PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Anahatlarıyla İslam’a Genel Bir Bakış


müslümanlardan
17. February 2010, 11:47 AM
Anahatlarıyla İslam’a Genel Bir Bakış*

Ercümend Özkan <


"İnsanımız aslında temiz ve dürüst. Lakin ona yol gösterenler yol bilmediklerinden şaşırıyor, şaşırtılıyor çoğu kez. Bütün bunlara rağmen çeşitli skolastik düşüncelerin, kireçlenmiş beyinlerin dondurduğu "İslam denizi"nde bir "buzkıran" gibi saatteki hızı az fakat emin olarak yol alıyoruz. "E. Özkan İslam, yeniden hayat tarzı olarak insanların gündemine bütün ağırlığı ile gireli hayli zaman oldu. Bütün insanları etkileyecek derecede varlığını halihazırda hissettirmekte, kafaları kurcalamaktadır. Tüm dünya İslam'a ilgi duymakta iken özellikle müslümanlara çok iş düşmektedir. Onu öğrenmek ve önce kendi yaşantılarını ona göre düzene koymak ve bununla birlikte İslam'ın toplum hayatını düzenlemesi yönünde çalışmak. İki iş birlikte yürütülmek durumundadır. Biri, diğeri olmadan yarım kalır. Zira ikisi birlikte o bütünü oluşturmaktadır. Birinin varlığı diğerinin varlığını zaruri kılmakta, her biri diğerinin var olması için birlikte bulunmak zorundadır. Fert ve toplumda birlikte bulunması ile İslam, gerçek varlığını gösterebilen bir anlayış ve yaşayış biçimidir.
İşte dünyamız bugün kendini yeniden İslam'la karşı karşıya bulmuştur. Gelişen bütün olaylar bunu göstermekte, gelen her yeni gün buna işaretlerle dolu bulunmaktadır. Burada müslümana düşen, Rabb'i katında kendine yardımcı olacak tek şeyi, O'nun rızasını elde etmeye çalışmaktır. Rıza-yı İlahi'nin ne olduğu klavuz kitab Kur'an'da yazılı bulunduğu gibi, O'nun prensiplerinin hayata uyarlanmış şekli de Resulullah (s.a)'ta, O'nun yaşamında bulunmaktadır. Bu sebeple Kur'an'ı ve O'nun en iyi uygulaması olan Resulul*lah (s.a)'ın Sünnet'ini iyi anlamalı, yaşamaya çalışmalı ve topluma da hükmeden düzen haline getirmeye çalışmalıyız. İslam bizden bunu istemektedir. İslam'ı bizlere gönderen Allah bizlerden bunu beklemektedir.
Allah (c.c), elbette yolunda yürüyenlerin yardımcısıdır. Sünnetullah'a uygun olarak başlangıçta bu yolun yolcuları az olur. Lakin Hakk'ın tavsiyesi, sabırla yapıldığında görülür ki yol genişlemiş, gidip geleni çoğalmış ve hatta başka yollar işlekliğini yitirmeye başlamıştır. Yolun sahibi kendine düşeni ihmal etmeksizin yapacaktır. Allah bu yolda ihlas ile yürüyenlere yardım edecektir.
İslam'ın muhatabı her akıl sahibi insandır. Anlatınız Allah'ın akıl sahibi kullarına O'nun doğru yolunu, dinleyenler, anlayanlar çoğalacaklardır. Göreceksiniz bunu, yeter ki sabr ile yapınız bunu ve zorluklar sizi Yol'dan çıkarmasın.
Ve dileriz ki kendimizi bildik bileli, vü'satimiz (gücümüz) nisbetinde yapmaya çalıştığımız bu Yol'da yürünmesi gerektiği doğrultusundaki çağrımız, yürüdüğümüz bu Yol bizden sonra da üzerinden gidile geline daha genişletilsin, daha geliştirilsin ve hatta bizim izimiz bile kaybolsun da bizden sonra bu sağlıklı yolu işlek hale getirenlerin adı anılsın, yaptıkları bilinsin. Nitekim Yol Al*lah'ın Yolu'dur ve yolcuları da düşünerek bu yola girip, yol alanlar olacaktır. O'nun rızasına kavuşmanın yolu da budur.
