PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Küçük Hikayelerden Güzel Hisseler


Barış
12. February 2010, 12:18 AM
Cami imamı Abdullah hoca , bir iş için resmi dairelerden birine gider.
Kendisinden TC kimlik numarası istenince, en yakın internet- cafenin yolunu tutmak zorunda kalır.

Cafenin kapısından girerken levhada yazılı isim 'fesubhânallah' lar,estagfirullah'lar çektirir hoca efendiye, hem de peşpeşe:
CEN.NET CAFE

Cafe işleten delikanlıya:
- Evlâdım T.C. kimlik numarası istediler benden, yardımcı olabilir misin?
- Tabi amcacım, siz şuraya oturun, şu işimi hemen bitirip sizinle ilgilenirim.

Abdullah hoca başlar beklemeye. Böylelikle bulundugu mekânı inceleme fırsatı da geçer eline.
Demek ki gençlerin girip bir türlü çıkmak bilmedikleri, internet-cafe denilen yer burasıdır.
Gözüne takılan her detaydan rahatsız olarak, huzursuz bakışlarla etrafını süzer durur.
Evin bodrumunda kurduğu fare tuzakları gelir aklına. Küçücük bir peynire tutsak olan fareler
nasıl kapandan çıkamıyorlarsa, ayrı telden, ayrı telden oyunlara yakalanan gençlerin de
buradan çıkamadıklarını düşünür. Bir 'fesubhanallah'
Bir 'fesubhânallah' daha çeker ve:
- Ähir zaman fitneleri işte canım, der kendi kendine.

Hoca efendinin huzursuz olduğunu fark eden delikanlı hemen bir çay söyleyince, kendisine ikram edilmesinden memnun olur.
En azından bu da bir hürmet ifadesidir. 'Aferin' derken içinden, hayıflanır, istemeden:
- Yazık oluyor bu gençlere, hayatlarını heder ediyorlar.
Boşa hayıflanmanın, vah vah demenin, bir faydası olmayacağını bildiği için, delikanlıyla hasbihal etmeye karar verir:

- Delikanlı sana bir şey soracağım ama bilmem ne düşünürsün?
- Buyurun amca, ne soracaktınız?
- Sen Allah'ı bilir misin?

Birbirine girmiş, hiçbir şekle benzetemediği jöleli saçları,
her baktığında bir 'fesubhanallah' daha çektiği sakal şekliyle bu delikanlıdan aldığı cevap, hoca efendiyi pek şaşırtır.

Cafeyi işleten delikanlı gülümseyen gözlerle bakarak:
- Kul, kendisini yoktan var edip hayat bahşeden, düşünecek akıl, görecek göz veren Rabbini nasıl bilmez amca?

Hayretle sormaktan alamaz kendisini:
- Biliyor musun? Peki neyle biliyorsun Allah'ı, bana bir anlatır mısın?

Delikanlı eliyle cafedeki bilgisayarları göstererek cevap verir:
- Bu bilgisayar ile biliyorum amca.

- Bunlarla mı? Pek anlayamadım.

- Bu bilgisayarların varlığı benim nazarımda Allah'ın varlığının en açık delillerinden biridir.
Bilgisayar kullananlar gayet iyi bilirler amca,böyle bir makine, ancak bir mühendis ve üstün bir teknoloji ile var olabilir.
Ateistin en önde gidenine sorsan, bu zımbırtının tesadüf eseri oluşmayacağını,
mutlaka birisi tarafindan yapılmış olduğunu söyler sana.
Meselâ Darwin kalkıp dirilse, şu laptopu göstersen, desen ki:
'Bu Älet, şu hesap makinesinin tesadüfler zinciriyle evrimleşmiş hâlidir.' Darwin bile 'çüş lan deve' der.

Abdullah Hoca delikanlının anlattıklarından hoşlanmıştır. Keyiflenir:
- Bilgisayarın kendiliğinden yapıldığını kabul etmeyen adam, onu yapan insanın yaratılmış olduğuna gelince kıvırıveriyor değil mi evlâdım?

- Bak amca, burada 20 tane bilgisayar var, bunlar bir sistemle birbirine bağlı, hepsi bir program tarafından idare ediliyor.
Bu sistemi ben kurdum, burayı ben çekip çeviriyorum. Buradaki düzen benden sorulur;
Yani bir anlamda da farzi muhal buranın sahibi benim.
Bazen oyun oynayıp, interneti kullanıp para ödemeden sıvışmaya kalkanlar oluyor.
Hemen yakaliyorum onları. 'Gel bakalım! Nereye gidiyorsunuz böyle?
Buranın nimetlerinden faydalanıp başıboş bırakılacağınızı mı zannettiniz?
'Paramız yok abi! ' derlerse; 'Yok öyle yağma! ' deyip cezalandırıyorum.
İnternet-cafeyi temizletiyorum: paspas yapıyorlar, camları silip tuvaleti temizlettiriyorum.
Bir saat oyunun, internetin bedeli olur, bunun hesabı sorulur da, sayısız nimetlerle dolu koca bir ömrün hesabını sormazlar mı insana?
Bir cafenin bile işlerini düzenleyen, tertip eden biri varken, koca kâinatı kusursuz işleyen bu sisteminin bir kurucusu olmaz mı?
Olmaz diyenin ahmaklığını bütün noterler tasdik etmez mi?

- Vallahi evlâdım pek takdir ettim seni. Peki Allah'ı nasıl bilirsin, neye benzetirsin?

-Ben Allah'ı hiçbir şeye benzetmeden bilirim amca.

- Bunun böyle olacağını nasıl bildin evlâdım?

Delikanlı eliyle bilgisayarları işaret etti:
- Yine bunlar sağ olsun. Bu bilgisayarları yapan mühendisler başka, bilgisayarlar başkadır.
Birbirlerine benzemezler.
Programı yazan insan başkadır, ortaya konulan program ise bambaşka.
Bilgisayarda yüklenmiş bilgiler vardır, fakat benim bilmem yine başkadır.
Kamerası vardır, ses düzeni vardiır, ama benim gözlerim ve duyup konuşmam farklıdır.

Abdullah amca çocuğun feraset ve anlayışını çok beğenmişti.
Sorduğu sorulara aldığı cevaplar, gayet mantıklıydı ve berrak bir imana işaret ediyordu.
Aslında buradaki işi bitmiş, kimlik numarasını çoktan almıştı; ama muhabbete devam etmek istedi.

- Peki varlığına inandığın Rabbin için ne yapman gerektiğine dair ne biliyorsun?

- Ne yapmam gerektiğini biliyorum amca, fakat ne kadarını yapabildiğim hususunda
kendimi yeterli görmüyorum.

- Ne bildiğini söylersen, neler yapabileceğine dair yardımcı olabilirim belki evlâdım.

- Neler yapmam gerektiğine dair şuradan biliyorum amca:
Öncelikle, Rabbim bana bir gönül vermiş. Kendisini bilmeyi nasip edip muhabbetini gönlüme yerleştirmiş.
Ben de gönlümde sadece O'na ve sevdiklerine yer vermeliyim,
O'nun istemeyeceği şeyleri gönlümden uzak tutmalıyım.
İkinci olarak bana verdiği dili razı olmayacağı sözlerden korumalıyım. Her zaman O'nu soylemeli, O'nu anlatmalıyım.
Son olarak bana verdiği bu bedeni onun razı olacağı şekilde kullanmalı, bir gün toprak olacak vücudumu
O'nun yolunda eskitmeliyim. Benim bildigim bundan ibaret.

- Ee evlâdım daha ne yapacaksın, başka bir şey kalmadı ki!

- Efendim yapmalıyım, etmeliyim diyorum ama, bal demekle ağız tatlanmıyor ki!
Gidilecek yolu bilmek ayrı, usuluyle yolda yürüyebilmek apayrı bir şey
Yine bilgisayar tabirleriyle söylemek gerekirse,
Şeytan denilen melun HACKER, benim sistemimde ki NEFS virusunu aktif hale getiriyor.
Üstesinden gelebilene aşk olsun. Etkili bir antivirus programı bulmam lazım belki de..

- Ben biliyorum, dedi Abdullah Hoca ve ekledi: ""NAMAZ""
- Eveeet amca, ""NAMAZ"" anti-virus programlarından birisidir.
Hayat sistemine kurup, günde beş kere de bağlanırız
Böylece sürekli güncellenir.

Barış
12. February 2010, 12:21 AM
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak,yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı. "Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi.

Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu: "Tadı nasıl?"

"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak. "Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam. " Hayır" diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:

"Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır.

Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."
__________________

Barış
12. February 2010, 12:22 AM
Efsane Wimbledon'un ilk zenci Şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden kaptığı AIDS'den ölüm döşeğindeydi..

Hayranlarından biri sordu.. 'Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?'

Arthur Ashe cevap verdi.. 'Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir, 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya 'Neden ben?' diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Tanrı'ya nasıl 'Niye ben?' derim?.

Barış
12. February 2010, 12:35 AM
Okulda birinci sınıf öğrencileri, bir aile resmi hakkında tartışıyorlardı.

Resimdeki küçük erkek çocuğunun saç rengi ailenin diğer aile üyelerinin saç renklerinden farklıydı.

