PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Nurculuk İslam’a ve Kuran-ı Kerim’e Aykırıdır


TUĞÇE DENİZ AKIN
2. November 2009, 02:15 PM
1- İslam dininin ana kaynağı olan Kuran'da mezhep, tarikat yoktur. Kuran-ı Kerim bölücü değil bütünleştiricidir. Oysa bütün mezhepler ve tarikatlar bölücüdür, ayrı ayrı topluluklar oluşturmayı yeğler.

2- İslam’da bütün ibadetler, Kuran’da adı sanı geçmeyen kişiler için değil Allah adına sürdürülür. Oysa Nurculukta kurucusunun adı, Allah’ın adları yanında anılır.

3- İslam’ın biricik kitabı Kuran-ı Kerim’dir. Onun yenisi, eskisi olmaz, benzeri, örneği yazılamaz, başka bir kitap Kuran anlamında alınamaz, yorumlanamaz. Oysa Nurculukta Risale-i Nur, Kuran yerine de okunabilmektedir. Bu tutum İslam’a büsbütün aykırıdır; “Küfr-i kebir”dir, büyük suçtur.

4- Kuran'da bütün inananların kardeş oldukları, Allah’ın bütün evrenin yaratıcısı olduğu bildirilir, insanlar arasında üstünlük-aşağılık ayrımı gözetilmez. Oysa Nurculukta Said-i Kürdi; üstün yaratılışlı, Allah’la aracısız bağlantı kuran bir kimse diye nitelenir.

5- Kuran'a göre ibadet belli bir düzene göre, alçakgönüllüce sürdürülür. Nurculukta değişik kılıklara bürünmek, olduğundan başka türlü görünmek, elde değnek (asa) bulundurmak, vs… vardır.

6- İslam'da belli bir toplumsal sınıf ayrımı yoktur, bütün insanlar eşittir. Oysa Nurculukta “Nur talebesi” denen özel bir topluluk, ayrı bir sınıf vardır. Bunlar gerçek Müslümanken öbürleri dinsizdir, kafirdir.

7- İslam'da ibadet açıktır, gizli kapaklı değildir. Nurculuktaysa gizlidir, toplumun gözünden uzaktır. Nitekim ülkemizde Nurcuların oluşturdukları toplulukların tümü dışarıya gizlidir.

Risale-i Nur’daki Sayıklamalar :

Said-i Nursi, “Sikke-i Tasdik-i Gaybi” adlı risalesinde kendi yazılarını Kuran’la özdeş sayar, kendini Allah’la konusan peygamberle eş tutar. Nitekim şöyle bir yorum getirir : “

“Risale-i Nur”u Allah Kuran-ı Kerim’de imzalamıştır. Basta Hz. Muhammet olarak Hz. Ali, Abdulkadir Geylani, Muhittin Arabi ve öteki büyükler de Risale-i Nur'a imza koymuşlardır.”


Said-i Kürdi Isparta'da yazdığı lemalardaysa şunları söylüyor :

“Risale-i Nur girdiği her yeri kutsallaştırmış, bu arada Isparta'ya mübareklik kazandırmıştır. Risale-i Nur, Isparta'ya bütün illerin üzerinde bir dindarlık meziyeti kazandırmıştır.”

Kendini böylece Allah yerine de koyan Said-i Nursi(Said-i Kürdi), “Sönmez Risalesi”nde su sözlerle “Risale-i Nur”u övmektedir :

“Risale-i Nur Kuran’ın aynasıdır, bir mucize niteliğindedir… Risale-i Nur’a kimse karşı koyamaz; onunla boy ölçüşemez, hiçbir kitap ona denk tutulamaz.”

Said-i Nursi’ye göre Risale-i Nur, kendisine Allah’ın isteği üzerine dolaysız olarak indirilmiştir. “Bediüzzaman Cevap Veriyor, 1960” adlı yazıda da “Risale-i Nur, Said-i Nursi’ye Allah tarafından verilmistir.” denmektedir.


İslam dinine göreyse Allah dört peygambere kutsal kitap indirmiştir. Tersini iddia eden sahte peygamber Kürt Sait’in ardından gitmek sapkınlıktır.

Nursi'nin “Mesnevi-yi Nuriye” adlı yazısındaysa şu ifadeler vardır :

“Risale-i Nur, Kuran’ın bir mucizesi olduğundan her şeyde bir marifet penceresi açmıştır. Bu kitap, Kuran'a ait bir sırrı çözerek bir yıllık bir işi bir saatte bitirecek duruma gelmiştir... Risale-i Nur, Musa peygamberin asası gibi nereye değdiyse oradan su çıkarmıştır.”


İslam dinine göre başta insan olmak üzere, bütün yaratılmışlar kendi dillerince Allah’ın adını anarlar. Bizim Said-i Nursi ise bakınız bu konuda ne der:

“Risale-i Nur'u sadece kuşlar değil, gökte ve yerde bulunan bütün varlıklar alkışlar.”


Said-i Nursi yazılarının çoğunda kendini kimi yerde üstü kapalı, kimi yerde çok açık olarak Allah’la aracısız konuştuğunu vurgular. Onun “Hizmet Rehberi” dediği yazısında şu ifadeler vardır :

“...Ama onda (Risale-i Nur'da) yazılanlar Kuran’ın malıdır. Hepsi Allah’tandır... Peygamberimiz Kuran-ı Kerim'in sadece bir tercümanıydı. Üstat da (Said-i Kürdi) Risale-i Nur'un sadece bir tercümanı gibidir.”


“İman Hakikatleri” başlıklı yazısında söyledikleriyse ürperticidir :

“Risale-i Nur, peygamberimizin risaletini yani peygamberliğinin bir mirasını üstada verir.”


Risale-i Nur'un “Hizmet Risalesi” bölümünde geçen şu sözler de ilginçtir :

“Risale-i Nur'a itiraz edilemez. Yapılacak her itiraz en ulu kişilerden , Kutbu'l Azam'dan da gelse aldırış edilmemeli.”


İslam terminolojisinde Kutbu’l Azam peygamber demektir.

Said-i Nursinin eserlerinden birkaç örnek daha :

“Kuran-ı Kerim ve Risale-i Nur, rahman ve rahim olan Allah’ın bir indirişidir. Kuran-ı Kerim ve Risale-i Nur'un indirilişi aziz ve hakim olan Allah’tandır.”


“İşte o nur hem Kuran-ı Kerim’dir hem de Risale-i Nurdur.” “



“Risale-i Nur'un 129 parçası Kuran'dan uzanan elektrik telinin ucuna takılan 129 elektrik lambası gibidir.”



Kuran-ı Kerim’deki Secde suresinin 2. ve 3. ayetleri, Said-i Nursi'ye göre Risale-i Nur'u anlatmaktadır. Nurculara göre Risale-i Nur öyle bir kitaptır ki Fussilet suresi 33. ayette de anlatılan Nur tarikatı üyeleridir.


Said-i Nursi'ye göre de “Hiç bir sözün kendisininkinden daha güzel olamayacağı “söz” , Risale-i Nur külliyatından olan “Sözler” adli risaledir. Fussilet suresi 33. ayette de işte bu kitap anlatılmak istenmiş ve övülmüştür.


İslam dininin ve de Kuran-ı Kerim’in nasıl çarptırmalara uğratılarak Nurculuk denilen sayıklamanın desteklenmek istediği, Allah buyruğuymuş gibi gösterilmeye çalışıldığı açıkça ortadadır.


Said-i Nursi “Nur Meyveleri” adlı yazısında da şöyle der :

“Risale-i Nur okumak veya yazmak alim olmak için yeterlidir, başka bilgiye gerek yoktur.”

Said-i Nursi’ye göre “Risale-i Nur, kendisine hizmet edenleri en başta Nur talebelerini mutlak cennete götürecektir.” Ortaçağ Avrupası’nda kiliseler de varsıl (zengin) kişilere büyük paralar karşılığında cennetten arsa satıyorlardı.


Nurcular Kendilerine Niçin Cemaat Derler?

Nurculukta “tarikat” sözcüğü kullanılmaz. Nurcular kendi sapkın topluluklarına “cemaat” derler. Kendilerine “cemaat” demelerinin nedeniyse “Cemaat-i Müslimin” örneğinde olduğu üzere Said-i Nursi’nin kurduğu, Risale-i Nur’un da sözde kutsal kitap olduğu, sözde “yeni İslam dininin” üyelerini de “Nur Cemaati” oluşturmaktadır.

Yanıtı Belli Sorular :

1- (Said-i Kürdi) Bediüzzaman(!) Said-i Nursi Risale-i Nur’da gecen sözlerinin Allah’tan geldiğini, esin kaynağının Allah olduğunu savunmaktadır. Bu iddia, onun aracısız olarak Allah’la bağlantı kurduğu anl!!!!! gelmez mi? Allah’la aracısız bağlantı kuran kişilere ne denir? İslam’a göre son peygamber Hz. Muhammet olduğuna göre Kürt Sait kimdir?

2- Said Nursiye göre “Risale-i Nur'a itiraz edilemez. Yapılacak her itiraz en ulu kişilerden , Kutbu'l Azam'dan da gelse aldırış edilmemeli.” diye tanımlanan Risale-i Nur’u Kuran-ı Kerim’den üstün gören Nurcular kimdir?

3- Said Nursinin Nur Cemaati ve ilhamını ondan alan Fettulah Gülen’in tarikatı bu para kaynağını nereden bulmaktadır? Açılan bütün okulların, binaların, yurtların, çalıştırılan insanların masrafları kişisel bağışlarla karşılanmaktadır iddiasına inanıp bu sapkınların peşinden gidenlere ne denir?



KURAN'DA LAİKLİĞE İLİŞKİN AYETLER

"Size Rabbinizden basiretler (gerçekleri anlama, kavrama yetenekleri) verildi. Artık kim hakkı (iyiyi kötüyü, eğriyi-doğruyu) görürse kendine, kim de körlük ederse kendi zararınadır. Ben, sizin üzerinizde muhafız (koruyan, kollayan) değilim." (En'am / 104)

"Ey iman edenler! Peygamberinize raina (çobanımız) demeyin." (Bakara / 104)

"Kim doğru yola gelirse kendisi için gelmiş, kim doğru yoldan saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Kimse, kimsenin günahını çekmez." (İsra / 25)

"Kimse başkasının yükünü taşımaz." (En'am / 164)

"Hiç kimse başka birisinin günahını yüklenmez." (Necm / 38 )

"Bize düşen sadece doğru yolu göstermektir." (Leyl / 12)

"Yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi." (Nahl / 9)

"Dinde ikrah (zorlama) yoktur." (Bakara / 256)

"Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi kesinlikle inanırlardı... Durum böyleyken inanmaları için insanları sen mi zorlayacaksın." (Yunus / 199)

"Öğüt ver, çünkü sen ancak bir öğütçüsün. İnsanlar üzerine musallat (rahatsız eden, ısrar eden) değilsin." (Gaşiye / 188)

"Allah dileseydi hepinizi tek bir ümmet yapardı. Verdikleriyle sizi denemek için tek bir ümmet yapmadı." (Maide / 48 )

"Sizin dininiz sizin olsun, benim dinim bana yeter." (Kâfirun / 109)

"Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet haline getirirdi." (Hud / 118, 119)

"Her ümmetin bir yönü ve yöntemi vardır ki ona doğru yönelir. Öyleyse hayırlı işlerde birbirinizle yarışın." (Bakara / 148)

"Müminler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerden kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve iyi hareketlerde bulunursa onların Rableri katında elbette mükafatları olacaktır. Onlara bir korku da yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır." (Bakara/62)

"Üzerlerine gerekli kılmadığımız halde, Allah'ın rızasına erişmek için, ruhbaniyeti din adına icat edip ortaya çıkardılar." (Hadid / 27)

"İyi bilin ki öz din yalnız ve yalnız Allah'ındır." (Zümer / 3)

"Yoksa Allah'tan başka şefaatçılar mı edindiler? De ki; şefaat tümden Allah'ındır." (Zümer / 43, 44)

"Kitlelerin malını, emeğini 'Sizi Allah'a götüreceğiz.' diyerek çeşitli oyunlarla yiyenler..." (Tövbe / 34)


Sapkındır, delidir denilerek Toptaşı Tımarhanesi’ne atılan Atatürk’ün özenle adaylarını belirlediği İkinci Meclis’e alınmayan, Kuvayı Milliye düşmanı, Kürdistan talepçisi, sahte peygamber Kürt Sait’in Risale-i Nur adlı yazıları bir sayıklamadan ibarettir. Bunun tersini inanmak isteyenler binbir demogoji ve saptırmayla kendi bildikleri yolda yürümeye devam edebilirler. Kuran-ı Kerim’i bile saptırmaktan çekinmeyen kişilerin yazdığımız sözleri, bunca kanıtı saptıracakları da kuşkusuzdur. Bizim sözlerimiz bu yolun yolcularına değil kendi öz ve temiz İslam inançlarından dolayı bu gibi sapkınların ağlarına düşebilecek kesimler içindir.


“Türk ulusu daha dindar olmalıdır. Yani bütün yalınlığıyla dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam ona da öyle inanıyorum. Bilince ters, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor. Oysa Türkiye'ye bağımsızlığını veren bu Asya ulusunun içinde daha karışık, yapay, boş inançlardan ibaret bir din daha vardır. Ancak bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Onlar aydınlığa yaklaşamazlarsa kendilerini yok ve mahkum etmişler demektir. Onları da kurtaracağız.”(Mustafa Kemal ATATÜRK)

Ali Rıza Borazan
4. December 2009, 06:24 PM
Kuran hiç bir zaman yahudilere , hıristiyanlara nurculara , vs düşman değil, kuran kuranın dışında ideoljileri kendilerine din edinenlere düşmandır. islam insanları tevhide çağırır. insanları ve kainatı yaratan allaha çağırır. eğer söylediklerime düşman olmuş olasaydı islam toplumu oluşmazdı.yahudilere değil yahudi zihniyetine karşıdır biz insanları dışa atarasak bize onlar içinden gelen olmaz.

