PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Tanrılar savaşınca insanlar ölür


müslümanlardan
1. February 2010, 01:48 PM
TANRILAR SAVAŞINCA İNSANLAR ÖLÜR

HÜSEYİN ALAN
Paganizm, tarihte anlatıldığına göre, insan topluluklarının ilk dönemlerde, çeşitli nedenlerden dolayı sayıca bol ve her birisinin muktedir olduğu alanlarda yüce, kutsanmış, çok tanrıcılık dönemini ifade ediyor. Tabiat olayları, doğum-ölüm, savaş-barış, bereket-kıtlık, gökler-yerler, sevgi-nefret vs. konularında her birinin kendi alanını idare ettiği, gerektiğinde hayata, insana ve topluluklara müdahale ederek olayları yönlendiren, muktedir olduğuna da inanılan tanrılardı bunlar.
Topluluk, bir şeyden korunmak veya bir şeye sevinmek isterse, ilgili tanrıya müracaat ederdi. Bunun için kutsal törenler düzenlenir, adaklar adanır, dualar yapılır ve isteklerinin gerçekleştirilmesi beklenirdi. Bazen de, tanrılar gazaba gelir, kendi aralarında savaşa tutuşurlar ve iktidar mücadelesi verirlerdi. Deprem, sel felaketleri, kıtlık, savaş yenilgileri ve iç çatışmalar gibi çoklu insan ölümleri, tanrılar arası savaşın sonucu olarak yorumlanırdı. Bir anlamda, tanrıların gazaplanmasıydı bu durumlar... Modern tarih yorumuna göre bu devreler, insanlığın ilkel dönemlerinde olmuş, sonradan evrim geçiren insan ise, modern dönemde bu safsatalardan kurtulmuştur!
Bilgiyi tekeline alan, modern çağı kuran, tarihi de kendi yararına uygun yorumlayarak yeniden yazan batılı, kendi yazdığı, arkaik dönemlerinden kalma çok tanrılı zihniyetini ve hayatını, modern dönemde de aynen gerçekleştirdi. Bu defa tanrıların isimleri ve fonksiyonları değişmişti. Aydınlanma denilen çağdan bu yana, sosyal, ekonomik ve siyasi hayatı, paganist zihniyete göre yeniden kurumlaştırdı, işlevselleştirdi. Yaratılışı, insanı, hayatın amacını ve değerlerini değiştirdi, seküler değerlerle ürettiği yaşama biçimini, kutsallaştırdı.
Aydınlanma dönemi, iki büyük ideoloji üretmiştir. Liberal kapitalizm ve materyalist sosyalizm. Geçiş dönemi, ara şartlar gereği inşa ettiği ulus devlet formatının yapısal çelişkisi, insanın, insan kurdu-canavarı olan faşizmi, bu zihniyetin üretip, bütün dünyaya hediye ettiği yönetsel bir ayrıntı olarak görmek gerek. Yani faşizm, bir ideoloji değildir. Büyük reklam ve propagandalarla tüketilmesi istenen modern paradigma, esasında ekonomik değerlerle çevrili bir projedir. İşte bu paradigmanın ürettiği lineer tarih anlayışı, kalkınma, serbest pazar ve serbest ticaret, her faaliyetten en yüksek faydayı-karı elde etme ilkeleri ile, bu ilkelerin yaşaması için gereken siyasal düzenler de, kurumsal olarak kurulmuştur. Ulus devlet, özgürlükçü demokrasi, faziletli cumhuriyet gibi. Özgür birey, her türden özgürlüklerin ifade edildiği haklar, insanların eşitliği, hukukun üstünlüğü gibi söylemler de işin kremasıdır.