Öğrencilerden biri o küçük erkek çocuğunun evlat edinilmiş olduğunu ileri sürdü ve bunun üzerine Jocelynn Jay adındaki bir kız öğrenci şunları söyledi :

“Ben evlat edinme konusunda her şeyi bilirim, çünkü ben de evlatlığım.”

Bir başka çocuk, “Evlat edinilmek ne demektir ?” diye sordu.

Jocelynn söyle yanıtladı onu:

“Annenin karnında değil, yüreğinde büyümen demektir.”

Barış
12. February 2010, 12:36 AM
Yoksul Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta kibirli bir zenginle karşılaştı.

İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildi.

Kibirli zengin, hor gördüğü filozofa, “Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem!” dedi.

Diyojen, hemen kenara çekilerek, gayet sakin bir şekilde şu karşılığı verdi:
“Ben çekilirim!”

Barış
20. February 2010, 02:49 AM
Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg ( Zümrüd-ü Anka ya da batıda bilinen adıyla Phoenix ), Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir.....Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş, hepsi birbirinden çetin yedi vadi... İstek, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve yokluk vadileri...

Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş..."Aşk denizi"nden geçmişler önce...”"Ayrılık vadisi"nden uçmuşlar..”."Hırs ovası"nı aşıp, "kıskançlık gölü"ne sapmışlar..”.Kuşların kimi aşk denizi’ne dalmış, kimi ayrılık vadisi’nde kopmuş sürüden...Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış);Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış;Baykuş yıkıntılarını özlemiş;Balıkçıl kuşu bataklığını.Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş...



Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.Sonunda sırrı, sözcükler çözmüş:Farsça "si", "otuz" demektir....murg" ise "kuş"...Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki;"Simurg - otuz kuş" demekmiş.Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş. 30 kuş", anlar ki, aradıkları sultan, kendileridir ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır...

Barış
20. February 2010, 02:52 AM
KIRMIZI İBİKLİ KÜÇÜK TAVUK

Zamanın birinde bir çiftlikte kırmızı ibikli küçük bir tavuk yaşarmış. Tavuk kendi yiyeceğini kendisi bulur ve bu güzel çiftlikte çok mutlu bir hayat yaşarmış. Bir gün buğday taneleri bulmuş ve bunları ekerek daha çok yiyecek elde edeceğini düşünmüş. Ancak nasıl ekeceğini bilmediği için arkadaşlarından yardım istemiş:

'- Bu buğday tanelerini ekmek için kim bana yardım edecek ?'

Ördek cevaplamış:
'- Ben yardım edemem, ancak istersen sana kahve tohumu satabilirim. Buğday yerine kahve ekersen, çok para kazanır ve istediğin kadar buğday alırsın .'


Domuz oradan seslenmiş:
'- Ben de yardım edemem, ancak kahve ekersen ürünlerini ben satın alırım.'

Fare hemen atlamış:
'- Ben buğday ekiminden anlamam ancak kahve ekmek için gereken parayı sana borç verebilirim, sonra ödersin.'

Ticaretten ve tarımdan anlamayan kırmızı ibikli şirin tavuk, bu sözler sonrasında kahve ekmeye karar vermiş ve buğdaydan vazgeçmiş.

Ancak kahve nasıl ekilir bilmediğinden yine yardım istemiş: '- Kahve ekmek için kim bana yardım edecek?'

Ördek:
'- Ben yardım edemem, ancak kahvenin çabuk büyümesi için gereken gübreyi sana satabilirim' demiş.

Domuz:
'- Ben kahve yetiştirmekten anlamam ancak kahveleri zararlı böceklerden korumak için ilaca ihtiyacın var, istersen sana satarım' demiş.

Fare de:
'- Gübre ve ilaç için gereken parayı istersen sana borç olarak veririm ' demiş.


Sonunda kırmızı ibikli tavuk çalışmaya başlamış, çalışmıııııış çalışmış.


Kahve yetiştirmek buğday yetiştirmekten daha zormuş ve daha çok gübre ve il aç gerekiyormuş. Ama tavuğumuz sonunda çok zengin olacağını hayal ederek sabretmiş. Ve sonunda hasat zamanı gelmiş ve gerçekten de tavuk çok miktarda ürün elde etmiş, kendisine yol gösteren arkadaşlarına seslenmiş:

Kahve yetiştirmek buğday yetiştirmekten daha zormuş ve daha çok gübre ve il aç gerekiyormuş. Ama tavuğumuz sonunda çok zengin olacağını hayal ederek sabretmiş. Ve sonunda hasat zamanı gelmiş ve gerçekten de tavuk çok miktarda ürün elde etmiş, kendisine yol gösteren arkadaşlarına seslenmiş:
'- Kahveleri satmama kim yardım edecek?'


Ördek:
'- Ben yardım edemem, ancak kahveleri işlemek ve paketlemek için benim fabrikama getirmelisin.'

Domuz:
'- Ben de yardım edemem, zaten her önüne gelen kahve ektiği için kahve fiyatları çok düştü, senin kahven beş para etmez.'

Fare:
'- Ben bu işlerden anlamam, ayrıca artık sana verdiğim borçları ödemen lazım.'

Sonunda kırmızı ibikli küçük tavuk gerçeğin farkına varmış ve buğday yerine kahve ekmenin büyük bir hata olduğunu anlamış, çünkü borç içinde imiş ve yiyecek tek bir lokması yokmuş. Açl ıktan ölmemek için yine yardım
istemiş:
'- Yiyecek bir kaç lokma bulmama kim yardım edecek?'

Ördek:
- Ben yardım edemem, senin hiç paran yok.'

Domuz:
'- Ben de yardım edemem, zaten herkes kahve ektiği için buğday eken de kalmadı, yiyecek yok.'


Fare:
'- Ben yiyecek bulamam. Ancak bana borçlarını ödemediğin için para yerine senin tarlanı almak zorundayım, iyi bir tavuk olursan, belki senin o tarlada
boğaz tokluğuna çalışıp, benim için buğday yetiştirmene izin verebilirim.

Şimdilerde bizim kırmızı ibikli küçük tavuğumuz, artık farenin olan eski tarlasında buğday yetiştiriyor ve karnını doyurmaya çalışıyor.


Kaynak : İngiltere de ilkokullarda okuma kitabı olarak okutulan 'The Little Red Hen' kitabı.

dost1
23. February 2010, 01:38 AM
Selamun Aleyküm! Değerli Kardeşlerim.
Sizlerle paylaşmak istedim.

HIRSIZLAR KASABASI

Bir kasabada her gün hava kararınca, insanlar maymuncuklarını ve fenerlerini yanlarına alır, komşularının evlerini soymaya giderlermiş. Fakat, gün doğarken geri döndükleri her seferinde kendi evlerini desoyulmuş durumda bulurlarmış. Ama ülkede kimse kaybetmezmiş, çünkü herkes birbirinden çalarmış. Bir gün, nasıl olmuşsa, dürüst bir adam ortaya çıkmış. Geceleri, diğerleri gibi çantasını fenerini alıp hırsızlığa çıkmaktansa, evinde kalıp çalışmayı tercih edermiş bu adam. Hırsızlar da onun evinin önüne geldiklerinde içeride ışık yandığını görünce döner giderlermiş. Fakat durum böyle sürünce, ahali ona kızmaya başlamış:

"Çalmadan yaşamak senin tercihin, ama başkalarını engellemeye hakkın yok" demişler.

Bunun üzerine dürüst adam, geceleri ışığını söndürüp dışarı çıkmaya başlamış. Her gece, hırsızlık yapmadan orada burada dolaşır durur, sonunda yatmaya evine dönermiş. Fakat her döndüğünde evini soyulmuş bulurmuş. Sonuçta bir haftadan daha az bir sürede, yiyecek içecek hiç bir şeyi kalmamış ve memleketini terketmek zorunda kalmış. Kasabada hırsızlıkta ustalaşıp giderek zenginleşenler kendileri için soygun yapmak üzere maaşlı hırsızlar tutmaya başlamışlar.
Zamanla, zengin fakir ayrımı çoğalmış. Zenginler mallarını korumak için bekçiler tutmuşlar, hapishaneler kurmuşlar.
Kendi mallarının çalınmasını da yasa dışı ilan etmişler!
Ancak yoksulların mallarını çalmak hala serbestmiş!
Bir süre geçtikten sonra, artık kimse soymaktan ve soyulmaktan söz etmez olmuş. Çünkü, yoksulların çoğu ya açlıktan ölmüş ya da oraları terketip gitmişler. Zenginler ve maaşlı soyguncular ise ortada soyacakları kimse kalmadığından servetlerini yavaş yavaş yitirmeye başlamışlar. Sonunda zenginler eski düzeni yeniden sağlamak için oraları ilk terkeden dürüst adamı başa getirmeye karar vermişler. Sora sora nerede yaşadığını öğrenmişler.Evine gittiklerinde kapıda yazılı bir kağıt görmüşler. Kağıtta şunlar yazıyormuş:

"Bir insan sadece dürüst olduğu için aranıyorsa, her şey için çok geç olmuş demektir..."

Bir millet uyuyorsa uyandırmak kolaydır. Ama uyumuyor da uyuyor gibi yapıyorsa ne yapsanız nafile, uyandıramazsınız.