HakkaniyeT
20. October 2010, 07:34 PM
-----Akın isimli üyeden alıntı---------------------------------------------------------------------------

1- İslam dininin ana kaynağı olan Kuran'da mezhep, tarikat yoktur. Kuran-ı Kerim bölücü değil bütünleştiricidir. Oysa bütün mezhepler ve tarikatlar bölücüdür, ayrı ayrı topluluklar oluşturmayı yeğler.

1-Siz mezheplerin bölücülüğü ve ayrı ayrı topluluklar yeğlediğini savunmuşsunuz...Ama 4 mezhebinde ibadet yerleri aynı...bütün sosyal hayatları aynı,siz neye dayanarak bölücüğü yeğlediğini savunuyorsunuz?Somut delil gösterin.

2- İslam’da bütün ibadetler, Kuran’da adı sanı geçmeyen kişiler için değil Allah adına sürdürülür. Oysa Nurculukta kurucusunun adı, Allah’ın adları yanında anılır.

2-Tabiki bütün ibadetler Allah rızası için sürdürülür.Fakat bun yanı-sıra diğer islam müceddidlerinden bahsetmenin neresi islama aykırı??mesela kuranda ismi gecmeyen nebiler bile var,,kuranda ismi gecmiyor diye bu zatlardan bahsedemeyiz mi??

3- İslam’ın biricik kitabı Kuran-ı Kerim’dir. Onun yenisi, eskisi olmaz, benzeri, örneği yazılamaz, başka bir kitap Kuran anlamında alınamaz, yorumlanamaz. Oysa Nurculukta Risale-i Nur, Kuran yerine de okunabilmektedir. Bu tutum İslam’a büsbütün aykırıdır; “Küfr-i kebir”dir, büyük suçtur.

3-Bana söylermisiniz hangi nurculukta risale-i nur kuran yerine okunabilmektedir,böyle saçma bir fikri hangi nurcu kabul edebiliri.Siz hiç risale okumadınız mı?Risale kuranın üstünlüğünden bahsediyor mu'cizat-ı kuraniye risalesinde kuran mucizeleri var.Üstadımız kuranın bir benzerinin asla olamayacağını ispat ediyor,onca nurcu kuranı kerim okuyor,siz hangi mantıkla veya hangi somut delille nurcuların ,risaleyi haşa kuran gibi gördüğünü savunuyorsunuz...somut delil getirin.

4- Kuran'da bütün inananların kardeş oldukları, Allah’ın bütün evrenin yaratıcısı olduğu bildirilir, insanlar arasında üstünlük-aşağılık ayrımı gözetilmez. Oysa Nurculukta Said-i Kürdi; üstün yaratılışlı, Allah’la aracısız bağlantı kuran bir kimse diye nitelenir.

4-Hz.Muhammed(sav) Allah(celle celaluhu)dan bizzat vahiy almıyormuydu??bu özelliğide onu diğer insnalardan üstün kılmaz mı?İnsanların içinde ALLAH(CELLE CELALHU) ya en yakın olanın o olduğunu inkar mı ediyorsunuz??madem inkar edemiyorsunuz..O halde ona daha çok uyanlarında(alimlar)ALLAHa daha çok yakın olacağını inkar edmezsiniz.


Said-i Nursi’ye göre “Risale-i Nur, kendisine hizmet edenleri en başta Nur talebelerini mutlak cennete götürecektir.” Ortaçağ Avrupası’nda kiliseler de varsıl (zengin) kişilere büyük paralar karşılığında cennetten arsa satıyorlardı.


mutlak cennette götürecek diye bir şey asla risalede gecmez,,üstad sadık nur talebelerinin yani dini vazifelerini yerine getiren günahlardan uzak duran ihlaslı kişilerin cennete inşeALLAH gideceğini söyler,,bundada bir yanlış yoktur,kuran hadis ,,,ibadetini yapıp günahlardan uzak duran ihlaslıların cennete gideceğini bildiri zaten..


YANİ ÖZETLE O KADAR ÇOK YANLIŞ ŞEYLER DEMİŞSİNİZ Kİ,HEPSİNE CEVAP VERMEYE LÜZUM GÖRMEDİM...BANA SAĞLAM DELİL SOMUT VERİ GETİRİN,,,''''''NURCULAR RİSALEYİ KURAN GÖRÜYORLARMIŞ''''-HAŞA-- BU TÜR ŞEYLER SADECE ASILSIZ İDDAA DIR...'O ZMAN BENDE DERİMKİ..''''HANİFLER KENDİLERİNİ PEYGAMBER GÖRÜYOR''' AMA BİR DELİLİM YOK O ZMAN GERCEK DEĞİL SİZDE SAĞLAM DELİL GETİRİN LAF KALABALIĞININ LÜZUMU YOK

hiiic
20. October 2010, 09:40 PM
....

dost1
21. October 2010, 03:34 AM
Selamun Aleykum! Değerli Kardeşlerim!

Hilmi POLAT (İlahiyatçıÖğretmen) kardeşimizin çalışmasını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Said-i Nursi; 3 aylık kısa bir ilim tahsiliyle nasıl “Allame-i cihan” olup ulaşılmaz bir makama çıkmıştır?

Şuâlar, 542, Onbeşinci Şua’da geçen; “Evet o zât (Said Nursî) daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhîrine ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nail olmamıştır. ”

Kur'an-ı Kerim’e göre peygamberler bile böyle bir bilgiye ve makama ulaşmamışken, bu iddia için Allah (c.c)’tan korkmak gerekmez mi? ;

Said Nursi; ne olursa olsun her zaman her şeyi bilen birisi midir?

Tarihçe-i Hayat, c. II, s. 2123-2124 de geçen
“.. daha çocukken asrın bilgini olarak tanınmış ve kimseye soru sormamış, ama sorulan bütün sorulara mutlaka cevap vermiştir”

İctimâi Reçeteler I, 11, Tarihçe-i Hayat/Rü'ya’da geçen
“ Herhangi ilme sorulan suale bila-tereddüd derhal cevap verirdi.”

İctimâi Reçeteler I, 14, Tarihçe-i Hayat’ta geçen
“Sorulacak suallere cevap vermeye hazır bulunduğu gibi kimseye sual sormayacağını da beyan ederek bu kararda yirmi sene sebat etti.”

Her zaman her şeyi bilen sadece Allah değil midir? Böyle bir inanç şirk, küfür değil midir?

Risale-i Nur denen kitaplar kutsal mıdır, değil midir? Ya da Kur'an-ı Kerim’in taklidi midir?

Şualar, Birinci Şua, c. I, s. 833.de geçen;
“Resailin Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur'an'ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 92,; “Risale-i Nur müminlere şifa ve rahmettir.”

Zülfikar Mecmuası, 436 da geçen;
“EY RİSALE-İ NUR! (...) Sen, "Ben, Rabbânî ve Kur'anîyim. Öyle kuru kavak değilim. Şevkli ve şa’şaalı ve nûrâniyim. Bir Hayy-ı Lâyemût’un eserinden fışkıran, lâyemût san'atlı ve kerâmetli bir nurum. Cansızlara can ve canlılara taze can üflüyorum. Bin, dertlere derman ve âlemlere rahmet-i Rahmânım. İnat ve ısrarı bırak. Beni oku ve beni dinle. Karanlığa ve hiçe giden, hesapsız ve hedefsiz yolundan seni kurtarıp, kokocaman bir saadet ve sermediyet âlemi kazandırayım." diye nidâ ediyorsun”.

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 89-90’da geçen;
“o semavî bürhan-ı kudsînin yerde bir bürhanı Resâil-in-Nur’dur
Sözler, 645-646’da geçen; “Nur Risaleleri de 23 senede tamamlandı.”

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 199’da geçen;
"ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubînin" sırrıyla, Kur'anda elbette bu istikametli tefsirinin istikametine işaret var. Evet var. Kur'an o tefsirine hususî bakıyor.”

( Söz konusu ayet madem Nur Risaleleri’ne işaret etmektedir, başka risalelere, başka kitaplara... da işaret etmektedir.İslâm fukahası, söz gelimi beş vakit namazın kaçar rekât olduğunu bile Kur'an’da bulamamışlarken; Said Nursî kendi adını, doğum tarihini, risalelerinin isim ve yazılış tarihlerini onda bulabilmiştir!... Demek fakihler aramayı bilememişler!...)

Zülfikar Mecmuası, 433’de geçen;
“İslâmiyet güneşinin doğuşundan tam öndört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlâhî ve arşî bir nurun tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda, hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması, acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi? Bu ne büyük bir ni’met bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık Yârabbi!.

Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır.”

Şuâlar, 241’de geçen;
“(...) Risale-i Nur’a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur'an’a bağlanmış ve Kur'an dahi arş-ı a’zamla bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün.”

Müdâfaalar, 104’te geçen;
“Risale-i Nur’un arkasında otuzüç âyât-ı Kur'aniye işârâtı ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh’in üç kerâmât-ı gaybiye ile ihbârâtı ve Gavs-ı A’zâm’ın sarahate yakın şehâdeti var. Ona hücûm, bunlara hücûmdur.”

Alıntı yaptığımız bu cümlelerde anlatılmak istenenler düpedüz Kuran-ı kullanarak Risaleleri kutsallaştırmak değil midir? Bu iddia yeni bir din, yeni bir ilahi kitap ve yeni bir peygamber demek değil midir? Bu İslam’a göre küfür değil midir?

Kur’an’da Hz.Muhammed’e açıklanmadığı halde Said Nursi’ye açıklanmış gizli gerçekler var mıdır? Risalei Nur; Kur’an’nın gizli gerçeklerinin arştan inen kesin delili midir?

Şualar, Birinci Şua, Yirmi dördüncü Ayette geçen; “Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!...”

Kastamonu Lâhikası, 231, Yirmiyedinci Mektubda geçen; “Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakâik-ı Kur'aniyenin muammalarını keşfetmiştir ki; her bir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp, tereddüdlerden kurtulmayıp, bazan îmanını kaybederdi. Şimdi, bütün denizler toplansalar, o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler.”

Şualar, Birinci Şua, Yirmi ikinci Ayet ve Ayetler, c. I, s. 841’de geçen;

“Resailin Nur denilen otuz üç aded Söz ve otuz üç aded Mektub ve otuz bir aded Lem'alar, bu zamanda, Kitabı Mübin'deki âyetlerin âyetleridir”.

Bu iddiaları ileri sürenlere göre; Said Nursi yeni bir peygamber, Risaleler ise yeni bir ilahi kitap, Kur’an sırlarla dolu açıklanmamış gizli bir kitap, Risale-i Nur’lar imanı kurtaran kitap, Hz.Muhammed ise Kur’an’ın sırlarından habersiz veya haberi varsa bunları ümmetten saklamış bir peygamber olur ki böyle bir iddia küfürdür.

Risalei Nur denen kitaplar kusursuz, eksiksiz, izaha ihtiyacı olmayan ve mükemmel bir kitap mıdır?

Barla Lahikası, Yirmi Yedinci Mektub ve Zeyilleri, c. II, 1415. de geçen;
“Mübarek Sözler şübhesiz Kitabı Mübin'in nurlu lemeatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır”.

Barla Lâhikası, 56’da geçen;

“Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. (...) Onun için bir harfe dokunmayı azîm bir günah işliyorum telâkki ediyorum.”

Barla Lâhikası, 194’de geçen;
“Kimin haddi var ki, risâlelerin birisine el uzatsın veyahut bir sahifesine dil uzatsın, veyahut bir cümlesini tenkid etsin, veyahut bir kelimesine, hatta bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun.” (Malumdur ki, Kur'an’ın bazı harflerinde, hatta kelimelerinde ve vakıf (duraklama) yerlerinde, dolayısıyla noktalamasında çeşitli ihtilâflar vardır. Buna karşın Nur Risaleleri’nin noktasına bile itiraz edilemez, bir harfine bile dokunmak büyük bir günahtır)

Rehberler, 194, Hanımlar Rehberi’inde geçen;
“ Risale-i Nur, yer yüzünde emsaline rastlanmıyan ve bundan sonra dahi rastlanmasına imkân olmıyan bir derya-yı îmân ve bir tevhid hazinesidir.”

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 199’da geçen;
“Ey Risale-i Nur! (...) Bütün eller ve dillerde kemâl-i iştiha ve iştiyakla dinlenip okunacak ve yazılıp yayılacak en tatlı ve en halâvetli, en câzibedar ve en revnekdar yegâne eser-i metin ve nûr-u mübîn ancak sensin!

Bu iddialar hangi cesaretle söylenmektedir. Kur'an-ı Kerim’e iman etmiş bir Müslüman için; Kur’an dışında kusursuz, tam ve mükemmel bir kitap olabilir mi? Bu iddia insan eliyle yazılmış bir kitap için fuhşiyat/ aşırı gitmek değil midir? Bu görüşler kişiyi şirke, küfre götürmez mi?

Bu devirde; “Urvet-ül vüska”, yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah” (Allah’ın ipi) olan kitap Kuran mıdır yoksa Risalei Nur mudur?

Şualar, On Birinci Şua, c. I, s. 985.de geçen;
“Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir “urvet-ül vüska”dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah” yani Allah’ın ipidir.”

Âsâ-yı Mûsa, 82’de geçen;
“Buna rağmen bizzat Kur'an-ı Kerim, Risaletu’n-Nur’un çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir "Hablullah" olduğunu "Ona (Nur Risaleleri’ne) elini atıp yapışanın necat bulacağını" mana-yı ********yle haber verir.” cümlelerine ne demeli? Yorumu siz yapın!!

Müslümanların şeriat, dua, ve ibadet kitabı Kuran mıdır, yoksa Risaleler midir?

