşa çıktıklarında karşılaştıkları insanların Müslüman olup olmadıkları hususunda kesin sonuca varıncaya kadar araştırıp soruşturmalıdırlar. Kâfir düşman haricindekilerle savaşmamalı ve öldürmemeliler. Hele hele kendilerine selâm veren veya barış ve uzlaşma teklif eden yahut da Müslüman olduğunu ifade edenlere –yanlarındaki mal nedeniyle–kesinlikle dokunmamalıdırlar.

Bu âyetin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler verilmiştir:

Bu âyet-i kerîme, bir Müslüman topluluğu hakkında nâzil olmuştur. Bunlar, yolculuklarında, beraberinde bir deve ve satmak üzere bir kaç koyun bulunan bir adamla karşılaştılar. Bu adam onlara selâm verip, “Lâ ilâhe illallâh Muhammedu'r-Rasûlullâh” dediği hâlde, Müslümanlardan birisi hamle yaparak onu öldürdü. Bu durum Peygamber'e (s.a) ağır geldi, bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Buhârî de bunu, Ata'dan, o, İbn Abbâs yoluyla rivâyet etmektedir.

İbn Abbâs dedi ki: Beraberinde bir kaç koyun bulunan bir adama, Müslümanlar arkadan yetiştiler. O, “es-Selâmu aleykum” dediği hâlde onu öldürdüler ve beraberindeki koyunlarım aldılar. Bunun üzerine yüce Allah, Dünya hayatının menfaatini arayarak... buyruğuna kadar bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Dünya hayatının menfaati ise, sözü geçen birkaç koyundu.

Buhârî'den başka kaynaklarda da şöyle denilmektedir: “Rasûlullah (s.a) o adamın diyetini akrabalarına götürüp teslim etti ve beraberindeki koyunları da geri iade etti.”[68]

Fahreddîn er-Râzî de âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında şu rivâyeti aktarmaktadır:

Fedekli Mirdâs ibn Nehîk, Müslüman olmuş ve kavminden, ondan başka kimse Müslüman olmamıştı. Hz. Peygamber'in (s.a), Gâlib ibn Fudâle komutasında gönderdiği bir seriyye, Mirdâs'ın kavmine gitmişti. Bütün kavim kaçmış, ama o, Müslüman oluşuna güvenerek yerinde kalmıştı. Atlıları görünce, koyunlarını dağın bir oyuğuna çekti. Müslüman atlılar oraya ulaşıp tekbir getirince, o da tekbir getirip onların yanına indi ve şöyle dedi:

— Lâ ilâhe illallâh muhammedu'r-rasûlullâh. es-Selâmu aleykum.

Fakat Usâme ibn Zeyd (r.a) onu öldürdü ve koyunlarını sürüp götürdü. Bunu haber alan Hz. Peygamber (s.a) çok kızdı ve dedi ki:

— Siz onu, yanındaki mala göz diktiğiniz için öldürdünüz.

Sonra bu âyeti Usâme'ye okudu. Usâme de şöyle dedi:

— Yâ Rasûlallah benim için Allah'a istiğfâr et.

Hz. Peygamber (s.a) de şöyle karşılık verdi:

— O, “Lâ ilâhe illallâh” demişken, bu nasıl olur?

Usâme (r.a) şöyle demiştir:

— Hz. Peygamber bu sözü tekrar edip durdu. Öyle ki ben, “Keşke, daha önce Müslüman olmamış olsaydım da o gün Müslüman olsaydım” diye arzu ettim. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) benim için istiğfâr etti ve, “Bir köle azat et” buyurdu.[69]

94. âyetteki, Ve size selâm veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, “Sen mü’min değilsin” demeyin ifadesiyle ilgili merhum Mevdûdî'nin güzel bir açıklamasını naklediyoruz:

İslâm'ın ilk zamanlarında “es-selâmu aleykum” ifadesi, Müslümanların tanınmasını sağlayan bir semboldü. Bir Müslüman diğer bir Müslümanla karşılaştığında bu sözlerle selâm veriyor ve bununla “Ben senin topluluğundanım; senin arkadaşın ve dostunum. Senin için ancak barış ve güvenlik sunabilirim. Bu nedenle bana karşı düşmanlık göstermemelisin, benden de düşmanlık ve zarar beklememelisin” demek istiyordu. Bu, sanki orduda, karanlıkta iken düşmanla dostu ayırmak için kullanılan bir parola vazifesi görüyordu.

Selâm vermenin tanınmaya yarayan bir sembol olarak kullanılmasının önemi bilhassa o dönemde çok büyüktü. Çünkü Müslüman bir Arap'la Müslüman olmayan bir Arab'ı birbirinden ayırmaya yarayan açık bir işaret yoktu. Aynı şekilde giyiniyor, aynı dille konuşuyorlardı. Müslümanlar bir kabileye saldırıp orada yaşayan bir Müslümanla karşı karşıya geldiklerinde asıl zorluk baş gösteriyordu. Düşman konumunda olan kişi, “es-Selâmu aleykum” veya “Lâ ilâhe illallâh” derse, saldırı konumunda olan Müslüman bundan şüphe ediyor ve onun, öldürülmekten kurtulmak için yalan söyleyen bir kâfir olduğu kanısına varabiliyordu. Bu nedenle çoğunlukla böyle kimseleri öldürüp mallarını ganimet olarak alıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a) Müslümanlara, böyle bir durumda kimseyi öldürmemelerini emrettiği hâlde böyle olaylar tekrarlanıyordu. Bunun üzerine Allah bu sorunu çözümleyen bir âyet indirdi: “Kendisini Müslüman olarak ilân eden kişinin yalan söyleyip söylemediğini merak ederek araştırmak size düşmez. Gerçeği söylüyor olabilir, aynı şekilde yalan söylüyor da olabilir ve derin bir araştırma yapmaksızın hangisinin doğru olduğuna karar verilemez. Bu nedenle Müslüman olduğunu söyleyen yalancı bir kâfirin serbest bırakılması muhtemel olduğu gibi, samimi bir mü’mini öldürme ihtimali de mevcuttur. Her ne olursa olsun yanlışlıkla bir kâfiri serbest bırakmak, sizin için, yanlışlıkla bir mü’mini öldürmekten daha hayırlıdır.”[70]

95-96. âyetlerde konu cihada getirilerek, Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, oturanlara fazlalıklı kıldı. Ve Allah onların hepsine “en güzel”i vaad etmiştir. Ve Allah mücâhidlere, oturanların üzerine büyük bir ecir fazlalaştırmıştır: Kendi katından dereceler, bir mağfiret ve rahmet. Ve Allah, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir buyurulmuştur. Burada konu savaş değil; savaş öncesinde, savaş esnasında ve savaş sonrasında gösterilen maddî ve manevî çabalardır.

97-98. Kesinlikle meleklerin, kendilerine zulmederlerken vefat ettirdikleri şu kimseler; onlar [melekler], “Ne işte idiniz?” derler. Onlar, “Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik” derler. Onlar [melekler], “Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?” derler. Artık, –erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, yol bulamayan kimseler hariç– işte bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir.

99. İşte onlar, Allah'ın bu kimseleri affetmesi umulur. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.

100. Kim de Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde barınacak çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah'a ve Elçisi'ne hicret etmek üzere evinden çıkar, sonra kendisine ölüm gelirse, o kişinin ecri/ödülü şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.

Bu âyetlerde de yine olağanüstü koşullarda mü’minlere düşen görevler konu edilmekte; dinini ve inancını koruyamayacağı bir ortamda bulunup da oradan ayrılmayarak kendisini ateşe atan kimseler uyarılmakta ve müşriklerin baskısı altında olanların inançlarını yaşayabilecekleri yerlere gitmeleri gerektiği belirtilmekte, zulme teslim olanlar kınanmaktadır. İslâm'ı yaşayacak yerler olmasına rağmen, müşriklerin arasında kalmaya devam eden; böylece hem onların baskı ve zulmüne katlanmak zorunda kalan hem de inancını tehlikeye atan kimselerin, Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik diyerek kurtulamayacakları, onlara, Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya denileceği beyân edilmektedir.

Burada, bir vefat [kişinin tüm yaşamının tastamam hatırlatılma] sahnesi sunulmaktadır, ki vefatı sağlayan, insanın bedenindeki “bellek hücreleri”dir. Bu hususta En‘âm sûresi'nin sonunda “Vefat” başlığı altında yeterli bilgi verilmiştir.[71]

Bu âyetlerin iniş sebebine dair şu bilgiler verilmemiştir:

Bununla kastedilenler, İslâm'a girmiş, Peygamber'e (s.a) iman ettiklerini izhar etmiş Mekkeli bir topluluktur. Peygamber (s.a) hicret edince, kavimleriyle birlikte kalmaya devam ettiler. Onlardan bir kısmı ise dinleri dolayısıyla fitneye [azap ve işkenceye] maruz bırakıldılar ve onlar da bu hususta istenilenlere cevap verdiler. Bedir savaşı sırasında onlardan bir topluluk kâfirlerle birlikte savaşa katıldılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

Şöyle de denilmiştir. Bu kimseler, Müslümanların sayılarını az görünce dinleri hususunda şüpheye düştüler ve irtidad ettiler. İrtidad ettikleri için de öldürüldüler. Müslümanlar ise, “Bizim şu arkadaşlarımız Müslüman idiler. Müşriklerle birlikte çıkmak için zorlandılar. O bakımdan onlara mağfiret dileyin” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[72]

100. âyetteki, Kim de Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde barınacak çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah'a ve Elçisi'ne hicret etmek üzere evinden çıkar, sonra kendisine ölüm gelirse, o kişinin ecri/ödülü şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir ifadesiyle, zor şartlar altında dinini koruyamama riskiyle karşı karşıya bulunan kimselerin, yurtlarını terk etmeleri emredilmektedir.

101. Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfir kimselerin sizi fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız salâttan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık düşmandırlar.

102. Ve sen onların içinde bulunup da onlar için salât ikâme ettiğin zaman [eğitim-öğretim verdiğin zaman] içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar]. Silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar boyun eğdiklerine [ikna olduklarında] arka tarafınıza geçsinler. Sonra salâta katılmamış [eğitim-öğretim almamış] diğer bir kısmı gelsin seninle beraber salât etsinler [eğitim, öğretim yapsınlar] ve tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler, silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da size ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta olursanız silâhlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

103. Sonra salâtı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır.

Bu âyet grubunda, İslâm dininin temel unsurlarından biri olan salâtın önemine dikkat çekilmiş; sefer ve cephede bile terkedilmemesi gereken bir yükümlülük olduğu ifade edilmiştir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre salât, savaş şartlarında bile ihmal edilemez, ancak kısa tutulur. Bu âyetteki salât, “namaz” değil, “salâtın eğitim ve öğretime yönelik olan zihinsel boyutu”dur. İslâm'ın temel öğelerinden olan salât'ın esnekleştirilmesinden, tüm ilkelerin şartlara göre esnekleştirilebileceği sonucu çıkar.

Korku hâlinde salât'ın icrası, Bakara sûresi'nde de beyân edilmişti:

Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun]. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın [işe koyulun/eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin]. Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken muhafaza edin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen zikredin. (Bakara/238-239)

Daha evvel açıkladığımız gibi salât, “namaz” değildir. Bu paragrafta, cephede, korku hâlinde salâtın eğitim-öğretim boyutunun nasıl uygulanacağı açıklanmaktadır.

104. Ve o toplumu takip etmede gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyor idiyseniz, artık şüphesiz onlar da sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Ve siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

Bu âyette, mü’minlere savaş ortamında nasıl davranmaları gerektiği öğretilmektedir. Buna göre mü’minler, savaş esnasında yorulduk, yaralandık vs. gibi bahanelerle gevşeklik göstermemelidir. Allah bu direktifi verirken, mü’minlerin şu durumları dikkate almalarını da istemektedir:

• Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da acı çekiyorlar.

• Siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz.

İkinci madde de zikredilen, “onların ümit etmeyip mü’minlerin ümit ettiği şey”, dünyada Allah'ın dininin yayılması, Allah yolunda şehâdet; âhirette de cennet ve onun nimetleridir. Müşrik ve münâfıkların böyle bir beklentileri söz konusu değildir.

Bu âyetin benzerleri daha önce de geçmişti:

Eğer size bir yara değmişse, o kavme de benzeri bir yara dokunmuştu. Ve işte o günler; Biz onları, Allah'ın sizden iman eden kimseleri bilmesi ve sizden şâhitler edinmesi, Allah'ın iman eden kimseleri arındırması, kâfirleri de mahvetmesi için insanlar arasında döndürür dururuz. Ve Allah zâlimleri sevmez. (Âl-i İmrân/140-141)

Ey Nebi! Sana ve mü’minlerden sana uyan kimselere Allah yeter! (Enfâl/64)

105. Şüphesiz Biz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmedesin diye Kitab'ı hakk olarak indirdik. Sen de hâinler için savunucu olma!

106. Ve Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.

107. Kendilerine hâinlik edenleri de savunma. Şüphesiz Allah, ileri derecede hâinlik eden günahkârları sevmez.

108. Onlar, insanlardan gizlemek isterler de Allah'tan gizlemek istemezler. Hâlbuki O [Allah], onlar, O'nun sözden razı olmadığı şeyleri gece planlarlarken kendileriyle beraberdir. Ve Allah, onların yaptıklarını kuşatıcıdır.

109. Haydi, siz basit yaşamda onları savundunuz. Peki kıyâmet gününde Allah'a karşı onları kim savunacaktır yahut kim onlara vekîl olacaktır?

110. Kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur.

111. Kim de bir günah kazanırsa, kendi aleyhine kazanmış olur. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

112. Kim de bir hata veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, o zaman kesinlikle bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.

113. Ve eğer senin üzerinde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, kesinlikle onlardan bir güruh seni saptırmaya çalışmıştı. Hâlbuki onlar, kendilerinden başkasını saptırmazlar ve sana hiç bir zarar veremezler. Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfu çok büyüktür.

Bu âyetlerde Rasûlullah'a şu talimatlar verilmiştir:

• Senin görevin, Allah'ın sana gösterdiği gibi, insanlar arasında Hakk Kitap ile hükmetmek ve hâinler için savunucu olmamaktır.

• Allah'tan bağışlanma dile. (Şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.)

• Kendilerine hâinlik edenleri de savunma. (Şüphesiz Allah, ileri derecede hâinlik eden günahkârları sevmez.)

Rasûlullah'a verilen bu direktiflerden sonra, münâfıkların, yaptıkları kötülükleri insanlardan gizleyip Allah'tan gizlemedikleri, Allah'tan bir şey gizleyemeyecekleri, onlar geceleri kötü plan yaparken Allah'ın kendileriyle beraber olduğu, her şeylerini kuşattığı, dünyada savunan olsa bile kıyâmet gününde Allah'a karşı onları kimsenin savunamayacağı, onların bir vekîlinin olmayacağı bildirilerek aklılarını başlarına almaları istenmektedir. Daha sonra da evrensel bir beyânneme olarak şöyle denilmektedir: Kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur. Kim de bir günah kazanırsa, kendi aleyhine kazanmış olur. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. Kim de bir hata veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, o zaman kesinlikle bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.

Bu âyetlerin iniş sebebine dair nakledilenler:

Bu âyet-i kerîme, Peygamber'in (s.a) şerefini ve keremini yükseltmekte, o'nu tazim ve işi o'na havale etmekte ve hüküm vermesi hâlinde de dosdoğru yol üzerinde o'nu doğrultmaktadır. Diğer taraftan Ubeyrıkoğulları ile ilgili olarak kendisine gelen dava dolayısıyla da kusurlu olanları azarlamaktadır.

Bu Ubeyrıkoğulları, Bişr, Beşr ve Mübeşşir adında üç kardeş idiler. Ayrıca bunların Useyr b. Urve adında bir amca çocukları da vardı. Bunlar gece vakti Rıfaa b. Zeyd'e ait bir odanın duvarını delmişler ve ona ait birtakım zırhları ve yiyeceği [unu] çalmışlardı. Sonra bu, tesbit edildi. Çalanın yalnızca Beşr olduğu da söylenmiştir. Künyesi, Ebû Ta’me idi. Bir zırh çalmıştı. Yine denildiğine göre, bu zırh içinde un bulunan bir çuvalda bulunuyordu, Çuvaldaki bir delik dolayısıyla un yere dökülmüştü. Evine varıncaya kadar bu böyle oldu. Rıfaa'nın kardeşinin oğlu olan Katâde b. en-Nu‘man gelip onları Peygamber'e (s.a) şikâyet etti. Bunun üzerine, Useyr b. Urve Peygamber'in (s.a) yanına gelerek şöyle dedi:

— Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar, salah sahibi ve dinine bağlı bir aile halkını hırsızlıkta suçladılar. Ellerinde bir delil olmaksızın hırsızlık yaptıkları iddiasıyla onlara iftirada bulundular.

Peygamber (s.a) de Katâde ile Rıfaa'ya kızıncaya kadar onları savunmaya koyuldu. Bunun üzerine yüce Allah, Kendi nefislerine hâinlik edenleri savunma... (Nisâ/107) âyeti ile; Kim bir hata veya bir günah kazanırsa, sonra da onu bir suçsuzun üstüne atarsa… (Nisâ/112) buyruklarını indirdi. Hırsızlık yapmakla itham ettikleri suçsuz kişi ise, Lebid b. Sehl idi. Bunun, Zeyd b. es-Semin olduğu söylendiği gibi, Ensâr'dan bir kişi olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah, bu buyruklarını indirince, bu sefer hırsız Ubeyrık, Mekke'ye kaçtı ve Sa‘d b. Şehid'in kızı Sülafe'nin misafiri oldu. Hassan b. Sâbit, Sülafe hakkında –ona misafir olan Ubeyrık'a işaret ederek– şu beyitleri söyledi:

Sa‘d'ın kızı onu misafir etti ve sabah olduğunda en ufak şeye varıncaya kadar o onunla öteki de onunla çekişmeye koyuldu.

Yaptığınızın bize gizli kalacağını sandınız. Hâlbuki aramızda vahyin kendisine bunları bildirdiği bir Peygamber vardır.

Sülafe bunları işitince, “Sen bana Hassan'ın şiirini mi hediye getirdin?” dedi ve eşyalarını alıp evin dışına bıraktı. Bunun üzerine o da Hayber'e kaçtı ve irtidad etti. Daha sonra geceleyin yine oradan bir şeyler çalmak üzere bir evin duvarını oyarken, duvar üzerine düştü ve mürted olarak öldü.[73]

Müfessirler, bu âyetlerin çoğunun, Tu’me ibn Ubeyrık hakkında nâzil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra bu sebeb-i nüzûl hâdisesinin nasıl cereyan ettiği hususunda değişik rivâyetler vardır:

1) Tu’me bir zırh çalmıştı. Bu zırh kendisinden istendiği zaman, bu hırsızlığı Yahûdilerden birinin üzerine attı. Onunla o Yahûdinin kavmi arasında davalaşma iyice kızışınca, münâfık Tu’me'nin sülalesi Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek, bu dava hususunda kendilerine yardım etmesini ve bu hırsızlık işini Yahûdinin yaptığına hükmetmesini istediler. Hz. Peygamber (s.a) de, (onların sözüne güvenerek) bunu yapmak isteyince, işte bu âyet nâzil oldu.

2) Birisi, Tu’me'ye bir zırh emânet etti, fakat o anda buna bir şâhit yoktu. O adam, Tu’me'den zırhı isteyince, Tu’me inkâr etti.

3) Zırhı emânet eden bunu isteyince, Tu’me, onu falan Yahûdinin çaldığını iddia etti.

Bil ki âlimler, “Bu âyet, Tu’me ve sülalesinin münâfık olduklarına delâlet eder. Böyle olmasaydı onlar, Hz. Peygamber'den (s.a) asılsız bir şeye yardım etmesini ve bu hırsızlığı, bir yalan ve iftira olarak o Yahûdiye isnad etmesini isteyemezlerdi” demişlerdir. Bunu, Onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar ve sana hiç bir şekilde zarar veremezler (Nisâ/113) âyeti de tekit eder. Rivâyet edildiğine göre, Tu’me daha sonra Mekke'ye kaçıp, irtidad etmiş ve orada hırsızlık yapmak için bir duvarı delmiş ve derken o duvar üzerine göçmüş, böylece orada ölmüştür.[74]

Paragrafın son âyetinde ise Rasûlullah'a, arkasından çevirilen dolaplar bildirilip, münâfıkların kendisine bir zarar veremeyecekleri, o'na toplumu idare edecek ilkeler indirildiği ve indirilmeye devam edeceği beyân edilmektedir: Ve eğer senin üzerinde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya çalışırdı. Hâlbuki onlar, kendilerinden başkasını saptırmazlar ve sana hiç bir zarar veremezler. Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfu çok büyüktür.

114. Bir sadakayı yahut ma‘rûfu veyahut da insanlar arasını düzeltmeyi emreden kişinin ki hariç, onların fısıldaşmalarından çoğunda hayır diye bir şey yoktur. Kim bunları Allah'ın rızasını gözeterek yaparsa, Biz, yakında ona çok büyük bir mükâfât vereceğiz.

115. Ve kim kendisine doğru yol apaçık ortaya çıktıktan sonra Elçi'ye karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başkasını izlerse, Biz onu döndüğü şeye döndürürüz ve onu cehenneme sokarız. O da ne kötü bir gidiş yeridir!

Bu âyetlerde, insanlığa ahlâk kuralları ve toplumun Elçi'ye nasıl davranması gerektiği öğretilmektedir. Önce, fısıldaşmanın [gizli görüşmenin/konuşmanın] iyi bir şey olmadığı, ancak fısıldaşmanın sadaka, eğitim ve barış hususunda yapılacak bir şey olduğu açıklanmış ve bunları Allah rızası için yapanların ödüllendirileceği bildirilmiş; sonra da, gerçek kendisine bildirilmesine rağmen Elçi'ye karşı çıkan, mü’minlerin yolundan başka yollar izlemeye kalkanlar cehennem ile tehdit edilmişlerdir.

Rasûlullah hakkında fısıldaşmalar [gizli görüşmeler ve buluşmalar] hususunda İsrâ sûresi'nde de bilgi verilmişti:

Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zâlimlerin, “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz” dediklerini çok iyi biliriz. (İsrâ/47)

Bu âyetin nüzûl sebebi hakkında şu nakledilmiştir:

İlim adamları derler ki: Bu iki âyet-i kerîme, hırsızlık yapan İbn Ubeyrık hakkında nâzil olmuştur. Peygamber (s.a), onun elinin kesilmesi hükmünü verince, o da Mekke'ye kaçıp irtidad etti. Bunun üzerine bu buyruklar nâzil oldu.

Sa‘îd b. Cübeyr dedi ki: “Mekke'ye varınca, orada da bir evin duvarını oydu. Müşrikler onu yakalayıp öldürdüler. Bunun üzerine Allah, Şüphesiz Allah, Kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez... muhakkak ki uzak bir sapıklıkla sapılmıştır buyruğunu indirdi.[75]

116. Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.

117. Onlar, Allah'ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve onlar ancak inatçı şeytana yakarırlar.

118-119. Allah ona [şeytana] lânet etti. Ve o [şeytan], “Elbette Senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını/ölçülendirdiğini bozacaklar” dedi. Ve her kim Allah'ın astından şeytanı velî edinirse, o zaman şüphesiz o, apaçık bir ziyan ile ziyana uğrar.

120. O [şeytan], onlara vaadde bulunur ve onları kuruntulandırır. Oysa şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.

121. İşte bunlar, varacakları yer cehennem olanlardır. Onlar oradan kaçacak bir yer de bulamazlar.

122. Ve iman eden ve sâlihâtı işleyen kimseler de; Biz onları, Allah'ın gerçek bir vaadi olmak üzere, içinde ebedî olarak kalıcılar olarak, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Ve sözce Allah'tan daha doğru kim olabilir?

Bu âyetler insanların kurtuluş beyannamesidir. Burada Allah, rahmet kapılarını açıp, herkesi kurtuluşa davet etmekte, kendilerine kötülük gelecek yerleri bildirmekte, aklını kullanmayarak İblis'e uyanları tehdit etmekte ve iman edip sâlihâtı işleyenleri müjdelemektedir.

Âyetlerin mesajı gâyet açık ve net olmakla birlikte birkaç nokta üzerinde durmak istiyoruz. 117. âyetteki, Onlar, Allah'ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar ifadesiyle kastedilen, o günün meşhur putları Lat, Uzza ve Menat'tır, ki bunlar, “dişil” kalıplı sözcüklerdir. Her müşrik kabilenin tapındığı bir putu vardı ve bunlara dişi isimleri verirlerdi:

O âhirete inanmayanlar, melekleri mutlaka dişilerin isimlendirilmesiyle isimlendiriyorlar. (Necm/27)

Âyetteki, Ve onlar ancak inatçı şeytana yakarırlar ifadesindeki inatçı şeytan, “İblis”tir. İblis'in insanlar üzerindeki etkisinin daha iyi anlaşılması için İblis ile alakalı âyetleri hatırlamakta yarar vardır:

(Allah,) “Haydi sen belirli bir vakte kadar bakıtılanlardansın [karşıda duranlardansın/mühlet verilenlerdensin]” buyurdu. (İblis,) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım, ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesnâ” dedi. (Allah) buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum: Andolsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım.” (Sâd/80-85)

O [İblis], “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine and olsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. O [Allah], “Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, and olsun ki, sizin hepinizden cehennemi dolduracağım” dedi. Ve (Allah), “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskân edin, dilediğiniz yerden de yeyin ve şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz” (dedi). Derken o [İblis], onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi. Ve “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek/melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men etti” dedi. Ve “Elbette ben size öğüt verenlerdenim” diye onlara yemin etti/kanıtlar ileri sürdü. Böylece onları aldatarak zillete düşürdü. Ağacı tadınca, çirkinlikleri kendilerine belli oldu ve cennet yapraklarından üst üste yamayıp üzerlerine almaya başladılar. Rabb'leri onlara seslendi: “Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve size, ‘Bu şeytan kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?” (A‘râf/16-22)

O [Allah] dedi ki: “Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun.” –Ve şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.– Şüphesiz ki, Benim kullarım; senin için onlar aleyhine hiç bir güç yoktur.” –Vekîl olarak da Rabbin yeter.– (İsrâ/64-65)

Burada İblis'in insanları nelerle aldatacağı da açıklanmıştır. Buna göre İblis, insanları, “boş kuruntulara sokarak, hayvanların kulaklarını yardırarak ve Allah'ın yaratışını/ölçülendirdiğini bozdurarak” yoldan çıkaracaktır.

Âyetteki, hayvanların kulaklarını yardırmak ifadesiyle, İblis'in insanlara kendi ürettikleri bir din icat ettireceğine işaret edilmektedir. Nitekim müşrikler Bahîre, Sâibe adı altında hayvanların kulaklarını yarıp onları haramlaştırmışlardır. Burada müşriklerin bu uygulaması, baz alınarak genel olguya işaret edilmiştir.

ALLAH'IN YARATIŞINI/ÖLÇÜLENDİRDİĞİNİ BOZDURMAK

Bu ifadeler, genellikle hayvanları burmak, insanları iğdiş etmek vs. şeklinde anlaşılmıştır. Ama burada konu edilen “bozma”nın, varlıkların genleriyle oynamak, insanların yararlanması için yaratılmış ay, güneş, taş, toprak vs. gibi varlıkları kutsallaştırarak ilâh hâline getirmek, sırtlarına binilsin, etleri yenilsin diye yaratılan hayvanları haramlaştırmak, meşru cinsel sınırın dışına çıkarak homoseksüellik ve lezbiyenlik yapmak, mazeretsiz hitan yapmak, kısacası tüm doğayı, doğadaki dengeyi bozmak şeklinde geniş manada anlaşılması daha uygun olur.

Paragrafın sonunda mü’minlere verilen müjdelerin akabinde, Ve sözce Allah'tan daha doğru kim olabilir? buyurulmuştur. Bu sorunun cevabı, tabii ki, “hiç kimse!” şeklindedir. Allah sözünün ve vaadinin doğru olduğunu birçok yerde beyân etmiştir:

Eğer siz o'na [Elçi'ye] yardım etmezseniz, bilin ki Allah o'na kesinlikle yardım etmiştir. Hani o küfretmiş kişiler, o'nu ikinin ikincisi olarak çıkarmışlardı. Hani ikisi mağarada idiler. Hani o, arkadaşına, “Üzülme, şüphesiz Allah bizimle beraberdir” diyordu. Bunun üzerine Allah, o'nun üzerine huzur indirmiş, o'nu sizin görmediğiniz askerlerle desteklemiş ve küfreden kişilerin sözünü en alçak kılmıştı. Allah'ın kelimesi de en yücenin ta kendisidir. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. (Tevbe/40)

123. O [bu iş], sizin kuruntularınızla ve Ehl-i Kitab'ın kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah'ın astlarından bir velî ve iyi bir yardımcı bulamaz.

124. Ve erkekten veya kadından, kim mü’min olarak sâlihâtı işlerse, artık işte onlar, cennete girerler. Ve hurma çekirdeğinin sırtındaki çukur [zerre] kadar zulme uğratılmazlar.

125. Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştırandan ve hanîfçe, İbrâhîm'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrâhîm'i “halîl” [imam/önder] edindi.

126. Ve göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Ve Allah, her şeyi iyice kuşatıcıdır.

Yukarıda İblis'in insanları boş kuruntularla aldatacağı açıklanmıştı. Burada ise, insanların boş kuruntulardan arınarak hakka yönelmeleri ve kurtuluşa ermeleri istenmektedir. Âyetin açık ifadesine göre, cennete girmek ve erdemlilik kimsenin kuruntusuna göre değildir; kötülük yapanlar cezalandırılır, imanlı olarak sâlihât işleyenler mükâfâtlandırılır ve kimseye zerrece hakksızlık edilmez.

Bu âyet grubunun iniş sebebine dair şu bilgiler verilmiştir:

Bu buyruğun sebeb-i nüzûlü ile ilgili yapılan rivâyetlerin en güzeli, el-Hakem b. Ebâ'nın İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan yaptığı şu rivâyettir: İbn Abbâs dedi ki: Yahûdilerle Hristiyanlar, “Cennete bizden olandan başkası girmeyecektir” dediler. Kureyşliler ise, “Biz, öldükten sonra diriltilmeyeceğiz” dediler. Bunun üzerine yüce Allah, İş, ne sizin kuruntularınıza, ne de Kitap Ehlinin kuruntularına kalmıştır buyruğunu indirdi.

Katâde ve es-Süddî der ki: Mü’minlerle Kitap Ehli birbirlerine karşı övünmeye koyuldular. Kitab ehli şöyle dedi:

— Peygamberimiz peygamberinizden, kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz sizden daha çok Allah'a yakınız.

Mü’minler ise şöyle karşılık verdiler:

— Peygamberimiz peygamberlerin sonuncusudur. Kitabımız ise, diğer kitaplara karşı hakem mevkiindedir.

Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[76]

124. âyette, Ve erkekten veya kadından, kim mü’min olarak sâlihâtı işlerse, artık işte onlar, cennete girerler ifadesiyle, cennete girmek mü’min olma şartına bağlanmıştır. Bu hususu ifade eden âyetler daha evvel geçmişti:

İşte onlar, Rabb'lerinin âyetlerini ve O'na ulaşmayı inkâr etmiş kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitti. Artık kıyâmet günü onlar için hiç bir ölçü tutturmayız [hiç bir değer vermeyiz]. (Kehf/105)

Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları hâlde de ölen kişilerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın –onu fidye verseler bile– asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âl-i İmrân/91)

Rabb'lerini inkâr eden kimselerin durumu; onların yaptıkları tıpkı fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir kül gibidir. Kazandıklarından hiç bir şeyi elde tutamazlar. İşte bu, uzak sapıklığın ta kendisidir. (İbrâhîm/18)

Âyette konu edilen kuruntular, müşriklerin Ka‘be'ye yaptıkları hizmeti, hacılara dağıttıkları su ve yemeği, misafirlere yaptıkları ikramı kurtuluş vesilesi sanmaları; Yahûdilerin de “Biz Allah'ın oğullarıyız ve sevdikleriyiz, bizi ateş sayılı günlerde yakar” (Bakara/111, Mâide/18 ve Bakara/80) gibi kendi kendilerini avutmalarıdır.

ALLAH'IN İBRÂHÎM'İ HALÎL EDİNMESİ

125. âyette, Ve Allah, İbrâhîm'i halîl edindi buyurulmaktadır. Klâsik eserlerde bu ifade, “Allah İbrâhîm'i dost edindi” şeklinde anlaşılmıştı. İbrâhîm (a.s) Allah'a halîl/dost yapılınca, Peygamberimiz de Allah'a habîb/sevgili yapılıvermiş; İbrâhîm'e “halîlullâh”, Rasûlullah'a da “habîbullâh” [Allah'ın sevgilisi] denilmiştir.

الخليل [HALÎL]

Araştırılmadan geçiştirilen ve bu nedenle de İslâmî anlayışa yakışmayacak bir anlayışın, sanki Kur’ân kaynaklıymış gibi kabulüne neden olan خليل[halîl] sözcüğü, “mübalağa ism-i fail” kalıbında olup sözcüğün kökü, خ ل ل'dir [hll'dir].

خ ل ل[hll] kökünün esas anlamı, “bozmak”tır. Bu anlamdan hareketle yiyeceklerin ekşimesi [bozulması], meyve sularının şaraplaşması, herhangi bir nesnenin bozulması, bitişik iki nesnenin arasının açılması, iki arkadaşın arasının açılması [bozuşmaları], çölde kum üzerinde yürüyerek iz bırakmak [kumun yüzeyini bozmak], çölde kum üzerinde yol açmak, kişinin durumunun bozulması [fakirleşmesi] bu sözcükle ifade edilir. (Türkçe'deki, “halel getirmek”, “halletmek” tabirleri de bu sözcükten dilimize girmiştir.) Bu sözcüğün türevlerinden olan خُللة[hulle] ve خِلّ [hıll] kalıpları, “sadakat, dostluk, sevgi” anlamında kullanılır.[77] (Sözcüğün bu anlamda kullanılması, esas anlamın tam zıddı olup, arada bozukluk olmaması anlamına gelir. Öyleyse bu sözcüğün, eşbah'tan [zıt anlamlı kullanılan sözcüklerden] kabul edilmesi gerekir.)

خ ل ل[hll] kökünün anlamları dikkate alındığında, خليل[halîl] sözcüğü, “ileri derecede, en iyi şekilde bozan” anlamına gelir.

Bu sözcüğün içinde bulunduğu âyet, sözcüğün إتّخاذ [ittihaz/edinme] fiiliyle kullanıldığı ve Allah'ın yarattıklarına ihtiyaç duymaktan münezzeh olduğu dikkate alındığında, sözcüğün “çölde kum üzerinde yürüyerek iz bırakmak [kumun yüzeyini bozmak], çölde kum üzerinde yol açmak” anlamından hareketle, “en yi iz bırakan, en iyi çığır açan” manasına geldiği anlaşılır. Bu durumda âyetin meali şöyle olur: Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştırandan ve hanîfçe, İbrâhîm'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrâhîm'i halîl [en iyi iz bırakan, çığır açan] edindi.

Bilindiği gibi toplumda, iz bırakanlara, çığır açanlara imam [önder] denir. Zaten Allah da İbrâhîm'i imam kıldığını, o'nun güzel örnek olduğunu, sonradan gelen elçilere o'nu izlemelerini emrettiğini beyân buyurmuştur:

Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler ile belalandırmış [sınamış], o da onları tam olarak yerine getirmişti. O [Rabbi], “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım” demişti. O [İbrâhîm], “Zürriyetimden de (önderler yap!)” dedi. O [Rabbi], “Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz!” dedi. (Bakara/124)

İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda –İbrâhîm'in babası için, “Senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiç bir şeye gücüm yetmez” demesi hariç– kesinlikle sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve sizin Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik. Ve siz bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedî bir düşmanlık ve buğz belirmiştir. Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen azîz ve hakîm'in ta kendisisin!” demişlerdi. Andolsun, onlarda sizin için; Allah'ı ve âhiret gününü uman kimseler için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse bilsin ki, şüphesiz Allah, zenginin, hamde layık olanın ta kendisidir. (Mümtehine/4-6)

Ve Biz o'na [İbrâhîm'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o, âhirette de kesinlikle sâlihlerdendir. Sonra sana, “Hanif olan ve müşriklerden olmayan İbrâhîm'in milletine tâbi ol” diye vahyettik. (Nahl/122-123)

Halîl sözcüğü, tekil ve çoğul olarak başka âyetlerde de geçmektedir:

Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi [sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı]. İşte o takdirde seni halîl [önder] edinirlerdi. (İsrâ/73)

İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahmân'a özgüdür. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gün olmuştur. Ve o gün, o zâlim kimse ellerini ısırarak; “Eyvah, keşke Elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı halîl [önder] edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir'den o saptırdı. Ve şeytan insan için bir rezil edenmiş!” der. (Furkân/26-29)

O gün muttakiler hariç tüm izdaşlar [birbirinin izinden, ardından gidenler], birbirlerine düşmandırlar. (Zuhruf/67)

Paragrafın son âyetindeki, Ve göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Ve Allah, her şeyi iyice kuşatıcıdır ifadesiyle, insanın Allah'a teslim olmaktan başka çıkar yolunun bulunmadığı beyân edilmektedir.

127. Senden o kadınlar [yetimlerin kadınları] hakkında fetva istiyorlar. De ki: “Onlar hakkında fetvayı Allah ve ‘kendilerine farz kılınmış olanı vermediğiniz ve kendilerini nikâhlamaya rağbet etmediğiniz kadınların yetimleri hakkındaki ve ezilmek istenen çocuklar hakkındaki ve yetimler için hakkaniyeti ayakta tutmanız hakkındaki Kitap'ta size okunanlar’ verir.” Ve hayırdan ne işlerseniz, biliniz ki, şüphesiz Allah onu en iyi bilendir.

Medîne'de yetimler ve yetimlerin kadınları ile ilgili problemlerin oluştuğu bir dönemde bağımsız bir necm olarak inen bu âyet, yetim hukukunu düzenlemektedir. Âyetin içeriğinden açıkça anlaşıldığına göre, “yetimlerin” kadınları” hakkında Rasûlullah'tan fetva[78] istenmiş, Allah da, söz konusu fetvanın, Allah tarafından verildiğini (bkz. Nisâ/1-10) beyân etmiştir.

Bu âyetteki يتامى الساء[yetâme'n-nisâ’/o kadınların yetimleri] ifadesi, sûrenin 3. âyetinde bulunan en-nisâ’ [o kadınlar] ifadesini de iyice belirginleştirmektedir. Zira, يتامى الساء [yetâme'n-nisâ’/o kadınların yetimleri] ifadesi, izafet [isim tamlaması] olup “kadınların yetimleri” demektir. Nisâ/3'te النساء [en-nisâ’/o kadınlar] sözcüğü, “lam-ı tarif” ile belirginleştirilmiştir. Bu âyetin delâletiyle, 3. âyetteki النساء[en-nisâ’/o kadınlar] ifadesinden kastın, “yetimlerin kadınları” olduğu anlaşılmaktadır. Dilbilgisi kuralları gereği tamlamalardan, muzafın hazfedilmesiyle, ondan bedel olarak lam-ı tarif getirilir. Bu kurala göre, 3. âyetteki من النساء[mine'n-nisâi’/o kadınlardan] ifadesi, من نساء اليتامى [min nisâi'l-yetâmâ/o yetimlerin kadınlarından] şeklinde takdir edilir.

Fakat ne yazık ki, isim tamlaması olan يتام الساء[yetâme'n-nisâ’/o kadınların yetimleri] ifadesi, meal ve tefsirlerde sıfat tamlaması olarak değerlendirilmiş ve “yetim kadınlar, yetim kızlar” şeklinde anlaşılmıştır. Bu hata sebebiyle de, dinde birçok yalan ve yanlış oluşmuştur.

Ayrıca bu âyette, yetim hukukuna duyarsız oldukları için mü’minlere bir sitem de vardır:

• Onlar hakkında fetvayı Allah verir.

• Onlar hakkında fetvayı, kendilerine farz kılınmış olanı vermediğiniz ve kendilerini nikâhlamaya rağbet etmediğiniz kadınların yetimleri hakkındaki, Kitap'ta size okunanlar verir.

• Onlar hakkında fetvayı, ezilmek istenen çocuklar hakkındaki Kitap'ta size okunanlar verir.

• Onlar hakkında fetvayı ve yetimler için hakkaniyeti ayakta tutmanız hakkında Kitap'ta size okunanlar verir.
Bu âyetin inişine dair şu bilgiler verilmiştir:

Âlimler, âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında iki şey zikretmişlerdir:

1) Araplar, kadınlara ve çocuklara mirastan pay vermiyorlardı. Bu âyet-i kerîme, onların da vâris kılınması için nâzil olmuştur.

2) Âyet-i kerîme, kadınlara mehirlerini tam olarak verme hususunda nâzil olmuştur. Yetim kız, bir adamın himâyesinde bulunur, güzel ve zengin de olursa, o adam onunla evlenir ve malını yerdi. Ama yetim kız çirkin ise, adam onunla evlenmek isteyen başkalarına mani olur ve kız ölünce de onun malına konardı. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ bu âyeti indirmiştir.[79]

Bu âyetten açıkça anlaşıldığına göre dinî konularda, baş vurulacak merci Allah'ın âyetleridir: Kur’ân'dır.

128-130. (Bu âyetler, konu bütünlüğü dikkate alınarak 3-16. âyetler arasında tertip edilmiştir.)

131. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Andolsun Biz, sizden önce kendilerine kitap verilen kimselere ve size Allah'a takvâlı davranmanızı vasiyet ettik. Eğer inkâr ederseniz de, biliniz ki, göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Allah, hiç bir şeye muhtaç olmayandır, hamde layık olandır.

132. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Vekîl olarak da Allah yeter.

133. Eğer O [Allah], dilerse sizi giderir ey insanlar ve başkalarını getirir. Ve Allah, buna en iyi güç yetirendir.

134. Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve âhiret sevabı yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir.

Bu âyetlerde, Allah'ın bazı nitelikleri hatırlatılarak yanlış yol tutmamaları ve yükümlü tutuldukları görevlerin amacını iyi anlamaları yönünde insanlar uyarılmaktadır.

Paragraftaki, Andolsun Biz, sizden önce kendilerine kitap verilen kimselere ve size Allah'a takvâlı davranmanızı vasiyet ettik. Eğer inkâr ederseniz de, biliniz ki, göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Allah, hiç bir şeye muhtaç olmayandır, hamde layık olandır. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca Allah'ındır. Vekîl olarak da Allah yeter. Eğer O [Allah], dilerse sizi giderir ey insanlar ve başkalarını getirir. Ve Allah, buna en iyi güç yetirendir. Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve âhiret sevabı yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir ifadeleriyle, Allah'ın verdiği görevlerin insanların yararına olduğu, Allah'ın insanların kulluğuna ihtiyacının bulunmadığı, kulluk etmeleri hâlinde ödüllerini alacakları, kulluk etmemeleri hâlinde ise helak olacakları, âhirette de ellerinin boşa çıkacağı ve Allah'a hiç bir zarar veremeyecekleri mesajı verilmektedir.

Birçok âyette de verilen bu mesajların bir kısmı şunlardır:

İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılan kimselersiniz. Öyleyken sizden kimileri cimrilik ediyor. Ve kim cimrilik ederse, artık kendi benliğinden cimrilik ediyordur. Ve Allah zengindir, siz ise fakirlersiniz. Eğer siz yüz çevirirseniz O [Allah], yerinize sizden başka bir toplum getirir. Sonra onlar, sizin benzerleriniz olmazlar. (Muhammed/38)

Her kim âhiret ekinini isterse, Biz onun ekininde, onun için arttırırız. Ve her kim dünya tarlasını isterse ona da ondan veririz. Ve onun için âhirette hiç bir nasip yoktur. (Şûrâ/20)

İşte onlar, kendileri için, âhirette ateşten başka bir şey olmayanlardır. Yapıp ürettikleri de orada boşa gitmiştir. Yaptıkları şeyler de bâtıldır. (Hûd/16)

Ve senin Rabbin, ğanî'dir [hiç bir şeye muhtaç değildir], merhamet sahibidir. Sizi, başka kavimlerin soyundan getirdiği gibi, dilerse, sizi de giderir [yok eder] ve sizden sonra yerinize dilediğini halife yapar. (En‘âm/133)

Gökleri ve yeryüzünü Allah'ın gerçek ile yarattığını görmedin mi? O dilerse sizi giderir ve yepyeni bir halk/yaratılış getirir. Bu, Allah'a göre zor değildir. (İbrâhîm/19-20)

Ey iman etmiş olan kimseler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki O [Allah], onları sever, onlar da O'nu [Allah'ı] severler; mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; onlar Allah yolunda çaba harcarlar ve hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah, vâsi'dır, çok iyi bilendir. (Mâide/54)

Ey insanlar! Allah'a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise; O, zengin ve hamde lâyık olandır. Eğer O dilerse sizi giderir [yok eder] ve yepyeni bir yaratmayı/halkı getirir. Bu, Allah'a hiç güç de değildir. (Fâtır/15-17)

Taner
9. August 2010, 02:19 AM
135. Ey iman etmiş kimseler! Kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, Allah için tanıklık eden kimseler olarak hakkaniyeti oldukça ayakta tutanlar/gözetenler olun. İster zengin olsun, ister fakir olsun, bilin ki Allah, ikisine de daha yakındır. Artık adaleti yerine getirebilmek için hevânıza uymayın. Eğer eğip bükerseniz veya geri durursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah yaptıklarınıza haberdardır.

Bu âyet de bağımsız bir necmdir. Burada insanlığa, özellikle de mü’minlere toplumsal hayatta uyulması gereken tanıklık konusu öğretilmektedir. Buna göre;

• Kişi, kendisinin, ana-babasının ve yakın akrabalarının aleyhine bile olsa Allah için tanıklık ederek hakkaniyeti ayakta tutulmalıdır/gözetilmelidir.

• İster zengin olsun, ister fakir olsun, tanıklıkta ayırım yapılmamalıdır. (Allah'ın her ikisine de, insanlardan daha yakın olduğu unutulmamalıdır.)

• Adaleti yerine getirebilmek için kişisel düşüncelerden uzak durulmalıdır. (Kişisel çıkarlar önplana alındığı veya tanıklıktan geri durulduğu takdirde, Allah'ın bunu bileceği ve cezalandıracağı unutulmamalıdır.)

Âyetteki, Kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa… ifadesiyle, insanlığa önemli bir mesaj verilmektedir. Kişinin, kendisi ve yakınları aleyhindeki tanıklığı, dünyada çıkar kaybına, sıkıntıya neden olsa da hem kendisini hem yakınlarını maddî ve manevî suçlardan, yaptıkları hakksızlıkların manevî vebalinden kurtaracaktır:

Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir ateş'ten koruyun. Onun üzerinde, Allah'a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır. (Tahrîm/6)

Âyetteki, hakkaniyeti oldukça ayakta tutanlar/gözetenler olun ifadesiyle, adaletin sağlanmasında tanıklığın önemine dikkat çekilmiştir. Toplumsal hayatın ikâmesi ve idamesi ancak adalet ile mümkündür.

Bu nedenle adaletin sağlanması tekrar tekrar emredilmiştir:

Ve siz onları salâta çağırdığınız zaman, onu alay ve eğlence edinirler. Bu, onların, akıllarını kullanmayan bir kavim olmalarındandır. (Mâide/58)

Ve Rahmân'ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve câhil kimseler kendilerine lâf attığı zaman, “Selâm!” derler. Onlar [Rahmân'ın kulları], Rabb'lerine secdeler ve kıyamlar ederek gecelerler. Ve onlar [Rahmân'ın kulları], “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden sav! Doğrusu onun azabı daimî bir helâktir. Orası cidden ne kötü bir karargâh, ne kötü bir ikâmetgâhtır!” derler. Ve o kimseler [Rahmân'ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık da etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur. Ve işte o kişiler [Rahmân'ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı öldürmezler. –Ancak hakk ile öldürürler.– Zina da etmezler. –Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyâmet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler müstesnâ. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tevbe eder ve sâlihi işlerse, kesinlikle o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.– Ve o kimseler [Rahmân'ın kulları], yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygınca geçerler. Ve o kimseler [Rahmân'ın kulları], kendilerine Rabb'lerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlar üzerine sağırca ve körce yıkılmazlar [davranmazlar]. Ve o kişiler [Rahmân'ın kulları], “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve nesillerimizden göz aydınlığı olacaklar ihsan et. Ve bizi muttakilere önder kıl!” derler. İşte onlar [Rahmân'ın kulları], sabretmelerine karşılık ğurfede [cennetin en yüksek makamlarında], orada ebedî kalacaklar olarak mükâfatlandırılacaklar, orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır, –orası ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir ikâmetgâhtır!– De ki: “Duanız olmasa Rabbim size kıymet verir mi ki de siz kesinkes yalanladınız? Artık size o kaçınılmaz olacaktır.” (Furkân/63-77)

Şüphesiz Allah, adaleti, iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi ve yakınlara vermeyi emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder. O, düşünüp öğütlenirsiniz diye size öğüt verir. (Nahl/90)

Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık [yaptık]. O hâlde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla]. Hevâya [keyfe/arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır. (Sâd/26)

Kısacası mü’minler, ne zaman tanıklıklarına ihtiyaç duyulsa, adaleti korumak için, kimseden korkmadan, taraf tutmadan ve çıkar ummadan hemen harekete geçmelidir.

136. Ey iman etmiş kişiler! Allah'a, Elçisi'ne, Elçisi'ne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Ve kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve son günü inkâr ederse kesinlikle o çok uzak bir sapıklığa sapmıştır.

137. Şüphesiz şu, iman edip sonra inkâr eden, sonra iman edip tekrar inkâr eden, sonra da küfürlerini artırmış kimseler; Allah onları bağışlayacak ve onları bir yola kılavuzlayacak değildir.

138-139. Mü’minlerin astlarından küfre sapanları velî edinen şu münâfıklara, şüphesiz, çok acıklı bir azabın kendileri için olduğunu müjdele! Onların yanında izzet [onur ve yücelik] mi arıyorlar? Oysa izzetin [onur ve yüceliğin] tümü Allah'ındır.

140-141. Ve O [Allah], size Kitap'ta [Kur’ân'da], “Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze dalmadıkları sürece onlarla beraber oturmayın. Aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz” diye indirdi. Şüphesiz Allah, sizi gözetleyip duran kimselerin; münâfıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayandır. Artık Allah tarafından size bir zafer olursa onlar, “Biz sizinle beraber değil miydik?” derler. Kâfirler için bir pay olunca da, “Size üstünlük sağlamadık mı, sizi mü’minlerden korumadık mı?” derler. Artık Allah, kıyâmet gününde aranızda hükmünü verecektir. Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla bir yol kılmayacaktır.

142-143. Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta doğru kalktıkları zaman, ikisi arasında gidip gelen kararsızlar olarak, tembel tembel kalkarlar, onlarla [mü’minlerle] ve şunlarla [kâfirlerle] olmazlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak anarlar. Ve Allah kimi saptırırsa, sen artık ona bir yol bulamazsın.

144. Ey iman etmiş kimseler! Mü’minlerden seviyece düşük olan kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir kanıt vermek mi istiyorsunuz?

145-146. Şüphesiz ki münâfıklar –tevbe edenler, düzeltenler, Allah'a sıkıca sarılanlar ve dinlerini Allah için arıtan kimseler müstesnâ; artık bunlar, mü’minlerle beraberdirler. Ve Allah, mü’minlere büyük bir ecir verecektir– ateş'ten en aşağı tabakadadırlar. Sen de onlara bir yardım edici bulamazsın.

147. Eğer şükrettiyseniz ve iman etmişseniz Allah size azabı ne yapar? Allah, şâkir'dir [karşılığını verendir] ve en iyi bilendir.

148. Allah, hakksızlığa uğrayanların dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ve Allah en iyi işiten, en iyi bilendir.

149. Eğer bir hayrı açığa vurur yahut onu gizlerseniz yahut da bir kötülüğü affederseniz, biliniz ki, şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, en iyi güç yetirendir.

150-151. Allah'ı ve elçilerini inkâr ederek kâfir olan, “Biz, bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve Elçisi'nin arasını ayırmayı isteyen ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler; işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Ve Biz, o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.

152. Allah'a ve elçilerine inananlar ve onlar arasında ayırım yapmayan kimseler; işte onlar, Allah'ın pek yakında mükâfâtlarını verecekleridir. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.

Bu âyet grubunda, mü’minlere iman esasları, ahlâk kuralları ve dünya-âhiret mutluluğu için yapılacak görevler bir bir sayılıp dökülmüş, inkârcılar ve münâfıklar ile ilgili bilgi verilmiştir. Âyetlerin ifadeleri gâyet açık ve net olmakla birlikte, dikkat çekici birkaç nokta üzerinde durmak istiyoruz.

Pasajda, Ey iman etmiş kişiler! Allah'a, Elçisi'ne, Elçisi'ne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin ifadesiyle başladığı dikkat çekiyor. İman etmiş olanlara, “iman edin” denmesinin bir nedeni olmalıdır. Burada verilen mesaj, imanın temel öğelerinin bütünüyle yerine getirilmesi gerektiğidir. Nitekim âyetin devamında, Ve kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve son günü inkâr ederse, kesinlikle o çok uzak bir sapıklığa sapmıştır buyurularak, “âmentü” olarak bilinen kabul açıkça emredilmektedir.

Buradaki muhatapların münâfıklar olduğu da düşünülebilir. Zira onlar gönülden inanmadıkları hâlde inanmış gözükmektedirler:

Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla, “İnandık” diyen kimseler ve Yahûdileşmişlerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen kimselere için dinlerler [casusluk ederler]; kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiç bir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara büyük azap vardır. (Mâide/41)

Buna göre âyetin mesajı, “Ey dil ile inandığını söyleyenler! Gönülden inanın…” şeklinde olur.

141. âyette, Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze dalmadıkları sürece onlarla beraber oturmayın. Aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz buyurularak, mü’minlere, münkeri açığa vurdukları takdirde masiyet işleyenlerden uzak durmaları emredilmiştir. Çünkü, onlardan uzak durmayan kimse, onların fiillerine razı olmuş olur. O nedenledir ki ifade, Aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz diye tamamlanmıştır. Bu emir En‘âm sûresi'nde de geçmişti:

Ve âyetlerimiz hakkında boşa uğraşanları gördüğün zaman, onlar ondan başka söze dalıncaya kadar hemen onlardan yüz çevir. Ve eğer şeytan bunu sana terk ettirse de, hatırladıktan sonra o zâlimler topluluğu ile beraber oturma. (En‘âm/68)

141. âyetteki, Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır ifadesinde konu edilen Allah'ın aldatması, “münâfıkları cezalandırması”dır. Burada “müşâkele” sanatı vardır. Münâfıkların Allah'ı aldatmaya çalışmaları ve Allah'ın onları cezalandırması, Bakara sûresi'nde (9. âyet) işlenmişti.[80]

Allah onların hepsini tekrar dirilttiği gün... İşte size yemin ettikleri gibi O'na da yemin edecekler ve kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanacaklardır. Gözünüzü açın, onlar yalancıların ta kendileridir. (Mücâdele/18)

Âyette, Ve onlar, salâta doğru kalktıkları zaman, ikisi arasında gidip gelen kararsızlar olarak, tembel tembel kalkarlar, onlarla [mü’minlerle] ve şunlarla [kâfirlerle] olmazlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak anarlar buyurularak, münâfıklar hakkında bilgi verilmiştir. Demek oluyor ki salât [sosyal yardım ve destek] konusunda münâfıklar da müşriklerden farklı değillerdir. Bu husus, şu âyetlerde gâyet net olarak açıklanmıştır:

Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. Bu nedenle, şu destekçilerin vay hâline! Onlar, destek verişlerinden gâfildirler, onlar, gösteriş yaparlar ve mâûnu vermezler. (Mâûn/1-7)

Ve onların infaklarının kendilerinden kabul olunmasına, sadece, onların Allah'a ve onun Elçisi'ne küfretmeleri ve salâta sadece tembel tembel gitmeleri, bağışlarını da ancak istemeyerek yapmaları engel oldu. (Tevbe/54)

Şüphesiz sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir ödünç verenler; kendilerine kat kat artırılacaktır. Onlar için çok şerefli bir ödül de vardır. (Hadîd/18)

O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar o iman eden kimselere, “Bize bakın da sizin nûrunuzdan alalım?” derler. Denildi ki: “Arkanıza dönün de nûr arayın!” Sonra da aralarına içinde rahmet, dışında da kendi yönünden azap olan kapılı bir sûr vurulur [çekilir]. (Hadîd/13)

143. âyette, Ve Allah kimi saptırırsa, sen artık ona bir yol bulamazsın buyurularak, hidâyetin Allah'ın kudretinde olduğu, Elçi'nin elinden bir şey gelmeyeceği-gelemeyeceği beyân edilmektedir:

Ve sen, doğduğu zaman, güneşi, onların o büyük mağaralarından sağ yana yöneldiğini, battığı zaman da onları sol yandan keser-geçer göreceksin. Kendileri de ondan geniş bir boşluktadırlar. Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah kime kılavuzluk ettiyse artık o, doğruyu bulmuştur. Allah kimi şaşırttıysa da, artık sen ona yol gösteren bir yakın kimseyi asla bulamazsın. (Kehf/17)

Allah kimi saptırırsa, artık ona yol gösterecek bir kimse de yoktur. Ve O, bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir hâlde bırakır. (A‘râf/186)

Kesinlikle sen sevdiğini doğru yola iletemezsin; ama Allah dilediğine doğru yolu gösterir ve O, doğru yola girecek olanları daha iyi bilir. (Kasas/56)

151. âyette, Ve Biz, o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır buyurularak münâfıklar, dünya ve âhirette kendilerini bekleyen ceza ile tehdit edilmişlerdir. Bakara/61'de Allah'a isyan eden İsrâîloğulları'nın zillet ve meskenetle cezalandırıldığı târihî bir gerçek olarak daha evvel bildirilmişti.

153. Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik.

154-158. Ve söz vermeleri nedeniyle Tûr'u [dağı] üzerlerine kaldırdık ve onlara, “O kapıdan secde ederek girin” dedik. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın” dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, “Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine] damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve inkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara o, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o'nu Kendine yükseltti [derecesini artırdı]. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir.

159. (166. âyetten sonra tertip edildi.)

160-161. Sonra da Yahûdileşen kimselerden olan zulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde faiz almaları ve insanların mallarını hakksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.

162. Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfât vereceklerimizdir.

Bu âyet grubunda da, tıpkı Bakara sûresi'ndeki gibi, Ehl-i Kitap ile ilgili bilgiler verilmektedir. Âyetlerdeki ifadeler gâyet açık ve nettir:

• Ehl-i Kitap Rasûlullah'tan kendilerine gökten bir kitap indirmesini istemektedirler. Bu ne ki! Bunlar, Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi [altını ilâhlaştırmışlardı]. Sonra bunlar affedildiler. Bunları uyarsın diye Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verildi.

• Söz vermeleri nedeniyle Tûr [dağ] üzerlerine kaldırıldı. Ve onlara, “O kapıdan secde ederek girin” denildi. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın” denildi. Sonra da sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, “Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine] damga vurdu. Onların azı dışında, inanmazlar– ve inkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz alındı. Oysa o'nu öldürmemişlerdi ve o'nu asmamışlardı. Ama onlara o, benzetilmişti. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o'nu, Kendine yükseltti [derecesini artırdı].

• Sonra da Yahûdileşen kimselerin birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde faiz almaları ve insanların mallarını hakksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyler haram kılındı. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırlandı.

• Onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, yukarıda anlatılanlar gibi değildirler. Bunlar Rasûlullah'a indirilene ve ondan önce indirilenlere iman etmektedirler. Onlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlerdir. Bunlar ödüllendirilecek gruptur.

Bu âyetlerde Yahûdilerle ilgili verilen bilgiler, A‘râf, Tâ-Hâ, Bakara sûrelerinde genişçe yer almıştı.

Bu pasajda Yahûdilerin densizlikleri anlatılırken, konu Îsâ ile ilgili eksik ve yanlış bilgilere getirilerek, Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara, o, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o'nu Kendine yükseltti [derecesini artırdı] buyurulmuş; Îsâ'nın onlar tarafından öldürülmediği, asılmadığı, Îsâ'nın benzetildiği, Allah'ın Îsâ'yı Kendisine yükselttiği beyân edilmiştir.

Âyette üzerinde durulması gereken nokta, Ama onlara o, benzetildi ifadesidir. Burada Îsâ'nın bir şeye benzetildiği söylenmekte, ama neye benzetildiği bildirilmemektedir. Îsâ'nın neye benzetildiğini Rasûlullah ve ashâbının kesin olarak bildikleri kanaati taşıyoruz. Âl-i İmrân sûresi'ndeki âyetlerin delâletiyle bunun anlaşılabileceğini düşünüyoruz. O nedenle Âl-i İmrân sûresi'ndeki şu pasajı tahlillerimizle birlikte sunuyoruz:

Sonra Îsâ, onlardan inkârcılıklarını sezince, “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz; biz, Allah'a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol. Rabbimiz! Biz senin indirdiğine iman ettik, Elçi'ye de uyduk. Artık bizi şâhitlerle beraber yaz” dediler. Ve onlar [inanmayanlar] kötü plan yaptılar, Allah da kötü plan yaptı [onların kötü planlarını boşa çıkardı]. Ve Allah, plancıların [kötü planları boşa çıkaranların] en hayırlısıdır. Hani Allah, “Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni vefat ettiriciyim, seni Kendime yükselticiyim ve seni inkârcılardan temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar o küfretmiş olan kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Şu inkâr eden kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve sâlihâtı işleyen kimselere gelince de, O [Allah], onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, zâlimleri sevmez” demişti. İşte bu, Biz bunu sana, âyetlerden ve yasalar içeren hatırlatmalardan/öğütlerden [Kur’ân'dan] okuyoruz. (Âl-i İmrân/52-58)

Bu âyetlerde Îsâ peygamberin hayatından bir kesit nakledilerek Hristiyanların, özellikle de Necrân heyetinin, Îsâ'nın ilâhlığı ile ilgili sapık inançları reddedilmekte; ayrıca Rasûlullah da motive edilmektedir. Âyette verilen bilgiler şöyle özetlenebilir: Îsâ, inkârcıların düşmanlığını sezer. Yakın çevresine, “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” diye sorar. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz; biz, Allah'a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol” diye Îsâ'ya teminat verirler ve “Rabbimiz! Biz senin indirdiğine iman ettik, Elçi'ye de uyduk. Artık bizi şâhitlerle beraber yaz” diyerek Allah'a niyazda bulunurlar. Yani, Allah yolunda ölmeyi, şehid olmayı göze alırlar.

Bu safha başka bir âyette şöyle nakledilir:

Ey iman etmiş kişiler! Allah'ın yardımcıları olun; nitekim Meryem oğlu Îsâ, havarilere, “Allah'a benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz” dediler. Sonra İsrâîloğulları'ndan bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Sonra da, Biz de inanmış kimseleri, düşmanlarına karşı destekledik de onlar üstün geldiler. (Saff/14)

Bu arada kinci Yahûdiler Îsâ'yı ortadan kaldırmak için plan kurmakta, Allah da plan kurmaktadır [onların planını boşa çıkaracak olayları yaratmaktadır]. Ayrıca Îsâ'ya, Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni vefat ettiriciyim, seni Kendime yükselticiyim ve seni inkârcılardan temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar o küfretmiş olan kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Şu inkâr eden kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve sâlihâtı işleyen kimselere gelince de, O [Allah], onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, zâlimleri sevmez diye güvence vermektedir. Yani, bu sırada Îsâ ölmeyecektir. Onun daha yapacağı işler vardır.

Geçmişe ait verilen bu bilgilerle, Rasûlullah'a da güvence verilmekte; o'na zımnen, “Senin de yapacağın işler vardır” denilmektedir.

54. âyetteki, Allah da kötü plan yaptı [onların kötü planlarını boşa çıkardı]. Ve Allah, plancıların [kötü planları boşa çıkaranların] en hayırlısıdır ifadesi, Nisâ sûresi'nde açığa kavuşturulmaktadır:

Ve söz vermeleri nedeniyle Tûr'u [dağı] üzerlerine kaldırdık. Ve onlara, “O kapıdan secde ederek girin” dedik. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın” dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, “Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine] damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve inkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara o, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o'nu, Kendine yükseltti [derecesini artırdı/ününü yaydı]. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. (Nisâ/154-158)

Âyetteki, Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara o, benzetildi ifadesinden anlaşıldığına göre, havarilerden biri, Îsâ rolünü üstlenip, Allah yolunda şehid olmuştur.

Kurtubî’nin nakline göre bu konuyu ed-Dahhâk şöyle izah etmiştir:

Hz. Îsâ'yı öldürmek istediklerinde, havariler 12 kişi oldukları hâlde bir odada toplandılar. Hz. Îsâ, odanın havalandırma deliğinden yanlarına geldi. İblis de Yahûdi topluluklarını durumdan haberdar edince 4.000 kişi bineklerine bindiler ve odanın kapısını tuttular. Hz. Mesih havarilere, “Hanginiz cennette benimle birlikte olmak karşılığında ölümü göze alabilir?” dedi. Onlardan birisi, “Ben ey Allah'ın Peygamberi” dedi. Bunun üzerine Hz. Îsâ yünden yapılmış abasını ve yünden bir sarığı üzerine attı, sopasını ona teslim etti. Bu kişi Hz. Îsâ'nın sûretine benzetildi. Yahûdilere karşı çıkınca onu öldürdüler, daha sonra çarmıha gerdiler.[81]
Merhum Râzî ise şu açıklamaları yapar:
Hz. Îsâ'yı Öldürmek İsteyenin, Ona Benzetilerek Öldürülmesi:

“Allah Teâlâ, Hz. Îsâ'nın (a.s) şeklini, başka bir insana vermiştir.” Bu izaha göre değişik açıklamalar yapılmıştır:

a) Yahûdiler, Hz. Îsâ'nın (a.s), arkadaşları [havarileri] ile birlikte falancanın evinde olduğunu öğrenince, Yahûdilerin reisi olan Yahuda, avânesinden Taytâyus isminde bir adama, o'nun yanına girip öldürmek için o'nu evden çıkarmasını emretmişti. Bu adam Hz. Îsâ'nın yanına girince, Cenâb-ı Allah Hz. Îsâ'yı (a.s), evin tavanından göğe yükseltmiş ve Taytâyus'a, Hz. Îsâ'nın şeklini vermiş. Binâenaleyh Yahûdiler, onu Hz. Îsâ zannederek çarmıha germiş ve öldürmüşlerdir.

b) Yahûdiler, Hz. Îsâ'yı (a.s) takip için bir adam görevlendirdiler. Hz. Îsâ (a.s) dağa çıktı ve oradan göğe yükseltildi. Hakk Teâlâ, o gözetleyici adama Hz. Îsâ'nın şeklini verdi ve Yahûdiler onu, “Ben, Îsâ değilim” dediği hâlde, öldürdüler.

c) Yahûdiler, Hz. Îsâ'yı yakalamayı kafalarına koymuşlardı. Hz. Îsâ'nın yanında on havârisi vardı. Hz. Îsâ (a.s) onlara, “Kim, kendisine benim sûretim verilmesi karşılığında cenneti satın almak ister” dedi. İçlerinden birisi, “Ben...” dedi. İşte bunun üzerine, Allah Teâlâ, ona Hz. Îsâ'nın (a.s) şeklini verdi. O, evden çıkarılıp öldürüldü. Hz. Îsâ (a.s) da göğe kaldırıldı.

d) Hz. Îsâ'nın havarilerinden olduğunu iddia eden bir münâfık vardı. Bu münâfık, Yahûdilere gidip Hz. Îsâ'nın (a.s) yerini haber verdi. Bu adam, Yahûdilerle birlikte Hz. Îsâ'yı yakalamak için içeri girdiklerinde, Allah Teâlâ, Hz. Îsâ'nın şeklini o adama verdi. Böylece bu adam öldürüldü ve çarmıha gerildi.

İşte bütün bunlar, birbirine zıt olan ve birbirini nakzeden açıklamalardır. İşlerin hakikatini en iyi Allah bilir.[82]

Âyette, Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur buyurulmuştur, ki burada konu edilen anlaşmazlık, Yahûdiler ve Hristiyanların, “Eğer bu ölen Îsâ ise, bizim arkadaşımız nerede?”, “Allah, gözümüzün önünde o'nu semâya yükselti”, “Çarmıha gerilen kişi Îsâ idi, fakat çarmıhta ölmemişti ve çarmıhtan indirildiğinde yaşıyordu”, “Îsâ çarmıhta öldü, daha sonra tekrar dirilip havarileri ile birçok kez buluşup konuştu” gibi gerçek dışı inançlara sahip olmalarıdır.

Burada, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ifadesiyle konu edilen Yahûdilerin peygamber katilliği Bakara/91, Âl-i İmrân/112 ve 181 âyetlerinde de yer almış ve detaylı bilgi sunulmuştu.

Kur’ân âyetlerine dikkat edildiğinde, Îsâ peygamberin de her beşer gibi ölümlü olduğu ve öldüğü anlaşılır:

Hani Allah, “Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni vefat ettiriciyim, seni Kendime yükselticiyim ve seni inkârcılardan temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar o küfretmiş olan kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Şu inkâr eden kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve sâlihâtı işleyen kimselere gelince de, O [Allah], onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, zâlimleri sevmez” demişti. (Âl-i İmrân/55-57)

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; ğaybları bilen yalnız Sensin, Sen! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘Benim ve sizin Rabbınız olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen ğaybları en iyi bilensin. Eğer onlara azab edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin.” Allah dedi ki: “Bu, doğru kimselere doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır.” Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, büyük kurtuluştur. (Mâide/116-119)

Bunun üzerine o [Meryem], o'na [çocuğa] işaret etti. Onlar, “Biz; yüksek mevkide olan kişiler sabiye nasıl konuşuruz/yüksek mevkide olan kişiler sabiye nasıl konuşur?” dediler. İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları, “Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber kıldı [yaptı]. Beni, ben nerede olursam olayım mübârek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana salâtı ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse (kıldı). Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak ba‘s olacağım [yeniden diriltileceğim] gün, selâm benim üzerimedir. (…) Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O'na ibâdet edin, işte bu, dosdoğru yoldur” diyen Meryem oğlu Îsâ'dır. (Meryem/29-36)

ÎSÂ'NIN ALLAH'A YÜKSELTİLMESİ

Konumuz olan paragraftaki, Aksine Allah o'nu Kendine yükseltti ve Seni Kendime yükselticiyim (Âl-i İmrân/55) ifadeleri, İslâm'ı, Peygamber'i ve Kur’ân'ı gözden düşürebilmek için, Allah'ın Îsâ'yı göğe, Kendi yanına çıkardığı şeklinde çarpıtılmış ve bu hususta epeyce menkıbe düzülmüştür. Hâlbuki, Allah'a gitmek, Allah'a yükselmek, bedensel olarak göğe çıkmak değildir. Bu ifadeler, Allah'ın derece yükseltmesine, değer vermesine, dünyada yüksek mevkilere çıkarmasına ve büyük ödüller ihsan etmesine işarettir. Zira, Allah'ın sıfatlarından biri de, “refi‘u'd-derecât'tır” [dereceleri yükselten'dir].

Ve yüksek bir mevkide bulunarak, yetişkin biri olarak insanlarla konuşacak ve o sâlihlerdendir. (Âl-i İmrân/46)

O zaman Allah şöyle diyecektir: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni Rûhu'l-Kudüs ile desteklemiştim. Yüksek bir mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık mucizelerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin, ‘Bu ancak apaçık bir sihirdir’ dedikleri zaman seni onlardan korumuştum.” (Mâide/110)

O, dereceleri yükseltendir, arş'ın sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için Kendi emrinden/Kendi işinden olan rûhu [vahyi] kullarından dilediğine ilka eder [bırakır]. (Zümer/15)

Ayrıca şu âyet, bu konunun doğru anlaşılması için yeterli bir ipucu sunmaktadır:

Ve eğer Biz dileseydik onu o âyetlerle yüceltirdik, ama o alçaklığa saplandı kaldı ve tutkusuna uydu. Artık onun durumu, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumudur. O nedenle sen tefekkür etsinler [iyice düşünsünler] diye bu kıssayı iyice anlat. (A‘râf/176)

A‘râf/176'daki, Eğer Biz dileseydik onu o âyetlerle yüceltirdik ifadesine göre Allah herkesi Kendisine yükseltecektir. Burada konu edilen yükselme, fizikî anlamda bir yükselme değil, “mükemmel bir iman ve sâlihât işlemek sûretiyle manevî bir yükselme”dir. Çünkü Allah böylelerini iliyyîn'e [yüceler yücesine] yükseltmektedir:

Hayır, hayır... “Ebrâr”ın kaydı, kesinlikle illiyyîn'dedir. –İlliyyîn'in ne olduğunu sana ne bildirdi?– Yaklaştırılmışların tanık olduğu rakamlanmış/yazılmış bir kayıttır! (Mutaffifîn/18-21)

Ve Kitap'ta İdrîs'i an/hatırlat. Şüphesiz o, çok sâdık biriydi, bir peygamberdi. Ve Biz o'nu yüce bir mekâna yükselttik. (Meryem/56-57)

Evet, Îsâ peygamber Yahûdilerce çarmıha gerilerek öldürülmemiştir. O başka bir zaman başka bir yerde ölmüştür. Yeri ve zamanı hakkında bir bilgimiz yoktur.

NOT: 159. âyet, resmî Mushafta bu paragraf içinde tertip edilmiştir. Zuhruf/61-62'deki gibi, Îsâ ile ilgili afakî inançlar üretilmiştir. Biz Zuhruf sûresi'nde yaptığımız gibi söz konusu âyeti olması gereken paragraf içerisinde tertip ettik.

Paragraftaki, Sonra da Yahûdileşen kimselerden olan zulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde faiz almaları ve insanların mallarını hakksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık ifadesiyle bildirilen hususa daha evvel de değinilmişti:

Ve Biz Yahûdilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun yağlarını da onlara haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz elbette doğrularız. (En‘âm/146)

Paragrafın son âyetindeki, Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfât vereceklerimizdir ifadesinden, tüm Yahûdilerin aynı olmayıp, içlerinde bilgilerinin gereği ile hareket eden ehl-i insafın da bulunduğu bildirilmektedir. Ehl-i Kitabın bu karakterdeki grubuna birçok âyette [Kasas/52-55; İsrâ/107-108; Ra‘d/35; En‘âm/20, 114; Ankebût/47; Âl-i İmrân/113, 199] işaret edilmiştir.

163-165. Şüphesiz Biz, Nûh'a ve o'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere, kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye, müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebur'u verdik. Ve Allah Mûsâ'ya konuştukça konuştu. Ve Allah azîz'dir ve hakîm'dir.

166. Fakat Allah, sana indirdiğine –ki onu Kendi ilmiyle indirmiştir– şâhitlik eder, melekler de şâhitlik ederler. Şâhit olarak da Allah yeter.

159. Andolsun, kitap ehlinden, ölmeden önce ona [sana indirilene; Kur’ân'a] inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü de, o [sana indirlen; Kur’ân], onların aleyhine iyi bir şâhit olacaktır.

Taner
9. August 2010, 02:19 AM
135. Ey iman etmiş kimseler! Kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, Allah için tanıklık eden kimseler olarak hakkaniyeti oldukça ayakta tutanlar/gözetenler olun. İster zengin olsun, ister fakir olsun, bilin ki Allah, ikisine de daha yakındır. Artık adaleti yerine getirebilmek için hevânıza uymayın. Eğer eğip bükerseniz veya geri durursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah yaptıklarınıza haberdardır.

Bu âyet de bağımsız bir necmdir. Burada insanlığa, özellikle de mü’minlere toplumsal hayatta uyulması gereken tanıklık konusu öğretilmektedir. Buna göre;

• Kişi, kendisinin, ana-babasının ve yakın akrabalarının aleyhine bile olsa Allah için tanıklık ederek hakkaniyeti ayakta tutulmalıdır/gözetilmelidir.

• İster zengin olsun, ister fakir olsun, tanıklıkta ayırım yapılmamalıdır. (Allah'ın her ikisine de, insanlardan daha yakın olduğu unutulmamalıdır.)

• Adaleti yerine getirebilmek için kişisel düşüncelerden uzak durulmalıdır. (Kişisel çıkarlar önplana alındığı veya tanıklıktan geri durulduğu takdirde, Allah'ın bunu bileceği ve cezalandıracağı unutulmamalıdır.)

Âyetteki, Kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa… ifadesiyle, insanlığa önemli bir mesaj verilmektedir. Kişinin, kendisi ve yakınları aleyhindeki tanıklığı, dünyada çıkar kaybına, sıkıntıya neden olsa da hem kendisini hem yakınlarını maddî ve manevî suçlardan, yaptıkları hakksızlıkların manevî vebalinden kurtaracaktır:

Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir ateş'ten koruyun. Onun üzerinde, Allah'a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır. (Tahrîm/6)

Âyetteki, hakkaniyeti oldukça ayakta tutanlar/gözetenler olun ifadesiyle, adaletin sağlanmasında tanıklığın önemine dikkat çekilmiştir. Toplumsal hayatın ikâmesi ve idamesi ancak adalet ile mümkündür.