Indra Ghandi

Barış
26. February 2010, 03:00 AM
Bir zamanlar Afrika’ daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral daha
çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç
yanından ayırmazdı.Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu
arkadaşının ise değişik bir huyu vardı.İster kendi başına gelsin ister
başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi
söylerdi:

-Bunda da bir hayır var!

Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri
dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu.Arkadaşı muhtemelen
tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken
tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.Durumu gören
arkadaşı her zamanki sözünü söyledi:

-Bunda da bir hayır var!

Kral acı ve öf***le bağırdı:
-Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun,parmağım koptu?

Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.

Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak
durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu.Yamyamlar
onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler.Ellerini, ayaklarını
bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da onları odunların
ortasına diktikleri direklere bağladılar.

Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını
farkettiler.Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik
olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü
olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve
salıverdiler.Diğer adamları ise pişirip yediler.

Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini
anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman
oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından
geçenleri bir bir anlattı.

-Haklıymışsın!! dedi. Parmağımın kopmasında gerçekten de hayır varmış.İşte
bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.
Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi.

-Hayır, diye karşılık verdi arkadaşı.
-Bunda da bir hayır var.
-Ne diyorsun Allah aşkına? diye hayretle bağırdı kral. Bir arkadaşımı bir
yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir?
-Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil
mi? Ve sonrasını düşünsene ordan sadece sen kurtulabildin…

Barış
4. March 2010, 10:53 AM
ÇELİMSİZ küçük bir kız çocuğu sokağın köşesine oturmuş yiyecek,para veya işe yarar herhangi birşey için dileniyordu. Üzerindeki yırtık pırtık giysiler giysiden çok paçavraya benziyordu...Yüzü gözü ise kir içindeydi. Küçük kız çocuğu gerçekten perişan bir haldeydi.

Kız dilenirken sokaktan,genç sağlıklı zengin görünümlü bir adam geçti,kızı farketmişti ama belli etmemek için dönüp bir daha bakmadı. Geniş ve lüks evine, konfor içinde yaşayan ailesinin yanına geldiğinde çok güzel hazırlanmış bir akşam sofrası onu bekliyordu.Fakat az sonra gördüğü o dilenci kız aklına takıldı yeniden,duyguları birşeylere itiraz ediyordu.

Sonra kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah'a yöneltti.Böyle durumların var olmasına izin veren O değilmiydi?

"Böyle bir şeyin olmasına nasıl müsaade ediyorsun? Neden o küçük kıza yardım için birşeyler yapmıyorsun?" diye yakınmaya başladı.

Biraz sonra ruhunun derinliklerşinden gelen şu sesi işitti:

"YAPTIM.SENİ YARATTIM!".

Barış
4. March 2010, 09:29 PM
Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.
Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider. Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.
En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar.

En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar. Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir.
Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz

Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı... Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi...

Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?

Barış
10. March 2010, 02:47 AM
Öyküyü bilirsiniz belki, geçmiş dönemde çok zengin bir adamın dalkavuğu varmış, ne söylerse “isabet buyurdunuz efendim” diyerek kavuk sallarmış.

Bir gün efendinin aklına esmiş, patlıcanın yararlarını sayacağı tutmuş,

-Bu patlıcan da, demiş, ne kadar lezzetlidir.

Dalkavuk hemen yapıştırmış:

-İsabet buyurdunuz efendim, gerçekten lezizdir.

Efendi sürdürmüş:

-Çok da çeşitli yemeği olur, hiçbir sebze onun gibi değildir.

-Evet efendim, yine isabet buyurdunuz, gerçekten hiçbir sebzede bu kadar çeşit yoktur.

Efendinin canı sıkılmış, biraz da tersini söylemek istemiş:

-Ama o kadar da değil canım, biraz da yavandır hani...

Dalkavuk hemen onaylamış:

-İsabet buyurdunuz efendim, gerçekten de yavandır.

Efendinin tepesi atmış:

-Evet ama hani demin iyidir diye övüyordun?

Dalkavuk sırıtarak yanıtlamış:

-Ne yapayım efendimiz, ben patlıcanın değil sizin dalkavuğunuzum.

Barış
29. March 2010, 02:28 PM
Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. işveren müteahhidine, çalıştığı konut yapım işimden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yasam sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki. Müteahhit iyi isçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve ise girişti, ne var ki gönlünün yaptığı iste olmadığını görmek pek kolaydı. Bastan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!..işini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı. "Bu ev senin" dedi, "sana benden hediye". Marangoz soka girdi. Ne kadar utanmıştı!

Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar miydi! Bizim için de bu böyledir. Gün be gün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zamanda, yaptığımız işe elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da, şoka girerek, kendi kurduğumuz evde yaşayacağımızı anlarız. Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Ne var ki, geriye dönemeyiz.

Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz. "Hayat bir kendin yap tasarımıdır" demiştir biri. Bugün yaptığınız davranış ve seçimler, yarın yaşayacağınız evi kurar. Öyle ise onu akıllıca kurun.

Hepimizin kendimize özgü kusurları vardır. Hepimiz aslında çatlak kovalarız. Büyük planda hiçbir şey ziyan edilmez. Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin. Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu bilirseniz eğer, siz de güzelliklere sebep kalabilirsiniz.

Barış
1. April 2010, 05:10 PM
Ormanın birinde...

Aslanlar toplanmış.

"Yahu" demişler, "Hesapta kralız, açlıktan öleceğiz birader....

Maymuna saldırsak, ağaca kaçıyor; fillere saldırsak, fazla büyük...

Ceylanlar hızlı, yetişemiyoruz; kuşa dalsak, uçuyor,

ee balık yakalayacak halimiz de yok...

N'aapsak?"

Bir tanesi "En iyisi, ÖKÜZLERE SALDIRALIM" demiş,

"iri yarı görünüyorlar ama ne pençeleri var, ne dişleri diş... Tam dişimize göre!"

Olur mu? Olur.

Hücum!

Ama evdeki hesap çarşıya uymamış;

Öküz, öyle yabana atılacak hayvan değilmiş meğer...

Organize oluyorlar, topluca savunma yapıyorlar, püskürtüyorlarmış.

Aslanlar aç bilaç.

N'aapsak, n'aapsak?

"Tilkiye danışalım" demişler.

Tilki "kolay" demiş,

"beni, öküzlerin yaşadığı zengin otlakların prensi yapın, işinizi halledeyim..."

Kabul etmişler.

Tilki, elinde beyaz bayrakla öküzlere gitmiş,

"saygıdeğer öküzler" demiş,

"aslında aslanlar uysaldır, sizi de çok seviyorlar... Ama

Şu aranızdaki SARI ÖKÜZ var ya, sarı öküz, İŞTE SORUN O...

Görünce tahrik oluyorlar, canları çekiyor, VERİN ŞU SARI ÖKÜZÜ,

KURTULUN KARDEŞİM, HUZUR İÇİNDE YAŞAYIN!"

Öküz heyeti düşünmüş taşınmış,

"BANA DOKUNMAYAN YILAN BİN YAŞASIN"

mantığıyla, verivermişler sarı öküzü...

Aslanlar da afiyetle yemiş.

Bir gün, iki gün....

Tilki gene gelmiş.

"Bakın gördüğünüz gibi, saldırılar kesildi, mutlu mutlu yaşıyorsunuz" demiş ve

eklemiş: "Ama şu BENEKLİ ÖKÜZ var ya, benekli öküz,

o burada olduğu sürece size rahat yüzü yok arkadaş, canları çekiyor, VERİN, KURTULUN!"

Öküz heyeti düşünmüş,

"OTLAĞIN SELAMETİ İÇİN"

teslim etmiş benekli öküzü..

Üç gün, dört gün...

Tilki gene gelmiş.

KUYRUĞU UZUN OLANI...

BURNU BEYAZ OLANI...

TOMBUL OLANI...

Tek tek alıp, gitmiş.

Otlak seyrelmiş.

Aslanlar semirmiş.

Bir gün... Tilki gelmemiş!

Gerek kalmamış çünkü.

Direkt Aslan gelmiş.

"Hanginizi istiyorsam, canım hanginizi çekiyorsa, onu vereceksiniz, adamı hasta etmeyin" demiş.

Otların arasında tir tir titreyen, tek tük kalmış öküzler,

"KEŞKE SARI ÖKÜZÜ VERMESEYDİK" demiş ama İŞ İŞTEN GEÇMİŞ.
*
İşte böyle çocuklar...

Öküzlük böyle bir şeydir.

müslümanlardan
1. April 2010, 06:31 PM
Bir çiftlik sahibi kahyasıyla birlikte kasabaya inmeye karar vermiş. At arabasını hazırladıktan sonra yola koyulmuşlar. Yolculuk sırasında kahyasıyla eğlenmek isteyen çiftlik sahibi “Kahya, bu ara*bayı sana satayım” demiş. Kahya “Ağam, bende bu ara*bayı alacak para ne gezer!” dediğinde, çiftlik sahibi ara*bayı toprak yoldaki bir inek pisliğinin yanında durdurup “Bunları yersen bu araba, atıyla birlikte senin” demiş. Kahya arabadan inerek önce yerdeki inek tezeğine, sonra arabaya bakmış. At arabası gerçekten o zamanın güzel ve değerli arabalarından biriymiş. Atın ve arabanın güzelliğine daha fazla dayanamayan kahya, yere'çömeşerek inek pis*liğini sonuna kadar yemiş.”