Bu yolda yürürken karşılaştığımız ana tepki: "Bu söylediklerinizi sizden önce kimseden duymadık" şeklinde özetlenebilir. Kimisi yüzümüze karşı söyleyebilirken, kimisinin de bakışlarından aynı şeyleri söylediklerini anlamamak mümkün değildir. Biz inanıyoruz ki "mesaj"ımız Allah'ı razı etmeye yönelik mesajdır. Bunu, kendisinden daha iyisi yapılamayan şekliyle hiçbir zaman algılamadığımız gibi, böyle bir iddiamız da olmadı. Ola*mazdı da. Zira Resulullah'tan sonra kimseye kanaatlerinin doğruluğunu tasdik edici bir vahiy gelmemiş ve gelmeyecektir de. Bu sebeple kanaatimizin doğru olması için her gerekeni yapıp, Allah'a sığınmaktan başka yapılacak birşey bulunmadığı noktada yalnızca O'na sığınıyorduk. Hep böyle yaptık. Ulaştığımız sonuçların bulabildiğimiz en doğru sonuçlar olduğuna kail olmakla -inanmakla- birlikte, ulaştıklarımızdan daha doğrusu bulunamaz zehabına hiçbir zaman kapılmadık. Bundan da hep Allah'a sığındık. Lakin şunu da unutmadık ki daha doğrular vardır ve onlara da ulaşmak için Rabb'imizin rahmetine sığınmak, yalnızca O'ndan yardım dileyerek nice akıl sahiplerinin dinine sahiplenmesi için niyazda bulunduk. Vardığımız sonuçlardan daha aşağı düşmemek, lakin daha yukarılara çıkabilmenin yolunu hep açık bulundurmak ve Allah'a sığınıp O'ndan yardım dilemek takip ettiğimiz usulün şaşmaz düsturu oldu. Zira ancak bu yolu takip ederek Allah'ın rızasına yaklaşıcı bir hal içinde bulunabileceğimiz kanaatini taşıdık.
Bu sebeple Allah'ın Kitab'ını en iyi anlamış Resulullah (s.a)'ı anlamaya çalıştık. O'nun Kur'an'ı nasıl anlayıp uyguladığını anlamaya çalıştık. Bu yolda erişebildiğimiz sonuçları ta'mim etmeyi (diğer Allah'ın kullarına bildirmeyi ki yıllardır yayınlamaya devam ettiğimiz "İktibas" dergisi dağarcığımızdaki sonuçların bir neşri olarak görülmelidir), eremediklerimizde ise Yaradanı*mız*dan bize erdirmesini dileyip durduk. Nice basiret sahibinden dinine sahiplenenler bulundurması niyazı içinde olduk. Ola ki kendi görüşlerimizde yanıldık. Bu yanılgılar elbette bizdendir. Ola ki isabet ettik. İsa*betimiz ise Allah'ın lütuf ve keremiyledir. Kere*mine hamdeder, sevdiği kulunu dininde fakih kılana şükrümüzü artırırız.Müslümanlar olarak (teslim olmuş kişiler olarak) tariflerimizi Kur'an'dan ve Allah'ın Resu*lü'nden almak zorunda olduğumuz teslim olunmalıdır. Zira Kur'an insanlara bir "Takva klavuzu" olarak gönderildiği gibi Resulullah (s.a) da bu klavuzu en iyi okuyan, anlayan ve uygulayan olarak bizlere "bir güzel örnek (usvet'ül hasene)" olarak gösterilmiştir. Herşeye bir baz gerekirse -ki gerektiği dünyada geçerli herşeyde görülmektedir- iyi müslümanlığa da bir baz gerekmektedir. Ki o da Resulullah'tır. Kimsenin O'ndan daha iyi müslüman olması beklenmemektedir. Kimsenin Allah korkusunda O'nu geçmesi istenmediği gibi, amellerinin salihliği konusunda da O'nu geçmesi taleb olunmamıştır. O, bir bazdır. Örnek tip olarak O alınacaktır. İslam O'nun yaşadığı gibi yaşanmaya çalışılacaktır.