Bu nedenle adaletin sağlanması tekrar tekrar emredilmiştir:

Ve siz onları salâta çağırdığınız zaman, onu alay ve eğlence edinirler. Bu, onların, akıllarını kullanmayan bir kavim olmalarındandır. (Mâide/58)

Ve Rahmân'ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve câhil kimseler kendilerine lâf attığı zaman, “Selâm!” derler. Onlar [Rahmân'ın kulları], Rabb'lerine secdeler ve kıyamlar ederek gecelerler. Ve onlar [Rahmân'ın kulları], “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden sav! Doğrusu onun azabı daimî bir helâktir. Orası cidden ne kötü bir karargâh, ne kötü bir ikâmetgâhtır!” derler. Ve o kimseler [Rahmân'ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık da etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur. Ve işte o kişiler [Rahmân'ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı öldürmezler. –Ancak hakk ile öldürürler.– Zina da etmezler. –Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyâmet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler müstesnâ. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tevbe eder ve sâlihi işlerse, kesinlikle o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.– Ve o kimseler [Rahmân'ın kulları], yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygınca geçerler. Ve o kimseler [Rahmân'ın kulları], kendilerine Rabb'lerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlar üzerine sağırca ve körce yıkılmazlar [davranmazlar]. Ve o kişiler [Rahmân'ın kulları], “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve nesillerimizden göz aydınlığı olacaklar ihsan et. Ve bizi muttakilere önder kıl!” derler. İşte onlar [Rahmân'ın kulları], sabretmelerine karşılık ğurfede [cennetin en yüksek makamlarında], orada ebedî kalacaklar olarak mükâfatlandırılacaklar, orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır, –orası ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir ikâmetgâhtır!– De ki: “Duanız olmasa Rabbim size kıymet verir mi ki de siz kesinkes yalanladınız? Artık size o kaçınılmaz olacaktır.” (Furkân/63-77)

Şüphesiz Allah, adaleti, iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi ve yakınlara vermeyi emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder. O, düşünüp öğütlenirsiniz diye size öğüt verir. (Nahl/90)

Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık [yaptık]. O hâlde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla]. Hevâya [keyfe/arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır. (Sâd/26)

Kısacası mü’minler, ne zaman tanıklıklarına ihtiyaç duyulsa, adaleti korumak için, kimseden korkmadan, taraf tutmadan ve çıkar ummadan hemen harekete geçmelidir.

136. Ey iman etmiş kişiler! Allah'a, Elçisi'ne, Elçisi'ne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Ve kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve son günü inkâr ederse kesinlikle o çok uzak bir sapıklığa sapmıştır.

137. Şüphesiz şu, iman edip sonra inkâr eden, sonra iman edip tekrar inkâr eden, sonra da küfürlerini artırmış kimseler; Allah onları bağışlayacak ve onları bir yola kılavuzlayacak değildir.

138-139. Mü’minlerin astlarından küfre sapanları velî edinen şu münâfıklara, şüphesiz, çok acıklı bir azabın kendileri için olduğunu müjdele! Onların yanında izzet [onur ve yücelik] mi arıyorlar? Oysa izzetin [onur ve yüceliğin] tümü Allah'ındır.

140-141. Ve O [Allah], size Kitap'ta [Kur’ân'da], “Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze dalmadıkları sürece onlarla beraber oturmayın. Aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz” diye indirdi. Şüphesiz Allah, sizi gözetleyip duran kimselerin; münâfıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayandır. Artık Allah tarafından size bir zafer olursa onlar, “Biz sizinle beraber değil miydik?” derler. Kâfirler için bir pay olunca da, “Size üstünlük sağlamadık mı, sizi mü’minlerden korumadık mı?” derler. Artık Allah, kıyâmet gününde aranızda hükmünü verecektir. Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla bir yol kılmayacaktır.

142-143. Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta doğru kalktıkları zaman, ikisi arasında gidip gelen kararsızlar olarak, tembel tembel kalkarlar, onlarla [mü’minlerle] ve şunlarla [kâfirlerle] olmazlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak anarlar. Ve Allah kimi saptırırsa, sen artık ona bir yol bulamazsın.

144. Ey iman etmiş kimseler! Mü’minlerden seviyece düşük olan kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir kanıt vermek mi istiyorsunuz?

145-146. Şüphesiz ki münâfıklar –tevbe edenler, düzeltenler, Allah'a sıkıca sarılanlar ve dinlerini Allah için arıtan kimseler müstesnâ; artık bunlar, mü’minlerle beraberdirler. Ve Allah, mü’minlere büyük bir ecir verecektir– ateş'ten en aşağı tabakadadırlar. Sen de onlara bir yardım edici bulamazsın.

147. Eğer şükrettiyseniz ve iman etmişseniz Allah size azabı ne yapar? Allah, şâkir'dir [karşılığını verendir] ve en iyi bilendir.

148. Allah, hakksızlığa uğrayanların dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ve Allah en iyi işiten, en iyi bilendir.

149. Eğer bir hayrı açığa vurur yahut onu gizlerseniz yahut da bir kötülüğü affederseniz, biliniz ki, şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, en iyi güç yetirendir.

150-151. Allah'ı ve elçilerini inkâr ederek kâfir olan, “Biz, bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve Elçisi'nin arasını ayırmayı isteyen ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler; işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Ve Biz, o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.

152. Allah'a ve elçilerine inananlar ve onlar arasında ayırım yapmayan kimseler; işte onlar, Allah'ın pek yakında mükâfâtlarını verecekleridir. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.

Bu âyet grubunda, mü’minlere iman esasları, ahlâk kuralları ve dünya-âhiret mutluluğu için yapılacak görevler bir bir sayılıp dökülmüş, inkârcılar ve münâfıklar ile ilgili bilgi verilmiştir. Âyetlerin ifadeleri gâyet açık ve net olmakla birlikte, dikkat çekici birkaç nokta üzerinde durmak istiyoruz.

Pasajda, Ey iman etmiş kişiler! Allah'a, Elçisi'ne, Elçisi'ne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin ifadesiyle başladığı dikkat çekiyor. İman etmiş olanlara, “iman edin” denmesinin bir nedeni olmalıdır. Burada verilen mesaj, imanın temel öğelerinin bütünüyle yerine getirilmesi gerektiğidir. Nitekim âyetin devamında, Ve kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve son günü inkâr ederse, kesinlikle o çok uzak bir sapıklığa sapmıştır buyurularak, “âmentü” olarak bilinen kabul açıkça emredilmektedir.

Buradaki muhatapların münâfıklar olduğu da düşünülebilir. Zira onlar gönülden inanmadıkları hâlde inanmış gözükmektedirler:

Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla, “İnandık” diyen kimseler ve Yahûdileşmişlerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen kimselere için dinlerler [casusluk ederler]; kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiç bir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara büyük azap vardır. (Mâide/41)

Buna göre âyetin mesajı, “Ey dil ile inandığını söyleyenler! Gönülden inanın…” şeklinde olur.

141. âyette, Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze dalmadıkları sürece onlarla beraber oturmayın. Aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz buyurularak, mü’minlere, münkeri açığa vurdukları takdirde masiyet işleyenlerden uzak durmaları emredilmiştir. Çünkü, onlardan uzak durmayan kimse, onların fiillerine razı olmuş olur. O nedenledir ki ifade, Aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz diye tamamlanmıştır. Bu emir En‘âm sûresi'nde de geçmişti:

Ve âyetlerimiz hakkında boşa uğraşanları gördüğün zaman, onlar ondan başka söze dalıncaya kadar hemen onlardan yüz çevir. Ve eğer şeytan bunu sana terk ettirse de, hatırladıktan sonra o zâlimler topluluğu ile beraber oturma. (En‘âm/68)

141. âyetteki, Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır ifadesinde konu edilen Allah'ın aldatması, “münâfıkları cezalandırması”dır. Burada “müşâkele” sanatı vardır. Münâfıkların Allah'ı aldatmaya çalışmaları ve Allah'ın onları cezalandırması, Bakara sûresi'nde (9. âyet) işlenmişti.[80]

Allah onların hepsini tekrar dirilttiği gün... İşte size yemin ettikleri gibi O'na da yemin edecekler ve kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanacaklardır. Gözünüzü açın, onlar yalancıların ta kendileridir. (Mücâdele/18)

Âyette, Ve onlar, salâta doğru kalktıkları zaman, ikisi arasında gidip gelen kararsızlar olarak, tembel tembel kalkarlar, onlarla [mü’minlerle] ve şunlarla [kâfirlerle] olmazlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak anarlar buyurularak, münâfıklar hakkında bilgi verilmiştir. Demek oluyor ki salât [sosyal yardım ve destek] konusunda münâfıklar da müşriklerden farklı değillerdir. Bu husus, şu âyetlerde gâyet net olarak açıklanmıştır:

Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. Bu nedenle, şu destekçilerin vay hâline! Onlar, destek verişlerinden gâfildirler, onlar, gösteriş yaparlar ve mâûnu vermezler. (Mâûn/1-7)

Ve onların infaklarının kendilerinden kabul olunmasına, sadece, onların Allah'a ve onun Elçisi'ne küfretmeleri ve salâta sadece tembel tembel gitmeleri, bağışlarını da ancak istemeyerek yapmaları engel oldu. (Tevbe/54)

Şüphesiz sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir ödünç verenler; kendilerine kat kat artırılacaktır. Onlar için çok şerefli bir ödül de vardır. (Hadîd/18)

O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar o iman eden kimselere, “Bize bakın da sizin nûrunuzdan alalım?” derler. Denildi ki: “Arkanıza dönün de nûr arayın!” Sonra da aralarına içinde rahmet, dışında da kendi yönünden azap olan kapılı bir sûr vurulur [çekilir]. (Hadîd/13)

143. âyette, Ve Allah kimi saptırırsa, sen artık ona bir yol bulamazsın buyurularak, hidâyetin Allah'ın kudretinde olduğu, Elçi'nin elinden bir şey gelmeyeceği-gelemeyeceği beyân edilmektedir:

Ve sen, doğduğu zaman, güneşi, onların o büyük mağaralarından sağ yana yöneldiğini, battığı zaman da onları sol yandan keser-geçer göreceksin. Kendileri de ondan geniş bir boşluktadırlar. Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah kime kılavuzluk ettiyse artık o, doğruyu bulmuştur. Allah kimi şaşırttıysa da, artık sen ona yol gösteren bir yakın kimseyi asla bulamazsın. (Kehf/17)

Allah kimi saptırırsa, artık ona yol gösterecek bir kimse de yoktur. Ve O, bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir hâlde bırakır. (A‘râf/186)

Kesinlikle sen sevdiğini doğru yola iletemezsin; ama Allah dilediğine doğru yolu gösterir ve O, doğru yola girecek olanları daha iyi bilir. (Kasas/56)

151. âyette, Ve Biz, o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır buyurularak münâfıklar, dünya ve âhirette kendilerini bekleyen ceza ile tehdit edilmişlerdir. Bakara/61'de Allah'a isyan eden İsrâîloğulları'nın zillet ve meskenetle cezalandırıldığı târihî bir gerçek olarak daha evvel bildirilmişti.

153. Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik.

154-158. Ve söz vermeleri nedeniyle Tûr'u [dağı] üzerlerine kaldırdık ve onlara, “O kapıdan secde ederek girin” dedik. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın” dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, “Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine] damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve inkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara o, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o'nu Kendine yükseltti [derecesini artırdı]. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir.

159. (166. âyetten sonra tertip edildi.)

160-161. Sonra da Yahûdileşen kimselerden olan zulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde faiz almaları ve insanların mallarını hakksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.

162. Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfât vereceklerimizdir.

Bu âyet grubunda da, tıpkı Bakara sûresi'ndeki gibi, Ehl-i Kitap ile ilgili bilgiler verilmektedir. Âyetlerdeki ifadeler gâyet açık ve nettir:

• Ehl-i Kitap Rasûlullah'tan kendilerine gökten bir kitap indirmesini istemektedirler. Bu ne ki! Bunlar, Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi [altını ilâhlaştırmışlardı]. Sonra bunlar affedildiler. Bunları uyarsın diye Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verildi.

• Söz vermeleri nedeniyle Tûr [dağ] üzerlerine kaldırıldı. Ve onlara, “O kapıdan secde ederek girin” denildi. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın” denildi. Sonra da sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, “Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine] damga vurdu. Onların azı dışında, inanmazlar– ve inkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz alındı. Oysa o'nu öldürmemişlerdi ve o'nu asmamışlardı. Ama onlara o, benzetilmişti. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o'nu, Kendine yükseltti [derecesini artırdı].

• Sonra da Yahûdileşen kimselerin birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde faiz almaları ve insanların mallarını hakksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyler haram kılındı. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırlandı.

• Onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, yukarıda anlatılanlar gibi değildirler. Bunlar Rasûlullah'a indirilene ve ondan önce indirilenlere iman etmektedirler. Onlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlerdir. Bunlar ödüllendirilecek gruptur.

Bu âyetlerde Yahûdilerle ilgili verilen bilgiler, A‘râf, Tâ-Hâ, Bakara sûrelerinde genişçe yer almıştı.

Bu pasajda Yahûdilerin densizlikleri anlatılırken, konu Îsâ ile ilgili eksik ve yanlış bilgilere getirilerek, Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara, o, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o'nu Kendine yükseltti [derecesini artırdı] buyurulmuş; Îsâ'nın onlar tarafından öldürülmediği, asılmadığı, Îsâ'nın benzetildiği, Allah'ın Îsâ'yı Kendisine yükselttiği beyân edilmiştir.

Âyette üzerinde durulması gereken nokta, Ama onlara o, benzetildi ifadesidir. Burada Îsâ'nın bir şeye benzetildiği söylenmekte, ama neye benzetildiği bildirilmemektedir. Îsâ'nın neye benzetildiğini Rasûlullah ve ashâbının kesin olarak bildikleri kanaati taşıyoruz. Âl-i İmrân sûresi'ndeki âyetlerin delâletiyle bunun anlaşılabileceğini düşünüyoruz. O nedenle Âl-i İmrân sûresi'ndeki şu pasajı tahlillerimizle birlikte sunuyoruz:

Sonra Îsâ, onlardan inkârcılıklarını sezince, “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz; biz, Allah'a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol. Rabbimiz! Biz senin indirdiğine iman ettik, Elçi'ye de uyduk. Artık bizi şâhitlerle beraber yaz” dediler. Ve onlar [inanmayanlar] kötü plan yaptılar, Allah da kötü plan yaptı [onların kötü planlarını boşa çıkardı]. Ve Allah, plancıların [kötü planları boşa çıkaranların] en hayırlısıdır. Hani Allah, “Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni vefat ettiriciyim, seni Kendime yükselticiyim ve seni inkârcılardan temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar o küfretmiş olan kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Şu inkâr eden kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve sâlihâtı işleyen kimselere gelince de, O [Allah], onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, zâlimleri sevmez” demişti. İşte bu, Biz bunu sana, âyetlerden ve yasalar içeren hatırlatmalardan/öğütlerden [Kur’ân'dan] okuyoruz. (Âl-i İmrân/52-58)

Bu âyetlerde Îsâ peygamberin hayatından bir kesit nakledilerek Hristiyanların, özellikle de Necrân heyetinin, Îsâ'nın ilâhlığı ile ilgili sapık inançları reddedilmekte; ayrıca Rasûlullah da motive edilmektedir. Âyette verilen bilgiler şöyle özetlenebilir: Îsâ, inkârcıların düşmanlığını sezer. Yakın çevresine, “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” diye sorar. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz; biz, Allah'a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol” diye Îsâ'ya teminat verirler ve “Rabbimiz! Biz senin indirdiğine iman ettik, Elçi'ye de uyduk. Artık bizi şâhitlerle beraber yaz” diyerek Allah'a niyazda bulunurlar. Yani, Allah yolunda ölmeyi, şehid olmayı göze alırlar.

Bu safha başka bir âyette şöyle nakledilir:

Ey iman etmiş kişiler! Allah'ın yardımcıları olun; nitekim Meryem oğlu Îsâ, havarilere, “Allah'a benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz” dediler. Sonra İsrâîloğulları'ndan bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Sonra da, Biz de inanmış kimseleri, düşmanlarına karşı destekledik de onlar üstün geldiler. (Saff/14)

Bu arada kinci Yahûdiler Îsâ'yı ortadan kaldırmak için plan kurmakta, Allah da plan kurmaktadır [onların planını boşa çıkaracak olayları yaratmaktadır]. Ayrıca Îsâ'ya, Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni vefat ettiriciyim, seni Kendime yükselticiyim ve seni inkârcılardan temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar o küfretmiş olan kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Şu inkâr eden kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve sâlihâtı işleyen kimselere gelince de, O [Allah], onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, zâlimleri sevmez diye güvence vermektedir. Yani, bu sırada Îsâ ölmeyecektir. Onun daha yapacağı işler vardır.

Geçmişe ait verilen bu bilgilerle, Rasûlullah'a da güvence verilmekte; o'na zımnen, “Senin de yapacağın işler vardır” denilmektedir.

54. âyetteki, Allah da kötü plan yaptı [onların kötü planlarını boşa çıkardı]. Ve Allah, plancıların [kötü planları boşa çıkaranların] en hayırlısıdır ifadesi, Nisâ sûresi'nde açığa kavuşturulmaktadır:

Ve söz vermeleri nedeniyle Tûr'u [dağı] üzerlerine kaldırdık. Ve onlara, “O kapıdan secde ederek girin” dedik. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın” dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, “Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine] damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve inkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara o, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o'nu, Kendine yükseltti [derecesini artırdı/ününü yaydı]. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. (Nisâ/154-158)

Âyetteki, Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara o, benzetildi ifadesinden anlaşıldığına göre, havarilerden biri, Îsâ rolünü üstlenip, Allah yolunda şehid olmuştur.

Kurtubî’nin nakline göre bu konuyu ed-Dahhâk şöyle izah etmiştir:

Hz. Îsâ'yı öldürmek istediklerinde, havariler 12 kişi oldukları hâlde bir odada toplandılar. Hz. Îsâ, odanın havalandırma deliğinden yanlarına geldi. İblis de Yahûdi topluluklarını durumdan haberdar edince 4.000 kişi bineklerine bindiler ve odanın kapısını tuttular. Hz. Mesih havarilere, “Hanginiz cennette benimle birlikte olmak karşılığında ölümü göze alabilir?” dedi. Onlardan birisi, “Ben ey Allah'ın Peygamberi” dedi. Bunun üzerine Hz. Îsâ yünden yapılmış abasını ve yünden bir sarığı üzerine attı, sopasını ona teslim etti. Bu kişi Hz. Îsâ'nın sûretine benzetildi. Yahûdilere karşı çıkınca onu öldürdüler, daha sonra çarmıha gerdiler.[81]
Merhum Râzî ise şu açıklamaları yapar:
Hz. Îsâ'yı Öldürmek İsteyenin, Ona Benzetilerek Öldürülmesi:

“Allah Teâlâ, Hz. Îsâ'nın (a.s) şeklini, başka bir insana vermiştir.” Bu izaha göre değişik açıklamalar yapılmıştır:

a) Yahûdiler, Hz. Îsâ'nın (a.s), arkadaşları [havarileri] ile birlikte falancanın evinde olduğunu öğrenince, Yahûdilerin reisi olan Yahuda, avânesinden Taytâyus isminde bir adama, o'nun yanına girip öldürmek için o'nu evden çıkarmasını emretmişti. Bu adam Hz. Îsâ'nın yanına girince, Cenâb-ı Allah Hz. Îsâ'yı (a.s), evin tavanından göğe yükseltmiş ve Taytâyus'a, Hz. Îsâ'nın şeklini vermiş. Binâenaleyh Yahûdiler, onu Hz. Îsâ zannederek çarmıha germiş ve öldürmüşlerdir.

b) Yahûdiler, Hz. Îsâ'yı (a.s) takip için bir adam görevlendirdiler. Hz. Îsâ (a.s) dağa çıktı ve oradan göğe yükseltildi. Hakk Teâlâ, o gözetleyici adama Hz. Îsâ'nın şeklini verdi ve Yahûdiler onu, “Ben, Îsâ değilim” dediği hâlde, öldürdüler.

c) Yahûdiler, Hz. Îsâ'yı yakalamayı kafalarına koymuşlardı. Hz. Îsâ'nın yanında on havârisi vardı. Hz. Îsâ (a.s) onlara, “Kim, kendisine benim sûretim verilmesi karşılığında cenneti satın almak ister” dedi. İçlerinden birisi, “Ben...” dedi. İşte bunun üzerine, Allah Teâlâ, ona Hz. Îsâ'nın (a.s) şeklini verdi. O, evden çıkarılıp öldürüldü. Hz. Îsâ (a.s) da göğe kaldırıldı.

d) Hz. Îsâ'nın havarilerinden olduğunu iddia eden bir münâfık vardı. Bu münâfık, Yahûdilere gidip Hz. Îsâ'nın (a.s) yerini haber verdi. Bu adam, Yahûdilerle birlikte Hz. Îsâ'yı yakalamak için içeri girdiklerinde, Allah Teâlâ, Hz. Îsâ'nın şeklini o adama verdi. Böylece bu adam öldürüldü ve çarmıha gerildi.

İşte bütün bunlar, birbirine zıt olan ve birbirini nakzeden açıklamalardır. İşlerin hakikatini en iyi Allah bilir.[82]

Âyette, Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur buyurulmuştur, ki burada konu edilen anlaşmazlık, Yahûdiler ve Hristiyanların, “Eğer bu ölen Îsâ ise, bizim arkadaşımız nerede?”, “Allah, gözümüzün önünde o'nu semâya yükselti”, “Çarmıha gerilen kişi Îsâ idi, fakat çarmıhta ölmemişti ve çarmıhtan indirildiğinde yaşıyordu”, “Îsâ çarmıhta öldü, daha sonra tekrar dirilip havarileri ile birçok kez buluşup konuştu” gibi gerçek dışı inançlara sahip olmalarıdır.

Burada, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ifadesiyle konu edilen Yahûdilerin peygamber katilliği Bakara/91, Âl-i İmrân/112 ve 181 âyetlerinde de yer almış ve detaylı bilgi sunulmuştu.

Kur’ân âyetlerine dikkat edildiğinde, Îsâ peygamberin de her beşer gibi ölümlü olduğu ve öldüğü anlaşılır:

Hani Allah, “Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni vefat ettiriciyim, seni Kendime yükselticiyim ve seni inkârcılardan temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar o küfretmiş olan kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Şu inkâr eden kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve sâlihâtı işleyen kimselere gelince de, O [Allah], onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, zâlimleri sevmez” demişti. (Âl-i İmrân/55-57)

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; ğaybları bilen yalnız Sensin, Sen! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘Benim ve sizin Rabbınız olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen ğaybları en iyi bilensin. Eğer onlara azab edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin.” Allah dedi ki: “Bu, doğru kimselere doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır.” Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, büyük kurtuluştur. (Mâide/116-119)

Bunun üzerine o [Meryem], o'na [çocuğa] işaret etti. Onlar, “Biz; yüksek mevkide olan kişiler sabiye nasıl konuşuruz/yüksek mevkide olan kişiler sabiye nasıl konuşur?” dediler. İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları, “Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber kıldı [yaptı]. Beni, ben nerede olursam olayım mübârek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana salâtı ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse (kıldı). Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak ba‘s olacağım [yeniden diriltileceğim] gün, selâm benim üzerimedir. (…) Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O'na ibâdet edin, işte bu, dosdoğru yoldur” diyen Meryem oğlu Îsâ'dır. (Meryem/29-36)

ÎSÂ'NIN ALLAH'A YÜKSELTİLMESİ

Konumuz olan paragraftaki, Aksine Allah o'nu Kendine yükseltti ve Seni Kendime yükselticiyim (Âl-i İmrân/55) ifadeleri, İslâm'ı, Peygamber'i ve Kur’ân'ı gözden düşürebilmek için, Allah'ın Îsâ'yı göğe, Kendi yanına çıkardığı şeklinde çarpıtılmış ve bu hususta epeyce menkıbe düzülmüştür. Hâlbuki, Allah'a gitmek, Allah'a yükselmek, bedensel olarak göğe çıkmak değildir. Bu ifadeler, Allah'ın derece yükseltmesine, değer vermesine, dünyada yüksek mevkilere çıkarmasına ve büyük ödüller ihsan etmesine işarettir. Zira, Allah'ın sıfatlarından biri de, “refi‘u'd-derecât'tır” [dereceleri yükselten'dir].

Ve yüksek bir mevkide bulunarak, yetişkin biri olarak insanlarla konuşacak ve o sâlihlerdendir. (Âl-i İmrân/46)

O zaman Allah şöyle diyecektir: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni Rûhu'l-Kudüs ile desteklemiştim. Yüksek bir mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık mucizelerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin, ‘Bu ancak apaçık bir sihirdir’ dedikleri zaman seni onlardan korumuştum.” (Mâide/110)

O, dereceleri yükseltendir, arş'ın sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için Kendi emrinden/Kendi işinden olan rûhu [vahyi] kullarından dilediğine ilka eder [bırakır]. (Zümer/15)

Ayrıca şu âyet, bu konunun doğru anlaşılması için yeterli bir ipucu sunmaktadır:

Ve eğer Biz dileseydik onu o âyetlerle yüceltirdik, ama o alçaklığa saplandı kaldı ve tutkusuna uydu. Artık onun durumu, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumudur. O nedenle sen tefekkür etsinler [iyice düşünsünler] diye bu kıssayı iyice anlat. (A‘râf/176)

A‘râf/176'daki, Eğer Biz dileseydik onu o âyetlerle yüceltirdik ifadesine göre Allah herkesi Kendisine yükseltecektir. Burada konu edilen yükselme, fizikî anlamda bir yükselme değil, “mükemmel bir iman ve sâlihât işlemek sûretiyle manevî bir yükselme”dir. Çünkü Allah böylelerini iliyyîn'e [yüceler yücesine] yükseltmektedir:

Hayır, hayır... “Ebrâr”ın kaydı, kesinlikle illiyyîn'dedir. –İlliyyîn'in ne olduğunu sana ne bildirdi?– Yaklaştırılmışların tanık olduğu rakamlanmış/yazılmış bir kayıttır! (Mutaffifîn/18-21)

Ve Kitap'ta İdrîs'i an/hatırlat. Şüphesiz o, çok sâdık biriydi, bir peygamberdi. Ve Biz o'nu yüce bir mekâna yükselttik. (Meryem/56-57)

Evet, Îsâ peygamber Yahûdilerce çarmıha gerilerek öldürülmemiştir. O başka bir zaman başka bir yerde ölmüştür. Yeri ve zamanı hakkında bir bilgimiz yoktur.

NOT: 159. âyet, resmî Mushafta bu paragraf içinde tertip edilmiştir. Zuhruf/61-62'deki gibi, Îsâ ile ilgili afakî inançlar üretilmiştir. Biz Zuhruf sûresi'nde yaptığımız gibi söz konusu âyeti olması gereken paragraf içerisinde tertip ettik.

Paragraftaki, Sonra da Yahûdileşen kimselerden olan zulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde faiz almaları ve insanların mallarını hakksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık ifadesiyle bildirilen hususa daha evvel de değinilmişti:

Ve Biz Yahûdilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun yağlarını da onlara haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz elbette doğrularız. (En‘âm/146)

Paragrafın son âyetindeki, Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfât vereceklerimizdir ifadesinden, tüm Yahûdilerin aynı olmayıp, içlerinde bilgilerinin gereği ile hareket eden ehl-i insafın da bulunduğu bildirilmektedir. Ehl-i Kitabın bu karakterdeki grubuna birçok âyette [Kasas/52-55; İsrâ/107-108; Ra‘d/35; En‘âm/20, 114; Ankebût/47; Âl-i İmrân/113, 199] işaret edilmiştir.

163-165. Şüphesiz Biz, Nûh'a ve o'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere, kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye, müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebur'u verdik. Ve Allah Mûsâ'ya konuştukça konuştu. Ve Allah azîz'dir ve hakîm'dir.

166. Fakat Allah, sana indirdiğine –ki onu Kendi ilmiyle indirmiştir– şâhitlik eder, melekler de şâhitlik ederler. Şâhit olarak da Allah yeter.

159. Andolsun, kitap ehlinden, ölmeden önce ona [sana indirilene; Kur’ân'a] inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü de, o [sana indirlen; Kur’ân], onların aleyhine iyi bir şâhit olacaktır.

Taner
9. August 2010, 02:22 AM
Bu âyet grubunda, Rasûlullah'tan, kendilerine gökten bir kitap indirmesini isteyen Ehl-i Kitaba sitem edilerek, onların vahye ait bilgilerine işaret edilmiş, ayrıca geçmişten bu yana gönderilen kitaplar hatırlatılmıştır. Bu hatırlatmadan sonra, Kur’ân'ın hakk olduğuna başta Kendisi olmak üzere meleklerin de tanık olduğu, esasen tanık olarak Allah'ın kâfi olduğu, Kur’ân'ı kabullenmeyen Ehl-i Kitabın, ölmeden evvel mutlaka Kur’ân'a inanacağı, ama ye’s hâlindeki imanın işe yaramayacağı, Kur’ân'ın onlar aleyhinde tanıklık edeceği bildirilmiştir.

Klâsik kaynaklarda bu âyetin iniş sebebine dair şu nakiller mevcuttur:

İbn İshâk'ın naklettiğine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme, aralarında Sukeyn ile Adiy b. Zeyd'in de bulunduğu Yahûdilerden bir topluluk hakkında nâzil olmuştur. Bunlar, Peygamber'e (s.a), “Allah, Mûsâ'dan sonra herhangi bir kimseye bir şey vahyetmiş değildir” dediler. Yüce Allah da onları bu buyruğu ile yalanladı.[83]

Paragrafta, İnsanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye buyurularak, elçi gönderilmesinin, kitap indirilmesinin nedeni açıklanmış; Allah’ın elçi göndermeden kimseye azap etmediğine, “Ben bilmiyordum, elçi gelseydi, kitap indirilseydi bu hâle düşmezdim” diye itiraz bahanesi bırakmadığına işaret edilmiştir:

Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiç bir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsrâ/15)

Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi anakente göndermedikçe, memleketleri helâk edici değildir. Zaten Biz, halkı zâlim olmayan memleketleri helâk edici değiliz. (Kasas/59)

Babaları uyarılmamış, bu yüzden de kendileri gâfil [duyarsız] bir kavmi kendisiyle uyarasın diye Azîz [çok güçlü], Rahîm'in [çok merhametlinin] indirdiği çok hikmetli Kur’ân'a andolsun ki sen, o gönderilenlerdensin [elçilerdensin], hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin. (Yâ-Sîn/2-6)

Ve Biz sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti helâk ettik. Öğüt! Ve Biz, zulmedenler değiliz. (Şu‘arâ/208-209)

Ey Kitap Ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada; “Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi” demeyiniz diye, size teybin yapan [açıkça ortaya koyan] Elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir. (Mâide/19)

O, az daha öfkeden çatlayacak. Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara sorar: “Size bir uyarıcı gelmedi mi?” Onlar derler ki: “Evet, bize uyarıcı geldi de biz yalanladık ve ‘Allah hiç bir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik.” Ve onlar derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashâbı içinde olmazdık.” Böylece günahlarını itiraf ettiler. Artık, uzaklık, çılgın ateş ashâbı içindir. (Mülk/8-11)

Ve inkâr etmiş olanlar bölük bölük cehenneme sevk olundu [olunacak]. Nihâyet oraya vardıklarında kapıları açıldı [açılacak]. Ve onun bekçileri onlara, “İçinizden size Rabbinizin âyetlerini okuyan, bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” dediler [diyecekler]. Onlar, “Evet geldi” dediler [diyecekler]. –Velâkin kâfirler üzerine azap kelimesi hakk oldu.– (Zümer/71)

167. Şüphesiz küfretmiş ve Allah yolundan alıkoyan şu kimseler, kesinlikle uzak bir sapıklığa düşmüşlerdir.

168-169. Şüphesiz küfreden ve zulmeden şu kimseler; Allah, onları bağışlayacak değildir. Onları içinde temelli ve ebedî kalacakları cehennem yolundan başka bir yola da kılavuzlayacak değildir. Ve bu, Allah'a çok kolaydır.

Bu âyetlerde, bile bile inkâr eden; gerçeği saklayan ve başkalarını da aynı suça sürükleyen kimseler, şiddetli bir şekilde tehdit edilmektedir. Bu tehditin muhatapları, o günün Yahûdileri veya müşrikleri olsa bile, tehdit her zaman ve mekandaki kâfirlerin tümüne yöneliktir.

170. Ey insanlar! Şüphesiz Elçi, size, Rabbinizden hakkı getirdi. Öyleyse kendi yararınıza olarak ona [hakka] inanın. Eğer inkâr ederseniz, bilin ki göklerde ve yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır. Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

174. Ey insanlar! Kesinlikle Rabbinizden size apaçık bir kanıt geldi. Ve Biz size apaçık/açıklayan bir nûr [ışık] indirdik.

175. Artık Allah'a inanan ve ona [apaçık ışığa] sımsıkı sarılan kimseler; O [Allah], onları, Kendisinden bir rahmete ve fadla [bol nimete] sokacak ve dosdoğru yol olarak Kendisine kılavuzlayacaktır.

Bu âyetler insanlığa, Kur’ân ve Rasûlullah ile alâkalı bir beyannamedir. Dolayısıyla herkes Kur’ân'ı incelemeye ve hakk yola davet edilmektedir.
Bu paragrafta Kur’ân, “hakk, burhân ve apaçık nûr” [ışık] olarak nitelenmiştir. Kur’ân'ın niteliklerine daha evvel de birçok âyette dikkat çekilmişti:

İşte böylece Biz sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan rûhu vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan o Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın bütün işler yalnız Allah'a döner. (Şûrâ/52-53)

Ve hep birlikte Allah'ın ipine sıkıca sarılın/Allah'ın ipi ile korunun, ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O [Allah], kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye âyetlerini sizin için böyle ortaya koyar. (Âl-i İmrân/103)

175. âyette, Artık Allah'a inanan ve ona [apaçık ışığa] sımsıkı sarılan kimseler; O [Allah], onları, Kendisinden bir rahmete ve fadla [bol nimete] sokacak ve dosdoğru yol olarak Kendisine kılavuzlayacaktır buyurularak, Kur’ân'ın insanları doğru yola kılavuzladığı bildirilmiştir. Bu husus daha evvel de birçok kez beyân edilmişti:

De ki: “Bana vahyedildi ki şüphesiz cinnden bir grup Kur’ân dinleyip de demişlerdir ki”: “Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’ân dinledik. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiç bir şeyi asla ortak koşmayacağız.” (Cinn/1-2)

Şüphesiz ki bu Kur’ân, insanları en doğru ve en sağlam şeye [rüşde, yola] kılavuzlar. Ve sâlihâtı işleyen mü’minlere kendileri için kesinlikle ve kesinlikle büyük bir ecir olduğunu ve âhirete inanmayan kişiler için Bizim can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler. (İsrâ/9-10)

Bu konuya dair detaylı açıklama için Fâtiha sûresi'ne bakılabilir.[84]

171. Ey Ehl-i Kitap! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu Îsâ Mesih, sadece Allah'ın elçisi ve Meryem'e ilka ettiği/ulaştırdığı kelimesi ve Kendisinden bir rûhtur. Artık Allah'a ve elçilerine inanın. Ve “Üçtür” demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nundur. Vekîl olarak Allah yeter.

172. Mesih ve yakınlaştırılmış melekler, Allah'ın bir kulu olmaktan asla çekinmezler. Ve kim O'na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini yakında Kendisine toplar.

173. Artık inanan ve sâlihâtı işleyen kimseler; O [Allah], onların ödüllerini tam verecek ve lütfundan onlara fazlalıklar da bağışlayacaktır. Kulluktan çekinip büyüklük taslayan kimseler de; onlara çok acıklı bir azapla azap edecektir. Onlar, kendileri için Allah'ın astlarından bir velî ve bir iyi yardımcı bulamazlar.

Ehl-i Kitab için bir ültimatom olan bu âyetlerde, onlar gerçek inanca davet edilip âhirette düşecekleri perişanlık bildirilerek uyarılmışlardır.

Îsâ hakkında Âl-i İmrân sûresi'nde (45. âyet) yeterli açıklama yapmıştık.

Burada Ehl-i Kitabın aşırılığına dair bir başka Kur’ân pasajını naklediyoruz:

Andolsun ki Biz, İsrâîloğulları'nın sözleşmesini aldık ve kendilerine elçiler gönderdik; ne zaman ki onlara elçi, nefislerinin hoşlanmadığı bir şeylerle geldi, bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler. Ve onlar, bir fitne olmayacağını sandılar da körleştiler ve sağırlaştılar. Sonra Allah onların tevbesini kabul etti. Sonra yine onlardan çoğu körleşti, sağırlaştı. Ve Allah, onların yaptıkları şeyleri en iyi görendir. “Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, “Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder, onun barınağı da ateştir. Ve zâlimler için yardımcılardan kimse yoktur.” “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfir olan kimselere acı veren bir azap dokunacaktır. Hâlâ onlar, Allah'a tevbe etmez ve O'ndan af dilemezler mi? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Meryem'in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra yine bak onlar nasıl yüz çeviriyorlar! De ki: “Allah'ın astlarından sizin için zarar ve faydaya vermeye gücü yetmeyen şeylere mi kulluk ediyorsunuz? Oysa Allah, çok iyi işitendir, çok iyi bilendir.” De ki: “Ey Kitap Ehli! Dininizde aşırılığa; hakktan başkasına gitmeyin. Daha evvel sapmış, bir çoklarını sapıtmış ve yol'un ortasından uzaklaşmış toplumun tutkularına da uymayın. İsrâîloğulları'ndan şu küfreden kimseler, Dâvûd ve Meryem'in oğlu Îsâ diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri sebebiyledir. Onlar, yaptıkları kötülüklerden birbirlerini men etmiyorlardı. Elbette, yapıp durdukları şey ne kötü idi. Onlardan bir çoğunun, küfretmiş kişileri mütevelli [kollayıcı, gözetici, yönetici] yaptıklarını görürsün. Benliklerinin kendilerinin önüne getirdiği şey; Allah'ın kendilerine gazap etmesi ne kadar kötüdür! Onlar, azap içinde de sürekli kalıcıdırlar. Ve eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve o'na indirilene inanmış olsalardı, onları velî edinmezlerdi. Velâkin onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir. Sen kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahûdileri ve ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, kendi içlerinde keşişler ve rahibler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından, “Biz Hristiyanlarız” diyen kimseleri bulursun. Ve onlar Elçi'ye indirileni [Kur’ân'ı] dinledikleri zaman, onun hakk olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar, “Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!” derler, “Hem biz Rabbimizin bizi Sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, neden Allah'a ve hakktan bize gelen şeylere neden inanmayalım!” Böyle demeleri sebebiyle, Allah onları, içinde sürekli kalanlar olarak, altlarından ırmaklar akan cennetler ile mükâfâtlandırmıştır. Ve işte bu, muhsinlerin [iyilik-güzellik üretenlerin] karşılığıdır. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayan kimseler; işte onlar cahîm'in [cehennemin] ashâbıdır. Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı temiz-nefis şeyleri haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. (Mâide/70-87)

72. âyetteki, Mesih ve yakınlaştırılmış melekler, Allah'ın bir kulu olmaktan asla çekinmezler ifadesiyle, Allah'ın Îsâ'ya büyük lütuflarda bulunduğu, buna rağmen Îsâ'nın şımarıp kulluktan kaçınmadığı beyân edilmektedir.

Âyetteki, melâiketu'l-muqarrebûn [yakınlaştırılmış melekler] ifadesi, gerçek mecrasından çıkarılıp, “Allah'ın yakın çevresi, büyük melekler” şeklinde anlaşılmış ve bu hususta da bir hayli efsane üretilmiştir.

Pasajın içeriğinden bunların, vefat, ölüm melekleri, cehennemdeki işkence melekleri olduğu anlaşılmaktadır. Bunların, Allah'a yakın olduklarında şüphe olmamakla birlikte, bunlar asıl insanlara yakın olan, sürekli onlarla beraber bulunan meleklerdir. Burada bunların anılması, inkârcılara yönelik bir tehdit mahiyetinde olup, denilmek isteniyor ki: Bu yaklaştırılmış melekler, sizi vefat ettirecekler, öldürecekler ve size işkence edecekler ve asla bu görevlerinden kaçınmayacaklar, mutlaka vazifelerini yapacaklardır. Dolayısıyla, onlardan kurtulmanız mümkün değildir, öyleyse Allah'a kulluk görevinizi yerine getirin:

Kesinlikle meleklerin, kendilerine zulmederlerken vefat ettirdikleri şu kimseler; onlar [melekler], “Ne işte idiniz?” derler. Onlar, “Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik” derler. Onlar [melekler], “Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?” derler. Artık, –erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, yol bulamayan kimseler hariç– işte bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir. (Nisâ/97-98)

De ki: “Size görevlendirilmiş ölüm meleği sizi vefat ettirecek, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Secde/11)

Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir ateş'ten koruyun. Onun üzerinde, Allah'a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır. (Tahrîm/6)

Şüphesiz ki günahkârlar cehennem azabında süreklidirler. Kendilerinden hafifletilmeyecektir. Onlar, orada da ümitsizlerdir. Ve Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar, zâlim kimselerin ta kendileri idiler. Ve onlar seslenirler: “Ey Mâlik! Rabbin bizim aleyhimize gerçekleştirsin [işimizi bitirsin].” O [Mâlik], “Şüphesiz siz böyle kalacaksınız” dedi. (Zuhruf/74-77)

Şu ikisi, Rabb'leri hakkında tartışmaya girmiş iki hasımdır. Artık küfretmiş kimseler; kendileri için ateşten elbiseler biçilmiştir. Başlarının üstünden kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir. Ve onlar için demirden topuzlar vardır. Gamdan dolayı, oradan ne zaman çıkmak isteseler, oraya geri çevrilirler. Ve, “Yakıcı azabı tadın!” (Hacc/19-22)

Ve inkâr etmiş olanlar bölük bölük cehenneme sevk olundu [olunacak]. Nihâyet oraya vardıklarında kapıları açıldı [açılacak]. Ve onun bekçileri onlara, “İçinizden size Rabbinizin âyetlerini okuyan, bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” dediler [diyecekler]. Onlar, “Evet geldi” dediler [diyecekler]. –Velâkin kâfirler üzerine azap kelimesi hakk oldu.– “Sürekli olarak içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından” denildi. –Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!– (Zümer/71-72)

NOT: Mushaf tertip heyeti tarafından ayrı bir sûre olarak değerlendirilmiş ve ana cümle ile arasına 95 sûre sokulmuş olan Zilzâl/1-8 âyetleri, Nisâ/172'nin zaman zarfıdır. O nedenle, Nisâ/172 ile Zilzâl/1-8 âyetleri birleştirilerek bütünlük sağlanmalıdır. Şöyle ki:

Mesih ve yakınlaştırılmış melekler, Allah'ın bir kulu olmaktan asla çekinmezler. Ve kim O'na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini, yakında; yeryüzü, kendi sarsıntısıyla sarsıldığı, yeryüzü, ağırlıklarını çıkardığı ve o insanın, “Buna [yeryüzüne] ne oluyor!” dediği zaman Kendisine toplar. İşte o gün yerküre, şüphesiz Rabbinin kendisine vahyetmesi sebebiyle tüm haberlerini bir bir söyler. O gün insanlar, amelleri gösterilsin/görsünler diye bölük bölük ortaya çıkacaklar. Artık her kim zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim de zerre miktarı bir şer işlerse onu görecektir.[BLOK, 12 pt.]

176. (Bu âyet, bu sûrenin 11. âyeti ile 12. âyeti arasında tertip edildi.)

Allah doğrusunu en iyi bilendir.







[1] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[2] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[3] Tekvin, 11:21-23.

[4] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 431-435.

[5] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[6] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[7] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. (Merhum Kurtubî ve Râzî'nin konu ettikleri hadis: Buhârî; “Tefsir Kitabı”, Bab: 73, No: 96. [H.Y.])

[8] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[9] Hâlbuki âyette, yetime [yetim kız] diye bir ifade yoktur.

[10] Buhârî, “Kitâbu't-Tefsîr”, Bab: 73, No: 96.

[11] Lisân, “Mhr” mad.

[12] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 2:21.

[13] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[14] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[15] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[16] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[17] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[18] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[19] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[20] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[21] Lisânu'l-Arab, c. 7, s. 713-717; Tâcu'l-Arûs, c. 15, s. 659-663; Zemahşerî, c. 1, s. 510.

[22] el-Müfredât, s. 437.

[23] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 662-665.

[24] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 429, c. 7, s. 191-292.

[25] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[26] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[27] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[28] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[29] Lisânu'l-Arab; c. 2, s. 478-81, “Hsn” mad.

[30] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[31] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[32] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[33] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[34] Lisânu'l-Arab; c. 8 , s. 557.

[35] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[36] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[37] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[38] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 379-557.

[39] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[40] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[41] İbn Kesîr.

[42] Lisân, 4/623, “Skr” mad.

[43] Lisân, 5/285, “Sahv” mad.

[44] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur’ân.

[45] Lisân, 2/216-222; Tâc, 1/377, 86.

[46] Lisânu'l-Arab; c. 8, s. 176-177.

[47] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[48] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[49] Lisânu'l-Arab; Tâcu'l-Arûs; “Cbt” mad.

[50] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[51] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[52] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[53] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[54] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[55] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[56] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[57] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 9, s. 561-574.

[58] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[59] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[60] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[61] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[62] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 421-423.

[63] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[64] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[65] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[66] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[67] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[68] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[69] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[70] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur’ân.

[71] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 5, s. 476.

[72] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[73] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[74] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[75] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[76] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[77] Lisânu'l-Arab; c. 3, s. 201-208, “Hll” mad.

[78] Fetva, “problemli, anlaşılmayan zor bir konuda, meseleyi açıklığa kavuşturmak, doğru olanı açıklamak” demektir.

[79] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[80] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 9, s. 66-68.

[81] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[82] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[83] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[84] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 135.

hiiic
5. November 2010, 06:01 PM
Nisâ 66
Eğer onlara, kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın, diye emretmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu.

Destek;
Bakara 54
Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için Yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün. Öyle yapmanız Yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi kabul etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabul eden ancak O'dur.

◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈ ◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈◈

Bu ayetlerden intihar manası çıkar mı?

Miralay
5. November 2010, 06:47 PM
Selam hiiiç kardeşim
Benim bu ayetlerden çıkarımım:

1-Allah yolunda cihad ederken, ölebilir ya da yurdundan çıkarılabilirsin. Bu riski göze al;
2-"Şirk koşmaktansa ölmen daha hayırlıdır." (şirkin ölmekten daha kötü olduğuna dair)
3-Şirke neden olan,inanç,duygu ve düşüncelerinizi yok edin.

Benim anladığım bunlar.
Doğrusunu Allah bilir.

pramid
15. November 2010, 12:19 PM
kendinizi ödürün:

اقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ

nisa 66. ayette müslüman olunanlamı vardır.=(nefsin eski dini terk etmesi bütünü ile alakayı kesmesi(bu eski alışkanlıkların öldürülmesi)),

eğer müslüman olmuyorsanız yurdunuzu(bizimle birlikte olmayı) terk edin. yani, ya bizden yana olun ya da onlardan.bizde değilseniz terk edin bizi.

ama böyle denmedi, dense idi çok azı yapardı.

en güzel misali allah verir ayetleri biz iyi anlayalım diye örnekleme ile verir.

en doğrusunu allah bilir.

merdem
6. March 2013, 03:25 AM
Avukatlari düsünüyorumda.... haksizlik isleyen bir zengini mahkemede nasil da savunuyorlar, mühim olan cüzdanlarinin dolmasidir.

Avukatlar yemin etmiyorlami mesleklerine baslarken, her zaman hakkin yaninda olacaklarina dair.

Yalniz avukatlarmi ki, bir sürü meslekler var YEMIN etmeleri lazim gelen. Hakimler, doktorlar, polisler.. askerler ! tüm hak hukuktan sagliktan yana olanlar.

Ve hakki hukuku gözetmeyenler iki kere suclu oluyorlar:

Hakki hukuka saygi göstermeyip, yeminlerine sadik kalmayip yolsuzluklara/zulme yol acmalarindan dolayi.

Tüm insanlari suclamiyorum, ama günümüzün de modasi olan ve hic eskimeyen güc, kuvvet, para hirsindan gözleri dönmüs olanlaradir suclamalarim.

Hele de ataselerin dokunmazliklari, korunmalari. Nasil olur da bu kadar genis bir hakka sahib olabilirler. Bir meslektir bu, kimi temsil ediyorlar, kendi sahsiyetlerini mi?

Toplum en kücük birey olan Aile ile baslar, sayet en basta bu bireyler korunmazsa toplumda düzen nasil saglanir?







NİSÂ 135 :

Ey İnananlar! Kendiniz, ananız, babanız ve yakınlarınız aleyhinde dahi olsa ALLAH için tanıklık ederek adaleti gözetin. İster zengin, ister fakir olsun, ALLAH her iki gruba da bakar. Öyleyse, kişisel çıkar ve duygularınıza uyarak taraflı davranmayın. Gerçeği çarpıtırsanız veya tanıklık etmekten çekinirseniz, bilesiniz ki ALLAH yaptıklarınızı haber alır.

Hasan Akçay
11. December 2014, 04:39 AM
101.Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfir kimselerin sizi fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız salâttan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık düşmandırlar.

Daha evvel açıkladığımız gibi salât, “namaz” değildir. Bu paragrafta, cephede, korku hâlinde salâtın eğitim-öğretim boyutunun nasıl uygulanacağı açıklanmaktadır.

Bu âyetteki salât, “namaz” değil, “salâtın eğitim ve öğretime yönelik olan zihinsel boyutu”dur.

1.
Ögretim "ders yapmak"tir yani bilgiyi KiTAPTAN AKTARMAK. O halde bu tefsire göre Nisâ 101'de sözü edilen SALÂT, örnegin Kuran'daki bilgileri askerlere cephe denen "can pazari"nda aktarmaktir, öyle mi?

Allah askina bi an durup düsünün.

ADI üstünde "can pazari"dir orasi;
can alinan can verilen yer.

Asker can derdindedir orda
yani öyle bi duygu seline kapilmistir ki
degil ders yapmaya yeltenen sizi
gök gürültüsünü bile duymaz.

Hani aklimizi isletecektik?

Hani Allah
aklini isletmeyenin üstüne...?

2.
Egitim
ögretilen her ne ise onu
ögrencilere uygulatip
benimsetmektir.

Diyelim ki ögretilen
Bakara 222'dir:

Sana kadinlarin ay halini sorarlar. De ki...

Napacaksiniz?
Girtlaginizi yirtarak haykiracaksiniz
askerlerinize.

Askeeer! Ay hali görülecek. Hazrollll!
Askeeer! Bak, bu hanim ay basi halindedir. Yüzüne bak, eza çekiyor mu?
Çekiyor. Iste bu. Ezadir ay hali, huve eza.

AKIL var
izan var...
mi?

salâttan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur

Yok, ögretilen sey
ayet degil de
savas için gerekli bilgiler ise...

Örnegin kim nerede mevzilenecek, hangi silahi nasil kullanacak...

Bunlarda GIDIM eksiklik
ölüm getirir size.

Oysa Allah diyor ki "salâttan kisaltmanizda sizin için sakinca yoktur"
yani bu tefsire göre madem
SALÂT, "egitim ögretim"dir
o halde Allah "savasla ilgili bilgileri vermek"ten kisaltmanizda sizin için sakinca yoktur, diyormus.

Der mi Allah askina?
Savasla ilgili bilgileri eksik verin de ölün der mi?
Ölmek sakincasiz midir?

galipyetkin
11. December 2014, 05:01 PM
askerlere cephe denen "can pazari....., adı üstünde can pazarıdır orası....., can alınan can verilen yer......., asker......, asker can derdindedir orada....,savaş ile ilgili bilgiler.

Nerden çıkartıyorsunuz bunları. Öğreti Kur'an öğretisi değil de sanki askerlik öğretisi. Elimizdeki de Mushaf değil de hani eğitimde takım komutanlarına zoraki taşıttırılan , neydi o, STE-10-B. miydi ne, galiba kabı nefti veya siyah askeri eğitimin esaslarına dair bir kitap.

Nerden çıkartıyorsunuz "namazı-mamazı"

Nisa-101. ayetin "yeryüzünde seferdeyken" ifadesini karşılayan orijinali "iza darebtüm fiyl ardi"nin gerekçesi, ayet cümlesi içerisindeki "salat"tır. "Darabe"nin buradaki amacı yeryüzünü tebliğden haberdar etmek, bunun için de deccal, tüccar, çerçi gibi değil de "İSA-MESİH" gibi dolaşıp ilahi bilgiyi iletmek, ilahi yönden yardım/salat etmektir; kitaptan öğretmektir.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
11. December 2014, 09:13 PM
Şu cümle sayin Hakki Yilmaz'a ait.

Daha evvel açıkladığımız gibi salât, “namaz” değildir. Bu paragrafta, cephede, korku hâlinde salâtın eğitim-öğretim boyutunun nasıl uygulanacağı açıklanmaktadır.

Ben sayin Hakki Yilmaz'in tefsirini elestirdim. Sizinle ilgim yok.

galipyetkin
11. December 2014, 11:09 PM
Abdullah Parlıyan : Yeryüzünde yolculuğa ya da savaşa çıktığınızda, ........

Ahmet Tekin : Yeryüzünde ticaret ve rızkınızı kazanmak için sefere çıktığınız zaman ......

Ali Bulaç : Yeryüzünde adım attığınızda (yolculuğa ya da savaşa çıktığınızda) ........

Diyanet İşleri (eski) : Yolculuk ettiğinizde, .........

Diyanet Vakfi : Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman ........

Edip Yüksel : Yeryüzünde savaş için yolculuğa çıktığınız zaman ..........

Fizilal-il Kuran : Yeryüzünde herhangi bir yöresinde savaşa çıktığınız zaman .......

Yaşar Nuri Öztürk : Yeryüzünde dolaştığınız zaman, ...........


Söyler misiniz hangisi eleştirilemez?

Hakkı Yılmaz hatalı/yanlış ise eleştiriden muaf mı?

Siz (kim üzerine alıyorsa, alınıyorsa ben dahil) muaf mısınız?

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
12. December 2014, 04:44 AM
Ben
"Nisâ 101'deki salât, cephede yapilan egitim ögretim"dir
iddiasini elestirdim.

Baska baska iddialarla ilgilenmedim,
sizinle ilgilenmedim.

dost1
12. December 2014, 11:58 PM
Selamun aleyküm, değerli Hasan Akçay kardeşim.

Hakkı Yılmaz'ın sözkonusu açıklamaları aşağıdaki gibidir:

"101. Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfir kimselerin sizi fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız salâttan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık düşmandırlar.

102. Ve sen onların içinde bulunup da onlar için salât ikâme ettiğin zaman [eğitim-öğretim verdiğin zaman] içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar]. Silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar boyun eğdiklerine [ikna olduklarında] arka tarafınıza geçsinler. Sonra salâta katılmamış [eğitim-öğretim almamış] diğer bir kısmı gelsin seninle beraber salât etsinler [eğitim, öğretim yapsınlar] ve tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler, silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da size ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta olursanız silâhlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

103. Sonra salâtı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır.

Bu âyet grubunda, İslâm dininin temel unsurlarından biri olan salâtın önemine dikkat çekilmiş; sefer ve cephede bile terkedilmemesi gereken bir yükümlülük olduğu ifade edilmiştir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre salât, savaş şartlarında bile ihmal edilemez, ancak kısa tutulur. Bu âyetteki salât, “namaz” değil, “salâtın eğitim ve öğretime yönelik olan zihinsel boyutu”dur. İslâm'ın temel öğelerinden olan salât'ın esnekleştirilmesinden, tüm ilkelerin şartlara göre esnekleştirilebileceği sonucu çıkar.

Korku hâlinde salât'ın icrası, Bakara sûresi'nde de beyân edilmişti:

Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun]. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın [işe koyulun/eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin]. Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken muhafaza edin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen zikredin. (Bakara/238-239)

Daha evvel açıkladığımız gibi salât, “namaz” değildir. Bu paragrafta, cephede, korku hâlinde salâtın eğitim-öğretim boyutunun nasıl uygulanacağı açıklanmaktadır."

Bu açıklamanın yazınız ile ilgili bağlantısını kuramadım.

Bu yazıdan algım;Sefer halinde olup da saldırı ihtimalı bulunanların salatı kısaltmaları ama asla ihmal etmemeleri ile ilgili bir bildirimin olduğudur. Cephe sözcüğü ön,alın anlamlarındadır. Savaş ihtimalı olan bir topluluk ile savaşan topluluk farklı kavramlardır. Böylesi savaş ihtimalı olan durumlarda yapılması gerekenler; içinde bulunulan ortamın gerektirdiği derslerin yapılmasından başka ne olabilir?


Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

Hasan Akçay
13. December 2014, 06:02 AM
Bu açıklamanın yazınız ile ilgili bağlantısını kuramadım.

Bu açiklama, sayin Hakki Yilmaz'in
sizin yukariya alintiladiginiz tefsiridir.

Lütfen bakar misiniz, orada
"savas sartlari"nda yerine getirilen salât
üzerinde duruluyor.

Savas sartlari = savas ortami.

Savas var ortada. O bi gerçek.
Bi daha: ihtimal degil gerçek.

Cephe sözcüğü ön, alın anlamlarındadır.

Neyin "ön"ü,
neyin "aln"i?

Sayin Hakki Yilmaz'in sözünü ettigi sey
örnegin bi evin önü degil efendim, bi insanin alni degil.

Açik ve net. Tefsirdeki cephe "savas alani"dir; can alinip can verilen yer.

Bi daha:
ihtimal degil
gerçek.

Ihtimal ise fiilî "çatisma"dir. O yok. Ama o da basladi baslayacak. Ta öylesine yakin bi ihtimal.

Say ki o cephedeki müminler sizsiniz.
Endise içindesiniz (HIFTUM), biliyorsunuz. Çünkü Allah bos konusmaz; uyari Allah'dan: silahlariniz salât esnasinda dahi yaninizda olacak.

http://wikiislam.net/wiki/uploads/f/f6/Mosque-indo-destroyed.jpg

Tipki bi deprem alani gibi. O, gerçek.
Ama şu anda deprem yok. O, ihtimal.

O ortamda
örnegin
yemek yiyebilir, su içebilir, fotograftakiler gibi namaz kilabilirsiniz ama
egitim ögretim yapamazsiniz. AKIL var izan var.

Hasan Akçay
14. December 2014, 07:10 AM
Sayin Hakki Yilmaz
قام fiiline
Nisâ 102-103'ün çevirilerinde
keyfî anlamlar yüklemis.

واذا كنت فيهم فاقمت لهم الصلاة فلتقم طائفة منهم معك
فاذا قضيتم الصلاة فاذكروا الله قيام ا وقعودا وعلي جنوبكم

onlar için salât ikâme ettiğin zaman [eğitim-öğretim verdiğin zaman] içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar].
salâtı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın.

Allah'in sözlerine parantez hileleriyle yapilan bu müdahaleler yapilmazsa çeviri şöyle olabilir:

onlar için salâta dikeldigin zaman onlarin bir bölümü seninle dikelsinler
salâti tamamladiginizda dikelerek, oturarak, yan uzanarak Allah'i anin.

*

فاذا سجدوا فليكونوا من ورائكم

Buradaki سجد fiiline de
parantez içi bi müdahaleyle
şu keyfî anlam verilmis:

Bunlar boyun eğdiklerinde [ikna olduklarında] arka tarafınıza geçsinler.

Müdahalesiz çeviri
şöyle olabilir:

Bunlar secde edince arkaniza geçsinler.

*

Sonuç olarak
egitim ögretim cephe denen can pazarinda olmaz;
egitim ögretim "kıyam"li "secde"li olmaz.

http://www.samanyoluhaber.com/foto-galeri/Savasa-namaz-molasi/13462/

Bu ayetlerde tarif edilen, şekilsel salâttir.
Kıyamli, secdeli.
Kisacasi namaz.

dost1
15. December 2014, 12:55 AM
Selamun aleyküm,

Lütfen! Bu başlıktaki Salat ve namaz bölümünü okur musunuz? (http://www.hanifler.com/showthread.php?t=1347&highlight=sal%E2t+namaz)

Lütfen! Aşağıdaki konuşmaları izler misiniz?

Buraya tıklanıldığında gelecek olan Kur'an ve İslam adlı TV proğramının SALAT ve NAMAZ bölümlerinden 45-51 Üzerine tıklayarak izleyebilirsiniz.
(http://www.hanifler.com/showthread.php?t=3450)

Hasan Akçay
15. December 2014, 05:20 AM
Kusura bakmayin kardesim, okumam.
Çünkü
"Filan makaleyi okuyun, feşmekan kitabi hatmedin" dendiginde
müzakereden kaçilmis,
müzakere yokusa sürülerek sona erdirilmis oluyor.

Varsa bi söyleyeceginiz burda söyleyin.

*

Nisâ 101-103'te
"salât"in cephe denen can pazarindaki
"kıyam"li "secde"li uygulamasi var.

Sayin Hakki Yilmaz istedigi kadar buna egitim ögretim desin
hangi egitimciye sorsaniz size verecegi cevap şudur:

Can pazarinda ögretim olmaz,
kıyamli secdeli egitim olmaz.

Sayin Hakki Yilmaz gibi siz de olur diyorsaniz
sözün sonuna geldik demektir. Müzakere biter.

Hasan Akçay
15. December 2014, 08:12 AM
Tevbe 122:

Inananlarin hepsinin birden savasa çikmalari dogru degildir. Onlarin her kesiminden bir grubun dinde derin bilgiler edinmek ve sefere çikan topluluk geri döndügünde, korunmaları ümidiyle onları uyarmak için arkada kalmaları gerekmez mi?

(Çeviren: Y N Öztürk)

dost1
15. December 2014, 05:15 PM
Selamun aleyküm,
Değerli Hasan Akçay kardeşim.
Yazınızın altına ilgili başlıklara gönderme yapmamdaki kastım, müzakerenin kesilmesi için değil, okuyucuların müzakereye ön hazırlık yaparak kavramlar hakkında bilgi sahibi olabilmeleri içindir.

Sanırım sorun;"salat,secde ve ikame" sözcüklerine yüklenen anlamlardan kaynaklanıyor.
Akla gelebilecek sorular; salat sözcüğünün Arap dilindeki karşılığını Farsça olan namaz sözcüğü karşılıyor mu karşılamıyor mu? Bu gün icra edilen namaz Kur'an'da belirtilen salat mıdır değil midir?
Bu sorulara verebileceğim cevaplar karşılamadığı ve namazın salat olmadığı şeklindedir. Aksi durumda Allah ve meleklerin Nebi ve kullar için namaz kıldıkları,kuşların namaz kıldıkları anlaşılır ki, bundan Allah'a sığınırım.

Ahzab;43:Huvelleziy yusalliy aleyküm ve melaiketüHu li yuhriceküm minez zulümati ilenNur ve kâne bil mu’miniyne Rahıyma.
Ahzab;56:İnnAllahe ve MelaiketeHu yusallune alen Nebîyy ya eyyühelleziyne amenu sallu aleyhi ve sellimu tesliyma.
Nur;41: Elem tera ennAllahe yüsebbihu leHu men fiysSemavati vel Ardı vet tayru saffat küllün kad alime salatehu ve tesbiyhah* vAllahu Aliymun bima yef'alun

Secde sözcüğü bugün icra edilen namazdaki yere kapanıp kapanmama mıdır?
Secde sözcüğü bugün icra edilen namazdaki yere kapanma değildir.

Lisanul Arapda secde:“secde” sözcüğünün vaz’ı (ilk ortaya çıkışı), “devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu kösmesi, (eğmesi)” ve “meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi” anlamındadır. Daha sonra da sözcük; “ülke krallarının bastırdıkları para üstündeki kabartma resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık göstermesi” anlamında kullanılmıştır. (Lisan ül Arab; c:4, s:497)
şeklinde açıklanmıştır. Buradan algıladığım;secde Allah için olduğunda Allah'a boyun eğilecek ve onun otoritesi dışına çıkılmayacak ki, Secde 15,Meryem 58,İsra 107 de buna çok güzel vurgu yapılarak yere kapanma anlamındaki harru sözcüğü ile birlikte kullanılmıştır.

Secde;15: İnnema yu'minu bi ayatinelleziyne iza zükkiru biha harru sücceden ve sebbehu bi Hamdi Rabbihim ve hüm la yestekbirun

Meryem;58: Ülaikelleziyne en'amAllahu aleyhim minen Nebîyyiyne min zürriyyeti Ademe ve mimmen hamelna mea Nuh ve min zürriyyeti İbrahiyme ve İsraiyle ve mimmen hedeyna vectebeyna iza tütla aleyhim ayaturRahmani harru sücceden ve bükiyya

İsra;107: Kul aminu bihi ev la tu'minu innelleziyne utül ılme min kablihi iza yütla aleyhim yehırrune lil ezkani sücceda

Kaf-vav-mim kök harflerinden türeyen ikâm sözcüğü de “oturmak” fiilinin karşıtı olan qıyâm sözcüğünün if‘âl babından mastarıdır ve lügatlerde bu kalıbın anlamı; “ayağa kaldırmak, dikmek, ayakta tutmak” olarak belirtilmiştir.

Sefere çıkmış olanlar salatı yine terketmeyecekler ve önlemlerini alarak salatlarını yapacaklardır. Bu salat da İsra 78 de belirtildiği gibi salatın bilgilendirme şeklinde ikame edilmesi olacaktır.

Kusursuzluk sadece Allah' a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

Hasan Akçay
15. December 2014, 09:17 PM
Müzakerenin kesilmesini istemediginiz için tesekkür ederim ama üzerinde durulan konuyu dagitmis görünüyorsunuz.

Konu
Ahzâb 43'teki, Ahzâb 56'daki, Nûr 41'deki SALÂT
degil efendim.

Konu
Nisâ 101-103'teki "salât"tir

ki

1.cephede yerine getirilmekte,
2.KIYAM ve SECDE ile yapilmaktadir.

KIYAM
Nisâ 102'deki "kiyam"dir ve, sizin de açikladiginiz gibi,
"ayakta durmak"tir ki zaten 103'te bu anlama geliyor.

SECDE ise
fiilen "yere kapanmak"tir.
Kelime mecazen teslimiyet ve itaat anlamina da gelir ama
aslolan fiildir çünkü mecaz oradan kaynaklaniyor.

Kaldi ki "فاذا سجدوا"nün,
sayin Hakki Yilmaz'in öne sürdügü gibi
Bunlar boyun eğdiklerine [ikna olduklarında] anlamina gelmesi için,
cephede egitim ögretim yoluyla bi buyrugun veriliyor olmasi gerekir ama
öyle bi buyruk yok çünkü cephede egitim ve ögretim imkani yok.

Bi daha:

1.
Bi tür can pazari olan cephede
egitim ögretim olmaz,

2.
Egitim ögretim
bilgi aktarilarak ve o bilgi tartisilarak... yapilir;
KIYAM ve SECDE ile yapilmaz.

Nisâ 101-103'teki SALÂT "namaz"dir.

NAMAZ kelimesinin Farsça olmasi
hiç bi seyi degistirmez.

Önemli olan,
bir kelimenin hangi dile ait oldugu degil
ne anlama geldigidir. (Isrâ 110)

Araştıran
17. December 2014, 12:37 AM
@Hasan Akçay size sorularım olacak bir kaç tane.Savaşta eğitim-öğretim olamaz diyorsunuz peki Briefing tarzı birşeydemi olamaz?Secde kelimesinin pratikte yere kapanmak anlamına geldiğini nerden çıkardınız?Peki yanlış hatırlamıyorsam yusuf 100. ayette harru succeden ifadesi geçer,bu ayet de bize yere kapanmak ve boyun eğmek-teslimiyet göstermek arasında fark olduğunun bir delili değilmidir?Yani bu ayetten çıkardığımız bakınız harru-yere kapanmak succeden-teslimiyet göstermek bunların ikisi ayrı anlamlar.Ben lügat bilgini değilim ama Hakkı bey birşey söylüyor sürekli bakın diyor en önemli iki lügat(Tacul arus,lisanül arab) da salat ın anlamı desteklemektir.Dua-namaz anlamını ısfahanlı ragıp bile geçiştirmiştir diyor.Bu salatın namaz anlaşılması gerektiğine kesinlikle inanıyorsanız biraz daha detaylı ve ispatlı açıklarsanız sevinirim.Müslamanlar kanıt üstüne konuşmalı ve çok büyük bir kısımda kanıt üzerine iman etmeli diyor ve kapatıyorum.

Hasan Akçay
17. December 2014, 03:19 AM
@Hasan Akçay size sorularım olacak bir kaç tane.Savaşta eğitim-öğretim olamaz diyorsunuz peki Briefing tarzı birşeydemi olamaz?

Secde kelimesinin pratikte yere kapanmak anlamına geldiğini nerden çıkardınız?Peki yanlış hatırlamıyorsam yusuf 100. ayette harru succeden ifadesi geçer,bu ayet de bize yere kapanmak ve boyun eğmek-teslimiyet göstermek arasında fark olduğunun bir delili değilmidir?Yani bu ayetten çıkardığımız bakınız harru-yere kapanmak succeden-teslimiyet göstermek bunların ikisi ayrı anlamlar.Ben lügat bilgini değilim ama Hakkı bey birşey söylüyor sürekli bakın diyor en önemli iki lügat(Tacul arus,lisanül arab) da salat ın anlamı desteklemektir.Dua-namaz anlamını ısfahanlı ragıp bile geçiştirmiştir diyor.Bu salatın namaz anlaşılması gerektiğine kesinlikle inanıyorsanız biraz daha detaylı ve ispatlı açıklarsanız sevinirim.Müslamanlar kanıt üstüne konuşmalı ve çok büyük bir kısımda kanıt üzerine iman etmeli diyor ve kapatıyorum.

Savaşta eğitim-öğretim olamaz diyorsunuz peki Briefing tarzı birşeydemi olamaz?

Önce sizi dogru anlamam lazim.
Lütfen açiklar misiniz.

Salât = briefing,
tamam?

Simdi
102'deki salât, 101'deki salâttir.

101'de
Allah diyor ki

Kafirlerin size saldirmak üzere oldugunu biliyorsaniz "salât"tan kisaltmaniz sakincasizdir (lâ cünahe).

Sizin sözünü ettiginiz briefing de
101'deki salât mi?

Sizin sözünü ettiginiz briefingin konusu ne?
O briefingden kisaltmaniz sakincasiz midir?

Hasan Akçay
17. December 2014, 03:56 AM
Tevbe 122'yi bi daha okuyalim:

Inananlarin hepsinin birden savasa çikmalari dogru degildir. Onlarin her kesiminden bir grubun dinde derin bilgiler edinmek ve sefere çikan topluluk geri döndügünde, korunmaları ümidiyle onları uyarmak için sefere çikmamalari gerekmez mi?

Ve mâ kânel mu’minûne li yenfirû kâffeh, fe lev lâ nefere min kulli firkatin minhum tâifetun li yetefekkahû fîd dîni ve li yunzirû kavmehum izâ receû ileyhim leallehum yahzerûn.

Konusu din olan "egitim ögretim"i alacak olanlar cepheye savasmaya gitmesin, cephe gerisinde kalsinlar. Çünkü o "egitim ögretim"in yeri cephe gerisidir.

Benim anladigim,
Allah'in söyledigi
bu.

Araştıran
17. December 2014, 01:19 PM
Savaşta eğitim-öğretim olamaz diyorsunuz peki Briefing tarzı birşeydemi olamaz?

Önce sizi dogru anlamam lazim.
Lütfen açiklar misiniz.

Salât = briefing,
tamam?

Simdi
102'deki salât, 101'deki salâttir.

101'de
Allah diyor ki

Kafirlerin size saldirmak üzere oldugunu biliyorsaniz "salât"tan kisaltmaniz sakincasizdir (lâ cünahe).

Sizin sözünü ettiginiz briefing de
101'deki salât mi?

Sizin sözünü ettiginiz briefingin konusu ne?
O briefingden kisaltmaniz sakincasiz midir?
Salat=eğitim-öğretim normal uzunlukta olur.Ben eşittir demedim.Yani normal eğitim öğretim kısalttığın zaman briefing tarzında düşünemezmiyiz dedim sadece.Pek iddiamda yok açıkçası sadece öyle düşündüm.101-102 farketmez.Savaşta senin gibi düşünüyorum normalde yapılan salat değil bu sadece briefing olarak düşündüm,daha kısa ve etkili versiyonu.

Hasan Akçay
17. December 2014, 02:53 PM
Benim bildigim
briefing "bilgilendirme"dir.

Örnegin
Çanakkale savasi sirasinda
Mustafa Kemal bir birlige komutan atanir.
Birligin eski komutan Feyzi
Mustafa Kemal'e briefing verir.

Birlik kaç askerden olusuyor,
bunlar nerelerde mevzilenmis durumdadir;
birligin elinde
kaç top var,
kaç top mermisi var,
kaç tüfek var...

Bunlari anlatir, yeni komutani bilgilendirir.

Briefing
asla cephedeki salât degildir

çünkü

"salât"tan kisaltmak
sakincasizdir

ama

briefingden kisaltmak
sakincasiz ne demek;
ölüm getirir, yenilgi getirir.

Kisacasi
Nisâ 101-103'teki salât
egitim ögretim olamaz, briefing olamaz;
"1 kiyam + 1 secde"lik namazdir.

Araştıran
17. December 2014, 11:01 PM
Benim bildigim
briefing "bilgilendirme"dir.

Örnegin
Çanakkale savasi sirasinda
Mustafa Kemal bir birlige komutan atanir.
Birligin eski komutan Feyzi
Mustafa Kemal'e briefing verir.

Birlik kaç askerden olusuyor,
bunlar nerelerde mevzilenmis durumdadir;
birligin elinde
kaç top var,
kaç top mermisi var,
kaç tüfek var...

Bunlari anlatir, yeni komutani bilgilendirir.

Briefing
asla cephedeki salât degildir

çünkü

"salât"tan kisaltmak
sakincasizdir

ama

briefingden kisaltmak
sakincasiz ne demek;
ölüm getirir, yenilgi getirir.

Kisacasi
Nisâ 101-103'teki salât
egitim ögretim olamaz, briefing olamaz;
"1 kiyam + 1 secde"lik namazdir.

101-102-103. ayetlere baktığımızda salatı kısaltmaktan bahsediyor.Benim söylediğim briefing ingilizce bir kelime olup sözlüğe baktığımızda bir anlamıda kısa toplantı demek.Tdk da brifing der dikkat ediniz ve bunada bilgilendirme demiş ama öz anlamı kısa toplantı.Benim anladığım ve mantığıma yatkın olan da şudur:Evet savaşta dua-namaz yapılır-yapılmalıdırda ama burda namaza Allahın ihtiyacı yoktur oysa insanın ihtiyacı vardır.Savaşta ise asıl ihtiyaç olan şey askerlerin taktik,stratejik olarak kısada olsa bilgilendirilmesidir.Böylece belkide bu kısa toplantı-bilgilendirme yüzlerce askerin hayatını kurtaracak ve somut tevhidin başarısı için kazanımlar ortaya çıkacaktır.Nacizane Hakkı beye salatın namaz olmadığı konusunda katılıyorum.

Hasan Akçay
18. December 2014, 03:30 AM
Savaşta ise asıl ihtiyaç olan şey askerlerin taktik, stratejik olarak kısada olsa bilgilendirilmesidir. Böylece belkide bu kısa toplantı-bilgilendirme yüzlerce askerin hayatını kurtaracak ve somut tevhidin başarısı için kazanımlar ortaya çıkacaktır.

Size katiliyorum. Savasta askerlerin ihtiyaç duydugu sey taktik ve stratejik hususlarda bilgi sahibi olmaktir. Ve brifing o bilgilendirmenin araci ve yöntemi olduguna göre sarttir. Cephede brifing olmazsa olmaz.

Bundan sonrasina lütfen dikkat.

O birifing KISA olursa da olmaz. Çünkü kisa bilgilendirme eksik bilgilendirmedir. Eksik bilgi ise sizin deyiminizle yüzlerce askerin ölümüne ve somut tevhidin mevziî yenilgisine yol açar. Basit bi sakincanin da ötesinde ölümdür, yenilgidir, felakettir.

Kisacasi Nisâ 101-103'teki SALÂT kisa bi toplanti yapip bilgilendirme anlaminda brifing olamaz.

Yüce Allah Nisâ 101'de
o salâttan kisaltmamizi sakincasiz (lâ cünâhe) saymis.
Yine de biz kalkip
o salât = brifing
diyecegiz.

Olmaz öyle sey.

Döne döne bunu anlatmaya çalisiyorum.
SALÂT
baska ayetlerde egitim ögretim ya da brifing olabilir ama
Nisâ 101-103'te asla.

Ordaki SALÂT tek seydir:
1 kiyam + 1 secdelik namaz.

Cephede
brifingimizden kisaltmayacagiz;
namazimizdan kisaltacagiz.

Bu kadar açik ve net. Muhteva Nisâ 101-103 oldugunda salât = brifing degildir.

GINÂ geldi söyleye söyleye ama
bi daha bi daha söylemek zorunda kaliyorum:

Cephede bilgilendirmenin
egitim ögretim adina uzatilmisi olmaz,
brifing adina kisaltilmisi olmaz.

galipyetkin
18. December 2014, 02:33 PM
90Bedevi Araplardan özür beyan edenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah'a ve Elçisi'ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Bunlardan Kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden biri olan kimselere, yakında çok acıklı bir azap dokunacaktır.