“Atı ve arabayı kahyaya veren çiftlik sahibi, kasaba*dan dönerken pişmanlık duyarak “Ya kahya!. Ben yanlış bir iş yaptım. Sen bana bu arabayı geri sat” demiş. Yediği pislikten içi dışına çıkan ve hala midesi bulanmakta olan kahya, arabayı bir başka inek pisliğinin yanında durdura*rak “Ancak aldığım fiyata satarım. Arabayı geri almak isti*yorsan, işte bedeli orada duruyor” demiş. Çiftlik sahibi de önce yerdeki pisliğe ve daha sonra uzun uzun arabasına baktıktan sonra, yere çömelerek inek pisliğini yemeye baş*lamış.”


Çiftliğe döndükleri zaman, kahya önce at arabasına ve daha sonra çiftlik sahibine bakarak “Ya ağam!. Biz çiftlikten ayrılırken senin bir araban vardı ve benim hiçbir şeyim yoktu. Şimdi çiftliğe geri döndük. Senin yine sadece bir araban var ve benim yine hiçbir şeyim” dedik*ten sonra düşünceli gözlerle “Peki, biz o HAYVAN PİSLŞKLERİNİ niye yedik” demiş.

“İnsanların büyük çoğunluğu da benzer durumlarda aynı sözü söyleyecekler. Dünyadan ayrılma vakti geldiğinde, dünyadan hiçbir şey götüremediklerini ve çıp*lak geldikleri gibi, çıplak gittiklerini anlayarak “Bu dünyaya nasıl gelmiş isek. Öyle gidiyoruz” diyecekler ve bu gerçeği gördükten sonra geride bıraktıkları yaşantılarına bakarak “Peki, biz o PİSLİKLERİ niye yedik!” sorusunu soracaklardır.”

ALEMLER İÇİNDE SELAM OLSUN,DÜNYA HAYATININ SONUNDA BÖYLE BİR SÖZ

SÖYLEMEYECEK ŞEKİLDE KURANİ BİR HAYAT YAŞAMAK İÇİN MÜCADELE EDENE

ENAM SÜRESİ.162- De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir."

Barış
17. April 2010, 09:10 PM
Öykümüz ünlü Çin düşünürü Lao Tzu'nun zamanında geçer. Lao Tzu bu öyküyü çok sever, sık sık anlatırmış.

Efendim köyde bir yaşlı adam varmış. Çok fakir. Ama kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.

"Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?" dermiş hep.

Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış.

"Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler.

İhtiyar "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.

Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.

Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.

"Babalık" demişler. "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var."

"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?."

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler.

Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.

Köylüler gene gelmişler ihtiyara.

"Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler.

İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez."

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.

Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.

"Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer."

"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış, etrafına anlattığında:

"Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."

dost1
20. April 2010, 03:24 AM
Selamun Aleykum! Değerli Kardeşlerim!

Merhum Onk . Dr. Haluk Nurbaki’nin bir anısını sizlerle paylaşmak istiyorum:

Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum...
Kanser hastanesinde baş hekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazi formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm.
Ancak Serap'in da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra bir ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim.
Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış.
Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:
--''Doktor bey,'' dedi. ''Ben size...dargınım.''
-- ''Niçin?' diye sordum.
--'Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH 'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?'
Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildigim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:
--'Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın...'
Konuşmaya mecali olmadığından 'Ben o isteği duyuyorum' manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler 'hızlandırılmalı öğretime' dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlerini bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.
Vefatına bir hafta kala:
--'Doktor bey'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?'
--'Senin durumun çok özel' dedim. ''Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı fark edince ''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter.'
O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya
çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim.
Dönüşümde annesi telefon ederek:
--'Serap, bir haftadir morfin yaptırmıyor.' Dedi. 'Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor.'
Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.
'Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste 'Muhammed' diyemezsem?
İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair bir işaret sezdim.
Ertesi gün O'na:
--'Hiç korkma!' dedim. 'İğneyi vurdurabilirsin.'
Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:
--'Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?'
--'Kızım,' dedim. 'O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir.'
Salı günü Serap'in ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:
-'Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!' dedi ve devam etti:
--Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve 'yataktan kalkması imkansız' denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı.Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:
--'Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!.



Eğer bir gün dünyaya ait, seni çok zorlayan bir derdin olursa, sakın "Benim Çok Büyük Bir Derdim Var" deme, " BENİM ÇOK BÜYÜK BİR RABBİM VAR!" de...

Barış
28. May 2010, 09:47 AM
Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp hızla atıldı çapariye önce müthiş bir acı duydu dudağında gümbür gümbür oldu yüreği sonra hızla çekildi yukarıya...

Aslında hep merak etmişti denizlerin üstünü neye benzerdi acep gökyüzü.
Bir yanda büyük bir merak biryanda ölüm korkusu.

"Dudağı yarıklar " denir, şanslıdır onlar, hani görüpte gökyüzünü , insanı oltadan son anda kurtulanlar.

Ne çare balıkçının parmakları hoyratça kavradı onu küçük istavrit anladı yolun sonu.
Koca denizlere sığmazdı yüreği.

Oysa, şimdi yüzerken küçücük yeşil leğende, ansız uzanıvermiş dostlarına değiyordu minik yüzgeci.

İnsanlar gelip geçtiler önünden bir kedi yalanarak baktı gözünün içine yavaşça karardı dünya, başı da dönüyordu.
Son bir kez düşündü derin maviyi, beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.

İşte tam o anda eğilip aldım onu.
Yürüdüm deniz kenarına bir öpücük kondurdum başına, iki damla gözyaşından ibaret sade bir törenle, saldım denizin sularına.

Bir an öylece baka-kaldı
Sonra sevinçle dibe daldı.
Gitti tüm kederimi söküp atarak, teşekkürü de ihmal etmemişti.
Bir kaç değerli pulunu
Elime, avuçlarıma bırakarak.

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.
Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?

" Bir gün dedim, bulursam kendimi yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz,
Son ana kadar hep bir umudum olsun diye... "

Barış
1. July 2010, 01:25 AM
İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş adamının kulağına fısıldar; 'Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi...'

Berber çocuğa seslenir: 'Ali, buraya gel!'

Bunun üzerine çocuk sakince dükkâna girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, 'bak şimdi' diye fısıldar ve bir elinde 5 liralık, diğer elinde 50 liralık bir banknot olduğu halde çocuğa sorar:

'Hangisini istiyorsan alabilirsin? '

Çocuk dalgın dalgın bir 5 liraya bir de 50 liraya bakar ve sonunda 5 liralık banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır.Berber işadamına döner ve gülerek:

'Gördün mü? Sana söylemiştim.' der.

Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür. Yanına giderek, neden 50 liralık değil de, 5 liralık banknotu aldığını sorar. Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir:

'Eğer 50 liralığı alırsam oyun biter!'

Dale Carnegie diyor ki,

“Tanrı'nın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken... Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle yargılama hakkına sahip olabiliyoruz!”

elmuh
1. July 2010, 11:32 AM
Öğrenciler o yılın ders programında yeni bir ders olduğunu farkederler.
Dersin adı Mantıktır ve derse yaşlıca bir profesör girecektir.
Nihayet, ilk mantık dersi başlar.

Çocuklardan biri söz hakkı isteyerek:
-Sayın profesör, mantık bize ne öğretir? Lütfen her şeyden önce bunu anlatır mısınız ? ricasında bulunur.

Profesör, kendisine merak ve şüpheyle bakan talebelerine:
-mantık dersinin insanların düşüncesine yaptığı etkiyi açıklamak biraz güçtür.
Onun için bunu sizlere bir örnekle açıklamak istiyorum- der.

-Farzedin ki, maden ocağından iki insan çıkıyor: Birisinin üzeri tertemiz, diğerininki ise kömür karası içinde...
Bunlardan hangisinin yıkanması lâzımdır?-

Öğrenciler, hiç tereddüt etmeden:
-Elbette, kirlisi!- diye cevap verirler.

Profesör, tebessüm ederek:
-İşte evlatlarım- der,
-mantık bu soruya cevap vermeden önce şunu sorar:
Nasıl olur da bir maden ocağından çıkan iki kişiden birinin üzeri tertemiz iken diğerininki kirli olabiliyor?

Barış
16. July 2010, 11:22 PM
...Bilim adamları pirelerin farklı yükseklikte zıplayabildiklerini görürler.
Birkaçını toplayıp 30 cm yüksekliğindeki bir cam fanusun içine koyarlar.

Metal zemin ısıtılır. Sıcaktan rahatsız olan pireler zıplayarak kaçmaya çalışırlar ama başlarını tavandaki cama çarparak düşerler.

Zemin de sıcak olduğu için tekrar zıplarlar, tekrar başlarını cama vururlar.

Pireler camın ne olduğunu bilmediklerinden, kendilerini neyin engellediğini anlamakta zorluk çekerler.

Defalarca kafalarını cama vuran pireler sonunda o zeminde 30 santimden fazla zıpla(ya)mamayı öğrenirler.

Artık hepsinin 30 cm zıpladığı görülünce deneyin ikinci aşamasına geçilir ve tavandaki cam kaldırılır. Zemin tekrar ısıtılır. Tüm pireler eşit yükseklikte, 30 cm zıplarlar! Üzerlerinde cam engeli yoktur, daha yükseğe zıplama imkânları vardır ama buna hiç cesaret edemezler.