Bu makalemizde, ana hatlarıyla İslam'ın öğrenilmesi ve anlaşılmasına bir giriş mahiyetinde çeşitli konuları, birbirleriyle bir insicam oluşturacak ve anlamayı daha kolaylaştıracak şekilde ele almak istiyoruz. Öncelikle öteden beri kullandığımız "dil" konusuna kısaca değinip daha sonra sırası ile diğer konulara eğileceğiz.
Biz "dil"i konuşabilme, anlatabilme ve anlaşabilme aracı olarak görüyoruz. Bu zorunlu amacın dışına da çıkmayı uygun görmüyoruz. Dil, düşünceyi anlatabilmek ve anlaşılmasını sağlamak için kullanılan bir araç olduğuna göre onu bu amacının dışında kullanmak, düşünceyi anlatamamak veya anlaşılmasını güçleştirmek sonucunu doğurur. Bütün bunlara rağmen herkesin kültür birikiminin sonucu kullandığı bir "dil" vardır ve olacaktır. Sonuç olarak kısaca şunu söylemek mümkün. Dilde anlaşılır olmak anlaşabilmenin ilk ve vazgeçilmez şartıdır. Dil insanda teşekkül eden düşüncenin ifade vasıtası ise -ki öyledir- o takdirde anlaşılır olmak zorundadır.
"Dil" bir yandan düşüncenin ifade aracı iken diğer yandan yalnız araç olmakla kalmaz. Düşün*ce*nin biçimlendirdiği kelimeleri ve mentalitesi ile belirli bir dünya görüşünün "dil"i olma özelliğini de zaman içinde kazanır. Belli bir dünya görüşünün kavramları, o dildeki kelimelerden belirli bir süreç içinde gelişip olgunlaşarak oluşur. Böylece de "Istılah" yani kavram anlamları teşekkül eder ki bu tür anlam kelimelerde yalnız kendilerine bağlı olarak bulunur ve bir yandan o kelime ile ancak ifade olunabilir iken diğer yandan ait olduğu dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olur.
Akla ilka' olunan (vahyedilen) dünya görüşlerinden temel kavramlar zaman içinde oluşmazlar. Akla ilka' olunurken kelime anlamlarının yanında kavram anlamları da birlikte belirirler. Bu nedenle de bir dünya görüşünün ne olduğunu ve ne olmadığını ancak temel kavramlarının anlamlarını iyi belirleyerek anlamak mümkün olur.
Kavramlar, anlamlarının hudutları ne kadar iyi belirlenirler-se o derecede açık olarak anlaşılabilirler. Anlaşılır oldukları sürece de ifade ettiklerini açıkça ifade ettikleri gibi ifade etmediklerini de ifade etmezler. Böyle açıklığa kavuşmuş veya kavuşturulmuş kavramlar ise dünya görüşlerini sade, net ve en iyi şekilde anlatmakta büyük yararlar sağlarlar.
Aklın kendi mahsûlü olan dünya görüşlerinde ise kavramlar başlangıçta teşekkül etmezler, zaman içinde oluşurlar ve anlamlarını kazanırlar. Fakat hiçbir zaman değişmez gerçekleri ifade edemezler. Bunlara anlamlarını kazandıran insanlar, içinde yaşadıkları ortamdan etkilenen varlıklar olduklarından geçen zaman içinde olaylardaki az da olsa farklılık insan düşüncesini etkilediğinden kavramlar da anlamlarında bir sabitliğe doğru ulaşamazlar. Hep yeni olayların etkisi ile yeni anlam basamaklarında iner çıkarlar. Bu nedenle de kavram beraberliğine kavuşulması, olayların yön verdiği düşüncelerden oluşan dünya görüşlerinde hiç mümkün olmaz. Hep değişir durur ve belki bir zaman sonra başlangıç noktasından çok daha farklı ve hatta ters yönlere doğru akar gider. Değişmez doğrulardan mahrum kalmaya mahkumdurlar. Halbuki eşya başından bu yana bir tabiat değişikliğine uğramadığı gibi, insan yaratılışı da özünden hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Düşüncenin kendisi üzerinde dönüp durduğu şey ise "insan" ve "şey"dir. Bunlar değişmediğine göre, neden bunlara müteallik (ilgili) düşünce değişip durmaktadır. Demek ki aklın eşya hakkındaki ilk bilgiyi aldığı kaynaktan uzaklaşması onu düşünce çalkantısında hırpalamaktadır.