Emirdağ Lahikası I, c. II, s. 1719. de geçen “Risale-i Nur'un menşur-u hakikatında tam tecelli ettiğinden, hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emr-ü davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı hakikat, hem bir kitab-ı tasavvuf, hem bir kitab-ı mantık, hem bir kitab-ı İlmi Kelâm, hem bir kitab-ı İlmi İlahiyat, hem bir kitabı teşviki san'at, hem bir kitabı belâgat, hem bir kitabı isbat-ı vahdaniyet; muarızlarına bir kitab-ı ilzam ve iskâttır”. Cümlesi Said Nursi’nin Risalelerini Kur’anlaştırma çabaları değil midir?

Bu devirde Müslümanlar Kurana mı yoksa Risalelere mi muhtaçtır? Müslümanların tekrar tekrar okuması gereken kitap Kuran mı yoksa Risaleler mi?

Kastamonu Lâhikası, 73’te geçen;

“Risale-i Nur, hakaik-ı İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, îmanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur’dadır. Evet onbeş sene yerine, onbeş haftada Risale-i Nur o yolu kestirir, îman-ı hakikîye îsal eder. Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum. Siz dahi Risale-i Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.”

İctimâi Reçeteler II, 193’te geçen;
“Hem şu hakikat zahir ve bahirdir ki: Bir kimse allâme dahi olsa, Risale-i Nur’un ve Müellifinin talebesidir; Risale-i Nur’u okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse kendini aldatan enaniyetine boyun eğip, Risale-i Nur Külliyatını okumazsa büyük bir mahrumiyete düçar olur.”

Bediüzzaman Said Nursî, 666’da geçen;
“Bütün bunlar, Risale-i Nur’un dünya çapında muazzam bir boşluğu doldurmakta olduğunun delil ve emareleri değil midir? Bütün beşeriyet, Kur'âna ve dolayısiyle asrımızda onun mânevî i’cazını ispat ve beyan eden Risale-i Nur’a muhtaçtır.” Cümlelerinde geçen telkinler Müslümanların, Kur’an’ı suiistimal eden Risalelere muhtaç olduğunu ortaya koymaktadır.

Zamanımızda İmanı kurtarmanın veya kurtuluşun tek yolu Nur cemaatına girip Risaleye mi tabii olmaktır?

Emirdağ Lâhikası (1), Mektup No: 81, c. II, s.1733. de geçen;
“Bu acip ve dehşetli ve hiç misli görülmemiş devirde, hususan ehl-i imanın çok sarsıntılar geçirdiği ve çok dehşetli düşmanlar karşısında bulunduğu ve küfr-ü mutlak ateşinin mahallemizi sardığı bir zamanda, ancak ve ancak, güvenimizin en müstahkem, kavî, yıkılmaz, sarsılmaz tahkimatı olan Risale-i Nur'un nurânî siperlerine iltica etmekle ve onun daire-i kudsiyesine dehalet etmekle kurtulacak ve imanınızı kurtararak, idam-ı ebedî zannettiğiniz ölümü bir hayat-ı bâkiyeye tebdil edeceksiniz”.

Rehberler, 134, Gençlik Rehberi’nde geçen;
“Evet bu asırdaki insanları saadete kavuşturacak eser ancak Risale-i Nur’dur. Bu hüküm Nur Risalelerini okuyanların kat'i bir hükmüdür. (...) Nasıl Kur'an-ı Kerim’e sarılanların dünya ve âhiretleri mamur olursa; O’nun parlak ve yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’u okuyup amel edenler de hakiki saadete erişeceklerdir.”

Bediüzzaman Said Nursî, 277, Kastamonu Hayatı’nda geçen;
“(...) işaret ve beşaret-i Kur'aniyede ifade eder ki: "Risale-i Nur dâiresi içine girenler, tehlikede olan îmanlarını kurtarıyorlar ve îmanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecekler." diye müjde verirler.”

s. 312’de geçen;
Evet, Risale-i Nur’un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkakası, her şeyin fevkindedir; Başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.
Birinci Neticesi: Sadakat ve kanaatla Risale-i Nur dairesine giren, îmanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.”

Kastamonu Lâhikası, 47’de geçen;
“fefi’l-cenneti hâlidîne” âyetinin sırrıyle, "Risale-i Nur talebeleri, îman ile kabre gireceklerdir" tebşîratının (...)” Cümlelerde Said Nursi; kurtuluşun, cennetin, gerçek saadetin yolu olarak Risalelere sığınmayı, kutsal cemaatine girmeyi, Kur’an’la yetinilmeyip Risalelere tabi olunması gerektiğini söylemektedir.

Risalelerin yolunda çalışmak, hizmet etmek günahlara kefaret midir?

Sikke-i Tasdik-i Gaybî, c. II, s. 2061. de geçen;
“Kur'an lemeatlarına ve dellâlı bulunan Risale-i Nura değil ilişmek, tamamiyle terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki, geçen dehşetli günahlara keffaret ve gelecek müdhiş belâlara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.” Cümlesiyle Said Nursi af olmanın yolu olarak Risale propagandasını ve yazımını göstermektedir.

Risale-i Nur; bela ve musibetleri def edip kendisine itiraz edenlerin başlarına bela veya musibetler getirir mi?

Şuâlar, 308-311, Onüçüncü Şua’da geçen;
“İşte Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri uzun senelerdenberi "zındıklar Risale-i Nura dokunmasınlar ve şakirdlerine ilişmesinler. Eğer dokunurlar ve ilişirlerse, yakından bekliyen felâketler, onları yüz defa pişman edecek," diye Risale-i Nur ile haber verdiği yüzler hadisat içinde işte zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört hakikatlı felâket daha…Bütün arkadaşlar lâ ilâhe illallah zikrine devam ediyorduk. Zelzele bütün şiddetiyle devam etmekteydi. O sırada hatırımıza geldi, Risale-i Nur’u aşkla ve bir saikle üç-beş defa şefaatçi ederek Cenab-ı Hak’tan halâs ettik.(Bu apaçık şirk değil midir?) Elhamdulillah derhal sakin oldu…Zındıka tarafdarları mübarek Üstadımızın ihbarları olan ve Risale-i Nur’un büyük kerametlerinden olup... zelzele eliyle gelen beliyyelere ehemmiyet vermek istemiyorlardı.”

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 270’de geçen;
“Şimdi tam tahakkuk etti ki; zelzele, Risale-in-Nur ile alâkadardır. …bu şiddetli zelzelenin gelmesi gösteriyor ki; Risale-i Nur, bir vesile-i def'-i belâdır... tatile uğradıkça belâ fırsat bulup gelir.”

Kastamonu Lâhikası, 14’de geçen;
“Kardeşlerim, bu zelzele benim itikadımca Şakk-ı Kamer gibi bir mu’cize-i Kur'an’dır. En mütemerridi dahi tasdike mecbur eden bir vaziyete girdi.”


Bediüzzaman Said Nursî, 557, Afyon Hayatı’nda geçen;
“ Pek çok tecrübelerle ve hâdiselerle kat'î kanaat verecek bir tarzda Risale-i Nur’un ağlamasiyle, ya zemin titrer veyahut ağlar. Gözümüzle çok gördüğümüz ve kısmen mahkemelerde dahi isbat ettiğimiz gibi, tahminimce, bu kış, emsalsiz bir tarzda bidayette yaz gibi gülmesi, Risale-i Nur’un perde altında teksir makinesiyle gülmesine ve intişarına tevafuku ve her tarafta taharri ve müsadere endişesiyle tevakkufla ağlamasına, birdenbire kış, dehşetli hiddeti ve ağlamasiyle tetabuku, kuvvetli bir emaredir ki, hakikat-ı Kur'aniyenin bu asırda parlak bir mu’cize-i kübrasıdır. Zemin ve kâinat onun ile alâkadar.” (Risale için asfalt-yer ağlamış bee!)

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 35’te geçen;
“Risalet-ün-Nur’un intişarına karşı gelen düşman ve casuslara mukabil bir tek fare çıktı, planlarını zîr ü zeber etti.”(Hayret abartının bu kadarına..Risale farelerin eline kalmış!)

Şuâlar, 361-362, Ondördüncü Şua’da geçen;
“Her ihtimal var ki; mübarek soba, benim teessüratımı ve tazarruatımı dinliyen tek ve menfaatli arkadaşım bana haber veriyor ki: "Bu zindan ve hapishaneden gideceksin, bana ihtiyaç kalmadı..." (Said; sobayla konuşup sobadan alıyor haberi!!)

Şuâlar, 413, Ondördüncü Şua’da geçen;
“ Aynı saatte, ağır penceremiz adeta sebepsiz kablarım ve şişelerim ve yemeklerim üzerine düştü. Biz tahmin ettik ki, hem camlar, hem bütün şişe ve bardaklarım kırıldılar ve içlerindeki taamlar zâyi’ oldular. Halbuki, hârika olarak hiçbir kırık ve zâyiat olmadı. Yalnız bana hediye gelen pişirdiğim et döküldü. Fakat Nur’un namzed yeni talebelerine kısmet oldu, benim de hediye kabul etmemek olan kaidemi muhafaza etti ve birinci hâdiseye hârikalığıyle tasdik edip imza bastı.” (Kapların, şişelerin ve yemeklerin dökülmesi Saidin doğruluğuna delil!!)

Lem'alar, 246, Yirmialtıncı Lem'a’da geçen;
“Risalet-ün-Nur şâkirdlerinin, hüsn-ü hizmetine acele bir mükâfat gördükleri gibi, hizmette kusur edenler dahi tokat yediklerini, Isparta’da olduğu gibi burada dahi gözümüzle gördük. Hacı Osmanla gelince, kapı güya lisan-ı hâl ile ona demiş ki: "üstadım seni kabul etmeyecek fakat ben sana açılacağım" diyerek arkasından sürgülenmiş kapı kendi kendine Mustafaya açılmış. Demek üstadımın onun hakkında, "Mustafa istikbale lâyıktır" diye söylediği sözü istikbal gösterdiği gibi, kapı da buna şahid olmuştur. Evet Husrevin yazdığı doğrudur, tasdik ediyorum. Kapı bu mübarek Mustafayı benim bedelime hem istikbal etti, hem de kabul etti. Said Nursî” (Kapıları konuşturan bir mucize!! Ve Said bunu tasdik ediyor??)

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 39-40’da geçen;
“Üstadımız diyor ki: "Benim de kanaat-ı kat'iyyem çok tecrübelerle gelmiş ki, ben Risalet-ün-Nur’un tashihatiyle meşgul olduğum zaman, pek zâhir bir tarzda hem rızkımda bereket, hem suhulet görüyordum. Ne vakit çalışmazsam, o hali göremiyordum." (Haşa Rezzak Risale olmuş!!)

Şuâlar, 322-323, Onüçüncü Şua’da geçen;
“ Ona "Meyve"deki gençlik ve namaz mes'elelerini okudum ve dedim: Kumar oynama, namaz kıl. Kabûl etti. Fakat haylazlık galebe etti, namaz kılmadı, kumar oynadı. Birden, hiddet tokadını yedi. Üç-dört def'ada daima mağlûb oldu, fakir hâliyle beraber kırk lira ve sako ve pantolonu kumara verdi, daha aklı başına gelmedi. Bu gibi tokatlar daha var; fakat kâğıt bitti, mâna da bitti. Said Nursî”

Cümlelerde değindiğimiz ve değinemediğimiz onlarca saçma sapan iddialara dinî bir cevap veremiyoruz, söyleyecek söz bulamıyoruz. Sadece şunu soralım Nurculara; Üstadınızın tutuklandığı veya Nurculuğunuz yüzünden size menfi bir şey yapıldığı veyahut üstadınız öldüğü gün güneş veya ay tutulsaydı; siz de üsve-i hasene şanlı Resul (s.a.v.) gibi mertçe "güneşin veya ayın tutulmasının bu olaylarla bir alâkası yoktur" diyebilir miydiniz?

“Risalei Nur” darda kalanlara ve günahkârlara yardım eder mi?

Sikke-i Tasdik-i Gaybî s.2102 de geçen bir şiirde:
“Cürmümüzle külhan gibi pürnârız, Dert elinden hem her gün zâr u zârız. Affet bizi madem sana hep yârız, Ey nur-u rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur! Çevrildi ateşle bu koca dünya, Bir cehennem gibi kaynadı derya. Yetiş imdada ey şâh-ı evliya! Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur!”

Bu şiir Kuran’a göre şirktir. Çünkü af istenecek, sığınılacak, yardım istenecek Risale değil Allah’tır; alemlerin rahmet nuru Risaleler değil Kur'an-ı Kerim’dir.

Risale-i Nur'un manevî kişiliği (her kimse artık!!), ve talebelerinin manevi kişiliği Gavs-ı Âzam mıdır?

İslama göre “Gavs” (kendisine sığınanlara yardım eden) sadece Allah ‘tır. Aksi inanç ise şirktir. Fakat Kastamonu Lâhikası 121.Mektup ta geçen cümlede Said-i Nursi yardım için şöyle diyor:

“Ben, eskide, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam'da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, "Ferdiyet" dahi bulunduğundan, âhirzamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet makamının mazharıdır” (Bu inanç düpedüz şirktir.)

Risaleler itfayeciler gibi yangına engel olabilirler mi?

Emirdağ Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, c. II, s. 1723. de geçen:

“ bîçare Ceylan yanıma geldi, dedi: "Biz yanıyoruz, mahvolduk." Ben de iki gün evvel mağazalarında bulunan Âyet-ül Kübra'nın bir kısım matbu' nüshalarını yanıma getirmek için söyledim, fakat getirmedi. Demek o ateşi söndürmek için orada kalmıştı. Ben de Risale-i Nur'u ve Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yapıp: "Ya Rabbi kurtar" dedim. Üç saat o dehşetli yangın hücumunda bütün o büyük daireyi mahvetti. Altında ve bitişiğindeki dükkânları bütün yaktı, yıktırdı. Risale-i Nur'un ve Âyet-ül Kübra'nın hıfzında (korumasında) olan mağazaya kat'iyyen ilişmedi ve altındaki şakirdin dükkânı da müstesna olarak sağlam kaldı.” Sözleriyle Said Nursi Risalelerin yangına engel olduğunu, mağazayı koruduğunu iddia ederek şirk işlemiyor mu?