91,92Allah ve Elçisi için samimi oldukları takdirde, zayıflara, hastalara ve de harcamada bulunacak bir şey bulamayan kimselere, bir de kendilerini bindiresin diye sana geldiklerinde, “Sizi üzerine bindirecek bir şey bulamıyorum” dediğin zaman, Allah yolunda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı üzülüp gözlerinden yaş döke döke geri dönüp giden kimselere bir günah yoktur. İyilik-güzellik üretenler aleyhine bir yol yoktur. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

93Yol, ancak zengin oldukları hâlde senden izin isteyen o kimselerin aleyhinedir. Bunlar, geride kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Allah da onların kalpleri üzerine damga/mühür bastı. Bundan dolayı onlar bilmezler.

94Kendilerine döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: “Özür beyan etmeyin. Size kesinlikle inanmayız. Allah bize, sizin haberlerinizden önemli haberler verdi.” Bundan sonra da Allah ve Elçisi işinizi görecektir. Daha sonra da görünmeyeni ve görüneni bilen Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra da O, size yapmış olduklarınızı haber verecektir.

95Kendilerine döndüğünüz zaman, onlardan mesafelenmemeniz için, size Allah'a yemin edecekler. Siz de onlardan hemen mesafelenin. Şüphesiz onlar kirlidir, pislenmiştir. Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir.

96Kendilerinden razı olasınız diye size yemin ederler. Artık eğer siz, onlardan razı olursanız da, bilin ki Allah şüphesiz hak yoldan çıkmış o kimseler toplumundan razı olmaz.

97Bedevi Araplar, Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmama ve münâfıklık bakımından daha çetin; Allah'ın, Elçisi'ne indirdiklerinin sınırlarını bilmemeye/ öğrenmemeye daha yatkındırlar. Allah da, en iyi bilen, en iyi ilke koyandır.

Burdakiler 'İşte Kur'an Sitesi'nden alınmiş Tevbe Suresi ayetleri mealleridir.

Şimdi bir de şu çeviriye bakalım:
"Inananlarin hepsinin birden savasa çikmalari dogru degildir. Onlarin her kesiminden bir grubun dinde derin bilgiler edinmek ve sefere çikan topluluk geri döndügünde, korunmaları ümidiyle onları uyarmak için sefere çikmamalari gerekmez mi?" Tevbe:122.

Lütfen değerlendirip edindiğiniz neticeyi yazar mısınız.
Sonra ben de yazacağım.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Araştıran
18. December 2014, 11:00 PM
@galipyetkin değerlendirmeden önce şu soruyu sormak gerekir.Bahsedilen aynı savaş mı?Kuranı anlam bütünlüğünden koparıp tahlil etmeye kalkarsak doğru bir neticeye ulaşmamız mümkün değil.O yüzden tekrar sorayım bahsedilen savaş aynı savaşmı?Eğer aynı savaşsa bir çelişki var gibi fakat değilse çelişki yok.

galipyetkin
19. December 2014, 12:43 AM
Sayın Araştıran.

1)-Yukarıdaki ayetler, genel esasları gösterir. Ve anlatılan da topyekün savaştır. Herkes malıyla canıyla savaştadır. Bunu Atatürk " hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır" diye belirtmiştir.
Ve Ayetler hiç bir zaman anlatılarını hayali olgulara dayandırmayıp somut olgular üzerinden anlatmıştır. Ayetlerde bazı esaslar konmuş ise, bunları "Efendim bunlar şu olay için geçerli, şu olaya etkisi yoktur" diye tanımlayamazsınız. O günün bir olayı için analatılanlar sonraki her aynı olayın kurallarıdır.

2)-"Dinde derin bilgiler" Peygamber'in sağlığında ancak kendisinden; sonrasında ise dinin tamamını içeren KİTAP'tan edinilir.

Diyelim ki Peygamber hiç bir savaşa katılmadı.
Onun zamanında savaşlar bir, iki saatlik işlerdi. Ölen ölür, öldükten sonra dindeki derin bilgiler işine yaramaz. Sağlar ise derin dini bilgileri savaştan dönüşte Peygamber ve vahilerden(cumua salatlarından) veya savaşa gidememiş ihtiyarlardan sakatlardan veya kadınlardan nasıl olsa öğrenecekler.
İki, üç beş on, yüz saat, elli gün ayrı olmak gelişmeleri öğrenememek mi? Sanki iptal edilen hattın son tren seferi. (Sefer dedim de bazılarının anladığı gibi savaşa gidiş değil)

Kaldı ki Peygamber sağlığındaki her savaşa katılmıştır. Geride kalanlar dindeki derin bilgileri gaipten haberlerle mi elde edecekler.

Geride kalmanın mânâsı ne ola ki.

Bu tür çevirilerin amacı İslamda olmayan bir ruhban sınıfı yaratma ve savaştan kaçma çabaları olmasın?

Ne kadar olumlu olarak bakmaya çalışsan olmuyor.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
19. December 2014, 04:50 AM
@Hasan Akçay size sorularım olacak bir kaç tane. Savaşta eğitim-öğretim olamaz diyorsunuz peki Briefing tarzı birşeydemi olamaz? Secde kelimesinin pratikte yere kapanmak anlamına geldiğini nerden çıkardınız? Peki yanlış hatırlamıyorsam yusuf 100. ayette harru succeden ifadesi geçer, bu ayet de bize yere kapanmak ve boyun eğmek-teslimiyet göstermek arasında fark olduğunun bir delili değilmidir? Yani bu ayetten çıkardığımız bakınız harru-yere kapanmak succeden-teslimiyet göstermek bunların ikisi ayrı anlamlar. Ben lügat bilgini değilim ama Hakkı bey birşey söylüyor sürekli bakın diyor en önemli iki lügat(Tacul arus,lisanül arab) da salat ın anlamı desteklemektir.Dua-namaz anlamını ısfahanlı ragıp bile geçiştirmiştir diyor.Bu salatın namaz anlaşılması gerektiğine kesinlikle inanıyorsanız biraz daha detaylı ve ispatlı açıklarsanız sevinirim.Müslamanlar kanıt üstüne konuşmalı ve çok büyük bir kısımda kanıt üzerine iman etmeli diyor ve kapatıyorum.

Peki yanlış hatırlamıyorsam yusuf 100. ayette harru succeden ifadesi geçer, bu ayet de bize yere kapanmak ve boyun eğmek-teslimiyet göstermek arasında fark olduğunun bir delili değilmidir?

çenelerinin üstüne düserler, yahırrûne lil ezkân... (17:109)

Görüldügü gibi
خر düsmek demek, yikilmak, yigilivermek, çökmek.
Secde kelimesiyle birlikte kullanildiginda anlam
yere kapanmak oluyor:

çenelerinin üstüne yere kapanirlar, yahırrûne lil ezkâni succedâ (17:107)

Gözle görülen bi sey bu. Yani bi insanin çeneüstü yere kapanmasi gözle görülen bi seydir.
Dahasi, az ya da çok, yüzde iz birakir:

onlarin yüzlerindeki isaret secde izidir, sîmâhum fî vucûhihim min eseris sucûd (48:29)

Önce bu lafzî anlam.
SECDE itaattir, teslimiyettir seklindeki yorumlar
ondan sonra gelir.

Hasan Akçay
19. December 2014, 06:18 AM
Nisâ 101-104'te sözü edilen savasin ortami
ne zamandi, nereydi
ayetlerden tam anlasilamiyor.

Ama bazi ipuçlari var.

Örnegin
kafirler meyleten vâhıdeh-"bir saldiris"la
inananlarin üzerine çullanacak.

Inananlar bunun endisesi içindeler.

O yüzden
anilan salâttan kisaltmak gerekiyor, en taksurû mines salât

Ya aksam salâtidir bu
ya da sabah

çünkü

bu ikisinden baska
farz namazi yok.

Benim yorumum
sabah namazidir

çünkü

baskinlar
genellikle sabahleyin
gerçeklesir.

Bkz Âdiyât sûresi.

Yine örnegin
kafirler o baskini yapmislar.

Yapmislar ve yenilip geri çekilmeye baslamislar ki
104'te
inananlara

O toplulugu izlemekte gevseklik göstermeyin, lâ tehinû fîbtigâil kavm
deniyor.

Yine yorumum
sözü edilen
"Huneyn günü"dür.

Bkz Tevbe 25-26.

Mekke'yi inananlarin geri aldigi yil
"haccil ekber"den hemen sonra.

Araştıran
19. December 2014, 06:32 PM
@Hasan Akçay öncelikle secdenin manasının ne olduğu konusunda ihtilafımız var.Büyük ihtimalle sizde salatın namaz olduğu kanısını secde,rüku,kıyam gibi kelimelerin anlamlarına göre çıkarıyorsunuz.Eğer yanlış düşünüyorsam Salatın namaz olduğu kanısına nasıl vardığınızı izahatli bir şekilde anlatabilirmisiniz.Çünkü bu konuda kime sorsak Kuran a dayalı bir isbat bulamayıp hemen hadislere saldırııyor yada bu peygamberin sünneti işte canım inanmıyormusun deyip işin içinden sıyrılıyorlar.Bu sorumu yanıtlarsanız ve beni aydınlatırsanız sevinirim.

Hasan Akçay
19. December 2014, 08:59 PM
öncelikle secdenin manasının ne olduğu konusunda ihtilafımız var.

Bir önceki sayfada
şöyle açikladim:

*

çenelerinin üstüne düserler, yahırrûne lil ezkân... (17:109)

Görüldügü gibi
خر düsmek demek, yikilmak, yigilivermek, çökmek.
Secde kelimesiyle birlikte kullanildiginda anlam
yere kapanmak oluyor:

çenelerinin üstüne yere kapanirlar, yahırrûne lil ezkâni succedâ (17:107)

Gözle görülen bi sey bu. Yani bi insanin çeneüstü yere kapanmasi gözle görülen bi seydir.
Dahasi, az ya da çok, yüzde iz birakir:

onlarin yüzlerindeki isaret secde izidir, sîmâhum fî vucûhihim min eseris sucûd (48:29)

Önce bu lafzî anlam.
SECDE itaattir, teslimiyettir seklindeki yorumlar
ondan sonra gelir.

*

Size göre madem ihtilaf halindeyiz,
lütfen açiklayin muhalefetinizi.
Açiklayip kanit getirme görevini yalnizca bana yüklemeyin.

Yukardaki açiklamamda
hiç bi hadis yok;
ayetler var,
Allah ne diyorsa o var.

"Bu ayetlerde geçen SECDE insanin yüzünde iz birakmaz" deyin,
"SECDE gözle görülmeyen bi seydir" deyin,
"SECDE yere kapanmak degildir ve bu suretle yüzde iz olusmasi degildir" deyin
ve iddianizi bu ayetlere dayanarak kanitlayin.

Hasan Akçay
19. December 2014, 09:14 PM
Büyük ihtimalle sizde salatın namaz olduğu kanısını secde, rüku, kıyam gibi kelimelerin anlamlarına göre çıkarıyorsunuz.

Nisâ 102 açik ve net.
Yüce Allah
Muhammed nebiye sesleniyor orda
ve diyor ki

Sen onlarin içinde olup SALÂT etmelerini saglarken
onlarin bir bölümü seninle
"kiyam"a dursunlar, silahlarini da yanlarina alsinlar;
"secde"den sonra arkaniza geçsinler.

1 kiyam + 1 secde.
Kisaltilmis SALÂT bu.

Yine hadis yok.
Ayet var.
Allah ne diyorsa o var.

Araştıran
19. December 2014, 11:35 PM
öncelikle secdenin manasının ne olduğu konusunda ihtilafımız var.

Bir önceki sayfada
şöyle açikladim:

*

çenelerinin üstüne düserler, yahırrûne lil ezkân... (17:109)

Görüldügü gibi
خر düsmek demek, yikilmak, yigilivermek, çökmek.
Secde kelimesiyle birlikte kullanildiginda anlam
yere kapanmak oluyor:

çenelerinin üstüne yere kapanirlar, yahırrûne lil ezkâni succedâ (17:107)

Gözle görülen bi sey bu. Yani bi insanin çeneüstü yere kapanmasi gözle görülen bi seydir.
Dahasi, az ya da çok, yüzde iz birakir:

onlarin yüzlerindeki isaret secde izidir, sîmâhum fî vucûhihim min eseris sucûd (48:29)

Önce bu lafzî anlam.
SECDE itaattir, teslimiyettir seklindeki yorumlar
ondan sonra gelir.

*

Size göre madem ihtilaf halindeyiz,
lütfen açiklayin muhalefetinizi.
Açiklayip kanit getirme görevini yalnizca bana yüklemeyin.

Yukardaki açiklamamda
hiç bi hadis yok;
ayetler var,
Allah ne diyorsa o var.

"Bu ayetlerde geçen SECDE insanin yüzünde iz birakmaz" deyin,
"SECDE gözle görülmeyen bi seydir" deyin,
"SECDE yere kapanmak degildir ve bu suretle yüzde iz olusmasi degildir" deyin
ve iddianizi bu ayetlere dayanarak kanitlayin.

Yanlış anlamadıysam yukardaki ayetlere göre şunu demek istiyorsunuz:Boyun eğip,teslimiyet göstermeden önce mutlaka fiili bir eylem olması gerekir.Eğer bu böyleyse meleklerin secde etmesi ne anlama gelir peki meleklerde önce fiili olarak yeremi kapanmışlardır?Bitkiler ve ağaçların secdesine ne demeli?Gölgelerin,Güneşin,Ayın secdesi?
17.109 daki ayette secde kelimesi,kökü ve türevlerini göremiyorum.Secdeyle ne gibi bağlantısı var bunun?
17.107 de Hakkı yılmazın çevirisi şöyle boyun eğip teslimiyet göstererek çeneleri üstü
kapanırlar.
Benim arapça uzmanlığım yok ama çevirinin esası şuna dayanıyor.çeneleri üstüne kapattıktan sonra teslimiyet göstermiyorlar tam tersi teslimiyet gösterdikten sonra çeneleri üstüne kapanıyorlar.
Benim secde denildiği zaman aklıma gelen ilk şey boyun eğmek,teslimiyet göstermek,gerçek karşısında itaat etmektir.
Bakın secde kelime olarak yere kapanmak anlamında değildir.Ama bir insan acziyetini,teslimiyetini nasıl tiyatral bir şekilde gösterir diyorsanız yere kapanmak,çene üstüne lap diye düşmek tam bir teslimiyet,boyun eğmek ifadesidir derim.

Araştıran
19. December 2014, 11:40 PM
Büyük ihtimalle sizde salatın namaz olduğu kanısını secde, rüku, kıyam gibi kelimelerin anlamlarına göre çıkarıyorsunuz.

Nisâ 102 açik ve net.
Yüce Allah
Muhammed nebiye sesleniyor orda
ve diyor ki

Sen onlarin içinde olup SALÂT etmelerini saglarken
onlarin bir bölümü seninle
"kiyam"a dursunlar, silahlarini da yanlarina alsinlar;
"secde"den sonra arkaniza geçsinler.

1 kiyam + 1 secde.
Kisaltilmis SALÂT bu.

Yine hadis yok.
Ayet var.
Allah ne diyorsa o var.

Tamam hadis yok ayet var diyorsunuz güzel ama.Kıyam la secdenin namazı ifade ettiğini nerden bileceğiz.Yine çevresel etmenlere göre konuşuyorsunuz.Namazın rükunları demişler kıyam,rüku,secde demişler tamam eyvallah bittimi.Burda mutlaka bir kaynağa başvurulması gerek.Oda lügatlerdir.O yüzyılların lügatlerine bakmamız lazım,bu lügatlerden emin olmamız lazım.Hakkı beyin söylediğine bu durumda başka alternatif olmadığı için uymak zorundayız.Adam lisanül arab ve tacul arus dan bahsediyor ve burdaki lügat anlamlarınıda açıklıyor.Bunlara göre kıyam ın secdenin ve rüku nun esas anlamları ortaya çıkıyor.Mesela rüku nun lügattaki 4. anlamını ele alıyor ve diyorki eğer rüku bel bükmekse bir ayette rüku ederken zekat(yada infak tam hatırlayamadım)verenlerden bahsediyor.Eğer rüku bel bükmekse mesela bu nasıl mümkün olacak.Bilmiyorum anlatabildimmi?

Hasan Akçay
20. December 2014, 04:08 AM
Yanlış anlamadıysam yukardaki ayetlere göre şunu demek istiyorsunuz:Boyun eğip,teslimiyet göstermeden önce mutlaka fiili bir eylem olması gerekir.Eğer bu böyleyse meleklerin secde etmesi ne anlama gelir peki meleklerde önce fiili olarak yeremi kapanmışlardır?Bitkiler ve ağaçların secdesine ne demeli?Gölgelerin,Güneşin,Ayın secdesi?
17.109 daki ayette secde kelimesi,kökü ve türevlerini göremiyorum.Secdeyle ne gibi bağlantısı var bunun?
17.107 de Hakkı yılmazın çevirisi şöyle boyun eğip teslimiyet göstererek çeneleri üstü
kapanırlar.
Benim arapça uzmanlığım yok ama çevirinin esası şuna dayanıyor.çeneleri üstüne kapattıktan sonra teslimiyet göstermiyorlar tam tersi teslimiyet gösterdikten sonra çeneleri üstüne kapanıyorlar.
Benim secde denildiği zaman aklıma gelen ilk şey boyun eğmek,teslimiyet göstermek,gerçek karşısında itaat etmektir.
Bakın secde kelime olarak yere kapanmak anlamında değildir.Ama bir insan acziyetini,teslimiyetini nasıl tiyatral bir şekilde gösterir diyorsanız yere kapanmak,çene üstüne lap diye düşmek tam bir teslimiyet,boyun eğmek ifadesidir derim.

meleklerin secde etmesi ne anlama gelir...? Bitkiler ve ağaçların secdesine ne demeli? Gölgelerin, Güneşin, Ayın secdesi?

Kardes, konumuz
Nisâ 101-104'teki "secde"dir,
onunla ilgisi olmayan ayetlerdeki secde degil.

O yüzden örnegin konumuz
insanlarin "secde"sidir;
meleklerin secdesi degil.
agaçlarinki hiç degil.

Bu basit gerçegi göz önünde tutarsak
sözü "Peki meleklerin secdesine ne buyrulur; bitkilerin ve agaçlarin secdesine ne buyrulur; gölgelerin, günesin, ayin secdesine ne buyrulur?" gibi varoluşsal anlamdaki "secdeler"e saptirmayiz. Çünkü inanmis kimseleriz biz, iyi niyetliyiz; pürüz çikarmak için konusmayiz.

Benim secde denildiği zaman aklıma gelen ilk şey boyun eğmek, teslimiyet göstermek, gerçek karşısında itaat etmektir.

Konumuz
cephe denen savas ortamindaki "secde"dir,
orman denen baris ortamindaki secde degil,
meleklerin bulundugu ortamlardaki secde hiç degil.

Bu basit gerçek es geçilmezse bilinir ki
cephe denen can pazarinda egitim ögretim olmaz, o namevcut seyle verilen bi buyruk olmaz,
kendisi namevcut bi buyruga boyun egmek olmaz.

Bakın secde kelime olarak yere kapanmak anlamında değildir.

Allah ne diyorsa o.
Feth 29'da yüzlerdeki "secde izi"ne yollama yapiyor Allah, eseris sucûd.

SECDE yüzüstü yere kapanmak anlamina gelecek ki
o izler olusabilsin, degil mi.

şunu demek istiyorsunuz: Boyun eğip teslimiyet göstermeden önce mutlaka fiili bir eylem olması gerekir.

Hayir, öyle bi öncelik sirasindan söz etmiyorum. YERE KAPANMAK anlaminda secde var mi yok mu, ondan söz ediyorum. Bakar misiniz, o ayetlerde "secde"nin yüzlerde biraktigi izlere atif var. YERE KAPANMAK anlaminda secde edilmis ki yüzlerde o izler olusmus.

Önce bu gerçegi görecegiz. Sonra bundan ille bi ikna olus ya da itaat çikarimi yapacaksak ONDAN SONRA yapacagiz. Ama ille diyorum çünkü o mecazdir, o çikarimin yapilmasi sart degil. Hatta yanlistir.

Örnegin
"Nisâ 101-104'teki SECDE egitim ögretim adina verilen buyruga itaat"tir iddasi yanlistir.
Yukarda belirtmeye çalistim.

Rica ettim, secdenin yüzlerde biraktigi izlere itiraz edin ve itirazinizi ANILAN AYETLERE dayanarak kanitlayin. Ricami tekrarliyorum. Sözlüklere dayanarak degil o AYETLERE dayanarak kanitlayin. Çünkü sözlüklerde sayin Hakki Yilmaz'in işine gelmeyen anlamlar örnegin YERE KAPANMAK (prostration) da bulundugu halde sayin Yilmaz o anlamlari DIŞLAYIP istemese de sözlükleri istismar ediyor.

*

Buraya kadar meramimi anlatabildiysem
devam edeyim, Allah isterse.

Araştıran
21. December 2014, 12:28 AM
Fazla yer kaplamasın diye alıntı yapmıyorum.@Hasan Akçay Rica nızda belirtmişsiniz Hakkı Yılmaz işine gelmeyeni almıyor diye?Yani kitabına uydurmayamı çalışıyor diyorsunuz?Benim takip ettiğime göre ve kafama takılan yerleri tebyinden baktığıma göre orda ihtilaflı konularda lügatın ismini veriyor (1) verilen anlamları maddeler halinde sıralıyor (2) Sonra uygun gördüğü maddeyi neye göre uygun gördüğünüde diğer ayetlerle karşılaştırarak ispat ediyor (3).Ben vallahi gördüğümü söylüyorum.Ah keşke lisanül arab,tacul arus gibi sözlüklerin türkçesi olsada hemen alsam.Heee ayrıca bir şey daha ekleyeyim benim şu kıt kafamla anladığıma göre sözcüklerin temel anlamını veriyor.Mesela şöyleki Allah hiçbir zaman gökten yeni kelime indirmiyor,varolan kelimelerle en basit insanın anlayacağı şekilde indiriyor.(Zaten bu kuran ın açıklık ilkesinede uygun).Bir örnek vermek gerekirse Salat sözcüğü o zamanlar kullanılan bir kelime ve bedeviler kendi aralarında uyluklamak olarak kullanıyor.Fakat Salat namaz olarak anlamlanınca bu adamların anlamasını beklermiydiniz.Kimseyi savunmuyorum burda ama Hakkı beyi dinliyorum ve herşeyide sindirmiyorum,mesela Zulkarneyn konusundaki tevili bana uçuk geliyor,zorlama geliyor.

Fers
21. December 2014, 02:23 AM
cihad, cehd kökünden...
cehd, çaba/güç/kuvvet sarfetme/gayret.. .


tevbe/41
infiruu hıfaafaa ve sikaalaa ve CAAHİDUU bi emvaalikum ve enfusikum fii sebiil allah.../
hafif ve ağır, gidip kendileri ve mallarıyla Allah yolunda çabalayacaklar/cihad...

tevbe/42
lev kaane arada kariibaa ve SEFERaa kaasıdaa lettebeuuk../
kolay lokmalı bir SEFER hatrına tabi olanlar...

sefer denecekse "SEFER" deniliyor, "DARABE" değil...


nisa/71
yaa eyyuhaa elleziine amenuu.../

huzuu HIZRaakum feNFİRUU subaatin evinfiruu cemiiaa.../
KORUMAlarınızı alın sonra GİDİN bölük bölük yada topluca...

nisa/76
elleziine amenuu yuKAATLuun fii sebiil allaah.../ kabullenenler Allah yolunda KATLederler,
ve elleziine keferuu yuKAATLuun fii sebiil et taaguut.../ inkarcılar taagut yolunda KATLederler...
fe KAATLuu evliyaa eş şeytaan.../ sonra şeytanın velilerini KATLedin...

nisa/84
fe KAATL fii sebiil alaah.../ Allah yolunda KATLET...

amaç katl ise emr belli, ifade KATL, "DARABE" değil...


.

Fers
21. December 2014, 02:25 AM
mücahid nedir, cehd/cihad eden, çaba sarfeden/çabalayan...


nisa/94
yaa eyyuhaa elleziine amenuu izaa darabtum fii sebiil allah.../

bu ayeti kendinden önceki konuya bağlayan bir bağlaç yok...
ayet başindaki ifade yeni bir sesleniş, Allah yolunda dolaşan kabullenmişlere...

fe tebeyyenuu.../ artık açıklayın...

neyi...


nisa/95
laa yesteviil KAAIDUUN minel mu miniin gayru uliid darari.../ bir değil, muminlerden gerekçesi olmadan OTURANLAR
ve.../ ile
el MUCAAHIDUUN fii sebiil allaah bi emvaalihim ve enfusihim.../ Allah yolunda mallarıyla ve kendileri ÇABALAYANLAR...

ayet 94 teki "Allah yolunda dolaşanlar(darabtum)" ile 95 teki "Allah yolunda çabalayanlar(mucaahiduun)" aynıdır...
konu "oturanlar/KAAIDUUN ile Allah yolunda çabalayanlar/MUCAAHIDUUN"...

ve laa tekuuluu li men elkaa ileykumus selaam leste mu minaa tebteguun aradal hayaatid dunyaa...

savaşla, kavgayla gürültüyle ilgisi yok...
onların çabası evlerinde oturmak yerine Allah yolunda dolaşma/darabe, darabenin amacı açıklama, o açıklama iqame es salaat tır...

nisa 101
ve izaa darabtum fiil ard fe leys aleykum cunaahun en taksuruu mines salaat in hıftum en yeftinekum elleziin keferuu...


94 teki darabe/dolaşma nın amacı 95 te açıklanan Allah yolunda çabalamadır, o çabanın amacı açıklamadır,
101 deki yeryüzünde dolaşmanın gerekçesi gerektiğinde kısa kesilebilen salattır,
o salat 94 teki açıklamadır...
açıklama, kendilerine sen mu min değilsin denilmeyecek olan "men elkaasselaam" içindir..





.

Fers
21. December 2014, 02:25 AM
bir şeyin sana bakan tarafı o şeyin yüzüdür, iz yüzde olmaz temas eden yerde olur, alın ise alın, çene ise çene, burun ise burun...

yusuf/100
ve refea ebeveyh alel arşı ve HARRUU lehu SUCCEDAA.../
buradaki ebeveynlerin yaptıkları nedir, kim içindir, izden bahsetmiyor, izleri var mıdır...
kısaltılmışın kısaltılmış olmayanı nasıldır...


Meryem/59
fe halefe min ba dihim halfun edaaus salaat ve ittebeuuş şehevaat .../ onlardan sonraki halefleri salatı yitirip, arzularına uydular...

hud/87
kaaluu yaa şuaybu e salaatuke te muruke en netruke maa ya budu aabaaunaa ev en nef ale fii emvaalinaa maa neşaa.../
şuayb ın salatıdır emreden, atalarının kul olduklarını terketmelerini ve mallarında dilediklerini yapmamalarını...

bakara/43
ve eqiimuu es salaat ve atuu ez zekaat.../ salat ı iqamedir arınmış hale getiren...

hud/114
ve ekımis salat tarafeyin nehari ve zulefen minel leyli, innel hasenati yuzhibnes seyyiati zaalike zikraa liz zaakiriin.../
gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde iqame edilen salat, kötülükleri gideren iyiliğin öğüdüdür...

fatir/18
...innema tunziru ellezine yahşevne rabbehum bil gaybi ve EQAAMUUS SALAAT.../...sen ancak rabblerine karşı gaybde haşyet duyan ve SALATI İKAME edenleri uyarırsın...
yasin/11
innema tunziru men İTTEBEAZ ZİKR ve haşiyer rahmane bil gaybi.../ sen o ZİKRE UYAN ve gaybde rahman a haşyet duyanı uyarırsın...


salaat,
arzulara uymamaktır,
kullukları terkedip mal a bağımlığı bırakmayı emreden...

iqaame es salaat,
arınmış hale gelmektir,
zikre uymaktır,
kötülükleri gideren iyiliğin öğüdüdür...



.

dost1
21. December 2014, 02:56 AM
Selamun aleyküm,

öncelikle secdenin manasının ne olduğu konusunda ihtilafımız var.

Bir önceki sayfada
şöyle açikladim:

*

çenelerinin üstüne düserler, yahırrûne lil ezkân... (17:109)

Görüldügü gibi
خر düsmek demek, yikilmak, yigilivermek, çökmek.
Secde kelimesiyle birlikte kullanildiginda anlam
yere kapanmak oluyor:

çenelerinin üstüne yere kapanirlar, yahırrûne lil ezkâni succedâ (17:107)

Gözle görülen bi sey bu. Yani bi insanin çeneüstü yere kapanmasi gözle görülen bi seydir.
Dahasi, az ya da çok, yüzde iz birakir:

onlarin yüzlerindeki isaret secde izidir, sîmâhum fî vucûhihim min eseris sucûd (48:29)

Önce bu lafzî anlam.
SECDE itaattir, teslimiyettir seklindeki yorumlar
ondan sonra gelir.

*

Size göre madem ihtilaf halindeyiz,
lütfen açiklayin muhalefetinizi.
Açiklayip kanit getirme görevini yalnizca bana yüklemeyin.

Yukardaki açiklamamda
hiç bi hadis yok;
ayetler var,
Allah ne diyorsa o var.

"Bu ayetlerde geçen SECDE insanin yüzünde iz birakmaz" deyin,
"SECDE gözle görülmeyen bi seydir" deyin,
"SECDE yere kapanmak degildir ve bu suretle yüzde iz olusmasi degildir" deyin
ve iddianizi bu ayetlere dayanarak kanitlayin.

Secde insanın yüzünde iz bırakmaz.
Secde insanın dışa vurduğu davranışlarla gözlemlenebilen birşeydir.
Secde yere kapanmak değildir ve bu suretle de yüzde iz oluşması değildir.

Secde; teslim olma, boyun eğme anlamında kullandığımız sözcüğün ilk ortaya çıkışı, “devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu kösmesi/eğmesi” ve “meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi” anlamındadır. (Lisan ül Arab; c:4, s:497)

"Secde"nin insan yaşamındaki yeri ise kişinin, bilinçli olarak bir başkasına teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması” demektir ki, bu tür secde, insanların davranışlarının dışa vurumu olan işaretlerden, göstergelerden, nişanlardan belli olur.

Fetih 29 da:"...siymahüm fiy vücuhihim min eserissücudi zâlike meselühüm fiytTevrati, ve meselühüm fiyl’İnciyli kezerın ahrece şat’ehu feazerehu festağleza festeva alâ sukıhi yu’cibüzzürraa liyeğıyza bihimülküffar..."

"...Onların Allah'a teslimiyetlerinden nişanları, tüm varlıklarında/ her taraflarında belli olur. Bu, onların Tevrât'taki örnekleridir. Onların İncîl'deki örnekleri de, filizini yarıp çıkarmış, sonra onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, sonra da gövdesi üzerine dikilmiş bir ekin gibidir. Bu, ziraatçıların da hoşuna gider..."


Vech,her şeyin önü, görünür yanına denilir. İnsanın bedeninde ilk göze çarpan kimliğinin bilinmesine yarayan belirleyen olması nedeni ile varlığın kendisini temsil ettiğinden, zât anlamında da kullanılır. Lütfen aşağıdaki âyetlere bakınız.
Abese:38-42; Kıyamet:22-25; Yûnus: 26-27; Zümer:60; Ğâşiye:2-10;
Âl-i İmrân:106-107; Kasas:88; Rahman:27;İnsan:9; A'raf:29;Rum:30,
Yunus:105; Bakara:148

"Sima" sözcüğü bir şeyi istemek,istediğine gitmek anlamındaki "sin-vav-mim" kök harflerinden türetilmiş istediği yönde göstergeler,alametler,nişaneler anlamındadır.
Bu alâmetler de istedikleri, istediklerine ulaşmak için sergilediği davranışlardır. Bu davranışları belirleyecek olan da kişinin neye secde ettiği ile doğru orantılıdır.
Allah'a secde eden/ Allah'a teslim olan, boyun eğen, otoritesi dışına çıkmayanın eseri, vechlerinde/tüm varlıklarındaki siması/alametleri,göstergeleri,nişaneleri “mü'minlik,müttekilik”,Allah dışında "dunillaha“ secde eden/teslim olan,boyun eğen, otoritesi dışına çıkmayanın eseri, vechlerinde/tüm varlıklarındaki siması/alametleri,göstergeleri,nişaneleri "kâfirlik-facirlik” olacaktır.


Bakara;273: "Lil fukarailleziyne uhsıru fiy sebiylillâhi la yestetıy'une darben fiyl Ardı, yahsebühümül cahilü ağniyae minet teaffüf ta'rifühüm bi siymahüm la yes'elunen Nase ilhafa ve ma tünfiku min hayrin fe innAllahe bihi ‘Aliym"

Allah yolunda harcamanız, yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremeyen kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirler için olsun. Utangaçlıklarından, bilmeyenler, onları zengin sanırlar.
–Sen onları alametlerinden,göstergelerinden,nişanelerinden tanırsın.–
Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Ve siz, hayırdan neyi harcarsanız, biliniz ki, şüphesiz Allah, onu çok iyi bilendir.

Muhammed;30: "Velev neşau le ereynakehüm fele areftehüm bisiymahüm ve leta'rifennehüm fiy lahnil kavl vAllahu ya'lemu a'maleküm"

Eğer Biz dileseydik, kesinlikle onları sana gösterirdik de. Sonra da sen onları alametlerinden,göstergelerinden,nişanelerinden tanırdın. Yine de sen, onları sözlerinin üslubundan kesinlikle tanırsın. Allah ise işlerinizi bilir.

Rahman;41: "Yu'reful mücrimune bi siymahüm feyü'hazü binnevasıy vel'akdam"

Suçlular, alametlerinden,göstergelerinden,nişanelerinden tanınır da alınlarından ve ayaklarından tutuluverirler.

Asla unutulmaması gereken;türetilen bütün sözcüklerin, türetildikleri kök anlamı yitirmedikleri gerçeğidir.


Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

Hasan Akçay
21. December 2014, 03:37 AM
Secde insanın yüzünde iz bırakmaz.
Secde insanın dışa vurduğu davranışlarla gözlemlenebilen birşeydir.
Secde yere kapanmak değildir ve bu suretle de yüzde iz oluşmuş değildir.

Inananlar lütfen bi denesinler.

ALLAH'IN ÖNÜNDE olduklarinin bilinciyle secdeye varsinlar aglayarak, yebkûne. Bu onlarin "huşû"unu artiracaktir, yezîduhum huşûâ. O huşûyla bastirsinlar yüzlerini haliya, kuma, çimene... ta ÇENELERI degene kadar, ezkân.

Ve aynaya baksinlar. Alinlarinda bi kizarma, bi iz olusmus mu olusmamis mi.

SECDE yere kapanmak olmasaydi
yere kapanmaksizin yüzde* secde izi olusur muydu,
eseris sucûd?

*

Bildiklerini paylasan dostlara saygi ve tesekkür.

Ben burada müzakereden çekiliyorum.
Çünkü söylemek istedigimi söyledim; bundan sonrasi TEKRAR olacak.
Yararsiz, gereksiz.

Örnegin asagida ÖRNEGIN diye dile getirilen husus bi tekrardir.
Kendisinin yarari oldu mu ki tekrarinin yarari olsun:

ÖRNEGIN Nisâ 101-104'te anlatilan olay
kafirlerin bir saldirisla inananlarin üstüne çullanmasinin beklendigi cephede geçiyor.
Dolayisiyla, o can pazarinda yerine getirilen SALÂT egitim ögretim olamaz.

Tekraren:

Konumuz
cephe denen savas ortamindaki "secde"dir,
baska ortamlardaki secde degil.

Bu basit gerçek es geçilmezse bilinir ki
cephe denen can pazarinda EGITIM ÖGRETIM olmaz, o namevcut seyle verilen bi buyruk olmaz.
Yine de sayin Hakki Yilmaz "fe iza secedû"ya boyun eğdiklerinde [ikna olduklarında] diyor.
Oysa namevcut bi buyruga boyun egilemez;
anilan müminler o can pazarina geldiklerine göre zaten ikna olmuslar, onlarin ikna olmaya ihtiyaçlari yok.

Gerçekten sözün bittigi yere gelinmis,
söz bitmis.

______________________________________


*Bazi iletileri bu yazimi astiktan sonra gördüm. Onlardan birinde "vech"in YÜZ olmadigi öne sürülüyor. Öyledir elbet ama bizim secde izleri anlaminda "eseris sucûd"dan söz ederken atifta bulundugumuz ayetlerde VECH "yüz"dür.

onlarin yüzlerinde secde izlerinden isaretler vardir, sîmâhum fî vucûhihim min eseris sucûd (Feth 29)
çene üstü yere kapanirlar, yahırrûne lil ezkâni succedâ (Isrâ 107)

Çene üstü = yüz üstü.

Çünkü
çene yüzdedir.

SECEDE yalnizca çene ile SINIRLI bi hareket olamaz,
alni ve burnu da kapsar.

dost1
21. December 2014, 08:25 PM
Selamun aleyküm,

Değerli kardeşlerim,

Secde sözcüğünün yere kapanmak olup olmadığını görebilmek için "noktalı ha-r-r" kök harflerinden türeyen Kur'an 'da harra harru,tehırru,yehırru,yehurrıne şeklinde geçen kavramları daha iyi anlayabilmek için bu sözcüklerin geçtiği âyetleri birlikte görelim.

A'raf;143:Ve lemma cae Musa limiykatina ve kellemehu Rabbuhu, kale Rabbi eriniy enzur ileyKe, kale len teraNiy ve lakininzur ilelcebeli feinistekarre mekanehu fesevfe teraNiy* felemma tecella Rabbuhu lilcebeli cealehu dekken ve harra Musa saıka* felemma efaka kale subhaneKe tübtü ileyKe ve ene evvelül mu’miniyn

Harra Musa saika: Musa'nın baygın olarak yere düşmesi belirtiliyor.

Nahl;26:Kad mekeralleziyne min kablihim feetAllahu bünyanehüm minel kavaıdi feharra aleyhimüs sakfü min fevkıhim ve etahümül azâbü min haysü la yeş'urun

Bünyanehüm minel kavaıdi feharra: Binaların temellerinin düşüp çöküp,dağılışı belirtiliyor.

Sebe;14:Felemma kadayna aleyhil mevte ma dellehüm alâ mevtihi illâ dabbetül’ Ardı te'külü minseeteh felemma harra tebeyyenetil cinnü en lev kânu ya'lemunel ğaybe ma lebisû fiyl azâbil mühiyn

Dabbetül’ Ardı te'külü minseeteh felemma harra:Ağaç kurdu asayıyı yeyince asanın yere düşmesi belirtiliyor.

Hacc;31:Hunefae Lillahi ğayre müşrikiyne bih ve men yüşrik billahi fekeennema harra mines Semai fetahtafühüttayru ev tehviy bihir riyhu fiy mekanin sehıyk

Ve men yüşrik billahi fekeennema harra mines Semai fetahtafühüttayru: Allah'a şirk koşanların semadan düşüşü ve uçanların onu kapması belirtiliyor,

Sad;24:Kale lekad zalemeke bi süali na'cetike ila niacih ve inne kesiyren minel huletai leyebğıy ba'duhüm alâ ba'dın ilelleziyne amenu ve amilüs salihati ve kaliylün mahüm ve zanne Davudu ennema fetennahu festağfere Rabbehu ve harra rakian ve enabe

Ve zanne Davudu ennema fetennahu festağfere Rabbehu ve harra rakian ve enabe: Davud sınandığını anlayarak Rabbine yönelişi,sığınışı ve raki olarak kendini yere atıp,düşürüp,yere kapanması belirtiliyor.


Yusuf;100:Ve refea ebeveyhi alel Arşi ve harru lehu sücceda ve kale ya ebeti hazâ te'viylü ru'yaye min kabl kad cealeha Rabbiy Hakka ve kad ahsene biy iz ahreceniy minessicni ve cae biküm minel bedvi min ba'di en nezeğaşşeytanu beyniy ve beyne ıhvetiy inne Rabbiy Latıyfün lima yeşa' inneHu Huvel Aliymul Hakiym

Ve refea ebeveyhi alel Arşi ve harru lehu sücceda: Burada da Yusuf'un,anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükselttiği ve hepsinin succeda/ boyun eğip teslimiyet göstererek o'nun için yere düşüşleri yere kapanmaları belirtiyor.


Meryem;58:Ülaikelleziyne en'amAllahu aleyhim minen Nebîyyiyne min zürriyyeti Ademe ve mimmen hamelna mea Nuh ve min zürriyyeti İbrahiyme ve İsraiyle ve mimmen hedeyna vectebeyna iza tütla aleyhim ayaturRahmani harru sücceden ve bükiyya

İza tütla aleyhim ayaturRahmani harru sücceden ve bükiyya:Burada da Onların/Allah'ın kendine nimet verdiklerinin kendilerine Rahmân'ın/yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın âyetleri okunduğu zaman bukiyye/ağlayarak ve secde/boyun eğip teslimiyet göstererek harru/yere düştükleri kapandıkları belirtiliyor.

Secde;15: İnnema yu'minu bi ayatinelleziyne iza zükkiru biha harru sücceden ve sebbehu bi Hamdi Rabbihim ve hüm la yestekbirun

İnnema yu'minu bi ayatinelleziyne iza zükkiru biha harru sücceden: Burada da Mü'minlerin Allah'ın âyetleri okunduğu zaman Allah'a olan secdelerini/boyun eğip teslimiyet göstermelerini kendilerini yere atarak,kapanarak gösterdikleri nelirtiliyor.

Meryem;90:Tekadüs Semavatu yetefettarne minhu ve tenşakkul Ardu ve tehırrulcibalü hedda

Burada da Semaların çatlayacağı,arzın yarılacağı, dağların parçalanarak düşeceğin belirtiliyor.

Furkan;73:Velleziyne iza zükkiru bi ayati Rabbihim lem yehırru aleyha summen ve umyana

Burada Rablerinin âyetleri hatırlatılan kişilerin körler ve sağırlar olarak yere düşüp,yere kapanıp kalmayacakları belirtiliyor.

İsra;107: Kul aminu bihi ev la tu'minu innelleziyne utül ılme min kablihi iza yütla aleyhim yehırrune lil ezkani sücceda

Burada da kendilerine ilim verilenlerin Kur’ân okunduğunda, Allah'a olan secdelerinden/ boyun eğip teslimiyet göstermelerinden dolayı ezkani/çeneleri üstü yere düşerek yere kapandıkları belirtilmektedir.

İsra;109:Ve yehırrune lil ezkani yebkûne ve yeziyduhüm huşua

Burada da Kur'an okunduğunda Allah'a huşu/bilgiye dayalı derin saygı içerisinde olanların yebkune/ağlayarak ezkani/çeneleri üzerine yehırrune/düştükleri yere kapandıkları belirtiliyor.

Âyetlerde de açıkça görüldüğü gibi yere düşüp kapanma; "harra, harru, tehırru, yehırru, yehurrıne" sözcükleri ile belirtilmektedir.

Âyetlerden düşmenin yere kapanmanın nasıllığı da ezkani/çeneleri, ebkune/ağlayarak,summen/sağırlar, umyana/körler,yetefettarne/ çatlama, tenşakkul/yarılma, hedda/parçalanma,huşu/bilgiye dayalı derin saygıdan olduğu belirtilmektedir.

Âyetlerden düşmenin yere kapanmanın ("harra, harru, tehırru, yehırru, yehurrıne") gerekçesinin de Allah'a secdeden/bilinçli olarak Allah'ı; teslim olacak, boyun eğilecek tek otorite kabul etmekten kaynaklandığı görülmektedir.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

galipyetkin
21. December 2014, 08:42 PM
En'am :115-"Ve Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek biri yoktur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

Ayette Rabbimizin kelimeleri “tam, mükemmel, doğru, adil, değiştirilemez söz” olarak nitelenerek onların eksiklikten, eleştirilmekten uzak olduğu da beyan edilmiş olmaktadır.(Hakkı Yılmaz)

Bu durumda eğer Kitap'taki "salatı" namaz, "salatı ikâme"yi de namaz kılmak olarak tercüme ediyorsanız o zaman Ahzab-43 ve 56. ayetlere göre Allah ve meleklere peygamber için namaz kıldırmanız, sizin de Peygambere namaz kılmanız gerekmektedir.

Çene üzerine secde.
Allah aşkına siz hiç böyle bir akrobasi yapanı hiç gördünüz mü? Ben yer hareketleri yapan Rus atlet kızlarının minderde bir hareket dizisinden başka bir hareket dizisine geçişte upuzun yatarak çenesini yere dayayıp ileri bakarak durak hareketi olarak yaptığını hatırlıyorum.

Ama Allah'ın kelâmlarını dinlerken dinleyenlerin, dinlediklerinin doğruluğundan ve haşmetinden başlarının öne eğildiğini-çenelerinin göğüslerine düştüğünü yani bir secde olduğunu ama bunu başın secdesi olarak gördüm.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

dost1
21. December 2014, 11:17 PM
Selamun aleyküm,


Inananlar lütfen bi denesinler.

ALLAH'IN ÖNÜNDE olduklarinin bilinciyle secdeye varsinlar aglayarak, yebkûne. Bu onlarin "huşû"unu artiracaktir, yezîduhum huşûâ. O huşûyla bastirsinlar yüzlerini haliya, kuma, çimene... ta ÇENELERI degene kadar, ezkân.

Ve aynaya baksinlar. Alinlarinda bi kizarma, bi iz olusmus mu olusmamis mi.

SECDE yere kapanmak olmasaydi
yere kapanmaksizin yüzde* secde izi olusur muydu,
eseris sucûd?

Müslümanım diyenin secdesi/teslim olup, boyun bükerek, yaşamındaki her tür eylemde belirleyici tek otoritesi sadece Allah'a olur. Müslüman secde ettiği Allah'a tazarruan yakarırken duyacağı haşyetle kendisini yere atabilir,yere kapanabilir(harru). Bu durumda yere kapananın bedeninde kapanılan yerin bıraktığı etkilerden olarak;dizinde ve başın yere değen kısımlarında kızarıklıklar olabilir. Aynaya bakıldığında da görülür.

Allah'a secde edenin eseri;yere kapanmanın(harru) etkisinden kaynaklanan kızarıklıklardan değil ancak, sergilediği davranışlarından görülür.

Çoğulu asâr olan eser, birşeyin varlığını gösteren alâmettir. Araplar devenin ayağına, yürüdüğünü belirten bir alâmet yaptıklarında(çan, zil vb) bu sözcüğü kullanırlar. Yine başkalarına aktaracakları yazılı belgeler için ve hareketler, huylar gibi vasıflar için de bu sözcüğü kullanırlar.

İsterseniz "e-peltek se-re" kök harflerinden türetilen " aser, yu'ser, asere, tü'sirune, yü'sirune, asar, yesiyru,asari, eseriy" sözcüklerinin [Kur'an'da geçtiği âyetlere bakalım:

Naziat;38:Ve aserelhayateddünya

Müddessir;24:Fekale in hazâ illâ sıhrun yu'ser

Yusuf:91:Kalu tAllahi lekad aserekâllahu aleyna ve in künna le hatıiyn;

A'lâ;16:Bel tü'sirunelhayateddünya

Ahkaf;4:Kul eraeytüm ma ted'une min dunillahi eruniy ma zâ haleku minel Ardı em lehüm şirkün fiys Semavat iytuniy bi Kitabin min kabli hazâ ev esaretin min ılmin in küntüm sadikıyn

Haşr;9: Velleziyne tebevveüddare vel'iymane min kablihim yuhıbbune men hacere ileyhim ve la yecidune fiy sudurihim haceten mimma utu ve yü'sirune 'alâ enfüsihim velev kâne bihim hasasatun, ve men yuka şuhha nefsihi feülaike hümülmüflihun

Hadid;27: Sümme kaffeyna 'alâ asarihim biRusuliNa ve kaffeyna bi'Iysebni Meryeme ve ateynahul'İnciyle ve ce'alna fiy kulubilleziynettebe'uhu re'feten ve rahmeten, ve rehbaniyyetenibtede'uha ma ketebnaha 'aleyhim illebtiğae rıdvanillahi fema raavha hakka ri'ayetiha feateynelleziyne amenu minhüm ecrehüm ve kesiyrun minhüm fasikun

Mü'min;21: Evelem yesiyru fiyl Ardı feyenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne kânu min kablihim* kânu hüm eşedde minhüm kuvveten ve asaren fiyl Ardı feehazehümullahu bi zünubihim ve ma kâne lehüm minAllahi min vak;

Rum;50: Fenzur ila asari rahmetillahi keyfe yuhyil Arda ba'de mevtiha inne zâlike le muhyil mevta ve Huve alâ külli şey'in Kadiyr

Saffat;70: Fehüm alâ asarihim yühreun

Ta Ha;84: Kale hüm ülai alâ eseriy ve aciltü ileyke Rabbi literda

Yasin;12: inna nahnu nuhyilmevta ve nektübü ma kaddemu ve asarehüm ve külle şey'in ahsaynahu fiy imamin mübiyn

Âyetlere baktığımızda insan bedeninde oluşan kızarırklıklarla "eser" sözcüğünün hiç bir ilgisinin olmadığı görülür.


Bildiklerini paylasan dostlara saygi ve tesekkür.

Ben burada müzakereden çekiliyorum.
Çünkü söylemek istedigimi söyledim; bundan sonrasi TEKRAR olacak.
Yararsiz, gereksiz.

Örnegin asagida ÖRNEGIN diye dile getirilen husus bi tekrardir.
Kendisinin yarari oldu mu ki tekrarinin yarari olsun:

ÖRNEGIN Nisâ 101-104'te anlatilan olay
kafirlerin bir saldirisla inananlarin üstüne çullanmasinin beklendigi cephede geçiyor.
Dolayisiyla, o can pazarinda yerine getirilen SALÂT egitim ögretim olamaz.

Katkılarınız için ben de size saygılarımı sunuyorum. Rabbim,cümlemizin de ilmini artırsın.

Tekrarın gereği olmadığını belirtip can pazarında salatın eğitim öğretim olamayacağına yeniden vurgu yapmışsınız.
Ben de: Sefer halinde olan bir topluluk, her an yapılabilecek bir saldırı olasılığı varken bile önlemlerini alarak, ortamın durumuna uygun olan eğitim ve öğretimi; İçerisinde bulundukları durumu da göz önünde bulundururarak, kısaltarak yapabileceklerini söylemiş olayım.


Tekraren:

Konumuz
cephe denen savas ortamindaki "secde"dir,
baska ortamlardaki secde degil.

Bu basit gerçek es geçilmezse bilinir ki
cephe denen can pazarinda EGITIM ÖGRETIM olmaz, o namevcut seyle verilen bi buyruk olmaz.
Yine de sayin Hakki Yilmaz "fe iza secedû"ya boyun eğdiklerinde [ikna olduklarında] diyor.
Oysa namevcut bi buyruga boyun egilemez;
anilan müminler o can pazarina geldiklerine göre zaten ikna olmuslar, onlarin ikna olmaya ihtiyaçlari yok.

Allah'a secde etmeyen/teslim olup, boyun bükerek, yaşamındaki her tür eylemde belirleyici tek otoritenin Allah olduğunu idrak etmeyen birisinin Allah'ın Resulu'nun çıktığı seferde ne işi olabilir. Kur'an'da, yalandan secde ettiğini belirtenler (münafıklar) sefere çıkmadıkları için kınanırlar.
Allah Resulu ile sefere çıkan kişi de sefer sırasındaki salat sırasında Allah Resulunce söyleneceklere boyun eğip teslim olmalı ki, söylenenleri davranışa dönüştürür duruma gelsin.
Can pazarına gelenler coşmak ister imanlarını artırmak ister. Yapılacak salat ile İmanlarının artmasına yönelik eğitim öğretimin yapılması sefere katılanların moralini savunma ve saldırı isteklerinin doruğa ulaşmasına neden olur.


Gerçekten sözün bittigi yere gelinmis,
söz bitmis.

Gerçekten de söylenecek olanlar söylenmiş. Bundan sonrası müzakerecilerce bilinenlerin yinelenmesinden öteye geçmez.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

Hasan Akçay
22. December 2014, 03:59 AM
Allah Resulu ile sefere çıkan kişi de sefer sırasındaki salat sırasında Allah Resulunce söyleneceklere boyun eğip teslim olmalı ki, söylenenleri davranışa dönüştürür duruma gelsin.
Can pazarına gelenler coşmak ister imanlarını artırmak ister. Yapılacak salat ile İmanlarının artmasına yönelik eğitim öğretimin yapılması sefere katılanların moralini savunma ve saldırı isteklerinin doruğa ulaşmasına neden olur.

Yine tekrar;
yani daha önce söyledigim gibi
yine tekraren söylüyorum,

yararsiz, gereksiz:

Güzel kardesim, cephede müminlerin moralini savunma ve saldiri isteklerini doruga ulastirmaniz sarttir, HAKKIYLA yerine getirmek zorundasiniz. KISALTIP eksik yerine getirirseniz savasi pesinen kaybedersiniz; intihar edersiniz ve kendinizle birlikte nice müminin kanina girer, kardes katili olursunuz.

Iste o yüzden can pazarindaki ISTEKLENDIRME salât degildir, olamaz.

Salâtin kisaltilmasi sakincaisizdir, lâ cunâhe;
isteklendirmenin kisaltilmasi ise intihardir.

ADI Kur'ân odakli dindarlik olan bi sitede bu tür yalan yanlis dolayisiyla Kur'ân'a ters seyleri mecburen okumaktansa konu degisip durum yatisincaya kadar forumdan uzak duracagim, Allah isterse.

Araştıran
29. December 2014, 09:34 PM
Yine tekrar;
yani daha önce söyledigim gibi
yine tekraren söylüyorum,

yararsiz, gereksiz:

Güzel kardesim, cephede müminlerin moralini savunma ve saldiri isteklerini doruga ulastirmaniz sarttir, HAKKIYLA yerine getirmek zorundasiniz. KISALTIP eksik yerine getirirseniz savasi pesinen kaybedersiniz; intihar edersiniz ve kendinizle birlikte nice müminin kanina girer, kardes katili olursunuz.

Iste o yüzden can pazarindaki ISTEKLENDIRME salât degildir, olamaz.

Salâtin kisaltilmasi sakincaisizdir, lâ cunâhe;
isteklendirmenin kisaltilmasi ise intihardir.

ADI Kur'ân odakli dindarlik olan bi sitede bu tür yalan yanlis dolayisiyla Kur'ân'a ters seyleri mecburen okumaktansa konu degisip durum yatisincaya kadar forumdan uzak duracagim, Allah isterse.

Kusura bakmayın ama kendi mantığınıza göre bir şey geliştiriyorsunuz,sonra bu böyle olamaz diye diye desteksiz iddialarda bulunuyorsunuz ve sonunda sitede yazılanların yalan,yanlış ve kurana ters olduğu tespitini yapıyorsunuz.Yazmayım yazmayım dedim ama dayanamadım.Sizin mantığınızın yerine birde ben bakış açımı sunayım öyleyse.Bir kere Can pazarındaki isteklendirme demişsiniz ben salatın kısaltmasında kullanılabilecek olan en uygun kelime brifing i kullanmak istiyorum daha öncede yazışmıştık anlamı kısa toplantı.Can pazarında müminlerin morali,saldırı isteği doruk noktasına çıkarılamaz bu mantıken hiç de akla uygun değildir o zaman sizin dediğiniz gibi bu belkide çok uzun sürer,bu yüzden böyle bir salat biçimi savaş esnasında olmamalıdır.Bu salat savaştan önce sonuna kadar yapılmalı ve müminlerin moral-motivasyonu en üst düzeye getirilmeli,savaş sırasındada tam kıvama gelen mücahidler brifingle daha önce almış oldukları eğitim perçinlenmelidir.Şimdi bu durumdada Kurana aykırı bir durum görebilecekmisiniz acaba merak ettim.Yazımın başındada belirttiğim gibi desteksiz iddialarınız bu durumda salat nedir diye sorduğum ilahiyatçılardan cevap olarak namazdır-duadır aldığımdan farksızsınız.

galipyetkin
30. December 2014, 01:52 PM
Sayın Araştıran.

Hasan Akçay'ın cevap vereceğini zannetmiyorum. İnşallah beni yanıltır.

Biz bu yazının ikinci sahifesinde "ne savaşı? Nereden çıkarıyorsunuz?" diyerek savaş ortamından bahsedenleri kınamıştık. Bunda kararlıyız. Bu ayetler savaş ortamında yapılması gerekenleri anlatmıyor. Savaş veya savaş ortamı ve cihat ve savaş seferini gerektiren bir durum yok.
Meselâ: Nisa-94. ayette "Allah için SEFERE çıktığınızda" denilen ayette "sefer" kelimesi yok.
Meselâ: Nisa-95 "sefer" kelimesi yok.
Meselâ: Nisa-101'de "yeryüzünde seferdeyken" diye geçen ifadede "seferdeyken" ifadesi yok.
Yani velhasıl ağızlarından salyalar akarak düşman arayan silahlı Müslümanlar yok, can pazarı, düşmanlarla sarılmış bir durum, silahlı çarpışmanın geçtiği bir savaş cephesi yok. Bu ifadeler sünnetçilerin kendi dinlerini dayandırdıkları "iki rekat" iddialarına dayanak bulma çabaları neticesi Allah'ın dinini bozmalarıdır.

Bakın Nisa-94. ayette "darabe" diye bir kelime var. Bu kelimeyi darb etmek/vurmak diye çeviriyorlar.Mesela darphanede metal pul üzerine bir vurgu ile iz bırakarak pulu paraya çevirmek. İşte biz de bu kelimeyi, kişinin kendi özelliklerinin/burada İslam Dininin dini bilgilerinin aktarımının karşısındakinde kalıcı iz bırakacak etkisi olarak da tercüme edebiliriz.
Şimdi de Nisa-98. ayeti okuyun. Bunlar "siz iman etmiş değilsiniz denemiyecek" olan mücbir/mecbur bırakan sebepten dolayı mesela kötürüm olup da ona bakan kızı veya eşi vs. gibi göç edememişleri düşünün. Allah Müslümanlığa yatkın bu kişileri Müslümanlığın gelişmelerinden, Allah kendi rahmetinden mahrum, kaderleriyle baş başa bırakır mı? Onlara bir yardım göndermez mi? Nisa-101. ayetini bir de bu bakış açısıyla değerlendirin.(Nisa-102 ve 103 hakkında bilahare yazmaya çalışacağım)

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Araştıran
30. December 2014, 10:20 PM
@galipyetkin Ben arap dili uzmanı değilim o yüzden hipotezinize karşılık veremeyeceğim.Fakat şöyle bir baktığımızda Yaşar nuri ve Hakkı Yılmaz beyde darabe nin savaşla ilgili olduğu kanısında.Şunuda biliyorum ki bir kelimenin anlamını öyle lap diye ordaki geçen ayete yada kuran dışıda olsa herhangibir cümleye yapıştıramazsınız.Bunu yeteri kadar incelemek gerekir.Başına-sonuna bakmak,anlam bütünlüğüne uyması,diğer cümlelerin veya ayetlerin perçinlemesi gibi konularda hassasiyet gereklidir.Nisa 94 yaşar nuri gaza demiş Hakkı Yılmaz sefer demiş bu fark var.95 de evet sefer yok.101 de yaşr nuri dolaştığınız zaman Hakkı yılmaz sefer demiş yine.101 de bir anlaşmazlık görülüyor sadece.Aklıma takılan şu yaşar nuri neden aynı darabeye bir yerde gaza demiş bir yerde dolaştığınızda demiş bunu kestiremedim.Hakkı yılmaz ikisindede sefer demiş bir çelişme yok yani.

dost1
31. December 2014, 12:28 AM
Selamun aleyküm,
Değerli Kardeşlerim tefekkürümüze ışık olabilmesi nedeniyle "darebe" ile ilgili bilgi paylaşmak istiyorum.
“Darb” sözcüğü, iyi bir müteşabih sözcük örneği olup, Lisan-ül Arab ve Tac-ül Arus’un beyanlarına göre yüzlerce farklı anlamda kullanılmaktadır.
“Darb” sözcüğünün hakikî manası; “Bir şeyin üzerinde bir şey oluşturmak” demektir. Bir şey üzerinde bir şey oluşturmanın ise doğal olarak bir çok yolu ve yöntemi olduğu için sözcük, mecazen bu kadar çok anlamda kullanılabilmektedir. Meselâ, herhangi bir nesne üzerinde el, sopa, kılıç gibi bir çok “şey” vasıtasıyla bir şeyler oluşturmak mümkündür. Bir nesne üzerinde el ile oluşturulan şey “dövmek” veya “çarpmak” sözleriyle, sopa ile oluşturulan şey “kırmak” veya “devirmek” sözleriyle, kılıç ile oluşturulan şey “kesmek”, “yaralamak” veya “çizmek” sözcükleriyle ifade edilen eylemler olabilir. İşte, tüm bu eylemler “darp” sözcüğünün anlamı kapsamındadır. Başka bir örnek olarak, herhangi bir metal parçası üzerinde yapılacak oyma veya kabartma eylemi de “darb” sözcüğüyle ifade edilir. Nitekim metal para basımına “darb”, para basılan yere de “darbhane” adı verilmiştir. Osmanlı paralarının üstünde yazılı olan “duribe fi Kostantıniyye” ibaresi de; “Kostantıniye’de (İstanbul’da) basılmıştır” anlamına gelmektedir. Yine başka bir örnek olarak, yollarda ayakla iz oluşturmak ve bu anlam ekseninde rızık için, ticaret için veya savaş için yola gitmek de hep “darp” sözcüğüyle ifade edilir. Ayrıca Araplar misafire “dârib (yol tepen)” derler. Mecaz anlamları arasında “dövmek” ve “çarpmak” anlamlarıyla meşhur olan “darb” sözcüğü; yağmurun topraktaki izi, Musa peygemberin İsrailoğullarına denizde asasıyla yol açması, tuvalete defi hacet için hızlı gitmek, çiş yapmak, bir yere bir şey dikmek, erkek hayvanın dişisinin üstüne çıkması, bir şeyi bir şeye çarpmak, karıştırmak, koyun boyamak, suda yüzmek, akrep sokması, kalp atışı, nabız vuruşu, bir şeyi kaldırmak, el ile işaret, sıkı tutmak, kavgadan-belâdan kaçmak, bir yere varıp dikilmek, örnek vermek ve daha bir çok anlamlarda kullanılır. (Lisan-ül Arab 5/477, 483; Tac-ül Arus, 2/ 166-175; Müfredat, s. 294.)
“Darb” sözcüğünün değişik anlamlarıyla ilgili Kur’an’da bir çok örnek mevcut olduğu için, Kur’an üzerinde çalışanların bu sözcüğün geçtiği pasajdaki anlamı yakalayabilmeleri için sözcük üzerinde iyi düşünmeleri gerekmektedir.
Görüldüğü üzere “darb” sözcüğü müteşabih anlamlı bir sözcüktür. Bu sebeple sözcük, yer aldığı cümledeki veya bulunduğu pasajdaki söz ve anlam akışı dikkate alınarak tevil edilmeli, yani sözcüğün değişik anlamlarından birisi tercih edilmelidir.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

galipyetkin
31. December 2014, 11:35 AM
Bir bilgi olarak şunu kenara yazalım.

"Kitap'ta savaşın ne zaman ve nasıl yapılacağı açıktır:
Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez. (Bakara Suresi, 190 )
Savaş ancak, MÜSLÜMANLARA KARŞI SAVAŞANLARA yönelik olarak yapılmalıdır, yani bir SAVUNMA savaşı olmalıdır. Müslümanların karşı tarafa sebepsiz yere saldırmaları kesin olarak YASAKLANMIŞTIR.

İslam’ın yeryüzündeki tüm insanlara ulaştırılması, savaş açarak değil ancak İslâm Ahlakını yaşayıp da göstererek, bu yönde tavsiye etmekle olur.
Müslümanlara Allah ayetinde verdiği emir, bir topluluğa, yaptıkları haksızlıktan ve saldırganlıklarından dolayı öfke duysalar bile, onlara karşı daima adaleti ayakta tutmaları gerektiği şeklindedir. Allah ayetinde şöyle bildirir:

"Ey iman edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır." (Maide Suresi, 8)
Müslümanlar yeryüzünde barışın, esenliğin, özgürlüğün tesis edilmesi için çabalamalıdırlar, Kitap'taki Müslüman tanımı bu şekildedir.

Ayetlere Göre Savaş Ancak Savunma Amaçlıdır

Dünyada İslam adına ortaya çıkan dev bir kesim var. Kitap'tan habersizler. Kendi türettikleri, hurafelerden oluşan batıl bir dini yaşıyorlar. Kitap'ta olmayana var diyorlar, helali haram kılıyor, yeni bidatler üretiyor ve sevgi ve barış dini olan İslam’ı nefret ve savaş dini haline getirmeye çalışıyorlar. En tehlikeli yönlerinden biri de yaşadıkları bu dine İslam adını veriyor ve İslam adı altında yaptıkları uygulamalarla gerçek İslam’a en büyük zararı veriyorlar.
Yazı "Yalnış bilinen gerçekler sitesinden" alıntıdır.

Görüldüğü gibi "darb" fiili, Nisa-94'ün yanında aynı zamanda 101. ayette de geçer ki ki amaç "SEBİLLULLAH"ı yani Allah'ın salatını/dini yardımını müşrikler içerisinde mahsur kalmış "islama yatkın" kişilere "yol oğlu veya gezginci vaiz sifatını almış sahabe" ile ulaştırmak ve onlara islamın esaslarını vurarak, pulun paraya çevrilmesi gibi, müşrikliklerini veya münafıklıklarını yok ederek müslümanlığa dönüştürmek.

Öğretilenler ekonomik ve sosyal yönden kollektivist bir yaşam tarzı olduğundan muhakkak ki soyguncu/kapitalist müşrikler bu öğretiden memnun olamayacağından sahabe/vaiz, çevreden bir memnuniyetsizlik hissettiği zaman tartaklanmaktan/dayak yemekten kurtulmak için bu yardıma muhtaç olanlara karşı görevini ortam müsait olduğu zamana ertelemelidir.(Peygamber de Mekke'de amcası ve taraftarları tarafından tartaklanmıştı)

İşte bu ayette anlatılan basitçe bu. Biz bunu bu yazının ikinci sahifesinde daha evvel şöyle ifade etmiştik:

"Nereden çıkartıyorsunuz "namazı-mamazı"
Nisa-101. ayetin "yeryüzünde seferdeyken" ifadesini karşılayan orijinali "iza darebtüm fiyl ardi"nin gerekçesi, ayet cümlesi içerisindeki "salat"tır. "Darabe"nin amacı yeryüzünü tebliğden haberdar etmek, bunun için de deccal, tüccar, çerçi gibi değil de "İSA-MESİH" gibi dolaşıp ilahi bilgiyi iletmek, ilahi yönden yardım/salat etmektir; kitaptan öğretmektir." Devam edeceğim.


Saygılarımla.
Galip Yetkin.

galipyetkin
1. January 2015, 11:31 AM
Daha önce şurada:
http://www.hanifler.com/showthread.php?t=2896&page=2

Şöyle yazmıştık:
Kendimi namaz konusundan uzak tutmaya çalışacağım. Çünkü ''Pehlivan tefrikası''na sonra da ''haklılık'' iddiasına dönüşüyor. İş alevlenmeden önce ben de Nisa 102 hakkındaki görüşlerimi araya sıkıştırıvereyim bâri.

Mekke'nin fethi sonrası verilen ültimatom ile Müslüman şeriatını öğrenmek isteyen MÜŞRİKLERİN, Allah'ın öğrenim ve eğitimi/hac için çağrıldıkları Hacc-ı Ekber'de Peygamber tarafından, haccı nasıl yapmaları gerektiğini anlattığı bir sahne önümüzdedir.

Dikkat edin Mekke'de ve civarında Tevbe-7 de belirtilen ve Mekke'nin fethinde Peygamber'in mescid el haram istikametinde (ind el mescid el haram fema İSTİKAMU) , nimete nankörlük etmeyenler (yani Bakara-219, Muminun-4,5 ve Nahl-71 ayetlerine uygun yaşayanlar) olmasından dolayı anlaşma yaptıklarından (himayeye aldıklarından) başka dost yoktur. Sıcak bir savaş hali de yoktur. İstikrar yoktur,ama asayiş kurulmuş ki Hacc-ı Ekber'e çağrı var.

Peygamber hacc-ı ekber için gelen müşriklere/müslümanlığa ilk adım olan hacc-ı ekber için gelenlere, salat etmekte, yani haccı nasıl yapacakları yönünde ilk elden bilgilendirmekte, öğretmekte, eğitmektedir(salat/yardım). Bu öğrenilenler haccın birinci günü, toplanma bölgesinde, haccın 2. ve 3. safhaları hakkında verilen bilgilerdir. Böylece dinleyenler "hacc hakkında" 'arif', bilgi sahibi, irfan sahibi olacaklar ve bu bilgilerini 2.ve 3. safhalarda tatbik edeceklerdir. Meselâ ''Safâ Tepesi'' nin anlamı, neden ''Merve Tepesi''nde değil de orada toplanıldığı, amaçları vs.

Buradaki bölükler askerlikteki bölükler değildir. Hacc için gelenlerin kalabalıklık durumuna göre hitap edilebilecek büyüklükteki müşrik topluluklarıdır ki topluluğun büyüklüğüne göre 3...5...15... grup da olabilir. Çünkü bilgilendirme kalabalık durumuna göre günün ilk ışıklarından akşam alacakaranlığına kadar sürmektedir.

Silahlı olanlar da yalnızca Mekke'yi fetheden müslümanlardır; sahabelerdir(denetim altındaki düşmanın silahlarından arındırılmadığı iddia edilemez.). Bunlardan(sahabelerden) bir grup peygamberin etrafında bulunup da sırf onu koruyan (onlardan bır kısım/grup seninle beraber bulunsunlar denilen) fedai sahabeler(yakın koruma),
''diğer guruplar'' da salat için alana alınan fakat içlerinde sabotaj/suıkast yapma ihtimali olan kişilerin bulunabilaceği toplulukları peygamberden mesafeli tutup eylem yapılmasını engelleyecek sahabelerdir.
'Bir grup' ifadesi, müşriklerin iki gruba ayrılacağını veya sahabelerin iki gruba ayrılacaklarını anlatmaz. Duruma göre ayrılan, teşkil edilenen gruplardan 'herhangi bir grup' anlamınadır.

Alana ilk alınıp da secde edenler alanı boşaltacaklarından, düzenin korunması için arkaya geçecekler ve onları çevreleyen korumacı sahabeler de onlarla arkaya, arka bölgeye geçip, arka tarafı koruyacaklardır. Yani buradaki anlam ''secde ettiklerinde (diğerleri, yani ilk müşrik grubuna refakat edenler), bu müşrik grup ile arkaya geçip, sizin arkanızda (koruyucu) olsunlar.'' anlamınadır. Alana yeni gelen öğrenicilere yeni bir sahabe grubu refakat edecektir.

Bu nedenlerle ben bu ayeti önceki ayetle birlikte ''korunma ve koruma'' organizasyonu ayetlari olarak anlıyorum.

Devam edeceğim.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
5. January 2015, 11:26 AM
Kusura bakmayın ama kendi mantığınıza göre bir şey geliştiriyorsunuz,sonra bu böyle olamaz diye diye desteksiz iddialarda bulunuyorsunuz ve sonunda sitede yazılanların yalan,yanlış ve kurana ters olduğu tespitini yapıyorsunuz.Yazmayım yazmayım dedim ama dayanamadım.Sizin mantığınızın yerine birde ben bakış açımı sunayım öyleyse.Bir kere Can pazarındaki isteklendirme demişsiniz ben salatın kısaltmasında kullanılabilecek olan en uygun kelime brifing i kullanmak istiyorum daha öncede yazışmıştık anlamı kısa toplantı.Can pazarında müminlerin morali,saldırı isteği doruk noktasına çıkarılamaz bu mantıken hiç de akla uygun değildir o zaman sizin dediğiniz gibi bu belkide çok uzun sürer,bu yüzden böyle bir salat biçimi savaş esnasında olmamalıdır.Bu salat savaştan önce sonuna kadar yapılmalı ve müminlerin moral-motivasyonu en üst düzeye getirilmeli, [/U]savaş sırasındada tam kıvama gelen mücahidler brifingle daha önce almış oldukları eğitim perçinlenmelidir.Şimdi bu durumdada Kurana aykırı bir durum görebilecekmisiniz acaba merak ettim.Yazımın başındada belirttiğim gibi desteksiz iddialarınız bu durumda salat nedir diye sorduğum ilahiyatçılardan cevap olarak namazdır-duadır aldığımdan farksızsınız.

savaş sırasında [U]tam kıvamına gelen mücahidler...

Kardes, Allah'in sözlerini dogru nakledelim.
tam kivaminda olmanizdan söz etmiyor Allah.

Tam aksine,
kafirlerin size saldiracagina dair endise içinde olmanizdan söz ediyor:
hıftum en yeftinekumullezîne keferû...

Iste caiz olan
endise aninizdaki o "salâttan kisaltmaniz"dir, en taksurû mines salât

Kafirler
BiR saldirisla üzerinize çullanmak üzeredir, yemîlûne aleykum meyleten vâhıdeh.

Kendisinden kisaltilan salât o ortamda yerine getirilen salâttir.

Bakin salât için gruplara
o yüzden ayilmissiniz.

Bir grup salât ederken
öteki grup düsmani gözetliyor.

Allah, elçisini salât esnasinda
"Silahlarini yanlarina alsinlar!" diye
o yüzden uyariyor.

Öyle bi ortamda su içebilirsiniz, yemek yiyebilir, KIYAM durup SECDE ederek nöbetlese namaz kilabilirsiniz ama... briefing yapamazsiniz.

Hele hele
zaten KISA olan "briefing"den bi KISALTMA daha yaparak
komiklesemezsiniz.

Savas can pazaridir, şakaya gelmez.

*

Görüyorum ki bana öfkelisiniz,
Tamam, öfkelenmek de haktir, saygi duyarim

ama nolur

siz de benim inancima
desteksiz iddia
demeyecek kadar saygili olsaniz?

Araştıran
5. January 2015, 09:12 PM
Kardes, Allah'in sözlerini dogru nakledelim.
tam kivaminda olmanizdan söz etmiyor Allah.
Öncelikle Allahın sözlerini saptırarak aktarmaktan Allaha sığınırım.Benim aktardığım kendi düşüncelerimdi.Nasıl siz yorum yapabiliyorsanız bende kendi yorumumu yapabiliyorum.Ben savaş esnasında tam kıvamda olmalarında bahsetmedimki bir kere doğru anlaşılsın söylediklerim.Tam kıvamında demekten kastım hazır olmalarıydı yani savaşa zihinsel olarak tam hazır olmaları ama savaş esnasındayken de tekrar motivasyon sağlanması.Bu motivasyon da önceki salattan kısaltma babında.Brifing den kısaltmadan da bahsetmedim zaten brifing salatın kısaltması burdada bir yanlış anlaşılma olmuş yada ben anlatamadım bilemiyorum.Bana komikleşmekten bahsetmişsiniz ama hala salatın nasıl oluyorda namaz olduğunu açıklayamamakla siz biraz komik duruma düşüyorsunuz.Zaten salatın namaz olduğunu hakkıyla açıklayan çıkabilse hemen tevbe edeceğim ve tüm yazılarımı elimden geldiğince düzeltmeye çalışacağım ama malesef heniz öyle bir babayiğit çıkmadı.Son olarak kimseye öfkeli olamam hele hele bu forumda asla olmaz.Ama şöyle olur nasıl bir abi kardeşine,yada bir kardeş abisine sevdiği için kırgın olur bu yüzdende bazen öfkeleniyomuş gibi gözükür benimkide öyle birşey.(Kaldıki bundan önceki yazınızda bu sitede yalan yanlış ve kurana ters olan şeylerin yazıldığından bahsetmiştiniz,bunda kırılmakta haklıyım)Saygısızlık konusuna eğer destekli bir iddianız olsaydı desteksiz demezdim.Bunu saygısızlık olarak kabul etseydiniz kusura bakmayın.

Hasan Akçay
6. January 2015, 04:08 AM
zaten brifing salatın kısaltması...

Tamam, sayalim ki
"briefing salâtin kisaltilmasi"dir.

Iyi ama salât nedir?

Allah mealen
"Cephede salâttan kisaltmaniz günah degildir"
diyor.

"Salât"in ne oldugunu bilecegiz ki
onu kisaltip BRIEFING üretelim.


*

Benim gördügüm
şudur:

salât (ya da onun kisaltilmasi)
isteklendirme anlaminda BRIEFING
olamaz

çünkü

isteklendirme ihtiyaci
cephede
bütün gün duyulur:

gün batimindan karanliga kadar,
karanligin çökmesinden gece yarisina kadar,
gece yarisindan fecre kadar,
fecirden gün dogumuna kadar,
kusluk vakti,
ögleyin,
ögle vaktinden gün batimina kadar...

Su uyur düsman uyumaz.

Yani bütün gün, günün 24 saatinde
o salât... edilmek zorunda.