Biz öyle inanıyor ve düşünüyoruz ki akıl düşünürken şaşmamak için kendi cinsinden olan ilk varlığa (Adem (a.s)'e) ilka' olunan bilgiyi -fikir- (Kur'an 2/31) esas alarak düşünürse kendi fıtratına ve hakkında düşündüğü eşyanın tabiatına uygun düşünceye ulaşacaktır.
Dil ve kavram bahislerinden hareketle "fikir" üzerinde de durmak istiyoruz. Fikir Türkçe karşılığı "düşünce" olan bir arabça kelimedir. Düşünce ameliyesi sonucu üzerine taalluk ettiği "şey" hakkındaki hükümdür. Kısaca tekrar edersek fikir -en geniş anlamıyla- "şey" hakkındaki hükümdür, yargıdır. Burada şey; canlı, cansız, olay, gerçek, varlık, vakıanın tümünü kapsamına alacak şekilde kullanılmıştır. Günlük lisanımızda çokça kullandığımız "eşya" ise "şey"in kapsamını tamamına değil, belki yalnız cansız varlıklar anlamında kullanılmaktadır.
Fikrin ilk bakışta tek kaynağı var gibi görünmektedir. Fakat gerçeği böyle değildir. Fikir, akla ilka' olunan ve aklın kendi mahsûlü olan fikir olarak iki kaynaklıdır. Bu durumda kaynağın birisi fikri akla ilka' eden Varlık iken diğeri aklın bizzat kendidir. İlk fikir -bilgi- de ilk insana bu Varlık tarafından öğretilmiştir. Ve daha sonraları da yine O'nun tarafından gerek görüldükçe Kendisi, eşya, insan, olaylar hakkında bilgi verile-gelmiştir. Ve akla ilka' olunan bu fikirlere -bilgilere- yine sahibi tarafından özel bir isim verilmiştir "Vahiy". Demek oluyor ki fikir kaynağı itibariyle iki türlüdür: Akla ilka' olunan fikir ki buna vahiy denilmektedir, diğeri ise aklın kendi ürünü olan fikirdir. Her ikisi de fikirdir.
Diğer yandan fikir, doğru fikir ve yanlış fikir diye de ayrıma tabi olur ki bu tasnif, fikir olarak ortaya konulan hükmün, üzerine taalluk ettiği "şey"in tabiatına -gerçeğine- uygun olup olmamasından kaynaklanan bir tasniftir.
Fikrin meydana gelebilmesi için dört unsura ihtiyaç bulunagelmiştir. Üzerine hükmün taalluk edeceği "şey -tabii ki en geniş anlamıyla-"in beş duyudan biri veya birkaçı ile algılanması, muhakeme yeteneğinin -aklın- bulunması ve "şey" ile uzaktan yakından olsun ilgili, önceden edinilmiş bir bilginin -fikrin- bulunması. Pek kısa özetlersek: 1. Şey 2. Algılanma 3. Akıl 4. Eski (sabık) bilgi.
Bu unsurlardan birinin eksikliği halinde fikir-hüküm meydana gelmez, gelemez. Hükmün üzerine terettüb edeceği "şey"e ihtiyaç zaruridir. "Şey"in algılanarak akla intikali -aktarılması- zaruridir. Muhakeme gücünün yani salim bir aklın varlığı ve "Eski bilgi"nin bulunması zaruridir. Herhangi birinin zarureti diğerinden az veya çok değildir.