Risale-i Nur’daki uydurma Hadisler ve Said-i Nursi’nin Hadis Uydurmacılığı

Yirmisekizinci Lem'a’da geçen; "Ben ilmin şehriyim Ali’de onun kapısıdır.”
Nur Risaleleri’nde "Keramet-i Aleviye" diye sunulan zırvaların temel dayanağı, işte bu hadistir.

Sözler, 269, Yirmiikinci Söz’de geçen;
“Büyük bir nur lâmbası, Güneştir ki; arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden güneşin görünmesi, kucağında Peygamberin (A.S.M.) yatmasiyle ikindi namazını kılmayan İmam-ı Ali (R.A.) o mu’cizeye binaen ikindi namazını edâen kılmış.” (Dünya tersine dönmüşşşşşşş!)

Mu’cizat-ı Ahmediyye/Onüçüncü İşaret’te geçen;
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk, namazını kat'edip geçtiğinden, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ﻩﺮﺜﺍ ﻊﻁﻗﺍ ﻢﻬﻟﻟﺍ demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş.” (Peygamberimize atılan iftira)

Kastamonu Lâhikası, 35, Yirmiyedinci Mektubda geçen;
“Ben namaz tesbîhatının âhirinde otuzüç def'a kelime-i tevhîd zikrederken birden kalbime geldi ki: Hadîs-i Şerîf’te "Bâzen bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer." Risalet-ün-Nur’da o saat var, çalış o saati bul, ihtar edildi.” (işi gücü bırak Risale-i Nur’la uğraşşşşş!)

Mektubat, 410, Yirmidokuzuncu Mektup’ta geçen;
"Bir rivayette, lisanı ehli cennetten sayılan Farisi lisanı….” (Eyvah Farsça bilmeyenler yandı!)

Mektubat, 381-382, Yirmidokuzuncu Mektub’ta geçen;
“ Hadîsin rivayetlerinde var ki: Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?" Nefis demiş: "Ben benim, sen sensin" Azab vermiş, cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: "ENE ENE; ENTE ENTE". Hangi nevi azabı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş. Yâni aç bırakmış. Yine sormuş: "MEN ENE VEMA ENTE" Nefis demiş: "Sen benim Rabb-ı Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim..."( Said-in Allah’a ve peygambere attığı iftira!!)

Şuâlar, 48, Üçüncü Şua’da geçen;
“Kur'an’dan ve münâcât-ı nebeviye olan Cevşen-ül-Kebîr’den aldığım bu dersimi,..
( Said; peygambere ait dediği bu cevşen hakkında maalesef hiçbir kaynak gösterememiştir.)

Şuâlar, 484, Onbeşinci Şua’da geçen;
“Binbir Esma-i İlâhiyyeye sarîhan ve işareten bakan ve bir cihetle Kur'an’dan çıkan bir hârika münâcât olan ve mârifetullahda terakki eden bütün âriflerin münâcâtlarının fevkınde bulunan ve bir gazvede "Zırhını çıkar onun yerine bu Cevşeni oku" diye Cebrail vahy getiren "Cevşen-ül-Kebîr" münâcâtı içindeki hakikatlar ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler,”(Ey Said! nerde bu vahiy dediğin iftiranın kaynağı)
Kastamonu Lâhikası, 130, Yirmiyedinci Mektubda’da geçen şu sözdür:

Birden bu gelen Hadîs-i Şerif ihtar edildi: "Ahir zamanda, ihtiyâre kadınların samimî dinlerine ve kuvvetli itikadlarına tâbi olunuz.” (Kur’ana değilde ihtiyar kadınların dinlerine!!!)

Mektubat, 165, Ondokuzuncu Mektub’da geçen;
“Mi’rac gecesinin sabahında (...) Hem Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş’e demiş ki: "Yolda giderken, sizin bir kafilenizi gördüm; kafileniz yarın filân vakite gelecek. Sonra o vakit kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat teehhür etmiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikın tasdikıyla, Güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yâni Arz, O’nun sözünü doğru çıkarmak için; vazifesini, seyahatını bir saat tâtil etmiştir ve o tâtili, Güneş’in sükûnetiyle göstermiştir.” (Said attığı iftirayla güneşi durdurduuuu!)

Lem'alar, 272, Yirmisekizinci Lem'a’da geçen;
Said Nursî, Hacc suresinin 73. ayetinin tefsirinde, ayetin metninden sonra şöyle diyor:
“….Nemrud’u mağlub eden ve Hazret-i Musâ (A.S.) onların ta’cizlerine karşı müştekiyâne: "Ya Rab, bu muacciz mahlukları ne için bu kadar çoğaltmışsın?" deyince ilhamen cevap gelmiş ki: Sen bir def'a sineklere itiraz ettin, bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: "Ya Rab, bu koca kafalı beşer seni yalnız bir lisan ile zikr ediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etse idin, binler lisan ile sana zikredecek bizim gibi mahluklar olurlardı," diye …” (Bu da Hz. Musa’ya attığı iftira)

Şuâlar, 228, Onbirinci Şua’da geçen şu;
“Hem meselâ küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin fertleri sayısınca diller ve o ferdlerin âzâ ve yaprak ve meyveleri mikdarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o haşmetli ve şuursuz ubûdiyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdarâne temsil edip dergâh-ı ilâhiyeye takdim etmek için kırkbin başlı ve her başı kırkbin dil ile herbir dil ile kırkbin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-i hakikat olarak muhbir-i sâdık haber vermiş.” (Said’in Melekler hakkında ki iftirası)

Hz. Peygambere isnat edilen bütün bu rivayetlerin kaynağı nedir? Bu haberler, hangi hadis kitabında geçmektedir? İşkembeyi kübradan atmak kolay!!

Sözler, 233, Yirminci Söz’de geçen;
(...) Nil-i mübârek, Dicle ve Fırat gibi ırmaklar, (...) hadiste rivayet ediliyor ki: "O üç nehrin herbirine Cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler." Hem bir rivayette denilmiş ki: "Şu üç nehrin menbaları, cennettendir."(Sait Dicle’yi hadise eklemiş)

Mektubat, 104, Ondokuzuncu Mektub’da geçen;
“Sonra ehl-i keşfin tasdikıyla; yetmiş def'a Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm temessül edip, yakaza hâlinde O’nun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin-i Suyutî gibi allâmeler ve muhakkikler ehâdis-i sahîhanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler.”

(Keşif yolunu kabul edince , bu durumda; bazı mülhitlerin, fikirsizlerin, hıfzsızların, bilgisizlerin karıştırdıkları uydurma hadisleri o büyük muhaddislerin ayırmalarının ne kıymeti kalır?! Onlar ayırsınlar, siz Resule sorup (!) onların ayırdıklarını tekrar sokuşturun... Bundan daha kötü ne olabilir ki! )

Şuâlar, 433; Müdâfaalar’da Peygamberimize şöyle iftira atmaktadır:
“Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, bazı hâdislerle Ümmet-i Muhammediyenin ömrünün binbeşyüz seneyi pek geçmiyeceğini söylüyor.”

RİSALE-İ NURUN EBCED-CİFR YOLUYLA KURAN AYETLERİNİ TAHRİF ETMESİ

Said Nursi; büyücü ve sihirbazların (Hurafecilerin) kullandığı ve hiçbir doğruluğu olmayan, hayal mahsulü ve yalan olan ebced-cifir hesaplarını kullanarak, Kuran’ın 33 ayetini (kendisini ve kitaplarını kutsallaştırmak için) saptırmış ve tahrif etmiş midir?


“Kimi Yahudiler kelimeleri yerlerinden tahrif ederler (yerleşik anlamlarından kaydırırlar). …... Bunu dillerini bükerek ve dine saldırarak yaparlar. ….” (Nisa 4/46)

“Yazık o kimselere ki kendi elleriyle Kitap yazarlar; sonra « Bu, Allah katındandır.» derler ki, karşılığında az bir bedel alsınlar. Yazık o, kendi elleriyle yazdıklarından dolayı onlara! Yazık onunla kazandıklarına! (Bakara2/79)

Bu ayetlerin muhatabı sadece Yahudi ve Hristiyanlar değildir. Bu ayet Müslümanlara da hitap etmektedir. ‘Yahudi yapınca suç, Müslüman (veya Said Nursi) yapınca tefsir’ mantığı yanlıştır.

Reşid Rıza Ebced-Cifir hakkında şunları söyler:

“Cifir; hak ve gerçek olsaydı, o yolla verilen her haberin doğru çıkması gerekirdi. Bunlar hükümdarları, valileri ve bu çapta başka kişileri aldatarak mallarını çarpmak, yanlarında iyi görünmek için vaz edilmiştir. Tesadüf neticesinde doğru çıkan birkaç haber cahilleri aldatıyor da, söylenen şeylerin hepsini doğru zannediyorlar.”

Katip çelebi ise der ki; “Cefr ilmi, Emevî ve Abbasî halifeleri devrinde baskı gören Ali taraftarlarının baskıdan kurtulmak için ortaya attıkları ve yaydıkları bir inanıştır. Daha sonra bu iş, gelecekten haber veren ve kehanette bulunan bir yöntem hâline gelmiştir.”

İşin ilginç bir tarafı da şudur: Bu adamlar, bu işi çeşitli kehanetlerde bulunmak için yapmışlardır. Yani, bu gaybî anahtarı (!) "gelecek" kapısının kilidine sokmuşlardır.

Edebiyatçılar, ebced hesabını meşru bir tarzda kullanmışlar, sanat eserleri ortaya koymuşlar, belki de geçimlerini bu yolla temin etmişlerdir. Oysa Said Nursî beyhude yere, aynı anahtarı zaten açık olan "geçmiş" kapısının kilidine sokup durmaktadır. Said Nursî bu hesabı, gayrimeşru kullanmıştır çünkü Ebcet hesabını Kur'an ayetlerine ve hadislere, hatta Hz. Ali’ye isnat edilen uydurma kasidelere tatbik ederek, bundan kendine, risalelerine ve tebaasına pay çıkarmaya çalışmaktır. Ediplerin ebced hesabını kullanmaları Said Nursî’nin bu hesapla yapıp ettiklerine delil teşkil edemez. Tıpkı mubah bir şeyin mubah bir şekilde mubah bir gaye için kullanılmasının, aynı mubah şeyin mubah olmayan bir biçimde mubah olmayan bir maksat ile kullanılmasına delil teşkil etmeyeceği gibi.

Tefsirci Cerrahoğlu bu konuda şöyle der; “Çeşitli fırka mensupları, Bâtınîler, aşırı sufiler, şiiler ve felsefeciler aynı usûl ve metotları kullanarak, Kur'an’ın asıl maksadını ve manasını ya yok etmeye veya onu gizleyip, asıl kendi maksatlarını ortaya koymaya çalışmışlardır. Bütün bunlar asırlar boyunca, remiz, işaret ve bâtın adı altında Müslümanlar arasında kullanıla gelmiştir. İslâm’ın ilk asrının ortalarından itibaren başlayan bu cereyanlar, meşruiyetlerini ispat edebilmek için delillerini Kur'an-ı Kerim’de aramışlar, aradıklarını tam olarak orada bulamayınca da lâfızların hakikî manalarından sapma yoluna yönelip keyfî manalar çıkarmaya teşebbüs etmişlerdir. ”

Şimdi Said-i Nursi’nin Ebced-Cifir hesabıyla Kur’an ayetlerini nasıl tahrif, te’vil ettiğini Risale-i Nur’daki örnekleriyle görelim.

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 67-68’de şöyle anlatır;
(...) "Acaba Risale-i Nur’u, Kur'an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?" denildi. O acib sual karşısında bulundum. Ben de, Kur'an’dan istimdat eyledim. Birden otuzüç âyetin sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan "mâna-yı işârî" tabakasından ve mâna-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi, Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına birer kuvvetli karîne bulunmasını bir saat zarfında hissettim; ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatımda hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı; ve ben de, ehl-i îmanın îmanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatımı yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartiyle verdim. (...)” (Ebced-manayi işari- ile Risale, Kur’an tarafından meşrulaştırılıyor!!) ;

Lem'alar, Onuncu Lem'a’da ilmi cifr işe ilgili ilginç bir olay anlatır;
“(...) Seyranîdir. Bu zat, Husrev gibi Nur’a müştak ve dirayetli bir talebemdi. Esrâr-ı Kur'aniyenin bir anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı olan tevâfukata dair Isparta’daki talebelerin fikirlerini istimzac ettim. Ondan başkaları, kemal-i şevk ile iştirak ettiler. O zat başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için, iştirak etmemekle beraber, beni de kat'î bildiğim hakikattan vaz geçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektup yazdı. "Eyvah! dedim, bu talebemi kaybettim!" Çendan fikrini tenvir etmek istedim. Başka bir mana daha karıştı. Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib bir halvethânede (yani hapiste) bekledi.”

(İşte böyle, yersiniz şefkat tokadını... Seyranî denen bu zatın hapiste yatmasının hikmetini tevafuka, ilm-i cifre karşı olmasında ve Said Nursî’yi bunlardan vazgeçirmek istemesinde bulan bu zihniyete şu soruyu sormadan edemeyeceğiz: Siz bu adamcağızdan daha uzun süre hapislerde yattınız. Birisi de çıkıp size derse ki: "Sen bunca hapsi, kendi hevana ve hevesine göre Kur'an-ı Kerim’i tefsir edip, o yüce Kitabı emellerine alet ettiğin için yattın. Kaç defa bu tokadı yedin, hâlâ akıllanmıyorsun!" Ne cevap vereceksiniz?..)