Kuran'daki salât ise kitâben mevkûtâ (4:103) olup
yalnizca 2 vakittir:

gecenin GÜNDÜZE YAKIN iki ucu. (11:114)

Cephede ikna ve boyun egdirme amaçli EGITIM ÖGRETIM ne kadar Kuran ve GERÇEK DISI ise
isteklendirme amaçli BRIEFING de o kadar Kuran ve GERÇEK DISI. Kusura bakmayin.

bartsimpson
6. January 2015, 01:35 PM
Aklıma HomeLand dizisi geldi... (Elin kafiri nasıl savaşıyor görün, göründe salatın ne denli önemli olduğunu kavrayın)

Adamlar artık uyduları da bıraktılar bir kaç km tepemizde dronlarla (yani insansız hava araçları ile ki bunlar 7/24 havada kalabiliyor çünkü güneş enerjisi ile çalışıyor) donumuzun rengini tespit ederken, biz bir orduyu 2 ye bölüp (düşünün bir orduyu diyorum... hayal edin... kaç kişi ve bu işi yaparken nerede saklanacaklar) yarınız salata (yani namaza) durun diğer yarınız dronlara taşa atıp sizi korusun mu diyecez yoksa bu ve bunun gibi tehlikeler ve nasıl korunulması ve stratejiler üretilmesi hakkında insanları mı bilgilendireceğiz.

Valla alnımızın çatına anında füzeyi yeriz DNA'mızı bulamazlar.

Akıllı olun, aklınızı alırlar haberiniz olmaz. Ki haberiniz de yok zaten...

Hasan Akçay
7. January 2015, 05:08 AM
Dronlarin cirit attigi günümüzü degil
Nisâ 101-104'ün ortamini konusuyoruz.
Tipki sayin Hakki Yilmaz'in yaptigi gibi.

O ortamda yerine getirilmis olan "salât"i konusuyoruz
"o salât dronlarin ortaminda yerine getirilsin mi getirilmesin mi"yi degil.

Bart kardesim,
sizin bu kadar konu DISINA çikip
görüs alip veriyor GiBi yapmaniz

bizi hiç bi yere vardirmaz,
"Kuran odakli dindarlik"tan daha da uzaklastirir.

Izninizle
ben yine susma hakkimi kullanacagim.

bartsimpson
7. January 2015, 12:02 PM
Bart kardesim,
sizin bu kadar konu DISINA çikip
görüs alip veriyor GiBi yapmaniz

bizi hiç bi yere vardirmaz.

Valla hocam ister sus... ister konuş... o keyfinin bileceği iş.

Tartışmalarınınızda ve fikir alışverişlerinizde konuları kısır döngüye sokmakta üstünüze yok.

Orjininde insan ve yaşam olan hiçbir konuyu Kuran dışı tutamazsınız.
Buna hakkınız yok.
Bu bağlamdaki fikirleri ve düşünceleri de yok sayamazsınız.
Ama şunu da bil ki Kuran'ı konu dışı diyerek hayatın dışında tutma çabalarınız yüzünde bu emevi zihniyetinden kurtulamıyoruz.

Sen bana 1400 yıl önceki arabın hayatını ve ortamını örnekleyeceğine günümüz sosyal hayatını ve bu ortamda "salatın" nasıl yaşanacağını anlat.

Ne ben arabım ne de burası arabistan.

21. yüzyıla ve Türkiye'ye gel de öyle konuşalım.

han
8. January 2015, 04:43 AM
Dostlar,

Kuran'daki öğretinin temelinde;
- dualite(niyetinize göre sapmak/kılavuzlanmak için deliller) 18:29 (http://www.kuranmeali.com/ayetkarsilastirma.asp?sure=18&ayet=29)
- protestanlık(çağı-ata öğretisini yargılama ve aklen gerekiyorsa reddiye) 2:170 (http://www.kuranmeali.com/ayetkarsilastirma.asp?sure=2&ayet=170)
- agnostik yaklaşım(bilinemezcilik ilkesiyle ilmi daima Allah'tan dileme, dogmalaşmaktan-radikallikten kaçınma) 2:255 (http://www.kuranmeali.com/ayetkarsilastirma.asp?sure=2&ayet=255) ve 11:112 (http://www.kuranmeali.com/ayetkarsilastirma.asp?sure=11&ayet=112)

gibi konular var. Ben bu yaklaşımım sebebiyle, kesin-net bir yorum getirmekten genellikle sakınarak, bahşedilen ilmin zamanla artma ihtimalini de umarak, çoğu konuda gelişime açık yorumları benimsiyorum.

Bu nedenle, salât kelimesinin anlamını da bu şekilde incelememiz gerektiğini düşünüyorum. Biri "kesinlikle bu demektir" diyorsa, o fikirden açıkçası çekiniyorum. Hanifdostlar'da da yazdığım salât çıkarımım şu şekilde;

----------------------------------------------------------------------------------------
Çoğu kaynakta yapılan tanımların özeti ile Salât kelime kökeni;

Salât: destek(-leme), dayanışma, takip etme, katılma, kutsama, talep etme(dilekçe, rica, dua, yalvarış vb.)

şeklindedir. Kök anlamlar üzerinde de biraz kafa yorunca; bir işe destek vermek, yardım etmek, tabi olmak anlamı çıkabileceği gibi, talepte bulunmak, dua etmek[namaz] gibi anlamlar da çıkartılabilir. Kuran ayetlerinde de bu anlamların olduğu görülebilir.

Örn. desteklemek anlamı 33:56 (http://www.kuranmeali.com/ayetkarsilastirma.asp?sure=33&ayet=56)'da,

rütüel-namaz anlamı 4:103 (http://www.kuranmeali.com/ayetkarsilastirma.asp?sure=4&ayet=103)'te.

Özetle benim kabulüm;
SALAT = ıSLah olma/etme = yardımla(ş)ma, ibadet etme

şeklindedir.

Selamlar.

galipyetkin
9. January 2015, 04:20 AM
Özetle benim kabulüm;
SALAT = ıSLah olma/etme = yardımla(ş)ma, ibadet etme

şeklindedir.

Selamlar.




2/BAKARA-10: Fî kulûbihim maradun, fe zâdehumullâhu maradâ(maradan) ve lehum azâbun elîmun bi mâ kânû yekzibûn(yekzibûne).
Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır. Allah da bu sebeple onların hastalığını arttırdı. Tekzip etmiş olmaları (Allah’a ulaşmayı yalanlamaları) sebebiyle onlar için elîm bir azap vardır.

2/BAKARA-11: Ve izâ kîle lehum lâ tufsidû fîl ardı, kâlû innemâ nahnu muslihûn(muslihûne).
Onlara (Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için, kalpleri engelli ve başkalarını hidayetten men ettikleri için Allah’ın hastalıklarını artırdığı insanlara): “Yeryüzünde fesat çıkarmayın (başkalarını Allah'ın yolundan men etmeyin)!” denildiği zaman: “Biz sadece ISLAH EDİCİyiz.” dediler.

2/BAKARA-12: E lâ innehum humul mufsidûne ve lâkin lâ yeş’urûn(yeş’urûne).
Gerçekten onlar, fesat çıkaranlar, onlar değil mi? Ve lâkin farkında değiller.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

galipyetkin
20. January 2015, 01:44 PM
Nihayet Nisa-103. ayet hakkındaki şahsi görüşlerimiz de şöyledir.

Nisa-102. ayette müşrik olup da Peygamberimizin salatından sonra bu l03. ayet ile "secde" edenlere hitap edilmektedir:
"Peygamber'den aldığınız Allah'ın yardımından/salatından sonra her hal ve durumda, uzaklıktan/cunubluktan kurtulmak için, daima Allah'ı anın, Allah arayışlarınızı sürdürün. Ve bu eylem ve düşünce ile, ulaştığınız hissediş ile siz de "salat-ı ikâme edin/birbirinizle karşılıklı yardımlaşmayı yaşamınızın ana prensibi yapın. Çünkü salat-ı ikâme/Allah'ın yardımını karşındaki ihtiyaç sahibine ulaştırıp toplumsal olarak bölüşme, İslam'ın güçlü bir farzı, aksatılmaz bir vazifesi, mutlak uyulması gerekli bir yasası, ve zorunlu bir ibadetidir."

Saygılarımla.
Galip Yetkin

khaos
20. January 2015, 07:34 PM
Galip Abi,
Salat-ı ikame yapan bir toplulukta en fazla kaç nesil muhtaç insan görür.(miskinleri ayrı tutuyorum).Tabi Salat-ı ikame ana prensibinde devletinde eşitlikçi, gerçek manada sosyal bir devlet olması gerekir. Bu bağlamda kollektif bir yaşam biçimi için salat-ı ikame olmazsa olmaz diyebilir miyiz.

galipyetkin
21. January 2015, 11:19 AM
Saygın khaos.

Bu günkü devletin bilgiye ulaşma ve ulaştırma, yapma-yaptırma erkiyle ve istatistiki bilgilere ulaşabilme olanaklarıyla, toplumun gücünü elinde bulunduran katmanlarının ve dış güçlerin toplumsal iradeye saygılı olmasıyla veya oldurulmasıyla, ufak tefek aksaklıklar ve organizasyon hataları dışında bir sene içerisinde muhtaçlık/muhtaç insan figürü ortadan kalkar; fakat tam rayına oturtulması ise bir beceri ve mücadeleyi, ve bu da mücadeleye bağlı başarıyı gerektirir. "Ramazan" tanımlamalarının saptırılmasındaki amaç da bu mücadelenin yapılmamaması ve yapılsa bile başarıya ulaşmamasını sağlamaya yönelik saptırımlardır.
Başarıya ulaşabilme yolunun ilki uygun ortamı; buna ulaşabilmek için doğruyu içeren Kur'an bilgisi veya mealler üzerinden verilecek doğru Kur'an eğitimi ve o bilgiyi isteme ve uygulama(müslümanlık) gereklidir. O takdirde zaten kollektivist veya sosyal devlet kendiliğinden oluşacak ve o ortamın şartları kendi kurumlarını doğuracaktır.
Ancak dikkat edilmesi gereken bu gün tatbik edilen katı kollektivizm veye sosyal devlet düzeni olmayıp İslam'ın tarif ettiği içinde aklın yanında vicdanın da isterseniz Allah korkusunun veya Allah'a (ama pısırıkça değil) sığınmanın(yani Allah'ın gösterdiği yoldan yürümenin) da bulunduğu Kur'an'da anlatılan kollektivizm ki bu yönde Kur'an'da İbrahim Peygamber'in "beyt"inden haşr-9 ayetine kadar birçok tanım, hatta her satırında eşitlik, adalet, "kıst" bulabilirsiniz.


Saygılarımla,
Galip Yetkin.

kuman
11. October 2015, 08:27 PM
Saygın khaos.

Bu günkü devletin bilgiye ulaşma ve ulaştırma, yapma-yaptırma erkiyle ve istatistiki bilgilere ulaşabilme olanaklarıyla, toplumun gücünü elinde bulunduran katmanlarının ve dış güçlerin toplumsal iradeye saygılı olmasıyla veya oldurulmasıyla, ufak tefek aksaklıklar ve organizasyon hataları dışında bir sene içerisinde muhtaçlık/muhtaç insan figürü ortadan kalkar; fakat tam rayına oturtulması ise bir beceri ve mücadeleyi, ve bu da mücadeleye bağlı başarıyı gerektirir. "Ramazan" tanımlamalarının saptırılmasındaki amaç da bu mücadelenin yapılmamaması ve yapılsa bile başarıya ulaşmamasını sağlamaya yönelik saptırımlardır.
Başarıya ulaşabilme yolunun ilki uygun ortamı; buna ulaşabilmek için doğruyu içeren Kur'an bilgisi veya mealler üzerinden verilecek doğru Kur'an eğitimi ve o bilgiyi isteme ve uygulama(müslümanlık) gereklidir. O takdirde zaten kollektivist veya sosyal devlet kendiliğinden oluşacak ve o ortamın şartları kendi kurumlarını doğuracaktır.
Ancak dikkat edilmesi gereken bu gün tatbik edilen katı kollektivizm veye sosyal devlet düzeni olmayıp İslam'ın tarif ettiği içinde aklın yanında vicdanın da isterseniz Allah korkusunun veya Allah'a (ama pısırıkça değil) sığınmanın(yani Allah'ın gösterdiği yoldan yürümenin) da bulunduğu Kur'an'da anlatılan kollektivizm ki bu yönde Kur'an'da İbrahim Peygamber'in "beyt"inden haşr-9 ayetine kadar birçok tanım, hatta her satırında eşitlik, adalet, "kıst" bulabilirsiniz.


Saygılarımla,
Galip Yetkin.

Sayin yetkin,

1 sene demissiniz bunu tekrar dusunseniz. 30 yildan asagi olmaz diyorum ben...
ve ilk once nerden baslanacagi belirlenmeli

Hasan Akçay
27. June 2016, 11:41 AM
34.Allah'in, bazi seyleri bazisina fazla kilmasi ve erkeklerin mallarindan harcamalari nedeniyle erkekler, kadinlar üzerine kavvamdırlar [en üst düzeyde koruyup kollayan, gözetenlerdir]. Hâl böyle olunca, sâlih kadinlar, Allah'a itaat edicidirler, Allah'in korudugu sey nedeniyle gayb için koruyucudurlar. Nüşûzundan [dikkafalılık yaparak kendisini taciz ve tecavüz riskine atmasından] korktugunuz kadinlara da, ögüt verin ve yataklarinda yalniz birakin ve de baski yapın/sürgün edin/dövün. Bunun üzerine size saygili davranirlarsa, artik onlar aleyhine baska bir yol aramayin. Allah çok yücedir, çok büyüktür.

Bu âyette, toplumdaki mutlulugun, huzurun ve sulh içinde yaşamanın yolları gösterilmektedir. Bunları maddeler hâlinde sıralayacak olursak:

• Erkekler kadinları en iyi sekilde koruyup kollamali ve gözetmelidirler.

• Sâlih kadinlar, Allah'in bu ilkesine uymalıdırlar. (Çünkü bu ilke kadinlarin (???) korunmasina yönelik olarak konmustur.)

• Nüşûzundan [dikkafalilik yaparak kendisini taciz ve tecavüz riskine atmasindan] korkulan kadinlar, ögüt verilerek, yataklarinda yalniz birakilarak, baski yapilarak/sürgün edilerek/dövülerek [egitilip rehabilite edilerek] nüşûzdan vazgeçirilmelidir.[35]

Erkekler kadinlari en iyi sekilde koruyup kollamali ve gözetmelidirler.

Hayir. KAVVÂM kelimesinin anlamini yalnizca kadinlarin kavvâmi ile SINIRLAYIP daraltmak yanlis olur
çünkü ayette "Allah'in, bazi seyleri BAZISINA fazla kilmasi"ndan söz edildigine göre Allah bazi seyleri örnegin parayi KADINLARA fazla kilabilir.
O zaman da kadinlar erkeklerin kavvâmi olmakla yükümlü olurlar.

Ve eger sayin Hakki Yilmaz'in öne sürdügü gibi KAVVÂM birilerini koruyup kollayanlar ise
o zaman da kadinlar erkeklerin koruyup kollayanlari olurlar
ve bu ilke kadinlarin (???) korunmasina yönelik olarak konmustur iddiasi havada kalir.

Bu bir.

Ikincisi, KAVVÂM birilerini koruyup kollayanlar degil
birilerinin ihtiyaçlarini karsilayanlardir
ki o sayede o birileri ayakta durabilecektir.

Buna kanit isteyene
ayni sûrenin 135'inci ayetine bakmak yeter.

Orda deniyor ki
adaleti ayakta tutun ve Allah için tanik olun
kûnû kavvâmîne bil KIST şuhedâe lillah...

Hukuk ögretimini ve egitimini veren kurumlar açarak,
adalet saraylari yaparak,
yargiçlari yeterli gelire kavusturarak...
adaletin ihtiyaçlarini karsilayacaksiniz.

Ama
yargiçlari koruyup kollamak bahanesiyle yönetip yönlendirmeye kalkmayacaksiniz,
yoksa size baglanip siz SAHiBiNiN SESi olurlar. Allah saklasin.

Adalet muhtaç olmadigi gibi özgür ve bagimsiz da olacak,
inanan kadinlar muhtaç olmadigi gibi özgür ve bagimsiz da olacak,
inanan erkekler muhtaç olmadigi gibi özgür ve bagimsiz da olacak.

Eger
"kavvâm"in başina anlam daraltilmasi gelmezse
ayetlerde söylenen budur.

Hasan Akçay
5. July 2016, 03:20 PM
Bayramınız kutlu olsun. Kurandaki İslamın yeniden ayağa kalkacagi ve din adamlarınin diktasindan kurtulup dinen özgür olacağımız nice güzel bayramlara.

Hasan Akçay
6. July 2016, 05:42 AM
Bu sabah namazdan sonra bir adam imama çıkışıyordu. Imam namazi erken kildirmis. Adam yetişememis.

Niye çemkiriyorsun? Sen kimsin?

Ne demek sen kimsin? Ben sevabı günahı olan bir kulum. Sen günahsiz misin? Sen gökten mi indin?

#

Sahi.
Neden hükümler verip şeriat bu derler? Bu kustahlik niye?

Örneğin neden
kadınları dövün
derler?

galipyetkin
6. July 2016, 09:03 AM
Sayın Hasan Akçay.

Sizin ve nezdinizde tüm Site'nin bayramı kutlu ve şekerli olsun...

......... Bu kustahlik niye?

Örneğin neden
kadınları dövün
derler?

Burada geçen "nisa" kelimesini ister 'kadın', ister 'iş'-'işçi' diye anlamlandırın;

dövme kelimesini de "eziyet verme, kişiliksizleştirme" anlamı yerine, "eğitme";
(demiri dövme gibi) "belli bir forma sokma" veya benzeri bir anlamla karşılasak,

ne?......
ve nasıl olur?

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
16. August 2016, 04:40 PM
59.Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi'ye ve sizden olan emir sahibine [yöneticiye] itaat edin. Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi'ye havale edin. Bu, daha iyidir ve ilkleştirme [çözüm] bakımından daha güzeldir.

...

Bu âyette, mü’minlerin itaat edeceği emir sahipleri, sizden kaydıyla kayıtlanmıştır. Yani mü’minlerin sadece kendilerinden olan emir sahiplerine itaat etmeleri istenmiş, kendilerinden olmayanlara itaat etmemeleri hükme bağlanmıştır. Daha evvel mü’minlere müşrik, münâfık, Yahûdi, Hristiyan olanları, babaları ve kardeşleri bile olsa velî edinmemeleri, onlara velâyet [yönetim] yetkisi vermemeleri emredilmişti.

Enfâl, Ahzâb ve Âl-i İmrân sûrelerinde işlenen velâyet konusu dikkate alındığında burada geçen “sizden olan emir sahibi” ifadesi daha net anlaşılır.

Sayin Hakki Yilmaz
"yöneten"iniz ile velinizi
birbirine karistirmis.

Oysa yöneteniniz basbakan gibi bir "yönetici"nizdir,
veliniz ise devletiniz aleyhindeki isbirlikçiniz.

Ilgili ayetlerde bu açik ve net olarak görülüyor.

Mâide 5:
Kitab verilenlerin korunan kadinlari size helal kilindi
uhılle lekumul... muhsanâtu min ellezîne utûl kitâb

Mâide 51:
Yahudileri ve hristiyanlari veli edinmeyin
lâ tettehızûl yehûde ven nasârâ evliyâ

Kitab verilenler yahudiler ve histiyanlardir.

O halde size helal kilinanlar
YAHUDi kadinlar ve HRiSTiYAN kadinlardir.

Say ki esiniz yahudidir.

Onaylamissiniz onu,
hattâ delicesine sevmissiniz
ki nikahiniza almissiniz.

Es edinmeniz hilal kilinan o yahudi kadini
basbakan edinmeniz neden haram olsun?

Ama devletiniz aleyhinde işbirlikçi edinemezsiniz onu.

Hasan Akçay
17. August 2016, 04:28 AM
Ayetlerde
VELi ile ayni anlama gelen
baska kelimeler de var.

Örnegin

Sizden olmayanlari BiTÂNEH edinmeyin, kötülükten geri durmaz onlar. (Âl-i Imrân 118)
Allah'dan, elçisinden ve inananlardan baskasini VELiCEH edinenlerinizi... (Tevbe 16)

Belli ki
sizden olmayanlar sizinle savasmakta olanlardir,
ONLARLA işbirligi yapmayacaksiniz.
Yoksa siz de onlarin safinda yer almis olursunuz.

Mâide 51'de açik açik belirtilmis bu:

Inananlar!
Yahudileri ve hristiyanlari iŞBİRLİKÇi edinmeyin,
onlar biribirindendir.
Kim onlarla isbirligi yaparsa onlardan olur.

Yoksa eşi yahudi olan bir adam
o yahudiye
elbet AŞIK olur, dost olur
ve bi yahudi milletvekili seçildiyse müminler onu elbet yönetici edinirler, edinmislerdir.

Hasan Akçay
28. August 2016, 05:18 AM
Nisa 3'te deniyor ki

... sağ ellerinizin altındakileri nkhlayin
... fe inkuhu ma meleket eymanukum

Ma meleket eymanukum
kolelerinizdir
yok, yeminleriniz kime malikse onlardır...
Bunu bi yana bırakalım simdi; konu o değil.
Ayette "ma meleket eymaniniz"i nkhlayin deniyor, konu bu.

Inanan kadınlarin da var "ma meleket eyman"i, örneğin peygamber eşlerinin... Bkz Ahzab 55.

Eğer
onları nkhlayin
mevcut harekelerin gerektirdigi uzere
onlarla evlenin demekse
inanan kadınlar evlenecek mi onlarla, örneğin peygamber eşleri?

Hasan Akçay
28. August 2016, 06:29 AM
Başka bi soru:

"Ma meleket eymaniniz"in
dişi olanları var,
erkek olanları var. Bkz nur 33.
Inanan erkekler evlenecek mi o erkeklerle?

Hasan Akçay
29. August 2016, 12:47 PM
Süleyman Ates'in VATAN gazetesinde yazdigina göre
kendisine
benim bu konuyla ilgili asagidaki sözlerimi ulastirmislar:

Gerçek Ku’rân harekesiz mushaftadır. Örneğin Topkapı Müzesi’nin kutsal emanetler bölümünde sergilenen Osman mushafında 4:3’te EVLENiN anlamına gelen "fenkihu"nun karşılığı "nkh"dir. Hemzesiz, esresiz, ötresiz... Kısacası, harekesiz. Allah’ın sözü odur.

Süleyman Ates usenmemis, cevap vermis. Lütfen okuyun:
http://www.gazetevatan.com/suleyman-ates-339945-yazar-yazisi-carpitmanin-boylesi---/

Nasil buldunuz cevabi?

Cevabi degerlendirirken
lütfen şunu hatirlayin:

Harekesiz mushaftaki نكح (nkh)
24:32'de ne ise
4:3'te de odur...

"نكح"layin evli olmayanlarinizi (24:32)
"نكح"layin ellerinizin altindakileri (4:3)

Ama mushafi harekeleyenler
"نكح"yi
24:32'de EVLENDiRiN anlamina gelecek sekilde enkihu yapmislar,
4:3'te ise EVLENiN anlamina gelecek sekilde inkihu...

Benim sordugum sorulari
hiç AKIL etmemisler,
süleyman atesler simdi de AKIL etmiyor:

Nisâ 3 diyor ki
"نكح"layin ellerinizin altindakileri.

Iyi ama...
inanan kadinlar da sahiptir ellerinin altindakilere, örnegin peygamber esleri de sahiptir onlara.
Inanan kadinlar, örnegin peygamber esleri... evlenecek mi onlarla?

Peygamber esleri zaten evli...
böyle saçma sey olur mu.

Böyle saçma harekeleme olur mu:

Hani Yûnus 100'de deniyor ya:
"Aklini isletmeyenlerin üstüne pislik yigar Allah."
Yigmis...

Allah
çok esli pisligi
AKLINI isletmeyenlerin üstüne yigmis.

Açik ve net,
harekesiz yani müdahalesiz Nisâ 3'te
çok esli pislige geçit yok.

Orda söylenen şudur:

Yetimlerin haklarini gözetememekten korkuyorsaniz
EVLENDiRiN size yetki veren kadinlarin ikiserini, üçerini, dördererini
ama adil olamayacaksaniz yalnizca bir tanesini
ya da ellerinizin altindakileri (ENKiHU).

Hasan Akçay
30. August 2016, 05:21 AM
3.Ve eğer ki yetimleriniz konusunda hakkaniyetsizlikten korktuysanız; o takdirde sizin için HOS olan o kadınlardan [yetimlerin kadınlarından] ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlayın. Şâyet o takdirde de adaleti gözetemeyeceğinizden korktuysanız, bir tanesini ya da yeminlerinizin sahip olduğunu nikâhlayın. Bu, hakksızlığa sapmamanız için en uygunudur.

Arapça metindeki TÂBE
çeviride HOS olup çikivermis.

Yani o kadinlar sizin için HOS ise nikahlayacak imissiniz onlari.

Iyi ama...
ya siz o kadinlar için HOS degilseniz,
Öyle ya gönül bu, ya gönülleri yoksa?
Dayatacak misiniz, "lâ ikrahe fîd din" buyuran Allah'a inat?

Ne biçim çeviri bu.

galipyetkin
2. September 2016, 10:36 AM
Yani, kadın ve kız yetimleri sefaletten ve kölelikten kurtarmak için, YETKİ VERİLENLERİNCE açtığınız karı pazarlarında koca adaylarına pazarlayacaksınız öyle mi?
Hayırlı olsun!
Ya yetki vermezlerse?
Ya derlerse:"Pis heriflerin koynuna girmektense, aç-sefil yaşarım!".

Yaşı küçükler yetimleri ne yapacaksınız?
Yetişkin erkek yetimleri/işe muhtaçları/iş olanaklarından mahrum kalmış olanları ne yapacaksınız? "Verdim gitti" mi diyeceksiniz?

Kaldı ki ayette "yetki verenler" diye bir ifade yok. Uydurma.

Eh erkeklere de bir şeyler uydurulur her halde. Nasıl olsa "bi herif olsun da nasıl olursa olsun" diyen kadınlarla dolu dünya değil mi?

Evlendirin gitsin.
Bu işin heveslisi de bol galiba!

Ayetlerin amacı bu mu? Ayetleri böyle mi tedebbür ediyorsunuz/geri planına böyle mi bakıyorsunuz? Yani, Kur'an olarak böyle mi okuyorsunuz?

24/32. ayeti de ayetlerle konulmuş ana prensipler dahilinde okumak gerekir. Allah kimseye evlenen işsiz-güçsüz fakir kişilere de ben para,yiyecek giyecek, para-pul veririm demiyor. Herkes elinin emeğinin karşılığını hak eder. O halde bu ayet fakir ve işsiz kişileri evlendirin demiyor; iş sağlayın diyor.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
2. September 2016, 11:51 AM
Bunlari daha önce de konustuk Galip bey. Açiklamaya çalistim. Simdi bi daha mi?

Güzel kardesim,
Nisâ 3'te sözü edilen yetimler mal sahibidir,
sefalet mefalet... ne biçim laf o öyle?

Ayette "yetki verenler" diye bir ifade yok iddiasina gelince
mâ tâbe lekum var, anlami: ki size temiz kildi, ki size yetki verdi.
Kanit isteyene bir sonraki ayet yeter:

Kadinlarin mallarini karsiliksiz iade edin
ama kendileri size o maldan VERDiLER ise (ve in TIBNE lekum an sey'in minhu)
onu çekinmeden ve saglikla yiyin.

Nisâ 4'ün çevirilerine bakin lütfen. TIBNE aynen böyle tercüme edilmis. Dogru okumuslar onu Nisâ 4'te ama Nisâ 3'e gelince AKIL tutulmasina ugramislar.

galipyetkin
2. September 2016, 06:48 PM
Kişilerin kişilik hakları ile seçim haklarını, arzu ve isteklerini hiçe sayarak yetimliğe ve yetimlere çare diye meallerde getirilen çözümler, kişileri zorlayıcı ve insan haklarına aykırı palyatif çözümlerdir.

Nisa-3'teki sözü edilen yetimler mal sahibi ise mallarını peşkeş mi çektireceksiniz ki illaki evlendiriyorsunuz. İş bulun onlara. Şunu belırtelim ki "yetim" işi/çalışma olanağı olmayan/işsiz kişi demektir.
Aptal mı onlar?
Kendileri kendilerine karı veya koca bulamıyacaklar mı?
Aşık olamıyacaklar mı?
Onları kocaya vermek veya karı sahibi yapmak, onların karılarını veya kocalarını seçme özgürlüğünü elinden almaktır.
Salak mı onlar?
Bu işi yapamazlar mı kendi başlarına?

İster "nikahlayın" deyin ister "evlenin" veya "evlendirin" deyin, önerdiğiniz bu eylemler çözüm değildir; ve Bakara:104, Bakara:177, Fecr: 17-20 (ve şu anda hatırlayamadığım) ayetlerine aykırıdır.

Çözümü: Bunları(erkek ve kadın yetimleri/muhtaçları/işsizleri) Nisa-2'ye göre TEMİZ İŞLER ile buluşturup/nikahlayıp iş sahibi yapmak, geçimlerini sağlayıp, istikbale hazırlamaktır ki toplumda huzur ortamı sağlansın.

Nikâh'layın ifadesini "iş ile buluşturun" diye çevirmez iseniz skandal çeviriler ortaya çıkar.
Ne yaparsanız yapın dört karılı yaşamı İslamdan atamaz, 7 yaşındaki çocukların nikâh bahanesiyle ırzlarına geçilmesine mani olamazsınız.

Çok da hoşsunuz Sayın Akçay.
"Bunları daha önce (Temizlik ve İbadet-İbadet-Hac ve kurban-Hac İzlenimleri bahsinde) konuştuk" deyip lafı bizim ağzımıza tıkmaya kalkıp, kendi söyleyeceklerinizi bir defa daha bu vesile ile söylüyorsunuz.

Bakın söylediğim ayetler meal olarak neler söylüyor:

FECR SURESİ: 17-20:- Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Doğrusu siz, YETİMİ, ÜSTÜN-SAYGIN BİR ŞEKİLDE YETİŞTİRMİYORSUNUZ. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi özendirmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına!
*****************

Yani “Rabbinizden kendiniz için bol ikram isterken, O’ndan saygın ve üstün olmaya yönelik şeyler beklerken, yetimlerin saygın ve üstün olmaları için hiç çaba sarf etmiyorsunuz; onları aç, susuz, işsiz, eğitimsiz bırakıyorsunuz.

Hareket imkânı bulunmayan muhtaçların karınlarını doyurmalarını sağlayacak bir iş sahibi olmalarını temin etmeye yanaşmıyor, buna karşı içinizde bir istek duymuyor, bu konuda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.

Bu hususta yarışmanız gerekirken aksine bundan kaçıyorsunuz. Hatta başkalarının [zayıfların] mirasına [toplumun onlar için harcayacağı birikime, onların toplum zenginliği içindeki paylarına] el koyuyor, onu büyük bir oburluk, düşüncesizlik ve aç gözlülükle yiyorsunuz.

Malı da sınırsız bir sevgiyle öyle çok seviyorsunuz ki, aklınıza ne hesap vereceğiniz geliyor, ne de Rabbiniz.”

Hemen hemen bütün Türkçe meallerde yer alan “yetime ikram etmiyorsunuz” çevirisi, ayetin gerçek manasını ifade etmekten uzaktır. Ayette geçen “ikram”, çay, kahve ve benzeri şeyler ikram etmek anlamına gelmez. Buradaki “اكرام ikram”, üstün kılma, saygın hâle getirme demektir. Bu da eğitim vermekle, fırsat vermekle, iş imkânı vermekle mümkün olabilir. Bir başka ifade ile ikram, “aç, susuz, öğretimsiz, eğitimsiz, becerisiz bırakma, toplumda seviyesiz hâle getirme” demek olan “قهر kahr etmenin” tam tersidir. ..........................(Hakkı Yılmaz).

BAKARA-104: "Ey iman edenler! "Râina" demeyin, "unzurna" deyin/"bizi davar gibi güt" diye konuşmayın, "bize bak" diye konuşun ve dinleyin. Kâfîrler için korkunç bir azap vardır".

BAKARA-177: "Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz zafer ve mutluluğa ermek değildir. Zafer ve mutluluğa ermek o kişinin hakkıdır ki, Allah'a, âhıret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır; akrabaya, yetimlere, çaresizlere, yolda kalmışa, yoksullara, özgürlüğüne kavuşmak gayretinde olanlara malı seve seve verir, salatı ikame eder, zekatı öder. Böyleleri söz verdiklerinde ahitlerine vefalıdırlar; bolluk ve bereket zamanı kadar, zorluk, sıkıntı ve şiddet zamanında da sabırlıdırlar. İşte bunlardır özüyle sözü bir olanlar. Ve işte bunlardır korunan takva sahipleri."


Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
3. September 2016, 11:50 AM
Aptal mi onlar?

Galip Bey, sakin olabilir misiniz lütfen. Mal sahibi o yetimler elbet aptal degiller ama "babasiz"lar. Sizden bi babalik daha yapip taliplerine "Verdim gitti!" demenizi istiyorlar.

galipyetkin
3. September 2016, 01:00 PM
Allah. Allah ....!

Bunlar yetim yahu.....
Ya babasız, ya annesiz. ya da ikisinden de mahrum küçük veya işsiz-ya da düşkün yetişkin kişiler.
Ya velayete veya vesayete, ya da bakıma, düzgün bir işe ya da hepsine birden muhtaç olan gariban kimseler.

Yetişkinler evlenecekse gidip herifin birine "beni şuna veriver" mi diyecek, pis müşrik Arapların örflerini İslam yaşamına mı sokacak.
Kişiliksizliktir bu, salaklık, aptallıktır.

Küçükler reşit olduklarında mallarının ve de hayatlarının idarelerine kendileri sahip olurlar. Kızlar ve kadınlar da karşı cinse evlenme teklif edebilir ve de evlenir.
Okuyun, hatta eleştirdiğiniz Prof. Dr. Süleyman Ateş'ten okuyun.
Bunlar için mi (eh, uygun başlık parası aldık, iyi paraya sattık) "verdim gitti" denecek

Neymiş; "bana son bir babalık yap"mış!
Hadi canım sende..........
İnsanlara hükmetme ihtirasının yansıması.

Anadolu'muzun kızlarının dokuduğu halı ve kilim desenleri neyi yansıtır bilir misiniz?

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
3. September 2016, 01:02 PM
Nisâ 3'ü
öncesi ve sonrasiyla birlikte
buyurun birlikte okuyalim:

Verin yetimlere mallarini, emvaluhum.
Pisi temizin yerine koyup degistirmeyin. Onlarin malini kendi malinizla yemeyin,
büyük günahtir bu. (Nisâ 2)

Yetimlerin haklarini koruyamayacaginizden korkuyorsaniz
EVLENDiRiN size yetki veren kadinlarin ikiserini ve üçerini ve dörderini
ama adil olamayacaginizdan korarsaniz yalnizca birini
ya da yeminleriniz kime malikse onlari.
Yoksul düsmemeniz için uygun olan budur. (Nisâ 3)

Kadinlara mallarini karsilik beklemeden verin
ama size o maldan bi kismini kendileri biraktilar ise
onu çekinmeden ve saglikla yiyin. (Nisâ 4)

Akli ermeyenlere mallarini vermeyin, ki Allah sizin de aykata kalmanizin araci yapti o mallari
ama doyurun onlari, giyindirin ve kedilerine güzel sözler edin. (Nisâ 5)

Yetimleri, onlar cinsel güç edinene kadar, gözetin.
Ondan sonra kendilerini olgun bulduklariniza mallarini verin,
büyüyüverirler diye hizla tüketmeyin. (Nisâ 6)

galipyetkin
3. September 2016, 03:44 PM
Cinsel dürtüler, hadi hükmetme kaprisi ile yapılmış 4/3. ayetin çevirisi, Kitabın bütünlüğünün verdiği mesaja aykırı.

Ayrıca:
"NİSA" kelimesi "kadın" anlamında değil, "iş" anlamında;
"NİKAH" kelimesi "birleştirmak, buluşturmak" anlamında kullanılmıştır.
"MEHİR" de "maharettir.

"İkişer, üçer, dörder" ifadesi 35/1. ayette de müteşabih olarak yazılıdır: ve genel olarak yardımlaşarak, içe sinecek şekilde, fayda sağlayacak oranda kanat germe anlamına gelir.
Bu anlayışla 4/3 ayetini tercüme etmek, (Nisa Suresinin ilk 10 ve 127. ayetlerine de) konu birliği içerisinde ona bir anlam yüklüyor. Buyurun:

"Eğer yetimler konusunda haklarını vermede korkunuz yoksa(işiniz, durumunuz müsait ise, yani altından kalkabilecek iseniz), o zaman sizin için temiz olan işlerinizle bunları/yetimleri/işsizleri ikişer, üçer, dörder (yardımlaşarak, yardımlarınız içe sinecek ve fayda sağlayacak şekilde), maharet edinecekleri şekilde(veya maharetlerine uygun şekilde) nikahlayın/iş sahibi yapın/iş ile buluşturun/meslek öğrenmek üzere çalıştırın. Bu şekilde(çalışılmasından, yani işçilerin fazlalığından dolayı) adil olamamaktan çekinir seniz o zaman bir tanesi ile ilgilenin; ya da evinizdeki/elinizin altındaki "beslemeyi" işe gönderin/meslek öğretin."
(Meslek öğrenmeye yönelik okumak veya okutmak da "iş" kapsamı içinde düşünülmelidir.)

4/4 ayetin ilk cümlesi ile de yerleştirilecekleri işlerdekl becerilerine/yeteneklerine/maharetlerine(mehir) uygun "sadukat/hak ediş" ödeyin denir.

4/127. ayette de "yetimlerin kadınları" diye çeviri yapılıyor. Ne özelliği var yetimin kadını olmanın? Yetimin erkek büyükleri olamaz mı? Cinsiyet harici ne fark var? İkisi de muhtaç.
"Yetimlerin kadınları" diye çevirdiğinizde ne yaparsanız yapın düzgün bir mânâ elde edemiyor, ayette eklemeler-çıkarmalar yapıp Allahçılık oynuyorsunuz.

Niye "yetimlerin kadınları" yerine "yetimlerin işleri" diye çevirmiyorsunuz?
Çünkü 4/3 ayeti meali ve buna dayanak yaptığınız felsefe tepenize devrilir.

Bu hususlar "Temizlik ve İbadet" başlığının, "Hac ve Kurban" bahsinde, "Hac İzlenimleri" konusu altında tartışılmıştı.

İsteyen "evlendirerek" ve bir babalık yaparak "verdim gitti" diyerek çöpçatanlığa devam eder.

Son tavsiyem "nisa," ve "nikâh" kelimeleri ve de 4/1-10 ve 4/127. ayetler üzerinde derinlemesine düşünmek/tedebbür etmek.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
3. September 2016, 04:16 PM
"Yetimlerin kadinlari" diye çevirdiginizde ne yaparsaniz yapin düzgün bir mânâ elde edemiyor, ayette eklemeler-çikarmalar yapip Allahçilik oynuyorsunuz.

Galip bey, YETÂMEN NiSÂ yetimlerin erkek büyükleri olamaz çünkü ELLÂTî diye tanimlanmis. ELLÂTî disildir. Arapça gramerden anlayan birine danisin lütfen. Bilmemek ayip degil. Utanip ta danismaktan çekinmeyin.

galipyetkin
3. September 2016, 06:35 PM
Fikri sabiti değiştiremezsiniz vesselam.

(Biz "nisa" diye kadından madından bahsetmedik ki.) NİSA kelimesini İŞ olarak anlarsanız
YETÂMEN NİSA ne olur?

Efendim. ELLATİ dişildir bu nedenle yetimlerin erkek büyükleri olamazmış. Ya ne olur? Herhalde kadın büyükleri olur.
Kadından, madından bahsedenler biz değil, fetva bekleyen saptırıcılar.
Neyin fetvasını istiyorlar?
Kadınlar hakkında fetva istiyorlar. Kadınlar da bildiğimce dişidir, dolayısı ile niteleyen sıfat da dişil olur.

Nisa Sure'sinin ilk 10 ayetinin konusu YETİMLER'DİR.
Ama siz nisa kelimesini "iş" değil de "kadın" diye çevirirseniz konu yetimlerden sapar ve kadınlara baş rolü veri verirsiniz ve konu kadınlar oluverir ve sizin kadınlarınızı niteleyen sıfatlar da dişil.
Fetva bekleyen erkekler evlenmekten de bahsederse evlenilinecek olanı niteleyen sıfatlar da dişil olur.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
4. September 2016, 09:50 AM
Nisâ 3'ün iki yerinde KORKU geçiyor:

1.Yetimlerin haklarini koruyamayacaginizdan korkuyorsaniz,
2.adil olamayacaginizdan korkuyorsaniz.

Bunlardan birincisi "Ya yetimlerimin mallarini yanlislikla kendi malima katip yersem!" korkusudur. Ayetlerin ilk muhataplari olan samimi müminler bundan elbet korkmustur çünkü Allah bunun büyük bi günah oldugunu ayet 2'de belirtip onlari uyarmistir.

Nisâ 3'te bu korkudan kurtulmanin yolu gösteriliyor:

Evlenecek olgunluga erisen yetimlerinize mallarini verin,
böylece
yanlislikla kendi maliniza katip yiyeceginiz yetim mali bulunmaz elinizde.

EGER o arada, size kendilerini evlendirme yetkisi verdiler ise, her birini kendisinin de sevdigi talibiyle evlendirin. Ikiser, üçer, dörder, beşer... yani elinizden geldigince ama EGER istiyorlarsa ve size "Bana bi babalik daha yap!" deyip yetki veriyorlar iSE.

Yoksa karismayin.

Özellikle mallarina hiç karismayin. "Sana is kuruverecegim" ayaklarina yatip mallarina el koymayin. Kendi mallarini kullanabilecek olgunluga erdiler ki mallarini veridiniz onlara. Içten müminlerseniz musallat olmayin artik.

Ikinci korkuyu
sonra anlatayim,
Allah isterse.

Hasan Akçay
12. October 2016, 04:17 AM
Basit bi soru soruyorum, cevap yok.

Miladî 8. yüzyilin baslarinda Mushafi harekeleyen zevat Nisâ 3'teki "nkhlayin"in evlenin anlamina gelmesi için inkihû diye okunmasini tercih etmisler. Allah'in hükmü filan degil bu, o beserin tercihidir ve feci bir hatadir. Dogrusu, nkhlayin evlendirin anlamindadir ve, tipki Nûr 32'deki gibi, enkihû diye KIRAAT edilmek zorundadir.

Bir sürü kaniti var bunun. Bir tanesi, örnegin, ayetimizde "Ellerinizin altindakileri nkhlayin!" deniyor olmasi -fe nkh mâ meleket eymânukum. Iyi ama mümin kadinlar da sahiptir "mâ meleket eymân"a, örnegin peygamber esleri de sahiptir (Ahzâb 55). Onlar da nkhlayacak "ellerinin altindakiler"i. Allah'in emri bu. "Bana ne!" diyemezler. Ama ADI ÜSTÜNDE peygamber esleri onlar, zaten evliler. Bi daha evlenemezler... ki ayette onlara "Ellerinizin altindakileri KENDiNiZE nkhlayin!" densin. "Evlendirin" deniyor, BASKALARINA nkhlayin! -enkihû. Bu kadar basit, bu kadar açik ve net.

Neden cevap yok?

Hasan Akçay
12. October 2016, 07:27 AM
Benin şu sözümü, yememis içmemis, Süleyman Ates'e ulastirmislar:

Gerçek Kur'ân, harekesiz mushaftadir. Örnegin Topkapi Müzesi’nin kutsal emanetler bölümünde sergilenen Osman mushafinda 4:3’te, ‘evlenin’ anlamina gelen ‘fenkihu’nun karsiligi ‘nkh’dir. Hemzesiz, esresiz, ötresiz... Kisacasi, harekesiz. Allah’ın sözü odur.

Abul Taher'in THE GUARDIAN gazetesindeki bir yazisinda yaptigi açiklamaya göre MS 694 -716 döneminin Irak valisi olan Haccac bin Yusuf, Kur’ân’a binden fazla elif harfi sokmakla övünüyor. (QUERRYiNG THE KORAN, The Guardian, August 8, 2000).

Diyanet İsleri eski baskani
koskoca ilahiyat profesörü
sayin Ates'in cevabi:

Mushaflara hareke konmasi, sadece Haccac’in isi degildir. Hz. Ali’nin talebesi Ebul-Esved ed-Dueli ile baslayan bu is tedricle gelismistir. Amaç, okumada kolaylik saglamaktir. Tabii bu iste mushafi ezberlemis olanlarin yardimi büyüktür. Öyle bir kisinin okumasiyla Kur’ân harekelenemez. Haccac’a karşi olanlar da pekâlâ kendileri bildiklerini yazabilir veya yazdirabilirlerdi. Kur’ân’ı bir kişi mi yazdı ki böyle tutarsız, kasitli, AKIL ve mantik disi, gülünç savlar ileri sürülsün?

Simdi sayi Ates'in
bir de kendi yazdigi "Kur'an-i Kerîm tefsîri"nde
Mümin 4'e düstügü nota bakalim.

قال ربي...Kale rabbi...

Diyanet Isleri'nin çevirisi: Peygamber onlara dedi ki...
Süleyman Ates'in çevirisi: De ki...

4 ncü- ayetteki قَالَ fiilini, Medine ve Basra kari'lerinin tamami ve Kûfelilerin de bazilari emir kipinde قُلْ seklinde okumuslardir. Sözgelisine daha uygun oldugu için tercümede biz bu kiraari esas aldik...

Noldu mushafi ezberlemis olanalrin yardimi?

galipyetkin
12. October 2016, 09:03 PM
Sayın Hasan Akçay sitem ediyor!...

Basit bi soru soruyorum, cevap yok.
Neden cevap yok?

Halbuki bunlara daha evvel bir görüş bildirmiştik. Şimdi de şöyle yapalım:

Sayın Hasan Akçay'ın uzun zaman önce yapmış olduğu Ahzab Suresi'nin bir çeviri -yorumu var.
Bu yorumun 12 numaralı başlığı: çok eşlilik" olup, bu başlık altında 50.-51.ve 52. ayetlerin mealleri verilmiş.

Sonraki 12/1 numaralı paragraf ise "Peygamberin çok eşliliği" başlığını taşımakta olup içeriği şöyledir:
"Bu üç ayet Peygamberin çok eşliliği hakkında.
50. ayet peygamberin çok eşli durumunu tesbit edip edip o durumunun tebliğ görevini zora soktuğunu akla getiriyor.
51. ayet o zorluğu ortadan kaldıracak anlık önlemi.
52. ayet ise kalıcı çözümü duyuruyor.

Sonraki 12/2 numaralı paragrafın başlığı ise: "Çok eşlilik zulümdür.""
Ve devam eder; çok eşliliğin zulüm olduğunu 4/23'te Allah söylüyor: "İki kızkardeşi bir arada eş almanız yasaktır"(kız kardeş Araf Suresinde "yoldaş" anlamını verir: burada da kullanılabilir.)
(İki yoldaşı bir arada eş almanız yasaktır).Burada bir problem daha var. Burada anlatılmak istenen , aynı yolun yolcusu yani "yoldaş" olmaları mı? Yoksa iki kız kardeş arasındaki kan bağı olmasından dolayı mı? Yoksa her ikisi birden mi? Zulüm olduğu için yasaklanan, kız kardeşlerin/yoldaşların bir arada eş alınmasıdır. YANİ ÇOK EŞLİLİK.
Çok eşliliğin adaletsizlik anlamında zulüm olduğunu istisnasız bütün müfessirler de söylüyor. Örneğin Elmalının 4/3 yorumu şöyle: "ve eğer birden fazla kadınlar arasında da adalet yapamayacağınızdan korkarsanız-ki korkmalısınız...."
Buna rağmen kalkıp 4/3'te Allah'ın çok eşliliği caiz kıldığını öne sürüyorlar. Burada bir çarpıklık yok mu?
PEYGAMBERİN ÇOK EVLİLİĞİNDE BİR ÇARPIKLIK YOK MU?
Yani Allah zulüm eder mi? Hayır.
Allah insanlara asla zulüm etmez; onlar kendi kendilerine zulmediyorlar. (10/44)

Evet. O gün Sayın Akçay öyle söylemiş.


Buna ne dersiniz?
Iyi ama mümin kadinlar da sahiptir "mâ meleket eymân"a, örnegin PEYGAMBER EŞLERİ de sahiptir (Ahzâb 55). ONLAR da nkhlayacak "ellerinin altindakiler"i. Allah'in emri bu. "Bana ne!" DİYEMEZLER. Ama ADI ÜSTÜNDE PEYGAMBER EŞLERİ ONLAR.

Bu da bu gün söyledikleri. Hep çoğul.
Bir çarpıklık yok mu?

Bir de: "eşleri" yerine "çalışanları/işçileri"; "evlenme/ evlendirme" yerine "iş" ile buluşturma "iş verme", ""işçi statüsüne alma" diye nitelense....
Bu duruma ne dersiniz?
Bu durumda Peygamberin EŞİNİ de bazılarının ifadesine göre Peygamberin "EŞLERİNİ" de, başka EVLİ KADINLARI da erkeklerle, erkekleri de başka başka "kadınlarla" evlendirebilirsiniz.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

dost1
13. October 2016, 11:43 PM
Selamun aleyküm, değerli galibyetkin kardeşim.

Sayın Hasan Akçay sitem ediyor!...

Basit bi soru soruyorum, cevap yok.
Neden cevap yok?

Halbuki bunlara daha evvel bir görüş bildirmiştik. Şimdi de şöyle yapalım:

Sayın Hasan Akçay'ın uzun zaman önce yapmış olduğu Ahzab Suresi'nin bir çeviri -yorumu var.
Bu yorumun 12 numaralı başlığı: çok eşlilik" olup, bu başlık altında 50.-51.ve 52. ayetlerin mealleri verilmiş.

Sonraki 12/1 numaralı paragraf ise "Peygamberin çok eşliliği" başlığını taşımakta olup içeriği şöyledir:
"Bu üç ayet Peygamberin çok eşliliği hakkında.
50. ayet peygamberin çok eşli durumunu tesbit edip o durumunun tebliğ görevini zora soktuğunu akla getiriyor.
51. ayet o zorluğu ortadan kaldıracak anlık önlemi.
52. ayet ise kalıcı çözümü duyuruyor.

Sonraki 12/2 numaralı paragrafın başlığı ise: "Çok eşlilik zulümdür."
Ve devam eder; çok eşliliğin zulüm olduğunu 4/23'te Allah söylüyor: "İki kızkardeşi bir arada eş almanız yasaktır"(kız kardeş Araf Suresinde "yoldaş" anlamını verir: burada da kullanılabilir.)
(İki yoldaşı bir arada eş almanız yasaktır).Burada bir problem daha var. Burada anlatılmak istenen , aynı yolun yolcusu yani "yoldaş" olmaları mı? Yoksa iki kız kardeş arasındaki kan bağı olmasından dolayı mı? Yoksa her ikisi birden mi? Zulüm olduğu için yasaklanan, kız kardeşlerin/yoldaşların bir arada eş alınmasıdır. YANİ ÇOK EŞLİLİK.
Çok eşliliğin adaletsizlik anlamında zulüm olduğunu istisnasız bütün müfessirler de söylüyor. Örneğin Elmalının 4/3 yorumu şöyle: "ve eğer birden fazla kadınlar arasında da adalet yapamayacağınızdan korkarsanız-ki korkmalısınız...."
Buna rağmen kalkıp 4/3'te Allah'ın çok eşliliği caiz kıldığını öne sürüyorlar. Burada bir çarpıklık yok mu?
PEYGAMBERİN ÇOK EVLİLİĞİNDE BİR ÇARPIKLIK YOK MU?
Yani Allah zulüm eder mi? Hayır.
Allah insanlara asla zulüm etmez; onlar kendi kendilerine zulmediyorlar. (10/44)

Evet. O gün Sayın Akçay öyle söylemiş.


Buna ne dersiniz?


Bu da bu gün söyledikleri.
Bir çarpıklık yok mu?

Bir de: "eşleri" yerine "çalışanları/işçileri"; "evlenme/ evlendirme" yerine "iş" ile buluşturma "iş verme", ""işçi statüsüne alma" diye nitelense....
Bu duruma ne dersiniz?
Bu durumda Peygamberin EŞİNİ de bazılarının ifadesine göre Peygamberin "EŞLERİNİ" de, başka EVLİ KADINLARI da erkeklerle, erkekleri de başka başka "kadınlarla" evlendirebilirsiniz.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Kur'an Arabiyyendir. Arabiyyan olan sözcüklere Arabiyyan olmayan anlamlar verilemez.
Sanırım Halil İbrahim Ülkü'nün yazdıkları ve dübür anlam diye nitelendirdiklerinin etkisinde kaldınız. ( Okuduklarım içinde bu kişiden başka böyle anlam veren olmadığı için sanırım ifadesini kullandım.

Nisa suresinin söz konusu ayetleri yetim hukukuk ile ilgilidir. İslamiyet ÇOK EŞLİLİĞE ASLA ONAY VERMEZ.
Çok eşliliğe fıkıhta getirilen delillerin birincisi İkinci Halife Ömer'in devlet başkanı olarak izin vermesi. Ali ve Çocuklarının çok eşliliği de Kendilerinin peygamberin yerine geçen olarak görülmesi ve Peygambere özel olan çok evliliği kullanmalarıdır.

Nisa suresinin iki kızkardeşi bir arada almayınız çevirisi yanlıştır. İki kızkardeşin arasını birleştirmeyinizdir.

Nisa üçdeki "Ma tabe Leküm" oldukça evlendiriniz türündeki okumaya gidilemez.
Nisa 1. ayeti de gözönüne alırsanız olay daha net görülür.

KURANDA ÇOK EŞLİLİK YOKTUR.
NİSA İLK 10 AYETİ YETİM HUKUKU İLE İLGİLİDİR.

kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi saygı ve muhabbetle,
Allah'a emanet olunuz.

Hasan Akçay
14. October 2016, 10:01 AM
Nisa suresinin söz konusu ayetleri yetim hukukuk ile ilgilidir. Islamiyet ÇOK ESLiLiGE ASLA ONAY VERMEZ.

Iddia o ki Nisâ 3'te "Kadinlarla 4'e kadar evlenin!" denerek ÇOK ESLiLiGE ONAY VERiLiYOR... mus. Oysa konu yetimlerin hukukudur, 4'e kadar es edinme kiyagi degil.

Bakin, MAL sahibidir o yetimler. Yoksul degil. Konu onlarin malini SiZiN yememeniz. Yani basi dertte olan, o yetimler degil SiZSiNiZ. Çünkü onlarin malini yemek suretiyle büyük günah isleyip cehennemin yoluna girebilirsiniz.

Çare olarak almaniz gereken 2 önlem öneriliyor:

Önlem 1
Yetimlere "mallar"ini verin, "emvâl"uhum. Pisi temizin yerine koyup degistirmeyin. Onlarin malini kendi malinizla yemeyin, büyük günahtir bu, hûben kebîra (Nisâ 2). Bu kadar açik ve net. Yetimlerin mallarini kendi malinizla yemiyceksiniz..

Onun için
yetimleriniz henüz büyümemis ve yetimlikten çikmamisken agziniza her lokma götürüsünüzde "Acaba bunun içinde yetimlerimin mali var mi?" diye titizlenecek, elinizden geleni yapacaksiniz onlarin malini yememek için. Birinci öneri bu.

Sonra?

Önlem 2
Yetimlerin haklarini koruyamamaktan korkuyorsaniz nikahlayin size yetki veren o kadinlari ikiser ikiser, üçer üçer, dörder dörder (Nisâ 3). Yani yetimleriniz evlenecek olgunluga erip KADIN ve ADAM olur olmaz mallarini kendilerine vererek serbest birakacaksiniz onlari (Nisâ 6). Elinizde yanlislikla yemeniz olasi yetim mali tutmayacaksiniz. Ve eger size "Son bi babalik daha yap, bizi nikahla" derlerse nikahlayacaksiniz.

Örnegin siz Galip 2 yetiminizin her birini kendi sevdigi talibine nikahlayacaksiniz, ben Hasan 3 yetimimi, peygamber esi Hatice 4 yetimini (Ahzâb 55)... Böylece paylasacagiz yetimleri bas göz etme görevini.

Nikahlayin demek burada BASKALARINA nikahlayin demek. Çünkü "Ellerinizin altindakileri nikahlayin" da deniyor. Ama peygamber esleri ADI ÜSTÜNDE eslerdir, evlidir; "ellerinin altindakiler"i kendilerine nikahlamalari mümkün degil. Benim "ellerimin altindakiler"in ise erkek olanlari var, ben onlari kendime nikahlayamam.

Nisâ 3:

Yetimlerin haklarini koruyamamaktan korkuyorsaniz
nikahlayin size yetki veren o kadinlari ikiser ikiser, üçer üçer, dörder dörder
ama adil olamamaktan korkarsaniz onlarin yalnizca birini
ya da ellerinizin altindakileri -mâ meleket eymânukum...

galipyetkin
14. October 2016, 12:31 PM
Sayın dost 1.

İslamiyet ÇOK EVLİLİĞE ASLA ONAY VERMEZ dediğiniz an
mealler
söz birliği etmişcesine "nikahlayın" derken;
bu eylem/nikahlamak üçüncü kişiLERe'yi/birden fazlayı da ifade ediyorsa/üçüncü kilşiLERi de kapsıyorsa;
ve eğer
olmadığı halde Peygamber'in onlarca küsur evliliğinden bahsediyorsa;
ayetlerin tercümesi kabul edilen mealler karşısında milleti nasıl ikna edeceksiniz?


Sayın Akçay.
Yetimlik kaç yaşına kadardır?
40 veya 50 yaşında bir KADIN veya ERKEK "yetim" olamaz mı?

Suriye'den kaçıp gelmiş kimsesiz, 50 yaşlarındaki "çıplak" bir adam veya bir kadın size gelse ve:

"-Bana bir babalık yap. Biri var, O da benim gibi kimsesiz çıplağın biri ama samanlık seyran olduktan sonra ne olur ki, onunla beni eversene "

Derse, ne dersiniz?
Ne yaparsınız?

Hem kadın, hem erkeğin yetki verdiği kişiler ne yapar?

Karşılıklı gelirler mi?
Gelirlerse acı kahve mi içerler?

Yoksa gelmezler mi? Yani bu işi "iş olsun" diye mi yaparlar?

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
14. October 2016, 05:42 PM
Sayin Akçay.
Yetimlik kaç yasina kadardir?

Bildigim kadariyla,
Kuran
yetimin kaç yasinda olduguna degil
ne kadar olgunlastigina bakiyor.

Zira çocukluktan yetiskinlige geçisin vakti
ülkelere ve kisilere göre degisiyor.
Yas belirlemek o yüzden gerçekçi olmaz.

Nisâ 6:

Yetimleri, onlar cinsel güç edinene kadar, gözetin.
Sonra kendilerini olgun bulduklariniza
mallarini verin, büyüyüverirler diye hizla tüketmeyin...

Bunu ülkemize uygularsak
örnegin kizlarin ilk âdetlerini görüp cinsel güce eristikleri yas 12.7'dir.
Olgunlasmalari için bundan sonra 3 ya da 4 yil daha gerekiyor.

Buna göre
sorunuzun cevabi:

Yetimlik 16 ya da 17'sine kadardir.

Ancak
akli ermeyenler istisnadir
(Nisâ 5):

Akli ermeyenlere mallarini vermeyin
ama doyurup giyindirin onlari
ve kendilerine güzel sözler edin.

*

Suriye'den kaçip gelmis kimsesiz, 50 yaslarindaki "çiplak" bir adam veya bir kadin size gelse ve:
"-Bana bir babalik yap. Biri var, O da benim gibi kimsesiz çiplagin biri" dese...

"Çiplagin biri"nin Nisâ 3'le ilgisi yok.
Nisâ 3'ün konusu MALLARI olan yetimlerdir,
mallari olan yetimlerin hukukudur.

Siz
korkarim
yetimlere para ve mal verip is buluvermekten söz ederken de
bunu göz ardi ediyorsunuz.

Nisâ suresinin basindaki MAL sahibi olgun yetiskinlerin
is buluvermek bahanesiyle mallarina el koyan bi çikarciya degil
kendisine güvenip yetki verecekleri bi babaya ihtiyaçlari var.

"Kahve mi içerler, is olsun diye mi..."nin
cevabi da budur.

galipyetkin
14. October 2016, 07:31 PM
Sayın Akçay.

Çok dar bir açıdan bakıp ayeti kısıtlıyorsunuz.
Bakın; besleme bir kızın ki adı üstünde, evde göreceği hizmet karşılığı karnı doyan, üstü örtünen besleme bir kızın ne malı olur ki?
Bir taliplisi çıkarsa üç-beş parça giyecek ile onunla evlendirilir, çıkmazsa hayat boyu o evde hizmetçidir.

Siz malı olan yetimlerden, mirasyedilerden bahsediyorsunuz. Biz de inatla misal olarak "besleme" gibi "cıbıldaklardan" bahsediyoruz. Çünkü malı mülkü olan yetimlerin toprak altından bile akrabası çıkar, o yetimi koruma altına alır diye daha evvelce de yazdık, çizdik. Bütün insanların gözleri bu paralı, mallı, mülklü yetimler üzerinde olduğundan onların işi kolay. Çünkü menfaati kaçırmış olanlar bakımı üstlenmişten hesap sormak, o yetimin bakımını kapmak için alesta beklerler. Bal tutan parmağını yalar.

İşte bizim ısrarla üzerinde durduğumuz bu malsız mülksüz, silik yetimler, her yaştaki garibanlar, ellerinizin altındakiler.

Bize göre 6. ayet mülk sahibi yanında bu yetimleri de kapsıyor ve "çalışmaları karşılığını" hakkaniyetle/haklarını yemeden vererek iş sahibi olmalarını sağlayın" diyor.

Bize göre bu, yetimi tamamen bırakmak değil, gene birlikte yaşayarak gözetim altında tutup işinin geliştirilmesini sağlamak. Çünkü buluğa ve rüşte ermiş bir kişi her iş için yeterli yetkinlikte değildir.

Yani "malı vermek" iş sahibi yapmak, işini kurmasını sağlamaktır. Yoksa evden de, gözetimden de ayırmak değildir.

Gene gelelim şu 40 veya 50 yaşlarındaki kadın veya erkek "cıbıldak" kimsesiz kaçkınlara/yetimlere, yani garibanlara (Daha evvel yetim tanımını Elmalılı'dan vermiştim), yani desteğe muhtaç durumdakilere Peygamber zamanında Mekke'deki zulümden kaçarak Medine'de İslama sığınmak isteselerdi onlara ne yapılırdı? Nasıl davranılırdı? Nasıl davranıldı?

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
14. October 2016, 08:19 PM
Sayin Akçay.
Çok dar bir açidan bakip ayeti kisitliyorsunuz.
Bakin; besleme bir kizin ki adi üstünde, evde görecegi hizmet karsiligi karni doyan, üstü örtünen besleme bir kizi ne mali olur ki?

Lütfen bagislayin ama size katilamiyacagim. Ayette ne deniyorsa benim için geçerli olan o. Ne bir fazla ne bir eksik. "Allah öyle diyor ama benim aklimdan geçeni demek istiyor" keyfîligi benim haddim degil. Bu hususta size karismak ta haddim degil. Ama siz de bana karismayin. "Ayette nikahlayin deniyor ama
is as buluverin denmek isteniyor" gibi iddialarla benim iletlerime müdahale etmeyin, izin vermiyorum.

Halil Ay kardesimizin "dübür"e atifta bulunarak itiraz ettigi de sizin bu yaklasiminiz.

Sizin deyiminizle çiplak BESLEME kizlara gelince,
ayette belirtilmis onlar için ne yapacaginiz.

Kisacasi
Yetimlerin haklarini koruyamamaktan korkuyorsaniz
nikahlayin
size yetki veren (mal sahibi) o kadinlari ikiser ikiser, üçer üçer, dörder dörder
ama adil olamamaktan korkuyorsaniz onlarin yalnizca birini
ya da ellerinizin altindakileri -ev mâ meleket eymânukum...

galipyetkin
14. October 2016, 10:31 PM
Sayın Akçay.

Daralmayın.
Sizi üzmeyiz.

Biz de kendi kendimize akıl yürütmesi yaparız.

Bakalım Nisa 3. ne diyor:

"Şayet YETİMLER hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, sizin için temiz/helal olan KADINLARDAN ikişer, üçer, dörder nikahlayın. Eğer adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız o zaman bir tane ile yahut ellerinizin altındaki malik olduğunuzla yetinin. Zulüm etmemeniz için en uygun olan budur."

Şimdi de Yetim ne demekmiş ona bakalım:
"el-Yetema, yetimin çoğuludur. Yetim tek kalma anlamındaki "yetem"den gelir. Babası ölmüş kimseye, babasından ayrı, tek kaldığı için yetim dendiği gibi kocası ölmüş kadına da yetim denir. Bu. kelimenin dil anlamıdır. Bu anlamda kaç yaşında olursa olsun, babası ölmüş insana yetim denebilir.. Fakat örfen yetim, babası ölmüş çocuğa verilen addır; erginliğe eren çocuğa yetim denmez. Demek ki örfen babaları ölmüş ERKEK ve KIZ çocuklara çoğul olarak yetame ve etyam dendiği gibi kocasız kalmış kadınlara dahi dil bakımından yetime denir. Çünkü bunların hepsi himaye ve şefkate muhtaçtır. İşsiz güçsüz yetişkin erkekler de bu kısma girer. Bunlara genel olarak muhtaç veya gariban denilir.

Bu mealde yetimlere mallarının geri verilmesi emrediliyor. Ama mallarını geri vermek yerine sizler ne yapıyorsunuz?....
Kadın ve kızlar metazori evlendirilerek malları iç ediliyor.

Peki erkek yetimler ne oluyor?

Boş ver onları.

Bir da hayret derecede kaçınılan ve 3. ayetten ayrı olamayan bir ayet, Nisa-127. ayet var ki nedense 3. ayetten bahsedilirken bu ayetten de hiç bahsedilmez. Çünkü manasını anlayamamışlar ve bu nedenle de doğru dürüst bir tercümesini dahi yapamayıp 3. ayetle irtibatını kuramamışlardır.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

galipyetkin
15. October 2016, 10:14 AM
Beyin jimnastiğine devam edelim.

Bir insana dışarıdan bir şey empoze edildiği zaman bu zorlamadır, despotizmdir, faşizmdir. Allah bile kitabına/söylemlerine "öğüt" demiştir ve insanın önüne seçimlikler koyar ve seçmesini ister; hatta hangisinin seçiminin kendisinin lehine olacağını da bildirir: mesela cennet veya cehennem.

Nisa 3. ayetine baktığımızda ise şunu tespit ederiz: "Nikahlayın"
Bunu bir emir kabul ederek metazori bir herifin koynuna sokarız yetim kızcağızları, kadıncağızları . Mallarıyla, mülkleriyle, vücutlarıyla, benlikleriyle heriflere sunarız. Yetimin, kızın, kadının hiç bir hakkı yoktur; illaki evleneceksin.

Evlendirmenin sebebi de ne?
Haklarını verememekten korkmak, dolayısı ile yetimleri başınızdan savmak.

Ya erkek yetimler? Bunlar unutulmuş mudur?.......
Kitap bunları yok mu kabul ediyor da bunlar hakkında tek bir kelime dahi etmiyor?
Bir eksiklik mi var?
Allah eksik bırakmaz
Başka bir şey olmalı

Ama evlilik kişisel bir haktır. ve bu evliliğin mutlu bir evlilik olup olmaması da kişisellik yanında ayrıca toplumsal bir olaydır ve de kişi ile toplumu etkilenecektir de. Bu nedenle despotluktur, metazori yerine getirildiğinden, yetimin tercihi evlilik olmasa bile kendi üzerinde tatbik edildiğinden ona zulümdür.
Ama Allah zulmetmez ve zulüm olacak şeyleri de "lehinizedir;yapın" demez.

Ama kitap "nikahlayın" kelimesini kullanmıştır. Nikahlayın kelimesi kişiler için zulüm kaynağı oluyorsa Allah yanlış yapmayacağına göre o halde bu kelimeye bizim verdiğimiz mânâ yanlıştır.

Fecr:17-20:- Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Doğrusu siz, YETİMİ, ÜSTÜN-SAYGIN BİR ŞEKİLDE YETİŞTİRMİYORSUNUZ. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi özendirmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına!
*****************
Bakara:177. ayeti (şimdi hatırlayamadığım bir sürü yetimler hakkındaki ayetler de var tabii) lütfen bir daha okuyun.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
15. October 2016, 10:31 AM
Korumaniz altinda yetimler var.

Eger sizi su 2 ihtimal korkutuyorsa
ne yapmaniz gerektigini
Nisâ 3'ün basindaki ayetler söylüyor:

1.
Yetimlerin mallarini farkinda olmadan kendi malinizla yemek suretiyle
yetimlerin haklarini koruyamamaktan KORKUYOR iseniz -Ve in HIFTUM ellâ tuksitû fîl yetâmé

Bu durumda şu iki seyi yapacaksiniz:

a.Agziniza her lokma götürdügünüzde titizlenecek, o lokmada yetim mali bulunmadigindan emin olacaksiniz (Nisâ 2).
b.Yetimleriniz büyür büyümez mallarini kendilerine verecek, elinizde muhtemelen bilmeden yiyeceginiz yetim mali tutmayacaksiniz (Nisâ 6).

2.
Kadinlara mallarini verirken
adil olamamaktan KORKUYOR iseniz -fe in HIFTUM ellâ ta'dilû

Örnegin yetimlerinizin altinlariyla
bugday pahalandiginda kârina satmak üzere
harman sonu ucuz bugday aldiniz
ama kadinlar simdi, kis gelmeden, mallarini istiyorlar
ve siz altinlarin hepsini denklestiremediginiz için eksik vermek suretiyle;
arti, daha çok sevdiginiz kadinlara altinlarinin % 90'nini, ötekilere % 80'nini vermek suretiyle
adaletsizlik yapacaginizdan korkuyorsaniz...

Bu durumda

a.
Kadinlarin yalnizca birine altinlarinin tamamini verip ötekilerden süre isteyeceksiniz (Nisâ 3).

b.
Kabul etmiyorlarsa ya da bir tek kadina dahi altinlarinin hepsini veremiyorsaniz hepsinden süre isteyeceksiniz
ve sevabina ellerinizin altindakileri nikahlayacaksiniz -fenkihû... mâ meleket eymânukum (Nisâ 3).
Onlar mal sahibi degildir, altin sahibi degildir; onlari nikahlarken darlanmazsiniz ama büyük sevap kazanirsiniz.

Bu son öneri Nûr 33'ün de konusudur:

Ellerinizin altindakilerden izin için size bas vuranlara gelince
bir hak olarak yazin onlara -fe kâtibûhum
ve Allah'in size verdigi malindan onlara verin -ve âtûhum min mâlillâh illezî âtâkum.

kuman
16. October 2016, 09:31 PM
Bence Hasan Akçay kendi eş dost Akraba da bulunan ve 16-17 yaşında ki kızları evlendirsin sadece yetimler ile sınırlamasın.

Hatta bir 40 kı yaşlarda biri 17 yaşında ki bir kız ilke evlenmek isterse bu Allah ın emri desin ve ön ayak olsun

Hasan Akçay
17. October 2016, 04:12 AM
Bunun allah in emri olduğunu nerde one sürdüğümü lütfen açıklar misiniz.

Hasan Akçay
17. October 2016, 04:50 AM
Neyse. Kısaca bi daha soyleyeyim. Allah in emri yetimken olgunluğa erenlere mallarını vermenizdir (Nisa 6). Onları Nikahlamaniz ise "ma tabe lekum" şartına bağlıdır. Yani o yetiskinler size yetki verdiler ise...

Ne hasan akcay a söz duser ne her hangi başka birine.

galipyetkin
17. October 2016, 01:39 PM
Beyin jimnastiğine devam.

Nisa-3 ayeti üzerinde daha söyleyecek çok sözüm var. Fakat önce günlerdir kafamı kurcalayan şu soruyu sormalıyım.

Nisa Suresinin ilk on ayetinde bahsedilen yetimlerinde, 3. ayetin sonunda belirtilen "sağ ellerinizin sahip oldukları" veya "ma meleket eymanukum" denilen:
a)"besleme" dediklerim hariç mal sahibi olmayan yetimler ile;
b)erkek yetimlerden
meallerde hiç bahsedilmiyor.

Acaba Allah da "Niye bunları yarattı ki?" dercesine, sanki Allah da bunlardan vazgeçmiş gibi ayetin ilk 10 meal veya tercümesinde neden bunlardan hiç bahsedilmemekte; ki Sayın Akçay da hep "malı olan yetimler" deyip durmakta; malı olmayanları sorduğumuzda sukutla geçiştirmekte.

Ama biliyoruz ki cami kapısına, çöplüğe, bir evin önüne yalnızca kundağı ile bırakılmış olanlar yanında,
depremlerde, Yunan Adalarına kaçarken veya savaşlarda ana babası ölen bir sürü Suriyeli, veya başka milletlerden çulsuz-pulsuz, tek başına hem kız hem de erkek bebe/genç yetimler var.

Allah bunlara boş verebilir mi?
Asla!!!!!!....

O halde zadegan mealciler, tercümeciler kendilerini meal ve tercümelerinde şöyle bir tartsınlar, acaba bir yerlerde yanlış mı yapıyorlar?.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
18. October 2016, 06:02 AM
Nisâ suresinin ilk ayetlerinde
kadin ERKEK ayrimi var mi?

Nisâ 1:
Insanlar! Sizi bir tek canlidan yaratan rabbinizi kâle alin
ki esini ondan yaratmis ve o ikisinden bütün ERKEKLERi ve disileri yeryüzüne yaymistir
ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ RiCÂLEN kesîran ve nisââ.

Görüldügü gibi
ilk ayette
kadin ERKEK ayrimi yok.

Nisâ 2:
Yetimlere mallarini verin. Pisi temizin yerine koyup degistirmeyin.
Kendi mallarinizla "onlarin mallari"ni yemeyin, büyük günahtir bu.

Dikkat edilirsse
onlarin mallari anlamina gelen "emvâluhum"daki hum zamiri eril olup
ERKEKLER demektir; arti, disileri de kapsar
yani ikinci ayette de kadin ERKEK ayrimi yok.

Nisâ 3:
Yetimlerin haklarini koruyamayacaginizdan korkuyorsaniz
nikahlayin... SiZE YETKi VEREN o kadinlarin ikiserini, üçerini, dörderini*
ama adil olamayacaginizdan korkuyorsaniz onlarin yalnizca birini
ya da ellerinizin altindakileri -mâ meleket eymânukum.

Yetimler anlamindaki yetâmé bir önceki ayette de geçmistir
ve kendisini temsil eden hum zamirinin eril olmasi da kanitlar ki
yetâme erkektir ama disileri de kapsar
yani bu 3. ayette de kadin ERKEK ayrimi yok.

Okumayi sürdürün, göreceksiniz.
kadin ERKEK ayrimi asla yok.

Yalnizca "kadinlar"i mi nikahlayacaginiza gelince
hayir, kadin ERKEK ayrimi bu hususta da yok.
Ayet eger önyargisiz okunursa görülür ki AYNI ayette
"size yetki veren o kadinlari ikiser, üçer, dörder... nikahlayin" dendigi gibi
"ellerinizin altindakileri nikahlayin" da deniyor, ve onlarin ERKEK olanlari var.

Kaldi ki Nisâ 3 ve Nûr 32 birbirini tamamlayan ayetlerdir,
ayetlerin birine iman edip ötekini yok saymak olmaz.

Nûr 32'de "Bekarlarinizi evlendirin!" deniyor -enkihûl eyâmé minkum;
bekarlarin kadin olani var, erkek olani var.
Bekarlar yalnizca erkektir ya da yalnizca kadindir diye bisey yok.

_______________________________________

*Nisâ 3'te
söz dizimi degisse de
söylenen AYNI kalir:

Nikahlayin... ellerinizin altindaki (erkekleri ve kadinlari)
ve yetimlerin haklarini koruyamayacaginizdan korkuyorsaniz SiZE YETKi VEREN o kadinlarin ikiserini, üçerini, dörderini
ama adil olamayacaginizdan korkuyorsaniz onlarin yalnizca birini...

galipyetkin
18. October 2016, 09:16 AM
2. September 2016, 07:36 AM.

Bu tarih yalnızca burada erkek yetimler için defalarca sorduğum ilk soru tarihi.

Kendi kendimize "beyin jimnastiği" yaparken bu sorumuzu kendimiz cevaplama safhasına geldiğimizde sayın Akçay'dan cevap gelmesi sevindirici.

Cevap yeterli mi?

Değil.....

Bakın bu verdiğim 3. September 2016 tarihli Sayın Akçay'ın yazdığından:

"Yetimlerin haklarini koruyamayacaginizden korkuyorsaniz
EVLENDiRiN size yetki veren kadinlarin ikiserini ve üçerini ve dörderini
ama adil olamayacaginizdan korarsaniz yalnizca birini
ya da yeminleriniz kime malikse onlari.
Yoksul düsmemeniz için uygun olan budur. (Nisâ 3)".

Anlayamadığım şu: Kadınları evlendirdiniz de bu evlilik yetimlerin hakkını nasıl koruyor. Kel alaka?

Ne diyor: "EVLENDİRİN size yetki veren KADINLARDAN ikişerini .....". Dikkat edin hem de yoksul düşmemeleri için evlendirecekmişsiniz mallarını mülklerini evlilikle birlikte koca emrine vererek. Malını mülkünü herife verince kadın zenginleşiyor mu?