Gerçeği ile var olmayan fakat herhangi bir şekilde var sayılan "şey"e hayal ve hayali "şey"lere müteallik hükümlere ise "vehim" denilegelmiştir. Bu nedenle de hayal ve vehim konumuzun dışında kalmaktadır.
Fikir, sathi (yüzeysel), derin ve aydın fikir olarak üç sınıfa ayrılır. Tasnifde kullandığımız isimler de bu fikir çeşitlerinin niteliğine ışık tutucu mahiyettedir. Nitekim; sathi fikir, hükmün taalluk ettiği "şey"in yüzeyinde görülen belirtilerine bakılarak varılan hükümdür. Derin fikir de, yine hükmün taalluk ettiği "şey"in hem yüzeyinde hem de derininde bulundurduğu belirtileri gözlemlenerek "şey" hakkında varılan hükümdür. Aydın fikr'e gelince o, özellikleri derinliğine anlaşılmış "şey"in, kendisi ile ilgili başka şeylerle alakası göz önünde bulundurularak varılan hükümdür ki, hükmün üzerine taalluk ettiği "şey"in gerçeğinin aydınlandığı bu suretle meydana çıkar. Bir başka ifade ile aydın fikir, üzerine taalluk ettiği "şey"in gerçeğini ifadelendiren fikirdir. Bu yüzden de biz insanlar oldum olası aydın fikir sahibi olmayı, kısaca "aydın" olmayı üstünlük olarak göregelmişizdir. Tariflerimizin daha açık anlaşılabilmesi ve hatırda kalabilmesi için misallendirmekte yarar umarız.
Dünya hayatı hakkındaki fikri; hayatı yalnız kendisinin yaşadığından ibaret bilen, hayatı yemek, içmek, bedene zevkler tattırmak olarak anlayıp, konuyu öncesine sonrasına götürmeden yüzeyi ile çevrili sanan kişinin fikridir yüzeysel fikir. Sahibi de bu gerçeğin ancak görünen kadarının farkında olabilmiş ve tümünü o kadar sanmıştır. Bu haliyle o, hayat gerçeği hakkında yanılmıştır. Zira "şey"in yüzeyinde görünenler ile yetinmiştir.
Üzerinde yaşadığı dünyanın, başka dünyalarla ilgili olduğunu, kendisi yok iken de dünyanın var olduğunu, kendisinden sonra da hayatın süreceğini düşünenler, eşyayı ve hayatı derinliğine, özellikleriyle tanımaya çalışanların hayat hakkında sahib olacakları fikir ise hayatın gerçeğine daha yakınlaşmış fikirdir. Yüzeysel fikre nispetle hayat gerçeğinin taşıdığı özelliklerin daha çoğuna ulaşmış fikirdir ve bu haliyle derin fikirdir. Burada şey, kendi üzerinde ve derininde bulundurduğu özellikleri ile tanınabilmektedir. Fakat "şey", mücerret -soyut- olmadığından ve tüm "şey"lerle bütünlük arzeden bir "şey" olduğundan, bu kadarı ile yetinmemek ve "şey"in ilgili bulunduğu başka "şey"lerle ilgisi de kurulmalıdır.
İnsan, hayat, evren kendi içinde bir bütünlük arzetmekle birlikte gerçek bütünlüğe, Yaratan'ı ile ilgisi kurularak kavuşulabilmektedir. Zira bütün evren, kendi başına bir bütün ve yine kendi başına bir gerçek değildir. Kendisine Vücud veren ile ancak gerçek bütünlüğünü kazanabilir. O da bütün bunları yoktan var eden Yaratıcı'dır. Eşyanın nitelikleri ne denli bilinirse bilinsin, sahibi -Yaratıcı'sı- ile ilgisi nazara alınmadan, gerçeği "aydın"*lanamaz. Bu itibarla da eşya hakkında "aydın fikir" sahibi olunamaz. Aydın fikir sahibi bulunmayana da aydın denilemez.