Modern paradigmanın temelde ekonomik bir proje olması demek, hayata dair her bir değerin, ekonomi dışındaki bütün alanların, ekonomik değerlerle ölçülmesi, bireylerin kurduğu her ilişkisini, faydacı dürtü ile ve çıkarlarına göre kurması demektir. Kapitalizmin ve liberalizmin bireyci, özel mülkiyetçi, müdahalesiz devletçi ve sermayeden yana olması ne kadar onun karakteri ise, aynı şekilde sermayedar sınıfın soyguncu, talancı, acımasız, gaddar ve kıyıcı olması da o kadar gerekli ve doğal bir sonuçtur... Keza, özel mülkiyeti ve bireyi reddeden, devlet kapitalizmini ve toplum hakkını öneren, burjuva sınıfı yerine proleter sınıfın politik iktidarını savunan marksizm de, baskıcı, kısıtlayıcı, planlamacı ve özel girişimi reddedici, bir tutum sahibidir. Marksizm, her ne kadar ezilenden, dışlanandan ve mahrumdan yana taraf olduğunu söylese de, esasında kapitalizme tepkisel duran, aynı kökten beslenen modern bir ideolojidir. Dolayısı ile, temelde aynı paradigmanın başka bir versiyonu olarak, sınıfsal bir sistem önermektedir...
İki büyük ideoloji de, insan fıtratını bozan, başka bir insan türü yaratan, modern paradigmanın formatladığı bir hayat önerisi ile, hayatın anlamını saptıran, tarih yorumu ile insanlığın hafızasını silen, insanoğlunun kurduğu her türden ilişkilerde modern değerleri geçerli kılan, nihayet emperyalist, sömürücü güçlü ülkeler kuran sonuçlar üretmiştir. Marksizm, hayatın içinden çabuk göçtü, gitti. İnsanlığın merkezi durumunda olan, en azından batılılar ve işbirlikçileri, tarihin sonu geldi diye, rakipsiz kalan özgürlükçü, liberal kapitalizmi yüceltti, parlattı. Onlara göre, artık tek ideoloji kalmıştı ve insanlık daha güzelini bulamayacaktı...
Liberal kapitalizmin en büyük tanrısı sermayedir. Sermayenin emrine koşulan, gizli bir elle her bireyi mutlu eden piyasa devleti, bir diğer büyük tanrıdır. Sermaye sınıfı da, kendi aralarında hiyerarşik sıralama ile, büyüklü-küçüklü tanrılar sıralamasını oluştururlar. Lat, Menat, Uzza ve Hübel gibi büyük tanrıların bir karşılığı olduğu gibi, yüzlerce küçük tanrıların da bir karşılığı vardır... Tanrılar kutsal olurlar, mekanları da kutsallaştırılırlar. Modern çağın Tanrıları da, mekanları da vardır.
Borsa mekanları, büyük alışveriş merkezleri, tatil yerleri, bilim üreten evrensel siteler, ar-ge merkezleri, modern kentler, hava limanları, oyun alanları, stadyumlar, müzik-eğlence mekanları, vatan, hastaneler, otobanlar... kutsal mekanlar, ibadethanelerdir. İbadethanelerde tapınılan tüketim dürtüsü, markalar, bilimsel-teknolojik buluşlar, ticari ciroların büyüklüğü, kar marjlarının oranı, borsa-faiz-kur spekülasyonundan elde edilen getirilerin yüksekliği, öğrenci ders notlarının rakamsal başarısı, piyasanın derinliği, servetin çokluğu, bilgi için bilgi, değişimin hızı... vs. gibi acımasız bir rekabet üreten, her şeye rağmen en yüksek faydayı elde etme dürtüsü de, şanlı tanrılarıdır.
Zavallı modern insan, ne kadar çok tanrıların altında, emrinde yaşamaktadır. Bir sürü teknik-teknolojik araçlara sahip, hayat artık onun için ne kadar da kolay ama, soylu ve hakiki bir amaçtan yoksuldur. Hayatında, yapıp ettiklerinde, her türlü matematiksel sayının en büyüğünü, oransal olarak en yükseğini elde etmek için koşturmakta, var kalmaya çalışmaktadır. Yarış atları gibi, kumar oynatan tanrılarının hesabına ha babam, de babam hızlanmaktadır. Hayatın hızına yetişmek, en büyük faydayı elde etmek onun için tek gayedir... Buna rağmen özgürdür o, her hakka sahiptir, dilediğini yapmakta muhayyerdir, doğuştan getirdiği vazgeçilmez hakları vardır, bireydir, hayatın merkezinde kendisi vardır, kutsaldır da!