Nerede erkekler?

Evet; söz dizimi değişse de
söylenen aynı kalır. (Sayın Akçay'dan veciz bir söz)

Her ne ise......

Malı mülkü olmayanlar (erkekler dahil) ne olacak.
Bunlar yönünden tutum ne?

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

galipyetkin
18. October 2016, 09:18 PM
Beyin jimnastiğine devam.

Baştan söyleyeyim ben 'nikah' kelimesini evlenmek/karı-koca olmak olarak anlamıyorum.

Nisa-3 ayetinde bazıları "evlenin" derken bazıları da "evlendirin" diyerek çekişiyorlar.
Halbuki hadiseye kız tarafından bakarsanız "evlendirin", erkek/talip tarafından bakarsanız "evlenin" olur.

Nikah kelimesinin ev ile ilgisi ne?
Nikah kelimesi kadın ile erkek arasında yapıldığına göre kocalanmak veya karılanmak olsa gerek.
Zadegan kısmı için karı veya koca demek kaba kaçtığından, kelime çarpıtılarak evlenmek yapılmış sanki her evlenen ev sahibi oluyormuş gibi.

Evlenmek ise evi barkı olmayanın, aynı yetimler gibi, başını sokacağı, ırzını koruyacağı, yaşantısını düzenleyip istikbale hazırlanacağı bir dam altı/iş edinmek, edindirmektir.

"Yetimlerin haklarini koruyamayacaginizden korkuyorsaniz
EVLENDiRiN size yetki veren kadınların ikişerini ve üçerini ve dörderini
Demek ki korku basarsa diğer seçeneği yerine getireceksiniz.
Birisi anlatıversin de şu kalın kafa anlasın diğer seçenek olan şu yetki verilenin kadınları ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder evlendirince yetimlerin hakları nasıl korunuyor?
Evlendirmeye yetkili benim bildiğim nikah memurudur. Şimdi toptancı nikah memuru kadınları üçer-beşer evlendirince, bu üçer-beşer evliliğin yetimlere ve yetimlerin haklarının korunmasında nasıl bir etkisi oluyor ki? Birer birer evlendirince koruma olmuyor mu?

Saygılarımla.
Galip Yetkin

kuman
18. October 2016, 09:28 PM
Nisa ilk 10 ayeti Yada Kur an ın bütünü ana erkil bir topluluğa gelseydi eğer ne olurdu...

Hasan Akçay
19. October 2016, 04:58 AM
Nisa ilk 10 ayeti Yada Kur an ın bütünü ana erkil bir topluluğa gelseydi eğer ne olurdu...

Biraz ukalalik edeyim.

Eger Nisâ suresinin ilk 10 ayeti anaerkil bir topluluga gelseydi
en azindan örnegin ilk canlinin
erkek olmadigi, DiSi oldugu görülürdü
çünkü bakin Nisâ 1'de ne deniyor:

Insanlar! Sizi "bir tek canli"dan yaratan rabbinizi kâle alin...

sizi BiR TEK canlidan yaratan
halakakum min nefsin VAHiDE

VAHiDE disildir.

Yetmedi,
ardindan şu söyleniyor:

esini ondan yaratti -halaka minhé zevcehé

esini kelimesindeki i ve ondan kelimesindeki o da disil olup
ilk insanin erkek degil DiSi oldugunu kesinlestirir.


Kisacasi
bize ezberletilmis olanin aksine
ADEM denen erkek
ilk insan degildir.

ADEM
disi olan ilk insanin esi olarak
disi ilk insandan yaratilmistir.

Simdi.. şu sehir efsanesini düsünelim:

Havva,
Adem'in ege kemiginden yaratilmis olup egridir,
düzeltimesi yani terbiye edilmesi gerekir. Pöh!

kuman
19. October 2016, 09:52 AM
Insanlar! Sizi "bir tek canli"dan yaratan rabbinizi kâle alin...


Tebrik ederim.

Ukalalık yaparken evrim teorisi nin Kur an da bulunduğunu da ispatladınız

galipyetkin
19. October 2016, 11:38 AM
Eşeyli üreme ile eşeysiz üremeyi,
yani dölleyerek veya döllenerek üreme ile dölleme veya döllenme olmadan üremeyi birbirine karıştırmayalım.

Eril ile erkek
dişil ile dişi
aynı mı?

"Vahide", bölünen
yani doğurmadan/o erginliğe ulaşamamış olmaktan dolayı, "amib" gibi bölünerek kendisinden bir başka "kendisi gibi çıkan" olamaz mı?

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
19. October 2016, 07:07 PM
Sevgili kuman,
ittekû rabbekum ellezîne halakakum min nefsin vahide,
üslup farki hariç,
nerdeyse istisnasiz bütün mütercimler tarafindan
sizi BiR TEK canlidan yaratan rabbinizi kâle alin
diye tercüme edilmistir.

Lütfen meallere bakiniz: http://www.kuranmeali.org/4/nisa_suresi/1.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx

"Biraz uklalalik edeyim" dememe gelince
öyle dedim çünkü ele aldigim konuda bildigim kisitlidir,
bunun ayirdindayim.

En iyisi
sözü
daha iyi bilecek durumda olanlara birakmak.

Örnegin
Havva Adem'in kaburga kemiginden yaratildi iddasiyla ilgili
rahmetli Y N Öztürk'ün açiklamasi şöyle
(Kur'an'daki Islam, Nisâ suresi):

"Burada, geleneksel söylentilerin tam aksi bir durum söz konusu olabilir. Kur'an ilk canli olarak verdigi nefsi disil bir kelime olarak vahide ile nitelendirmis ve ondan esini yaratti ifadesinde nefse gönderdigi zamiri de disil kullanmistir... O halde kelimelerden hareket edilecekse, Kur'an'in bu ifadesi erkegin kadindan yaratildigini savunmaya çok daha uygundur..."

galipyetkin
20. October 2016, 03:03 PM
"ondan eşini yarattı" mı yoksa bir atımlık nutfeden mi yarattı, yoksa bu safhaya gelinceye kadar geçen "dehr"de çeşit çeşit çamurların etkisiyle insan denilemiyecek primitif bir insansı mı oluştu, üremesi nasıldı? ve zamanı gelince de bu olgun insana mı dönüştü? bunun münazarası insan suresinde yapılır.

Fakat. Şimdi beyin jimnastiğine devam.

Önce şu yetimleri evlendiremeyince kadınlara el atmıştık ya, onları da üçer, beşer toptan evlendiremez isek bu sefer de "aman hiç olmazsa bir tanesini alın, kelepir", diye yalvarmaya başlayacağız.
Eh beceriksiz! Bunu da yapamayınca elinin altındaki sana mecbur olanı peşkeş çeker gibi evlenmeye mecbur edersin.

Ya: "Hayır!.... Yaaaa; ben daha evlenmek istemiyorum"
diyerek evden kaçarsa?.......
Yetimlerin lehine dediğin evlendirme işlemi FOSSS.....

Çünkü eylem yetimin rızası alınmadan, kişiliği sıfırlanarak, Bakara-104. ayet yok sayılarak yetimin kişiliği ve menfaati öne alınmadan olgunun aslı evlendirme veya evlenme rüzgarıyla gencecik ve parası, pulu yüklü kızlar peşkeştedir. Evet uydurdukları bir "mehir" dedikleri, bu günkü başlık parası denilen "evlendirme/satım akçesi" karşılığı. Böylece kadınlar da "döver de sever de" diye koşullandırılıp kurşun ve bıçakla "telef" de edilirler; çünkü mal olmuşlardır.

Askerlikte verilen komut gibi: "Yatılacaaak!... Yat!" gibi yetime de "Evlenilecek! Evlen."

O halde "evlenin" veya "evlendirin" diye tercüme edilen kelimeye yakıştırılan bu mânâ uygun olmayıp, o kelime yetimlerin her hal ve durumunda menfaatlerini kollayacak bir anlam taşımalıdır.

Bazıları meallerde geçen kadınlar ifadesi için "yetimlerin kadınlarını" anlatıyor diye sallayanlar olabilir.
Biz de deriz ki: "Ya annesi, ya da babası veya hem anası hem babası yaşamayan kimsesiz çocuklar yok mudur?"

(Bu konunun bir kısmı da şuradan başlıyor: ( http://www.hanifler.com/showthread.php?t=3658&page=9 )

Saygılarımla.
Galip Yetkin

kuman
30. October 2016, 04:47 PM
Benim merak ettiğim bir konu var, sure uygun diye burada soruyorum;

Kimler ile cinsel ilişkiye girebiliriz ? Örneğin param yok evlenemiyorum yada evliliği devam ettirebilecek durumda değilim bir çıkıyorum evden 6 -7 ay yada 1 sene yokkum.
Yada çok zenginim tek eş de bana yeterli gelmiyor
yada eşiniz sizi tatmin etmiyor
(Kadın erkek ayrımı yapmadan soruyorum)

Kur an a göre ne yapabiliriz ?

Daha doğrusu zina ya düşmeden herhangi bir şekilde cinselliği nasıl yaşarım ?

Hasan Akçay
9. December 2017, 10:07 AM
وا نكحوا ,فا نكحوا
harekesizken de farklı yazılmıştır itirazı yapılabilir
ve şuna dikkat çekilebilir:

" وا نكحوا"daki و (vav) ve ا (elif) harfleri birbirlerinden ayrı yani وا şeklinde yazıldığı halde
"فا نكحوا"da ف (fe) ve ا (elif) harfleri birleştirilerek فا şeklinde yazılmıştır.
Bu, okuma esnasında "فا"deki "elif"in es geçildiğini ama aslında i olduğunu gösterir,
o halde fenkihû aslında feinkihu olup KENDiNiZE nikahlayın yani evlenin anlamını taşımaktadır.

Bkz
http://oi66.tinypic.com/2mcglj6.jpg

Bu itirazı Nisâ 6'daki (el yazmasında alttan 8. satırdaki)
فا شهدوا kelimesi çürütüyor
çünkü bu kelimenin kıraati feişhidu değil "fe eşhidu"dur
ve tıpkı nasıl fe enkihu BAŞKALARINA nikahlayın yani evlendirin anlamını taşıyorsa
fe eşhidu da Nisâ 6'da şahidlendirin anlamını taşımaktadır, KENDiNiZ şahidlik edin değil.

Hasan Akçay
10. December 2017, 05:47 AM
KURANDA ÇOK EŞLİLİK YOKTUR.
NİSA İLK 10 AYETİ YETİM HUKUKU İLE İLGİLİDİR.

Sevgili Halil hocam, benim eleştirim size değil.

Kur'an'da çok eşlilik
elbet yoktur,
YOKTUR diyen sizi niye eleştireyim.

Ama bakar mısınız:


3. Ve eğer ki yetimleriniz konusunda hakkaniyetsizlikten korktuysanız; o takdirde sizin için hoş olan, o kadınlardan [yetimlerin kadınlarından] ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlayın. Şâyet o takdirde de adaleti gözetemeyeceğinizden korktuysanız, bir tanesini ya da yeminlerinizin sahip olduğunu nikâhlayın. Bu, hakksızlığa sapmamanız için en uygunudur.

Kime nikahlayın?

Sayın Hakkı Yılmaz'a göre
KENDiNiZE nikahlayın:

...toplanacaksınız ve yetimlere bakmakla mükellef olan kadınları ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlamak üzere bir kampanya düzenleyeceksiniz. Böylece yetimler üvey çocuklarınız, yetimlere bakmakla mükellef kadınlar da eşleriniz olacak.

Hasan Akçay
10. December 2017, 06:56 AM
Sayın Hakkı Yılmaz'a
ve onun gibi
Kuran'da çok eşlilik var diyenlere sorular:

1
ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder demek
ikisini aynı anda, üçünü aynı anda, dördünü AYNI ANDA demek (Bkz Fâtır 1)
yani bir adam örneğin DÖRT kadını aynı anda nikahlayıp zifaf odasına alacak.

Buna
islamî ahlak izin verir mi
ve güç kuvvet yeter mi?

Ama adam örneğin 4 kadının her birini kendi talibine nikahladığında
o yapılan iş ahlak ve güç kuvvet dahilindedir.


2
"Nûr 33'te belirtildiği üzere
"yeminlerinizin sahip olduğu" kimselerin ERKEK olanları var,
erkek inanırlar onları KENDiLERiNE mi nikahlayacak?


3
Nisâ 3'te sizin deyiminizle "yeminlerinizin sahip olduğu"nu nikahlayın deniyor
ama Ahzâb 55'te görüldüğü üzere peygamber eşlerinin de var yeminlerinin sahip olduğu,
peygamber eşleri "yeminlerinin sahip olduğu"nu
KENDiLERİNE mi nikahlayacak, başkalarına mı?


4
Nisâ 3'teki "mâ TÂBE lekum"a sizin için HOŞ OLAN diyorsunuz,
ama Nisâ 4'teki "in TIBNE lekum"a size ikramda bulunan...
Oysa ikiside AYNI fiil.

Neden Nisâ 3'te de
size kendilerini taliplerine nikahlama yetkisi verip
sizin için sevap kazanma imkanı yaratmak suretiyle
size ikramda bulunan (kadınlar) demiyorsunuz?

Asıl önemlisi, size HOŞ OLAN ifadesi abes gelmiyor mu size
yani ya siz onlar için... HOŞ OLMAYAN biriyseniz nolacak?

Hasan Akçay
11. December 2017, 07:11 AM
Bir de şu itiraz yapıldı:

4:3'teki "فا نكحوا" kelimesini
diyelim ki dediğiniz gibi "evlendirin" olarak ele aldık,
4:25'deki "فَا نْكِحُوهُنَّ" kelimemizi ne olarak ele alacaz?

Cevap:

Nikahlayın olarak alacağız,
bırakacağız öyle kalacak!

Kimse karışmayacak,
manipüle etmeyecek.

Akıl sağlığı yerinde olanlar
sözün gelişine, ayetin içeriğine... bakarak
doğru anlamı görürler.

فا شهدوا: Öyleyse şahidlendirin (4:6)
فا نكحوا: Öyleyse nikahlayın (4:25)
فا نكحوا: Öyleyse nikahlayın (4:3)
وا نكحوا: Ve nikahlayın (24:32)

Nisâ 25: Öyleyse onları nikahlayın ailelerinin izniyle -فا نكحوهن بإذن أهلهن

Nisâ 1: Ey insanlar,
Nisâ 3: öyleyse nikahlayın... o kadınları -فا نكحوا... النساء

Hasan Akçay
11. December 2017, 08:29 AM
Nisâ 25:

Bağımsız iffetli müminelerle evlenmeye güç yetiremeyenleriniz için
yeminlerinizin size bağladığı mümin genç kızlarınız var.

Sizin imanınızı Allah bilir,
hepiniz birbirinizdensiniz.

Onları ailelerinin izniyle nikahlayın -فا نكحوهن بإذن أهلهن
ve mehirlerini güzelce kendilerine verin.

Onlar da iffetlerini korusunlar,
uygunsuz davranmasınlar
ve gizli dost edinmesinler.

Koruma altında uygunsuz davrandıklarında ise
cezaları
bağımsız müminelere verilenin yarısıdır.

Darlananlarınız içindir bu
ama dayanmanız daha hayırlıdır.
Koruyandır Allah, bağışlayandır.

Hasan Akçay
12. December 2017, 06:34 AM
Nisa üçdeki "Ma tabe Leküm" oldukça EVLENDiRiNiZ türündeki okumaya gidilemez.

Merhaba Halil hocam.

Nisâ üçte EVLENDiRiNiZ türündeki okumaya
sahiden gidilemez mi ya da gidilmek zorunda mı
buyurun birlikte bakalım.

Kendilerini evlendirme yetkisini size vererek sevap kazanma imkanı sağlamak suretiyle
(sayın Hakkı Yılmaz'ın deyimiyle) size ikramda bulunan kadınları (mâ tâbe lekum min en nisâ')
ikişer, üçer, dörder nikahlayın.

"Nikahlayın"ın ayette 3 tane "Nesne"si var:

1."mâ meleket eymân"ınızı yani "yeminlerinizin sahip olduğu insanlar"ı nikahlayın
2.kadınların ikişerini, üçerini, dörderini nikahlayın -mesné ve sülése ve rubâa
3.yalnızca birini nikahlayın

1.1
Nikahlayacağınız o insanların ERKEK olanları var (Bkz Nûr 33)
ve siz erkeksiniz...
ERKEKLERi erkekler KENDiLERiNE nikahlayıp onlarla evlenmezler hocam,
onları talibi oldukları kadınlarla evlendirirler. Ayette söylenen bu.

1.2
O devrin bazı kadınları,
örneğin peygamberin eşleri de sahip o insanlara (Bkz Ahzâb 55).
Peygamberin eşleri eş edinmiycek onları hocam, evlendirecekler.

2
İkişer, üçer, dörder demek
ikisini aynı anda, üçünü aynı anda, dördünü AYNI ANDA demek.

Kanıt için Fâtır 1'e bakar mısınız,
orada şöyle deniyor:

Övgüler olsun gökleri ve yeri yaratana
ve melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapana
câilil melâiketi rusulen ulî ecnihatin mesné ve sulése ve rubâa

Allah
örneğin 4 kanatlı bir meleği yaratırken
meleğin önce 1. kanadını ve üç beş yıl sonra 2. kanadını ve altı yedi yıl sonra 3. kanadını ve daha sonra 4. kanadını yaratmadı değil mi,
"Ol!" dedi, meleğin 4 kanadı AYNI ANDA oluverdi.

Şimdi düşünün.
Allah'ın "O kadınları ikişer, üçer, dörder nikahlayın!" buyruğuna muhatap olanlar,
örneğin 1 adam 4 kadını aynı anda kendisine nikahlayıp gerdeğe girecek 4 kadınla.

Olacak şey mi hocam,
"hulukin azîm" üzerindeki resulun ilettiği islam
kaldırır mı bu iğrenç ahlaksızlığı?

Elbet kaldırmaz ve mütercimler de bunun ayırdındadır ki kendi çevirilerinde
"ikişer ikişer ve üçer üçer ve dörder dörder"i dörde kadar diye çarpıtıyorlar -örneğin B Sadak, C Külünkoğlu, Diyanet (eski), Elmalılı.
4 eşe sahip olmak isteyen 1 adam ilk eşini şimdi alacak mış mış, 2. eşini üç yıl sonra, 3. eşini daha sonra, 4. eşini daha daha sonra...

Elleri mahkum çarpıtmaya
çünkü "Evlendirin!" buyuran Allah'ın sözü "Evlenin!" diye çarpıtılmış bir kere,
öteki kelimeler ona uydurulmak zorunda.
.

Hasan Akçay
13. December 2017, 04:05 PM
Nisâ 4:

Ve âtûn nisâe "sadukât"ihinne NIHLATEN
O kadınlara sadakalarını KARŞILIKSIZ verin

Buradaki sadakalar kelimesinin
mehirler olarak çarpıtılmasının nedeni de
herkesin
aklını evlenmek ile bozmuş olmasıdır.

Ali Ünal: Evleneceğiniz kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin.
C Yıldırım: (Evlendiğiniz) kadınlara mehirlerini güçlük çıkarmadan gönül rızasıyla verin.
Elmalılı: ve aldığınız kadınlara mihirlerini efendicesine verin
H B Çantay: (Aldığınız) kadınların mehirlerini yürekden isteyerek ve (Allahın) bir atiyye(si) olarak verin.
Ö Öngüt: (Nikâhınıza aldığınız) kadınların mehirlerini bir hak olarak seve seve verin.
S Yıldırım: (Nikâhınıza aldığınız) kadınların mehirlerini bir hak olarak seve seve verin.
Hakkı Yılmaz: Ve o kadınlara [yetimlerin kadınlarına] mehirlerini seve seve veriniz .

Oysa Arapça metinde
ve o kadınlara "sadakalar"ını karşılık beklemeden verin deniyor, o kadar.
Evlenmenin esamesi bile yok Allah'ın ayetinde.

Kısacası 4. ayet yetimlerin malları hakkındadır
tıpkı 2. ayet gibi.

Şu farkla ki
2. ayet yetimlerin kadın olanlarını da kapsamakla birlikte erkeklerin malları hakkında uyarıda bulunuyordu,
4. ayet yalnızca kadınların malları hakkında uyarıda bulunuyor.

Yetimlere mallarını verin (emvaleHUM), pisi temizin yerine koyup değiştirmeyin (2).
Kadınların mallarını hiç bir karşılık beklemeden verin (4).

Belli ki
korumanız altındaki yetim kızlardı onlar,
kendilerine sadakalar verildi ve böylece mallara sahip oldular
ve büyüyüp kadın olduklarında mallarını istiyorlar sizden.

Vereceksiniz, hem de hiç bir karşılık beklemeden.

NIHLATEN karşılık beklemeden demek,
hani bal arıları ayılar için ağaç kovuklarına ve kaya girintilerine bal yaparlar ya, karşılığında hiç bir şey beklemeden
tıpkı onlar gibi.

Niçin karşılık bekleyesiniz ki?
Kendi mallarını istiyorlar sizden,
mehir değil.
.

galipyetkin
13. December 2017, 07:47 PM
Daha sonra itirazlarımı yazacağım, ama önce bitmez tükenmez kurguların, tasarların bitmesini, "miz-an-sen"lerin sona ersini bekliyorum; ama Hasan Bey de durmadan üretiyor. Fazla bekleyemedim çünkü şu soru beni zorladı.

ve o kadınlara "sadakalar"ını karşılık beklemeden verin deniyor, o kadar.
korumanız altındaki yetim kızlardı onlar; kendilerine sadakalar verildi ve böylece mallara sahip oldular
Evet.
Bir yerde "kadınlar"a verin
Diğer yerde "yetim kızlar"a verildi.

Ne?
-Sadaka.
-Neden Sadaka?
-Sadaka ne ki?
-Niye Onlara verilsin ki?
-Hem de karşılıksız.

Şimdilik.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
14. December 2017, 03:12 AM
Daha sonra itirazlarımı yazacağım, ama önce bitmez tükenmez kurguların, tasarların bitmesini, "miz-an-sen"lerin sona ersini bekliyorum; ama Hasan Bey de durmadan üretiyor.


Merhaba Galip bey.

Önünüzdeki yazıyı dikkatli okuyun önce, doğru anlayın
ki ona dair ettiğiniz sözün bi gerçekliği olsun.

Örneğin

-Sadaka ne ki?
-Niye Onlara verilsin ki?
-Hem de karşılıksız.

Güzel kardeşim, orada geçen "sadukâtihinne"nin o kadınlara onlar henüz küçük iken verilmiş sadakalar olduğu, dolayısıyla tıpkı 2. ayetteki emvaleHUM gibi onların kendi malları olduğu, "Kadınlara sadukâtını verin" emrinin muhatapları tarafından hem de karşılıksız (?) olarak verilecek sadakalar olmadığı, kadınların kendi malları olduğu yazıda belirtilmiş.

Sağır duymaz, uydurur derler benim köyümde.

Sadukâtihinne
mevcut çeviri sahiplerinin uydurduğu gibi verilecek mehirler değildir,
sizin uydurduğunuz gibi verilecek sadakalar da değildir;
kadınların kendi mallarıdır ki eskiden edinilmiştir.

Kişilerin kendi malları
onlara zevcelik karşılığı mehir olarak ya da sevap karşılığı sadaka olarak verilmez,
bal arılarının yaptığı gibi karşılıksız verilir ki bakın ayette NIHLATEN deniyor - نحلة.

"Benim yazılarıma lütfen karışmayın, size izin vermiyorum!" dedim,
onu da anlamadınız.
Sizin tasallutunuza uğramamak için daha ne yapayım, bu forumda yazmayı mı bırakayım?
.

galipyetkin
14. December 2017, 09:52 AM
Canım, Ciğerim Hasan Bey.

Açıklama, izah ve tatmin etme ötesinde
tehdidiniz para etti.

Yazın be canım ciğerim dostum; yaza bildiğiniz kadar esintilerinizi yazın

Biz mi?
Boş verin.
Başımızın çaresine bakar, başka bir çıkış yolu buluruz.
Gerekirse gönlümüze taş basar, çenemizi çivileriz.
Yeter ki Sayın Hasan Bey sıkılmasın.

Buyurun Hasan Akçay.
Sahne sizin.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
14. December 2017, 12:23 PM
Daha sonra itirazlarımı yazacağım, ama önce bitmez tükenmez kurguların, tasarların bitmesini, "miz-an-sen"lerin sona ersini bekliyorum; ama Hasan Bey de durmadan üretiyor. Fazla bekleyemedim çünkü şu soru beni zorladı.

Evet.
Bir yerde "kadınlar"a verin
Diğer yerde "yetim kızlar"a verildi.

Ne?
-Sadaka.


Anlayın diye
şu açıklamayı ayaptım:

Nisâ 4'teki sadukâtihinne
mevcut çeviri sahiplerinin uydurduğu gibi VERiLECEK mehirler değildir,
sizin uydurduğunuz gibi VERiLECEK sadakalar değildir;
kadınların kendi mallarıdır ki eskiden EDiNiLMiŞTiR.

Bu açıklama da işe yaramadı,
yine anlamadınız.


*

Peki,
bi daha:

"Ve étun nisâe sadukâtihinde"deki SADUKÂT sadakalardır
ki o kadınlar henüz küçük kızlar iken verilmiştir kendilerine.
Ama o sadakaların verilmesi bitti gitti.
O kadınlara sadaka verin denmiyor artık,
geçmişte başkalarının onlara verdiği sadakalar iken şimdi kendilerinin olan mallarını verin deniyor NIHLATEN.

NIHLATEN kelimesini büyük harflerle yazıp vurgulamamın nedeni
kanıttır o.

Kadınlara
mehirlerini verdiğinizde bunun karşılığı onların sunacağı zevceliktir,
sadaka verdiğinizde bunun karşılığı cennetteki bi köşktür
ama kendi mallarını verdiğinizde bunun karşılığı olmaz, bunu NIHLATEN yapacaksınız
tıpkı ayılara bal veren ARILAR gibi.

Bi daha:

Nisâ 4'te kadınlara sadukâtını KARŞILIK BEKLEMEDEN (نحلة) verin deniyor;
o halde Nisâ 4'teki sadukât kadınların kendi mallarıdır.


*

BU KEZ anladınız mı
ya da hâlâ anlamadığınız için kurgu, mi-zan-sen, "Hasan Bey durmadan üretiyor" diyerek
hakaretler etmeye devam mı?

Sizin tehdit diye çarpıttığınız
"...ya da bu forumda yazmayı mı bırakayım?" sorusu
sizin tasallutunuzdan kurtulmamın yollarından biridir.

Kardeşim, buna ihtiyaç duymamı istemiyorsanız
karışmayın yazılarıma.
Hakaret etmenize izin vermiyorum.
.

galipyetkin
14. December 2017, 02:16 PM
Biz sahneyi terk etmiştik. Ama zorla bize rol verildi.
Biz de bu son görevimizi yapıp tekrar sahnesinden çekileceğiz. Sahne tamamen Sayın Akçay'a kalacak. Dilediği gibi oynasın.

Allem ediyor, kallem ediyor, kendi kurgusuna uygun uydurmalarla her şeyi saptırıyor;
sadaka'yı da "eskiden edinilmiş mallar" deyip uyduruyor Sayın Hasan Akçay.
Halbuki "Eskileri de dahil "hak edişlerini" verin" anlamındadır. Çünkü eşek gibi karın yokluğuna çalıştırıldılar; bu çalışmalarının karşılığını iç ettiniz, gasp ettiniz, geri verin deniliyor

Ayette kadın-madın da yok. Ayette geçen "nisa" kelimesi "çalışma/faaliyet/iş/işi yapan/işçi" demektir

Bu ayeti de surenin üçüncü ayetinin ayrılmaz bir parçası/devamı olarak okumanız gereklidir.
Bu durumda da: " yanınızda karın tokluğuna çalıştırdığınız "beslemeyi"/hizmetliyi/yanaşmayı/hizmetçiyi (kadın veya erkek) ücretlendirin ve çalışmalarına ait eski haklarını da verin . Eğer çalışan "hak ediş"lerinin bir kısmını rızaen almaz da size bırakır ise siz de onu afiyetle yiyin." anlamı çıkar

Ayetlerin anlamı bu kadar basit ve net iken dolandırmak niye.

Çünkü birinci ayetin anlatımında basit bir hata yapılmış ve bu hata bulaşıcı hastalık gibi diğer ayetlere de sirayet ediyor.

Evet Sayın Akçay.
Siz de bundan sonra benim yazdıklarımı dile getirerek ve benim adımı anarak bir şey yazmayın lütfen.
Çünkü sizin hayal gücünüzde bir figüranlik veya oyunculuk istemiyorum.

Buyurun.
Sahne tekrar sizin.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

yolcu42
15. December 2017, 08:14 AM
Hasan bey,
Nisa 2 den itibaren nisa 11 e kadar bölüm kopuk değil kanaatindeyim.

Yani bu ayetler,annesi ve babası ölüp,yetim kalan,mirastan hak elde edip küçük olduğu için miras payının, velayetinin verildiği kişide bulunan yetimleri ifade ediyor olabilir.
Açıklama yazmıyorum çünkü nisa 12 ye kadar okursanız anlam bütünlüğü var görünüyor.
Nisa 2 deki durum,evlenme çağına kadar evlerinde baktıkları yetimlere harcamaları,
Nisa 3, evlilik çağına gelmiş kişileri evlendirmeleri,
Nisa 4, evlenen bu kadınların,sadakalarını(söz verilmiş olan miras paylarını) verilmesini
Nisa 6,evlilik çağına kadar nasıl harcama yapmak gerektiğini,
Nisa7,miras payını,

Kasdediyor gibi.

Hasan Akçay
15. December 2017, 08:54 AM
Hasan bey,
Nisa 2 den itibaren nisa 11 e kadar bölüm kopuk değil kanaatindeyim.

Yani bu ayetler,annesi ve babası ölüp,yetim kalan,mirastan hak elde edip küçük olduğu için miras payının, velayetinin verildiği kişide bulunan yetimleri ifade ediyor olabilir.
Açıklama yazmıyorum çünkü nisa 12 ye kadar okursanız anlam bütünlüğü var görünüyor.
Nisa 2 deki durum,evlenme çağına kadar evlerinde baktıkları yetimlere harcamaları,
Nisa 3, evlilik çağına gelmiş kişileri evlendirmeleri,
Nisa 4, evlenen bu kadınların,sadakalarını(söz verilmiş olan miras paylarını) verilmesini
Nisa 6,evlilik çağına kadar nasıl harcama yapmak gerektiğini,
Nisa7,miras payını,

Kasdediyor gibi.

POLYGAMY başlıklı şu makaleye göz atar mısınız,
ana dili Arapça olan Brother Yaseen tarafından yazılmış
ve Yaseen sizinle nerdeyse AYNI görüşte:

http://www.sistersinislam.org.my/news.php?item.1033.119

İngilizce bilmiyorsanız,
makaledeki ilgili ifadeleri
tercüme edeyim, inşallah.

Hasan Akçay
15. December 2017, 03:59 PM
Nisâ sûresinin başında sözü edilen konu açısından
ayet 1-2 ile ayet 7 ve sonrasını da bütünün içine aldığımızda
ortaya çıkan anlam örgüsünü incelemek için
3-6'daki resmin bütününe bakalım.

Ayete ve resme bağlı olarak vurgu
ya "miras"ın üzerindedir
ya da "mehir"in üzerinde.

Resim 1
evlenDiRme ve yetim kadınların "miraslar"ı (sadukâtihinne):

Nisâ
1 (insanın var edilişi)
2 (miras)
3 (evlenDiRme)
4 (miras)
5 (miras)
6 (miras)
7 ve sonrası (miras)


Resim 2
evlenme ve "mehirler" (sadukâtihinne)

Nisâ
1 (insanın var edilişi)
2 (miras)
3 (evlenme)
4 (mehir)
5 (miras)
6 (miras)
7 ve sonrası (miras)

İyot gibi neyin açığa çıktığı görülüyor.

"Sadukâtihinne"nin miras anlamına geldiğini kabul ettiğimizde (ki kabul edilmesi gereken odur)
2-6 ile 7 ve sonrasındaki konu birliği mükemmel olup
2-6'nın muhatapları ile onların görevleri de açık ve nettir
yani muhataplar yetimlerin "hâmiler"idir, görevleri ise yetimlerin malî işlerini kotarmak.

Gel gör ki kabulümüz evlenme ve mehir olduğunda
muhataplık 2'deki "hâmiler"den 3-4'teki "kocalar/güveyler"e atlayıveriyor,
sonra 5-6'da "hâmiler"e yeniden dönüş yapıyor!


___________________________________________

Let us look at the overall picture of verses 3-6
in relation to the verses before 1-2 and the verses after 7 and onwards
from the topic in question.

I put emphasis on inheritance or dowers depending on the verse and the scenario:


Scenario 1
Marrying off and orphaned women's inheritance (sadduqatihina):

Nisâ
1 (humanity origins)
2 (inheritance)
3 (marrying off)
4 (inheritance)
5 (inheritance)
6 (inheritance)
7 onwards (inheritance)


Scenario 2
Marrying and dowers (sadduqatihina)

Nisâ
1 (humanity origins)
2 (inheritance)
3 (marrying)
4 (dowers)
5 (inheritance)
6 (inheritance)
7 onwards (inheritance)

The odd one out can easily be spotted.

When "sadduqatihina" is taken as inheritance (as it should),
there is consistency of topics in verses 2-6 and the following verses from 7 onwards.
The audience and its role in verses 2-6 is also the same;
that is, carers responsible for the welfare and the financial affairs of the orphans.

However when the meanings marry and dowers are taken,
we find that the audience switches from carers in 2 to husbands/grooms in 3-4,
then it switches back again to carers in 5-6!
.

galipyetkin
15. December 2017, 09:21 PM
Sizlere şöyle demiştim:

-Çünkü birinci ayetin anlatımında, tercümesinde basit bir hata yapılmış ve bu hata bulaşıcı hastalık gibi diğer ayetlere de sirayet ediyor , bulaşıyor.

Bakın hiç kimseyi suçlamadan (bu bazılarınca irade dışı hata olup bazılarınca kasttır.) yukarıda anlattığım hataları ortaya koyalım

Esasında burada benim herhangi bir ekstra çabam yok. Hatta hiç çabam yok. Çünkü dışarıdan anlatılan sihirlerden kendinizi kurtarıp da Kitaba olması gibi, yani kendisinin anlattıklarının has olduğunu bilerek baktığınızda/okuduğunuzda onun özüne ulaşıyorsunuz.

Deneyelim mi?

Ayet açılımı şu:

Nisa:-1
1. yâ eyyuhâ : ey
2. en nâsu : insanlar
3. ittekû : takva sahibi olun
4. rabbe-kum(u) : Rabbinize karşı
5. ellezî : o ki
6. halaka-kum : sizi yarattı
7. min : ... den, ...dan
8. nefsin : bir nefs
9. vâhidetin : bir tek
10. ve halaka : yarattı
11. min-hâ : ondan
12. zevce-hâ : onun eşini, hanımını (Havva anamızı)
13. ve besse : yaydı, türetti
14. min-humâ : onlardan
15. ricâlen : erkekler
16. kesîran : birçok, çok sayıda
17. ve nisâen : kadınlar
18. ve ittekû : takva sahibi olun
19. allâhe : Allah
20. ellezî : o ki
21. tesâelûne : istersiniz, dilekte bulunursunuz
22. bihi : onunla
23. ve el erhâme : rahimler, akrabalıklar, yakınlar
24. inne : muhakkak
25. allâhe : Allah
26. kâne : oldu, ... idi, ...dır
27. aleykum : sizin üzerinize
28. rakîben : murakabe eden, kontrol eden


Şimdi sizden ilk ricam havva anamız filan diyen zıpırları kaale almayın.

Ve okumanızı ikiye ayırarak ilk kısmı 13. ifade ile bitirin.
Ne diyor birinci kısım?
-Bir tek nefisten eşini yaratıp da, bunlardan da türetip bu türettiklerini, bu yaratılanları/türetılenleri dünya yüzünde yaydığını anlatıyor.

Anlaşılmayan bir şey var mı?

Evet bundan sonrası ve bazılarının anlayamadığı Ayetin vurucu kısmı.

İşte şimdi anlaşılamayan ikinci kısım olan 14 ve 17. ve arasındaki ifadeler:
Ne diyor:
-ONLARDAN (yani yaymış olduklarından, yani yayılmış dişi ve erkeklerden)
Bir çok, çok sayıda RİCÂLEN (ki mealde ERKEKLER diyorlar) YARATTI.
Yayılırken, çoğalırken erkek yok mu idi? Tabii ki vardı: olmasa çoğalamazlardı ki. O halde buradaki bu (erkek denen) RİCAL ne ola ki?
Erkek demekse niye tekrarlansın?

Ve birçok, çok sayıda NİSAEN (ki KADINLAR diyorlar) YARATTI.
onlara erkeğin karısı olarak baktığınız zaman 12. sırada belirtildiği gibi -ZEVCE-HA- olarak zaten yazılıydı, varlardı. O halde Nisa - nisaen ne ola ki?
Bunlar zaten vardı,yazılıydı da niye tekrarlanıyor? Allah tekrar yapar mı?

Acaba başka bir mânâ mı taşıyorlar?
Empoze edilmeye çalışılandan değişik bir anlamları mı var rical-in veya ricalen-in, ve -nisa veya nisaen-in?

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

yolcu42
15. December 2017, 11:30 PM
Bu 1. Ayet diğer ayetleri nasıl etkiliyor açıklayabilir misiniz.

galipyetkin
16. December 2017, 09:20 AM
Sayın yolcu 42.

Biz burada ne yapmaya çalışıyoruz ki?
Lütfen biraz sabırlı olur musunuz?
Ya da yazdıklarım üzerinde biraz düşünür müsünüz?

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

galipyetkin
17. December 2017, 01:51 AM
Kaldığımız yerden ayetin devamını getirirsek birinci kısımda 10. sıradaki "yarattı" ifadesini kullanmalıyız.

Evet ne diyor ayetin bizi ilgilendiren kısmı?:
a:-) "Onlardan/türetilenlerden çok sayıda ricalen/işin yöneticilerini/işe yönlendiricilerini;
ve de
b:-) fiziksel performansları ile "nisaen/işi oluşturacakların-yapacakların faaliyetlerini"
yarattı.

Yani Ayet, Kitab'a apış arasından bakan zihniyet aksine "çalışan ile çalıştıran" ve bu ilişkinin sebebi "iş"ten, "çalışma hayatının adil yönetimi" ile "çalışanın ve de çalıştıranın alması gereken tutumu"ndan, adaletinden bahsetmekte

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

galipyetkin
17. December 2017, 06:24 PM
Yukarıda yaptığım gibi ayeti uygun bir şekilde analiz ettiğinizde ve ayette geçen kelimelere doğru mânâlarını verdiğinizde düzgün bir anlama ulaşıp ayete takla attırmıyor ve anlatmak istediğini saptırmıyorsunuz.
Bakın birkaç sayfa önce/10. sayfada şöyle yazmışız.

NİSA kelimesi kadın anlamında değil, iş/işi yapan/işçi anlamında;
NİKAH kelimesi birleştirmak, buluşturmak anlamında kullanılmıştır.
MEHİR de maharettir.

-İkişer, üçer, dörder- ifadesi 35/1. ayette de müteşabih olarak yazılıdır: ve ikişer= genel olarak yardımlaşarak; üçer= içe sinecek şekilde; dörder= fayda sağlayacak oranda kanat germe anlamına gelir.
Bu anlayışla 4/3 ayetini tercüme etmek, (Nisa Suresinin ilk 10 ve 127. ayetlerine de) konu birliği içerisinde ona bir anlam yüklüyor. Buyurun:

Eğer yetimler konusunda haklarını vermede (bireysel)korkunuz yoksa(işiniz, durumunuz müsait ise, yani altından kalkabilecek iseniz), o zaman sizin için temiz/uygun olan işlerinizle bunları ikişer, üçer, dörder (toplumsal olarak da yardımlaşmayla, yardımlarınız içe sinerek ve fayda sağlayarak), maharet edinecekleri (veya maharetlerine uygun) şekilde nikahlayın/iş sahibi yapın/iş ile buluşturun/meslek öğrenmek üzere çalıştırın. Bu şekilde(çalışılmasından, yani her birinin iş sahibi olmasında) adil olamamaktan çekinir seniz o zaman bir tanesi ile ilgilenin; ya da evinizdeki/elinizin altındaki erkek veya dişi beslemeyi (hizmetliyi, hizmetçiyi maharetine uygun) bir işin sahibi yapın/meslek edindirin.
(Küçükler yönünden meslek edinmeye yönelik okumak veya okutmak da iş kapsamı içinde düşünülmelidir. Esasen ayetin amacı bu kişilerin maharet sahibi, meslek sahibi olmaları.)

4/4 ayetin ilk cümlesi ile de ücretlerinin(sadukati hinne) yerleştirilecekleri işlerindeki becerilerine/yeteneklerine/maharetlerine(mehir) uygun olması istenir.

4/127. ayetin mealini de uyduruk olarak -yetimlerin kadınları- diye çeviriliyor. Ne özelliği var yetimin kadını olmanın? Yetimlerin erkekleri olamaz mı? Cinsiyet harici ikisi arasında ne fark var? Dolayısı ile ayeti tefekkür yerine hatalı akıl yürüterek hatalı/uyduruk mânâlandırma.
Yetimlerin kadınları diye çevrildiğinde ne yaparsanız yapın düzgün bir mânâ elde edemiyor, ayette eklemeler-çıkarmalar yapıp Allah çılık oynanıyor. Cilbab konusundaki AHZAB-59 da, kurucu devlet başkanı olarak Peygambere -Ey Nebi! Müminlerin karılarına, kızlarına ve işçilerine söyle....- diye doğrusunu yazdığım, meali yalnış yazılmış ayette bir hitap vardır ve ayeti iyi okursanız -kadınlar=işçiler- ifadesinin anlamı ile kişilerin cinsiyetleri orada (kadın ve erkek işçi) çerçevelenmiştir.

nisa ile nisai aynı anlamda değillerdir. Nisai iş, performans anlamındadır.

Bu nedenle de Nisa-127.ayette geçen -yetamen nisaillatiy- ifadesini -yetimlerin kadınları- olarak değil, -yetimlerin işleri- diye çevirmek gerekiyor.

Belirttiğim anlamlara sahip olarak çeviri yapıldığında da kızların küçük yaşta evlendirilmeleri ve çok eşlilik ortadan kalkıyor.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
18. December 2017, 10:09 AM
4:3'ü çarpıtanların izlediği yol:

Ayete
önce
kendi "heva"larına uyan bir anlam yüklerler,
örneğin aslında evlendirin* demek olan "fe enkihû"yu
fe inkihû yaparlar, ayette evlenin deniyor olur böylece.
Kısacası minareyi çalarlar.

Sonra
ayetin öteki kelimelerini çarpıtıp
minareye kılıf uydururlar.

Çarpıttıkları ifadelerden biri "mâ TÂBE lekum"dur.

Aslında öznesi üçüncü tekil kişi olan bi yüklemdir tâbe,
dolayısıyla mâ TÂBE lekum "hangi kadın size iKRAMDA BULUNDU ise" demektir
yani hangi kadın size yetki verdiyse o kadınları nikahlayacaksınız.

Ayette söylenen budur.

Ama lütfen o çarpık çevirilere bakar mısınız
kimleri nikahlayacakmış mışsınız;
size hangi kadın yetki verdiyse onları mı
ya da SiZiN "işiniz"e uyan, SiZiN "hoşunuz"a giden kadınları mı?

Peki,
ya sizin uygun bulduğunuz iş o KADINLARA uygun değilse,
ya siz o KADINLARIN hoşuna gitmezseniz?
Bunu sormak akıllarının ucundan bile geçmez.

Allah'ın gerçeği:
sizin o kadınları nikahlama yetkiniz
onların size vereceği izin şartına bağlıdır ve SÖZ HAKKI kadınların kendilerindedir
ama çarpıtmacılar kadınların o hakkını gaspederler.

_______________________________

*Lütfen karşılaştırın

فا نكحوا (üstten ilk satır)
فا سهدوا (alttan 8. satır)

http://oi66.tinypic.com/2mcglj6.jpg

galipyetkin
18. December 2017, 06:29 PM
Ben Allahın yetimleri evlendirin veya yetim kadınlarını evlendirin ki yetimler de onların yanında rahat etsin dediğini hiç zannetmiyorum. Yetim olmanın yaş sınırı ve cinsiyeti var mı? Verdiğim tanımlara göre yok. O halde yetimin kadını onun karısıdır ve eylem evli kadını evlendirmek olur
Diyelim ki bu eylem yapıldı ve adam malları yeyip boşsun deyip yetimin kadınını kapı önüne koydu?
Ya da adam beş parasız öldü.
Ne olacak?
Pezevenk kadına yeni bir koca mı arayacak?
Aklınız alıyor mu. Bu Allahın çözüm olarak sunusu olabilir mi?
İşte dinimizi böyle yozlaştırıyor ve........

Bakın şu ayette Allah yetimler hakkında ne diyor:
Fecr:17-20:- Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Doğrusu siz, YETİMİ, ÜSTÜN-SAYGIN BİR ŞEKİLDE YETİŞTİRMİYORSUNUZ. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi özendirmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına!

Yetimlere önerilen Nisa ayetindeki evlendirilmeleri, ne idüğü belirsiz heriflerin koynuna sokulması mı? Ya da evlenen kadını yanında sığıntı olması mı? Bu anlatıma göre erkek yetimler ölsün mü?
Yoksa Fecr suresindeki gibi özgün bir şekilde yetiştirilmeleri mi?

Bizce Nisa Suresinin başlangıcındaki evlendirin ifadesi, yetimleri iş ile birleştirip iş-güç sahibi yaparak ve de çalışmalarını da sağlayarak üstün, saygın bir kişiliğe ulaşmalarının ferden ve toplumca sağlanmasını kastetmektedir.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
20. December 2017, 01:00 PM
Nisâ
127'de o kadınların yetimleri diye bir ifade var (yetâmen nisâ)
3'te ise "Nikahlayın... o kadınları" deniyor (fenkihû... en-nisâ).
İşte 3'teki o kadınlar aslında 127'deki kadınlar olup yani yetimlerin anneleri olup...
Allah şunu buyuruyormuş: Eş alın yetimlerin annelerini ikişer, üçer, dörder.

Bunu öne sürenler
ciddi insanlar,
örneğin Hakkı Yılmaz, Edip Yüksel*...

__________________________________

*http://www.islamawakened.com/quran/4/3/default.htm

4:3'teki ilgili bölümün
Edip Yüksel'in de aralarında bulunduğu Monotheist Group tarafından yapılan
2011 çevirisi:

Yetimlere adil olamıycanızdan endişeliyseniz
onların annelerinden size uygun olanlarla evlenin.

And if you fear that you cannot be just to the orphans,
then marry those whom you see fit from their mothers.


*

Ama yetimlerin anneleri ifadesi
kitabın 2013 baskısından atılmış
ve çeviri şöyle olmuş:

Yetimlere adil olamıycanızdan endişeliyseniz
o kadınların size onay verenleriyle evlenin.

And if you fear that you cannot be just to the orphans,
then you may marry those who are agreeable to you of the women...

Neden ki?
Ve Hakkı Yılmaz düşünüyor mu
yanlışını düzeltmeyi?

Hasan Akçay
20. December 2017, 01:50 PM
"KENDiNiZE nikahlayın, eş alın, evlenin"deki yanlışı göstermeye
4:3'te şöyle deniyor olması yeter:

Nikahlayın "yeminlerinizin malik oldukları"nı
Fenkihû... mâ meleket eymânukum

Ahzâb 55'te belirtildiği üzere
peygamber eşleri de sahip "yeminlerinin malik oldukları"na,
peygamber eşleri de nikahlayacak onları.

Ama peygamber eşleri "yeminlerinin malik oldukları"nı
KENDiLERiNE nikahlayamazlar,
BAŞKALARINA nikahlayacakar.

Ayette söylenen bu.

Hasan Akçay
20. December 2017, 05:42 PM
Yani o kadınlar
ister yetim iken büyümüş kadınlar olsunlar
ister yetimlerin anneleri
ayette
onları kendinize nikahlayın denmiyor,
her birini KENDi TALiBiNE nikahlayın deniyor.

Bir çok kanıtı var bunun,
örneğin mesné ve sülése ve rubâa demek
ikişerli, üçerli, dörderli GRUPLAR HALiNDE* demek,
yani örneğin 4'ünü AYNI ANDA nikahlayacaksınız.

Bu
onların her birini KENDi TALiBiNE nikahlayın demektir,
yoksa... siz kendinize nikahlarsanız
4 kadınla AYNI ANDA gerdeğe girersiniz.
Allah'ın dini bu iğrenç ahlaksızlığı kaldırmaz.

__________________________________

*http://www.sistersinislam.org.my/news.php?item.1033.119

Mathna wa thulatha wa rubaa (also used in 35:1) means
by two, by three and by four;
in other words in groups of two, three or four...

Hasan Akçay
21. December 2017, 02:32 AM
Mushafı birileri harekelemeden önce
4:6'da فا سهدوا var,
4:3'te فا نكحوا.

Görüldüğü gibi
iki yüklemin de (sağdan sola) başındaki ف ve ا harfleri
harekesiz mushafta birleşiktir: فا
yani ikisi de AYNI, tıpkısının aynısı.

Ama harekelemeyi yapan o birileri
4:6'da "ا"in yukarısına kısa bi çizgi çekmişler ki yüklem ŞAHiD TUTUN anlamında fe eşhidû olsun,
4:3'teyse kısa çizgiyi "ا"in altına çekmişler ki yüklem kendinize nikahlayın anlamında fe inkihû olsun.

O kısa çizginin
"ا"in yukarısı mı ya da altına mı çekileceği "birileri"nin tercihidir
ama Allah'ın hükmü diye dayatılıyor.

Aynı beşerî tercih 24:32'deki وا نكحوا için de yapılmış
yani kısa çizgi e sesi versin diye "ا"in yukarısına çekilmiş,
böylece yüklem "ve enkihû" olmuş. Anlam: evlendirin.

Özetle
hare-
kesiz--harekeli
وا نكحوا-ve enkihû: başkalarına NiKaHlayın (24:32)
فا نكحوا -fe inkihû: kendinize NiKaHlayın (4:3)
فا سهدوا -fe eşhidû: ŞaHiDlendirin (4:6)

"ا"in yukarısına mı ya da altına mı çizileceği
birilerinin tercihine bırakılmış kısacık bi çizgi
Allah'ın hükmü olup çıkmış.

"Allah'ın dini"ne yapılan
ihanetlerden biri işte bu.
Çok eşli ZULÜM.
.

galipyetkin
23. December 2017, 10:19 AM
Yüz küsur sayfa süren "evlendirin mi?, evlenin mi?" için yetimler ve 127. madde için
son defa yazıyorum.

1-: Yetimlerin kadınlarını evlendirin ki yetimler de bu şekilde muhtaç olmaktan kurtulsunlar diyorlar.
Bu anlatım doğru değildir. Çünkü İslam'da zekat ve sadaka toplayan devlet fertlerini aç ve açıkta bırakmaz; "mizanda vezin, Nahl-:71 ayeti" kuralı gereği muhtaç hale düşenin durumu her hangi bir vatandaşının ekonomik durumuna yükseltilir. Bu nedenle de "yetimin kadını" ve dolayısı ile yetim asla muhtaç durumuna düşmez. Kaldı ki ayette "yetimin kadını" diye bir ifade yok; uydurma; "yetimlerin işleri" var.

2-: "Yetimlerin kadınlarını evlendirin" anlatımı rahim ve rahman Allah'ı ayrımcılıkla suçlamaktır.
Çünkü gösterilen çare, çareyi öneren kişilerce, bu kişileri feraha çıkartmakta diğerlerini, mesela yalnızca babası olan veya hiç kimsesi olmayan yetimleri muhtaç bırakmaya devam etmekte, bunlara çare olmamaktadır. Karısı olmayan yetim de "pezevenklik" payesine ulaşamamakta.

3-: Yetimlerin kadınlarını evlendirin derken bir de evlenecek erkek bir kişinin olması gerekmektedir.
Evlendirecek kişi ne yapacak?
Gidecek bu kişiye elimde eli yüzü düzgün bir çocuklu bir dul var. İster misin diyecek, yani ne yapacak? Kimse kusura bakmasın, yapılan bir menfaat karşılığı olmasa bile kelimenin tam karşılığı "pezevenklik" yapacak.

Daha da uzatılabilir ama gerek yoktur ve mealcilerin düşünmeden ayet meali diye yazmaları ve diretmeleri "yetimlerin kadınlarını evlendirin" anlayışının yanlışlığını ortaya koymaktadır.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
23. December 2017, 10:38 AM
Güzel kardeşim,

Size "Karışmayın!" dedim,
"Benim yazdıklarıma karışıp hakaret etmenize izin vermiyorum!" dedim.
Artık bi laf anlayın, nolur.

Yüz küsur sayfa
yok daha başka sayıda sayfa azarlamalarıyla
insanların kafasına kafasına vurmayın.

Kadınlardan kastın yetimlerin anneleri olduğunu
ve 4:3'te "Yetimlerin anneleriyle evlenin!" dendiğini öne sürenler sayın Hakkı Yılmaz ve Edip Yüksel'dir,
ben ise 4:3'te evlenin değil evlendirin denmekte olduğuna insanların dikkatini çekmeye çalışıyorum.

Sizinle ilgilenmiyorum.
Rahat olun,
insanları da rahat bırakın.
.

kuman
23. December 2017, 01:05 PM
147 cevaba göre ; Kur an değiştirilmiş.

Hasan Akçay
23. December 2017, 01:35 PM
147 cevaba göre ; Kur an değiştirilmiş.

Elbette değiştirilmiş
ve yalnızca 4:3'te değil örneğin 21:4'te de değiştirilmiş.

Mevcut çevirilere göre: "Peygamber dedi ki - Kâle..."
Süleyman Ateş'e göre: "De ki - Kul..."

4 ncü ayetteki قَالَ fiilini
Medine ve Basra karilerinin tamamı ve Kufelilerin de bazıları
emir kipinde قُلْ şeklinde okumuşlardır.
Söz gelişine daha uygun olduğu için tercümede biz bu kıraati esas aldık.

Sevgili kuman,

Böyle pek çok konuda kıraat ihtilafları var
ama 21:4'teki gibi kâle okunmuş ya da kul okunmuş zerre önemi olmayan ihtilaflar abartılıp dururken
çok eşlilik denen acımasız zulme neden olan kıraat sorununa neden kütük gibi duyarsız olunur?

galipyetkin
23. December 2017, 04:48 PM
Hayret bir şey!......

Biz diğer sahifede 3 şıkta da "yetimlerin kadınlarını evlendirin" başlıkları ile bir şeyler yazarak bazı hataları gösterdik; kıyamet koptu.
Ne oluyor?

"Kadınlardan kastın yetimlerin anneleri olduğunu
ve 4:3'te "Yetimlerin anneleriyle evlenin!" dendiğini öne sürenler sayın Hakkı Yılmaz ve Edip Yüksel'dir,
ben ise 4:3'te evlenin değil evlendirin denmekte olduğuna insanların dikkatini çekmeye çalışıyorum."
diyerek diğerlerinin de ana konusu içinde kalıp da tek bir hatayı düzeltmeyi kendine mubah sayan Sayın Hasan Akçay,
bizim bir hatayı göstermemiz sonrası kıyameti koparıyor.

Kendisi başkasına karışabiliyor; biz başkalarına karışırsak kıyamet.

Babam sağlığında "insanlar ihtiyarladıkça pimpirikleşir" demişti de ........

Bana karışma imiş.
Bilginize evet ama böbürlenmenize/büyüklenmenize hayır.

Yanıltıcı anlamlandırmanın nedenlerini göstermek birilerine karışmak değil ki. Sitenin takipçilerinin doğru bilgi edinmesi için bir görev, bir işlev.

Becerebiliyorsanız siz bana karışın da geçen sayfada sıraladığım üç şıkkın hatalı olduğunu söyleyip ve hataları ve gerekçelerini gösterin, hatta tashih edin Sayın Hasan Bey.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

yolcu42
24. December 2017, 02:16 AM
Hasan bey,
Dediğiniz "de veya dedi" ifadeleri kuranın verdiği mesajı değiştirmez.
Yani peygamber dedi ise sana "de" diye emir vermek pek farklı değil.
Zaten anlam bütünlüğünde "dedi" olması daha uygun.

Fakat bir kıraatten tek eşlilik,başka bir kıraatten çok eşlilik çıkacak şekilde bir ifade olamaz.
Zikir korunmuştur.

4/3 de unuttuğunuz şeyler,
1."me tabe leküm" ifadesi(gönül rızasını ifafe edebilir bilmiyorum)
2."nikahlayın"demek bir topluma itaf ediliyor.yani evlenecek kişi,onu büyüten kişi değil,bu kuranı muhatap alanlardır.
3.bu durumda"evlendirin veya evlenin" ifadesini aramak zaten yersiz olmuyor mu.

4. Galip bey, kuranda nisa ve rical kelimelerinin karşılığına( işveren,işçi her neyse) iddia ettiğiniz kelimeleri hiç yazmayı ve oluyor mu diye karşılaştırmayı denediniz mi.
Veya eğerki nikah iş sözleşmesi ise bizim bildiğimiz evlilik nerde kuranda.

5. Çok eşlilik vardır yoktur diyemem fakat,
Siz sadece günümüz koşullarında bunun uygun veya etik olmadığını düşünerek tefsir yapıyorsunuz.
(sonuçta ya nisae kelimesine farklı anlam yüklemek ya da kuran değiştirilmiştir demek zorunda kalıyorsunuz)
Allah çokeşliliğe izin vermişse dahi,
İllaki böyle olacak demiyor.(adil olmaktan korkarsanız bir tane) diyor.
Bu durum günümüzde belki tuhaf gelebilir fakat savaşın olduğu zamanları düşünün.
Tarihte öyle zorlu savaşlar yaşandı ki erkek nüfus çok azaldığı zaman evlenemeyen kadınların çaresiz kalması daha mı uygun olurdu.

Şimdi bir an 300- 500 yıl öncesine gidelim.
Savaş çıkmış.köyde genç nüfus askere gitmiş.zorlu yllar.

İnsanlar babalarını,kardeşlerini kaybetmiş.

Şimdi ayete bakalım.
1. Yetimlere adil olmaktan korkarsanız
(yetim kalan kadınlara toplum olarak sahip çıkamadığınız, onların zor durumda kaldığı zaman diye daha geniş çerçevede düşünebilir miyiz bilmiyorum)

(yetim kalmış çocukların anneleriyle evlenmek belki de. Böylece onlara sahip çıkmak)
2."me tabe leküm" ( burda bir gönül rızalığı var sanırsam)(belki evdeki eşin rızası ve evlenecek kızın rızası)


Elbette normal şartlarda bir kadın ikinci,üçüncü eş olmak istemez.

Fakat,evlenecek kimse kalmayınca,
dahası evde babasını veya kocasını kaybetmiş YETİM kalmışsa buna razı gelmez mi.
Mutlu bir yuva,kucağına çocuğunu almak istemez mi.

(ayrıca nüfusun tekrar artması için bu gerekli değilmidir)

Burda keyfilik değil,bir zaruriyet var sanki.
Ayette çok eşlilik ifadesinin yetim ifadesiyle birlikte gelmesi bu yüzden olabilir belki.

Şimdi çıkıpta çok eşliliği mi savunuyorsun demeyin.
Ayeti analiz etmeye çalışıyorum.

Elbette en Doğrusunu allah bilir.

galipyetkin
25. December 2017, 12:52 PM
Sayın yolcu42

Bir zaman önce şurada: http://www.hanifler.com/showthread.php?t=3744&page=5

Şöyle yazmıştım:
4/NİSÂ-82: E fe lâ yetedebberünel kur’ân(kur’âne).Ve lev kâne min indi gayrillâhi le vecedû fîhihtilâfen kesîrâ(kesîran).
Onlar hâlâ Kur'ân'ı tedebbür etmezler (düşünmezler) mi? Ve eğer Allah'tan başkasının katından olsaydı, onun içinde mutlaka pekçok ihtilâf bulurlardı.

38/SÂD-29: Kitâbun enzelnâhu ileyke mubârekun li yeddebberû âyâtihî ve li yetezekkere ûlul elbâb(elbâbi).
Bu Mübarek Kitabı sana indirdik, âyetleri ile tedbir alsınlar ve ulûl’elbab tezekkür etsin diye.

47/MUHAMMED-24: E fe lâ yetedebberünel kur’âne em alâ kulûbin akfâluhâ.
Hâlâ Kur’ân’ı tefekkür etmezler mi? Yoksa kalpler üzerinde kilitleri mi var?

****************

56/VÂKIA-77: İnnehu le kur’ânun kerîm(kerîmun).
Muhakkak ki O, gerçekten Kerim olan Kur’ân’dır (Kur’ân-ı Kerim’dir).

56/VÂKIA-78: Fî kitâbin meknûn(meknûnin).
Mahfuz (ezberlenmiş) olan bir Kitap’tadır (levhi mahfuz’dadır).

56/VÂKIA-79: Lâ yemessuhû illel mutahherûn(mutahherûne).
O’na, tahir olanlardan (maddî ve manevî arınanlardan) başkası dokunamaz(ulaşamaz/algılayamaz).

56/Vakıa-77,78,79'u birleştirelim :
(Muhakkak ki O; Rabbilaleminin bölüm bölüm indirdiği ve iyi/uygun düşüncelere sahip olmayanların anlayamayacağı ve ezberlenerek akıllarda tutulan "kitabın içindeki" Kur'an'ı Kerim'dir)

(Mealcilerin meallerine sadık kalınıp üzerilerinde oynama yapılmamıştır. Yalnızca, parantez içinde "Ulaşamaz/algılayamaz" ifadesi tarafımızdan eklenmiştir.)


39/Zümer-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâhi, zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).
Allah sözün/hadisin en güzelini BİRBİRİNE BENZER, İÇ İÇE, İKİLİ MÂNÂLAR ifade eden BİR KİTAP halinde indirmiştir. .........

Şu ayeti de unutmayın:
Zümer-23: "Allah, sözün en güzelini, benzetme yolu ile(müteşabih), aynı cümlede veya kelimede iki ayri anlatımla(mesani) bir bilgiyi tafsilatlı/detaylı olarak indirdi. ....."

Buradan da anlaşılıyor ki bir ayet iki türlü mânâ içermektedir,
Bunlar da:
1-: Meali Mânâ ki Lisani Arabi Mânâ da denilir
2-: Kur'ani Mânâ ki Lisani Arabi Mânâ içerisinde bulunur.

Bizim için asıl olan Kur'ani Mânâ'dır.
Kur'ani Mânâ bütün insanlığa ortak olarak, kadın erkek ayrımı yapmadan insanların ortak fıtratını tasvir ve tefsir ederek gayet net, herkesin anlayacağı şekilde açıklar; yani evrenseldir. Geleceğe hitap ettiği gibi kendinden önceki zamana da açıklık getirir.

Fakat buna erişebilmek için ayetteki kelimelerin Lisani Arabi'deki anlamlarına sadık kalınmalı ve ayrıca ayet içerisinde kalınmalı, kelime geçtiği her ayette aynı mânâda kullanılmış olmalı, eklemeler çıkartmalar yapılmadan ayet dışına taşılmadan ayet üzerinde tefekkür edilmelidir.

Misal olarak Bakara-223. ayet verilebilir:
"Kadınlarınız sizin için tarladır. O halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle yaklaşın. Ve kendiniz için (derecelerinizi arttıracak ameller) takdim edin. Ve Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na mülâki olacağınızı (kavuşacağınızı) bilin. Ve mü’minleri müjdele."

Bu ayette 'nisa'ya "kadın" anlamı verilerek otomatik olarak bu ayetin hitabında kadınlar düşülmüş, onlar bu ayetin getirdiği faydalardan mahrum bırakılmış; ayet "erkeklere özel/zata mahsus hale getirilmiş olup Kur'an'ın prensiplerine aykırı olduğundan bu anlamlandırma Kur'ani olamaz; bu nedenle de "nisa" kelimesi Kur'ani Mânâ olarak "kadın" anlamında kullanılamaz..

Düşünün bakalım ey Kadınlar! Kadınları "tarla" gibi kullandığınızda ifadesi, ayete göre bu tür yaklaşım siz kadınlara nasıl, ne gibi "derecelerinizi artiracak" ameller getirebilir?

Meselâ Nisa 3. ayetinin tefsirinde "yetimlerin kadınları" diye bir ifade kullanıyorlar. Yetimlerin kadınları dediğiniz anda o ifade "yetim adamların karılarını" anlatır. Ama... yutarsanız herhangi bir mealcinin uydurduğu "yetim kızların anneleri" oluverir. Onların da hakları onların anlatımlarına göre yok olmakta.
Bir de bu kelimeye "iş" manasını verin bakalım. Ne olacak?....... "Yetimlerin işleri"

Evet Sayın yolcu42.
Bir de iyi bir sözlüğünüz var ise, bu gün dahi Türkçe'de kullanılan "Rical " kelimesinin anlamına bir bakın ve kadınların şahitliği konusundaki ayetlerde geçen "rical" kelimesi ile Nisa 1 ve 32. ve bilhassa Araf-46 ayetindeki "rical" kelimesini ve diğer ayetlerde geçen "rical" kelimesini karşılaştırın bakalım hala aynı düşüncede mi kalacaksınız?

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

galipyetkin
26. December 2017, 05:41 PM
Sayın yolcu42.

Bu konuda son defa yazıyorum dememe rağmen şartlar ve anlayışlar bu konuda bir kere daha yazmamamı gerektiriyor.

Yukarıda yaptığım açıklamalar bu üçüncü ayetin(Nisa-3) toplumsal bir kötü gidişe/kaosa düşülmemesi, düşüldü ise düzeltilmesinde gerek kişisel, gerekse toplumca sonlandırılması yolları anlatılip, gösteriyor.

Esasen "İslâm"ın kendisi toplumsal iyileştirmedir. Burada da ekonominin kötü olması ve bölüşümün aksaması bakımından "toplumca bir kötüye gidiş/karmaşa/kaos" gösteriliyor ki bu da "yetim" kelimesi ile "yetimler/işsizler" geçimlerini bizzat sağlayamayanlar üzerinden anlatılıyor. Buradaki anlamdan da kişisel ve toplumsal ekonomik bir işsizlik krizi olduğu anlaşılıyor. Ve bunun kaldırılması için toplumun her kesimi göreve çağrılıyor.

Yetim kelimesinin anlamına baktığımız zaman "işsiz kalmış ve muhtaç duruma düşmüş/gariban" mânâlarını da vermekte olup kadın veya erkek olmak fark yaratmamaktadır. Eğer konu çocuklar olsa idi "evlatlık" ve "çocuk esirgeme" gibi kurumlarla, yaşlılar olsa "bakım evleri", normal yaştakiler için "iş bulma kurumları" gibi kurumlarla üstesinden gelinebilirdi.
Demek ki işaret edilen daha daha vahim. Yani olgu yaygın ve genel olmaya aday. Bu kişisel ve toplumsal durumu İslam Devleti ortadan kaldırmaya muktedirdir. Fakat bu ayet ile bu fedakarlığın yalnızca "devlet eliyle" yani yalnızca "devletin iş vermesi" ile değil, "toplum eliyle" yani "özel teşebbüsün de iş vermesiyle", iş sahiplerinin yetimlere ikişer, üçer, dörder iş yaratmaları ve fedakarlıkları ile anlatılıyor.

Buradaki rakamlar müteşabih ifadeler olup ayrıca şunları anlatır:
İkişer : birbirlerinizle yardımlaşarak.
Üçer : içlerinize sinecek ve sizleri ve yetimi tatmin edecek şekilde.
Dörder: hem yetime, hem topluma fayda sağlayacak derecede.
Eğer bu kadarına gücünüz ferden yetmiyorsa birine iş sağlayın ve geçimini sağlamasına yardım edin............

Tahmin ederim amacım anlaşılmıştır.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

galipyetkin
11. January 2018, 12:33 AM
On beş gündür bu yazıyı yazmakta kararsızdım. Kararsız olmamın sebebi Tevbe Suresinin 103. ayeti.
Konumuz Nisa suresi iken, Nisa Suresi sayfalarına Tevbe Suresi'nden yazmak biraz aykırı gibi. Fakat bu ayetin bir özellliği de Nisa-3 ayeti ile paralellik taşıması.
Şimdi bütünlüğü sağlamak için Tevbe :101-102-103. ayet meallerini alıntılayıp açıklamayı yapayım.
Alıntılar Hakkı Yılmaz'ın İşte Kur'an adlı eserinden.

101.Ve yanınızda bedevi Araplardan münâfıklar var. Medîne halkından da münâfıklığa iyice alışmış olanlar var. Onları sen bilmezsin. Biz biliriz onları. İki kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba döndürüleceklerdir.

102.Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler. Sâlih bir amelle diğer kötüyü karıştırdılar. Olur ki Allah, onların tevbelerini kabul eder. Şüphesiz Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.

103.Onların mallarından sadaka al ki, sadaka ile kendilerini temizlersin ve arındırırsın. Bir de onlara destek ol. Şüphesiz senin desteğin onlar için bir huzurdur. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.

Meallerden anlaşıldığına göre Medine'ye göç edenler var ki, bunlar göçerken mallarını mülklerini zoraki terk etmektedirler.
Ayrıca herkesin iş, mal mülk sahibi olduğu da iddia edilemez. Bunların içinde, yetimler, fakirler ve de mustazaaflar/zayıf düşürülmüşler de var.
Mekke'de yerleşik, aynı durumda olan Bedeviler, Araplar da var. Bunların içinde İslamı bilmediklerinden salih amelle kötüyü karıştırdıklarını fark eden ve haram yoldan elde ettikleri mallarını elden çıkartıp da(Afv-Bakara-216) tevbe ederek İslam'a geçmek isteyenler var ki işte bunlardan sadaka alınması istenmekte.
Müslüman olmak isteyen fakat malı mülkü olmayan, işsiz, fakir ve zaaf içindeki bu yetim insanlardan 103. ayete göre Peygamber nasıl sadaka alacaktır.

Tevbe edip, İslam'a girmek isteyen fakir ya da zengin kişilerden sadaka adı altında böyle bir haraç alınması adetten midir?
Bu haracı veremeyenler dine giremeyecekler mi?
Müslümanlık zengin, mal mülk sahiplerine has bir din mi?
Tabii ki değil.
Tam tersine İslam zayıfların, fakir düşürülmüşlerin dinidir.
Bu nedenle mealler izaha muhtaç

Evet yukarıda Peygamber nasıl "sadaka alacaktır diye sormuştuk.
HERŞEYDEN EVVEL "SADAKA"NIN NE OLDUĞUNUN BELİRLENMESİ GEREKİR.
İşte Sadaka, devlette çalışan kişilere çalışmalarının karşılığı olan, mizanda vezin kuralına göre geçimlik olarak verilenden arta kalıp da devlete bırakılan çalışmasının maddi karşılığıdır.
Yani serbest çalışanların kazançlarından verdiği vergi:"zekât", devlette çalışanların kazançlarından kesilen vergi:"sadaka".

Nisa-3 ayetinde gördük ki "yetimler" devlet dışındaki iş sahiplerinin bunlara iş sağlamaları ile toplumda eşit duruma getiriliyorlar.
İşte burada da/Tevbe-103'te de Peygamber din başkanı görevinin yanında aynı zamanda kurulmakta olan İslam Devleti'nin de başkanıdır ve bu sıfatı nedeniyle de devlette de "yetimlerden" görevlendirmeler yapıyor ve bu görevlendirilen kişilerden kazançları karşılığı "vergi/sadaka" alıyor. Yani Peygamberin sadaka alabilmesi için o kişileri devlette personel olarak çalıştırıp, onlara çalışmalarının karşılığı bir bedel ödüyor, ve sahibine ödenmeden önce de bu bedelden yani kaynağından devlet vergiyi peşin kesip vergi/SADAKA alıp, vergiden arındırılmış "net" ödeme yapıyor. İşte 103. ayette alınması istenen sadaka bu.
Böylece devlet de özel teşebbüs yanında "yetimlere" iş ve işsizlikten doğması muhtemel kaosun önlenmesini de sağlıyor.
İşte iki ayet arasındaki paralellik de bu: Yetimleri iş sahibi yaparak muhtaçlıktan kurtarmak ve işsizlikten doğacak kaosu önlemek.
Ve
Peygamberimize "karı" diye yamanarak çok eşli peygamber algısı yaratmak ve İslam'ı dejenere etmek isteyenler "çalışan/işçi" diye tercüme etmeleri gereken Arapça kelimeyi "karı" diye tercüme ediyorlar.
Maalesef Peygamberimizi evlatlığının karısına göz koymuş gibi anlatanları Allah Kahretsin. Anlaşılıyor ki tutmasını söylediği eşini boşadıktan/işçisinin işine son verdikten sonra, Peygamber devletin ihtiyacı olan maharetlere sahip evlatlığının eşini/işçisini, boşandıkları/iş yönünden ayrıldıkları takdirde devlette çalıştıracak, iş verecek. Kadının çalışmasının önünü açan şahane bir ayet . Ama apış aracılar kadının şerefiyle çalışması yerine "namuslu" olarak, yanlış bir ifade olarak kullanılmış "mehir/satış parası" karşılığı ile "mal olarak" yatağa atarlar.

İki tür nikâh vardır:
a)ZEVCELENME İÇERİKLİ NİKÂH-33/37: "Hani sen, Allah'ın üzerine in'amda bulunduğu ve senin de kendisine in'amda bulunduğun kimseye: "Eşini nikâhında tut ve Allah'tan korun" diyordun. Allah'ın açığa çıkaracağı şeyi düşüncende gizliyordun ve insanlardan endişeliydin Allah, kendisinden endişe etmene daha lâyıktır! Zeyt ondan boşanınca, onu seninle biz evlendirdik ki; evlatlıklarının eşlerinde, onlarla ilişkiyi bitirdiklerinde, iman edenler için bir zorluk-engel olmasın.... Allah'ın hükmü yerine gelmiştir".

Zevcelenme içerikli(33/37) nikâhta sorumluluğu üzerine alınan eşya, nesne ya da canlının (kadın-erkek dahil) giderlerini, ihtiyaçlarını karşılamak zorunludur.
Örnek: Şu anda iş yerine 4 kalifiye bayan elemen gerekli ve aldın. Bahçenin bakımı için bir bahçevana ihtiyaç var; onu da aldın. Ayrıca evinde yatılı bir bayan yardımcıya ihtiyacın var, onu da aldın. Bütün bunların sorumluluğu (maaş, sigorta,yemek vs...) senin üzerindedir.
Peygamber de 33/37'de Zeyd'in eşi ile zevcelenme şeklinde nikâhlanır; amaç bu kadınla "cinsel ilişki" kurmak değildir. Normal bir insan olarak, veya din başkanı peygamber olarak veyahut da devlet başkanı olarak ilişkili bazı işlerinde kullanmak içindir.

b)HİCEC (HACC) İÇERİKLİ NİKÂH-28/27: "(Şuayb Musa'ya) dedi ki "Ben, sekiz (sene) hacc bana çalışman karşılığında şu iki kızımdan birini sana nikâhlamayı diliyorum... Eğer on (seneye) hacca tamamlarsan, senin derûnunun getirisidir. Sana zorluk vermek istemem... İnşallah beni salihlerden bulacaksın."

Eğer bir kadınla ya da kızla "cinsel amaçlı" nikâhlanmak istiyorsan bunun adı 28/27'de geçen "hicec içerikli" nikâhtır. Bu da "TEK EŞLİLİĞİN" göstergesidir.

Açıklamalar da gösteriyor ki ayetlerde geçen nikah kelime veya fiili yalnızca kişinin karı veya koca olması için yapılan nikâh akdi değil, aynı zamanda karı-koca ilişkisi olmaksızın kişilerin kişisel işlerinin görülmesi veya gördürülmesi için yapılan bir hukuki sözleşmedir ki bu günkü karşılığı iş aktidir.


Tetkik edin , göreceksiniz; Peygamber'imize yamanmak istenen kadınların hepsi yetim. Bu yetim kadınlar devlette devletin ve peygamberin devlete ait işlerini yapmaktadırlar. Bu kadınlar yani Peygamberin "eşleri" diye adlandırılan kadınlar, Peygamberin düşkünlükten kurtarmak veya maharetlerinden faydalanmak için devlette görev verdiği, Peygamber devleti temsil ettiğinden ve İslam Devleti de tam olarak daha kurulmadığından "PEYGAMBER'İN İŞÇİLERİ"diye anılmalıdırlar.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
4. February 2018, 04:03 AM
4:24.

yeminlerinizin sahip oldukları hariç, muhsan kadınlar [NiKAHLI kadınlar] da haram kılındı. Allah çok affedici, çok merhametlidir. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında iffetlerinizi koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla, muhsanlaşacak [evlenecek] kadın aramanız size helâl kılındı. Öyleyse onlardan ne ile faydalandıysanız, farz bir görev olarak ücretlerini ödeyiniz. Zorunlu ödemenizden sonra, rızalaştığınız şeyde size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah en iyi bilen ve hikmet sahibi olandır.


4:23'ün konusu size haram olan kadınlardır,
4:24'ün konusu ise size helal olan kadınlar (Sonia Cihangir).
https://www.youtube.com/watch?v=-sgYKHfI-Xg

Buna rağmen sayın Hakkı Yılmaz
genele uyup
sanki 24'ün konusu da size haram olan kadınlarmış gibi yaparak
NiKAHLI kadınları eş almanızın caiz olduğuna hükmetmiş.