Bu nedenledir ki hayatı, kendi kurduğu düzenle olayların sürüklediği yönde yaşamak üzere düzenleyenler de (laik-demokratik-kapitalizm), yine hayatı maddeden çıkardıklarını söyledikleri düzenle (sosyalizm) yaşamayı doğru bilenler de yanılmışlar ve hayatın gerçeğinin farkına varamamışlardır. Hayatın gerçeği ile aydın görüşe ulaşamamışlardır.
Eşya'nın gerçeği onun, Yaratıcı'sı ile ilgisi düşünülmeden kavranılamaz. Hayat hakkındaki aydın fikir de keza "şey"in, kendisinin Yaratan'ı ile ilgisi anlaşılmadan oluşamaz. Sathi de olsa, derin de olsa "şey" hakkındaki fikir, eşya'nın gerçeğini, Yaratan'ı ile bağı düşünülmeden aydınlanamaz ve aydın fikir meydana gelemez. Aydın fikir, sağlıklı bir aklın eşyanın gerçeğine müteallik hükmüdür, doğru olan da budur.
Makalemizin bu kısmında insan davranışları, onların değiştirilmesi ve bir dünya görüşüne uygun biçimde, insicam içinde disipline edilmesi ile ilgili bazı şeyler söylemeye çalışalım.
İnsan davranışlarını sahip olduğu kanaatlere uygun biçimde yapar. Hangi konuda nasıl davranacağı o konudaki kanaatlerine bağlıdır. Bu itibarla biz davranışları, kanaatlerin fiile dönüşmüş şeklidir diye tanımlamış olsak yanlış yapmış olmayız. Bir insan davranışlarının insicamlı -birbiri ile uyumlu- olması için mutlaka davranışlarını biçimlendiren kanaatlerinin aynı kaynaktan kaynaklanması, aynı esastan beslenmesi gereklidir. Böyle olduğu takdirdedir ki o insanın her konudaki davranışlarında bir uyumluluk gözlenebilir.
Bir insanın kimi konulardaki kanaatleri demokratik, kimi konulardaki kanaatleri Marksist ve kimi konulardaki kanaatleri de İslami olursa, kaçınılmaz olarak o kişinin davranışlarında insicam (uyum) olamaz. Zira kimi davranışları batılıların benzeri, kimi davranışları marksistçe, kimi davranışları da müslümanca olacaktır ki; bu halin o kişide belirli bir şahsiyet oluşturması düşünülemez. Hangi davranışına bakılsa bir başka dünya görüşünü görmek kaçınılmaz olacağından tutarlılık da gözlemlenemez. Bu nedenle kişi, davranışlarının aynı temel özellikleri taşımasını ve belirli bir şahsiyet oluşturmasını istiyorsa herhalde davranışlarına keyfiyet kazandıran kanaatlerini elden geçirmek, onların birbirleri ve bağlı olması gereken esaslarla ilişkilerini sağlam bir biçimde uyumlu hale getirmek zorundadır. Aksi halde kozmopolit bir şahsiyet belirir ki arzu edilen bu değildir.
Kişinin dünya görüşü ne kadar dünya gerçeklerine uygun esaslardan oluşuyorsa, buna bağlı olarak hayat hakkındaki telakkileri de aynı isabetliliği gösterecek ve istenilen şahsiyetin oluşmasını sağlayacaktır. Davranışlarını beğenmediğimiz kişinin kanaatlerini beğenmiyoruz demektir. O takdirde yapılacak iş, kişinin gerçeğin ifadesi olmayan kanaatlerini değiştirmektir. Bu takdirde ancak davranışlarını değiştirmek mümkündür. Aynı dünya görüşüne sahip kişilerde kanaat beraberliği bulunmuyorsa bu da insicamı bozar ve anlaşmazlıklara, farklı davranışlara yol açar, beraber hareket etmeye ve aynı amacın gerçekleşmesini sağlamaya mani olur. Zira davranışlar aynı amaç için birleştirilemez.