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 112 ve Birinci Şua 31.ayette;
"(... su da bulamadıysanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin.” (Maide/6) ayetinde geçen "toprak" (ﺪﻳﻌﺻ )ın Said Nursî olduğu iddia edilmiş, aynen şöyle denilmiştir:

(...) Sad ve sin, birbirine tam kardeş olması ve bir kelimede birbirinin yerine geçmesi münasebetiyle bu âyetteki "sa‘îden" kelimesindeki sad, sin okunsa Risale-i Nur’un tercümanını göstermesi”

Ayet; açıkça abdestten, gusülden, teyemmümden bahsetmekte iken Nur Risaleleri’ne göre; ayetteki "eğer hasta iseniz" anlamına gelen "ve in küntüm merzâ" cümlesi çarpıtılarak "dalâlet ehli tarafından artırılan manevî hastalıkların büyük bir kısmı, Nur Risaleleri’nin Kur'anî ilaçlarıyla giderilebilir" anlamı verilmiş "Bir sapık fırka, üzüntü ile beraber, -şayet dünyanın iki yüz sene daha ömrü varsa- faaliyetlerine devam edecektir" diye de tahrif sürdürülmüştür.

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 74-78’de Nur suresi 35.ayet şöyle tahrif edilir;
"Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun bir örneği, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. Işık bir cam içindedir; cam ise, doğuya da batıya da ait olmayan mübarek, ateş değmese bile yağı neredeyse ışık verecek olan bir zeytin ağacından yakılan, sanki inci bir yıldız gibidir. Nur üzerine nurdur. ..." (Nûr,35)

“Hem işaret eder ki; Resâil-in-Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur. Evet bu cümlenin bu mu’cizane üç işarâtı elektrik ve Resâil-in-Nur hakkında hak olduğu gibi, müellif hakkında dahi ayn-ı hakikattır. … Hem, nasılki bu cümlenin mânevî münasebet cihetinde kuvvetli ve letâfetli işareti var; öyle de cifrî ve ebcedî tevafukiyle hem elektriğin zaman-ı zuhurunun kurbiyetini, hem Resâil-in-Nur’un meydana çıkması, hem de müellifinin velâdetini remzen haber veriyor.”

Said Nursî, hiç utanıp sıkılmadan bu hezeyan, kuruntu ve zırvalarının, bir de hakikatin ta kendisi olduğunu söylüyor. Bu ve buna benzer yorumların ayetin siyakıyla uygun olup olmadıkları bir yana, görüldüğü gibi, Kur'anî ifadeler, içinde geçtikleri siyaklarından kopartılmaları durumunda çok çeşitli ve bazen de çok tehlikeli hatalar ortaya çıkabilmektedir.

Tılsımlar Mecmûası, 193’de; "Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'an)den şüphe içindeyseniz, haydi onun (surelerinden biri) gibi bir sure getirin; (bunun için) Allah’tan başka şahitlerinizi de (yardıma) çağırın; eğer doğru kimseler iseniz." (Bakara,23) ayetinin ebcedî tefsirinde

“Fe'tû bisûratin min mislihi" (ebced hesabı ile) 1880'dir. Son asırların tağut dalâletinin doğumu olup, onun temsil ettiği ruh-u dalâlete hazret-i Kur'ân’ın ve ondan nebean eden Risale-i Nur meydan okumasını gösterir.” Denmektedir.

Nur Risaleleri’ndeki ebced hesabına göre "tağut" Mustafa Kemal kabul edilirken aynı yolun (Ebce-Cifr metodunun) farklı yolcularınca Mustafa Kemal’in "Mehdî" ilân edildiğini görüyoruz.

Bu da bizlere; uygulanmasıyla aynı kişinin hem yerin dibine batırıldığı hem de göklere çıkarıldığı bir yöntemin ne kadar geçersiz olduğunu ve bu yöntemle Kur’ana yaklaşmanın ne kadar sapıklık olduğunu gösterir.

Risale-i Nur’da ebcet yoluyla tahrif edilen ayetlerin bazılarını gösterdikten sonra şimdi de tahrif edilen hadislerden bazılarına göz atalım.

Tılsımlar Mecmûası, 186’da:
“Ve vasfuke’s-Sa‘îdu fi’l-Kitâbi’l-Mecîd. Ente mevsûfun yâ Sa‘îde’n-Nâsi min Rasûlillâhi (...) Yani: (Ey Said Nursî!) Senin Kitab-ı Mecid’de vasfın "es-Said"dir. Sen, Resulullah tarafından vasfedilmişsin, ey insanların saidi! Bu cümleye "Hâşiye" düşülür ve orada denir ki: ﻦﺘﻓﻠﺍ ﺏﻧﺠ ﻦﻤﻠ ﺪﻴﻌﺳﻠﺍ ﻥﺇ cümle-i celilesi hadiste üç def'a tekrar edilerek, nazar-ı dikkati bu ism-i pâkin sahibine şiddetle tevcih etmekte olduğu gibi, o zâtın icra-yı faaliyette bulunacağı tarihleri ve ilminin hükümranlığı tarihlerini aynen göstermektedir. (...)" “Mes'ut kimse, fitnelerden uzaklaştırılmış kimsedir. (...)" mealindeki bu hadiste geçen "es-Sa‘îd" sözcüğünden kastedilenin "Said Nursî" olduğunu iddia etmek kadar komik ve çarpık bir başka anlayış var mıdır acaba?

Tılsımlar Mecmuası, 205’te Said Nursî; “Binâenaleyh bu Zât (Said Nursî), cismaniyet noktasında mir'at-ı Peygamberî’dir.”diyerek kendisini Hz. Muhammed’in aynası olarak göstermektedir. Hâşâ ve kellâ... Said Nursî, ne cismaniyet ne de ruhaniyet noktasında Hz. Muhammed’in aynası olabilir. Bu ancak Peygamberi suistimal etmektir. Aynı yazının devamında ebced hesabına dayanılarak şu terbiyesizlik yapılır:

“Üstelik ancak iki Muhammed, bir Bediüzzaman ediyor. Şöyleki; Muhammed (92) Âyine karşısına koyarak Muhammed (92); Bedîüzzaman (184)’dır. (Ebcede göre Muhammed adının sayı değeri 92’dir, Bedîüzzaman adının sayı değeri 184’dür. Yani 92+92=184)

Peki, sizin bu ahmakça çıkarsamanızı esaslı bir şey zanneden muzırın biri çıksa da dese ki:
" Kur'an’da Tebbet suresinde adı geçen Ebu Leheb’in cifri değeri 46’dır. Ebu Leheb’in sağına, soluna, önüne, arkasına ayna koysak ( Yani 46 x 4= 184) kim görünür acaba?”

Bu münasebetsize ne cevap vereceksiniz? Hadi biz verelim cevabı: Bediüzzaman Said Nursî görünür. Çünkü: Ebu Leheb (46) x 4 = Bediüzzaman (184) eder.

Bir diğeri ise çıkıp Ebced ile şöyle bir yorum yapsa;

“Bakara 220’. ayette "(...) Allah, müfsidi muslihten ayırt etmesini bilir. (...)" buyurulmaktadır. "Müfsid" (Ara bozucu, karıştırıcı) kelimesinin "Bediüzzaman"a tam tamına tevafuk etmesi cihetiyle (Çünkü Müfsid’in cifri değeri 184 iken Bediüzzaman’ın cifri değeri de 184’tür.) ayet, Bediüzzaman’ın fesâd-ü ifsadına ima, belki remz ediyor. Hatta bunu delâlet, belki sarahat derecesine çıkarıyor. Nitekim, Said-i Nursi’nin cümleleri de bunu hem lâfzen hem de mealen tasdik edercesine diyor ki: &nb sp; Hiçbir müfsid ben müfsidim demez, daima suret-i haktan görünür. Yahud bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız…” dese ne yaparsınız?

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 119-120, Kastamonu Lâhikası, 30-31de şu hadis tahrif edilir;

Ramazan-ı Şerif’te onuncu günün ikinci saatinde birden bu Hadîs-i Şerif ("Ümmetinden birtakım insanlar, kendilerine Allah’ın emri (kıyamet) gelinceye kadar galip gelmekte devam edeceklerdir. (Allah’ın emri) onlar galip olduğu hâlde (gelecektir)." hatırıma geldi. Belki, Risale-i Nur şâkirdlerinin tâifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi:

….. Ve’l-ilmu indallahi lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu. Hattâ ye'tiyallahu bu emrihi (şedde sayılır) fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırkbeş (1545) olup kâfirlerin başında kıyamet kopmasına îmâ eder. Cây-ı dikkat ve hayrettir ki; üç fıkra bil'ittifak bin beşyüz (1500) tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette bin beşyüz altıdan (1506) ta kırkbeşe (1545) kadar üç inkılâb-ı azîmin ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu îmalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat'î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalar ile bir nevi kanaat bir gâlip ihtimal gelebilir. (...)

Said Nursî, hadiste belirtilen topluluğunun Risale-i Nur şakirtleri olduğundan (?) öylesine emindir ki, artık çıkarımlarını Nurculuğun ne kadar devam edeceği üzerine yoğunlaştırmıştır. E, Said Nursî’nin muhtırı durur mu, hemen ihtar eder hadisi...

Said Nursî’nin, hesap aralarına "Allah’tan başka, hiç kimse gaybı bilmez" anlamına gelen "lâ ya‘lemu’l-gaybe illallâhu" cümlesini koymasının da üzerinde durmak gerekmektedir. Hem bu cümle konulacak, hem de hâlâ kıyamet gibi en gizli gayba muttali olunmaya çalışılacak... Bu, fasıkların büyük günahları bile bile işlerlerken "tövbe, tövbe" demelerini andırmaktadır.
Şatibi derki; “Şu hâlde, Kuran’dan elde edildiği öne sürülen ve fakat Arap dili üzere carî olmayan hiçbir mananın Kur'an ilimleri ile ilgisi yoktur, ne kaynak ne de metot olabilir. Kim böyle bir iddiada bulunursa, onun bu iddiası batıldır. Nasipsizin birinin kendisinin Kur'an’da zikredildiğini iddia etmesi bu konunun örneklerinden birini teşkil eder.”

Said Nursî’nin ve onun bu saçma sapan sözlerine inananların hak ettiği kelâmı, İmam Şatıbî yüzyıllar önce, aynı yolun yolcuları için etmiş. Bizde Risale-i Nur talebelerine şunu hatırlatalım:

“Aklı zayıf olanlar, hakkı adam ile tanırlar, adamı hak ile değil. Akıl sahibi olan kimseler için Hz. Ali buyurmuş ki: “Hakkı adamla bilemezsin. Önce hakkı tanı, böylece ehlini de tanırsın. Akıllı adam, esasen hakkı tanır. Bir söz işittiği vakit ona bakar, hak ise kabul eder. Söyleyen, ister bozuk fikirli olsun, ister doğru düşünceli. Hatta çok kere sapık kimselerin sözlerinden hakikati çıkarmaya çalışır.

Bir âlimin en aşağı derecesi, koyu cahil halktan farklı olmaktır. Bir sözü, halkın büyük tanıdığı bir adama isnat etsen, batıl dahi olsa, cahiller hemen kabul ederler. Fena, değersiz bildikleri bir kimseye isnat etsen, doğru da olsa reddederler. Daima hakkı adamla ölçerler. Adamı haktan tanımazlar. Bu, çok büyük bir dalâlettir.”

Esasen Nur Risaleleri’nde yapılan ebced ve cifir hesaplarında asla kural tutarlılığı yoktur. Bu hesaplarda şeddeler, tenvinler bazen sayılmış, bazen de sayılmamıştır. Bu hesaplar yapılırken eldeki sayıya ulaşılabilmek için, ayetlerdeki harfler bile çeşitli gerekçelerle değiştirilmiştir. Bu hesaplarda dikkati çeken diğer bir unsur, hem Said Nursî’nin hem de Nur Risaleleri’nin birden fazla ismi olmasıdır: Said-i Nursî, Said-ün-Nursî, Said-i Kürdî, Molla Said... Risale-i Nur, Resail-in-Nur, Risalet-ün-Nur, Risale-in-Nur, Risalet-ün-Nuriyye, Bediüzzaman...

İsimlerdeki bu çeşitliliğin, hesaplarda kolaylık sağlayacağı aşikârdır. Bu hesaplamalarda öylesine keyfî davranılmıştır ki, aynı isim ya da isim tamlaması için farklı yerlerde farklı sayı değerleri verilmiştir. İstenilen rakamı elde edebilmek için keyfî davranılmıştır; ayetlerdeki cümleler anlamını yitirecek şekilde bölünmüştür. Ebced hesaplamalarından çıkan sayı, bazen hicrî, bazen rumî ve bazen de milâdî tarihin senesi sayılmıştır ki, bu da tamamen indî bir uygulamadır.

Eğer ebced hesabı, Said Nursî’nin ileri sürdüğü gibi gaybî bir anahtar ise, yüce Allah’ın kendisine edilmesini istediği "hamd", "kufuryok"le tevafuk etmiştir. Böyle bir anahtar, gaybın kapıları bir yana adî bir kapıyı bile açamaz.

Nurcular Risalelerdeki bütün bu çarpıklıklarını örtmek için Said-i Nursi’nin İşari tefsir yaptığını iddia ederler. Hâlbuki âlimlere göre; İşarî (Bâtınî) tefsirlerin makbul olabilmesi için, şu dört şarttan hâlî olmaması gerekir:
1. Bâtın mananın, Kur'an lâfzının zahir manasına aykırı olmaması,
2. Başka bir yerde bu mananın doğruluğunu teyit eden şer'î bir şahidin bulunması,
3. Verilen bu manaya, şer'î veya aklî bir muarızın bulunmaması,
4. Verilen bâtın mananın tek mana olduğunun ileri sürülmemesi.