Yani sayın Yılmaz'ın hükmü o ki
yeminlerinizin size bağladığı NiKAHLI kadınlar size helal kılınmıştır (mâ meleket eymânukum),
haram kılınanlar iffeti korunan NiKAHLI bağımsız kadınlardır yalnızca (muhsenât).

Oysa Allah'ın öyle bir hükmü yok, Allah'ın hükmü şundan ibaret:

Ve iffeti korunan kadınların bağımsız olanları...
ama yeminleriniz tarafından onların size bağlananları hariç.

Vel muhsanâtu minen nisâi...
illâ mâ meleket eymânukum.

Açık ve net, iffeti korunan kadınların
BAĞIMSIZ olanları da
sizin dışınızdaki kimselerin yeminleri tarafından onlara BAĞLI kılınanları da size helaldır.

Size haram olan kadınlar 4:23'te listelenmiş
ve konu kapanmıştır.

4:24'te ise
helal kılındı size bütün ötekiler deniyor,
uhille lekum mâ verâe zâlikum.

24'e göre
sizin yeminleriniz tarafından
size bağlı kılınanları
SiZ eş almayacaksınız yalnızca.

Onların NiKAHLI olduğundan ise
ayette söz edilmiyor.

Onları eş almayacaksınız
çünkü siz onların bakımını üstlenmişsiniz, durumunuz ta o kadar iyidir;
o halde bağımsız mümineleri eş alacaksınız, siz buna güç yetirirsiniz.

Artı, siz
bakımını üstlendiğiniz garibelerin aileleri konumundasınız -ehlihinn,
izin vermek suretiyle evlendireceksiniz onları.

Onlarla
bağımsız müminelerle evlenmeye güç yetiremeyen
başkaları evlenecek (Nisâ 25):

Ve iman etmiş iffeti korunan kadınların
bağımsız olanlarını eş almaya güç yetiremiyenleriniz
yeminlerinizin size bağladığı genç kızlarınız konumunda olanlarını alsınlar.

Ve men lem yestetı’ minkum tavlen en yenkıhal muhsanâtil mu’minâti
fe min mâ meleket eymânukum min feteyâtikumul mu’minât.

Ama siz de ille yeminlerin malik olduğu kadınlarla evlenmek istiyorsanız
sizin dışınızdaki kimselerin yeminlerinin malik olduğu garibeleri eş alabilirsiniz.

Kısacası
yeminlerin malik olduğu kadınlar size haram kılınmıştır diye bişey de söz konusu değil.

Haram kılınanlar NiKAHLI kadınlardır
onlar ister bağımsız olsunlar ister yeminlerin bağladığı kimseler...
herkese haramdır. NiKAHLI kadınlarla evlenilemez.

BAĞIMSIZ olanlar demek evlenirken kararlarını kendileri verenler demek
yani onların talipleri onların hiç bir yakınından izin almak zorunda değildir.
Onların, taliplerine kendilerinin evet demesi yeter.

İffeti korunan kadınların yeminleriniz tarafından size bağlı kılınanlari ise,
tıpkı 18'in altındaki öz kızlarınız gibi, evlenirken sizden izin almak zorundadır
yani talipleri SiZ ailelerinin izni ile eş alabilir onları -bi izni ehlihinn (4:25).


Sayın Hakkı Yılmaz
kendi beşerî hükmünü Allah'ın kitabına uydurmak için
çeviriye Arapça metinde bulunmayan ifadeler de boca etmiş.
Zaten eli mahkum: minareyi çalan kılıfını uyduracak.

Örneğin
24'ün çevirisinde yer alan NiKAHLI kadınlar ve haram kılındı ifadeleri
24'ün Arapçasında yok.

Hakkı Yılmaz'ın
çevirisi: yeminlerinizin sahip oldukları hariç, muhsan kadınlar [NiKAHLI kadınlar] da haram kılındı.
Arapça: Vel muhsanâtu minen nisâi illâ mâ meleket eymânukum.
...

Hasan Akçay
6. February 2018, 06:22 AM
• Yeminlerinizin sahip olduğu evli kadınlar ile evlenilebilir. (Bunların Müslümanlara iltica etmeden evvelki evlilikleri hükümsüzdür.)


Nasıl?!

Karı koca BiRLiKTE
ufacık bebeleri, yaşlı anne babaları ile...
"kafir esed"den kaçan Suriyeliler misali
Müslümansınız diye SiZE iltica etmişler.

Ailedir onlar, "karı koca"dır.
iltica etmeden evvelki evlilikleri hükümsüz nasıl olur?

Kadını ben onun bakımını üstleniyorum diye yeminler ederek "himaye"ne alacaksın
ama onun yalnızca bakımını üstlendiğini unutup o EVLi kadını
kocasının patlarcasına büyüyen gözleri onunde zevcen yapacaksın.

Nedir bu iğrenç ahlaksız hükmün dayanağı,
"hiç AKIL etmez misiniz siz?!" diyen Kuran mı?
Hangi ayet?
.

Hasan Akçay
6. February 2018, 07:07 AM
• Suç işlemeleri hâlinde, yeminlerin sahip olduğu [himâye altındaki] kadınlara hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir.


Demek neymiş?
Yeminlerin sahip olduğu kadınlar
"[himâye altındaki] kadınlar"mış... yani
"[muhsan olan] kadınlar"mış.

İyi ama nasıl olur bu?!

[NiKAHLI] muhsan kadınlar hariç, [NiKAHLI] muhsan kadınlar da haram kılındı
nasıl olur?!

Hasan Akçay
10. February 2018, 11:56 AM
Nisâ 24:

Ve kadınların korunanları... ama yeminleriniz kime malikse onlar hariç.
Vel muhsanâtu minen nisâi... illâ mâ meleket eymânukum.

Allah size yazdı
kitâb allâhi aleykum.

Neyi yazdı?

4:23'teki kadınların size haram olduğunu yazdı -hurrimet aleykum,
bütün ötekilerin ise helal olduğunu -uhille lekum mâ verâe zâlikum.

Ve madem "yeminleriniz kime malikse onlar"ın bakımını üstlenecek kadar varlıklısınız
siz "muhsenât"ı eş almaya güç yetirirsiniz, siz "muhsenât"ı eş alın.
Kendi "meleket eymânınız"ı siz eş almayın çünkü onlar sizin genç kızlarınız artık -feteyâtikum.

Onları
sizin toplumunuzdan olan yoksullar eş alsınlar
o kızların aileleri olan sizin izninizle.

Nisâ 25:

Sizin toplumunuzdan olup ta iman etmiş "muhsenât"ı eş almaya güç yetiremiyenler
yeminlerinizin malik olduğu imanlı genç kızlarınızı eş alsınlar... o kızların ailelerinin izni ile
fe min mâ meleket eymânukum min feteyâtikumul mu’minât... biz izni ehlihinn.

Hasan Akçay
10. February 2018, 04:37 PM
Karşılaştırmak
için




Nisâ 24:

Ve kadınların korunanları... ama yeminleriniz kime malikse onlar hariç.
Vel muhsanâtu minen nisâi... illâ mâ meleket eymânukum.

Allah size yazdı
kitâb allâhi aleykum.

Neyi yazdı?

4:23'teki kadınların size haram olduğunu yazdı -hurrimet aleykum,
bütün ötekilerin ise helal olduğunu -uhille lekum mâ verâe zâlikum.

Ve madem "yeminleriniz kime malikse onlar"ın bakımını üstlenecek kadar varlıklısınız
siz "muhsenât"ı eş almaya güç yetirirsiniz, o halde "muhsenât"ı eş alın.
Kendi "yeminlerinizin malik oldukları"nı SiZ eş almayın çünkü onların ailelerisiniz siz ve onlar sizin genç kızlarınız -feteyâtikum.

Onları
sizin toplumunuzdan olan yoksullar eş alsınlar
o kızların aileleri olan sizin izninizle.

Tıpkı 18'in altındaki biyolojik kızlarınız gibi
evenirken size BAĞLI kimselerdir onlar.

Sırf sizin izninizle evleniyorlar diye
18'in altındaki öz kızlarınız cariye midir ki
"meleket eymân"ınız cariye olsun?!


Nisâ 25:

İman etmiş BAĞIMSIZ "muhsenât"ı eş almaya güç yetiremiyenleriniz
yeminlerinizin malik olup size BAĞLI kıldığı imanlı genç kızlarınızı eş alsınlar... kız ailelerinin izni ile
fe min mâ meleket eymânukum min feteyâtikumul mu’minât... bi izni ehlihinn.

Nisâ 24:

Diyanet: (Savaş esiri olarak) sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar (da) size haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah'ın emri olarak yazılmıştır. Bunların dışında kalanlar ise... size helâl kılındı.

H Yılmaz: yeminlerinizin sahip oldukları hariç, muhsan kadınlar [nikahlı* kadınlar] da haram kılındı. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında... muhsanlaşacak [evlenecek] kadın aramanız size helâl kılındı.

Nisâ 25:

Diyanet: Sizden kimin, hür mü’min kadınlarla evlenmeye gücü yetmezse sahip olduğunuz mü’min genç kızlarınızdan ("cariye"lerinizden) alsın... sahiplerinin izniyle onlarla evlenin.

H Yılmaz: Ve sizden her kim hür mü’min kadınları nikâh edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da, yeminlerinizin mâlik olduğu, mü’min genç kızlarınızdan nikâhlamak var... yakınlarının izniyle onları [yeminlerinizin mâlik olduklarını] nikâhlayın.

__________________________________________________

*Görüldüğü üzere...

Hakkı Yılmaz'a göre muhsan kadınlar nikahlı kadınlar olup müminlere haram kılınmışlardır,
ama Kuran dışıdır bu iddia
yani muhsan kadınlar pek âlâ bekar olabilirler ve müminlere helal kılınmışlardır,
örneğin ehli kitabın muhsan kadınları -muhsenâtu min ellezîne ûtûl kitâb (5:5).
.

Hasan Akçay
13. February 2018, 07:09 AM
Vel muhsenâtu minen nisâi illa mâ meleklet eymânukum.

AKIL ve vicdan
şunu reddeder:

Nisâ 24'teki bu ifade yani yeminlerinizin malik olduğu kadınlar
hür olmayan EVLi kadınlardır ve inanan erkeklere helal kılınmışlardır
çünkü savaşta esir aldığınız kadınların önceki evlilikleri geçersizdir.

Kuran'da bu iddiayı haklı kıldığı öne sürülebilecek tek ayet var:
mu’minâtu muhâcirât (göçmen mümineler) hakkındaki Mümtehine 10.

O ayet ise
bırakın iddiaya bahane edilmeyi, iddianın kendisini reddediyor
çünkü o ayete göre anılan kadınların siz inanan erkeklere helal olması için
kafir ailelerinden hukuken koparılmaları yani boşanmaları şarttır:

ve harcadıklarını geri verin
ve âtûhum mâ enfekû

Açık ve net,
hukuken anlaşıyorsunuz o kadınların kocaları ile
ki kocalık hakları kalmasın kadınların üzerinde.

Kısacası
boşanmıştır o göçmen mümineler,
BEKAR kadınlardır.

Kuran'da evli kadınları eş almaya bahane yapılabilecek hiç ama hiç bir ayet yok.
.

galipyetkin
13. February 2018, 12:48 PM
Allah'ım.
Ne olursun benim aklımı, fikrimi, dinimi korumama yardımcı oluverir misin?!!!!

"Benim yazdıklarıma karışma!!!!!"

Nasıl karışmayacakmışım?
Saptırmalara göz mü yumacağız??!!

anılan kadınların siz inanan erkeklere helal olması için
kafir ailelerinden hukuken koparılmaları yani boşanmaları şarttır:

ve harcadıklarını geri verin
ve âtûhum mâ enfekû

Açık ve net,
hukuken anlaşıyorsunuz o kadınların kocaları ile
ki kocalık hakları kalmasın kadınların üzerinde.

Bundan daha açık olarak "kadının evliliğini para ile satın alıp, kocasından para karşılığı transfer etmek" başka nasıl olur?
1. etap: herifin harcadıklarını geri veriyorsunuz; (..ve harcadıklarını geri verin...)
2. etap: böylece kocalık hakları kalmıyor; (...ki kocalık hakları kalmasın kadınların üzerinde...)

Sizler ne yaparsanız yapın ama, sizlerin mal olarak nitelediği kadınların "satım bedeli" olarak nitelediğiniz mehirlerini verirken, biz işçinin maharetlerine karşı uygun bir ödeme(sadukat) yapılması gerektiğinin ayetlerde geçtiği kanaatını taşıyoruz.

Sizler, 'nisa'yı 'karı' bilenler bu anlayışları ile 'karı'ları alıp satılan mal gibi görüp, değer biçiyor, heriflere sattırdığınızdan söz hakkı olmayan karıları kocasından satın alıyorsunuz
Bizler ise ayet anlayışlarımızda;
'nisa'yı işçi, 'mehir'i de maharet bilip, bir işçinin maharetine bir işveren olarak ihtiyaç bulunduğunda değerini kararlaştırarak, önceki sahibinden/işvereninden, ona yapıp da tahsil edemediği masraflarını vererek işçilik maharetleri sebebiyle transfer ediyoruz.

Ne yaparsın işte...
Anlayış farkı......

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
13. February 2018, 01:22 PM
Mümtehine 10 (Yaşar Nuri Öztürk):

Ey iman sahipleri! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiklerinde onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir ya! Eğer onların mümin hanımlar olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere döndürmeyin. Ne bu mümin kadınlar o kâfirlere helaldir ne de o kâfirler bunlara helaldir. Bu kadınlar için harcadıklarını o kâfirlere geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz takdirde, bu kadınları nikâhlamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Kâfir(e)lerin iffet ve nikâhlarına yapışmayın. Kâfirlere gitmeyi yeğleyen kadınlar için harcadıklarınızı onlardan geri isteyin; onlar da (kafirler de) size gelen mümin kadınlar için harcadıklarını geri istesinler. Bu, Allah'ın hepinize buyruğudur. Aranızda hüküm veriyor. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.

galipyetkin
13. February 2018, 02:24 PM
Bu kadınlar için harcadıklarını o kâfirlere geri verin.

Bunu kara kara, insanın gözüne sokmak için yazmanın manası ne ki?

Heriflerin "kafir" diye haklarını yemeyin, işçiye kalifiye hale gelinceye kadar yaptıkları masrafları varsa ödeyin denmekte.

Yaşar Nuri Öztürk; tabii ki değerli idi ama her dediği doğru değildi ki; aynı buradaki gibi. Ne yani, O öyle dedi diye "nisa" kelinesine işçi değil de kadın mı diyeceğiz.
Allah... Allah...

Temmuz ayında futbol piyasasında neler olduğunu biraz gözlemleyin isterseniz.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
13. February 2018, 03:07 PM
Yaşar Nuri Öztürk'ün çevirisini alıntıladım
çünkü onun çevirisindeki şu ifadeler ASLI GiBiDiR
yani Arapça metinde ne deniyorsa o:

Ne bu mümin kadınlar o kâfirlere helaldir ne de o kâfirler bunlara helaldir.

Arapça: lâ hunne hıllun lehum ve lâ hum yehıllûne lehunn
Diyanet: müslüman hanımlar kâfirlere helâl değillerdir. Kâfirler de müslüman hanımlara helâl olmazlar.

Karşılaştırınca görüyorsunuz:
Diyanet "müslüman kadınlar" deyip genelleme hatasına düştüğü halde
Y N Öztürk genelleme yapmamış, "Bu mümin kadınlar" demiş.

Konu
elbet "o göçmen mümineler"dir
ve onların kafir aileleridir.

Hasan Akçay
15. February 2018, 10:39 AM
VE el muhsanâtu minen nisâi illâ mâ meleket eymânukum, kitâballâhi aleykum, ve uhille lekum mâ varâe zâlikum en tebtegû bi emvâlikum muhsinîne gayra musâfihîn. Fe mâstemta’tum bihî minhunne fe âtûhunne ucûrehunne farîdah. Ve lâ cunâha aleykum fîmâ terâdaytum bihî min ba’dil farîdah. İnnallâhe kâne alîmen hakîmâ.

Nisâ 24 (benim yapmaya çalıştığım çeviri denemesi):

VE kadınların korunanları… ama yeminlerinizin malik oldukları hariç. Allah’ın size yazdığı budur. Bütün ötekiler size helal kılındı ki iffetinizi koruyup uygunsuz davranmaktan uzak durarak onlara mallarınızla ulaşmaya çalışın. Ve eşleriniz olarak kendilerinden yararlanmanıza karşılık mehir onların hakkıdır, mehirlerini verin. Ama mehiri belirlemenizden sonra rızalaşmanız da caizdir. Bilendir Allah, bilgedir.


Arapça metnin başındaki VE
üsluba güzellik katıyor,
bir önceki ayete atıf yapmıyor.

Zaten VE bağlacı zorunlu olarak atıf yapar diye bir kural yok. Örneğin Nûr 32’nin başında da var VE… ama Nûr 31’in konusu ziynetler olduğu halde Nûr 32’nin konusu evlendirmek… Alâkası yok.

Nûr 32’nin başındaki VE
31’e atıf yapmıyor.

Nûr 32'nin konusu
31’in devamı değil.

Tıpkı bunun gibi
Nisâ 24'ün konusu
23’ün devamı değil.

Nisâ 23’ün konusu size haram kılınmış olan kadınlardır –hurrimet aleykum,
24’ün konusu ise size helal kılınmış olanlar –uhille lekum.
Ama yeminlerinizin malik oldukları hariç... onlar SiZE haram
çünkü siz onların ailelerisiniz, onlar SiZiN genç kızlarınız –feteyâtikum (Nisâ 25).

Sayın Hakkı Yılmaz dahil birilerinin iddiasının aksine,
yeminlerinizin malik olduğu EVLi kadınlar size helal değildir.

İffeti korunan kadınlar
ister BAĞIMSIZ (muhsan) olsunlar ister size BAĞLI (mâ meleket eymânukum)
eğer EVLi iseler size haram kılınmışlardır, EVLi kadınlarla evlenemezsiniz.

galipyetkin
15. February 2018, 07:33 PM
Hanım Efendiler, Bey Efendiler.

İster kelimeleri benzer mânâlıları/sinonimleri ile değiştirin, ister cümle kurulumunu yeniden düzenleyin
"nisa"ya karı,
"mehir'e" bilmem ne parası deyin;
ister onlara para, ister mallarınızla ulaşmaya çalışın;
konu "karı" ve "kendilerinden yararlanma" olunca........
hiçbir değişikliğe uğratamazsınız meallerdeki böyle yanlış ifadeleri.
Para ile satın alınan veya "kendilerinden yararlanma amaçlı olarak yaklaşılan "nisa olarak nitelenen karı"lar her zaman "mal" olup, hiç bir zaman hayat arkadaşı, eş, zevce değildır.

Bir de:
"nisa"ya emek/emekçi/iş/işçi;
"mehir"e maharet anlamını yükleyin.
Merak etmeyin dinden çıkmaz, bilakis düzgün bir anlam elde edersiniz.

Artık yeter. Dilimde "tüy bitti".

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
15. February 2018, 08:38 PM
Ve men lem yestetı’ minkum tavlen en yenkıhal muhsanâtil mu’minâti fe min mâ meleket eymânukum min feteyâtikumul mu’minât. Vallâhu a’lemu bi îmânikum. Ba’dukum min ba’d, fenkihûhunne bi izni ehlihinne ve âtûhunne ucûrehunne bil ma’rûfi muhsanâtin gayra musâfihâtin ve lâ muttehızâti ahdân, fe izâ uhsinne fe in eteyne bi fâhışetin fe aleyhinne nısfu mâ alâl muhsanâti minel azâb. Zâlike li men haşiyel anete minkum. Ve en tasbirû hayrun lekum. Vallâhu gafûrun rahîm.

Nisâ 25:

İffeti korunan müminelerin bağımsız olanlarını eş almaya güç yetiremeyenleriniz için yeminlerinizin size bağladığı genç kızlarınız var. İmanınızı Allah bilir ama birbirinizdensiniz siz. Onları ailelerinin izni ile eş alın ve örfe uyan mehirlerini kendilerine verin. Onlar da iffetlerini korusunlar, uygunsuz davranmasın ve gizli dost edinmesinler. Korunmaktalarken eğer uygunsuz davranırlarsa onların cezası bağımsız olanların yarı cezasıdır. Darlanıp endişeye kapılanlarınız içindir bu. Ama iyiliğinize olan, dayanmanızdır. Esirgeyip bağışlayandır Allah.

galipyetkin
17. February 2018, 01:51 PM
Bu:
Nisa-25. ayet'in açılımı:

1. ve men : ve kim, kimin
2. lem yestetı' : gücü yetmez
3. min-kum : sizden, içinizden
4. tavlen : güç, bolluk, zenginlik
5. en yenkıha : nikâh yapmak
6. el muhsanâti : iffetli, namuslu, hür kadınlar
7. el mu'minâti : mü'min kadınlar
8. fe : o zaman
9. min mâ meleket : sahip olunanlardan
10. eymânu-kum : elinizin altında olan (cariyeleriniz)
11. min feteyâti-kum : sizin genç cariyelerinizden
12. el mu'minâti : mü'min kadınlar
13. ve allâhu : ve Allah
14. a'lemu : en iyi bilen
15. bi îmâni-kum : sizin imânınızı
16. ba'du-kum : sizin bazınız, bir kısmınız
17. min ba'dın : bazısından, bir kısmından (birbirinizden)
18. fenkihûhunne (fe inkihû-hunne) : öyle ise onları nikâhlayın
19. bi izni : izni ile
20. ehli-hinne : onların sahipleri, aileleri
21. ve âtû-hunne : ve onlara verin
22. ucûre-hunne : onların ücretlerini (mehirlerini)
23. bi el ma'rûfi : ma'rufla, iyilikle, örf ve adete uygun olarak
24. muhsanâtin : iffetliler, namuslu kadınlar
25. gayra : olmaksızın
26. musâfihâtin : zina etmek
27. ve lâ muttehızâti : ittehaz etmeyenler, edinmeyenler
28. ahdânin : gizli dostlar, metresler
29. fe : fakat
30. izâ uhsinne : evlendirildiği zaman
31. fe : öyle, olduğu halde
32. in eteyne : eğer gelirlerse (yaparlarsa)
33. bi fâhışetin : zina, fuhuş, kötülük
34. fe aleyhinne : o taktirde onlara
35. nısfu : yarısını
36. mâ alâ : ...'a olan şey
37. el muhsanâti : evli kadınlar
38. min el azâbi : azaptan
39. zâlike : işte bu
40. li men haşiye : korkan kimse için
41. el anete : sıkıntı, fücur, günah
42. min-kum : sizden, içinizden
43. ve : ve
44. en tasbirû : sabretmeniz
45. hayrun : daha hayırlı
46. lekum : sizin için
47. ve allâhu : ve Allah
48. gafûrun : gafûrdur, mağfiret edendir
49. rahîmun : rahîmdir

Bu:
Yaşar Nuri Öztürk'ün anlayışı:

" İnanmış hür kadınları nikâhlama genişliğine gücü yetmeyeniniz, ellerinizin altındaki genç, mümin köle kızlarından biriyle evlensin. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Hep birbirinizdensiniz. O halde onları, ailelerinin izniyle nikâhlayın. Gizli dost edinmeyerek, zinadan uzak kalarak, iffetli hanımlar olmaları şartıyla onların mehirlerini örfe uygun bir biçimde verin. Evliliğe geçtikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınlara uygulanan cezasının yarısı uygulanacaktır. Bu, köle ile evlenme yolu, günaha ve sıkıntıya girmekten korkanınız içindir. Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah çok affedici, çok merhametlidir."

Yukarıda da Sayın Akçay'ın anlatımı var.

"iffeti koruyanıyla", " müminelerin bağımsız olanlarını eş almaya güç yetirmesiyle" "kölesiyle", "inanmış hür kadınıyla", "ellerinizin altındaki mümin köle kızıyla"
ifadeleri ile meallerde ne anlatılıyor? Lütfen bir dost açıklaya bilir mi?

Diyelim ki askerden gelmiş ve iş sahibi bir oğlum var ve bir yuva kurmak, evlenmek istiyor. Kitap bu günüme, bana hitap ettiğine göre şimdi ben ona na diyeyim?
-"Oğlum. Bizim kölemiz yok ki", yahut "elimizin altında bir stepnemiz yok ki"
mi diyeyim?

Bir de o kız evlendikten sonra yabancılarla aşırı cinsel ilişkiyi alışkanlık haline getirmedi de iki kere uygunsuz davrandı. Yutacak mıyız?

Yaşar Nuri Öztürk "...bir fuhuş yaparlarsa..." diye yazmış. "bir fuhuş" ne demek.

Niye imtiyazlı (yarı yarıya) ceza.
Bu tek başına işlenen bir eylem değil. Ortağına niye ceza yok

Fahşa/fuhuş kelimesinin mânâsı aşırı hukuksuz cinsel ilişki mi?

Lütfen bir bilen açıklayabilir mi?
Teşekkürler.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
19. February 2018, 05:22 AM
Nisâ 24'ün ve 25'in "meal"lerinde
öyle ifadeler var ki
Arapça metinlerinde yok, YOK, yok.

Örneğin Diyanet Vakfı'nın 24 "meal"i:

(Harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı. Allah'ın size emri budur. Bunlardan başkasını, namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (bir miktar indirim için) karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.

Ne yapmak gerektiğini
kısa kısa
belirtmeye çalışayım.

*

(Harp esiri olarak)...
iptal.

*

sahip olduğunuz...
Arapça metindeki "mâ meleket eymânukum"un bu sözde mealine göre ÖZNE siz imişsiniz yani çoğul ikinci şahıs. Oysa Arapça metinde YÜKLEM melik olup yönetti anlamını taşıyan "meleket"tir ve ÖZNE üçüncü şahıstır yani ettiğiniz yeminler ne ise o.

Buna göre
mâ meleket eymânukum: yeminlerinizin melik olup yönettikleri.

Bu ham bir konu olup nerdeyse hiç sorgulanmamış,
ön tekerler tıngır mıngır izlenmekle yetinilmiştir.
Onun için söylenmesi gerekenin bundan ibaret olduğu sanilmasın.

*

Arapça metinde
cariyeler lafzen geçmediği gibi
cariye anlamına gelebilecek hiç ama hiç bir ifade yok.
Allah aşkına iptal edin.

*

Arapça metinde
evli kadınlar da denmiyor,
söylenen şudur:

Ve iffeti korunan kadınlar... ama yeminlerinizin melik olup yönettikleri hariç
Vel muhsenâtu minen nisâi... illâ mâ meleket eymân ukum

*

Bunlardan başkası...

Sibakta
uhille lekum min verâe zâlikum
bunların ötesi size helal kılındı
dendiğine göre bunlardan kasıt "yeminlerinizin melik olup yönettikleri"dir.

Size haram olanlar işte bunlardır
yani yeminleriniz tarafından size BAĞLI kılınan genç kızlarınız.

Bunların ötesinde
iffeti korunan bütün kadınlar size helal kılınmıştır,
evlenirlerken ailelerinden BAĞIMSIZ olanlar dahil.

Kısacası Arapça metinde
1.evli mevli yok,
2.muhsenât size helal kılındı deniyor.

*

Bir daha:
yeminlerinizin melik olup yönettikleri SiZE haram kılınmıştır
çünkü siz varlıklısınız, onların bakımını üstlenip aileleri olmuşsunuz;
SiZ ailelerinin izniyle sizin toplumunuzdaki yoksullar eş alacak onları
tıpkı 18'den küçük biyolojik kızlarınız evlenirken yapıldığı gibi.

Sırf evlenmede size BAĞLI davranıyorlar diye
18'den küçük öz kızlarınız cariye midir ki
yeminlerinizin size bağladığı genç kızlarınız cariye olsun?

*

Mehir kesiminden sonra
(bir miktar indirim için) karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur...

İyi ama neden hiç artırım değil,
neden ille indirim,
neden indirim de indirim?

Nalıncı keseri misiniz siz
neden hep kendinizden yana hep kendinizden yana yontarsınız?

*

Gerekiyorsa
devam etmek üzere
şimdilik sevgiyle.
.

galipyetkin
19. February 2018, 01:44 PM
Nisa-24. ayette şöyle başlar:

"ve el muhsanâtu : ve evli kadınlar
min en nisâi : kadınlardan

Ne demektir bu iki satırda anlatılan ifade?
"nisa" kelimesine "kadın" anlamını verirseniz, hiçbir mânâ ifade etmez

Evli kadınlarla zaten evlenemezsiniz. AMA EVLİ ERKEKLERLE DE EVLENEMEZSİNİZ. Evliliği veya teklifini yalnızca erkek yapmaz.
Sakın evli kadınlara askıntı olarak onları kocalarından ayırıp kendinize karı yapmaya çalışmayın. Karı boşanmaya teşebbüs etse bile ne olur biliyor musunuz?
Ortada ne karı kalır, ne koca adayı olarak sen kalırsın ne de koca. Bizim toplumumuz bu işi kolay ve kısa yoldan hallediveriyor. 3'er paralık birer kurşun yeterli oluyor.
İki tane toprağa misafir, bir kodeslik ve iki taraftan da sefil çocuklar, ve rezalet.

Eğer "nisa" kelimesine "işçi/çalışan" manasını verirseniz "bir iş yerine bağlı olarak çalışan(evli) işçi" mânâsını yakalarsınız.
Bir deneyin de bakın: Kurulu bir iş yerinin çalışan işçisini/ustasını sizinle çalışması için ayartmaya kalkmayın. ............
Çünkü o iş yerinin işini bozduğunuz gibi, iş verenini satan usta/işçi kendisini ayartan iş vereni de satar.

Nisa 24. ayet acaba kısaca hangisini anlatıyor dersiniz.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
20. February 2018, 04:41 AM
Karşılaştırmak için
Nisâ 25:

Arapça metin:

Ve men lem yestetı’ minkum tavlen en yenkıhal muhsenâtil mu’minâti fe min mâ meleket eymânukum min feteyâtikumul mu’minât. Vallâhu a’lemu bi îmânikum. Ba’dukum min ba’d, fenkihûhunne bi izni ehlihinne...


İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hep aynı köktensiniz (insanlık bakımından aranızda fark yoktur). Öyle ise... sahiplerinin izni ile onları (cariyeleri) nikâhlayıp alın... (Diyanet Vakfı)

Ve sizden her kim hür mü’min kadınları nikâh edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da, yeminlerinizin mâlik olduğu, mü’min genç kızlarınızdan nikâhlamak var. Ve Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Sizin bazınız, bazınızdandır. O hâlde... yakınlarının izniyle onları [yeminlerinizin mâlik olduklarını] nikâhlayın... (Hakkı Yılmaz)


İffeti korunan müminelerin BAĞIMSIZ olanlarını eş almaya güç yetiremeyenleriniz için yeminlerinizin BAĞLI kıldığı mümin genç kızlarınız var. İmanınızı Allah bilir ama birbirinizdensiniz siz. Onları ailelerinin izni ile eş alın... (Benim çeviri denemem)

2 soru:

1.
Muhsenât
BAĞIMSIZ kadınlar mıdır,
hür kadınlar mı?

2.
Mâ meleket eymânukum min feteyâtikum
yeminlerinizin size BAĞLI kıldığı genç kızlarınız mıdır,
ellerinizin altında bulunan cariyeleriniz mi?

Bir sonraki iletimde
kendi görüşümü açıklamaya çalışacağım inşallah
ama açıklamam yalnızca bir görüştür,
bunun göz önünde bulundurulması gerekir.
.

Hasan Akçay
20. February 2018, 10:02 PM
Muhsenât
BAĞIMSIZ kadınlar mıdır,
hür kadınlar mı?

Hür = köle değil

"Muhsenât hürdür yani köle değildir" denilebilmesi için
köleliğin helal kılınmış olması yani köleliğin islamda var olması gerekir.
Oysa köle edinmek haram kılınmıştır (47:4), islamda kölelik yoktur.

Bkz Prof Abdülaziz Bayındır, https://www.youtube.com/watch?v=mF5h-h1YZUI

*

Muhsan: iffeti koruyan (66:12)

"Yeminlerinizin malik olduğu genç kızlarınız"ın iffeti de
"muhsenât"ın iffeti de koruma altındadır.

Şu farkla:

"Yeminlerinizin malik olduğu genç kızlarınız"ın iffeti islam tarafından korunur (Bkz 4:25'teki uhsinn),
yeminlerinizin malik olmadığı muhsenât ise BAĞIMSIZ kadınlardır. Onlar iffetlerini kendileri korurular
(Bkz 5:5'teki kitab ehlinin gayrimüslim "muhsenât"ı)
.

Hasan Akçay
21. February 2018, 06:49 AM
Nisâ 25'in Arapçasındaki "mâ meleket eymân ukum"a
Diyanet Vakfı'nın mealinde cariyeleriniz denmiş:

İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın.

Hakkı Yılmaz ise
her ne kadar "muhsenât"a hür kadınlar demişse de
"mâ meleket eymân"a cariye diyememiş, çekinmiş:

Ve sizden her kim hür mü’min kadınları nikâh edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da, yeminlerinizin mâlik olduğu, mü’min genç kızlarınızdan nikâhlamak var.

Oysa bu çekingenlik hiç bir işe yaramıyor
çünkü hür olan, köle olmayan demektir.
Siz toplumdaki bazı kadınlara hür dediğiniz anda ötekilere hür olmayan diyorsunuz zaten.

Hür olmayan kadınlar = cariyeler

Sorun belki kullandığınız dilde,
belki Türkçeyi yeteri kadar iyi bilmiyorsunuz
.

galipyetkin
22. February 2018, 05:06 PM
Biz lügatten yaptığımız bir araştırmada Nisa-25. ayette geçen "min feteyâti-kum" diye geçen ve " sizin genç cariyelerinizden",
"Sayın Akçay tarafından ise 'genç kızlarınız'
olarak çevirisi yapılan ifadenin "fetat" kelimesinin ikili çoğulunu,
yani erkek ve dişiden oluşan ikilinin çoğulunu yani "dişili-erkekli" anlamını verdiğini tespit ettik.
"cariye" ifadesi kabul görmeyeceğine ve kelime de lügat anlamına göre yalnızca "kızlar" diye çevrilemeyeceğine ve de (biz evlenme ifadesini karı-koca oluşumu olarak anlamıyoruz) sizlerin anlayışlarına göre Nisa-25. ayetin o kısmı ne anlatıyor?

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
22. February 2018, 06:30 PM
FETEYÂT
"fetat"ın
2'den çok anlamındaki çoğuludur,
2 (iki) anlamındaki çoğulu değil.


Bkz 1

The Arabic English Lexicon* by E W Lane
http://www.studyquran.co.uk/PRLonline.htm

fata n.m. (pl. fityan) 12:30, 12:36, 12:62, 18:10, 18:13, 18:60, 18:62, 21:60
fatayat n.f. (pl. of fatat) 4:25, 24:33


Bkz 2

The Quranic Arabic Corpus
(http://corpus.quran.com/wordbyword.jsp?chapter=4&verse=25):

فتياتكم -feminine plural noun

___________________________________

*"The Arabic English Lexicon"ın kaynak edindiği kadîm sözlükler:

Al-Mufradaat fi Ghariib al-Qur'aan,
Lisaan al-Arab,
Taaj al-Aruus min Jawaahir al-Qaamuus

galipyetkin
22. February 2018, 08:12 PM
Bilgilendirilme için teşekkürler.

Bir de şu araştırmayı tavsiye ederim:

http://www.alirizademircan.net/dokuman/Ali-Riza-DEMIRCAN-TURKCE-cariyeler-ve-somurulen-cinsellikleri.pdf

Alıntılanan şu kısım bile bu yazının muhakkak okunması gerektiğini gösteriyor; çünkü mealcilerin mealleştimelerindeki etkisi altında kaldıkları aykırı algı ve bilgilerini belirliyor.

"............. İslâm öncesi dönemde başta savaşlar, baskınlar, işlenen cinayetler
ve ödenmeyen borçlar sebebiyle insanlar önce esîr edilir
sonra da köleleştirilerek alınıp satılır ve köle edilen kadınlarla
da nikah akdi yapılmaksızın cinsel ilişkiye girilirdi.
İslâm bu uygulamayı dondurdu;
mevcut kölelerin salıverilmesini sürece bıraktı. (Bize göre "yetimler olarak" Nisa -3'e tabi tutuldular.)

İslâm meşru savaş sonucu insanların esîr edilmesini onayladıysa
da esirlerin köleleştirilmelerini ve nikahsız olarak cinsel partner
edinilmelerini onaylamadı.

Kur’ân hükmü olarak onların karşılıksız
veya fidye/tazminat karşılığı özgürleştirilmeleri görevleştirildi.
İlişki için evlilik şartı getirildi Hz. Peygamberimiz de Kur’an hü-
kümlerini uyguladı.

Peygamberimiz ve ilk büyük dört halife
döneminden sonra yönetimde babadan oğula intikal sistemiyle
birlikte kölelik uygulamasına dönüldü ve savaş esirleri köleleştirildi
ve odalık kılındı............... "

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
22. February 2018, 09:51 PM
FETEYÂT
erkek + dişi değil
yalnızca dişilerdir:

Prof Süleyman Ateş (Kur'ânı Kerîm Tefsîri, Nisâ 25):

İnanmış feteyâtınızdan... ifadesindeki
el-feteyât "el-FETÂT"ın çoğulu olup
fetâ genç delikanlı, yiğit cömert erkek anlamına gelir,
FETÂT ise genç, güzel, cömert kız demektir.

dost1
23. February 2018, 12:05 AM
Selamun aleyküm,
Değerli kardeşlerim.
Tefekkürlerimize ışık olması dileğiyle.

Nisa Suresi 22-25 ayetlerindeki pasajda yer alan muhsanât-muhsınîn sözcüklerindeki anlam farklılığı dikkat çekmektedir. Sözcüğün doğru anlaşılabilmesi için asıl anlamının tesbit edilmesi gerekir: Sözcüğün türediği ح ص ن [h-s-n] kökünün anlamı, “engel olma, koruma altına alma” demektir. Şehri koruyan sûr'a ve kaleye, حصن [hısn] denir. Konumuz olan المحصنات [muhsanât] sözcüğünün anlamı ise, “koruma altına alınmış kadın” demektir.
Arap toplumunda kadın, iki yolla koruma altında olurdu:
A) Hürriyet.
O günkü toplumda hür kadınlar zinayı kendilerine yakıştırmazlardı.
B) Evlilik akdi.
Buna göre muhsanât kelimesinin anlamı, “kocası tarafından korunan kadın” demek olur. O günkü toplumda evli kadın da zina etmez ve zina etmeyi çok büyük bir vebal sayardı. O nedenle zina ve fâhişelik, genellikle câriyeler tarafından yapılırdı.
Öyleyse, 24. âyetteki المحصنات[el-muhsanât] ile, “evli kadınlar” 25. âyetteki el-muhsanât ile de “hür kadınlar” kastedilmiştir.
24. âyette, Yeminlerinizin sahip oldukları hariç, muhsan kadınlar [nikâhlı/evli kadınlar] da haram kılındı buyurulmuştur. Müslümanlara iltica edip de himâyeye verilmiş kadınların diyar-ı küfürdeki kocalarının varlığı önemli değildir. İltica ile iş bitmiştir. Mümtehine sûresi'ndeki, Ey iman etmiş kimseler! Mü’min kadınlar göçmenler olarak size geldiği zaman, hemen onları imtihan edin. –Allah onların imanlarını daha iyi bilir.– Artık, eğer siz de onların inanmış kadınlar olduğunu öğrenirseniz artık onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar [göç eden mü’min kadınlar], onlara helâl değildir, onlar da bunlara helâl olmazlar. Onlara [kâfir kocalarına] sarfettiklerini verin. Ücretlerini [mehirlerini] kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. İşte bu, Allah'ın hükmüdür, ki aranızda O hükmeder. Allah çok bilendir, çok iyi yasa koyandır ifadesine dikkat edilmelidir.

Bir diğer önemli konu da MÂ MELEKET'İN MEHİRİ konusudur.
Burada üzerinde durulması gereken bir husus da, Ve sizden her kim hür mü’min kadınları nikâh edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da, yeminlerinizin mâlik olduğu mü’min genç kızlarınızdan nikâhlamak var. (…) Ve örfe uygun bir şekilde ücretlerini [mehirlerini] verin buyruğudur. Bundan anlaşıldığına göre, yasalar çerçevesinde himâye altında bulunan kadınlarla evlenmek, hür kadınlarla evlenmekten daha kolay ve daha masrafsızdır. Zira sosyal konumları gereği bunların mehiri, günlük ihtiyaçları ve hayat standartları hür kadınlara göre daha az ve düşüktür. Çünkü bunlar sosyal konum itibariyle düşük, ahlâkî değer ve soy-sop itibariyle de meçhuldür. Bu nedenle de evlilik tercihinde ikinci planda kalmaktadırlar.
Âyetteki, O hâlde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen sahiplenilmiş kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle onları [yeminlerinizin mâlik olduklarını] nikâhlayın ifadesinden de açıkça anlaşılacağı üzere, himâyeye tevdi edilmiş kadınlarla da ancak nikâhlanmak sûretiyle cinsel ilişki kurulabilir. Onlarla da nikâhsız ilişki kurmak, zinadır ve haramdır.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

dost1
23. February 2018, 12:14 AM
Selamun aleyküm,
FETEYÂT
erkek + dişi değil
yalnızca dişilerdir:

Prof Süleyman Ateş (Kur'ânı Kerîm Tefsîri, Nisâ 25):

İnanmış feteyâtınızdan... ifadesindeki
el-feteyât "el-FETÂT"ın çoğulu olup
fetâ genç delikanlı, yiğit cömert erkek anlamına gelir,
FETÂT ise genç, güzel, cömert kız demektir.

Fetat sözcüğüne bir ekleme yapmak istiyorum.
Kuvvetli,genç avrat/korunmasız

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsustur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

Hasan Akçay
23. February 2018, 07:40 AM
Arap toplumunda kadın, iki yolla koruma altında olurdu:
A) Hürriyet.
O günkü toplumda hür kadınlar zinayı kendilerine yakıştırmazlardı.
...


Sevgili Halil hocam,

47:4'ü vahyederek köleliğe son veren Yüce Allah'a inat*
"cariyeler"den yani hür olmayan kadınlar"dan nasıl dem vurulabilir ki
"hür kadınlar"dan dem vurulabiliyor?

_________________________________________

*Prof Abdülaziz Bayındır (https://www.youtube.com/watch?v=mF5h-h1YZUI):

Batılılar köleliği cariyeliği kaldırdılar,
bizimkiler de mecbur kaldılar kaldırmaya.
Ondan sonra, şimdi diyorlar ki:

Aslında islam köleliği kaldırmayı hedefledi
ama o devirde ne yapsın şunlar bunlar vardı, onun için kaldıramadı
ama hedefi buydu...

Hani, özürü kabahatinden büyük derler ya
işte bu da öyle bişey...
Yani Allahu Teâlâ kaldıracaksa kaldırır, insanlardan mı çekinecek hâşâ?


Peki işin gerçeği nedir?

İslam
köleliği kaldırmayı hedeflemiş falan değildir,
köleliği kaldırmıştır.
...

yolcu42
24. February 2018, 01:18 AM
Hasan bey ve halil hocam selam.sizden yorum bekliyorum.

Öncelikle "ma meleket eyman" ifadesi neyi kasdeder
Bu ifadeyle ilgili ayetlere baktığımda,
"eş,çocuk,evde yaşayan bireyler hatta köle cariye olarak bir üst başlık olarak " bakmakla yükümlü olduğu kimseler" diye düşünüyorum
Ne dersiniz.
Şayet aksi takdirde nisa 36nın kapsamında sanki eş ve çocuklar yokmuş da cariyeler varmış anlamı çıkmıyor mu.
Veya müminun 6 da cariyelere karşı furucunu korumaya gerek yok anlamı verilirken nur58 de cariyeler odanıza girerken izin istesin anlamı çıkıyor.
Müminun 6: eşleriniz veya(yani,) yeminleriniz altıdakiler...
Tıpkı başka bir ayette "işitseydik veya(yani) akıl etseydik... Dediği gibi.
Yani burdaki "veya" bağlacı aynı öznenin farklı anlatımlarını betimliyor sanki.
Örneğin türkçede,
"epilepsi veya halk dilinde sara hastalığı.

Nur58:yemininiz altında olan(bakmakla yükümlü olduğunuz,evinizde yaşayan) ve ergeliğe girmemiş olanlar...

Burda da "ve" ifadesi aynı özneyi betimliyor
Yani hem bakmakla yükümlü olduğun hem de küçük olanlar.bunlar iki ayrı kişi değil bir bireyin iki özelliği.
Diye düşünüyorum.
Doğrusunu allah bilir
Sizin fikriniz ne yöndedir.

yolcu42
24. February 2018, 01:39 AM
Ayrıca nisa25-26 dahilinde muhsanat kavramında şöyle bir kanı doğru olur mu
"namusunu koruyan kadın"
Çünkü nisa26 da fuhuş cezası olarak yarısı öngörülüyor.hani bir ayette zina yapan kadını evde tutun deniyordu yanlış değilsem.
Nisa25 namuslu kadınlar yeminlerinize bağlamadıkça veya yöntiminizdeki eşiniz hariç haramdır.
Nisa26 namuslu kadına gücü yetmeyen(dilerse) zina suçundan evde tutulan kadını alabilir?

Tabi ki başka bir ayette diyor ki" zina eden bir erkek zina eden bir kadınla veya müşrkle evlenebilir"
Acaba buradaki namuslu kadına güç yetirememe sadece maddi açıdan mı yoksa bu kişi daha önceden zina suçu işlemişte o yüzden kız vermiyorlar mı?
Burayı da düşünmek lazım.
Bu ayet bu durumda olanları kasdediyor olabilir mi çünkü bu kişilerin ne yapacağı başka ayetlerde konu edilmemiş sanırım
Kuranda her durum açıklandığına göre..

Ayrıca şu açıdan da düşünüyorum
Eğer mana şöyleyse
"namuslu kadına güç yetiremeyen elinizin altındaki MÜMİN CARİYELERLE nikahlansın.ücretlerini verin."

Zaten başka ayetlerde mümin cariyelerle evlenme yasak değil.26. Ayette mehirde veriyorsun zaten.
Yani bir kişinin maddi gücü yetmeyince yapacağı zaten maddi gücünün yettiğiyle evlemek değil mi.
Ayette MÜMİN ifadesi olmasaydı şunu anlardık.
Demekki mümin kadına güç yetirememe durumunda müşrikle evlenmeye onay veriyor bu ayet.derdik.

Kısacası ayet farklı bi durum anlatıyor bence.
Yani "zina suçu işleyen kadınların durumu olabilir diye düşünüyorum.
Muhsanat kadına gücü yetmeyen(daha önce zina ettiği için kimse kız vermiyor olması muhtemeldir,veya maddi durumu kötü?)
Muhsanat olmayan yemininiz altında bulunan(bakmakla yükümlü olduğunuz) kadınlardan alsın...
Meali bana mantıklı geliyor.
Tabi ki hükmün bana mantıklı gelmesi değil,allahın ne dediği önemli.
Bu sadece zannımdır
.
En doğrusunu allah bilir.

Hasan Akçay
24. February 2018, 03:40 AM
Öncelikle "mâ meleket eymân" ifadesi neyi kasteder?

Bildiğim kadarıyla
"mâ meleket eymân"ın lafzî çevirisi:

yeminler kimi yönettiyse o

Yüklem: meliklik edip yönetti anlamındaki meleket,
Özne: yeminler anlamındaki eymân.

Yani
Özne yemin eden kişiler değil, onların ettiği yeminlerdir;
dolayısıyla önemli olan, kişiler değil yemin edilerek üstlenilen yükümlülüklerdir.
O kadar ki "o"nun konumunu yeminler belirler.

Örneğin
eğer yeminler "Vallahi ben ona iyi bakacağım" şeklinde ise bakımı üstlenilen kimsedir o,
bir bakıma bizim toplumumuzdaki BESLEME gibi (4:3, 4:24-25, 24:58, 24:33, 33:55...)

Eğer yeminler "Vallahi ben onu eşim olarak kabul ediyorum" şeklinde ise eştir o
yani zevcedir ya da koca (23:6, 33:50, 33:52, 70:30).

23:6'daki mâ meleket eymân ZEVCE veya KOCA konumundadır,
24:58'deki mâ meleket eymân ise BAKIMI ÜSTLENiLENLER.

Ta bu kadar farklı...
ama AYNI imişler gibi mukayese edilip birbirlerine emsal gösterildikleri oluyor,
2 elma + 2 armut = 4 elma dercesine.

Hem de bu abes emsal gösterme işini
koca koca ilahiyat profesörleri yapıyor,
örneğin Abdülaziz Bayındır.

Sevgili yolcu42 kardeşim, bu da gösterir ki,
mâ meleket eymân
yeteri kadar incelenmemiş bir konudur
.

Hasan Akçay
24. February 2018, 10:02 AM
Konumuz olan المحصنات [muhsanât] sözcüğünün anlamı ise, “koruma altına alınmış kadın” demektir.
Arap toplumunda kadın, iki yolla koruma altında olurdu:

B) Evlilik akdi.

Buna göre muhsanât kelimesinin anlamı, “kocası tarafından korunan kadın” demek olur. O günkü toplumda evli kadın da zina etmez ve zina etmeyi çok büyük bir vebal sayardı.


Hayır, Hz Meryem bekardı ve korunan kadınlardan biriydi (66:12).

O halde Hz Meryem örneğinde görüldüğü üzere
muhsanât kelimesinin anlamı "Allah tarafından korunan kadın" demek olur.
O günkü toplumda bolca vardı kendilerini Allah'a adadıkları için Allah tarafından korunan bu tür kadınlar
ki aralarında 47:4'ten önce cariye yapılmış olanlar vardı.
Zina etmezdi onlar, zina etmeyi çok büyük vebal sayarlardı.

Öyleyse, 24. âyetteki المحصنات [el-muhsanât] ile, Allah tarafından korunan “bekar kadınlar” kastedilmiştir.

Ne kadar keyfî bir iddia değil mi,
tıpkı şunun gibi:

Öyleyse, 24. âyetteki المحصنات [el-muhsanât] ile, “evli kadınlar” kastedilmiştir.

Bırakalım kardeşim, Allah'a şunu kastettirmeyi bunu kastettirmeyi de
"Allah ne diyorsa o!" diyelim. 4:24'te O'nun dediği şudur:

Ve kadınların korunanları ama yeminlerinizin yönettikleri hariç -Vel muhsanâtu minen nisâi illâ mâ meleket eymânukum...

galipyetkin
24. February 2018, 11:44 AM
muhsanât kelimesinin anlamı "Allah tarafından korunan kadın"
demek olur.

Niye bunlar Allah Tarafından torpilli de, niye bizim komşu kızcağız günde iki posta dayak yemekte?
Ve geçimini sağlamak için çalışmak mecburiyetinde olan kadıncağız hem iş yerinde hem de yolda "mal bu" diye niye taciz edilmekte?

Bi anlatıverin de nasıl gireceklerse hem bu kadıncağızlar hem de Nisa-127'de bahsettiğiniz "yetimlerin kadınları" "Allah koruması altına" girsinler de rahatlasınlar.

Allah...!!! Allah.....!!!
Hem kadınları "mehir" dediğiniz para karşılığı, artırana satacaksınız;
sonra da "mal" haline koyduğunuz bu kadınlar "Allah'ın koruması altında" diye fetva vereceksiniz.
Geçiniz......

Eh hakkınızı verelim: İyi pazarlayıcısınız.

Allah'ın koruması altında olan ile olmayan kadınlar!!!!!!!??????
Allah ne zamandan beri böyle ayırım yapıyor, sonra da adil oluyor.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

yolcu42
24. February 2018, 02:41 PM
Galip bey,hasan bey diyor ki bunun anlamı "namusunu koruyan kadın"
Yukarıdaki alıntınız hasan beyin böyle düşünenlere eleştirisi yanlış anlamadıysam.

Hasan bey tam olarak muhsanat kavramı hakkında ne düşünüyor bişey demek haddim olmaz da,
Ben yukarıda anlattığım gibi"namusunu koruyan kadın" yani zina suçu işlememiş olarak anlıyorum.
Nisa25 ve 26 da da anlam budur bence.
Evli veya hür anlamları yok kanaatindeyim

Galip bey bi sorum olcak.

Eğer bunlar medeni hukukla ilgili değil,iş hukukunu anlatıyorsa
O zaman kuranda medeni hukuktan bahsetmez mi.
Evlilik bir müşrik adeti mi?

Ukalaca sormuyorum yanlış anlamayın düşüncenizi merak ettim

galipyetkin
24. February 2018, 03:42 PM
HASAN BEY tam olarak muhsanat kavramı hakkında NE DÜŞÜNÜYOR BİR ŞEY DEMEK HADDİM OLMAZ DA....
Galip bey, HASAN BEY DİYOR Kİ bunun anlamı "namusunu koruyan kadın"
Sayın yolcu42.
İlk önce bunu, alıntıyı anlat bana. "Bir şey demek haddim değil" derken, "Hasan Bey diyor ki" demen ne anlatıyor; ne demek?

Sonra: "Ben yukarıda anlattığım gibi"namusunu koruyan kadın" yani zina suçu işlememiş olarak anlıyorum." dediğinde ben de senin gibi anlarsam diğerleri zina suçunu işlemiş mi oluyor? Yani kadınlar iki kategori olup zaniyeler ve zina işlemiyenler mi oluyor?

Ve "evliliğin müşrik adeti" olduğunu nereden yumurtladın?

En son olarak da "dubur" kelimesi ne anlatır onu araştır ve "kitap"tan "kur'an"a nasıl ulaşılır, anlattım, onları bir daha oku veya araştır.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

yolcu42
24. February 2018, 04:45 PM
Tek bişey sorayım
Kuranda evlenme-boşanma hükümleri var mı.
(sizin nisae,nikah kelimelerine verdiğiniz anlamı kabul edince evlenme boşanma konularını hangi ayetler açıklıyor merak ettim sadece)

Hasan Akçay
24. February 2018, 06:40 PM
Yukarıdaki alıntınız hasan beyin böyle düşünenlere eleştirisi yanlış anlamadıysam.

Evet, eleştirimdir
ve bunu
"Ne kadar keyfî bir iddia!" diyerek
açık ve net olarak dile getirdim:

Öyleyse, 24. âyetteki المحصنات [el-muhsanât] ile, Allah tarafından korunan “bekar kadınlar” kastedilmiştir.

Ne kadar keyfî bir iddia değil mi,
tıpkı şunun gibi:

Öyleyse, 24. âyetteki المحصنات [el-muhsanât] ile, “evli kadınlar” kastedilmiştir.

Bırakalım kardeşim, Allah'a şunu kastettirmeyi bunu kastettirmeyi de
"Allah ne diyorsa o!" diyelim.

galipyetkin
24. February 2018, 07:35 PM
Sayın yolcu 42.

Bu sitede yeniden yazmaya başladığında aklımda kaldığınca "kitap"ı birkaç kere hatim ettiğini ve Arapça öğrendiğini yazmıştın. Bu durumda sorduğunun cevabını benden iyi bilmen gerekir; dolayısı ile benim bilgilendirmeme ihtiyacın olmamana rağmen beni buna sorumluymuşum gibi göstermeye çalışmanın altında başka şeylerin varlığına düşüncelerim beni itekliyor.

Yalnız şunu söyleyeyim.
Allah koyduğu ana ilkelerin uygulamalarını ve uygulama şekillerini insanların aralarında istişare ederek alacakları karara bırakmıştır.
Kadınlı erkekli olarak büyük veya küçük topluluklar halinde yaşayan toplumlarda aile hayatı ve evlilik,yani cinselliğin o toıpolumun kurallarına uydurulması o toplumların kendilerinin örf, adet ve kanunlarına göre kurdukları düzene göre işleyip,
bazı yerlerde, mesela Brezilya Kuzey Amazon bölgesinde Zo'e kabilesinde, Nepal-Tibet arasındaki Nigma kabilesinde ve Hindistan\'ın güneyinde Toda Topluluğunda çok kocalı yaşam/poliandri varken,
bazı toplumlarda, meselâ Arab'larda kadını mal olarak gördüklerinden, çok karılı/poligami,
bazı toplumlarda tek eşli evlilik/monogami yaşamı var olup Allah o toplumların kendi örf ve adetine dayalı yaşantılarına karışmamakta,
bazı toplumlar da meselâ İtalya, boşanmayı kabul etmemekte;
Eskimo da gece yatısına gelen erkek misafire de karısını geceleyin ikram etmekte.

Örf ve adetler o toplumların bir birlik, bir bütünlük halinde oluşmasını sağlayan en büyük kültürel yapılardır. Örf ve adetler kendi toplumlarının sosyal hayatlarını da düzenleyen kurallar sistemidir.
O toplum için gayet doğal ve geçerli olarak kabul edilmiş bu kuralların asıl maksatlarının dışına çıkılarak, o topluma göre yalan yanlış kurallar getirmeye çalışmak en büyük hatadır. Çünkü konu özü itibariyle yöreseldir.
HUCURAT /13
Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve ÖRFLER YOLUYLA TANIŞIP KAYNAŞASANIZ DİYE sizi milletlere, boylara ayırdık. Hiç kuşkusuz, Allah katında en seçkininiz, sakınılması gereken şeylerden en çok sakınanınızdır. Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.

KUR'AN'da da "karı-koca/zevc-zevce edinme/evlenme hukuku" hakkında düzenleme Nisa Suresinde bulunmayıp, Nisa Suresi ile düzenlenmiş ayetler "iş hukuku"nu, iş, işçi ve işveren yönünden uyumluluğun oluru, aksaklıkların giderilmesi vs. anlatılmaktadır.
Çünkü KİTAP'ı iyice tetkik ederseniz "evlenme izahı" denilen ayetlerin hem birbirleriyle, hem de İslam\'ın ana prensipleri ile (meselâ kadınları dövme) çeliştiğini;
Nuh Peygamber'den beri çalıştırılanların sömürüldüğünün anlatılmış olduğunu fark edeceğiniz gibi, konunun, yani çalışma hayatının sömürüye en açık ve zulüm içerdiğini ve de konunun evrenselliğini bu nedenle Allah'ın bizzat kendisinin, yönlendirici yönde emredici kurallar getirmiş olduğunu anlayacaksınız.

Zuhruf-32
"Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Ve onların kimini kimine derecelerle üstün kıldık ki, BAZISI BAZISINI TUTUP ÇALIŞTIRSIN. Rabbinin rahmeti, onların derleyip topladıklarından daha hayırlıdır." Yaşar Nuri Öztürk

Eğer karı koca hukuku yani evlilik bakımından yasa çıkartılmasına ihtiyaç duyulursa, istenirse o toplumun meclisince o topluma uygun kurallar getirilerek ihtiyaç giderilir.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
25. February 2018, 03:33 AM
Hasan bey tam olarak muhsanat kavramı hakkında ne düşünüyor bişey demek haddim olmaz...

Vel muhsanatu minen nisâi
illâ mâ meleket eymânukum.

Nisâ 24'ün başındaki bu ifadenin Türkçesi bana göre şöyle olabilir:

Ve korunan kadınların bağımsız olanları
ama yeminlerinizin yönettikleri hariç.

Bu ifadeden benim anladığım
konu islam ve evlilik olduğunda
kadınların tümü korunmaktadır.

Sizin onları eş almanızın helal olması ya da olmaması
korunup korunmamaları yüzünden değil
evlenirlerken sizden bağımsız olup olmamaları yüzündendir.

Evlenirlerken
hiç kimsenin iznine ihtiyaç duymayan, dolayısıyla BAĞIMSIZ olan kadınlar size helaldır
ama yeminleriniz tarafından size BAĞLI kılınanlar haram.
Onları başkaları eş alacak, siz ailelerinin izniyle -bi izni ehlihinn (4:25)

4:25'teki izâ uhsinne anahtar ifadedir,
ki korunmaktalarken anlamına gelir
ve yüklem olarak korunmak edilgendir.

Bunun anlamı:

Yeminlerinizin yönettiği genç kızlarınız, tamam, kendi iffetlerini kendileri korurlar
ama korumaya bir de dış etken katılıyor.
Yüklemin telaffuz edilmeyen Öznesi odur.

Edilgen: onlar iffetçe korunmakta iken
Etken..: islam onları korumakta iken

Peki ne yapılacak
islam onları koruyup dururken
onlar uygunsuz davranırsa?

Nisâ 25:

bağımsız müminelerin yarı cezasına çarpılacaklar
fe aleyhinne nısfu mâ alel muhsanâti minel azâb

Sevgili yolcu42,

Bu tür uzun iletilerde
dikkat dağılabiliyor.

Bu söylediklerimle ilgili
kısa bir anı anlatayım.
Belki dikati dağılmaktan kurtarır.

Bir akşam işten evlerimize dağılırken
aniden yağmur bastırdı.
Yürümek imkansız.

Bir arkadaşın arabasına doluştuk.

En son
içeriye Amerikalı genç bir kız daldı ama yer yok.
Bir erkeğin kucağına oturuverdi. Hareket ettik.

Şimdi düşünün.

Bunu islam hoş görmez,
uygunsuz davranış sayar -fâhişeh (Ahzâb 30)
ama o kızımızın toplumu hoş görüyor.

İleti gerçekten uzadı,
daha sonra devam etmek üzere
burada keseyim.
Hem geribildirim de alırım belki, iyi olur.
.

Hasan Akçay
25. February 2018, 11:25 AM
İlginç bişey söyliyeyim,
şaşıracaksınız:

Ahzâb sûresinde belirtildiği üzere
Muhammed nebiyle evli bazı kadınlar onun "yemininin yönettiği"dir -"mâ meleket yemîn"uke (50, 52)
ve bunlar eğer uygunsuz davranırlarsa cezaları iki katına çıkarılır -yudâaf lehâl azâbu dı’feyn (30).

Oysa bakın Nisâ 25'in mevcut "meal"lerinde ne deniyor:

Evliliğe geçtikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınlara uygulanan cezanın yarısı uygulanacaktır. (Yaşar Nuri Öztürk)
Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, onlara hür kadınların cezasının yarısı uygulanır. (Diyanet)
fe izâ uhsinne fe in eteyne bi fâhışetin fe aleyhinne nısfu mâ alâl muhsanâti minel azâb

Gördük mü?

Allah diyor evlendikten sonra iki kat ceza,
onlar diyor evlendikten sonra yarım ceza.

Abdülaziz Bayındır'ın deyimiyle,
peki gerçek nedir?

Nisâ 25'teki izâ uhsinne
islam tarafından korunur olmalarından sonra anlamına geliyor,
evliliğe geçtiklerinden sonra anlamına gel-mi-yor.

Gayrimüslimken yeminlerle bakımı üstlenilen genç kızlara
islama girmelerinden sonra yeni ortama alışma süresi tanıyor Allah,
onların henüz tam uyum sağlayamamış olmasını cezada indirim nedeni yapıyor yani bir tür ARTI AYRIMCILIK olayıdır bu
ve yalnızca geçici bir süre içindir, en geç evlenir evlenmez sona eriyor.

Hiç düşünmüyor ulema(?!)mız yazık ki...

Benim eşim
başka bir erkeğin kucağına oturacak, başka bir erkekle öpüşecek, hatta meallerde öne sürüldüğü üzere zina yapacak
ama sırf onu benim yeminim yönetiyor diye yarı ceza ile yırtacak.

Ne yarı cezası Allah aşkına,
tabancamı kaptığım gibi alın çatından fururum o şırfıntıyı, fururum!
Onunla öpüşen ırz düşmanını da fururum.
Kesmez, o yasayı çıkaranları da fururum. Evlilikte zinaya teşviktir o, ceza değil...
.

Hasan Akçay
26. February 2018, 01:40 AM
Nisâ 25'teki "izâ uhsinne"yi
sayın Hakkı Yılmaz
Türkçeye sahiplenildiklerinde diye çevirmiş.

Sahiplenildiklerinde fâhişe işlerlerse, o zaman onlara hür kadınlara verilen azabın yarısı verilir.

"İzâ uhsinne"yı
onlar islama girip te islam tarafından korunur olduklarında diye okumak
evlendiklerinde diye okumaktan elbet daha isabetlidir
ama Sayın Hakkı Ylımaz'ın sahiplenildiklerinde diye okuması çok daha isabetli.

Fakat en isabetlisi "Allah ne diyorsa o"dur
yani lafzî çeviri.
Yorumsuz, eksiltmesiz, artırmasız.

O'nun dediği: izâ uhsinne
yani korunmaktalarken.

Evliliğe girdiklerinde demiyor Allah,
sahiplenildiklerinde demiyor...
Korunmaktalarken diyor.

"Allah ne dediyse o"na razı olun, Allah'ın dediğini deyin yalnızca:

Korunmaktalarken uygunsuz davranırlarsa onların cezası bağımsız olanların yarı cezasıdır
fe izâ uhsinne fe in eteyne bi fâhışetin fe aleyhinne nısfu mâ alâl muhsanâti minel azâb
.

yolcu42
26. February 2018, 01:40 AM
Hasan bey galiba sizden farklı düşünerek muhsanat kelimesinin anlamını "zina sıçu işlememiş kadın" olarak anlatmıştım.ve nisa25-26bu durumda olanları kapsıyor demiştim.
Şimdi muhsanat kelimesi geçen diğer ayetleri inceledim.
Aşağıda verceğim ayetler sanki benim iddiamı doğruluyor gibi.
(24/4) (24/23)(24/33)

Hasan Akçay
26. February 2018, 02:04 AM
Açıklarsanız sevinirim.

Örneğin 24:4
"muhsanât"ın iffetli kadınlar olduğundan hareketle
onlara iftira etmeyi cezayı gerektiren suç sayıyor.

Bu anılan iftira
size göre
niçin uygunsuz davranış değildir de zinadır?

Şu videoya bakar mısınız https://video.uludagsozluk.com/v/sahilde-sevgilisiyle-%C3%B6p%C3%BC%C5%9Fen-t%C3%BCrbanl%C4%B1-k%C4%B1z-15679/

Zina yapmıyor
tesettürlü bu bekar kızımız
öpüşüyor.

Bekar başka bir mümineye
zina etti diye değil de sahilde öpüştü diye iftira edilirse
muhsanât kavramına ne olur?

yolcu42
26. February 2018, 07:45 AM
Teşekkürler.
(24/4) ün zina suçu olduğuna dair sanırım aklıma gelen tek kanıt (24/2-3) deki akışın 24/4 ile bağlatılı olması.
Şu noktayı da ilave etmem lazım
"muhsanat-zina suçunu işlediği dört şahit tarafından onaylanmamış kadın" demek daha doğru aslında.

Ayrıca24/33 de "ellerinizin altındaki (tehassunen)olmak isteyenleri bağye"? zorlamayın

Bu da bize muhsanatın aslında basit bir sıfat olmayacağını gösteriyor sanki.

Ayrıca ma meleket için eş ve çocukları da dahil edersek.
24/33 de
Kişinin cariyesini(hizmetçisini) veya öz veya üvey kendi kızını zengin birine veya başlık parası karşılığı kızın rızası olmadan vermesini,onu bağye(taşkınlığa?) zorlamak sayıldığı kasdediliyor olabilir

Ayrıca hasan bey,sizin verdiğiniz anlam sanki 24/4 e uymuyor gibi.yani yeni müslüman olmuş kadınları önemsemiyor gibi.

İyi günler

Aslında 24/33 de fuhuş değil de bağy kelimesinin kullanılması aklıma şunu getirdi.
Acaba kızıistemediği biriyle evlndirerek onun ilerde taşkınlık -gözü dışarda olma potansiyelini artırıldığını mı kasdediyor ayet?

Hasan Akçay
26. February 2018, 09:40 AM
Açıklamanız çok güzel,
ben teşekkür ederim.

Diyorsunuz ki
muhsanât
"zina suçunu işlediği dört şahit tarafından onaylanmamış kadın"lardır.

Peki
zina suçu işlediği dört şahit tarafından onaylandıktan sonra tövbe edenler nedir;
muhsanât mı değil mi?

Bakınız Mümtehine 12.

O ayeti kerimede
zina eden kadınlar için Allah'dan mağfiret dile deniyor nebiye -vestağfir lehunne allahe
ve devam ediliyor: inne allahe gafûrur rahîm.

Demek ki Allah affedecek.

Kadınların durumu
sonra ne olacak
sizin bu muhsanât tanımınıza göre?

yolcu42
26. February 2018, 10:46 AM
Affetmesi ahiret içindir diye düşünüyorum.zaten önemliolannodur dünyada çektğimiz sıkıntılar ahiret yanında bişey değildir
O kadın bulabilirse zina etmemiş bir erkek bulsun.
Veya zina eden bir erkek muhsanat bir kadın bulabilir mi acaba.
Bulamaz demiyorum da ona bi kolaylıktır bu ayet aslında 24/3 de de zaten müşrk bir erkekle evlenir diyor.
Zaten bu hükümlerden haberi olmayan veya ona uymayan müşrklerdir.
(yalnız şunu bilmiyorum,zina eden kadının hükmü 24/3 e göre bir emirmidir yoksa olacak olan böyledir mi diyor ayet?)
Doğrusunu allah bilir.

Hasan Akçay
27. February 2018, 01:56 AM
Vel muhsanâtu minen nisâi illâ mâ meleket eymânukum, kitâballâhi aleykum, ve uhille lekum mâ varâe zâlikum…

Sevgili yolcu42,
MUHSANÂT
sizin deyiminizle
zina yaptıklarına dair 4 tanık bulunmayan kadınlar ise
4:24’ün bu ilk kısmı

Ve kadınların zina yapmayanları ama yeminle sahiplenilenleri hariç. Allah’ın size yazdığı. Ötesi size helal kılındı…
şeklinde mi okunacak?
.

yolcu42
27. February 2018, 08:17 AM
Hasan bey bu ayetin mealii ben şöyle olduğu kanaatindeyim.

"bakmakla yükümlü olduğunuz eşiniz dışındaki namuslu kadınlar size haram."
Burda şunun kasdedildiğini düşünüyorum,
"yemininiz altına almadıkça,namuslu kadınlar size haram."

Hasan Akçay
27. February 2018, 08:57 AM
Hasan bey bu ayetin mealii ben şöyle olduğu kanaatindeyim.

"Nikahlı eşiniz dışındaki namuslu kadınlar size haram."
Burda şunun kasdedildiğini düşünüyorum,
"yemininiz altına almadıkça (nikahlamadıkça), namuslu kadınlar size haram."

Ben de ona dikkat çekmeye çalışıyorum.

Ayetin Arapçasında
nikahlı eşiniz yok,
iffeti KORUNAN KADINLAR var.

MUHSANÂT iffeti KORUNAN KADINLAR demek.

Örneğin Hz Meryem
"muhsanât"tandı yani iffetini koruyan biri... -elletî ahsenet fercehé (21:91, 66:12)
ama hiç kimsenin eşi değildi, bekardı.

Ayetin arapçasında haram kelimesi de yok;
tam aksine, uhille deniyor yani helal edildi.

yolcu42
27. February 2018, 09:04 AM
Ayrıca bişey dikkat çekici.
Niye nikahlı değilde,ma meleket eyman kelimesi kullanılmış.
Şöyle düşünüyorum.
Birisiyle nikah kıyman değil nikahtan sonra senin yönetimine girmesi yani bakmakla yükümlü olman gereklidir" hükmü kasdediliyor olabilir

Yani nişanlına imam nikahı da kıysan, hala babasının evinde babasının ekmeğini yediği için o sana yasak olabilir
Ne zaman ki aynı evi paylaştınız,ozaman helal olabilir.
Bazı ülkelerde günübirlik nikah kıyılıpsabahına boşuyorlar mesela. Adını hatırlayamadım

En doğrusunu allah bilir.

yolcu42
27. February 2018, 09:05 AM
Hasan bey msj yazdığınızı bilmiyordum.okumadan yazdım.

Alıntı yaptığınız nikahlı eşiniz kısmını değiştirmiştim.ben de yeni farkettim(ma meleket kelimesi nikahtan çok nikahtan sonra yönetimin altına girmesi daha ön planda sanki ,
Bunu yeni farkettim yani)

Ayet şöyle
"ma meleket eyman(bakmakla yükümlü olduğunuz?,yönetiminiz altında olanlar?) hariç muhsanat kadınlar ( haram)
Yani bir kadınla birlikte olman içün iki kural
1. Nikah(başka ayetlerde emrediyor)
2.yönetiminde olması(evinde bakmakla yükümlüsün) bu ayet bunun için sanırsam.

Haram kelimesi önceki ayetten geliyor ( kanaatler o yönde)
İki ihtimal var
1. Önceki ayetten bağımsız olarak( ve namuslu kadınlar....diy başlıyor)
2. Haram kelimesi önceki auetten geliyor bu mantıklı çünkü(bunun dışındakiler helal kılıdı)diye devam eder ayet

Hasan Akçay
27. February 2018, 10:16 AM
Ayrıca bişey dikkat çekici.
Niye nikahlı değilde, ma meleket eyman kelimesi kullanılmış.

Çünkü Nisâ 24 ve 25'te sözü edilen mâ meleket eymân nikahlı değildir,
nikahlı kelimesi onlar nikahlı olmadığı için kullanılmıyor
ama her biri tıpkı Hz Meryem gibi "muhsan"dır yani iffetini koruyan -elletî ahsenet fercehé.

Öte yandan
23:6 ile 70:30'da mâ meleket eymânuhum var ki nikahlıdırlar yani koca ya da zevce
ve 33:50 ile 33:52'de mâ meleket yemînuk var, ki Muhammed nebinin zevceleridir.

Daha önce de belirttiğim gibi
bu mâ meleket eymân ne yazık ki ham bir konudur,
yeteri kadar incelenip tam olarak anlaşılmamış.

Örneğin
33:52'de belirtildiği üzere
Muhammed nebi
olağan nikahlı eşlerini yemîn nikahlı eşleriyle değiştirebiliyor, caiz:

Bundan sonra kadınlar sana helal değildir,
güzellikleri seni hoşnut etse bile onlar ile eşlerini değiştirmen de...
ama eşlerini yemininin malik olduklarıyla değiştirmen caizdir.

Lâ yahıllu leken nisâu min ba’du
ve lâ en tebeddele bihinne min ezvâcin ve lev a’cebeke husnuhunne...
illâ mâ meleket yemînuk.

Hiç düşünülmemiş ve düşünülmüyor niye caizdir,
ne demektir nebinin olağan nikahlı eşlerini yemin nikahlı eşleriyle değiştirmesi,
yemin nikahı ile olağan nikah arasındaki fark nedir?

Arapların söylediğine göre
bu yemîn nikahı
bazı bölgerlerde halen uygulanıyor.
Neden oralara gidilip ALAN ARAŞTIRMASI yapılmaz?

.

Hasan Akçay
27. February 2018, 03:25 PM
Korunmasız = korunmayan

Halil Ay hocamız
sayfa 18'de
"Tefekkürlerimize ışık olması dileğiyle" deyip MUHSANÂT ile ilgili görüşlerini açıklıyor
ama kapkaranlık, zifiri karanlık sözler ediyor.

Çünkü bakın
mâ meleket eymânukum min feteyâtikumul müminât yani yeminlerinizin malik olduğu mümin genç kızlarınız (Nisâ 25)
hocamızın hemen arkadan gelen açıklamasına göre ne biçim insanlar imiş:


Kuvvetli, genç avrat/korunmasız

MÜMİN olmalarına rağmen
iffeti korunmayan kimseler.

Allah aşkına,
kendisini Kuran odaklı diye tanımlayan bir sitede nasıl söylenir bu,
yüce Allah Kuran'ında tam aksini söyleyip dururken (Müminûn 5):

Müminler
o kimselerdir ki iffetlerini korurlar
ellezîne hum li furûcihim hâfizûn

"Feteyât ikumul müminât"tır onlar,
onları Allah böyle tanımlıyor Allah.

Ve Müminûn 5'te diyor ki
mümin olmanın alameti farikası iffetin korunmasıdır.
Kişi iffetini koruyorsa mümindir, korumuyorsa değil.
.

yolcu42
27. February 2018, 06:33 PM
Farklı fikirler her zaman bilgiye ışık tutar.
Bir fikri kabul edip etmemek önemli değildir.
Önemli olan farklı fikirleri dinleyip,en aklauygun olanını bulmaktır.
Bir ayette" sözü dinleyip en güzeline uyarlar" der.
Halil bey,(yüzyüze tanımasam da)benim hem bu sitede hem de yakın çevremde tanıdığım insanlar arasında en çok takdir edebileceğim kişilerdendir.
Çünkü o sadece bilgilerini paylaşıyor.
Kişileri küçümsemiyor.
Kendini çokbilmiş olarak tanıtmıyor.
Tartışmalardan uzak duruyor.

"boşsözle karşılaşınca geçip gitmek"(furkan 72-63)
" kibirlenmemek"
"kuru gürültü değil bilgi sunmak"
Bu davranışları şahsen tanımasam da halil beyde görüyorum.
Hasan bey işin açıkçası bu üslubu sizden beklemezdim.