Kanaatleri değiştirmek, doğrularını bulup onların üzerinde birleşmek ise her konuda açık açık ve gerçeği arayıcı yolda gayret göstermekle mümkündür. Kişi kendini tanımalı, eşyayı gerçeği ile bilmeli ve kendi fıtratına, eşyanın tabiatına uygun kanaatler sahibi olmalıdır. Her ne kadar esaslarda anlaşmak sonrasında anlaşmayı da kolaylaştırırsa da bunu da ihmal etmeyip tali sayılacak konularda da açık seçik tarifler üzerinde birleşmekle ancak davranış beraberliği sağlamak mümkündür. Bu*nun sağlanması da korunması gereken değerlerin korunmasını, yayılmasını ve yüksekliğinin anlaşılıp, kavranılmasını mümkün kılar. Ezcümle şunu söylemek isteriz ki Kelime-i Tevhid'de birleşmek pratikte sonuca ulaşmaya kafi gelmemekte Tevhid-i Kelime (söz birliği)de de birleşmek ge*rek*mektedir.
Davranışların birbiri ile uyumlu oluşu, kanaatlerin uyumluluğuna bağlıdır demiştik az önce. Kanaatlerin uyumluluğu ise, "dünya hayatı" hakkındaki temel kanaate dayalı bulunma ve bütün tali konulardaki kanaatlerin bu temel kanaatten çıkmış olmasıyla mümkündür. Zira ancak bu suretle "düşünce" ve "metod"un aynı cinsten olması sağlanır ki uyumluluk bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak kendiliğinden doğar. Konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak için örneklendirmekte yarar umuyoruz.
Bir insanın "dünya hayatı" hakkındaki temel düşüncesinin herşeyin "kendiliğinden" olduğunu kabullendiğini var sayarsak -ki marksistler bu kanaattedirler- o takdirde bu insanın akidesinin -dün*ya hayatı hakkındaki temel düşüncesinin- marksist akide olduğunu söyleyebiliriz. Marksist*lerin dünya hayatı hakkındaki bu temel düşüncelerinin -akidelerinin- doğruluğu ve yanlışlığı bir yana, diğer bütün eşya hakkındaki düşüncelerinin kaynağı olması gerekir. Zira insanın hayat hakkındaki düşünceleri, diğer bütün düşüncelerinin temelini teşkil eder. Hayata bakış açısı diye günlük hayatta kullandığımız söz ile biz, bir insanın hayat hakkındaki temel düşüncesini kastediyoruz. Ki diğer bütün düşünceleri vazgeçilmez olarak bu temel düşünceden çıkma ve yalnız ona bağlı olma durumundadır. Aksi halde uyumluluk sağlanması, bir -aynı- cinsten olması mümkün olmaz.
Bir başka insanın da dünya hayatı hakkındaki temel görüşünün bir Yaratıcı varmış yokmuş bunu vicdani mesele sayıp, toplumun sorunu olarak kabul etmediğini ve dünya hayatı ile ilgili düzenlemede Yaratıcı'yı ve O'ndan gelen düzeni mutlaka hayatının dışında tutmayı temel düşünce olarak kabullendiğini varsayarsak -ki genelinde bütün Batı düşüncesi ve onların çizgisinde yürüyenler bu kanaattedirler- o takdirde insan, dünya hayatı hakkındaki temel düşüncesinde laik-demokratik akideye sahiptir denilmek lazım gelir. Durum bu olunca yine bu kişinin bütün diğer düşüncelerinin bir bütün olarak yukarıda zikrettiğimiz dünya hayatı hakkındaki temel düşüncesine uygun düşmesi, daha doğrusu bu temel düşüncesinden kaynaklanması gerekmektedir. Ancak böyle olduğu takdirde dipten doruğa tüm düşünce ve davranışlarında bir cinsten olmayı gözlemleyebiliriz. Doğru veya yanlış olması sonucu bakımından bir yana fakat bu insicamlı oluş o insanın bir sonuç