İşarî tefsir için ortaya konan şartları, Said Nursî ve talebelerinin ebced ve cifre dayanarak yaptıkları tefsirlere uyguladığımızda; son şart hariç hiç birinin olmadığı görülmektedir. Son şartta da Nur Risaleleri’nde şüpheli anlatımlar vardır. Dolayısıyla Nur Risaleleri’ndeki ebced ve cifre dayalı tefsirlerin, işarî tefsirden kabul edilmesi mümkün değildir.

Bâtınîler; lâfzı, zanlarına göre lâfzın çağrıştırdığı manalar ile yorumlamışlardır. Yani, manayı esas almışlardır ki, batıl da olsa kendilerine göre bir metotları vardır. Oysa Nur Risaleleri’nde, ayetteki lâfızların, ebced ve cifir hesabına göre aldığı sayı değeri, Said Nursî ve Nur Risaleleri ile alâkadar bir sayıyla çakıştığında, bu, o ayetin bunlara işaret, ima... ettiğinin delili kabul edilmiş, bunu tekit edecek bir-iki masal uydurmaktan da geri kalınmamıştır. Velhâsıl, Nur Risaleleri’nde ebced ve cifir hesaplarıyla yapılan bu tefsirler, lâfzın manasına bakmadığından, işarî değil ancak Hurufî tefsirdir.

Nesefî akaid risalesinde Said-i Nursi gibilerine şöyle der: “Nasslar, zahirleri üzerine hamledilir. Bunun aksine yönelmek, bâtın ehlinin iddia ettiği manalara sapmak, ilhattır ve küfürdür.”

Gazalî Said-i Nursi gibilerine şöyle der:

“Bazıları tevil yaptıklarına inanarak mütevatir bir nassa muhalefet ederler. Bunların yaptıkları tevillerin lisan kaideleri ile yakından ve uzaktan bir ilgisi bulunmazsa; bu, küfürdür. Tevilci olduğunu iddia etse de tekzipçidir.

Muhsin Abdülhamid, Said-i Nursi gibi hurafeciler için şöyle der;

“Evet, bu işle uğraşan kişi Kur'an ayetlerine gelince, bunları mevzusuyla asla ilgisi olmayan, delilsiz ve burhansız görüşlerle keyfince tevil eder; canının istediği, hayalinin düşündürdüğü gibi yazar. Kendi yüksek keyfi için coşup yürüyen herkes serbest bırakılsa da Kur'an-ı Kerim ayetlerine hücum etse, onlara kabul edemeyeceği manaları yüklese, acayip Bâtınî tefsirlerle, alçak şeytanî fikirlerle bunları anlasa, bu mevzuda batıl görüşler, bozuk teviller, terk edilmiş manalar ortaya koysa; bu takdirde binlerce insan peygamberlik ve velilik iddia ederlerdi, birçokları da kötü niyetlerini, sapık prensiplerini teyit ederlerdi.”

Ne yazık ki Said-i Nursi, ayetlerde anlatılan Yahudiler gibi Allah’ın ayetlerini tahrif, tağyir ve te’vil etmiştir. İşin daha kötü tarafı ise müritleri de Said’e kanıp Risalelere iman ederek İslam adına yeni dinlerini körü körüne savunur olmuşlardır.

Said-i Nursi bu güne kadar hiçbir akıllı insanın yapamayacağı bir metod olan Kur'an-ı Kerim tefsirinde Kur'an-ı Kerim’i delme metodunu uygulamış mıdır?

Allah (c.c) Ali İmran,7’de;

“Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan, Kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.” buyuruyor. Yani Allah’ın bizlere açıkca bildirmediği, yoruma açık ayetler konusunda biz Müslümanların "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır" demesi gerekirken; kalbinde fitne olan bozuk insanların ise bu kapalı ayetleri dillerine dolayıp olmadık yorumlarda bulunmaları vurgulanıyor. Herhalde Said-i Nursi’nin bu ayetten haberi olmamış ki(!) bakın Mektubat, Ondokuzuncu Mektub’da şöyle bir tefsire yelteniyor;

“yalnız gözü bulunan kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur'an’ın bir nevi alamet-i i’câzı vardır. Şöyle ki:

Hâfız Osman hattiyle ve basmasiyle olan Kur'an-ı Mu’ciz-ül-Beyan’ın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor. Meselâ: Sure-i Kehf’de: "ve sâminuhum kelbuhum" kelimesi, altında yapraklar delinse: Sure-i Fâtır’daki "kıtmîr" kelimesi, az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak.”

Kehf suresinin bu ayeti, Kur'an’ın 295. sayfasında yer alırken, köpeğin ismi (müteşabihtir) olduğu iddia edilen "kıtmîr" (el-Kıtmîr: çekirdeğin üzerindeki ince kabuk, çekirdek zarı; darbımesel olarak kıymetsiz, adî, ehemmiyetsiz manasında kullanılır) kelimesinin geçtiği ayet 435. sayfadadır. "Ve sâminuhum kelbuhum" ifadesinin altındaki yapraklar delinse (!) bile, "kıtmîr" kelimesi açılan deliğe denk gelmemektedir. Çünkü bu ibare Hafız Osman hattıyla yazılmış Mushafta 295. sayfanın 6. satırının sol tarafında iken; "kıtmîr" kelimesi 435. sayfanın 7. satırının sağ tarafındadır. Kaldı ki, denk gelse dahi bu, o köpeğin isminin "Kıtmîr" olduğunu ve bunu Kur'an’ın şifreli bir şekilde belirttiğini göstermez.

Kur'an’ın icazını bu şekilde gösteren zihniyete, aşağıdaki soruların cevaplarını bulmamız için Kur'an’ın hangi sayfasının neresini, nereye kadar delmemiz (!) gerektiğini sormaya herhâlde hakkımız vardır; çünkü bunlara da yanıt vermeleri yöntemlerinin tutarlı olmasının bir gereğidir.

1. Ashab-ı kehfin isimleri ne idi? Her hâlde Kur'an’ın, bu yiğitlerin isimlerini belirtmesi, köpeğin ismini belirtmesinden daha anlamlı olsa gerektir.
2. Yiyecek almaya giden hangisiydi?
3. Şehirden alınan erzakın cinsi ne idi ve miktarı ne kadardı? 4. kufuryok hangisinindi? 5. Köpeğin cinsi ve rengi ne idi?

Doğrusu, ümmetten İsrailiyat ile uğraşan, yukarıdaki soruların cevaplarını arayan birçok kişi olmuştur; fakat herhâlde Mushaf delme metodunu (!) bulan ve kullanan ilk kişi Said Nursî’dir. Ashab-ı kehf kıssasını ve Kur'an’daki diğer kıssaları anlamak, düşünüp ibret almak yerine; böyle işlerle uğraşmak hastalıklı ruhların, fitnecilerin işidir. Hele bunları Kur'an’ın icazı diye takdim etmenin asla tutarlı bir yanı yoktur.

Her şeyin en doğrusunu Allah bilir. Selamun Aleykum
Hilmi POLAT (İlahiyatçı)
http://www.aliumuc.com/?sf=13



Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

dost1
21. October 2010, 03:52 AM
Risale-i Nur’da Hurufîlik

Murat KAYACAN

Bitlis’te doğmuş olan Said Nursi yaşadığı dönemde Milis Kumandanı olarak Pasinler cephesinde Ruslarla çarpışmış (1915), Anadolu’nun çeşitli illerinde tebliğ faaliyetlerinde bulunmuş, bu nedenle tutuklama ve hapis cezalarına maruz kalmış, dünya barışı, ırkçılığın zararları, şuranın önemi, ihtilaftan uzak durmanın gerekliliği, Allah’ın varlığının net bir şekilde ortaya konması, komunizm belasına karşı Hıristiyanlarla ittifakın önemi gibi konuları Müslümanların gündemine taşımış gayretli bir Müslümandı.

Bir dönem aktif siyasette bulunsa da daha sonraları yazdıklarının büyük bir kısmını toplayarak Risale-i Nur adı altında birleştiren Said Nursi, cumhuriyetin kurulmasının ardından kendisini siyasete değil ama tebliğe memur bir kişi olarak görmüş, siyasetle dolaylı olarak ilgilenmeyi tercih etmiş ve Risale-i Nur’u elinin ulaşabilidiği her yere götürmeye çalışmıştır. Bu çalışmamızda Said Nursi’nin Kur'an tefsiri olarak takdim ettiği bu eserindeki hurufî âyet yorumları üzerinde duracağız. Örneklere geçmeden önce Risale-i Nur’un tefsir ilmi açısından değerine işaret edeceğiz. Sonra da cifr ve hurufiliğin ne olduğundan bahsedeceğiz. Ardından da söz konusu ayetleri klasik tefsirlerden yorumlarla birlikte verip, bu ayetlerin cifr hesabından yararlanarak hurufîlik yöntemiyle nasıl anlamlandırıldığına ve ayetlere verilen yeni anlamlar doğrultusunda karşımıza nasıl âyet çevirileri çıkacağına işaret edeceğiz. Amacımız Allah rızası için büyük çaba gösterdiğine hüsn-ü zan beslediğimiz bir zatı sürekli tenkit etmek değil, bazı ayetleri Kur'an’a uygun bir şekilde ele alıp alamadığını ortaya koymaktır.

A. Risale-i Nur’un tefsir olduğu iddiası

Usül açısından bir eserden beklenecek şey, menkul ve makul oluştur.[1] Yani Müslümanca yaşama konusunda imal-i fikredenler hem vahye kulak vermeli hem de vahiyle irtibatlı bir tefekkür içine girerek içinde yaşadıkları zaman ve mekânın fıkhını belirlemelidirler. Her ne kadar Said Nursi kendisinin son derece aklî izahlar yaptığı kanaatindeyse de birazdan işaret edeceğimiz gibi eserdeki âyet yorumları genel itibarıyla mahsus (hisse dayalı)tur. Çünkü eserin “ilham edilen ve kalbe gelen” sözler olduğu değişik bölümlerde zikredilir. Yazarın hislerine tercüman olan bir eser, Kur'an-ı Kerim’i anlamada bize pek fayda sağlamaz çünkü amaç doğru anlama değil, içe doğan duyguları dile getirmektir. İkinci bir seçenek daha vardır ki o da bu eserin gerçekten Allah tarafından ilham edilmiş olmasıdır ancak bu da Allah hakkında delilsiz bir zan beslemek olur.

Said Nursi, Kur'an’ın tefsiri olarak sunduğu Risale-i Nur’da, tefsir ilmi açısından pek dikkate alınamayacak hesaplar yapar, tevillere girişir ve sözler söyler. Bu eserin tefsir olup olmadığından söz etmeden, tefsirin ne olduğun üzerinde biraz durmak yerinde olur.

Tefsir Kur'an’ın tümünü, bir bölümünü ya da bir konusunu ele alan eser demektir. Kur'an’ın başından sonuna kadar yorumunu yapan tefsirlere teczii, bir konu etrafındaki ayetleri ele alanlara da konulu tefsir denilmektedir.[2] Bu anlamda Risale-i Nur, Kur'an’ı bırakalım bir sureyi bile baştan sona ele alan bir eser olmadığı için yaşadığı dönemden örnek verecek olursak, bir Fî Zilâli’l-Kur'an, bir Tefhîmu’l-Kur’an değildir. Konulu tefsir kapsamına sokulacak bölümleri olsa da bu bölümler konu ile ilgili ayetlerin önemli bir kısmının ele alınıp tartışılması şeklinde değil ama bir kısım ayetlere temas etmek şeklinde ele alınmış, bazen de ele alınan konu ayetlerden ziyade hadislerle kanıtlanmya çalışımıştır.[3]

Her ne kadar Tefsiru’l-Besmele şeklinde çalışmalar yapıldığını hesaba katıp, Risale-i Nur’a yine de tefsir gözüyle baksak, o zaman Said Nursi’nun görüşünün aksine[4] onu Allah’a değil, Said Nursi’ye atfetmek zorunda kalacağız. Çünkü her tefsir eseri kaleme alanın görüşlerini içerir. Aksi takdirde beşer üstü bir metin olduğunu kabul etmek gerekir ki, bu tür metinler Allah tarafından sadece peygamberlere gönderilir ve Peygamberlere gönderilen bu ilahî metinlere de tefsir denmez.

Ayrıca bir tefsircinin Kur'an’da yine Kur'an’dan ve Hz. Muhammed (s)’den bahseden ayetleri eserinden ve kendisinden bahsediyormuş gibi yorumlaması kabul edilemez. Zira o zaman her tefsirci böyle bir yönteme baş vurup eserinin sorgulanamaz olduğunu iddiaya kalkışır ki bu, Kur'an’ı doğru anlama imkânlarını son derece daraltır.

Kur'an vahiydir. Risale-i Nur’un “vahyin malı olması” (Sekizinci Şua - s.941) iddiası da en iyi ihtimalle onun da diğer kitapların üstünde olduğunu çağrıştırır ki bu iddia da doğru kabul edilemez. Beşerî bir metnin vahyin malı olması kanıtlanamayacak son derece iddialı bir sözdür. Ayrıca bu Risale-i Nur’un tefsir olması iddiasıyla da çelişir. Çünkü Allah’tan gelmiş olsa ona tefsir değil, vahiy denir. Eserindeki tefsir ilminde itibar görmeyecek yorumları ile bu eserin “vahyin malı” oluşu arasındaki tezadı da izah mümkün değildir. Çünkü vahiy ile çelişen yorumların Allah’a atfedilmesi gibi büyük bir zannı bünyesinde barındırmaktadır.

“Mahrem Bir Suale Cevap” başlığı altında, “Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözler’de bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor." sorusuna, “Ekseriyet itibarıyla öyledir.” diye cevap vermesinden yola çıkarak kendisinde diğer müfessirlere göre üstün bir mevki gördüğünü söyleyebiliriz. Yine aynı yerde bu eserin bu derece vasıflı olmasını onun kendisine “acz ve zaafına, fakr ve ihtiyacına merhameten” verilmesine bağlaması çelişki gibi görünse de Said Nursi’nin yapmak istediği, eser ile kendisi arasına fark koyarak ilk etapta ürünü arka planda da kendisini öne çıkarma çabasıdır. Bu sayede eser sıradanlıktan kurtulmakta, kendisi de itibar kazanmaktadır.