(önemli olan şu değil, "benim fikrim doğru,senin ki yanlış demek "
Önemli olan şu
" kardeş olup fikirlerimize saygı duyup,en akla uygun olanını bulabilmek.ve ortak paydada birleşmek
Allahtan başka ilah yoktur sözünde birleşerek kardeş olmak

Aslında şu ayet tam buraya hitap ediyor galiba.
Ve kullarıma de ki: “En güzeli (sözü) söylesinler!” Muhakkak ki şeytan, onların aralarını bozar (fesat çıkarır). Muhakkak ki o, insana apaçık düşmandır.isra53

galipyetkin
27. February 2018, 07:16 PM
Bir bilgi olarak şu alıntıları sunmak bana mutluluk verir.
Ve Müminûn 5'te diyor ki
mümin olmanın alameti farikası iffetin korunmasıdır.
Kişi iffetini koruyorsa mümindir, korumuyorsa değil.


http://hanifler.com/showthread.php?p=22331#post22331

"Selamun aleyküm, değerli kardeşlerim,

Kur'an'ın hiçbir ayetinde iffet sözcüğü geçmez.
Bu sözcüğün de türetildiği kendinde olanla yetinme vb anlamlardaki - ayın,fe,fe- kök harflerinden türemiş dört ayet vardır. Bakara 273, Nisa 6, Nur,32-33.
Meallerde kullanılan iffet sözcükleri Türkçedeki kullanımıyla Arapça anlamını karşılamamaktadır."
Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle,
Allah'a emanet olunuz.
Halil Ay

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
27. February 2018, 08:34 PM
Kur'an'ın hiçbir ayetinde iffet sözcüğü geçmez

İffet sözcüğü
66:12'de ve 21:91'de de geçmiyor
ama Hz Meryem'den söz eden o ayetlerde
onun "ırz"ından, "iffet"inden söz ediliyor.

Ve meryem ebnete ımrân
elletî ahsanet fercehâ -iffetini koruyan idi o (Tahrim 12)

Eğer Hz Meryem iffetini koruyan değil idi ise
neyini koruyan idi?
Lütfen İFFET kelimesini kullanmadan cevap verir misiniz.

Halil hocamızı ben de sayarım elbet
ama Türkçemizi Arapça ile harmanlayıp anlam karmaşası yaratması doğru değil.
Birinin bunu ona söylemesi lazım.

Ve eğer "Hocamıza saygı!" diyerek
özgürce yazamıycaksam
hiç yazmamayı tercih ederim.

galipyetkin
27. February 2018, 09:01 PM
Lütfen İFFET kelimesini kullanmadan cevap verir misiniz.


Daha evvel de yazmıştım. Bizim anlayışımıza göre "ferc" açıklık, ara, mesafe dir.
"aradaki mesafeyi koruyan" veya "mesafeyi koruyanlar, veya saygın kişiler, veya kişilik sahipleri"

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
27. February 2018, 10:00 PM
24. âyette, Yeminlerinizin sahip oldukları hariç, muhsan kadınlar [nikâhlı/evli kadınlar] da haram kılındı buyurulmuştur. Müslümanlara iltica edip de himâyeye verilmiş kadınların diyar-ı küfürdeki kocalarının varlığı önemli değildir.


Halil Hocamız
sayın Hakkı Yılmaz'dan alıntılamış bu "tahlil"i,
dolayısıyla itirazım aslında sayın Yılmaz'adır.

Sayın Yılmaz ise görüldüğü üzere
yeminlerinizin sahip olduğu kadınlar sanki koca üstüne kocaya varacak kadar iffetsiz* imişcesine
onların evli olanlarıyla evlenmenizi caiz ilan ediyor ve bunu 60:10'a dayandırıyor.

Oysa 60:10'da
yeminlerinizin sahip olduğu evli kadınlarla evlenmeniz caizdir
anlamına gelen hiç bir ifade yok.

Tam aksine
sığınmacı kadınları sizin eş alabilmeniz için onların önce kafir kocalarından kopup bekar hale gelmesi şart koşuluyor,
tıpkı kafirlerin sizin nikahınız altındaki kadınları eş alabilmesi için onların önce sizden kopmasının şart koşulması gibi.

Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın <---> sığınmacı kadınları kâfirlere geri döndürmeyin.
(Bu kevâfir size helal değildir) <---> bu sığınmacı mümineler kafirlere helal değildir
Sarfettiğinizi kafirlerden isteyin <---> Kafirler de sarfettiklerini sizden istesinler.

Artık bütün bunlardan sonra
sığınmacı kadınlar o kafirlerle ne kadar evli ise
sizin eski eşleriniz sizinle o kadar "evli"dir.

O kafirler
sizin nikahınız altındaki kadınlarla mı evlendiler?

___________________________________________

*Türkçede iffet ve IRZ eş anlamlıdır.

İffet sözcüğü örneğin 66:12'de de geçmiyor
ama Hz Meryem'le ilgili o ayette
Hz Meryem'in "iffet"inden söz ediliyor:

Ve meryem ebnete ımrân
elletî ahsanet fercehâ -iffetini koruyan idi o.

Eğer Hz Meryem iffetini koruyan değil idi ise
neyini koruyan idi?
Lütfen iffet, IRZ demeden cevap verir misiniz.

Halil hocamızı ben de sayarım elbet
ama Türkçe kelimelerde Arapça anlamlar vehmedip anlam karmaşası yaratması doğru değil.
Birinin bunu ona söylemesi lazım.

Ve eğer "Hocamıza saygı!" diyerek
özgürce yazamıycaksam
hiç yazmamayı tercih ederim.

.

galipyetkin
27. February 2018, 11:20 PM
Anlaşıldı efendim.

Hz Meryem*
"iffet"ini koruMAyan biriymiş,
muhsan filan değilmiş.

Halil hocamız ne der buna?


Halil hoca ne diyecekse desin; iyisini der.

"İffet" kelimesine yalnızca kadınları niteleyecek şekilde "namus" anlamını verirseniz, bu anlamı kabul etmediğimiz zaman biz Meryem'e "iffetini koruMAyan biri/namussuz" mu demiş oluyoruz?
Tuhafsınız.

Meryem kaldığı ibadethanenin kuytu bir yerine çekilmiş olması da ırz düşmanı din adamları, ya da bütün erkekler tecavüzcü ya!...., onların tasallutundan korunma ve "namusunu/iffetini" koruma iç güdüsünden mı?
Yoksa, hamile ve "savm etmekte" ollduğundan dolayı diğer kişilere karşı bu sebeplerden dolayı mesafeli davranmasından mı?"

Kadınların genelini siz îmânızla namussuz/iffetsiz" deyip hangilerinin "iffetli" olduğunu veya nasıl "iffetli" olacaklarını anlatmanız da tuhaf.
Namus/iffet" esas "namussuzluk/iffetsizlik" istisna olması gerekirken sizin anlatılarınızda sanki "iffetsizlik" esas da "iffet" marifet.

Her ne ise siz bakın işinize.

Saygılar, Sevgiler.
Galip Yetkin.

Hasan Akçay
28. February 2018, 01:08 AM
Her ne ise siz bakın işinize.

Peki,
sizinle uğraşmıyayım.
İşime bakayım.

Zaten sizi muhatap almaktan kurtulayım diye
iletimin bu bölümünü silmiştim
ama kaçamamışım, affetmemişsiniz.

*

Elmalılı'ya göre "ferc"e Türk halkı apış arası der
yani oramız cinsel ilişki için açtığımız yerimizdir.

66:12 Meryem'in "ferc"ini koruduğunu belirtiyor, tekil;
mümin olmanın gereğini açıklayan 23:5, 6 ise
müminler furûcunu saklıyanlardır diyor, çoğul.

Bakalım ne anlamda:

Ve apış aralarını saklayanlardır onlar
Vellezîne hum li furûcihim hâfizûn
ama eşleri ya da yeminlerinin malik oldukları hariç....

Müminler bu ikisinin dışındaki insanlara mesafeli davranırlar mı demektir bu
ya da onlara ilgi göstermekle birlikte ve yakınlarında olmakla birlikte
apış aralarını açmamak suretiyle ırzlarını yani "iffet"lerini korurlar mı?

Bu sorum sayın Galip Yetkin'e değildir.
.

galipyetkin
28. February 2018, 02:10 AM
Bu yazdığım Sayın Hasan Akçay iletisine cevap olmayıp ayette geçen konu ile ilgili "furûcihim hâfizûn" ifadesinden, aklım-fikrim apış aram ile meşgul olmadığından, yukarıda belirttiğim gibi "ferc/füruç" ifadesini "mesafe" olarak anladığımdan "hâfizûn" kelimesi de bana "aklından çıkartmadığı/aklında/ezberinde tuttuğu" anlamını ifade ettiğinden, "mesafeli davranmayı aklından çıkartmayan kişi"; "mesafeli davranmayı kendine prensip edinmiş olan fert" ifadesini/mânâsını anlıyorum.

Her halde yenisi açılmadıkça bu konuya bir daha değinmem zannederim.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

dost1
28. February 2018, 02:21 AM
Selamun aleyküm,
Değerli Hasan Akçay kardeşim,

Sevgili Halil hocam,

47:4'ü vahyederek köleliğe son veren Yüce Allah'a inat*
"cariyeler"den yani hür olmayan kadınlar"dan nasıl dem vurulabilir ki
"hür kadınlar"dan dem vurulabiliyor?



Konumuz, İslamiyette esirliğin olup olmaması, esirliğin Cenabı Allah'ın yasaklayıp yasaklaması mı ki, Muhammed Suresi 4. ayete gönderme yaptınız.

Yazmış olduğum yazı"MUHSANAT" sözcüğü ile ilgili yapmış olduğum açıklamada cahiliye dönemindeki Arapların mevcut uygulamalarını belirtmek içindir.

Cenabı Allah Kur'an'da müslümanlara:" Ey müslümanlar!Müslüman olmayanlara saldırın. Onların erkeklerini, kadınlarını, çocuklarını esir alın ve onları köleleştirin, kadınlarını cariye olarak kullanın mı diyor yoksa tebliğ yapılan toplumun mevcut uygulamalarının yanlış olanlarının düzeltilmesi için uyararak ilkelerini mi belirtiyor?

Okuyan kardeşlerimizin görmeleri için Muhammed Suresinin 4-6 ayetlerini belirtelim:

Muhammed;4: Feiza lekıytümülleziyne keferu fedarberrikab* hatta iza eshantümuhüm feşüddül vesâka, feimma mennen ba'dü ve imma fidaen hatta tedaal harbü evzareha* zâlik* velev yeşaullahu lentesare minhüm ve lâkin liyeblüve ba'daküm Bi ba'd* velleziyne kutilu fiy sebiylillahi felen yudılle a'malehüm.

"Kafir olanlarla karşılaştığınızda, boyunları vurmaya bakın. Nihayet onlara ağır bastığınızda, bağı kuvvetleyin. Ondan sonra ya karşılıksız salıvermek ya bir fida’dır/kurtulmalık karşılığı. Harb, ağırlıklarını bırakıncaya kadar..."


Enfal;67:Ma kâne li Nebîyyin en yekûne lehu esra hatta yüshıne fiyl Ard* türiydune aradaddünya* vAllahu yüriydül ahirete, vAllahu Azîyzün Hakiym;

67Yeryüzünde ağır basmadıkça; savaşta kesin ve tam üstünlük sağlamadıkça, kendisi için esirler oluşturması hiçbir Nebiye uygun değildir. Siz, dünya genişliğini istersiniz, Allah da âhireti ister. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.


Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Alalh'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

dost1
28. February 2018, 03:38 AM
Selamun aleyküm,
Değerli yolcu42 kardeşim,

Hasan bey ve halil hocam selam.sizden yorum bekliyorum.

Öncelikle "ma meleket eyman" ifadesi neyi kasdeder
Bu ifadeyle ilgili ayetlere baktığımda,
"eş,çocuk,evde yaşayan bireyler hatta köle cariye olarak bir üst başlık olarak " bakmakla yükümlü olduğu kimseler" diye düşünüyorum
Ne dersiniz.
Şayet aksi takdirde nisa 36nın kapsamında sanki eş ve çocuklar yokmuş da cariyeler varmış anlamı çıkmıyor mu.
Veya müminun 6 da cariyelere karşı furucunu korumaya gerek yok anlamı verilirken nur58 de cariyeler odanıza girerken izin istesin anlamı çıkıyor.
Müminun 6: eşleriniz veya(yani,) yeminleriniz altıdakiler...
Tıpkı başka bir ayette "işitseydik veya(yani) akıl etseydik... Dediği gibi.
Yani burdaki "veya" bağlacı aynı öznenin farklı anlatımlarını betimliyor sanki.
Örneğin türkçede,
"epilepsi veya halk dilinde sara hastalığı.

Nur58:yemininiz altında olan(bakmakla yükümlü olduğunuz,evinizde yaşayan) ve ergeliğe girmemiş olanlar...

Burda da "ve" ifadesi aynı özneyi betimliyor
Yani hem bakmakla yükümlü olduğun hem de küçük olanlar.bunlar iki ayrı kişi değil bir bireyin iki özelliği.
Diye düşünüyorum.
Doğrusunu allah bilir
Sizin fikriniz ne yöndedir.

Öncelikle "ma meleket eyman" ifadesi neyi kasdeder

Öncelikle şunu belirteyim. İslam dini nikâhsız cinsel ilişkiyi onaylamaz. Nikâhsız gönüllü ilişkiyi zina, nikâhsız ve gönülsüz ilişkiyi de tecavüz sayar.

Allah Resulünün eşlerinden olan "Müminlerin Annesi Safiye" bir savaş esiridir; "Mü'minlerin annesi Mariye" de kendisine hediyedir. Allah'ın Resulü her ikisi ile de nikâhlanmış,Tahrim ve Ahzab surelerinde de Resulullah’ın “eşleri” olarak nitelenmişlerdir.

Ayetlerde geçen “ ما ملكت ايمانهمma meleket eymanühüm:“Sağ ellerinizin sahip olduğu” demektir. İslam dini tebliğ edilmeye başlandığında Arabistan coğrafyasında kölelik, kurumsal olarak vardı. Satın alınma, miras yoluyla gelme, baskınla kaçırma, harp esirlerinin köleleştirilmesi ve köle bağışı gibi yollarla kölelik kurumlaşmış olarak devam ediyordu. Ma meleket eymanühüm'ü "Sözleşmelerinin sahip oldukları" denilebilir.

İslam dini sıcak savaş dışında esir almayı, savaşta alınan esirlerin de köleleştirilmesini yasakladı (Enfal 67 ve Muhammed4)

"eş,çocuk,evde yaşayan bireyler hatta köle cariye olarak bir üst başlık olarak " bakmakla yükümlü olduğu kimseler" diye düşünüyorum
Ne dersiniz.

Sözleşmelerinin sahip oldukları içerisine yukarıda belirttiklerim girer.Cariye sözcüğü ise bu kavrama yamanmış bir iftiradır.
Cariye” sözcüğü kök anlamı "olmak,geçmek, akmak" vb anlamlarındaki (cim,ra,ye)kök harflerinden türemiş; "akan, elden ele dolanan, parayla alınıp satılabilen köle kadın" anlamında bir sözcüktür. Türkçemizde bu kökten türemiş İcra/yürütme uygulama, cari/geçerli, cerayan/elektrik akımı gibi kullanılan çokça sözcükler vardır.


Şayet aksi takdirde nisa 36nın kapsamında sanki eş ve çocuklar yokmuş da cariyeler varmış anlamı çıkmıyor mu.


Ayete bakalım.
Nisa;36: Va'budullahe ve la tüşrikû biHi şey’en ve bil valideyni ıhsanen ve bi zil kurba vel yetama vel mesakiyni velcari zil kurba vel caril cünübi ves sahıbi bil cenbi vebnis sebiyli ve ma meleket eymanüküm* innAllahe la yuhıbbu men kâne muhtalen fahura;

Allah’a kulluk yapın. O’na hiç bir şeyi ortak etmeyin. Ana-baba’ya, yakınlık sahiplerine, yetimlere, miskinlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolun oğluna ve ellerinizin malik olduklarına/sözleşmelerinin sahip olduklarına ihsanda bulunun. Muhakkak ki Allah kibirlenip övünenleri sevmez.

Dediğim gibi cariye ma meleket eymanüküm içerisinde olmaz.

Müminun 6: eşleriniz veya(yani,) yeminleriniz altıdakiler...
Tıpkı başka bir ayette "işitseydik veya(yani) akıl etseydik... Dediği gibi.
Yani burdaki "veya" bağlacı aynı öznenin farklı anlatımlarını betimliyor sanki.
Örneğin türkçede,
"epilepsi veya halk dilinde sara hastalığı.

Olay "ev" bağlacının kullanımında.

Müminun;6:İlla alâ ezvacihim ev ma meleket eymanühüm feinnehüm ğayru melumiyn
Eşleri yahut sözleşmelerinin sahip oldukları ayrı. Çünkü onlar levmedilmiş değillerdir/kınanmazlar.

Burada "EV" bağlacı ile ma meleket eymanüküm ile ilgili açıklama yapılacağı belirtilir ki bu da belirtilmiştir.

Ev bağlacının özelliklerini bilmeyenlar bu durum açıklanmayacak gibi eşler ayrı ma meleket eymanüküm ayrı gibi düşünerek açıklamalar yapmışlardır.

Ev bağlacıyla ilgili özet açıklamadan sonra ayrıntılı açıklama geleceği ile ilgili Kuranda örnekler vardır. Bakara 135, Zariyat 52 ye bakabilirsiniz.

Nur58:yemininiz altında olan(bakmakla yükümlü olduğunuz,evinizde yaşayan) ve ergeliğe girmemiş olanlar...

Burda da "ve" ifadesi aynı özneyi betimliyor
Yani hem bakmakla yükümlü olduğun hem de küçük olanlar.bunlar iki ayrı kişi değil bir bireyin iki özelliği.
Diye düşünüyorum.
Doğrusunu allah bilir
Sizin fikriniz ne yöndedir.

Nur;58:Ya eyyühelleziyne amenu li yeste'zinkümülleziyne meleket eymanüküm velleziyne lem yeblüğul hulüme minküm selâse merrat...
Ey iman edenler!.Sağ ellerinizin malik olduğu/Sözleşmelerinin sahip oldukları kimseler ve sizden akil-baliğ olmayanlarınız, sizden üç defa izin istesinler.

Sözleşmelerinin sahip oldukları ile sorumluluk ve bakımı üzerinde söz sahibi oldukları herkes bu kavramın içerisindedir.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsustur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

dost1
28. February 2018, 04:24 AM
Selamun aleyküm,
Değerli Hasan Akçay kardeşim,

Hayır, Hz Meryem bekardı ve korunan kadınlardan biriydi (66:12).

O halde Hz Meryem örneğinde görüldüğü üzere
muhsanât kelimesinin anlamı "Allah tarafından korunan kadın" demek olur.
O günkü toplumda bolca vardı kendilerini Allah'a adadıkları için Allah tarafından korunan bu tür kadınlar
ki aralarında 47:4'ten önce cariye yapılmış olanlar vardı.
Zina etmezdi onlar, zina etmeyi çok büyük vebal sayarlardı.

Öyleyse, 24. âyetteki المحصنات [el-muhsanât] ile, Allah tarafından korunan “bekar kadınlar” kastedilmiştir.

Ne kadar keyfî bir iddia değil mi,
tıpkı şunun gibi:

Öyleyse, 24. âyetteki المحصنات [el-muhsanât] ile, “evli kadınlar” kastedilmiştir.

Bırakalım kardeşim, Allah'a şunu kastettirmeyi bunu kastettirmeyi de
"Allah ne diyorsa o!" diyelim. 4:24'te O'nun dediği şudur:

Ve kadınların korunanları ama yeminlerinizin yönettikleri hariç -Vel muhsanâtu minen nisâi illâ mâ meleket eymânukum...

Bakınız bakalım ayete, Meryemin fercini Allah mı korumuş yoksa kendisi mi korumuş?

Ve Meryemebnete 'ımranelletiy ahsanet ferceha fenefahna fiyhi min ruhıNa ve saddekat bikelimati Rabbiha ve kütübiHi ve kânet minelkanitiyn;

Ve fercini bir kale gibi koruyan İmran kızı Meryem’i de. Onun içine ruhumuzdan nefhettik. Ve Rabbinin Kelimelerini ve Kitablarını tasdik etti ve kanitiynden oldu.

Her zaman dersiniz ya: "Allah ne dediyse o." bu sözünüzün uygulayıcısı olup Allah'ın söylemediklerini, söylemiş gibi yapmayınız lütfen.

Tahrimdeki vurgu, Meryem'in bakireliği değil,fercini koruduğunadır. Cenabı Allah'ın "bakire/dokunulmamış" sözcüğünü kullandığı ayetlere de bakarsanız olayı daha net görürsünüz.



Muhsanat ile ilgili yazımda:
Sözcüğün türediği ح ص ن [h-s-n] kökünün anlamı, “engel olma, koruma altına alma” demektir. Şehri koruyan sûr'a ve kaleye, حصن [hısn] denir. Konumuz olan المحصنات [muhsanât] sözcüğünün anlamı ise, “koruma altına alınmış kadın” demektir.
diyerek sözcüğün türetildiği kök harflerinin anlamını da vermiştim.

Tahrim deki ahsanet Nisa24 deki el-muhsanât, Nisa 25 deki muhsanat ayrımına iyi bakınız lütfen. Bakmanız durumunda yine de yazınızdaki savlarda bulunacaksanız birşey diyemem.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

Hasan Akçay
28. February 2018, 05:01 AM
Konumuz
4:25'teki
muhsanât:

Ve men lem yestetı’ minkum tavlen en yenkıhal muhsanâtil mu’minâti fe min mâ meleket eymânukum min feteyâtikumul mu’minât...

Ve sizden her kim hür mü’min kadınları nikâh edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da, yeminlerinizin mâlik olduğu, mü’min genç kızlarınızdan nikâhlamak var....

Konumuz muhsanâtil mu'minât ifadesindeki muhsanât kelimesidir,
ki Hz Meryem örneğinde görüldüğü üzere iffeti "korunan kadınlar" anlamındadır
ve hür olmakla ilgisi yoktur.

Nisâ 25 ise çağlar ve bölgeler ötesidir
cahiliye Arabistan'ındaki hür kadın - hür olmayan kadın anlayışına indirgenemez.
Ve islamda hür olmayan kadın yoktur.

Muhsanât
kadınların
evlenme konusunda sizden BAĞIMSIZ olanlarıdır ki iffetlerini korurlar
tıpkı yeminlerinizin size BAĞLI kıldığı feteyâtikum-genç kızlarınız gibi, ki iffetlerini korurlar.

Yeminlerinizin malik olduğu genç kızlarınız iffetlerini korumazlar demek onlara hakarettir.

Evlenirken size BAĞLI olan
18'den küçük öz kızlarınız nasıl hür olmayan değilse, cariye değilse
yeminlerinizin malik olduğu genç kızlarınız da hür olmayan değildir.

Yanlış olan şey
sayın Hakkı Yılmaz'in çevirilerinde
4:24'teki "muhsanât"a evli,
4:25'teki "muhsanât"a hür denmesidir.

Konumuz bu.
.

dost1
28. February 2018, 07:25 PM
Selamun aleyküm,
Değerli Hasan Akçay kardeşim,
Korunmasız = korunmayan

Halil Ay hocamız
sayfa 18'de
"Tefekkürlerimize ışık olması dileğiyle" deyip MUHSANÂT ile ilgili görüşlerini açıklıyor
ama kapkaranlık, zifiri karanlık sözler ediyor.

Çünkü bakın
mâ meleket eymânukum min feteyâtikumul müminât yani yeminlerinizin malik olduğu mümin genç kızlarınız (Nisâ 25)
hocamızın hemen arkadan gelen açıklamasına göre ne biçim insanlar imiş:



MÜMİN olmalarına rağmen
iffeti korunmayan kimseler.

Allah aşkına,
kendisini Kuran odaklı diye tanımlayan bir sitede nasıl söylenir bu,
yüce Allah Kuran'ında tam aksini söyleyip dururken (Müminûn 5):

Müminler
o kimselerdir ki iffetlerini korurlar
ellezîne hum li furûcihim hâfizûn

"Feteyât ikumul müminât"tır onlar,
onları Allah böyle tanımlıyor Allah.

Ve Müminûn 5'te diyor ki
mümin olmanın alameti farikası iffetin korunmasıdır.
Kişi iffetini koruyorsa mümindir, korumuyorsa değil.
.

Kur'an, Arabiyyendir. El Muhsanat sözcüğünün Arapçada türetildiği kök حصن - "h-s-n"dir. Bu kökün anlamı, "engel olma, koruma altına alma" demektir. Muhsanat sözcüğü "Korunulan, korunmuş olan,korunma altına alınmış olan" anlamındadır.
Kapkaranlık, zifiri karanlık sözler olarak belirttiğiniz Nisa 24 ve 25 deki "El muhsanat",Korunduğu, korunmuşluğu bilinenlerdir. Korunduğu, korunmuşluğu bilinenler de bu ayetlerin tebliğ edildiği toplumun geleneklerinde, yaşantılarında "evli kadınlar ile hür kadınlardır."
Çünkü bakın
mâ meleket eymânukum min feteyâtikumul müminât yani yeminlerinizin malik olduğu mümin genç kızlarınız (Nisâ 25)
hocamızın hemen arkadan gelen açıklamasına göre ne biçim insanlar imiş:

Değerli kardeşim sizin "feteyat" ile ilgili bu mesajınıza:

FETEYÂT
erkek + dişi değil
yalnızca dişilerdir:

Prof Süleyman Ateş (Kur'ânı Kerîm Tefsîri, Nisâ 25):

İnanmış feteyâtınızdan... ifadesindeki
el-feteyât "el-FETÂT"ın çoğulu olup
fetâ genç delikanlı, yiğit cömert erkek anlamına gelir,
FETÂT ise genç, güzel, cömert kız demektir.

"Kuvvetli,genç avrat/korunmasız" sözlerini eklemiştim.
Avrat sözcüğü ile ilgili yanlış anlamalara meydan vermemek için de avrat sözcüğünün korunmasız olduğunu slaçla eklemiştim. Buna göre "feteyat";Genç,güzel,cömert, kuvvetli genç avrat olur.

Arapça olan "avrat" sözcüğü; "yarık, yırtık, açık, gedik, korumasız" anlamındaki عور - 'avr sözcüğünden türeyen عورة - "avret" sözcüğünün çoğuludur.
Bu nedenle avrat sözcüğünü slaçla korunmasız diye vurguladım.

Anlamını dikkatinizden kaçıran avrat sözcüğüne göndermeler yaparak neler de üretmişsiniz? Hayret!

MÜMİN olmalarına rağmen
iffeti korunmayan kimseler.

Allah aşkına,
kendisini Kuran odaklı diye tanımlayan bir sitede nasıl söylenir bu,
yüce Allah Kuran'ında tam aksini söyleyip dururken (Müminûn 5):

Müminler
o kimselerdir ki iffetlerini korurlar
ellezîne hum li furûcihim hâfizûn

"Feteyât ikumul müminât"tır onlar,
onları Allah böyle tanımlıyor Allah.

Ve Müminûn 5'te diyor ki
mümin olmanın alameti farikası iffetin korunmasıdır.
Kişi iffetini koruyorsa mümindir, korumuyorsa değil.

Bu yargınızı okuyanların ulaşacakları sonuç: Dini İslam olmayan ancak iffetini koruyan herkes mü'mindir olur.

Söylemlerinizle ilgili algı yaratmak için örnek verdiğiniz ayet Mü'minun suresinin mü'min olanların yapması gerekenlerin belirtildiği ayet bir bütün olarak 11 ayette belirtilen:

1Kesinlikle, inananlar durumlarını korudular/ zafer kazandılar.
2Onlar, salâtlarında [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmalarında; toplumu aydınlatmaya çalışmalarında] gösterişsiz/ samimi olan kimselerdir.
3Ve onlar, boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir,
4Ve onlar, zekâtı işleyen/vergiyi veren kimselerdir,
5-7Ve onlar, ferclerini koruyan kimselerdir, –eşleri veya sözleşmelerinin sahip oldukları ayrı, çünkü bundan dolayı kınanamazlar, oysa bunun ötesine gitmek isteyenler, işte onlar, sınırları aşanların ta kendileridir.–
8Ve onlar, emanetlerine ve antlaşmalarına riâyet eden kimselerdir.
9Ve onlar, salâtlarını [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını] koruyan kimselerdir.
10,11İşte onlar, içinde temelli kalacakları Firdevs cennetine son sahip olan son sahiplerin ta kendileridir.

ayetlerden 5.sidir. Bu ayete bakalım:

Mü'minun;5: Velleziyne hüm li furucihim hafizun;
Ve onlar ki ferclerini mühafaza edicidirler.

Burada iffetlerini değil ferclerini korurlar diyor.
Bakınız Cenabı Allah Nisa;6:
"...ve men kâne ğaniyyen felyesta'fif... diyor.
Şimdi burada ne diyeceğiz? Zengin olanlar İffetli davransınlar mı diyeceğiz?

"Feteyât ikumul müminât"tır onlar,
onları Allah böyle tanımlıyor Allah.

Değerli kardeşim cümlelerin ögelerini oluşturan sözcüklerin açıklanması ile cümleyi ögelerinden koparmadan vermek farklı şeylerdir.

Nisa;25 den alıntı yaptığınız neden yarım bırakıyorsunuz?
Ve men lem yestetı' minküm tavlen en yenkihal muhsanatil mu'minati femin ma meleket eymanüküm min feteyatikümül mu'minat

Ve sizden her kim hür mü’min kadınları/muhsanatil mu'minati nikâh edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da, yasal çerçevede himayenize verilen, mü’min genç kızlarınızdan/min feteyatikümül mu'minat nikâhlamak var. Ve Allah, sizin imanınızı daha iyi bilir.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

dost1
28. February 2018, 08:09 PM
Selamun aleyküm değerli kardeşlerim,

Kur'an Arabiyyendir. Arabiyyen olan Kur'an ayetleri Türkçeye, Arapça sözcüklerin Türkçe karşılıkları ile açıklanır.

Müzakerelerde sıkça kullanılan ırz,iffet sözcükleri ile ilgili sorunları gidermek için bu konu ile ilgili yapılmış İlyas Karslı'ya ait olan bir çalışmadan alıntılar yapacağım.

العِرْض ırz:Ceset: beden/vücut nefs: hayat/can/kişinin kendisi haseb:soy/sop/asalet, şeref/haysiyet, kişinin övme ya da yermeye konu olabilecek manevi kişiliği bedenin pis ya da temiz kokusu, gözenek, yağmur bulutu, ağaçlı vadi… İbn Kuteybe, bu kelimenin sadece 'nefs/kişinin kendisi, bedeni, canı' anlamına geldiğini iddia etmiştir. Ancak, diğer birçok Arap dilcisi, bunun değişik anlamlarının olduğunu delilleriyle ortaya koymuştur.
Araştırabildiğimiz kadarıyla, Arapça lügatlerin hiçbirinde, 'ırz' kelimesinin, cinsellik ifade ettiğine veya cinselliği çağrıştıran bir anlamının olduğuna rastlayamadık.

Kullanım Yerine Göre Anlamları:
Bu kelime, çoğu defa başka bir kelimeyle birleşip yeni bir tabir oluşturmak suretiyle kullanılır. Onların bazıları şöyledir:
لاَ تعرضْ عِرضَ فُلانٍ! – Irzına sataşma!= Hakkında kötü konuşma!
عَرَضَ عِرضَهُ. – Sövüp hakaret etti. Soyu-sopu ve asaletiyle onu aşağıladı.
طَعَنَ فلان في عِرض فلان. – Irzını rencide etti=Hakkında kötü konuştu.
أكْرَمْتُ عنه عِرضي. – Irzımı ondan korudum=Canımı/kendimi ondan korudum.
فلانٌ نقِيّ العِرض. – Falancanın ırzı temizdir=Haysiyetlidir.
فلان مُنتنُ العِرض. – Bedeni pis kokuyor.
فلان جَرِبُ العِرضِ. – Soyu-sopu bozuk.
إمرأةٌ طَيِّبةُ العِرضِ. –Vücudu hoş kokan kadın.
فلان كريم العرضِ. – Soylu/soplu birisi=Asilzâde birisi.
Arap Dilciler, Ebu'd-Derdâ'nın: أَقْرِضْ مِن عِرضك لِيوم فَقْركَ! – sözünü:''Seni yerip ayıplayan kişiye karşılık verme! Onu, kıyamet günü ihtiyacın olunca alacağın olarak kabul et!'' şeklinde anlamışlardır.
Yine Arap dilciler, Hz. Ömer'in (ra) Hutay'e adlı şaire söylediği
فانْدّفّعْتَ تُغَنّي بأعراض المسلمين! sözünü; 'Şiirinde müslümanların soyunu-sopunu/ırzlarını yermeye koyuldun' şeklinde yorumlamışlardır.
Arap televizyonlarında film vb. seyrederken şöyle ifadeleri sıkça duymak mümkündür: فليس لي مال سِوى عِرضي. 'Irzım/canımdan başka hiçbir malım/kuruşum yoktur.'

Şiirlerdeki Anlamları:
Birçok Arap şair, 'ırz' kelimesini değişik anlamlar ifade edecek biçimde kullanmıştır. Onlardan bazıları şöyledir:
لَوأن الصّخورَ الصُّمَّ يسمعْنَ صَلْقَنَا لَرُحْنَ وفي أعراضهن فُطورُ.
-Şayet sağır kayalar feryadımızı duysalardı, bünyelerinde gedikler açılmış bir halde kaçarlardı.
رُبَّ مهزولٍ سمينٌ عِرضُه وسمين الجسمِ مهزولُ الحَسَبِ.
-Nice güçsüzler var ki, ırzı/kişiliği güçlüdür. Nice bedeni güçlü olanlar vardır ki, onların da soyu-sopunda iş yoktur.
فإنّ أبي ووالده وعرضي لعرضِ محمد منكم وِقاءُ.
-Babam, onun babası ve benim ırzım:bedenim/canım, size karşı Muhammed'in ırzını:bedenini/canını korumak için kalkandır.
ولكنّ أعراضَ الكِرامِ مَصُونـــةٌ إذا كان أعراضَ اللئامِ تُفَرفََرُ.
-Alçakların ırzları/kişilikleri bocalasa bile, asilzadelerin ırzları/kişilikleri korunmuştur.
قاتلك اللهُ! ما أشَدَّ عليـ كَ البَدْلَ في صَوْنِ عرضك الجَرِبِ.
-Allah cezanı versin! Soysuzluğunu korumada ne kadar değiştin!?
يُنْبِئُكَ ذُو عِرضهم عنّي وعالمُهـــــم وليس جاهلُ أمرٍ مِثْلَ مَن عَلِمَا.
-Onların soylu-sopluları/asilzadeleri/eşrafı ve alimleri sana beni anlatıyor. Bilmeyen, bilen gibi olmaz!
أصون عرضي بمالي لا أدنّسه لا بارك اللهُ بعد العرض في المال.
-Paramla ırzımı/nâmusumu:kişiliğimi korurum, onu kirletmem. Çünkü, ırz/nâmûs:kişilik olmadıktan sonra Allah paraya da bereket vermez.

Örneklerde de görüldüğü gibi 'ırz' kelimesi bazen 'beden/can/vücut' anlamında, bazen de 'manevi kişilik/haysiyet, şeref, asalet..' anlamında kullanılmıştır. Bu kullanım biçimlerini biraz daha netleştirecek olursak şöyle diyebiliriz: Arap şiirlerindeki 'ırz' kelimesi, bazen maddî varlığı, bazen de insanın manevî varlığını ifade etmekte olup, cinsellik ifade eden bir anlamı bulunmamaktadır.

Kur'ân âyetlerinde yer almayan 'ırz' kelimesinin, hadislerde sıkça kullanıldığını görmekteyiz. Kelimenin anlamını daha iyi kavrayabilmemiz için, hadislerde kullanım biçimlerini de görmek faydalı olur kanaatindeyiz. Ancak, hadislerde geçen bu kelimeyi incelerken, hadislerin sıhhat, senet ya da içerdiği hükümlere değinmeden, sadece birkaç hadisi örnek vermek suretiyle, 'ırz' kelimesinin hadislerdeki anlamları üzerinde duracağız.
1. Hadis:
Şiirler bölümünde gördüğümüz ve Hz. Peygamber'in (sa) özel şairi olan Hassân b. Sâbit'e ait kısım, Buhârî (Meğâzî, 34) ve Müslim (Fedâilu's-Sahâbe 157, Tevbe 57..) gibi sahih hadis kaynaklarında geçmektedir. Bu şiirin فإنّ أبي ووالده وعرضي لعرضِ محمد منكم وِقاءُ bölümü hadis mütercimleri tara-fından şu şekillerde tercüme edilmiştir:
a)
"Çünkü babam, onun babası ve benim şerefim
Size karşı Muhammed'in şerefine siperdir."
b)
‘'Şüphesiz benim babam, babamın babası ile benim şeref ve nâmûsum, Muhammed'in şerefi için size karşı bir muhafazadır.'’
c)
‘Hiç şüphe yok ki babam, onun babası ve benim ırzım, Muhammed'in ırzını sizden korumak için muhafazadır.'
d)
‘Muhakkak ki, babam, babası ve ırzım, Muhammed'in ırzını sizden korumak için muhafazadır.'

Bu dört örneğin ortak noktası, 'ırz' kelimesinin 'şeref, ırz, nâmûs' şeklinde tercüme edilmiş olmasıdır. Kanaatimize göre şiir metninde geçen 'ırz' kelimesi, Türkçemizde kullanılan 'ırz'la aynı anlama gelmemektedir. Buradaki 'ırz' doğrudan doğruya 'beden, vücut/can'/insanın kendisi anlamlarını taşır. Çünkü, ne Türk ne de Arap örfünde 'ırz'ın, 'ırz'a siper edilmesi, diğer bir ifadeyle, 'birinin şerefinin diğer birinin şerefine siper edilmesi' makul ve mantıklı de-ğildir. Şerefin siper edileceği şey yoktur, her şey (can ve beden dahil) sadece şeref için siper edilebilir.
Hassân b. Sâbit bu kelimeyi başka bir şiirinde 'şeref/nâmûs/haysiyet' anlamında kullanmıştır. Meselâ şu şiir bunun açık örneğini teşkil eder:
أصون عرضي بمالي لا أدنّسه لا بارك اللهُ بعد العرض في المال.
-Paramla ırzımı/nâmusumu:kişiliğimi korurum, onu kirletmem. Çünkü, ırz/nâmûs:kişilik olmadıktan sonra Allah paraya da bereket vermez.
Hatalı tercüme edildiğini söylediğimiz şiirin doğruya yakın tercümesi şöyle olmalıydı:
'Babam, onun babası/dedem ve benim ırzım:bedenim/canım, size karşı Muhammed'in ırzını:bedenini/canını korumak için kalkandır.'
Bu şiirin İngilizce tercümesinde de aynı hataya düşülmüş ve 'ırz' kelimesi orada da 'honour/şeref' şeklinde tercüme edilmiştir.
''My father and his (my father) father and my honour are all for protection of Muhammad's honour from.''

2. Hadis: ... فمن اتّقى الشّبهات إستبرأ لدينه وعرضه ...
Bu hadis de muhtelif hadis kitaplarında farklı kayıtlarla mevcuttur ve birçok mütercim tarafından tercüme edilmiştir. Bu tercümelerin de ortak noktası, metinde geçen ‘ırz’ kelimesinin Türkçeye ‘ırz’ olarak tercüme edilmesidir. Halbuki metinde geçen ‘ırz’ kelimesi, Türkçedeki cinselliği çağrıştıran ‘ırz’ anlamında değildir. Nitekim bazı mütercimler bunu parantez içinde ‘yani şeref ve haysiyetini’, bazıları da ‘haysiyetini’ şeklinde tercüme etmişlerdir.
'Irz' kelimesi, aynı hadisin İngilizceye tercümesinde 'honour/şeref/haysiyet' şeklinde geçmektedir.
Bu kelime, metinlerini verdiğimiz iki hadisin dışında da geçmektedir ve oralarda yine çoğu kez ‘ırz’ diye tercüme edilmektedir. Bu durum bazen anlaşılmayı da zorlaştırabilmektedir. Meselâ şu hadisin tercümesini anlamakta güçlük çekilir:

3. Hadis: لَيُّ الواجدِ يُحِلّ عِرضه وعقوبتَه.
‘Ödeyecek şeyi bulan kimsenin, borç ödemeyi geciktirip uzatması, ona ceza vermeyi ve ırzını helâl kılar.’ Bu tercümenin muhatabı olan Türk oku-yucu için, ‘ırz’ın helâl kılınması, izaha muhtaç bir durumdur. Onun için bazı mütercimler bu ifadeyi yumuşatarak ‘haysiyetinin ihlal edilmesi’ şeklinde tercüme etmişlerdir. Ancak bu tercüme de yine izaha muhtaçtır. Öyleyse bu-rada geçen ‘ırz’ kelimelerini ‘beden/vücut’ şeklinde tercüme etmek ve buna göre izah etmek daha mantıklı olabilirdi.
Burada metnini verdiğimiz üç hadisin dışında da bazı hadisler vardır. 'Irz' kelimesi onlarda da bu 'ırz' olarak tercüme edilmiştir. Ancak biz, konuyu uzatmamak için onları buraya almayacağız.
Arapça kaynaklarda Hz. Peygamber'e (sa) isnad edilen bir ifade var. Onda geçen 'ırz' kelimesi de açıkça anlaşılacak şekilde 'beden/can/hayat' anlamına gelir.
إنما هو عَرَقٌ يجري من أعراضهم مثلُ المسك. – ''Onların bedenlerinden sadece misk gibi ter akar.''

'IRZ' KAVRAMININ TÜRKÇEDEKİ ANLAMLARI
A- Sözlük Anlamları:
Türkçe sözlük ve ansiklopediler 'ırz' kelimesini, anlamları birbirine çok yakın olan bazı soyut kavramlarla açıklarlar. Onların bu kelimeye verdikleri anlamlar ana hatları itibariyle şöyledir:
IRZ: Nâmûs, iffet, şeref, ismet, şan ve şeref, perde vakar, cinsel haysiyet…
Sözlüklerin 'Irz' kavramına verdiği anlamlara baktığımızda göze çarpan önemli iki şey var. Bunlardan biri, Arapça asıllı bir kelimenin açıklamasında kullanılan kelimelerin yine genelde Arapça olması, ikincisi ise, 'ırz' kelimesini açıklamak için kullanılan kelimelerin de 'ırz' gibi soyut kavramlar olması. Nâmûs, iffet, şeref… gibi.
Durum böyle olunca bazı sözlükler, bu kavramı tanımlama yolunu tercih etmişlerdir. Meselâ:
'IRZ': Bir kimsenin, başkaları tarafından dokunulmaması ve saygı gösterilmesi gereken iffetidir. Bir başka tanıma göre ise, -başkaları tarafından saygı gösterilmesi gereken nâmûs ve iffettir.
Bu tanımlamalara dikkat edildiğinde yine ön plana çıkan iki kavram vardır: İffet ve nâmûs. Bu durum da bize, 'ırz' hakkında net bir fikir vermemektedir. Çünkü, 'iffet ve nâmûs' kavramları da yabancı kelime ve somut anlamlara olmayan, çok geniş anlam ifade eden kavramlardır. Bundan dolayı olacak ki sözlükler ve deyimleri toplayan kitaplar, 'ırz' kavramıyla ilgili deyimleri de toplamışlardır. Bu eserlerde 'ırz'la ilgili şu deyimler de geçmektedir:
Irz ehli: Nâmuslu, afîf, namuslu, iffetli kimse.
Irz düşmanı: Cinsel zevki için her türlü yasa ve töreleri çiğnemekten çe-kinmeyen kimse, insanların ırzlarına musallat olan kimse, başkalarının cinsel haysiyetine zarar veren kimse, cinsel zevki için başkalarının ırzına el uzatmaktan çekinmeyen kimse, başkalarının namusuna göz diken ve cinsel isteğini her türlü ahlak, töre ve yasaları çiğneyerek karşılamaktan çekinmeyen kimse..
Bu deyimlerin de okuyucuya net bir fikir verdiği söylenemez. Ancak, 'ırz'ın cinsellikle ilgili bir kavram olması ihtimali arttığı da bir gerçektir. Kav-ramı daha net bir şekilde anlayabilmek için, bu tür deyimleri incelemeye de-vam ettiğimizde karşımıza hukuku da ilgilendiren bir deyim çıkmaktadır. O da 'ırza geçmek' deyimidir.
Irza geçmek: Aldatarak ya da zor kullanarak, bir kimseyi cinsel zevkine konu yapmak, zor kullanarak cinsi temasta bulunmak anlamına gelmektedir.
Bu deyimin hukuk literatüründeki anlamı da yine 'cinsel ilişki'yle ilgilidir. Çünkü, ‘ırz’ kelimesi zaman içinde, korunması gereken manevi kişilik değerlerinden yalnızca ‘iffet’le ve cinsî hayatla ilgili olanlarına hasredilmiş, ‘ırza tecavüz’ tabiri de özellikle Türk örfünde ve hukuk dilinde ‘cinsel tecavüz’ü ifade eder olmuştur. Bütün bunları göz önünde bulundurmak suretiyle bir neticeye varmak istersek, 'ırz'ın kesin olarak cinsellik ifade ettiğini, namus ve iffet gibi diğer soyut kavramlardan daha özel bir anlamı olduğunu söylememiz mümkündür. Ancak bu kavramın, sözlüklerin de açıkça belirttiği gibi, nâmûs, iffet, şan ve şeref.. gibi anlamları da vardır. Nitekim bazı nesir ve şiirlerde bu kavramın her iki (cinsellik ve nâmûs) anlama yorumlanacak şekilde kullanıldığı da görülür.

B- Şiir ve Nesirdeki Anlamları:
'Irz' kavramı, zaman zaman Türkçe şiir ve nesirde de kullanılmıştır. Bir fikir vermesi açısından sadece ikişer kısa örnekle bunlara işaret etmekte fayda vardır.
M. Akif Ersoy mısraında şöyle der:
Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan
Hey sıkılmaz! Ağlamazsan bari gülmekten utan!
Mir'âtî de dörtlüğünde şunları söyler:
Gördüğün dilbere dil verip akma,
Kimsenin ırzına yan gözle bakma
Kapın kakılmadan kapıyı kakma,
Kıyamete kalmaz zaman demişler.
Bu şiirler incelendiğinde 'ırz'ın, Akif tarafından 'nâmûs, iffet, şeref, haysiyet, manevi kişilik' anlamlarında kullanıldığı söylenebilir. Mir'âtî'nin şiirinde ise, dil-gönül, ve dilber-sevgili kelimelerinin kullanılması, cinselliği çağrıştırmaktadır.
Nesirdeki örnek için, Sâmiha Ayverdi'nin şu sözü önemlidir: 'Bekçiye mahalle, ırzını, namusunu, malını canını tereddütsüz teslim edebilirdi.' Ömer Asım Aksoy ise: ' İnsan ırzını, nâmûsunu korumak için canını feda eder.' İfadelere dikkat edilecek olursa görülür ki, her ikisinde de önce 'ırz', sonra da 'nâmûs' kavramları peş peşe kullanılmış. Bu da bize, 'ırz'ın 'nâmûs'tan daha özel bir kavram olduğunu göstermektedir. Bunun cinsellik olması ihtimali fazladır.

'Irz' Arapça asıllı bir kelime olmakla birlikte, anlam kaybına uğramış olarak Türkçede de sıkça kullanılan bir kelime olmuştur. Bu kelime Ku'ân'da yer almamakla birlikte, Kur'ân meallerinde yer almaktadır. Kur'ân'da geçen 'ferc/üreme organı' kelimesi meallerde 'ırz' olarak tercüme edilmiş. Hadislerde geçen 'ırz' kelimeleri de tercümeye yine 'ırz' olarak yansımıştır. Dolayısıyla şöyle bir denklem oluşmuştur:
Kur'ân'daki 'ferc/üreme organı'=Türkçedeki 'ırz'=Hadislerdeki 'ırz'.
Yani Kur'ân'da üreme organını ifade eden ‘ferc’ kelimesi Türkçeye, hadislerde 'ırz/haysiyet, şeref, kişinin kendisi, beden, asalet, manevi kişilik.. ifade eden kelimeyle tercüme edilir olmuştur. Dolayısıyla, Kur'ân'da üreme organı olan kelimeyle, hadislerdeki 'ırz' ve Türkçedeki 'ırz' birbirinin eş anlamlısı durumuna gelmiştir. Halbuki gerçekte durum hiç de öyle değildir. Hadislerde geçen 'ırz' kelimesinin cinsellikle hiçbir ilgisi yoktur. Türkçedeki 'ırz' ise, cinsellikle yakından ilgilidir. Bu duruma göre, hadislerde geçen bu kelimenin Türkçeye 'ırz' diye çevrilmesi, izaha muhtaçtır. Öyleyse bu kelime, içerisinde bulunduğu cümlenin bağlamına göre tercüme edilmelidir.

Değerli kardeşlerim,
Arapça'ya aşina olanlarca anlaşılır olmasına rağmen aşina olmayanlarca yanlış yargılara neden olmamak için bu sözcükler kullanıldığında kısa bir notla açıklama yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Geçen yıllarda görsel ve yazılı basında sıkça gündeme gelen "mahallenin namusu" ile ilgili söylemler "namus" sözcüğünün uyulacak ilkeler yasalar vb gerçek anlamını bilmeyenler, Türkçedeki anlamı gibi düşünerek acımasızca eleştirilerde bulunmuşlardı.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

yolcu42
28. February 2018, 08:21 PM
Halil hocam selamlar.

Yanlış anlamadıysam şöyle diyorsunuz doğru mudur:
"eski arap gelenekleri üzerine dinimiz gelmiştir.
Başka ifadeler gibi Ma meleket eyman ifadesi de islamiyet öncesinde kullanılan bir ifadedir.örneğin müminün 6 da "eşleri veya yeminleri bağladıkları" şeklinde ayrı ayrı ifade kullanmıştır fakat kuranın diğer hükümleri zaten bu ikisinin eşit haklara sahip olduğunu belirtir.
Yani şöyle bir ifade olsa,
"ali veya ahmet gelebilir"

Bu ifade ali ile ahmedin farklı sıfatlara sahip olduğunu gösterse de başka cümlelerde ali'ye de ahmedin sahip olduğu haklar verilmiştir"

Sadece benim aklıma takılan bazı ayetler vardı.aslında ben de böyle düşünüyordum.

Mesela nisa36 da eş ve çocuklardan bahsetmemesi.

Aslında yazınızı okuyunca müminün6 da verdiğim " veya" bağlacına " yani" anlamı vermenin biraz keyfi olabileceğini farkettim.

Eğer benim düşündüğüm gibi .

"ma meleket eyman" ifadesine "şu an yönetiminizde(elinizde) bulunan anlamı verince şunlar oluyor

Müminün 5-6 " eşleri veya yönetimi altındakiler(mesela evinde yaşayanlar) dışında furuçlarını korurlar"
Burda furucunu korumak kavramı üzerine düşününce
Meryem için 21/91 -- 66/12" furucunu koruyan(hasun)
Eş ve yeminleri bağladıkları dışında ( müminün6)"furucunu koruyan(hafız)
Korumak için İki ayrı yüklem kullanılıyor.(hasun ve hafız)

Acaba kişinin aile içinde" eşi veya ev halkı" içinde furucunu korumaya gerek olmaması demek " edep yerlerini açması" değilde " "zinetlerini belli edebilecek kıyafetlerle ( eşofman,tişört) oturabilmesimidir

Yani nur 30-31 de
Furcunu korumak ve zinetini belli etmek aynı şeyi ifade edebiliyor olabilir
Nur 30 da " furucunu korusunlar,bu daha temizdir."der ve devam eder.

Ayrıca nisa3 de şöyle bir anlam oluyor

"ikişer üçer,dörder evlenin
Adaletsiz davranmaktan Korkarsanız bir tane veya şu an elinizde olan( yani elinizde iki tane varsa onunla yetin)

Aslında biraz karışık oldu

Aklımın bir yanı sizin gibi düşünürken diğer yanı ma meleket eyman ifadesinin " ev halkını da kapsadığını da düşünüyor.
Neyse inşallah araştırıyorum.

Selamlar

yolcu42
28. February 2018, 08:30 PM
Son mesajımızı aynı anda yazmışız okuyamadan yazdım

Ma meleket eyman ifadesinin tartışmayla alakası yok gibi görünse de bu kavram aslında kilit noktaya benziyor

galipyetkin
1. March 2018, 05:43 PM
Uzun bir zamandan beri FERC kelimesinin iki şey arasındaki aralık/boşluk/mesafe demek olduğunu iddia ediyoruz.
Düşüncelerimize göre bu ifade ile "FECR-/yarmak-yarık ile karıştırılmaktadır.
Bu karıştırmanın bir sonucu olarak dişi canlıların üreme organları ferc-furuc denmesinin bu organların yarık olmasından ileri geldiği zannedilmektedir. Halbuki sebep bu organların yarık olmasından değil iki bacak aralığında bulunuyor olmasındandır. Zamanla kadının önünden kinaye olarak kullanımı yaygınlaşmıştır. "Ahsenet ferâcehâ" bu anlamdadır.
Biz yazdığımız yazılarda bu "cinsel organ" diye (meselâ:Nur-30-31)ifade ettiklerinin mânâsının bu olmayıp 'aralık-mesafe-haysiyetli davranış' olduğunu belirttik.
Bu nedenle de Kaf-6. ayette "furuç" ifadesi geçtiğinden "göğün yarığından" değil; "göğün aralığından" bahsedilmek gerekir.

Bu ifade meallerde ve sitemize yazanlarca "ırz-iffet" diye kullanılıyor. Halbuki karşılığı "aralık/mesafe/şeref/haysiyet/saygınlık/karakter/ kişilik/kişinin başkalarını etki altına almamak (kibirlenmemek) üzere kendi kendine duyduğu gurur/özbenlik"dir.
Mu'minun Suresinde de bu anlamların verilmesinin sebebi de o kişilerin zekatı verip, başkalarının haklarını yemedikleri için gururlu, haysiyetli, şerefli, saygınlıklı, karakterli kişiler olup bu durumları nedeni ile kendiliğinden diğerlerinden mesafeli durmalarıdır.

23/MU'MİNÛN-4 : Ve onlar, zekâtı verenlerdir.
23/MU'MİNÛN-5 : Ve onlar, (bu nedenle)mesafeli duruşlarını/saygınlıklarını koruyanlardır; kişilik sahibidirler.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Hasan Akçay
2. March 2018, 09:21 AM
Nisa;25 den alıntı yaptığınız neden yarım bırakıyorsunuz?
Ve men lem yestetı' minküm tavlen en yenkihal muhsanatil mu'minati femin ma meleket eymanüküm min feteyatikümül mu'minat

Ve sizden her kim hür mü’min kadınları/muhsanatil mu'minati nikâh edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da, yasal çerçevede himayenize verilen, mü’min genç kızlarınızdan/min feteyatikümül mu'minat nikâhlamak var. Ve Allah, sizin imanınızı daha iyi bilir.

Nisâ 25'in
bu Hakkı Yılmaz mealindeki hür kelimesinin
Arapça metinde karşılığı yok.

Uydurmuşlar bu kelimeyi
ve içme suyuna lağım katarcasına
Allah'ın ayetine boca etmişler.

Daha önce bunu dile getirdim ve şuna da dikkat çekmeye çalıştım
Türkçeye vakıf olan bir insan bilir ki
bir yerde hür kadınlar var diyorsanız hür olMAyan kadınlar da var diyorsunuz.

Oysa "Kuran'daki islam"da hür olmayan kadın yok.

Anlatamamışım,
bundan sonra da anlatamıyacağım ortada
çünkü ne yaptığımız ne yapacağımızın teminatıdır.
Ne yaptığımız ortada.

Bir örnek daha,
buyurun:

Burada iffetlerini değil ferclerini korurlar diyor.
Bakınız Cenabı Allah Nisa;6:
"...ve men kâne ğaniyyen felyesta'fif... diyor.
Şimdi burada ne diyeceğiz? Zengin olanlar İffetli davransınlar mı diyeceğiz?

Hayır. Zenginler yetimlerin mallarını yemekten çekinsinler diyeceğiz
çünkü bu cümle Türkçedir, buradaki iffet kelimesi o yüzden Türkçedir.
"...ve men kâne ğaniyyen felyesta'fif" ise Arapçadır ve buradaki iffet kelimesi Arapçadır.
Türkçe cümledeki iffet = Arapça cümledeki iffet olmaz.

Arapçadaki iffet
eş anlamlı olarak geçmemiş Türkçeye yani "çakma aynılık"tır olay,
ki İngilizcesi "false cognate"tir
eğer mukayese bir işe yarayacaksa.

Türkçe kelimelerde Arapça anlamlar aramak
vehimdir, demiştim. Boş yere demişim.

Sözün sonuna gelmişiz.

Pes ediyorum,
bu forumda yazmıyacağım artık
Boşu boşuna niye yazayım.
.

galipyetkin
2. March 2018, 11:13 AM
bu forumda yazmayacağım artık.

Hasan Akçay Efendi.
Ne demek bu...?

Ağzından yel alsın.
Kavgasız, çekişmesiz olur mu?
Binlerce senenin çekişmesi bu konular.

Yaz.....; olmadı....
Değiştir(kurban ver) bir daha yaz. Olmadı.
Değiştir(bir kurban daha ver) bir daha yaz.
Maksat doğru bildiğini anlatmak değil mi?

Daha saçları tıraş etme , zırhı çıkartma zamanı gelmedi ki....

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

dost1
2. March 2018, 07:59 PM
Selamun aleyküm, değerli kardeşlerim,

Her insanın bir yazım üslubu vardır.
Kimileri, yazımlarını, yazmak istediği konularda yazanlara, yazım ilke ve kurallarına özen göstermeden kişiliklere yönelerek, kırarak, dökerek yaparlar. Kimileri de yazımlarını, yazmak istediği konularda yazanların kişiliklerine değil yazdıklarına yönelerek yazım ilke ve kurallarına uyarak bunları yaparlar.
Her insanın yazdıkları, içlerinde olanların, dışarıya yansımalarının yazıya dökülmüş hali olduğu gerçeği asla unutulmamalıdır.

Yazmak isteyenlerin yazdıkları forum için bir lütuf değil, bilgilerinin paylaşımıdır.
Yazmak istemeyenlerin bu tutumları da forum için lütuf değildir bilgilerinin kendinde kalmasıdır.
Yazıp ya da yazmamak üyelerimizin özgür iradeleri ile yapacakları bir seçimdir.
Yazanların da yazmayanların da gönülleri hoş olsun.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

kuman
3. March 2018, 05:22 PM
Sayın Hasan Akçay ı destekliyor ve tebrik ediyorum.
Darısı Haluk gümüştabak a diyelim.

yolcu42
5. March 2018, 04:28 PM
Şimdi daha iyi anlıyorum niye bu kadar çok mezhep ve tarikat var

Kişi "x" teorisini savunabilir.
Fakat olması gereken şudur.

1. Başka birisi derse ki,
Tamam düşüncenize saygı duyuyorum fakat sizin x düşünceniz şu ayetlere uymuyor veya ben öyle sanıyorum,lütfen açıklar mısınız?

Bu soruyu böyle sormak "kuran odaklı akıl"
dır.
Yoksa,
"o x değildir y dir derseniz.
Orta yol bulunmaz.

Neye göre y?
- Bence öyle
-Bizim çevrece öyle

Bunlar akıllı cevap değil.
Zanlarımız(kanaatlerimiz-hiçbir delile dayanmayan teorilerimiz) bizleri fırkalaştırır.

Mezheplere karşı çıkan bu sitede bile kimbilir kaç çeşit mezhep var.

Kaç farklı görüş kaç çeşit zann var.....

Doğru yol şudur.
-Fikirler dinlenir
-bu teoride başkalarınca Diğer ayetlerle uyumsuz olan noktalar belirtilir
-Fikri üreten kişi,eğer bu eleştirileri haklı buluyorsa geri adım atmalıdır.
-Böylece daha doğru bir teori ortaya çıkar.

Şunu görüyorum
-Ben x düşünüyorum
-Fakat bu x düşüncenize şu ayetler uymuyor
-Olsun, yine de x düşünüyorum.ille de x yine de x.

Ayrıca kimse araştırmadan,x fikrine uyan veya uymayan ayetleri incelemeden laf olsun diye burada yazan değerli kişileri kınamak veya yermek zahmetinde bulunmamalı.

"İşte siz böyle kimselersiniz! bilginiz olan şey hakkında tartıştınız. Ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.ali imran66

Halil bey de,haluk bey de,hasan bey de galip bey de uğraşıp bir konuda çaba göstermiş.
Eğer karşı olduğunuz nokta varsa delilleriyle bunu açıklarsınız.eğer bu delillere onlar kulak tıkıyorsa bu onların sorumluluğudur.

Kuman bey lütfen bu sözlerimi şahsınıza almayın.
Yoksa size şahsi olarak bir şey kasdetmiyorum

kuman
5. March 2018, 08:17 PM
biri neden diye sorsun dedim ama soran olmadı.
Yolcu 42 dayanamadı sorarmış gibi yaptı, olsun önemli değil ben neden bu şekilde bir cümle kurdun sorusunu kendim cevaplayım sorulmasa dahi.

Ne hasan akçay ne de haluk gümüştabak ın bir konu hakkında ne düşündüğünü sorgulamıyorum ki ben!
İstedikleri gibi düşünebilirler. Sonuçta bu inanç konusudur kimseye neden bu şekilde düşünüyorsun diye sormaya bile hak tanımam kendime.

Ancak burası bir forum herkes forum kurallarına uysun uymuyırsa forum yöneticeleri uyarsın yada forumdan çıkarsın.

Burası Haluk gümüştabak ın kişisel web saysafası değil. Ama kendisi burayı kişisel web saysafası gibi kullanıyor kendi bildiğini söyleyip kenara çekiliyor sen soru sormuşun o şöyle böyle olabilir demişsin Haluk gümüştabak ın umurunda bile değildir. Peki o zaman neden Forum a katıldın ???
Git web sayfası aç görüşlerini belirt.

Hasan Akçay kendisine itiraz edilmesine kızgınlık ile karşılık veriyorsa o da kendine web sayfası açsın bildiklerini anlatsın.

Bu forum tartışma yeri atışma yeri beğenmeyen girmez olur biter.

Bu web sayfası bu kişilerin kitlelere ulaşma yeri olarak kullanabilecekleri yer özel yerleri değil.
Ya eleştiriyi karşıt görüşe saygı duyacaklar yada terke edip gidecekler...

Bu kadar basit.

dost1
7. March 2018, 02:52 AM
Selamun aleyküm, Değerli yolcu42 kardeşim,

Halil hocam selamlar.

Yanlış anlamadıysam şöyle diyorsunuz doğru mudur:
"eski arap gelenekleri üzerine dinimiz gelmiştir.

Değerli kardeşim, Abdullah oğlu Muhammed'in içinde yaşadığı bir toplum ve bu toplumun da bir takım uygulamaları var. Abdullah oğlu Muhammed, Allah'ın Resulü/Nebisi olunca içinde yaşadığı toplumun gelenek ve göreneklerleri üzerine GELİŞEN OLAYLAR ya da SORULAR, Cenabı Allah'ın indinde uygun olan ya da olmayan durumlar vahiyle bildiriliyor. Vahyi alan Resullullah toplumuna bu vahyi bildirince inananlar da indirilen bu vahye göre durumlarını yaşamlarına sokuyorlar.


Başka ifadeler gibi Ma meleket eyman ifadesi de islamiyet öncesinde kullanılan bir ifadedir.
Ma meleket eyman/Sözleşmelilerin sahip oldukları deyimi Abdullah oğlu Muhammed zamanında var. Abdullah oğlu Muhammed, Allah'ın Resulu/Nebisi olunca bu durumdakilerle ilgili gelen sorular ve yaşanan olaylara açıklık getiren ayetler vahyediliyor.



örneğin müminün 6 da "eşleri veya yeminleri bağladıkları" şeklinde ayrı ayrı ifade kullanmıştır fakat kuranın diğer hükümleri zaten bu ikisinin eşit haklara sahip olduğunu belirtir.
Değerli kardeşim, Eşler ve eş olanlar için evet ama eş olmayanlar için eş olma hukuku söz konusu değildir. İsterseniz ayetlere bakalım:
Mü'minun 6:İlla alâ ezvacihim ev ma meleket eymanühüm feinnehüm ğayru melumiyn ayetinde belirtilenler Mearic 29,30 da da belirtilir:
Velleziyne hüm lifurucihim hafizun;
Ve onlar ki, ferclerini mühafaza edicidirler.
İlla 'alâ ezvacihim ev ma meleket eymanuhüm feinnehüm ğayru melumiyn
Eşleri ve yahut sağ ellerinin malik oldukları/Sözleşmelilerin sahipleri müstesna. Çünkü onlar levmedilmiş değillerdir.

Değerli kardeşim,
Abdullah oğlu Muhammed'in yaşadığı toplumda, kadın ve erkek esirler köleleştirilerek belirli koşullar, sözleşmeler çerçevesinde koruyucu ailelerin himayelerine veriliyordu. Gasb ya da miras yoluyla bunlara sahib olan aileler, bunların iş gücünden- cinsellikleri dahil- yararlanıyor ve koruyorlardı. Abdullah oğlu Muhammed, Allah'ın Resulü/Nebisi Muhammed oldu, toplum vahiylerle uyarılmaya başlandı. Enfal 67 ve Muhammed 4 de esir alınarak köleleştirme yasaklandı. Gasb ya da miras yoluyla köle edinme ortadan kalktı. Sadece harp esirlerinden değişime tabi tutulmayan, fidye verilmeyen ve kendi ailesinden himaye edecek kimsesi bulunmayan hanımlar belirli koşullar çerçevesinde birilerinin himayesine verilmeye başlandı.
Bu uygulamalar eski uygulamalar gibi olmayıp vahye uygun ilke ve kurallarla belirlenen uygulamalardı ve zaman içerisinde ma meleket eyman'ın bitmesine yönelik ilke ve kurallar getirilmişti.

Bizim müzakeremize konu olan “ma meleket eymanühüm [sözleşmelerinin sahip oldukları]” kadınlar vahiyle belirlenen ilke ve kurallar çerçevesinde “Kamunun himayesi altında olup koruyucu ailelere kamu tarafından verilmiş olanlardır.

Cahiliye gelenek ve görenekleri vahiyle kaldırılmıştır. Ayetlerde belirtilen ma meleket eyman,tamamen kamu otoritesinin denetimindedir.
Söz konusu ayetlerdeki “veya sözleşmelerinin sahip oldukları”, sorumlulukları kendilerinde bulunanlarla cinsel ilişkiye girebilmek için mutlaka yakınlarından izin alıp örfe göre mehirlerini verip nikâhlanacaklardır.

Ayetlerdeki "ev" edatının farklı kullanımları vardır."Ev” bağlacının bir anlamı da “et Tafsilü ba’de’l icmal (özet ifadeden sonra ayrıntılı açıklama)” dır.
El İtkân ma’rifeti meani’l edevat; ev Maddesine bakılabilir.



Yani şöyle bir ifade olsa,
"ali veya ahmet gelebilir"

Bu ifade ali ile ahmedin farklı sıfatlara sahip olduğunu gösterse de başka cümlelerde ali'ye de ahmedin sahip olduğu haklar verilmiştir"

Değerli kardeşim,
Bilginiz dahilindedir "ev" edatının paragraf ve cümlenin durumuna göre farklı işlevleri olur.

Sadece benim aklıma takılan bazı ayetler vardı.aslında ben de böyle düşünüyordum.

Mesela nisa36 da eş ve çocuklardan bahsetmemesi

Eş ve çocuklar ile ilgili yükümlülükler bellidir.

Aslında yazınızı okuyunca müminün6 da verdiğim " veya" bağlacına " yani" anlamı vermenin biraz keyfi olabileceğini farkettim.

Eğer benim düşündüğüm gibi .

"ma meleket eyman" ifadesine "şu an yönetiminizde(elinizde) bulunan anlamı verince şunlar oluyor

Müminün 5-6 " eşleri veya yönetimi altındakiler(mesela evinde yaşayanlar) dışında furuçlarını korurlar"
Burda furucunu korumak kavramı üzerine düşününce
Meryem için 21/91 -- 66/12" furucunu koruyan(hasun)
Eş ve yeminleri bağladıkları dışında ( müminün6)"furucunu koruyan(hafız)
Korumak için İki ayrı yüklem kullanılıyor.(hasun ve hafız)
Hasun ve hafiz arasında fark var. İnşaallah uygun bir zamanda bu sözcüklerin geçtiği tüm ayetleri paylaşırım ve birlikte aradaki farkı görmüş oluruz.


Acaba kişinin aile içinde" eşi veya ev halkı" içinde furucunu korumaya gerek olmaması demek " edep yerlerini açması" değilde " "zinetlerini belli edebilecek kıyafetlerle ( eşofman,tişört) oturabilmesimidir

Yani nur 30-31 de
Furcunu korumak ve zinetini belli etmek aynı şeyi ifade edebiliyor olabilir
Nur 30 da " furucunu korusunlar,bu daha temizdir."der ve devam eder.

Zinetlerin örtülmesinin - kendiliğinden açığa vuranlar dışında- gerekli olmadığı kişilere yönelik bir açıklama. Cenabı Allah'ın; "Zinaya yaklaşmayın." emrinin anlaşılmasına yönelik vurgular yapılan ayetler.

Ayrıca nisa3 de şöyle bir anlam oluyor

"ikişer üçer,dörder evlenin
Adaletsiz davranmaktan Korkarsanız bir tane veya şu an elinizde olan( yani elinizde iki tane varsa onunla yetin)
Bu belirttiğiniz ayetler yetim hukuku ile ilgili ayetlerdendir.


Aslında biraz karışık oldu

Aklımın bir yanı sizin gibi düşünürken diğer yanı ma meleket eyman ifadesinin " ev halkını da kapsadığını da düşünüyor.
Neyse inşallah araştırıyorum.

Selamlar

Ev halkını bir küme sayarsak eşler, çocuklar, ebeveynler, sözleşmelilerin sahip oldukları bu kümenin elemanlarıdır. Hepsi de aynı evi kullanmaktadırlar ancak işlevleri farklıdır.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Alalh'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

dost1
7. March 2018, 03:28 AM
Selamun aleyküm,

Nisâ 25'in
bu Hakkı Yılmaz mealindeki hür kelimesinin
Arapça metinde karşılığı yok.

Uydurmuşlar bu kelimeyi
ve içme suyuna lağım katarcasına
Allah'ın ayetine boca etmişler.

Daha önce bunu dile getirdim ve şuna da dikkat çekmeye çalıştım
Türkçeye vakıf olan bir insan bilir ki
bir yerde hür kadınlar var diyorsanız hür olMAyan kadınlar da var diyorsunuz.

Oysa "Kuran'daki islam"da hür olmayan kadın yok.

Anlatamamışım,
bundan sonra da anlatamıyacağım ortada
çünkü ne yaptığımız ne yapacağımızın teminatıdır.
Ne yaptığımız ortada.

Nisa 24. "Vel muhsanatü minen nisai illâ ma meleket eymanüküm..."
Nisa 25:"Ve men lem yestetı' minküm tavlen en yenkihal muhsanatil mu'minati femin ma meleket eymanüküm min feteyatikümül mu'minat..."

Söz konusu bu ayetlerde "HÜR" sözcüğü ayette yok. Ayette olan "Vel Muhsanat" birebir çevirdiğimizde "korunan" demek. Ayetteki belirlilik takısı ile gelmiş "Vel muhsanatü minen nisai" ile birlikte aldığımızda ayet bire bir; "Korunmuş kadınlar/Korunma altına alınmış kadınlar" diye çevrilir.
Bu ayetlerin indiği toplumda herkesçe bilinen "VEL MUHSANAT" olan kadınlar. Ya EVLİ KADINLARDIR. Ya da "HÜR KADINLARDIR". Bu nedenle de ayette belirtilmemiş olmasına rağmen okuyucuların anlayabilmesi için bu şekilde yapılmıştır.

İslamda hür olmayanların bulunmaması gerektiği ile islamın tebliğ edildiği toplumun mevcutlarında hür bulunup bulunmaması aynı şeyler değildir.

Bu mantık Bakara 178:"Ya eyyühelleziyne amenu kütibe aleykümül kısasu fiyl katla* el hurru bil hurri vel abdu bil abdi vel ünsa bil ünsa* femen ufiye lehu min ahıyhi şey'ün fettiba’un Bil ma'rufi ve edaün ileyhi Bi ıhsan* zâlike tahfiyfün min Rabbiküm ve rahmetün, femenı'teda ba'de zâlike felehu azabun eliym"

ayetine ne diyecek?

Bakara 221:Ve la tenkihul müşrikati hatta yü'minn* ve le emetün mü'minetün hayrun min müşriketin velev a'cebetküm* ve la tünkihul müşrikiyne hatta yu'minu* ve le abdün mü'minün hayrun min müşrikin velev a'cebeküm* ülaike yed'une ilennari, vAllahu yed'u ilel cenneti vel mağfirati bi izniHi, ve yübeyyinü ayatihi linNasi leallehüm yetezekkerun

ayetinde belirtilenlere ne diyecek?



Bir örnek daha,
buyurun:

Burada iffetlerini değil ferclerini korurlar diyor.
Bakınız Cenabı Allah Nisa;6:
"...ve men kâne ğaniyyen felyesta'fif... diyor.
Şimdi burada ne diyeceğiz? Zengin olanlar İffetli davransınlar mı diyeceğiz?

Hayır. Zenginler yetimlerin mallarını yemekten çekinsinler diyeceğiz
çünkü bu cümle Türkçedir, buradaki iffet kelimesi o yüzden Türkçedir.
"...ve men kâne ğaniyyen felyesta'fif" ise Arapçadır ve buradaki iffet kelimesi Arapçadır.
Türkçe cümledeki iffet = Arapça cümledeki iffet olmaz.

Arapçadaki iffet
eş anlamlı olarak geçmemiş Türkçeye yani "çakma aynılık"tır olay,
ki İngilizcesi "false cognate"tir
eğer mukayese bir işe yarayacaksa.

Türkçe kelimelerde Arapça anlamlar aramak
vehimdir, demiştim. Boş yere demişim.

Sözün sonuna gelmişiz.

Pes ediyorum,
bu forumda yazmıyacağım artık
Boşu boşuna niye yazayım.
.

Arapçadaki ferc sözcüğünü yine Arapça olan ancak, Türkçeye de geçmiş olan "İffet" sözcüğünün karşılamadığını belirtmek için daha ne yapmalı bilmiyorum.
Nasıl ki, Türkçedeki iffet , Arapçadaki iffet ile aynı olmazsa Türkçedeki iffet Arapçadaki ferc sözcüğünün aynısı olmaz.

Yazıp ya da yazmamak kişilerin özgür iradeleri ile verecekleri kararlarıdır.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

galipyetkin
24. April 2018, 01:05 PM
Bizim "ferc" ve "iffet" ifadelerinin anlamları bakımından Sayın Halil Ay/dost1'den bir ayrılığımız yok. Evvelce burada ifade ettik.
Ayetlerin Arabça'dan tercümelerine de bir şey diyebilecek bir halimiz yok.

Fakat biz yukarıdaki ayetlerin Kuran'casının değişik anlamları olduğunu düşünüyoruz.
Meselâ: " "Vel muhsanatü minen nisai"/"Korunmuş kadınlar/Korunma altına alınmış kadınlar" olan Arapçadan tercümeyi biz Kuranca olarak "boşta gezen değil, bir işte çalışan veya bir çalıştıranı/(çalıştıranı ile 'evli') 'yani patronu olan' olduğundan korunan/çalışan veya çalıştırılan işçi" olarak anlıyoruz.

"Hür" ifadesi de burada esaretten kinaye olmayıp,
"gerek düşünce yönünden serbest, gerek emek yönünden işsiz güçsüz takımından"
anlamını vermektedir;
yani bir iş bağlantısı kurmasına olanak verilmemiş veya o olanağı bulamamış, iş-güç olanakları edinmesine imkan verilmeyen /olmayan, avare değil ama çaresiz işçi/boştaki çalışmaya aday olanlar/iş arayanlar(yaşlı da olabilirler, randıman alınamayıp da işine son verilenler de).

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

galipyetkin
7. January 2019, 07:25 PM
Devletin ve de islamın getirdiği kaidelere Hümtehine Suresi'nde konumuzla ilgili bir ayet var:

60/MUMTEHİNE-12:
Ey nebî (peygamber/devlet başkanı)! Mü’min kadınlar; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinada bulunmamak, evlâtlarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurmamak, maruf bir iş konusunda sana asi olmamak üzere, sana tâbî olmak için geldikleri zaman, artık onların biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah; Gafur’dur (mağfiret edendir, günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (Rahîm esması ile tecelli edendir).

Bu meale baktığımız zaman bir özellikle karşılaşıyoruz: Burada belirtilen aykırılıklar sanki yalnızca kadınlar tarafından işlenebilirmiş gibi bir özellik.
Bu tür yalan yanlış/eksik anlatımlar tüm tarih boyunca kadınlara zulüm olmuştur.Recm edilmişlerdir.
Bu gün dahi bu zulüm Arab Ülkeleri, Afganistan, Endonezya ve diğerlerinde sürmektedir. Türkiye'ye bakın her gün bir kaç kadın öldürülmekte.

Burada yazılanlar erkekler tarafından işlenirse Kitapta ne ceza verilir?.
Ayatin mealine göre böyle suçlar erkekler tarafından işlenemez.
Bu durumda, erkeklere imtiyaz tanınması kadınlara zulüm olacağından mealin Kuranca anlaşılması gereklidir.

Nebi/Peygamber/devlet başkanı niye kadınlardan alıp da erkeklerden biat/itaat sözü almasın ki?