Modern paradigmada, her değeri ekonomik kurallar belirler demiştik. Liberal-kapitalist toplumda, en önemli alan serbest pazar, en önemli ilişki, serbest ticarettir. Sermaye sahipliği, zenginlik, her şeyin üstündedir. her değer, buna göre değerlenir. Çünkü onlar, üretim-istihdam ve katma değer yaratan, üstelik vergi de veren kutsal varlıklardır! Marksizm'e göre de, üst yapıyı, yani toplumu, madde ile olan ilişki, yani iktisadi değerler belirler. Üretim araçlarının yapısı ve mülkiyeti, üretimin tarzı, hayatı belirleyen, toplumu kuran en önemli değerdir. Toplumda üretim araçlarının ve mülkiyetinin belirlediği, temelde sermaye sınıfı ve işçi sınıfı olarak bilinen bir sınıflaşma yapısı vardır ve o, mülksüzlerden yanadır. Dolayısı ile ekonominin kuralları, bunda da her şeyi belirleyicidir...

İki büyük ideolojide de, ekonomik kurallar, iktisadi ilişkilerin ahlakı, toplumsal diğer alanların kurallarının da belirleyicisidir. İktisadi hayatın değerleri, özgündür, belirleyicidir, genel ahlaki kurallarla sınırlanamaz. Ekonominin kendine has kuralları vardır ve oyun, o kurallarla oynanmak zorundadır... Müslümanların, liberal kapitalizmi, serbest ticareti benimsemeleri ve hatta içselleştirip uygulamaları, bu kuralları değiştirmez. Bilakis, bu kurallar, toplumun diğer kesimlerini olduğu gibi, müslümanları da değiştirici bir özelliğe sahiptir... Bu durum, büyük bir adaletsizliğe, soygunculuğa, haksızlığa, yoksulluğa yol açarmış, geniş halk yığınlarının ezilmesini temin, hayatını ve enerjisini çalmakmış... vs. işin bu kısmını geçeceksiniz efendim...
Şu anda neredeyse bütün dünya, batı merkezli bir büyük ekonomik krizle allak bullak olmuş durumdadır. Çok büyük rakamlarla ifade edilen kayıplardan bahsedilmektedir. Oyun, kapitalizmin oyunu ama, kriz, kapitalizmin krizi ama, küresellik ve entegrasyon gereği, diğer ülkeler ve halklar da derinden etkilenmektedir. Oysa, krizi yaratanların, oyunu oynayanların yaşaması gerek, sıkıntıyı onların çekmesi gerek, diğerlerini ne alakadar eder, öyle değil mi? Olur mu efendim, devlet devreye girmeli, piyasaya müdahale etmeli ve toplumsal çöküntüyü engellemelidir. Toplumsal çöküntü mü, kimmiş bu toplum acaba? Devletin piyasaya müdahale etmemesini savunan liberal-kapitalist azınlık olmasın? Ta kendisi...
Daha ne kadar süreceği, krizin boyutları, kimleri ne kadar etkileyeceği hakkında henüz bir cevap verilememektedir... Tanrılar hiyerarşisinde bir yer almış olmanın rahatlığına kavuşanlar, özellikle orta sınıf zenginler, hiyerarşik sıralamada, sıranın kendilerine de gelebileceğini, daha üsttekinin, kendisini de yiyebileceğini hesaplamıyor olabilirler. İşi bilen uzmanların, birazıcık ideolojisi ve ahlaki duruşu olanların, yüksek sesle söylediği, 'bir süre sonra, işsizler ordusuna yenilerinin katılacağı, iflasların başlayacağı, yoksulluğun daha da çoğalacağı, hayatın milyarlarca insan için çekilmez olacağı' uyarısına, küçük tanrılar gülüp geçiyorlar.