Said Nursi eserinin yetkinliğini Allah’a bağlar: “Bazen tevazu, nimete nankörlük olur. Bazen da nimetlerden bahsetmek övünme olur. İkisi de zarardır. Tek çare ne nankörlük ne de övünmektir. Meziyet ve yetkinlikleri sahiplenmeyerek onları Allah’ın verdiği bir nimet olarak göstermektir.” (Yirmi Sekizinci Mektup - s.523). Ancak tefsir ilmi açısından oldukça zaaflı olan bu eserin kendisine atfedilmesi daha edepli bir tavır olurdu. Keşke bu eserin diğer tefsirlerden farklı olarak iyi düşünülüp taşınılmış, ümmetin ufkunu açacak bir şekilde yazıldığı konusunda genel bir kanaat oluşsaydı ve eseri, yazarı değil de Kur'an ile çağımızın problemleri arasındaki irtibatı kurmak isteyen müminler takdir etseydi. Çünkü bir yazarın kendisini ve eserini sürekli övmesi, değer artırıcı değil ama düşürücü bir etki yapar.

B. Cifr ve Hurufîlik


Tefsir örneklerine geçmeden belki de en makul olanı ayetleri anlamlandırma konusunda Risale-i Nur’da sıkça baş vurulan cifrin ne olduğunu ortaya koymaktır. Arapça bir kelime olan cifr (ya da cefr) sözlükte “duvarları tam örülmemiş kuyu (Firuzâbâdî, 1995: 331) ve dört aylık olduğunda annesinden ayrılan keçi yavrusu” (İbnu Manzur, IV, 142) anlamlarına gelir Terim olarak da çeşitli metotlarla gelecekten haber verdiği iddia edilen ilmi veya bu ilmi kapsayan eserleri ifade eder. Çeşitli metotlarla geleceği keşfetme merakı İslâm öncesinde yaşayan eski ümmetlere kadar uzanır. Keldâniler, Asurluluar, Babilliler, Mısırlılar ve daha sonra Yahudilerle,[5] Hıristiyanlar arasında yaşayan kâhinler, müneccimler ve bazı mistiklerin kâinatın sonu, devletlerin akıbeti gibi konularda çeşitli haberler verdikleri bilinmektedir.[6] Ancak Gazali’nin belirttiği gibi harflerin belli anlamlar ve sayısal değerler ifade ettiği konusunda hiçbir tutarlı ve ilmi bir delil yoktur (Metin Yurdagür, 1993: VII, 215-218). Kur'an apaçık bir kitaptır. Onu cifr ve ebced bilenin daha iyi anlayacağına dair sağlam bir bilgi söz konusu değildir. Said Nursi de adını hurufîlik koymasa da bu kapsamda görülebilecek cifr ile Kur'an’dan ve bazı şahsiyetlerin eserlerinden Hurufîlerinkine benzer sonuçlar elde etmeye çalışmıştır.

Said Nursi, Kur'an’ın ifadelerini bazı hesaplara tabi tutarak bazı çıkarsamalarda bulunur. Ancak elde ettiği sonuçlar ilmî değildir. Onun harf sayıları üzerine yaptığı hesaplar, harflerin esrarına dayanan bâtınî akım olan hurufîliğin (Aksu, 1998: XVIII, 408-412) kurucusu kabul edilen Fadlullah-ı Hurufî’nin (ö. 796/1314) çabalarını andırmaktadır. Fadlullah, Kur'an’ın gerçek anlamının kendisi tarafından anlaşıldığına inandığı için kendisinden “Kitaptan bir ilmi olan kimse” (Neml, 27: 40) olarak bahsetmiştir. Fadlullah, “Bu, Allah’ın fadlıdır.” (Maide 5/54), “Bu, Rabbimin fadlındandır.” (Neml, 27: 40) mealindeki ayetlerde olduğu gibi Kur'an’da geçen bütün “fadl” kelimelerinden kendisinin kastedildiğini, insan yüzünde de (ﻔﻀﻝ) “fadl” isminin okunduğunu ileri sürmüştür (Aksu, 1995: XII, 277-279).

Biraz sonra vereceğimiz Risale-i Nur’daki sıkça baş vurulan cifr hesabı konusunda aslında Said Nursi de iyimser değildir: “İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, gerçek görevden alıkoyup meşgul ediyor. Hattâ, kaç defadır Kur’an’ın sırlarına karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu; kemâl-i iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum: Birisi, yasağına karşı edep dışı davranma ihtimâli var. İkincisi, açık Kur'anî esaslarla ümmete ders vermek hizmeti, cifr ilmi gibi gizli ilimlerden yüz derece daha üstün bir meziyeti ve kıymeti sahiptir. O kutsal görevde kesin deliller ve muhkem kanıtlar sûiistimâle imkân vermezler. Fakat cifir gibi, belli kurallara bağlı olmayan gizli ilimlerde suiistimal girip şarlatanların istifade etmeleri mümkündür. Zaten hakikatlerin hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyâca göre bir miktar verilir (Dokuzuncu Lem'a - s.599). Said Nursi bu yaklaşımını eserini yazdığı dönemde dikkate alsaydı da cifr gibi aslı astarı olmayan hesaplamalarla ayetlere anlam vermeye kalkmasaydı, eseri elimizdekinden daha ilmî olurdu.

Cifr ilminin nasıl bir şey olduğu üzerine kısa bir bilgi verdikten sonra Risale-i Nur’da genellikle bu hesaba dayalı olarak yapılan hurufî âyet yorumlarından bazılarını ele alabiliriz.

C. Kur'an’da Risale-i Nur’a işaret ettiği iddia edilen ayetler


Acaba, Risale-i Nur'u, Kur'ân[7] kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?" şeklindeki bir soru karşısında Said Nursi, Kur'ân'dan istimdat eylemiş ve birden, otuz üç âyetin açık anlamının teferruatı türündeki tabakalardan, işarî anlam tabakasında bir kuvvetli karine bulunduğunu, bir saat zarfında hissetmiştir. Kanaatinde hiçbir şek, şüphe, vehim ve vesvesesi kalmamıştır. Zaten Said Nursi ayetin açık anlamı ya da işarî anlamının tümü budur demediği için sorun yoktur. Külli işarî anlamların her asırda bir cüzü vardır. Risale-i Nur dahi bu asırda o işarî anlam tabakasının tümünün bir üyesidir. Ve o ferdin önemli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema arasında cifirle karineler ve belki hüccetler gösterilmiştir. Kur'an’ın icazına dayalı bu nevi gaybî işaretlere itiraz edilmez (Ek Kastamonu Lahikası; On Beşinci Şua - s.1151-1152). Said Nursi’nin hissettiği gaybi işaretlere niçin itiraz edemiyoruz? Çünkü her yazarın Kur'an okuyarak gaybî işaretler gördüğünü söylemesi mümkündür. Ancak görüldüğü söylenen bu işaretlerin hepsi sorgulanabilir, itiraz edilebilir kanaatlerdir. Yazarın bu yaklaşımı, hissidir.

Said Nursi eserine Risale-i Nur adını vermesini hayatı boyunca her yerde karşısına nur kelimesinin çıkmasına bağlarken onu en çok etkileyen âyetin de, "Allah, göklerin ve yerin nurudur (aydınlatıcısıdır). O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur içindedir; o billur da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı, nerdeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruyla hidayete iletir. Allah insanlara (işte böyle) misal verir; Allah her şeyi bilir." (Nur, 24: 35) ayeti olduğunu söyler. Said Nursi’ye göre ayetin, “Yağı, nerdeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir.” cümlesi Risale-i Nur’a ve müellifine işaret eder. Risale-i Nur okuyan başka esere ihtiyaç kalmadan alim olur. Said Nursi de ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur. Ayetin bu cümlesinin elektriğe, Risale-i Nur’a ve Said Nursi’ye işaret ettiği hakikattir. Yanlış anladıysa da Allah’a sığınır (Birinci Şua - s.833). Said Nursi bu ayeti yanlış anlamıştır. Zira âyette “nur” kelimesi, Allah’ın, göklerin nurunun sahibi (Zemahşerî, 1995: III, 234) ve her şeyin kaynağı olduğunu ifade edip O’nu övmek için (Kurtubî, 1995: VI/2, 237) kullanılmıştır ve ne doğrudan ne de sembolik olarak Risale-i Nur ve Said Nursi’ye işaret etmektedir. Bediuzzaman’ın bu mesnetsiz çıkarsaması için biz de Allah’ın onu bağışlamasını dileriz.

Yine, “Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorla.. Fakat kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlamayı diliyor.” (Tevbe, 9: 32) ayetinde “nur” kelimesinden kastedilen, Hz. Peygamber (s)’in nübüvvetinin doğruluğuna dair deliller (Râzî, 1997: VI, 32) ve Allah’ın dini (Taberî, 1995: VI/2, 149) iken, Said Nursi, Risale-i Nur olduğunu söylemektedir. Ona göre bu ayet açıkça Risale-i Nur’un o nur-u İlâhînin bir lem'ası olacağı ve düşmanları tarafından gelen şüphe karanlıklarını dağıtacağını işarî anlamıyla müjdeler (Birinci Şua - s.844). Said Nursi’nin verdiği anlamı kabul ettiğimizde ayetin meali şöyle olur: “Allah'ın nuru olan Risale-i Nur’u ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, Fakat kâfirler istemeseler de Allah onu tamamlamayı diliyor.”

Kur'an, her vahyin anlaşılmak için geldiğini bu gerekçeyle vahyin dilinin peygamberin içinde yaşadığı toplumun diliyle aynı olduğunu belirtir: "Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik." (İbrahim, 14: 4) Bu ayeti cifirle, ele alan Said Nursi risaletin ve nübüvvetin her asırda veraset noktasında, vekilleri bulunması kuralıyla, bir sembolik anlam yönüyle Risale-i Nur'u özel bir iltifatla üyeleri arasına dahil eder. Ayrıca ayet bu eserin Kur'an dili olan Arapça değil ama Türkçe olmasının takdir edildiğini gösterir (Birinci Şua - s.847) Ayetin içeriğinin bırakın dilini Risale-i Nur’un kendisiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Risale-i Nur’un ağdalı bir Türkçe ile yazılması tamamen Said Nursi’nin tercihidir. Elimizde bu tercihin Allah tarafından yapıldığına dair hiçbir bilgi söz konusu değildir.

Cifr bilgi elde etme yolu olarak görülünce Kur'an’dan laikliği çıkarmak da zor olmaz: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırt edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkar edip, Allah'a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.” (Bakara, 2: 256) Risale-i Nur’da bu ayetin cifr ve ebced hesabıyla hem laikliğe hem de Risale-i Nur’un gelişine işaret ettiği ifade edilir (On Birinci Şua - s.984). Bu ayetteki “…sağlam bir kulpa yapışmıştır.” ifadesinin de Risale-i Nur’a işaret ettiği ileri sürülür (Birinci Şua - s.837). Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü laikliğin gelmesiyle doğruluk, sapıklıktan ayırt edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkar edip, Allah'a inanırsa, o kimse sağlam bir kulpa Risale-i Nur’a yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.” Ayetteki “sapasağlam kulp” ifadesine iman (Taberî, 1995: III/1, 29), İslâm, “Allah’tan başka ilah yoktur.” (Kurtubî, 1995: II/1, 257) şeklinde hemen hemen aynı anlama gelebilecek doğru anlamlar verilmişken, bu ifadeden Risale-i Nur’un kastedildiğini söylemek eserin ilmî açıdan değerini düşürmekten başka bir şey ifade etmez.

Said Nursi açıkça olmasa da cennetliklerden olduğunu da Kur'an’dan çıkarır: “O gün insanlardan şakîler ve saidler vardır." (Hud, 11: 105). Ayette şakîler günahları nedeniyle ateşi (Zemahşerî, 1995: II, 413), saidler de mükafatı hak eden kimseleri (Râzî, 1997: VI, 399) kastedilirken, Said Nursi yaptığı cifr hesabıyla bu ayetin de kendisine ve Risale-i Nur’un yönüne işaret ettiğini söyler (Birinci Şua - s.834). Bu durumda kendisi cennetle müjdelenmiş kişiler arasına girer.

Said Nursi’ye göre “De ki: Rabbim, beni doğru yola iletti.” (Enam, 6: 161) ayeti de Risale-i Nur’un hazırlanma tarihine işaret eder. Ayetin cifrî hesabı da Said Nursi’nin geçirdiği fikri değişim tarihi olan 1316’ya işaret eder (Birinci Şua - s.837). Bu yorum doğru kabul edildiğinde ayetin Türkçe anlamı şöyle olur: “Ey Said Nursi de ki: Rabbim, beni doğru yola olan Risale-i Nur’a kavuşturdu.” Halbuki ayetin devamında, “Dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in dinine. O, ortak koşanlardan değildi.” denilerek dosdoğru yoldan kastedilenin Allah’ın gönderdiği din (Taberî, 1995: V/2, 146) olduğu gayet net bir şekilde ortaya konmaktadır.

Said Nursi, "Kime hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir." (Bakara, 2: 269) ayetinden kendisinin kastedildiğine inanmaktadır. Ona göre Risale-i Nur’un Sözler kısmı bu ayetteki sözlerin sırrına mazhardır (Dördüncü Mektup - s.354). Halbuki ayette Allah’tan bir nimet olarak söz ve fiillerinde isabet edebilen kimselere verilmiş olan bu nimetin büyüklüğüne işaret edilmektedir (Taberî, 1995: III/1, 126) Müslüman ahlakı kişinin kendisini övmesiyle, hele hele ayetlerin kendisine işaret ettiğini söylemesiyle bağdaşmaz.