Halbuki "nisa" kelimesine "işçi" anlamını verdiğinizde, bu kelime hem kadın, hem de erkek çalışanı içerir.
Böylece de anlarız ki ayet kadınlar için değil, yeni kurulmakta olan "İslâm devletine" ve dinin kaidelerine ve de dinin kurallarına kadın-erkek çalışan kesimlerin bağlı kalacaklarına dairdir.

Saygılarımla
Galip Yetkin

galipyetkin
21. July 2019, 06:59 PM
Bir yanlış anlama olasılığını ortadan kaldırmak istiyorum. O da Ahzab-59. ayet.
15. sayfada biraz dokunmuştum.

Ayetin meali sanki peygamber ve iman etmişler çok karılıymış gibi; şöyle:
Ey Nebi! Eşlerine, kadınlarına ve iman etmişlerin hanımlarına de ki:........

Halbuki ayetin orijinaline baktığımız zaman:
-Ya eyyühenNebiyyü,
kul
liezvacike
ve
benatike
ve
nisail müminiyne...........(Müminlerln nisalarına)


Yani: -Ey Nebi(devlet başkanı/toplumun idarecisi)!
Söyle
MÜMİNLERİN
EŞLERİNE/liezvacike,
ve
KIZLARINA/benatike,
ve
İŞÇİLERİNE/nisa- dır.

Dolayısı ile Nebi kendi eş ve kadınlarına hitap etmemektedir.

Görülüyor ki kitabın orijinaline uygun çevirisi yapıldığında düzgün bir mânâya ulaşılıp bazı ifadelere takla attırılmıyor. Burada da gayet belirgin olarak belirtilen şudur: müminlerin eşleri, "ezvac/zevceler/karılar" kelimesi ile ifade edilmiş; dolayısı ile de ayette zikredilen "nisa" da müminlerin işçileri/müminlerin hizmetlileri vs...dir.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

galipyetkin
4. October 2019, 11:11 AM
Sayın yazar Hüsnü Mahalli'nin köşesinden
yazının bütünlüğüne dokunmadan, yalnızca "kadınlar hakkında" kısmı için alıntıladım. Art niyet aranmamalı.


Kendimi bildim bileli bu coğrafyanın her ülkesinde sorun yaşanıyor.

Hafıza-i beşer nisyan ile malul olduğu için insanlar genel olarak her şeyi unutur.

Ders almadan unutan toplumlar iflah olmaz.

Mehmet Akif “Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” demişti ama hep tekerrür ediyor.

42 yıldır gazeteciyim ve çoğunlukla savaş, darbe, katliam, kavga, sorun, ilkellik, bağnazlık, yolsuzluk ve rezilliklerle ilgili haber ve makaleler yazdım ve televizyon programları yaptım.

Hepsinde de dini bağnazlıkların dolaylı-dolaysız rolü ya da ilgisi vardı.

Şimdi de öyle.

Çok gerilere gitmeye gerek yok.

Son sekiz yılın yani Kanlı Arap Baharı’ndan bu yana yaşananlara bir bakın.

Batılı emperyalist ülkeler ve bölgesel işbirlikçileri Arap ülkelerine demokrasiyi getireceklerdi.

Yanlış anlamayın Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine değil cumhuriyetlerle yönetilen ülkelere.

Peki demokrasi nasıl getirilecekti?

Diktatörler devrilecek yerine AKP modelini örnek alacak olan İslamcılar işbaşına getirilecekti.

Yani şimdi IŞİD’çiler Şam’da, Bağdat’ta, Kahire’de, Sanaa’da, Trablus’da, Beyrut’da iktidarda olacak birileri de buna çok sevinecekti.

Ülkeler yıkıldı, milyonlarca insan öldürüldü ve sakat bırakıldı ve inanılmaz acılar yaşandı ve yaşanıyor ama kimin umurunda!

Hepsi ve her şey din iman adına.

Yüzlerce ruh hastası silahlı grup ‘En hakiki Müslüman biziz’ diyor ve cinayetlerin her türlüsünü işliyorlar.

Cinayet işlemeyenler de rezaletlerin her türlüsüne meraklı.

Büyük oyunun tek amacı var:

“İnsanlarımız yoksul, cahil ve zavallı kalsın”.

Batının büyük oyununa hizmet edenler hep bu amaca hizmet etmiş ve ediyor.

Hadi bir zamanlar Sovyetler Birliği ve komünistler vardı peki ya şimdi ne var?

Akıllı, vicdanlı, dürüst ve onurlu insanlar onların düşmanı.

Tersi bütün özellikler yani özelliksizler olanlar için müthiş malzeme.

Bildiğiniz son örneklerden biri:

Çocuğu olmayan ailelere okunmuş üflenmiş elma pazarlanması.

Sevgili Peygamberimizin tesbih, seccade, hurma, yüzük ve terliklerini pazarlayanlar Havva’nın elmalarını Adem’lere yedirmeye kalkıştılar.

Neyse ki ayva ya da armutu düşünmemişler.

Bu işin espirisi ama İslam coğrafyasının birçok ülkesini biliyorum ama bu kadar rezaleti hiçbirinde görmedim.

Bir tek Afganistan ve Pakistan’ın kırsal bölgelerinde Türkiye benzeri tarikatlar, tekkeler, zaviyeler ve şeyhler görmüştüm.

Yani Taliban ruhlu.

Örneğin ‘Sekiz yaşında kız çocukları evlendirenler’.

Örneğin ‘Suriye savaşında şehit düşen mücahitlere 24405 huri ve cariye verenler’.

Örneğin ‘Ölen eşlerle cinsel ilişki kurulabilir’ diyenler.

Gavurun teknolojisini kullananlar da var:

‘Karılarınızı WhatsApp’la boşayabilirsiniz’ diyenler.

Adamların işi gücü kadınlar.

İyi de kadınlar onları doğurmuş, onlara kız çocuğu vermiş sonra eşleri olmuş.

Bacılar, halalar, teyzeler, anneanne ve babaannelerin tümü kadın.

Peki bu ruh hastalarının derdi ne?

Derdi yok çünkü adamlar ruh hastası.

Hadi onlar ruh hastası da onlara göz yumanlara, pirim verenlere ve baş tacı edenlere ne demeli!

İşimiz zor çünkü bu adamlar giderek çoğalıyor ve 17 yıllık AKP iktidarı daha çok onlara yaradı ve yarıyor.

Tıpkı FETÖ olayında olduğu gibi.

Bu işin şakası yok ve bu iktidarla bu adamlardan kurtulmak çok zor.

Her şey hızla yozlaşıyor ve bağnazlaşıyor.

Televizyonlarda ya da sosyal medyada gördüğünüz herhangi bir şeyhin ‘çalmayın, çarpmayın, yolsuzluk yapmayın, dürüst olun’ ya da benzeri öğütlerde bulunduğunu gördünüz mü?

Göremezsiniz çünkü bu öğütlerle ‘ideal toplum’ haline gelecek olan insanlar arasında onların yeri olamaz.

İnsanlar yoksullaştırılmalı, cahil bırakılmalı sonra da irade ve beyinleri esir alınmalı.

Hikaye bundan ibaret.

42 yıllık gazetecilik yaşamımda İslam coğrafyasında gördüğüm tek ve en tehlikeli gerçek.

Çözüm kolay değil ama bu gerçeği bilmekle yola çıkılmadan hiçbir sorun çözülmez çözülmeyecektir.

Adamlar çok tehlikeli.

4 Ekim 2019

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

galipyetkin
13. August 2020, 07:12 PM
Son zamanlarda kamuda "İstanbul Sözleşmesi" üzerinde çokça çekişme yaşanmakta. Acaba bu sözleşmenin içeriği hakkında etraflı bir bilgimiz var mı?
Kadınları ilgilendirdiği için, bu sözleşmeyi buraya alarak bilgilerinize sunmak istedim.
Buyrun:



Tartışmaların odağında olan ve 'İstanbul Sözleşmesi' olarak bilinen Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi 1 Mayıs 2011'de imzaya açıldı. Sözleşme bugüne kadar kadına karşı şiddet, ev içi şiddet, toplumsal cinsiyete dayalı şiddete ilişkin en kapsamlı tanımlamaları yaparak; cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli tüm ayrımcılık biçimlerine karşı mücadele edilmesi, erkek şiddetinin önlenmesi, şiddete karşı tedbir alınması konusunda taraf devletlere pek çok yükümlülük getiriyor. Sözleşmenin etkin bir şekilde uygulanması halinde kadına karşı şiddetin ve kadın cinayetlerinin önlenebileceği ifade edilirken, sözleşmenin "aile yapısını bozduğu", "toplumu yozlaştırdığı" gibi iddialarla sözleşmenin feshedilmesini isteyenler de bulunuyor.

İstanbul Sözleşmesi hakkında neler söylenmişti?

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu sözleşme için "Bizim için ölçü değildir. İstanbul Sözleşmesi nas değildir" dediği iddia edilmişti.

Change.org' internet sitesinde de Türkiye'nin sözleşmeden çekilmesi için imza kampanyası başlatılmıştı.

Hüda-Par konuyla ilgili yayımladığı bir açıklamada, "İstanbul Sözleşmesi, detaylı olarak incelendiğinde toplumun temel dinamiklerini tahrip eden bir yapıya sahip olduğu rahatlıkla görülecektir" demişti.

Milli Gazete yazarı Şakir Tarım, "Yıkım Projesi: İstanbul Sözleşmesi" isimli yazısında, sözleşmeyi "Türkiye'nin bekasına yönelmiş en büyük tehdit" olarak yorumlamış ve sözleşmenin vakit geçirilmeden yürürlükten kaldırılmasını istemişti.

Yeni Akit yazarı Ali Erkan Kavaklı , "Aile kadın ve erkeğin birlikte yürütebileceği kurumdur. Erkeği evden uzaklaştırarak aileyi yaşatma imkanı yok. İthal kanunlarla aile yaşatılamaz. Sözleşme iptal edilmeli. Kendi dinimizi, inançlarımızı, örf ve adetlerimizi esas alan adaleti sağlayacak ve aileyi yaşatacak düzenleme yapılmalı" demişti.

Saadet Partisi Konya Milletvekili ve Gençlik Kolları Başkanı Abdulkadir Karaduman, “İstanbul Sözleşmesi adı verilen ucube, adeta aile yapımızı çökertmek için kaleme alınmış bir metindir” ifadesini kullanan Karaduman, "Kim ne diyorsa desin, hangi tarafta durursa dursun, toplumu bir felakete ve uçuruma sürükleyen, haneleri birbirinden ayıran İstanbul Sözleşmesi derhal feshedilmelidir" demişti.

Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, dünyada aile ve toplum dokusunun en güçlü ülkelerin başında Türkiye’nin geldiğini belirterek “İstanbul Sözleşmesi ve cinsiyet eşitliği projeleriyle aile yapısı ile sosyal dokunun büyük bir saldırıyla karşı karşıya” olduğunu savundu. Kaplan, “Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden derhal çıkmalı ve “cinsiyet eşitliği” gibi sinsi projeleri akit geç olmadan kaldırmalıdır” demişti.

Saadet Partisi Genel Merkez Kadın Kolları Başkanı Ebru Asiltürk, "İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmemesi için hiçbir sebep gözükmemektedir. Geleneklerimizden, göreneklerimizden, alışkanlık ve anlayışlarımızdan kaynaklanan sorunlarımız varsa toplum olarak özeleştiri yapmalı ve kendimize uygun hukuku yine kendimiz üretmenin onurunu taşımalıyız." demişti

Sözleşme metni

Eşcinselliğe özendirdiği ve AB fonları doğrultusunda Türkiye'de yürürlüğe girdiği iddia edilerek de hedef gösterilen İstanbul Sözleşmesi'nin metni şu şekilde:

Madde 1 – Sözleşmenin Maksatları

1 Bu sözleşmenin maksatları şunlardır:
a kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak;
b kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli
ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak;
c kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara
yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak;
d kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini
yaygınlaştırmak;
e Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir
yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin
birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.

2 Tarafların söz konusu Sözleşmenin hükümlerini etkili bir biçimde uygulamalarını sağlama
amacıyla bu Sözleşmede spesifik bir izleme mekanizması oluşturulmuştur.



Madde 2 – Sözleşmenin Kapsamı

1 Bu Sözleşme, aile içi şiddet de dahil olmak üzere, kadınları orantısız bir biçimde etkileyen,
kadına karşı her türlü şiddet için geçerli olacaktır.

2 Taraflar bu Sözleşmeyi tüm aile içi şiddet mağdurları için uygulamaya teşvik edilir. Taraflar
bu Sözleşmenin hükümlerinin uygulanmasında toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin kadın
mağdurlarına özel olarak dikkat göstereceklerdir.

3 Bu Sözleşme, barış zamanında ve silahlı çatışma durumlarında geçerli olacaktır.



Madde 3 – Tanımlar

Bu Sözleşme maksatlarıyla:
a “kadına karşı şiddetten”, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık
anlaşılacak ve bu terim, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu
eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde
kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik
zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet
eylemleri olarak anlaşılacaktır;
b “aile içi şiddet”, eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun
veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile
biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında
meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak
anlaşılacaktır;
c “toplumsal cinsiyet”, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun
olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve
özellikler olarak anlaşılacaktır;
d “kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet”, bir kadına karşı, kadın olduğu için
yöneltilen veya kadınları orantısız bir biçimde etkileyen şiddet olarak anlaşılacaktır;
e “mağdur”, a ve b fıkralarında belirtilen davranışlara maruz kalan herhangi bir şahıs
olarak anlaşılacaktır;
f “kadın” terimi, 18 yaşından küçük kızları da kapsayacaktır.



Madde 4 – Temel haklar, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması

1 Taraflar herkesin, özellikle de kadınların, gerek kamu gerekse özel alanda şiddete maruz
kalmaksızın yaşama hakkını yaygınlaştırmak ve korumak için gerekli olan yasal ve diğer
tedbirleri alacaklardır.

2 Taraflar, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığı kınayacak ve ayrımcılığı önlemek üzere,
özellikle aşağıdakiler dahil olmak üzere, gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır:
– ulusal anayasalarında veya ilgili diğer mevzuata kadın erkek eşitliği ilkesini dahil
edecek ve bu ilkenin uygulamada gerçekleştirilmesini temin edeceklerdir;
– yerine göre, yaptırımların uygulanması yolu da dahil olmak üzere, kadınlara karşı
ayrımcılığı yasaklayacaklardır;
– kadınlara karşı ayrımcılık yapan yasa ve uygulamaları yürürlükten kaldıracaklardır.

3 Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik
tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal
veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim,
toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci
statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın
uygulanmasını temin deceklerdir.

4 Kadınların toplumsal cinsiyete dayalı şiddete karşı korunması için gerekli olan özel
tedbirler, bu Sözleşme hükümlerince ayrımcılık olarak sayılmayacaktır.



Madde 5 – Devletin yükümlülükleri ve titizlikle yapması gereken inceleme ve
araştırmalar

1 Taraflar kadınlara karşı herhangi bir şiddet eylemine girişmekten imtina edecek ve devlet
yetkililerinin, görevlilerinin, organlarının, kurumlarının ve Devlet adına hareket eden diğer
aktörlerin bu yükümlülüğe uygun bir biçimde hareket etmelerini temin edeceklerdir.

2 Taraflar, devlet dışı aktörlerce gerçekleştirilen ve bu Sözleşmenin kapsamı dahilindeki
şiddet eylemlerinin önlenmesi, soruşturulması, cezalandırılması, ve bu eylemler nedeniyle
tazminat verilmesi konusunda azami dikkat ve özenin sarfedilmesi için gerekli yasal ve
diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 6 – Toplumsal cinsiyet konusunda hassasiyet gerektiren politikalar

Taraflar bu Sözleşmenin uygulanmasına ve sözleşme hükümlerinin etkilerinin
değerlendirilmesine bir toplumsal cinsiyet bakış açısı katacak ve kadınlarla erkekler
arasında eşitliğe ve kadınların güçlendirilmesine ilişkin politikalarını yaygınlaştıracak ve
etkili bir biçimde uygulayacaklardır.



Bölüm II – Bütüncül politikalar ve veri toplama

Madde 7 – Kapsamlı ve koordineli politikalar

1 Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddetin önlenmesi ve bu tür şiddet
eylemleriyle mücadele edilmesine yönelik ilgili tüm tedbirleri içeren Devlet çapında etkili,
kapsamlı ve birbiriyle koordineli politikaların benimsenip uygulanmasını mümkün kılacak,
gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacak ve kadına karşı şiddete karşı bütüncül bir
mukabelede bulunulmasını temin edeceklerdir.

2 Taraflar ilgili tüm birim, kurum ve kuruluşlar arasında etkili bir işbirliği sağlanmak
suretiyle, ve 1. fıkrada yer alan politikalarla, mağdurun haklarının, alınan tüm tedbirlerin
merkezinde yer almasını temin edeceklerdir.

3 Bu fıkra uyarınca alınacak tedbirlere, yerine göre, hükümet kuruluşları, ulusal, bölgesel ve
yerel parlamentolar ve yönetimler, ulusal insan hakları kurumları ve sivil toplum
kuruluşları gibi, ilgili tüm aktörler müdahil olacaktır.




Madde 8 – Finansal kaynaklar

Taraflar, devlet dışı aktörler ve sivil toplum tarafından gerçekleştirilenler de dahil olmak
üzere, bu Sözleşmenin kapsadığı her türlü şiddet eylemini önlemeye ve bunlarla
mücadeleye yönelik bütüncül politikaların, tedbirlerin ve programların yeterli bir biçimde
uygulanması için uygun finansal kaynakları ve insan kaynaklarını tahsis edeceklerdir.



Madde 9 – Sivil Toplum Kuruluşları ve sivil toplum

Taraflar kadınlara karşı şiddet uygulanmasıyla mücadelede aktif bir rol oynayan sivil
toplum kuruluşlarının çalışmalarını her düzeyde takdir ve teşvik edecek ve destekleyecek
ve bu kuruluşlarla etkili bir işbirliği gerçekleştirecektir.



Madde 10 – Koordinasyon kurumu

1 Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddeti önleme ve bunlarla mücadeleye
yönelik politika ve tedbirlerin koordinasyonu, uygulanması, izlenmesi ve
değerlendirmesinden sorumlu bir veya birden fazla kurumu belirleyecek veya kuracaktır.
Bu kurumlar Madde 11’de belirtildiği gibi verilerin toplanmasını koordine edecek, verileri
analiz edecek ve sonuçlarının dağıtımını sağlayacaktır.
2 Taraflar bu fıkra uyarınca belirlenen veya oluşturulan kurumların Bölüm VIII uyarınca
alınan tedbirlerin genel mahiyeti hakkında bilgilendirilmelerini sağlayacaktır.
3 Taraflar bu fıkra uyarınca belirlenen veya oluşturulan kurumların, diğer tarafların
bünyesinde yer alan muadil kuruluşlarla doğrudan iletişim kurma ve ilişkiler oluşturma
yeteneğine sahip olmalarını sağlayacaklardır.

Madde 11 – Veri toplama ve araştırma

1 Taraflar bu Sözleşmenin uygulanması maksadıyla aşağıdakileri yapacaklardır:
a Bu Sözleşme kapsamında kalan her türlü şiddet olayıyla ilgili birleştirilmemiş istatiksel
veriyi düzenli aralıklarla toplayacaklardır;
b Bu Sözleşme kapsamında kalan her türlü şiddet olayının kökünde yatan nedenler ve
bunların etkileri, şiddet olayları, ceza oranlarının yanı sıra, bu Sözleşmenin
uygulanması için alınan tedbirlerin etkililiğini incelemek üzere, bu olaylarla ilgili
araştırmaları destekleyeceklerdir.
2 Taraflar bu Sözleşme kapsamında kalan her türlü şiddet olayının yaygınlığını ve nasıl bir
eğilim içinde olduğunu değerlendirmek üzere, düzenli aralıklarla halk anketleri yapmaya
gayret edeceklerdir.
3 Taraflar uluslararası işbirliğini harekete geçirmek ve bu alanda uluslararası standartların
yerleştirilmesini sağlamak üzere, bu fıkra uyarınca toplanan bilgileri bu Sözleşmenin
Madde 66’sında belirtilen uzmanlar grubuna vereceklerdir.
4 Taraflar bu fıkra uyarınca toplanan bilgilerin kamuoyunun erişimine açık olmasını
sağlayacaklardır.

Bölüm III – Önleme

Madde 12 – Genel yükümlülükler

1 Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin
toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer
uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel
davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.
2 Taraflar herhangi bir gerçek veya hükmi şahsiyetin bu Sözleşmenin kapsamında kalan her
türlü şiddet eylemini önleyecek gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.
3 Bu bölüm uyarınca alınan tüm tedbirlerle, belirli şartlar nedeniyle hassas konuma gelmiş
insanların ihtiyaçları göz önüne alınacak ve karşılanmaya çalışılacak ve tüm tedbirlerin
merkezinde mağdurların insan hakları yer alacaktır.
4 Taraflar özellikle gençler ve erkekler olmak üzere, toplumun tüm bireylerinin bu Sözleşme
kapsamındaki her türlü şiddet olayının önlenmesine aktif bir biçimde katkıda bulunmasını
teşvik etmeye yönelik gerekli tedbirleri alacaktır.
5 Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların bu Sözleşme
kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin
edeceklerdir.
6 Taraflar kadınların güçlendirilmesine yönelik program ve faaliyetlerin yaygınlaştırılması
için gerekli tedbirleri alacaklardır.

Madde 13 – Farkındalığın arttırılması

1 Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet eyleminin ortaya farklı şekillerde çıkışı
ve bu eylemlerin çocuklar üzerindeki etkisi ve bu şiddet eylemlerinin önlenmesi ihtiyacı
konusunda halk arasındaki farkındalığın ve anlayışın arttırılması için, yerine göre ulusal
insan hakları kuruluşları ve eşit haklar kuruluşları, sivil toplum kuruluşları ve özellikle de
kadın örgütleriyle işbirliği de dahil olmak üzere, düzenli olarak ve her düzeyde farkındalık
arttırıcı kampanya ve programları yaygınlaştıracak veya uygulayacaktır.
2 Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki şiddet eylemlerini önlemeye yönelik mevcut tedbirler
konusundaki bilgilerin halk arasında en geniş bir şekilde dağıtımını sağlayacaklardır.

Madde 14 – Eğitim

1 Taraflar, yerine göre, tüm eğitim seviyelerinde resmi müfredata, kadın erkek eşitliği,
toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel
ilişkilerde çatışmaların şiddete başvurmadan çözüme kavuşturulması, kadınlara karşı
toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişilik bütünlüğüne saygı gibi konuların, öğrencilerin
zaman içinde değişen öğrenme kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde dahil edilmesi için
gerekli tedbirleri alacaklardır.

2 Taraflar 1. fıkrada belirtilen ilkeleri yaygın eğitimin yanı sıra, spor, kültür ve eğlence
tesislerinde ve medyada yaygınlaştırılmasına yönelik gerekli tedbirleri alacaklardır.



Madde 15 – Profesyonel kadroların eğitilmesi

1 Taraflar, bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet eylemlerinin mağdurları veya
mağduriyete neden olanlar üzerinde çalışan ilgili profesyonel kadroların, söz konusu şiddet
olaylarının önlenmesi ve tespit edilmesi, kadın erkek eşitliği, mağdurların ihtiyaçları ve
haklarının yanı sıra, ikincil mağduriyetin önlenmesi konularında uygun bir şekilde eğitimini
sağlayacak veya bu eğitimi güçlendireceklerdir.

2 Taraflar 1. fıkrada sözü edilen eğitimin, bu Sözleşme kapsamındaki şiddet olayı vakalarının
çeşitli kurumlara sevkedildiklerinde kapsamlı ve uygun bir biçimde ilgilenilmelerini
mümkün kılmak üzere, birden fazla kurum ve kuruluş arasında koordineli işbirliği
konusunda eğitimi de içermesini teşvik edeceklerdir.



Madde 16 – Önleyici müdahale ve tedavi programları

1 Taraflar ileride meydana gelecek şiddet olaylarını önleme ve şiddete dayalı davranış
kalıplarını değiştirme amacıyla, aile içi şiddet girişiminde bulunanlar için, kişisel ilişkilerde
şiddete başvurmayan davranışlar benimsemeyi öğretmeye yönelik eğitim programları
oluşturulmasını veya desteklenmesini mümkün kılacak gerekli yasal veya diğer tedbirleri
alacaklardır.

2 Taraflar özellikle cinsel suç işleyenlerin yeniden suç işlemelerini önlemeye yönelik eğitim
programları oluşturulmasını veya desteklenmesini mümkün kılacak gerekli yasal veya diğer
tedbirleri alacaklardır

3 Taraflar 1. ve 2. fıkrada belirtilen tedbirleri alırken, mağdurların insan haklarının
emniyetinin ve desteklenmesinin başlıca kaygı olmasını ve yerine göre bu programların
mağdurlara yönelik özel destek hizmetleriyle yakın koordinasyon içinde oluşturulup
uygulanmasını temin edeceklerdir.



Madde 17 – Özel sektör ve medyanın katılımı

1 Taraflar, özel sektörü, bilgi ve iletişim teknolojisi sektörünü ve medyayı, bu sektörlerin
ifade özgürlüğüne ve bağımsızlığına gerekli saygıyı göstererek, kadına yönelik şiddeti
önlemeye ve kadın onuruna saygıyı arttırmaya yönelik politikaların oluşturulmasına ve
uygulanmasına ve bu konularda kılavuzların oluşturulmasına ve kendi kendini düzenleyici
standartların belirlenmesine katılmaya teşvik edecektir.

2 Taraflar özel sektör aktörleriyle işbirliği içinde, çocuklar, anne babalar ve eğitimciler
arasında, zararlı olabilecek, cinsel ve şiddet içeren aşağılayıcı içeriklere erişim sağlayan bilgi
ve iletişim ortamıyla nasıl baş edileceğine yönelik beceriler geliştirip yaygınlaştıracaktır.

Bölüm IV – Koruma ve destek

Madde 18 – Genel yükümlülükler

1 Taraflar tüm mağdurları daha başka şiddet eylemlerine karşı korumak için gerekli yasal ve
diğer tedbirleri alacaklardır.

2 Taraflar, iç hukukları uyarınca, bu Sözleşmenin 20 ve 22’nci maddelerinde belirtilen genel
ve uzman destek hizmetlerine sevk de dahil olmak üzere, mağdurları ve tanıkları bu Sözleşmenin kapsadığı her türlü şiddet eylemine karşı korur ve desteklerken; yargı birimleri,
savcılar, kolluk kuvvetleri, yerel ve bölgesel yönetimler dahil, ilgili tüm devlet kurumlarının
yanı sıra, sivil toplum kuruluşları ve ilgili diğer kurum ve kuruluşlarla etkili bir işbirliği için
uygun mekanizmaların mevcudiyetini temin etmek üzere, gerekli yasal ve diğer tedbirleri
alacaklardır.

3 Taraflar bu bölüm uyarınca alınan tedbirlerin:
– kadınlara karşı şiddetin ve aile içi şiddetin toplumsal cinsiyet boyutlu bir anlayışa
dayalı olmasını ve mağdurun insan haklarına ve emniyetine odaklanmasını,
– mağdurlar, mağduriyete neden olanlar ve çocuklar arasındaki ilişkileri ve bu
unsurların daha geniş toplumsal ortamını da göz önüne alan bütüncül bir yaklaşıma
dayalı olmasını,
– ikincil mağduriyetten kaçınılmasını amaçlamasını,
– Şiddetin kadın mağdurlarının güçlendirilmesini ve ekonomik bağımsızlığını
amaçlamasını,
– yerine göre çeşitli koruma ve destek sistemlerinin aynı binalarda bulunmasına imkan
sağlamasını,
– Çocuk mağdurlar dahil, hassas konumdaki insanların spesifik ihtiyaçlarına dönük
olmasını ve bu imkanların mağdurlara sağlanmasını temin edeceklerdir.

4 Söz konusu hizmetler, mağdurun şikayette bulunarak dava açmasından veya mağduriyete
neden olanlar hakkında ifade vermesinden bağımsız olarak sağlanacaktır.

5 Taraflar uluslararası hukuk uyarınca konsolosluk korumasına veya diğer tür korumaya
veya desteğe hakkı olan vatandaşlarına ve diğer mağdurlara bu tür hizmetleri sağlamak
üzere uygun tedbirleri alacaklardır.



Madde 19 – Bilgi

Taraflar mağdurların mevcut destek hizmetleri ve yasal tedbirler konusunda
anlayabildikleri bir dilde yeterli ve zamanında bilgi almalarını sağlayacak gerekli yasal veya
diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 20 – Genel destek hizmetleri

1 Taraflar mağdurların şiddet eylemi sonrasında iyileşmelerini kolaylaştıracak hizmetlere
erişimini sağlayacak gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır. Bu tedbirlere
gerektiğinde, yasal ve psikolojik danışmanlık hizmetleri, finansal yardım, konut sağlama,
eğitim, öğretim ve iş bulma yardımı da dahil olacaktır.

2 Taraflar mağdurların sağlık hizmetlerine ve sosyal hizmetlere erişim sağlamalarını ve söz
konusu servislerin yeterli kaynağı olmasını ve hizmeti sağlayacak profesyonel kadroların
mağdurlara yardımcı olacak ve onları uygun hizmet birimlerine sevk edecek şekilde
eğitilmelerini temin edecek yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.

Madde 21 – Bireysel/toplu şikayetlerde sağlanacak yardım

Taraflar mağdurların ilgili bölgesel ve uluslararası bireysel/toplu şikayet mekanizmalarıyla
ilgili bilgi sahibi olmalarını ve söz konusu mekanizmalara erişimini temin edeceklerdir.
Taraflar mağdurlara, bu tür şikayetlerde bulundukları sırada duyarlı ve bilgileye dayalı bir
yardım sağlanmasını destekleyecek ve yaygınlaştıracaklardır.



Madde 22 – Uzman destek hizmetleri

1 Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki şiddet eylemlerine maruz kalmış mağdurlara, yeterli bir
coğrafi dağılım çerçevesinde, derhal, kısa ve uzun dönemli uzman destek hizmetleri
sağlanması ve bu yönde gerekli düzenlemelerin yapılması için gerekli yasal ve diğer
tedbirleri alacaklardır.

2 Taraflar tüm şiddet mağduru kadınlara ve çocuklarına uzmanlık gerektiren kadın destek
hizmetlerini sağlayacak ve bu yönde gerekli düzenlemeleri yapacaklardır.



Madde 23 – Barınaklar

Taraflar mağdurlara, ve özellikle kadın ve çocuklara, kalacak güvenli yer sağlamak üzere
uygun, yeterli sayıda kolayca erişilebilir barınaklar oluşturmak ve mağdurların yardımına
proaktif bir biçimde koşmak üzere gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 24 – Telefon yardım hatları

Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak telefonla arayanlar
için, gizliliğe bağlı kalarak veya arayanların kimliklerinin açıklanmamasına gereken dikkati
göstererek, ülke çapında 7 gün 24 saat esasına göre faaliyet gösteren ücretsiz telefon
hatlarının oluşturulması için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 25 – Cinsel şiddet mağdurlarına destek

Taraflar mağdurlar için tıbbi ve adli tıp muayenesi yapmak, travma desteği ve danışmanlık
hizmetleri sağlamak üzere uygun, yeterli sayıda ve kolayca erişilebilen, ırza geçmeyle ilgili
kriz merkezleri veya cinsel şiddet sevk merkezleri oluşturmak üzere gerekli yasal veya
diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 26 – Çocuk tanıkların korunması ve bunlara destek sağlanması

1 Taraflar mağdurlara koruma ve destek hizmetleri sağlanırken, bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet olayının çocuk tanıklarının haklarının ve ihtiyaçlarının gerektiği gibi
biçimde göz önüne alınması maksadıyla gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.

2 Bu madde uyarınca alınacak tedbirlere bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet olayının
çocuk tanıklarına, yaşlarına uygun psikososyal danışmanlık hizmeti dahil edilecek ve söz
konusu tedbirlerle çocuğun menfaatlerine uygun olarak gereken ilgi gösterilecektir.



Madde 27 – Haber verme

Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki şiddet eylemlerinin gerçekleştirilmesine tanık olan veya
bu tür eylemlerin gerçekleştirildiğine veya müteakip şiddet eylemlerinin gerçekleştirilebileceğine dair makul gerekçeleri olan şahısların bunu yetkili makamlara bildirmelerini teşvik etmeye yönelik gerekli tedbirleri alacaklardır.



Madde 28 – Profesyonel kadroların bildirimleri

Taraflar iç hukukun belirli meslek sahiplerine getirdiği mahremiyet ilkesinin, uygun
koşullar altında, söz konusu meslek erbabının bu Sözleşme kapsamında yer alan ciddi bir
şiddet eyleminin gerçekleştirildiğine dair makul nedenleri olması halinde, böyle bir şiddet
eyleminin gerçekleştirildiğini ve müteakip ciddi şiddet eylemlerinin
gerçekleştirilebileceğini, yetkili kurum veya makamlara bildirmesinin önünde engel teşkil
etmemesini temin etmek üzere gerekli tedbirleri alacaklardır.
Bölüm V – Esasa müteallik hukuk

Madde 29 – Hukuk davaları ve hukuk yolları
1 Taraflar mağdurun saldırgana karşı yeterli hukuki yollara başvurmasını sağlayacak yasal
veya diğer tedbirleri alacaklardır.
2 Taraflar mağdurlara, uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak, güç ve yetkileri
dahilinde gerekli önleyici veya koruyucu tedbirleri almayan devlet makamlarına karşı yeterli
hukuki yolların sağlanması için gerekli yasal veya diğer önlemleri alacaklardır.



Madde 30 – Tazminat

1 Taraflar mağdurların bu Sözleşmede belirlenen herhangi bir suç nedeniyle faillerden
tazminat talep etme hakkına sahip olmasını temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer
tedbirleri alacaklardır.

2 Hasarın fail, sigorta şirketi veya finansmanı devletçe sağlanan sağlık ve sosyal sigorta
hükümlerince karşılanmaması halinde, ciddi bedensel yaralanma veya sağlık bozukluğuna
uğrayanlara yeterli Devlet tazminatı sağlanacaktır. Bu durum, mağdurun emniyetine
gereken dikkat sarfedilmesi koşuluyla, Tarafların, söz konusu tazminatın, fail tarafından
verilen tazminat kadar azaltılması talep etmesini ihtimal dışı bırakmaz.

3 2. fıkra uyarınca alınacak tedbirler, tazminatın makul bir süre içinde verilmesini teminat
altına alacaktır.



Madde 31 – Velayet altına alma, ziyaret hakları ve emniyet

1 Taraflar çocukların velayetinin ve ziyaret haklarının belirlenmesinde, bu Sözleşme
kapsamındaki şiddet olaylarının göz önüne alınmasını temin edecek gerekli yasal veya diğer
tedbirleri alacaklardır.

2 Taraflar herhangi bir ziyaret hakkı veya velayet hakkının kullanılmasının mağdurun veya
çocukların haklarını veya emniyetini tehlikeye düşürmemesini sağlayacak gerekli yasal veya
diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 32 – Zorla evlendirmelerin doğuracağı hukuki sonuçlar

Taraflar mağdura gereksiz bir parasal veya idari yük getirmeksizin, zorla gerçekleştirilen
evliliklerin geçersiz ve hükümsüz kılınabilmesini veya sona erdirilmesini temin edecek
yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 33 – Psikolojik şiddet

Taraflar bir şahsın psikolojik bütünlüğünü zorlamayla veya tehditlerle ciddi bir şekilde
bozmaya yönelik kasıtlı girişimlerin cezalandırılmasını temin edecek gerekli yasal veya
diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 34 – Taciz amaçlı takip

Taraflar başka bir şahsa yönelik olarak gerçekleştirilen ve bu şahsı, şahsın kendisini
güvende hissetmesini önleyecek şekilde korkutacak, kasıtlı bir biçimde tekrarlanan
tehditkar davranışların cezalandırılmasını temin edecek gerekli yasal veya diğer tedbirleri
alacaklardır.

Madde 35 – Fiziksel şiddet

Taraflar başka bir şahsa karşı kasten fiziksel şiddet eylemlerinde bulunmanın
cezalandırılmasını temin edecek gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 36 – Irza geçme de dahil olmak üzere cinsel şiddet eylemleri

1 Taraflar aşağıdaki kasten gerçekleştirilen eylemlerin cezalandırılmasını sağlamak üzere
gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır:
a başka bir insanla, rızası olmaksızın, herhangi bir vücut parçasını veya cismi kullanarak,
cinsel nitelikli bir vajinal, anal veya oral penetrasyon gerçekleştirmek;
b bir insanla, rızası olmaksızın, cinsel nitelikli diğer eylemlere girişmek;
c Başka bir insanın, rızası olmaksızın, üçüncü bir insanla cinsel nitelikli eylemlere
girmesine neden olmak.

2 Rıza, mevcut koşullar bağlamında değerlendirilmek üzere, şahsın özgür iradesi sonucunda
gönüllü olarak verilmelidir.

3 Taraflar 1. fıkrada yer alan hükümlerin aynı zamanda iç hukukta kabul edilmiş olan, eski
veya mevcut eşlere veya birlikte yaşayan bireylere karşı gerçekleştirilmiş eylemler için de
geçerli olmasının temin edilmesi için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.





Madde 37 – Zorla yapılan evlilikler

1 Taraflar bir yetişkini veya çocuğu kasten evliliğe zorlamanın cezalandırılmasını temin
etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.

2 Taraflar, bir yetişkinin veya çocuğun, ikamet ettiği Taraf veya Devletten farklı bir Tarafa
veya devlete, söz konusu yetişkini veya çocuğu evliliğe zorlama amacıyla kasten
kandırılarak götürülmesinin cezalandırılmasını temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer
tedbirleri alacaklardır.



Madde 38 – Kadın sünneti
Taraflar aşağıda belirtilen kasten gerçekleştirilen eylemlerin cezalandırılmasını temin etmek
üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır:
a kadının labia majora, labia minora veya klitorisinin tümünün kesilip çıkartılması, labia
majoranın kenarlarının birleştirilmesi veya başka türlü bir kesmeye tabi tutulması;
b bir kadını a fıkrasına belirtilen eylemlerden birine maruz kalmaya zorlama veya bu
eylemleri bir kadına yaptırmak;
c bir genç kızı a bendinde belirtilen eylemlerden herhangi birine teşvik etmek, zorla
maruz bırakmak veya bunları bizzat kendisine uygulatmak

Madde 39 – Kürtaja ve kısırlaştırmaya zorlama

Taraflar aşağıda belirtilen kasti eylemlerin cezalandırılmasını temin etmek üzere gerekli
yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır:
a kadına, önceden bilgilendirilmiş olurunu almadan kürtaj uygulamak;
b Bir kadının önceden bilgilendirilmiş onayı olmaksızın ve kadın söz konusu usulün
mahiyetini anlamaksızın, kadının doğal üreme kapasitesini sona erdirme maksatlı veya
bu etkiyi doğuran bir ameliyat yapmak.



Madde 40 – Cinsel taciz

Taraflar bir şahsın onurunu ihlal etme etkisi yaratan veya bu maksatla gerçekleştirilen, ve
özellikle de aşağılayıcı, düşmanca, hakaretamiz, küçük düşürücü veya saldırgan bir ortam
yaratırken, her türlü istenmeyen, cinsel mahiyette sözlü veya sözlü olmayan veya fiziksel
davranışın cezai veya diğer yasal yaptırıma tabi olmasını temin etmek üzere gereki yasal
veya diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 41 – Yardımcı olmak ve yataklık yapmak ve yeltenmek

1 Taraflar bu Sözleşmenin Madde 33,34,35,36,37,38.a ve 39. Maddelerince belirlenmiş suçların
işlenmesine, bu suçlar kasten işlendiğinde, yardımcı olmak ve yataklık yapmanın suç olarak
kabul edilmesi için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.

2 Taraflar, kasten işlendiğinde, bu Sözleşmenin madde 35,36,37,38.a ve 39. Maddelerince
belirlenmiş suçları işleme girişimlerinin suç kabul edilmesi için gerekli yasal veya diğer
önlemleri alacaklardır.



Madde 42 – Sözde “namus” adına işlenen suçlar da dahil olmak üzere, işlenen suçlar
için gerekçelerin kabul edilmemesi

1 Taraflar bu Sözleşme kapsamında kalan şiddet eylemlerinin gerçekleştirilmesinden sonra
başlatılan ceza davalarında kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus”un gerekçe olarak
öne sürülmesinin önlenmesini temin etmek üzere, gerekli yasal veya diğer tedbirleri
alacaklardır.

2 Taraflar, herhangi bir şahsın bir çocuğu 1. fıkradaki eylemleri gerçekleştirmeye
kışkırtmasının, yapılan eylemlerle ilgili olarak söz konusu şahsın cezai sorumluluğunu
ortadan kaldırmasının önlenmesini temin etmek üzere, gerekli yasal veya diğer tedbirleri
alacaklardır.



Madde 43 – Cezai suçların uygulanması

Bu Sözleşme uyarınca belirlenen suçlar, mağdurla fail arasındaki ilişkinin mahiyetinden
bağımsız olarak geçerli olacaktır.



Madde 44 – Yargı yetkisi

1 Taraflar suçun aşağıdaki hallerde işlenmesi halinde, bu Sözleşme uyarınca belirlenen
herhangi bir suçla ilgili olarak yargı yetkisi oluşturmak üzere gerekli yasal veya diğer
tedbirleri alacaklardır:
a kendi topraklarında; veya
b kendi bandıralarını taşıyan bir gemide; veya
c kendi yasalarına göre tescil edilmiş bir uçakta; veya
d kendi vatandaşlarından biri tarafından; veya
e normal ikametgahı kendi topraklarında olan bir şahıs tarafından işlenmesi halinde.

2 Taraflar söz konusu suçun vatandaşlarından birine veya normal olarak kendi topraklarında
ikamet eden birine karşı işlenmesi halinde, bu Sözleşmede belirlenen herhangi bir suçla ilgili
olarak yargı yetkisi oluşturmaya yönelik gerekli yasal veya diğer tedbirleri almaya
çalışacaklardır.

3 Bu Sözleşmenin Madde 36,37,38 ve 39 uyarınca belirlenen suçların kovuşturulması için,
taraflar yargı yetkilerinin söz konusu eylemlerin işlendikleri topraklarda cezalandırılması
koşuluna tabi olmasının önlenmesini temin etmek üzere, gerekli yasal veya diğer tedbirleri
alacaklardır.

4 Bu Sözleşmenin Madde 36,37,38 ve 39’u uyarınca belirlenen suçların kovuşturulması için,
taraflar 1 d ve e fıkralarına ilişkin yargı yetkisinin, kovuşturmanın ancak mağdurun eylemi
haber vermesinden sonra veya Devlet’in suçun işlendiği yerle ilgili bilgiyi sağlaması halinde
başlatılması koşuluna bağlı olmasınıın önlenmesini temin etmek üzere, gerekli yasal veya
diğer tedbirleri alacaklardır.

5 Taraflar, eylemi icra ettiği iddia edilen failin kendi topraklarında bulunduğu hallerde ve söz
konusu şahsı sırf milliyetine istinaden üçüncü bir tarafa teslim etmedikleri durumlarda, bu
Sözleşmede belirlenen suçlarla ilgili yargı yetkisini oluşturmak üzere gerekli yasal veya
diğer tedbirleri alacaklardır.

6 Birden fazla Taraf bu Sözleşme uyarınca belirlenen ve işlendiği iddia edilen bir suçla ilgili
yargı yetkisi talebinde bulunduğunda, ilgili taraflar, yerine göre, kovuşturma için en iyi
yargı yetkisini belirleme amacıyla birbirleriyle istişarede bulunacaklardır.

7 Uluslararası hukukun genel kuralları saklı kalmak kaydıyla, bu Sözleşme, Taraflardan
birinin kendi iç hukukuna dayalı olarak icra edeceği cezai yargı yetkisini uygulamadan hariç
tutmaz.



Madde 45 – Yaptırımlar ve tedbirler

1 Taraflar Bu Sözleşme uyarınca belirlenen suçların, ciddiyetleri dikkate alınarak, etkili,
orantılı ve caydırıcı cezalarla cezalandırılması için gerekli yasal veya diğer tedbirleri
alacaklardır.

2 Taraflar faillerle ilgili olarak aşağıda belirtilen diğer tedbirler de alabilirler:
– hüküm giyen şahısların izlenmesi veya bu şahısların kontrol altında tutulması;
– Çocuğun menfaatleri, ki buna çocuğun güvenliği de dahildir, başka bir şekilde teminat
altına alınamıyorsa velayet haklarının geri alınması.



Madde 46 – Cezayı ağırlaştırıcı koşullar

Taraflar, aşağıdaki koşulların, bu koşulların söz konusu suçun halihazırda temel unsurlarını
oluşturmadığı hallerde, iç hukukun ilgili hükümlerine uygun olarak, bu Sözleşmede
belirlenen suçlarla ilgili olarak verilecek cezanın belirlenmesinde ağırlaştırıcı koşullar olarak
göz önünde bulundurulabileceğini temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri
alacaklardır:
a suçun, iç hukukun kabul ettiği eski veya mevcut bir eşe veya birlikte yaşanan bireye
karşı, aile fertlerinden biri tarafından, mağdurla birlikte ikamet eden biri tarafından
veya yetkisini suistimal eden biri tarafından işlendiği hallerde;
b suçun veya suçların mükerrer olarak işlenmesi halinde;
c suçun belirli şartlar nedeniyle hassas konuma gelmiş bir bireye karşı işlenmesi halinde;
d suçun bir çocuğa karşı veya çocuğun huzurunda işlenmesi halinde;

e suçun iki veya daha fazla insan tarafından birlikte hareket ederek işlenmesi halinde;
f suçtan önce veya suçun işlenmesi esnasında çok aşırı düzeylerde şiddet uygulanmış
olması halinde;
g suçun silah kullanarak veya silah tehdidiyle işlenmiş olması halinde;
h suçun mağdura ağır fiziksel veya psikolojik zarar vermesi halinde;
i Failin daha öncede de benzer suçlardan hüküm giymiş olması halinde.



Madde 47 – Başka bir Tarafça verilen hükümler

Taraflar ceza hükmünü belirlerken, bu Sözleşme uyarınca belirlenen suçlarla ilgili olarak
başka bir Tarafça verilen nihai hüküm olasılığını da göz önüne alarak gerekli yasal veya
diğer tedbirleri alacaklardır.

Madde 48 – Zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerinin veya hüküm vermenin
yasaklanması

1 Taraflar bu Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak,
arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere, zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif
süreçlerini yasaklamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.

2 Taraflar bir para cezasının ödenmesinin emredilmesi halinde, failin mağdura karşı finansal
yükümlülüklerini yerine getirebilme yeteneğinin gereken biçimde hesaba katılmasının temin
edilmesi için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.

Bölüm VI – Soruşturma, kovuşturma, usul hukuku ve koruyucu tedbirler

Madde 49 – Genel yükümlülükler

1 Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet olayı ile ilgili soruşturma ve yasal
işlemlerin, bir yandan cezai işlemlerin tüm safhalarında mağdurun hakları dikkate alınırken,
gereksiz bir gecikme olmaksızın sürdürülmesini temin etmek üzere gerekli yasal ve diğer
tedbirleri alacaklardır.

2 Taraflar temel insan haklarına uygun bir biçimde ve toplumsal cinsiyet temelli bir şiddet
eylemi anlayışıyla, Sözleşme uyarınca belirlenen suçların etkili bir biçimde soruşturulup
kovuşturulmasını temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 50 – Ani mukabele, önleme ve koruma

1 Taraflar sorumlu kolluk kuvveti birimlerinin bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet
eylemine karşı, mağdurlara yeterli korumayı derhal sağlayarak süratle ve gereken biçimde
mukabelede bulunmalarını temin edecek gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.

2 Taraflar önleyici operasyonel tedbirler ve kanıt toplama da dahil olmak üzere, sorumlu
kolluk kuvveti birimlerinin bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet eylemini süratle ve
uygun bir biçimde önlemesi ve bunlara karşı koruma sağlamasını temin edecek gerekli yasal
veya diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 51 – Risk değerlendirmesi ve risk yönetimi

1 Taraflar riski yönetmek ve gerektiğinde koordineli bir biçimde emniyet ve destek temin
etmek üzere tüm yetkili makamların ölüm riski, durumun ciddiyeti ve şiddet eyleminin
tekrarlanması riskini değerlendirmelerini temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer
tedbirleri alacaklardır.

2 Taraflar 1. fıkrada belirtilen değerlendirmede, soruşturmada ve koruyucu tedbirler
uygulamasının her aşamasında, bu Sözleşme kapsamındaki şiddet eylemlerini
gerçekleştirenlerin ateşli silahlara sahip olduğunun göz önüne alınmasını temin etmek üzere
gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 52 – Acil durumlarda uzaklaştırma emirleri

Taraflar, yetkili makamlara, ani tehlike durumlarında, aile içi şiddet faillerinin, mağdurun
veya risk altındaki şahsın ikametgahını yeterli bir süre için terk etme emri verme ve faillerin
mağdurun veya risk altındaki şahsın ikametgahına girmesini veya mağdurla veya risk
altındaki şahısla temas etmesini yasaklama yetkisi verilmesini temin edecek yasal veya
diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 53 – Engelleme veya koruma emirleri

1 Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet mağdurlarının uygun engelleme veya
koruma emirlerinden yararlanmasını temin edecek gerekli yasal veya diğer tedbirleri
alacaklardır.

2 Taraflar 1. fıkrada sözü edilen engelleme emirlerinin aşağıdaki niteliklere sahip olmasını
temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır:
– söz konusu emirler mağdurun derhal korunmasını sağlayacak ve mağdura gereksiz
finansal veya idari yük getirmeyecektir;
– belirli bir süre için veya bu süreyle ilgili bir değişiklik yapılıncaya veya yürürlükten
kalkıncaya kadar verilecektir;
– gerektiğinde derhal yürürlüğe (ex parte) girecektir;
– diğer yargı süreçlerinden bağımsız olarak veya bunlara ilaveten verilebilecektir;
– daha sonra başlatılabilecek yargı süreçlerine dahil edilmesi mümkün olacaktır.

3 Taraflar 1. fıkrada saptanan kısıtlama veya koruma emirlerinin ihlallerin etkili, orantılı ve
caydırıcı cezai veya diğer yasal yaptırımlara tabi olmasını sağlamak üzere gereken yasal veya
diğer tedbirleri alır.



Madde 54 – Soruşturmalar ve kanıtlar

Taraflar herhangi bir hukuk veya ceza davasında mağdurun cinsel geçmişi ve davranışıyla
ilgili var olan kanıtlara yalnızca davayla ilgili ve gerekliyse izin verilmesini temin etmek
üzere gerekli yasal veya diğer önlemleri alacaktır.



Madde 55 – Ex parte (nizasız) ve ex officio (re’sen) yargılama

1 Taraflar, bu Sözleşme’nin 35, 36, 37, 38 ve 39. maddelerinde belirlenen suçlarla ilgili
soruşturma ve kovuşturmaların, suçun kısmen veya tamamen kendi topraklarında işlenmiş
olması durumunda, mağdurun ifadesine veya şikayetine bağlı olmaksızın ve mağdurun
ifadesini veya şikayetini geri çekmesi durumunda dahi devam edebilmesini temin
edeceklerdir.

2 Taraflar, kendi iç hukuk kurallarının öngördüğü koşullara uygun biçimde, bu Sözleşme’de
belirlenen suçlarla ilgili olarak yürütülen soruşturma ve yargı süreçlerinde mağdurun kendi
talebi doğrultusunda kamu kuruluşlarından ve sivil toplum kuruluşlarından ve aile içi
şiddet danışmanlarından yardım ve/veya destek almasına olanak sağlamak üzere gereken
yasal veya diğer tedbirleri alacaktır.



Madde 56 – Koruma tedbirleri

1 Taraflar soruşturmaların ve yargı sürecinin tüm safhalarında, özellikle aşağıdakileri
sağlayarak, mağdurların, tanık olarak özel ihtiyaçları da dahil olmak üzere, haklarını ve
çıkarlarını koruyacak yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır:
a mağdurların, ailelerinin ve tanıkların, sindirmeye, misillemeye ve tekrar mağdur
bırakılmaya karşı korunmalarını sağlayacaklardır;
b mağdurun en azından kendisinin veya ailesinin tehlikede olabileceği durumlarda,
failin kaçması veya geçici veya kesin olarak serbest bırakılması halinde mağdurun
bilgilendirilmesini sağlamak;
c mağdurlara, iç hukuk kurallarının öngördüğü koşullar altında, hakları ve
faydalanabilecekleri hizmetler ve şikayetlerinin takibi, masraflar, soruşturma veya
davaların genel gelişimi ve mağdurların bu süreç içindeki rolleri, ve davalarının
sonuçları hakkında bilgi vermek;
d mağdurun iç hukuk kurallarının usulüne uygun olarak duruşmalara katılmasını,, kanıt
temin etmesini ve kendi görüşlerini, ihtiyaçlarını ve kaygılarını doğrudan veya bir
aracı vasıtasıyla sunmasını ve bunların dikkate alınmasını sağlamak;
e mağdurlara haklarının ve menfaatlerinin usule uygun olarak arz edilmesi ve dikkate
alınması için uygun destek hizmetleri sağlamak;
f mağdurun mahremiyetini ve görüntüsünü korumak için tedbirlerin alınabilmesini
temin etmek;
g mağdur ile failler arasında temastan mahkemede ve kolluk kuvvetlerinin binalarında,
mümkün olduğu ölçüde kaçınmak;
h davaya taraf olarak katılan veya kanıt sunan mağdurlara bağımsız ve yetkin
çevirmenler sağlamak;
i iç hukuk kurallarına uygun biçimde, mağdurun, varsa uygun iletişim teknolojilerinden
yararlanarak, mahkeme salonuna gitmeden veya en azından fail olduğu iddia edilen
kişinin mahkeme salonunda bulunmadığı bir ortamda ifade vermesini sağlamak

2 Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet mağduru ve tanığı olan bir çocuğa, çocuğun çıkarları
ilkesini dikkate alınarak, yerine göre, özel koruma önlemleri sağlanacaktır.



Madde 57 – Hukuki yardım

Taraflar, mağdurların iç hukuk kurallarının öngördüğü koşullar altında hukuki yardım ve
ücretsiz adli yardım alma hakkını sağlayacaklardır.



Madde 58 – Zaman aşımı

Taraflar, bu Sözleşme’nin 36, 37, 38 ve 39. maddelerinde tanımlanan suçlarla ilgili yasal
işlemlerin başlatılması için öngörülen zaman aşımı süresinin, mağdurun reşit olmasından
sonra etkili bir dava sürecini başlatmaya olanak tanıyacak şekilde, yeterli bir süre devam
etmesini ve suçun ağırlığıyla orantılı olarak sağlamak üzere gereken yasal veya diğer
tedbirleri alacaktır.

Bölüm VII – Göç ve iltica

Madde 59 – Oturma izni

1 Taraflar, ikametgâh durumu iç hukuk tarafından tanınan eş veya birlikte yaşanan bireye
bağlı olan mağdurlara, evliliğin veya ilişkinin bozulması durumunda özellikle zor
koşullarda, başvuru üzerine, evliliğin veya ilişkinin süresini dikkate almaksızın eşten
bağımsız oturma izninin verilmesini sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri
alacaktır. Eşten bağımsız oturma izninin verilmesine ve süresine ilişkin koşullar iç hukuk
tarafından belirlenir.

2 Taraflar ikametgâh durumu iç hukuk tarafından tanınan eş veya birlikte yaşanan bireye
bağlı olan mağdurların ikametgah nedeniyle başlatılan sınır dışı işlemlerini bağımsız oturma
izni için başvurmalarına olanak sağlayacak şekilde durdurabilmelerini sağlamak üzere
gereken yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.

3 Taraflar, aşağıdaki durumlardan biri veya her ikisi birden söz konusu olduğunda
mağdurlara yenilenebilir oturma izni verecektir:
a yetkili makamların, mağdurların, kişisel durumlarının bir gereği olarak ülkede
kalmalarının gerekli olduğunu uygun bulması halinde;
b yetkili makamların mağdurların, soruşturma veya cezai işlemler sırasında yetkili
makamlarla işbirliği içinde olmaları amacıyla ülkede kalmalarının gerekli olduğunu
uygun bulması halinde

4 Taraflar evlilik amacıyla başka bir ülkeye getirilen ve bunun sonucunda normal olarak
yaşadıkları ülkenin oturma iznini kaybeden zorla evlilik mağdurlarına, izinlerini geri
alabilmelerini temin etmek üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 60 – Toplumsal cinsiyete dayalı iltica talepleri

1 Taraflar kadına yönelik, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin, Mültecilerin Statüsüne İlişkin
1951 Sözleşmesi 1A(2) Maddesi anlamında zulüm olarak ve tamamlayıcı/ ikincil korumayı
gerektiren ciddi bir hasar biçimi olarak tanınabilmesini temin etmek üzere gerekli yasal veya
diğer tedbirleri alacaklardır.

2 Taraflar, Sözleşme’de tanımlanan tüm gerekçelerin toplumsal cinsiyete duyarlı bir şekilde
yorumlanmasını ve bu gerekçelerden herhangi biri veya bir kaçı nedeniyle zulüm görme
tehlikesi söz konusuysa, başvuru sahiplerine, yürürlükteki ilgili hukuki vasıtalara göre
mülteci statüsünün tanınmasını temin edeceklerdir.

3 Taraflar iltica başvurusu yapanlar için toplumsal cinsiyete duyarlı ülkeye kabul usullerinin
ve destek hizmetlerinin yanı sıra, toplumsal cinsiyet yönergelerini ve mülteci statüsünün
belirlenmesi ve uluslararası koruma için başvuruyu da kapsayan, toplumsal cinsiyete duyarlı
sığınma usullerini oluşturmak için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.



Madde 61 – Geri göndermeme

1 Taraflar, uluslararası hukuk çerçevesindeki yükümlülükleri uyarınca geri göndermeme
ilkesinin tanınması için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaktır.

2 Taraflar statüsü ve ikamet durumuna bakılmaksızın, korumaya muhtaç, kadına yönelik
şiddet mağdurlarının hayatlarının risk altında olabileceği veya işkenceye veya insanlık dışı
muameleye veya cezalandırılmaya maruz kalabilecekleri hiçbir ülkeye hiçbir durum altında
iade edilmeyeceklerini güvence altına almak üzere gerekli yasal veya diğer önlemleri
alacaklardır.

VIII. Bölüm – Uluslararası işbirliği

Madde 62 – Genel prensipler

1 Taraflar, bu Sözleşmenin hükümlerine uyarak, medeni hukuk ve ceza hukuku konularında
işbirliğine ilişkin uluslararası ve bölgesel anlaşmaları ve belgeleri uygulayarak, ortak veya
karşılıklı mevzuat ve iç hukuk kuralları esas alınarak üzerinde mutabakata varılmış
düzenlemeleri uygulayarak, ve mümkün olan en kapsamlı şekilde, aşağıdaki amaçlara
yönelik olarak işbirliği yapacaklardır:
a bu Sözleşmenin kapsamına giren her türlü şiddet eyleminin önlenmesi, bunlarla
mücadele edilmesi ve bunların kovuşturulması;
b mağdurların korunması ve mağdurlara destek sağlanması;
c bu Sözleşmeye göre suç olarak kabul edilen eylemler hakkında soruşturmaların ve
yasal sürecin yürütülmesi;
d Koruma emirleri dahil olmak üzere, Tarafların yargı makamlarınca bu konuya ilişkin
verdikleri hukuki ve cezai kararlarının uygulanması.

2 Taraflar, bu Sözleşme uyarınca suç olarak tanımlanan bir eylemin mağdurlarının, bu suç
ikamet ettikleri ülkeden başka bir Taraf devletin topraklarında gerçekleştiği takdirde,
ikamet ettikleri Devletin yetkili makamlarına şikayet başvurusunda bulunabilmelerini temin
etmek üzere gereken yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.

3 Bu sözleşmeye Taraf başka bir devlet ile, cezai konularda, suçluların iadesinde veya o
devletin verdiği hukuk ve ceza davaları kararlarının uygulanmasında, aralarında yapmış
oldukları anlaşmaya dayanarak hukuki konularda karşılıklı yardımlaşmada bulunan bir
Taraf, böyle bir anlaşma yapmadığı başka bir Taraftan, kendisine hukuki işbirliği talebi
geldiğinde, bu Sözleşmenin tanımladığı suçlara ilişkin cezai konularda, suçluların iadesinde
veya bu Sözleşmeye Taraf o ülkenin hukuk veya ceza davaları kararlarının uygulanmasında
karşılıklı hukuki yardımlaşmada bulunabilmek için bu Sözleşmeyi hukuki temel olarak
alabilir.

4 Taraflar, kadınlara yönelik şiddetin ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadele
edilmesi çabalarını, üçüncü Devletlerin yararlanacağı kalkınma amaçlı yardım
programlarıyla, gereken yerlerde bütünleştirecekler, Madde 18, 5. fıkra uyarınca
mağdurların korunmasını kolaylaştırmak amacıyla üçüncü Devletlerle ikili ve çok taraflı
anlaşmalar yapacaklardır.

Madde 63 – Risk altındaki kişilerle ilgili tedbirler

Taraflardan herhangi birinin, edindiği bilgilere dayanarak, bir kişinin başka bir Taraf ülkede
bu Sözleşmenin Madde 36, 37 38 ve 39’da belirtilen şiddet eylemlerine her an maruz kalma
riski altında olduğunu düşünmek için makul nedenleri varsa, bilgilere sahip olan bu Tarafın
elindeki bilgileri, gerekli tedbirlerin alınmasını sağlamak amacıyla, gecikmeksizin diğer
Tarafa iletmesi teşvik edilmektedir. Risk altındaki kişinin çıkarları açısından, mümkün olan
her yerde bu bilgilere, korumayla ilgili mevcut hükümlerin ayrıntıları da dahil edilmelidir.



Madde 64 – Bilgilendirme

1 Önlemler alması talep edilen Taraf, talep eden Tarafı bu konuda atılan adımların sonuçları
hakkında derhal bilgilendirecektir. Talep edilen Taraf, önlemlerin alınmasını talep eden
Tarafı, amaçlanan faaliyetlerin yerine getirilmesini engelleyen veya önemli derecede
geciktirme ihtimali olan koşullardan da gecikmeksizin haberdar edecektir.

2 Taraflardan biri, karşıdan bir talep gelmeksizin, kendi yaptığı soruşturmalar çerçevesinde
edindiği bilgileri, bu bilgilerin karşı Tarafa bu Sözleşmede belirtilen suçları önlemede veya
bu suçlara ilişkin soruşturma ve kovuşturma başlatılmasında veya yürütülmesinde yardımcı
olacağını düşünüyorsa veya söz konusu karşı Tarafın bu konuyla ilgili işbirliği talebi
olacağını düşünüyorsa, kendi iç hukukunun izin verdiği ölçüde diğer Tarafa iletebilir.

3 2. Fıkra uyarınca herhangi bir bilgi edinen bir Taraf, uygun görüldüğü takdirde, yargı
sürecinin başlatılması veya bu bilgilerin hukuki ve cezai kovuşturmada göz önüne alınması
için bu bilgileri kendi yetkili makamlarına ulaştıracaktır.



Madde 65 – Verilerin Korunması

Kişisel veriler, Kişisel Verilerin Otomatik İşlenmesinde Bireylerin Korunması Sözleşmesinin
Taraflara getirdiği yükümlülükler gereğince saklanacak ve kullanılacaktır (ETS No. 108).

IX. Bölüm – İzleme yöntemi

Madde 66 – Kadınlara yönelik şiddetle ve aile içi şiddetle mücadele konusunda
uzmanlar grubu

1 Kadınlara yönelik şiddetle ve aile içi şiddetle mücadele konusunda uzmanlar Grubu
(bundan böyle “GREVIO” olarak anılacaktır) bu Sözleşmenin Taraflarca uygulanmasını
izleyecektir.

2 GREVIO en az 10, en çok da 15 üyeden oluşacak, üyelerin cinsiyet ve coğrafi bölge
açısından dengeli olması, ayrıca farklı konularda uzmanlaşmış olmaları gözetilecektir.
Üyeler, dört yıllık bir görev süresi için Tarafların aday gösterdiği kimseler arasından
Taraflar Komitesince seçilecek; üyeler ancak bir dönem daha görev yapabilecek ve Taraf
ülkelerin vatandaşları arasından seçilecektir.

3 10 üyenin ilk seçimi bu Sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde
yapılacaktır. Diğer 5 üyenin seçimi ise 25inci ülke onayladığında veya katıldığında
gerçekleşecektir.

4 GREVIO üyelerinin seçimi şu prensiplere göre yapılacaktır:
a yüksek ahlaki değerlere sahip bir kişiliği olan; insan hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği,
kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddet, veya mağdurlara yardımcı olma veya onları
koruma konularında yetkinlikleri kabul edilmiş, veya bu Sözleşmenin kapsadığı alanlarda
mesleki deneyimi olan kişiler arasından şeffaf usuller ile seçileceklerdir;
b GREVIO’da aynı ülke vatandaşı iki üye bulunamaz;
c üyeler, temel hukuk sistemlerini temsil etmelidirler;
d kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddet alanı ile ilgili kişileri ve kurumları temsil
etmelidirler;
e üyeler kendi kişisel özellikleriyle katılacaklar, görevlerini yerine getirirken bağımsız ve
tarafsız davranacaklar ve görevlerini etkili bir şekilde yerine getirmeye müsait
olacaklardır.

5 GREVIO üyelerinin seçilme usulleri, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından,
Taraflara danışıldıktan ve Tarafların oybirliğiyle onayı alındıktan sonra, bu Sözleşmenin
yürürlüğe girmesinden itibaren altı ay içinde belirlenecektir.

6 GREVIO kendi çalışma esaslarını kendisi belirleyecektir.

7 GREVIO üyeleri ve, Madde 68’in 9. ve 14. fıkralarında belirtildiği şekilde ülke ziyareti
yapacak diğer heyet üyeleri, bu Sözleşmenin ekinde belirlenmiş olan ayrıcalıklardan ve
dokunulmazlıklardan yararlanacaklardır.



Madde 67 – Taraflar Komitesi

1 Taraflar Komitesi, Sözleşmeye Taraf ülkelerin temsilcilerinden oluşacaktır.

2 Taraflar Komitesi, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri tarafından toplantıya çağırılacaktır. İlk
toplantısını, bu Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden itibaren bir yıl içinde, GREVIO
üyelerini seçmek üzere yapacaktır. Müteakip toplantılar, Tarafların üçte birinin, Taraflar
Komitesinin Başkanının veya Genel Sekreterin talebi üzerine yapılacaktır.

3 Taraflar Komitesi kendi çalışma esaslarını kendisi belirleyecektir.



Madde 68 – Usuller

1 Taraflar, GREVIO’nun hazırladığı bir soru formunu esas alarak, Avrupa Konseyi Genel
Sekreterine, GREVIO tarafından değerlendirilmek üzere, bu Sözleşmenin hükümlerinin
uygulanabilmesini sağlayacak yasama tedbirleri ve diğer tedbirler hakkında bir rapor
sunacaktır.

2 GREVIO 1. fıkra uyarınca sunulan bu raporu, ilgili Tarafın temsilcileriyle birlikte
değerlendirecektir.

3 Daha sonraki değerlendirme faaliyetleri dönemler halinde yapılacak, bunların uzunluğuna
da GREVIO karar verecektir. Her dönem başında GREVIO, değerlendirmeye esas alınacak
spesifik maddeleri seçerek bir soru formu gönderecektir.

4 GREVIO bu izleme usulünü yürütebilmek için uygun araçları belirleyecektir. GREVIO her
değerlendirme dönemi için, Tarafların uygulamalarını değerlendirme prosedürüne esas
oluşturacak bir soru formu kullanabilir. Bu soru formu bütün Taraflara hitaben
hazırlanacaktır. Taraflar bu ankete ve GREVIO’dan gelecek bütün bilgi taleplerine cevap
vereceklerdir.

5 GREVIO, Sözleşmenin uygulamasıyla ilgili bilgileri, insan haklarının korunmasıyla görevli
ulusal kurumlar yoluyla olduğu kadar sivil toplum kuruluşlarından ve sivil toplumdan da
edinebilir.

6 GREVIO, bu Sözleşmenin ilgi alanına giren bölgesel ve uluslararası enstrümanlardan ve
kuruluşlardan elde edilecek mevcut bilgilere gereken önemi verecektir.

7 Her değerlendirme dönemi için soru formu belirlerken GREVIO, bu Sözleşmenin Madde
11’inde belirtildiği şekilde Taraflarca toplanmış olan mevcut verileri ve araştırmaları
dikkate alacaktır.

8 GREVIO, diğer uluslararası belgeler uyarınca oluşturulmuş kuruluşlardan olduğu kadar
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserinden, Parlamenter Asamblesinden ve Avrupa
Konseyinin bu konuda özelleşmiş birimlerinden bu Sözleşmenin uygulamaları hakkında
bilgi edinebilir. Söz konusu kuruluşlara iletilen şikayetler ve bunların sonuçları GREVIO’ya
bildirilecektir.

9 GREVIO, elde edilen bilgiler yetersiz ise veya 14. fıkrada hükmedilen koşullarda, ulusal
makamların işbirliği ve bağımsız ulusal uzmanların yardımıyla, ülke ziyaretleri
düzenleyebilir. Bu ziyaretler sırasında GREVIO’ya belirli konularda uzmanlaşmış kişiler
yardımcı olabilir.

10 GREVIO, değerlendirmeye esas alınan sözleşme hükümlerinin uygulamalarına ilişkin
incelemelerinin yer alacağı bir rapor taslağı hazırlayacak; bu taslakta, tespit edilmiş
sorunları söz konusu Tarafın ne şekilde ele alması gerektiğine ilişkin önerilerine ve
tavsiyelerine de yer verecektir. Bu rapor taslağı, hakkında değerlendirme yürütülen Tarafa,
yorumlarını almak üzere iletilecektir. Bu yorumlar, raporun kabulü sürecinde GREVIO
tarafından dikkate alınacaktır.

11 Elde edilen bütün bilgileri ve Tarafların yaptığı yorumları esas alarak GREVIO, raporu ve,
bu Sözleşme hükümlerini uygulayabilmek amacıyla Taraf ülkenin aldığı tedbirlere ilişkin
vardığı sonuçları, kabul edecektir. Bu rapor ve varılan sonuçlar, ilgili Tarafa ve Taraflar
Komitesine gönderilecektir. GREVIO’nun raporu ve varılan sonuçlar, söz konusu Tarafın
olası yorumlarıyla birlikte, kabul edildikten sonra kamuya açıklanacaktır.

12 1. ila 8. fıkralardaki usuller saklı kalmak üzere, Taraflar Komitesi rapora ve GREVIO’nun
vardığı sonuçlara dayanarak söz konusu Tarafa yönelik şu tavsiyeleri benimseyebilir: (a)
GREVIO’nun vardığı sonuçların uygulanması için alınması gereken tedbirlere ilişkin
tavsiyeler; gerekirse bunların uygulaması hakkındaki bilgilerin sunulması için bir tarih
belirlenebilir; ve (b) bu Sözleşmenin layıkıyla uygulanabilmesi için söz konusu Taraf ile
işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan tavsiyeler.

13 GREVIO’ya, Sözleşmenin geniş çapta veya defalarca ihlalinin önlemesi veya sınırlanması
amacıyla derhal müdahale gerektiren sorunların bulunduğunu gösteren güvenilir bilgiler
ulaştığında, kadınlara yönelik ciddi, büyük çapta veya sürekli şiddet uygulanmasını önlemek için taraflarca alınan tedbirlere ilişkin özel bir raporun acilen sunulmasını talep
edebilir.

14 GREVIO, söz konusu Tarafın verdiği bilgileri ve kendisine ulaşan diğer güvenilir bilgileri
göz önüne alarak, bir veya daha fazla üyesini, bir soruşturma yapıp acilen GREVIO’ya rapor
etmek üzere tayin edebilir. Gerektiğinde ve söz konusu Tarafın rızası ile, bu soruşturma
kapsamında söz konusu ülkeye bir ziyaret de yapılabilir.

15 14. fıkrada sözü edilen soruşturmanın bulguları incelendikten sonra GREVIO bu bulguları,
kendi yorum ve tavsiyelerini ekleyerek söz konusu Tarafa, durum gerektiriyorsa Taraflar
Komitesine ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesine iletecektir.



Madde 69 – Genel tavsiyeler

GREVIO uygun düşen ve gereken her durumda, bu Sözleşmenin uygulamasına ilişkin genel
tavsiyeler belirleyebilir.



Madde 70 – İzlemede parlamentonun rolü

1 Ulusal parlamentolar, bu Sözleşmenin uygulanması için alınan tedbirlerin izlenmesine
katılmaya davet edilecektir.

2 Taraflar GREVIO raporlarını kendi ulusal parlamentolarına sunacaklardır.

3 Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi, bu Sözleşmenin uygulamalarını düzenli aralıklarla
değerlendirmeye davet edilecektir.

X. Bölüm – Diğer uluslararası enstrümanlarla ilişkiler

Madde 71 – Diğer uluslararası enstrümanlarla ilişkiler

1 Bu Sözleşme, Sözleşmeye Taraf olan ülkelerin Taraf olduğu veya Taraf olacağı ve bu
Sözleşmenin ele aldığı konular hakkında hükümler içeren diğer uluslararası
enstrümanlardan doğan yükümlülükleri etkilemeyecektir.

2 Bu Sözleşmenin Tarafları, Sözleşmenin hükümlerini tamamlamak veya güçlendirmek veya
bu hükümlerle ifadesini bulmuş prensiplerin uygulanmasını kolaylaştırmak amacıyla
birbirleriyle, bu Sözleşmenin ele aldığı konularda iki taraflı veya çok taraflı anlaşmalar
yapabilirler.

XI. Bölüm – Sözleşmede yapılacak değişiklikler

Madde 72 – Değişiklikler

1 Taraflardan herhangi birinin bu Sözleşmede değişiklik yapmak üzere getireceği her teklif,
Avrupa Konseyi Genel Sekreterine iletilecek ve Genel Sekreter tarafından Avrupa Konseyi
üye Devletlerine, bütün imza sahiplerine, bütün Taraflara, Avrupa Birliğine, Madde 75’in
hükümleri uyarıca bu Sözleşmeyi imzalamaya davet edilen Devletlere ve Madde 76’nın
hükümleri uyarınca bu Sözleşmeyi kabul etmeye davet edilmiş bütün Devletlere
gönderilecektir.

2 Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, değişiklik teklifini değerlendirecek ve, bu Sözleşmenin
Avrupa Konseyi üyesi olmayan Tarafların görüşünü aldıktan sonra, Avrupa Konseyi
Kuruluş Belgesi Madde 20.d’de belirtildiği şekilde çoğunluk sağlayarak değişikliği kabul
edebilecektir.

3 Bakanlar Komitesi tarafından 2. fıkraya göre kabul edilen değişiklik metni, onaylanmak
üzere Taraflara gönderilecektir.

4 2. fıkraya göre kabul edilen herhangi bir değişiklik, tüm Tarafların onaylarını Genel
Sekretere bildirdikleri tarihten itibaren bir aylık sürenin bitimini izleyen ayın birinci günü
yürürlüğe girecektir

XII. Bölüm – Son maddeler

Madde 73 – Bu Sözleşmenin etkileri

Bu Sözleşmenin hükümleri, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önlemeye ve bunlarla
mücadeleye çalışan kimselere daha uygun haklar tanıyan veya tanıyacak olan iç hukuk
hükümlerinin ve halen yürürlükte olan veya yürürlüğe girme ihtimali bulunan bağlayıcı
uluslararası enstrümanların hükümlerinin uygulanmasını engellemeyecektir.



Madde 74 – Uyuşmazlıkların çözümlenmesi

1 Taraflar, bu Sözleşmenin hükümlerinin uygulanması veya yorumlanmasında ortaya
çıkabilecek herhangi bir uyuşmazlığı karşılıklı olarak görüşerek, uzlaşarak, bir hakeme
başvurarak veya karşılıklı olarak anlaşarak belirleyecekleri herhangi bir barışçıl yoldan
çözümlemenin yollarını arayacaklardır.

2 Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, anlaşmazlığa düşen Tarafların başvurabileceği,
tarafların üzerinde mutabık kalmaları halinde, çözüm yöntemleri oluşturabilir.



Madde 75 – İmzalama ve yürürlüğe girme

1 Bu Sözleşme Avrupa Konseyi üye Devletlerinin, hazırlanma sürecine katılmış üye olmayan
Devletlerin ve Avrupa Birliğinin imzasına açılacaktır.

2 Bu Sözleşme onaya veya kabule tabidir. Onay veya kabul belgeleri Avrupa Konseyi Genel
Sekreterliğine teslim edilecektir.

3 Avrupa Konseyi üye devletlerinden en az sekizi dahil olmak üzere, Sözleşmeyi imzalayan
10 devletin, 2. fıkranın hükümleri uyarınca Sözleşmenin bağlayıcılığına rıza gösterdiklerini
ifade etmelerinden itibaren üç aylık sürenin bitimini izleyen ayın birinci günü yürürlüğe
girecektir.

4 1. fıkrada söz edilen ve Sözleşmenin bağlayıcılığına rıza gösterdiğini sonradan bildiren
devletler veya Avrupa Birliği açısından Sözleşme, onay veya kabul belgesinin teslim
tarihinden itibaren üç aylık sürenin bitimini izleyen ayın birinci günü yürürlüğe girecektir.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.