Kafalarını cama vura vura öğrendikleri bu sınırlayıcı ‘hayat dersi’ne sadık halde yaşarlar. Pirelerin isterlerse kaçma imkânları vardır ama kaçamazlar.

Çünkü engel artık zihinlerindedir. Onları sınırlayan dış engel (cam) kalkmıştır ama kafalarındaki iç engel (burada 30cm’den fazla zıplanamaz inancı) varlığını sürdürmektedir.

Bu deney canlıların neyi başaramayacaklarını nasıl öğrendiklerini göstermektedir.
Bu pirelerin yaşadıklarına ‘cam tavan sendromu’ denir. Bir insanın gelebileceğine inandığı en üst nokta, onun cam tavanıdır.

Cam tavanınız hayallerinizin tavan yüksekliğini gösterir.

Kıssadan Felsefe : Kendini geliştir Bir şeyin imkânsız olduğuna inanırsanız, aklınız bunun neden imkânsız olduğunu size ispatlamak üzere çalışmaya başlar.

Ama bir Şeyi yapabileceğinize inandığınızda, gerçekten inandığınızda, aklınız yapmak üzere çözümler bulma konusunda size yardım etmek için çalışmaya başlar”

Dr. David J. Schwaz

hiiic
17. July 2010, 08:06 AM
Hindistan’da yabani bir fil yavrusu kalın bir zincirle kalın bir ağaca bağlanır. Fil kaçmaya çalışır fakat kaçamaz. Zamanla kaçma denemelerinden vazgeçer.Çünkü esareti öğrenmiş o ağaçtan hiçbir zaman kurtulamayacağına kanaat getirmiştir.Ayağındaki zinciri ağaçtan sökerler ve bir odun parçasına bağlarlar.Yavru fil her yürüyüşünde odunun peşinden geldiğini görünce hala o ağaca bağlı olduğunu ve hiçbir zaman o ağaçtan kurtulamayacağını düşünerek kaçma girişiminde bulunmaz.Başlangıçta yavru fil, kaçabileceğine inancı vardı ama imkanı yoktu.İkinci aşamada imkanı var ama inancını kaybetti.Bu ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİKTİR…
---------------------------------------
Bir köpekbalığı aç halde bir akvaryuma konur. Her yere yüzebilmekte avlayabileceği bir şeyler aramaktadır. Daha sonra akvaryuma küçük bir balık konur. Köpekbalığı onu yemek için harekete geçer. Çünkü açtır ( motivasyon ) küçük balığı yiyebileceğine inanıyor ( özgüven ) küçük balığı yemenin kendi elinde olduğunu biliyor ( kontrol ).Bir hamle yapınca kafasını sert bir cisme çarpıyor.Çünkü küçük balıkla köpekbalığının arasında cam bir bölme mevcuttur.Fakat köpekbalığı bunu kafasını çarpınca anlayabilmektedir.Her hamlede aynı şey yaşanmaktadır.Tanımlayamadığı bişey hedefine ulaşmasına engel olmaktadır.48 saat sonra küçükbalığı yemekten vazgeçer.” Büyükbalık küçükbalığı yer ” kuralı işlememektedir.Cam bölme aradan kaldırılır.Köpekbalığı aç engelde yoktur.Fakat küçükbalığı yemek için hiçbir hamle yapmaz.Üstelikte açlıktan ölmek üzeredir.Bu durum bir canlının defalarca denediği halde istediği sonucu alamaması durumunda başarısız olacağını beklemesinden dolayı deneme cesaretini kaybedip hiçbirşey yapmaması haline yani ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK’ e örnek bir durum.Öğrenilmiş çaresizlik zihine takılmış bir kelepçedir.

Eğer iç inançlarınız dış gerçeklere uymuyorsa düşüncelerinizin son kullanma tarihi geçmiş demektir.

Yapabilirim inancı ile yapabilme imkânı bir araya geldiğinde başarı doğar.

İnsanları başarılı yada başarısız yapan şey deneyipte sonuç alamadıkları zaman kendi kendilerine yaptıkları iç konuşmalarıdır.

Kontrol inancı kaybolunca kadercilik inancı başlar.

hiiic
17. July 2010, 08:22 AM
Bir kurbağayı kaynar suyun içerisine koyarsanız, kendini hemen dışarı atmaya çalışacaktır. Ama kurbağayı oda sıcaklığında bir suyun içerisine koyarsanız ve korkutmazsanız, öylece kımıldamadan duracaktır. Bu arada su sıcaklığını yavaş yavaş arttırırsanız çok ilginç bir şey olur. Sıcaklık yükselirken kurbağa hiç bir şey yap...maz. Tersine halinden keyfi çok yerinde gibi görünmektedir. Sıcaklık kademe kademe artıkça, kurbağa gittikçe daha çok sersemleyecektir, ta ki kaptan dışarı çıkacak hali kalmayana kadar. Onu dışarı fırlamaktan alı koyacak hiçbir şey olmamasına rağmen, kurbağa orada oturup haşlanmayı bekleyecektir. Niye? Çünkü kurbağanın hayatına yönelen tehditleri algılayan dâhili aygıtı, onun çevresindeki ani değişimlere programlanmıştır. Kademe kademe değişikliklere değil. Bu olay sosyal bilimlerde şöyle kullanılır: Az miktarda hissedilen bir olay kademeli olarak gittikçe artarsa, insanlar buna sonunda alışa alışa gormezden gelmeye ya da farketmemeye, normal oymuş gibi algılamaya başlarlar.

VİDEOYU NASIL DİREK SİTEYE MONTE EDECEĞİM BİLMİYORUM AMA;

BURAYA TIKLAYARAK İZLEYEBİLİRSİNİZ, (http://www.google.com/search?q=kurba%C4%9Fa+deneyi&hl=en&sa=G&prmd=v&source=univ&tbs=vid:1&tbo=u&ei=hkvRTLGmEIXoObye_esM&oi=video_result_group&ct=title&resnum=7&ved=0CEYQqwQwBg)



-

dost1
18. July 2010, 02:45 AM
YÜK VE YOL
Hamalsan iki şey önemli oluyor senin için:

Yük ve yol...

Ancak sırtına aldığın yükle bu mesafeyi aşabilirsen,
ücret mevzu bahis oluyor. Aksi olursa, cereme çekiyorsun!
Bunu düşünüyordum. Yanımdaki hamalla yola çıktık.
İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden "Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!.."
Nitekim, çok geçmeden dedi ki: "Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!. ..
"Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!. . "Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini "Sen de dinlen hadi" dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe.Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakt a dolanıyordum. Bir saat kadar sonra yine durdu,oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında...
"Yükünü indirip sen de dinlen", demesine aldırmadım,ona daha çok kızdım...
Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu, aksi aksi başımı salladım...
Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü.
Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim.
Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım...
Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek; "Hadi kalk, dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz." Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana.
"Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapıl ı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda... Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait...
Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz, "altında ezilmek" değil!.. Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır.
Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem.
Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma...
Akşamları bırak ve hafifle... Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil. Çünkü , yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var...

Gerçek şu ki, hepimiz şu hayatın hamallarıyız.. Yüklerimizi en doğru şekilde taşımak ve hayatın altında ezilmemek dileklerimle. ..

Barış
31. July 2010, 10:02 PM
Genç bir Yönetici, yeni Jaguarı içinde kurulmuş, biraz da hızlıca, bir mahalleden geçiyordu Park etmiş arabaların arasından yola fırlayan bir çocuk olabilir düşüncesiyle dikkatini daha çok yol kenarına vermişti Bir şeyin yola fırladığını görünce hemen fren yaptı ama aracı durana kadar geçen mesafede yola çocuk fırlamadı Bunun yerine, yepyeni arabasının yan kapısına büyükçe bir taş çarptı Adam hızlıca frene yüklendi ve taşın fırlatıldığı boşluğa doğru geri geri gitti
Taşın Hikayesi
Sinirlenmiş olan genç adam arabasından fırladı ve taşı atan çocuğu kaptığı gibi yakında park etmiş olan bir arabanın gövdesine sıkıştırdı Bunu yaparken de bağırıyordu : Sen ne yaptığını sanıyorsun serseri? Bu yaptığın ne demek oluyor? O gördüğün yepyeni ve pahalı bir araba ve attığın o taşın mahvettiği yeri düzelttirmek için kaportacıya bir sürü para ödemek zorunda kalacağım Neden yaptın bunu ?