Evet, kapitalizm sistemi, yapısal bir krize daha girdi. Kapitalizmin tanrıları, kendi aralarında savaşa tutuştular. Her tanrı, kendi iktidarını, iktidar alanını, kutsal mekanlarını korumak isteyecektir. Devlet müdahalesine güya karşı olan liberal tanrılar, ne gariptir ki, devlet müdahalesi ile kurtarılmaktadır. Kurtarılan tanrıların yanında, kaybeden tanrılar da olacak ve bu kriz, bir şekilde dengeye gelecektir. En büyük tanrılar hiyerarşisi, kendilerinin belirlediği bir noktada, krizi bitirecek, ama olan, neticede insanlara olacaktır. Sonuçta, daha fazla faydayı, en yüksek karı öneren ve onun için savaşan tanrılar, yine kazanacaklar. Kazanacaklar çünkü, oyunun kuralları böyle. Bunun karşılığında oluşacak devasa zarar, devasa yük, zavallı insanlara kalacak, onların sırtına yüklenecektir. Uzaylılar gelip bu zararı telafi etmeyeceğine göre, birileri bu zararı karşılayacaktır. O birileri bellidir efendim, bellidir. Tanrıların savaşında insanlar kazanamazlar, kaybetmek zorundadırlar da, ondan...
Bu krizde, insanlık bir çıkış arıyor, çareler üretmeye bakıyor. Akıllarda, iki ekonomik sistem var; marksizm ve kapitalizm. Marksizm'i terk eden çağdaş beyinler, onun kapitalizme dair eleştirilerinden bir kısmını haklı bulsa da, tekrar ona dönmeyecek. Bunu belirtiyorlar. Demek ki, elde olan tek sistem kapitalizmi, yenileyerek, aksayan yanlarını tamir ederek yola devam edecekler. Kurulduğundan bu yana krizler üreten ama hep kendini yenileyerek devam eden, sürekli yoksulluk üreten sistem, yeni söylemler ve politikalarla yeniden yoluna devam edecek. Görünen o.
Dini öğretiye göre üretilmiş, esasları ve yol haritası belli bir sistemden bahseden yok. İnsanların böyle bir günde, din, dini sistem gibi bir uygulama, akıllarına bile gelmiyor. Bundan sadece diğer insanların kusurlu olduğunu söylemek, suçu başkalarına yüklemek büyük bir yanılgıdır. Tek tanrılı bir inanca mensup, tevhidi temelde bir sistemin varlığını, ed-din olarak diğerlerinden üstün olduğunu, diğer alanlarla birlikte tercih edilerek, topluluklar halinde uygulandığını söyleyebilmek mümkün olmayabilir. En azından, böyle de bir sistem olduğundan bahisle, tartışma ve gündem etme becerisi de yok. Size de garip gelmiyor mu? Başbakanlar, zenginleri seven hadisler üretebilir, artık dini değerlerle bloklaşmaların devrinin geçtiğini söyleyebilir ama, başbakan olmayan diğer müslümanlar da mı liberal oldular?
Bir tek ilaha inanma ve teslimiyet ile, insanların çoklu ve sahte ilahlardan kurtulup özgürleştiğini söyleyen müslümanlar, tevhidin, hayatın içinde neye tekabül ettiğini, sistem kurucu olarak nasıl ifade edilmesi gerektiğini, üçüncü kişiler nezdinde ve küresel çapta ifade etmek zorundadırlar. Bu kriz, bunu hatırlattığı için sevinmeyeceğiz elbette, bari akletmemize yardımcı olsun diyebiliriz.
Bu büyük kriz vesilesi ile olsun, dini, ilahiyat alanından ibaret sayarak bütün dikkatini ve çalışmalarını bu yönde yoğunlaştırmış, hayattan kopuk, afaki tartışmalarla zaman yitiren gruplar, bu vesile ile olsun düşünmelidir. Kendi aramızda temrin edip durduğumuz ilkelerin, diğer insanlar nezdinde de, başka bir yaşama biçimi, başka bir sistem önerdiğini kavrayacak ve anlatabilecek donanıma, sunuma sahip olmalıyız. Sistematik düşünce yoksunluğu, tefekkür fakirliği, siyaseti, ekonomiyi ve sosyal hayatı okumada, yanlış olanı eleştirmede ve doğru olanı ortaya koymada büyük zaaflar oluşturmaktadır. Oturduğu yerden cenneti garantilemiş, her bir şeye karşı olmakla da rahatlamış olanlarımız, sorumluluktan kurtulamazlar. Bir kez daha düşünmeli, gerekli dersleri çıkartmalıyız.