almasını sağlayacaktır. Alacağı sonuç yalnız bu dünyada olurmuş bu, önemli de olsa bir ayrı meseledir. Nitekim Batı dünyası Laik akideye sahiplendikten sonra, bulunduğu "ortaçağ" şartlarının üstüne çıkmış, eski halinden kurtulmuştur. Yine marksistlerin 1917 devrimi sonucu vardıkları yer öncesine nispetle daha yukarıdadır. Sovyetler'e ve Batı'ya bakıldığında görünen budur. Batı'nın 1789, Sovyetler'in de 1917 devrimleri ile ulaştığı bu sonuçlar eşyanın tabiatına uygun mudur, değil midir? Batı ve Doğu'nun insanları bu dünya görüşlerinin getirdiği yerden memnun mudurlar, değil midirler? Bütün bunlar elbette üzerinde konuşulması gereken önemli konulardır. Bir cümle ile de olsa belirtmekte zaruret görürüz ki ne Batı'nın dünya görüşü ve ona dayalı düzeni ne de Sosya*listlerin dünya görüşü ve ona dayalı dünya düzeni, eşyanın tabiatını ve insanın gerçeğini anlamış olmaktan uzak kalmışlardır. Bu sebeple de dünya görüşleri ve bundan çıkma düzenleri insanın belki gücünü artırmış, onun dünya nimetlerinden daha fazla yararlanmasına imkan sağlamıştır. Fakat hiçbir zaman tatmin edememiş ve "Huzur"a kavuşturamamıştır. İnsanı, insanın kurdu haline getirmekte değişik yöntemlerle de olsa epey ilerilere gitmişlerdir. Birisi "menfaat" kıstasını kullanarak bu sonuca hızla varmışken, diğeri "maddenin tekamülü" uğrunda aynı sonuca ulaşmada diğerinden geri kalmamıştır.

Ve her iki dünya görüşü insanı bu hale getirmişken ve insanların büyük bir çoğunluğu da her geçen gün huzursuzluğunun asıl suçlusunu teşhiste birleşirken elbette Batı'nın da Doğu'nun da güneşinin ışığı ve ısısı insanları aydınlatmaz ve ısıtmaz olmaktadır.
Her halde "insan" kendisini gerçekten ısıtacak ve eşyanın gerçeğini aydınlatacak bir başka ve sahici "güneş"e muhtaç olduğunu günümüzde daha iyi kavrayabilmektedir. İnsanlara belki bir zaman, hem de uzun bir zaman yanlışlar doğru olarak kabul ettirilebilmektedir. Ve belki insan bir süre yanlışların doğru olduğunu da sanabiliyor. Lakin gerçeğin tabiatı hiçbir zaman devamlı gizlenmeye müsait olmadığı gibi, insanın fıtratı da eninde sonunda doğruyu görmeye müsait olarak yaratılmıştır. Belki birçok yanlışlar uzun da olsa bir süre doğru olarak bilinegelmiştir. Fakat hiçbir zaman ilanihaye öyle sürüp gitmemiştir. Eşyanın tabiatı ve insanın fıtratı yaratıldıklarındaki özellikleri devam ettirmektedirler. Bu böyle sürüp gittiği değişmediği sürece de hiçbir zaman doğrular yanlış, yanlışlar doğru olmayacaktır. Ve insan geç de olsa bunu mutlaka anlayacaktır.
Nasıl Allah yok denilmekle Allah yok olmuyorsa, yanlışlar da doğru denilmekle doğru olmazlar. İnsan iki dünyaya ait bir varlıktır. Birisi bu yaşadığı dünya, diğeri ilelebed yaşayacağı diğer dünyadır. İnsan, dünya hayatı hakkındaki düşüncesini bu gerçeği göz önünde bulundurarak tespit ederse ancak doğrular üzerinde bulunur. Ve bu temel düşüncesine dayalı bir düzenleme insanı sadece şimdi yaşadığı bu dünyada değil, ilelebed yaşayacağı diğer dünyada da rahat ve huzur içinde bulundurur. Netice olarak "seçim"i insan yapacak, "karar"ı insan verecektir. Ve elbette yapacağı seçim ve vereceği kararın sonucuna katlanacaktır