”Küçük çocuk üzgün ve suçlu bir tavır içindeydi “Lütfen, amca, lütfen kızmayın Ben çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim, bilemedim Taşı attım çünkü işaret etmeme rağmen diğer arabalar durmadı Çocuk, gözlerinden süzülen yaşları elinin tersiyle silerek park etmiş bir aracın arkasına işaret etti “abim orada Yokuştan aşağı yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü ve ben onu kaldıramıyorum”

Çocuğun şimdi hıçkırıklardan omuzları sarsılıyordu ve şaşkın adama sordu : “Onu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturtmama yardım edebilir misiniz? Sanırım abim yaralandı ve benim için çok ağır
Ne diyeceğini bilemez halde, genç yönetici boğazındaki düğümden yutkunarak kurtulmaya çalıştı Yerde yatan sakat çocuğu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturttu, cebinden temiz ve ütülü mendilini çıkartıp, çeşitli yerlerinde oluşmuş ve kanayan yara ve sıyrıkları dikkatlice silmeye çalıştı

Bir şeyler söyleyemeyecek kadar duygulanmış olan genç adam, abisinin tekerlekli sandalyesini iterek yavaş yavaş uzaklaşan çocuğun ardından bakakaldı Jaguar marka arabasına geri dönüşü yavaş yavaş oldu ve yol ona çok uzun geldi
Arabanın yan kapısında taşın bıraktığı iz çok derin ve net görülür şekildeydi ama adam orayı hiçbir zaman tamir ettirmedi Oradaki izi, şu mesajı hiç unutmamak için sakladı :

Hiçbir zaman yaşamın içinden, seni durdurmak ve dikkatini çekmek için birilerinin taş atmasına mecbur kalacağı kadar hızlı geçme

Yaratıcı ruhumuza fısıldar ve kalbimizle konuşur Bazen, onu dinlemek için vaktimiz olmuyorsa, bize taş fırlatmak zorunda kalır

Fısıltıyı dinle… veya taşı bekle

Seçim senin.

Barış
13. August 2010, 11:52 PM
Dağlarda gezen bir bilge kadın, nehirde değerli bir taş bulmuş. Ertesi gün kendisi gibi bir seyyahla karşılaşmış. Ama seyyahın karnı açmış. Bilge kadın torbasını çıkarmış ve yemeğini onunla paylaşmış. Aç seyyah, bilge kadının torbasındaki değerli taşı görmüş ve taşı çok beğendiğini söyleyip onu kendisine vermesini istemiş. Bilge kadın hiç tereddüt etmeden taşı ona vermiş. Seyyah karşısına çıkan bu şansa çok sevinip, bilge kadının yanından ayrılmış. Taşın, yaşamının geri kalan kısmını güvence altına alacak kadar değerli bir taş olduğunu biliyormuş.

Fakat bundan uzun yıllar sonra seyyah, uzun uğraşların sonunda bulduğu bilge kadının karşısına yeniden çıkmış. Seyyah, bilge kadına, "senden bu taşı değil, bundan daha değerli birşeyi istiyorum. Bana onu verebilir misin?" demiş. Bilge kadın, seyyahın kendisinden ne istediğini sorunca, seyyah yanıtlamış : "Bu taşı bana vermeni sağlayan şeyi."

Barış
3. October 2010, 02:35 PM
Genç bir adam, ülkenin uzak bir şehrinde yaşayan bir bilgeyi ziyaret etmek
ister.... Uzun süren yolculuktan sonra şehre varır. Bilgenin evine misafir
olur. Evde hiç bir lüks eşya yoktur. Sadece kitaplar ve oturmak için de
minderler vardır. Evdeki tek mobilya, okumak için ayrılmış küçük bir
sehpa ve bir eski iskemledir.
"Sizin hiç mobilyanız yok mu?" diye sorar genç adam hayretle.
"Peki seninkiler nerde?" diye karşılık verir bilge.
"Benimkiler mi?" der genç adam. Şaşırmıştır. "Ben yolcuyum, biliyorsunuz"
"Ben de öyle!" der bilge...

Barış
2. November 2010, 10:59 PM
‎"onlar kuşların gözleri"


Babası İspanya'nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede mahkûmdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi. Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara verilmesi yasaktı. Bu sebeple kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı... Çok üzülmüştü küçük kız... Babasına söyledi bunu, o da:

"Üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?"dedi.

Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Babası keyifle resme baktı ve sordu:

"Hmmm! Ne güzel bir ağaç bu! Üzerindeki benekler ne? Portakal mı?

Küçük kız babasına eğilerek, sessizce:

"Hşşşşt! O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri!..."

dost1
3. November 2010, 12:41 AM
Basit yasayın,
Cömertçe sevin,
Birbirinize derinden itina gösterin.
Nazik olun,
gerisi kendiliginden gelir...

Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler.
Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner. Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir.Herkes bir bardak secince, profesör şöyle söyler:
'Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı. Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında. Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz. Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.
Şunu bir düşünün: Hayat kahvedir. İş, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar. Onlar hayatı tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yaşadığımız hayatın kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de.
Bazen sadece bardağa odaklanarak Allah’ın sunduğu kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz.
Kahvenizin tadına varın!
En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler.
Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar.

Barış
3. April 2011, 12:08 AM
Genç bir cift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar. Sabah kahvaltı ya...parlarken, komşu da camaşırları asıyormuş. Kadın kocasına ' Bak, camaşırları yeterince temiz değil, camaşır yıkamayı bilmiyor, belki de dogğru sabunu kullanmıyor.' demiş. Kocası ona bakmış, hiçbir şey sylememiş, kahvaltısına devam etmiş.

Kadın, komşusunun camaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş.

Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun camaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış 'Bak' demiş kocasına ' Çamaşır yıkamayı oğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?'

'Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim' diye cevap vermiş kocası.

Hayatta da böyle değil midir ?

Baskalarını izlerken görduklerimiz, baktığımiz pencerenin ne kadar temiz olduguna baglidir. Birini elestirmeden ve hemen yargılamadan önce zihin durumumuza bakmak ve 'iyi' olanı görmeye hazır olup olmadığımızı farketmek güzel bir fikir olabilir ...

Pencerelerimizi temiz tutabilmek dileğiyle..

hiiic
6. April 2011, 09:57 PM
bana şunu hatırlattı;

baktığımız kendimiz değil mi aslında? aynı cins değilmiyiz? aynı dna dan aynı babadan aynı atadan değilmiyiz?

adamların kötülük düşündüğünü hemen de nasıl anlıyoruz? nede olsa baktığımız kendimiz değilmiyiz aslında? baktığımız kendimiz değilmiyiz?

Barış
8. May 2011, 09:26 PM
Ingiltere Kralı George ile görüştüğü sırada, Gandi'nin üzerinde
her zamanki gibi beyaz örtüsü vardır.

Davetten çıkınca bir gazeteci sorar:

- Kıyafetiniz, bir kralla buluşmak için yeterli miydi?

Gandi, hiç aldırmadan cevap verir:

- Kral, ikimize de yetecek kadar giyimliydi.

......

merdem
27. February 2013, 02:45 AM
Bir şeyh bir de müridi varmış. Mürid irşad vazifesi için şeyhin salık vermesini istiyormuş. Şeyh de müridinin bu isteğini kabul etmiş. Yanına birde eşek katmış yollamış. Az gitmiş uz gitmiş 90 km’den fazla yolculuk yaptığı için seferi ilan etmiş tabi kendini. 2 rekat namaz kılmak için bir yerde konaklamış. Konakladığı sıra eşeği ölmüş. Tabi yol arkadaşının öldüğüne çok üzülmüş.

Bari son vazifemi yerine getireyim, hayvan kurda kuşa yem olmasın diye eşeği defnetmiş.

Defnettikten sonra mezarı başında durup ağlamaya başlamış. Tam o sıra yanından bir kervan geçiyormuş. Kervandakiler mezar başında ağlayan adamı görünce üşüşmüşler mezarın başına ve başlamışlar dua etmeye.

Dua ettikten sonra müridin haline de acımış olacaklar ki, biraz altın bırakmışlar ve oradan uzaklaşmışlar.

Uzaklaşırken kervandan şöyle mırıltılar yükselmiş.

Herhalde yatan zaat muhterem biriydi, baksanıza başındaki nasıl ağlıyor v.s.

Mürid altınları görünce şaşırmış. Allah’ın lütfu diye koymuş cebine. O sıra uyuya kalmış.

O uyurken birkaç kervan daha ziyaret etmiş mezarı. Onlar da yanlarında bulunan eşyalardan bir şeyler bırakmışlar.

Velhasılı, bizim eşeğin mezarı epey işlek bir yer haline gelmiş.

Gel zaman git zaman, mürid orayı çevirmiş türbe haline getirmiş. Akın akın ziyaretçiler v.s.

Şeyhinin kulağına, yakınlarda değerli bir zatın türbesi olduğu haberi çalınmış. Şeyh hemen yanına birkaç adam almış ve “kim bu muhterem” diye türbeye doğru yola çıkmış. Vardığında ne görsün, müridi ve bir türbe. Çok şaşırmış.

Ne oldu da bu kadar meşhur bir yer haline geldi burası, neredeyse bizim dergahı solladı demiş.

Mürid başından geçenleri anlatmış tastamam.

Şeyhi müridin kulağına eğilmiş ve fısıldamış. Sıkma canını senin eşeğin babası da bizim tekkede yatıyor.

berru
27. February 2013, 10:54 AM
Ugur erzincanlı kardeşimizin bir makalesini okumuştum .Aklıma gelince Sizlerle paylaşmak istedim

Batır Allah’ım Batır!



Bir gün bir topluluk gemiyle yola çıkmışlar. Tam da bizim toplumun küçük bir prototipi. Neyse, denizin ortasında bunlar şiddetli bir fırtınaya tutulmuşlar. Gemi bir oyana bir bu yana sallanıp duruyor. Rüzgarın sesi neredeyse kulakları sağır edecek cinsten. (Olaya biraz drama katalım). Gözler dört dönmüş vaziyette. Herkes korkudan i tir tir titriyor.



O esnada kısık bir ses duyuluyor. O da ne..! İbrahim Tatlıses’in “yetiş ya ali yetiş ya Muhammed” parçası. Bunu duyan vatandaş.. Başlıyor bağırmaya “yetiş ya ali yetiş ya Muhammed”, öbürü bağırıyor “yetiş ya geylani”, bir diğeri “yetiş ya seydaaa” bir başkası “yetiş ya hamza”, bir diğeri “yetiş ya buddha”, “yetiş ya huseyn”, “yetiş ya gavs”.. “yetiş ya buhari”…



Her biri bir başkasını yardıma çağırıyor. Çağırıyor ki gelsin kurtarsın onları batmaktan.



Geminin kıç tarafında oturan gariban köylü de ellerini açmış kısık bir sesle: “BATIR ALLAH’IM BATIR… BATIR GEMİYİ. NASIL OLSA BU GEMİDE SANA TAPAN YOK”. diyor.



Tabi gemi batmıyor. Çünkü aralarında bu mümin kul varken, Allah o gemiyi batıracak değil. Gemi sağ selamet karaya ulaştığı vakit, herkes kurtuluşu yardıma çağırdığı şahısların gücüne nisbediyor.



Biri diyor: -bizi Ali kurtardı, öbürü diyor Gavs olmasaydı işimiz yaştı. Bir diğeri “gözünü sevdiğimin seydaaaası okyanusun ortasında bile bizi gözetliyor”, bir başkası “hamza olmasaydı zor yırtardık paçayı” v.s. her kafadan bir ses çıkıyor.



Tabi bu bir mizansen. Ama gerçek hayata uyan bir mizansen. Çoğunluğun maalesef “Allah’ın berisinden seslendiği amcaları-dayıları, yiğidoları var.”



Bir “yetiş” mutlaka bulunuyor. Tekne batmayıp karaya sağsalim varınca da bütün maharet bu “yetiş”lerde sayılıyor. Dolayısıyla Kerameti kendinden menkul zaatlar türemeye başlıyor. Bu da toplumun azgınlığını/sapıtmışlığını iyice artırıyor. Katmerleştiriyor.



Aslında dünyadayken azaptan her kurtuluş bir şans demektir. Ta ki sadece ve sadece tek olan Allah’ı yardıma çağırana kadar.

merdem
8. April 2013, 12:01 PM
GAVS FIKRALARI



Gavsımız bir gün adak için koyun kesmiş. Menzilde ikamet eden sofilere az az birer parça teberrüken dağıtılmış, o sırada ezan okunmuş camiye gitmişler. Bir sofi de eti cebinde unutup gavsın arkasında namaz kılmış. Namaz bittikten sonra sofi evine gitmiş, hanımı yemek pişiriyormuş, cebinden çıkardığı eti şifa olsun inşallah diyerek yemeğin içine atmış. Yemek pişmiş, tam yiyecekler bakmışlar et pişmemiş, sonra yemeği yine kaynatmışlar bakmışlar, et yine pişmemiş böyle 2-3 defa kaynatmışlar. Sonra sofi eti alıp gavsın huzuruna gitmiş ve olanları anlatmış:

-”Sultanım et bir türlü pişmedi acaba bunun hikmeti nedir?” diye sormuş. Gavsımız:

-”SOFİ BİZİM ARKAMIZDA SECDE EDEN ETİ İNŞALLAH ATEŞ YAKMAZ” buyurmuşlar.

************************************************** *************************

GAVS ABDULHAKİM zamanında bir sofi varmış. Evi göl kenarındaymış. Ama sofi olmadan önce bu gölde kurbağalar sabahlara kadar öterlermiş. Adam gavsın nazarına girdikten sonra düşünmüş, düşünmüş aklına şeyhi gelmiş. Gideyim bu kurbağaları gavsa söyleyeyim. Durumu anlatayım. Gitmiş mübareğin yanına durumu anlatmış. Mübarek buyurmuş ki:

-”Sofi sen o gölden bir kurbağayı bize getir”

Sofi de gitmiş yakalamış kurbağayı kavanoza koymuş gelmiş. Mübarek kavanozdaki kurbağaya bakmııışş bakmışşş bir NAZAR etmiş sonra buyurmuş:

-”Al bu kurbağayı götür sizin göle at”

Sofi de kurbağayı atmış göle, gece olmuş kurbağalardan ÇIT ses yok aylarca adam takip etmiş, nerdeyse kafayı yiyecek olmuş. Adam dayanamamış gitmiş sormuş mübareğe:

-”Kurban naptınız kurbağalara böyle”

Mübarek de bakmış tebessüm etmiş buyurmuş ki:

“SOFİ KURBAN; BU KURBAĞALAR KADİRİYDİ, SESLİ ZİKİR EHLİYDİLER, BİR TANESİNİ VEKİL TAYİN ETTİK. ŞİMDİ HEPSİ NAKŞİ OLDU, SESSİZ ZİKİR ÇEKİYORLAR ))

************************************************** *************************

Gavs Abdulhakim Hz.leri’nin bir sofisi sabunculuk yaparmış. Eşeğine yüklediği sabunları diğer vilayete götürüp satarmış. Yine bir gün sabunlar eşeğin sırtında yola çıkıp diğer vilayete giderken kestirme olsun diye dağdaki keçiyolundan (çok dar olur ve genelde uçurumdur) dolaşayım demiş. Eşeği vurmuş dağa, yolun ortasına geldiğinde eşeğin ayağı kayarak uçurumdan aşağı yuvarlanmaya başlamış. Sofinin bütün sermayesi de eşekle beraber gidiyor. Ne yapayım diye çok kısa bir düşünme devresinden sonra:

-”Yetiş ya Abdulkadir Geylan Hz.leri” diye çığlık atarak himmet istemiş. Himmet istenir de gelmez mi, anında eşek toparlanıp ayağa kalkmış. Eşek kalkmasına kalkmış da onu yukarı kim getirecek? Sofi bu sefer:

-”Yetiş ya Gavs Hz.leri” diye 2. himmeti istemiş. Ammaa bu sefer işler tersine dönmüş ve eşek tekrar yuvarlanmaya başlamış ve uçurumun dibine kadar düşüp ölmüş. Sabunlar da ziyan olmuş. Sofi içinden kendine kızarken bir yandan da Gavs Hz.lerinden himmet isteyince neden eşeğin düştüğünü merak etmeye başlamış. O hızla atlamış Menzil’e gidip Sadat’ın huzuruna çıkıp:

-”Kurban, ben falanca yerdeki sabuncuyum. Benim eşeği niye tutmadın” diye sormuş. Gavs Hz.leri de:

-”SOFİ, SEN ABDULKADİR GEYLANİ HZ.LERİNDEN HİMMET İSTEYİNCE O GELİP SENİN EŞEĞİ TUTTU. BİZDEN HİMMET İSTEYİNCE BİZ DE GELDİK AMA ABDULKADİR GEYLANİ HZ.LERİNİ GÖRÜNCE EDEBE GEÇTİK. O DA BİZİ GÖRÜNCE EDEBE GEÇTİ VE EŞEĞİN YULARINI BIRAKTI. HAL BÖYLE OLUNCA SENİN EŞEK DE GÜME GİTTİ”

merdem
8. April 2013, 07:05 PM
Kardeslerim dikkatli olun Gavs'lari birbirine karistimayin seslenirken ;)

Bendeniz bu gün karistirmis olacagim :confused: yemegim yandi ocakta, alis veriste yalnis kahveyi almisim vede cappuccinoyu unutmusum :eek:

Yarin yeni bir gündür, bakalim ne getirecek.:cool:

Akasama misafirim var, hayrola sonu :p

Allah'in Selami hepimizin üzerine olsun, Rabbim neylerse güzel eyler.

merdem
11. April 2013, 03:32 PM
SEVGİ, ZENGİNLİK VE BAŞARI


Alışverişe gitmek üzere evden çıkan bir kadın, kapısının karşısındaki kaldırımda oturan bembeyaz sakallı üç yaşlı adamı görünce önce duraksadı. Sonra; onları, tüm içtenliğiyle evine davet etti. “Burada böyle oturduğunuza göre, üçünüz de kesinlikle acıkmış olmalısınız” dedi. “Lütfen içeri gelin, size yiyecek bir şeyler hazırlayayım.” Üç yaşlıdan biri, kadına, eşinin evde olup olmadığını sordu. Kadın, eşinin biraz önce çıktığını, şu anda evde olmadığını söyledi. Yaşlı adam, başını iki yana salladı: “Eşiniz evde değilse, biz de davetinizi kabul edemeyiz” dedi.

Akşam eşi geldiğinde kadın, karşı kaldırımdaki yaşlı adamlarla arasında geçen konuşmayı anlattı. “Senin evde olmadığını öğrenince, içeri girmek istemediler” dedi. Yaşlı adamların bu davranışlarını öğrenince, kadının eşi üzüldü. “Bir bakıversen dışarı” dedi. “Hâlâ oradalarsa, şimdi davet edebilirsin eve.” Kadın kapıyı açar açmaz, karşı kaldırımdaki bembeyaz sakallı üç yaşlıyla yeniden karşılaştı. Eşim geldi, şimdi evde” dedi ve onlara davetini yineledi: “Yemeğimizi birlikte yemek için sizi şimdi davet edebilir miyim evimize?” Kadının davetine, yaşlılardan biri yanıt verdi: “Biz üçümüz birlikte gelemeyiz” dedi. Ve kısa bir duraksamadan sonra, bir açıklama yaptı: “Sağ yanımdaki bu arkadaşımın adı, Zenginliktir” dedi. “Bu yanımda oturan arkadaşımın adı Başarı, benim adım ise Sevgidir.” Kendini ve arkadaşlarını tanıttıktan sonra Sevgi, kadına ilginç bir öneride bulundu: “Şimdi evinize gidin ve eşinizle baş başa verip, bir karara varın dedi. “İçimizden yalnızca birimizi davet edebilirsiniz evinize. Hangimizi davet etmek istediğinize karar verin, sonra gelin, kararınızı bize bildirin.”

Kadın, Sevgi’nin önerisini eşine anlattığında adam, sevinçten göklere fırladı. “Aman ne güzel, ne güzel” dedi. “Hangisini davet edeceğimizi bize bıraktıklarına göre, biz de içlerinden Zenginlik’i davet ederiz ve evimiz de bir anda Zenginlik’e kavuşmuş olur. Eşinin kararı, kadının hiç de hoşuna gitmedi. “Başarıyı davet etsek, daha mantıklı bir karar vermiş olmaz mıyız, kocacığım?” dedi.

Kayınvalidesiyle, kayınpederinin bu konuşmasına, içerideki odada bulunan gelinleri de kulak misafiri olmuştu. Koşarak içeri girdi ve o da kendi önerisini söyledi: “En doğru karar, Sevgi’yi davet etmek değil midir?” dedi. “Düşünsenize, evimiz bir anda Sevgi’ye kavuşacak.’ Gelinin bu önerisi, kayınpederinin de, kayınvalidesinin de çok hoşlarına gitti.

“Tamam, en doğru karar bu olacak dediler. “Sevgi’yi davet edelim…”

Kadın kapıyı açtı ve üç yaşlıya birden sordu: “İçinizde hanginiz Sevgi’ydi?” dedi. “Onu davet etmeye karar verdik. Lütfen buyursun…” Sevgi ayağa kalktı, eve doğru yürümeye başladı. Arkadaşları da ayağa kalktılar ve Sevgi’nin arkasından, onlar da eve doğru yürümeye başladılar. Kadın, büyük bir şaşkınlık ve heyecan içinde, Zenginlik’le Başarı’ya sordu: “İnanamıyorum siz de geliyorsunuz?” dedi. Kadının bu sorusuna, üç yaşlı birlikte yanıt verdiler: “Eğer içimizden yalnızca Zenginlik’i ya da Başarı’yı davet etmiş olsaydınız, davet edilmeyen ikimiz dışarıda bekleyecektik” dediler. “Fakat siz Sevgi’yi davet ettiniz. Bu durumda üçümüz birden gelmek zorundayız evinize.” Ve kadının “Niçin?” diye sormasını beklemeden, Zenginlik ve Başarı sözlerini şöyle sürdürdüler:

“Çünkü Sevgi’nin olduğu her yerde, biz Zenginlik ve Başarı da her zaman, onun yanında oluruz.”

merdem
11. April 2013, 03:36 PM
HALA NİYE TAŞIYORSUN?


İki derviş, yolculukları sırasında bir dere kenarına varmışlar. Genç bir kadın dere kenarında karşıya nasıl geçeceğini bilemez halde ağlamaktaymış. Dervişlerden biri, genç kadını kucaklayıp suyun öteki tarafına bırakmış. Öteki derviş, arkadaşının bu davranışını hiç hoş karşılamamış ancak sesini de çıkarmamış. Dervişler dere kenarından bir kilometre kadar uzaklaştıklarında; diğer derviş daha fazla dayanamamış ve arkadaşına hışımla dönmüş:

- Sen, böyle bir şeyi nasıl yaparsın? Biz dervişiz! Bırak bir kadını kucaklayıp karşıya geçirmeyi, onlara bakmamız bile yasaktır! Hatta seni baştan çıkarabilirdi.

Öteki derviş oldukça sakin karşılık vermiş:

- Dostum ben o kadını bir kilometre geride bıraktım. Sen? Sen ise hala onu taşıyorsun.

merdem
12. April 2013, 02:59 AM
ASLAN VE İNEK






Bir gün aslanla öküz beraber takılıp kafa çekmeye başlamışlar.

Aslan saate bakmış:

-Oooo çok geç olmuş benim gitmem gerek demiş.

Öküz:

-Otur işte daha yeni geldik biraz takılır gideriz demiş.

Aslan:

- Yok, ben kalkayım demiş evde hanım merak eder şimdi demiş.

Öküz:

- Sen ki koskoca ormanların kralısın bütün hayvanlar senden korkar, sende hanımdan mı korkuyorsun deyince Aslan cevabı patlatmış:

- Öküzzzz beni evde bekleyen de aslan, senin ki gibi inek değil.:)





Bir insan evde bekleyene vedigi deger ile kendini degerini ortaya koyar.

Yukaridaki misalin tam tersi olmus olursa, aslani evde bir inek ve öküzü evde bir aslan beklemis olsaydi düzen tam tersine döner ve birbirlerine yem olurlardi.

merdem
17. April 2013, 11:50 PM
CESARET

Mete Han Çin ordusu ile karşı karşıya gelmiştir. Etrafı gözetmek için yardımcısıyla bir tepeye çıkar ve bakar ki Türk ordusu Çin ordusu karşısında bir avuç karınca gibi duruyor, yardımcısı Mete’nin geri çekileceğini düşünerek Mete’ye sorar:

- Ne düşünüyorsunuz efendim?

Mete Han vezirine dönerek:

- Bu kadar Çin’liyi ben nereye gömeceğim? der…

merdem
18. April 2013, 11:48 PM
KIZILDERİLİ


Bir gün New-York’ta bir grup iş arkadaşı, yemek molasında dışarıya çıkar. Gruptan biri, Kızılderili’dir. Yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yoldaki iş makinelerinin çıkardığı gürültü ve korna sesleri arasında ilerlerken, Kızılderili, kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyleyerek cırcır aramaya başlar.

Arkadaşları, bu kadar gürültünün arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam eder. Aralarından bir tanesi inanmasa da, onunla aramaya devam eder. Kızılderili, yolun karşı tarafına doğru yürür, arkadaşı da onu takip eder. Binaların arasındaki bir tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği bulurlar. Arkadaşı, Kızılderili’ye: ‘Senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi nasıl duydun?’ diye sorar. Kızılderili ise; bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek, arkadaşına kendisini takip etmesini söyler. Kaldırıma geçerler ve Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlar. Birçok insan, bozuk para sesini duyunca sesin geldiği tarafa bakarak, onun ceplerinden düşüp düşmediğini kontrol eder. Kızılderili, arkadaşına dönerek: “Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin.“ der.

merdem
19. April 2013, 12:19 AM
MECNUN…


Bir gün Mecnun çölde Leyla’yı düşünerek gezerken; namaz kılan bir faninin önünden geçer. Namazı bitirdikten sonra fani:

-Ey Mecnun beni görmüyor musun da namaz kılarken önümden geçiyorsun?

Mecnun:

-Ey fani ben Leyla’yı düşünürken seni görmedim, sen Mevla’yı düşünürken beni nasıl gördün???

Barış
23. July 2013, 04:09 AM
(Öfkelenince neden bağırdığımıza dair küçük bir kıssa)

Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş. Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.

Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”

“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”

Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.

merdem
31. July 2013, 03:42 AM
Yahudi asıllı bir Rus; İsrail’e göçme iznini alır. Çıkışta, Ruslar bagajını denetlerken elbiselerin arasındaki Lenin’in büstünü bulurlar:

- Bu nedir?

Yahudi:

” -Bu nedir? sorusu yanlıştir yoldaş!.. Bu kimdir? demeniz gerekirdi!. Bu Lenin’dir, sosyalizmin temellerini atan, Rus halkına iyilikler getirendir. Ben de bunu bereketli günlerin anısı diye yanıma aldım…”

Etkilenmiştir Rus görevli:

“- Tamam, geçebilirsiniz!..”

Tel Aviv havaalanında gümrük memuru büstü görür ve sorar:

” – Bu nedir?…”

Yahudi:

” – Bu nedir? sorusu yanlişdir Paşam!. Bu kimdir? demeniz gerekirdi!.. Bu Lenin’dir. Bu deli cani yüzünden Rusya’yı terk etmek zorunda kaldım! Yanıma aldım ki her gün ona bakıp bakıp lanet okuyayım! ..”

Etkilenmiştir İsrailli görevli:

“- Tamam, geçebilirsiniz!…”

Adam evine gelir, büstü büfenin üstüne koyar, gelişi nedeniyle de akrabalarına davet verir. Yeğenlerden biri sorar:

” -Bu kimdir?..”

Yahudi:

” – Bu kimdir? sorusu yanlişdir kuzum! Bu nedir? demen gerekirdi!.. Bu; on kilogram, yirmi dört ayar altın, vergisiz, gümrüksüz, üstelik KDV’siz!!!…”