Said Nursi’ye göre, "Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor." (Bakara, 2: 151) âyeti, Bakara, 2: 129, 269 ayetlerinin küllî ve genel anlamlarına Risale-i Nur da kastî olarak dahildir (Birinci Şua - s.837). Bu durumda Said Nursi Kur'an’da kastedilen hikmetli, Kitab’ı ve hikmeti öğreten ve insanlara bilmediğini öğreten kişi” olmaktadır ve bu iddiayı desteklemek için yine cifr hesaplarından faydalanmaktadır.

Kur'an, kendisinin ve Rasulullah (s)’a itaatin her ikisine inanan onları doğrulayan ve doğru yolu bulan kimselere bir nur (Taberî, 1995: XIII/3, 318), bir ışık (Kurtubî, 1995: IX/1, 240) olduğunu ifade eder: “Ey inananlar! Allah'tan korkun, O'nun Resulü'ne inanın ki size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Hadid, 57: 28). Bu ayete, "Karanlıklar içinde size bir nur ihsan edeceğim, ki o nur ile doğru yolu bulup onda gidesiniz." şeklinde meal veren Said Nursi, âyet için, “Allah’a hamdolsun, Risale-i Nur bu kudsî ve küllî anlamının parlak bir ferdi olduğu gibi, ayetin orijinalinde geçen nuran, kelimesindeki an kısmı, tenvin sayılırsa 1318 sayısıyla Resâilü'n-Nur yazarı eğitimden yazarlık görevine ve mücahidâne yolculuğa başladığı zamanın beş sene evvelki zamanına ve birçok ayetin işaret ettiği 1316 tarihindeki önemli bir fikrî değişimden iki sene sonraki zamana denk gelir ki, o zaman Risale-i Nur’un hazırlanmasının başladığı aynı tarihtir. İşte bu nurlu âyet, hem anlamca, hem cifirce tevafuku, Kur'an’da bir araya gelişi tesadüfî olamaz.” (Birinci Şua - s.836) şeklinde bir yorum yapar. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: “Ey inananlar! Allah'tan korkun, O'nun Resulü'ne inanın ki size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir Risale-i Nur yaratsın ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Hadid, 27: 28)

"Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi âyeti (Fatihayı) ve yüce Kur'ân'ı verdik." (Hicr, 15: 87) ayetinde muhatap Hz. Peygamber (s)’dir. Ve ona Fatiha suresi ya da diğer uzun surelerden (Zemahşerî, 1995: II, 564) içinde mesellerin, haberlerin ve ibret verici olayların olduğu 7 uzun surenin kastedildiği ifade edilmektedir (Taberî, 1995: VII/2, 68) Said Nursi bu görüşlerden ilkini benimsemesinin yanında ayetin cifr hesabıyla Risale-i Nur’a da işaret ettiği kanaatindedir (Birinci Şua - s.834). Bu durumda ayete şöyle meal verilebilir. "And olsun ki Said Nursi Biz sana, her zaman tekrarlanan Risale-i Nur’u ve Kur'an’ı verdik."

Allah emirleriyle, dilemesiyle (Zemahşerî, 1995: II, 350) vaadiyle (Râzî, 1997: VI, 288) hakkı takviye eder: “Allah, hakkın hak ve gerçek olduğunu kelimeleriyle ispat eder, günahkârların hoşuna gitmese de.” (Yunus, 10: 82) Said Nursi’ye göre ise bu ayetin külli anlamı bu zamanda Risaletü'n-Nur’dur. Ayrıca ilahî lafızdaki harfler yaklaşık olarak 998 sayısına o da Risaletü'n-Nur'un 998 rakamına denk düştüğü için âyet Risale-i Nur’a işaret eder. Ayette geçen kelimât (kelimeler) da Risale-i Nur’un bölümlerinden Sözler’e işaret eder (Birinci Şua - s.836). Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: “Allah, hakkın hak ve gerçek olduğunu Risale-i Nur ile ispat eder, günahkârların hoşuna gitmese de.”

Said Nursi yaptığı şartlı cifr[8] hesaplarıyla, "Ey Peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben O’na tevekkül ettim." (Tevbe, 9: 129) ayetinin Risale-i Nur’a özellikle de İşârâtü'l-İ'câz adlı bölümüne işaret ettiğini söyler (Birinci Şua - s.838). Bu durumda ayetin meali şöyle olur: "Ey Risale-i Nur! İnsanlar senden yüz çevirirse, de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim."

Kur'an, Allah’ın dinine yardım edenlerin, hizmet eden askerlerin (Kurtubî, 1995: III/2, 162), Allah’ın dinini din edinen ve O’na itaat edenlerin galip geleceğini söyler: "Şüphesiz Allah'a tâbi olan topluluk gerçek galiplerin tâ kendisidir." (Maide, 5: 56) Risale-i Nur’da bu âyetin cifr hesabıyla 1350 sayısına denk geldiği ve bu tarihin de Risale-i Nur’un öğrencilerinin görüntüdeki yenilgilerine ancak manevî anlamdaki galibiyetlerine ve kendilerine kurulan tuzakların boşa çıkmasına dair Rumi 1350-51 ve 52 tarihlerine tam olarak denk geldiğine işaret edilir (Birinci Şua - s.839). Bu durumda da ayeti şöyle meallendirirsek yanlış yapmış olmayız: "Şüphesiz Allah'a tâbi olan Risale-i Nur talebeleri, gerçek galiplerin tâ kendisidir."

Allah Hz. Muhammed (s)’e Kur'an’dan müminleri cehalet ve sapıklıktan kurtarıcı, körlükten kurtarıcı rahmetini gönderir. Müminler de ondaki Allah’ın farzlarını (Taberî, 1995: IX/1, 190) yerine getirirler: "Biz Kur'ân'dan, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz. Zalimlerin de ancak zararını artırır." (İsra, 17: 82) Ayette indirilen şeyler Kur'an’ın ayetleridir, başka bir şey değil. Said Nursi’ye göre ise bu ayet Kur'an’a işaret ettiği gibi Kur'ân'ın semasından ilhâmî bir surette gelen şifadar nurlara da işaret eder. İşte, o Risaletü'n-Nur, Said Nursi’ye olduğu kadar Risale-i Nur talebelerine de çoğu zaman şifa olmuştur. Demek Resâili'n-Nur bu âyetin bir işarî anlamına dahildir. Buna delil de ayetin “müminlere şifa ve rahmet olan” kısmının cifr hesabıyla 1339 ederek, Resâili'n-Nur bu asrın mânevî ve müthiş hastalıklarına şifa olmakla meydana çıkmaya başlamasına denk gelmesidir. Bu, Said Nursi’nin kanaatidir ve kanaate itiraz edilmez (Birinci Şua - s.839). Bu durumda ayetin Türkçesi, “Biz Kur'ân'ın semasından mü'minler için bir şifâ ve rahmet olan Risale-i Nur’u indiriyoruz.” şeklinde olur. Ayrıca kanaate itiraz edilemez demek ona çok üstün bir yer biçmektir.

Risale-i Nur’da, "Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor." (Bakara, 2: 151) ayetinin “Sizi temizliyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor.” kısmının cifr hesabıyla 1338 olduğu, Kur'an’ın hikmetini Avrupalı filozoflara parlak bir surette gösterebilen ve gösteren Risalei'n-Nur yazarının Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye’de Kur'an’ın hikmetini savunduğu, hattâ İngiliz Başpapazının sorduğu ve 600 kelimeyle cevap istediği altı sorusuna altı kelimeyle cevap vermekle beraber inzivaya girip bütün gayretiyle Kur'ân'ın ilhamlarından Risale-i Nur'un meselelerini iktibasa başladığı aynı tarihe tamamen uyum gösterdiği ifade edilir (Birinci Şua). Bu yorum esas alındığında ayetin meali şöyle olur: "Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor, sizi Risale-i Nur ile temizliyor, size Kitabı ve onun hikmetini gösteren Risale-i Nur’u öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor."

"Bu kitabın indirilişi, Azîz ve Hakîm olan Allah tarafındandır." (Zümer, 39: 1) Ayetteki “indirilen”, Kur'an-ı Kerim (Taberî, 1995: XII/2, 226) ikinci ihtimal de Kur'an’ın bir suresidir (Zemahşerî, 1995: IV, 106). Ancak Said Nursi’ye göre, Casiye ve Ahkaf surelerinin başında da bulunan bu âyet Risaletü'n-Nur'un ismine ve kendisine, hem yazılması ve hem de yayılmasına sembolik anlamıyla işaret eder. İşareti onun bir eksikliği değil, gayb dilindeki manevî mucizesinin bir gereğidir. Kur'an’ın bu ayetinin işarî anlamlarından birisinin bu zamanda ortaya çıkan Risale-i Nur’a yönelik oluşunu Risale-i Nur okuyan herkes onaylar (Birinci Şua - s.841). Yani Said Nursi şöyle demek istiyor. Ayetin işarî anlamlarından birisi de, “Bu Risale-i Nur’un indirilişi, Azîz ve Hakîm olan Allah tarafındandır.” şeklindedir. Yani ona göre âyet, “Kitab’ın indirilişi” derken hem Kur'an’ı hem de Risale-i Nur’u kastediyor (Birinci Şua – s.842).

Kur'an, kendisinin Rahman ve Rahim olan Allah’tan Cebrail aracılığıyla (Râzî, 1997: IX, 537) Hz. Peygamber (s)’e indirildiğini (Taberî, 1995: XII/3, 114) şöyle ifade eder: "Hâ mim. (Bu vahyin) indirilişi, Rahmân ve Rahîm olan Allah’tandır." (Fussilet, 41: 1-2) Said Nursi bu ayetin işarî anlamıyla ve şartlı cifr hesabıyla Risale-i Nur’a işaret ettiğini söylemektedir (Birinci Şua - s.843). Verilen bu anlam doğrultusunda ayetin anlamı şöyle olur: "Hâ mim. Bu Risale-i Nur, Rahmân ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmiştir."

Rabbimiz bize sapıklığı ve doğru yolu istiareli bir şekilde karanlıklar ve nur kelimelerini (Zemahşerî, 1995: II, 516) kullanarak anlatır. O, insanları Kur'an ile küfür, cehalet ve sapıklık karanlıklarından, iman ve ilim nuruna (Kurtubî, 1995: V/1, 295) ulaştırır: "Elif lâm râ. Bu bir kitap ki, insanları Rablerinin izniyle karanlıklarından nûruna çıkarman, güçlü ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna kavuşturman için sana indirdik." (İbrahim, 14:1) Said Nursi bu ayetin “Rablerinin izniyle nura” kısmındaki “nur” kelimesinin Resaili’n-Nur’a mutabık olduğunu, yine şartlı cifr ile Risale-i Nur’un bölümü olan İşârâtü'l-İ'câz’a işaret ettiğini söyler. Yine ona göre ayetteki “güçlü ve hamde lâyık” kısmı Arapça orijinali hesaba katıldığında Sultan Abdülaziz ve Abdülhamit dönemlerine işaret etmektedir (Birinci Şua - s.845). Bu durumda ayetin şöyle bir çevirisi mümkün olur: "Elif lâm râ. Bu bir kitap ki, insanları Rablerinin izniyle karanlıklarından Risale-i Nur’a ulaştırman, Sultan Abdülaziz ve Abdülhamit’in yoluna kavuşturman için sana indirdik."

"Görmedin mi? Allah nasıl bir misal verdi. Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir.” (İbrahim, 14: 24) ayetinde geçen ve kelime-i şahadet, iman (Taberî, 1995: VIII/1, 266), kelime-i tevhit, Allah’ı yüceltme, O’nu övme, bağışlanma dileme, tövbe, ve dua (Zemahşerî, 1995: II, 531) olarak yorumlanmış olan “güzel bir söz” ifadesi Said Nursi’ye göre Risale-i Nur’a tekabül eder. Bu çıkarsama cifirle önce yanlışlıkla 1002 olarak hesaplanmıştır. Doğrusu 1011’dir. Elde edilen sayı -13 farkla da olsa- Risale-i Nur’un makamına tevafuk eder. Hem böyle makamlarda, böyle büyük yekûnlarda bu gibi küçük farklar zarar vermez (Kastamonıu Lâhikası - Mektup No: 38 - s.1594). Ayeti Said Nursi’nin anladığı şekilde tercüme edersek meal şöyle olur: "Görmedin mi, Allah nasıl bir misal verdi?Risale-i Nur, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir.”

Kur'an Hz. Muhammed (s) için, "Seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21: 107) ifadesini kullanır. Hz. Peygamber (s) hem dinde hem dünya işlerinde rahmettir. Dinde rahmettir çünkü geldiğinde insanlar cehalet ve sapıklık Ehl-i Kitap da kitapları konusunda ihtilaf içindeydi. O gelince onları doğru yolu gösterdi. Hükümleri, helal ve haramları belirtti (Râzî, 1997: VIII, 193) . Dünyada da rahmettir. Çünkü onun gelişiyle zilletten, savaşlardan kurtulup dininin bereketiyle zaferlere kavuştular.[9] Said Nursi ise bu âyetin işarî anlamıyla o alemlere rahmet olanın aynası ve Kur'an gerçeğinin hakiki bir tefsirine Risale-i Nur’a işaret ettiğini söyler (Sikke-i Tasdik-i Gaybî - s.2101). O zaman ayete şöyle meal verilebilir: “Ey Risale-i Nur! Seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik."

Sonuç


Görüldüğü gibi Said Nursi’nin ele aldığımız ayetleri anlamlandırken baş vurduğu anlama biçiminin tefsir usulü açısından bir değeri yoktur. Hele hele “kanaate itiraz edilemez”[10] demesi yorumlarını sorgulanamaz hale getirir ki bunu kabullenmek mümkün değildir. Klasik tefsirler olsun, çağdaş tefsirler[11] olsun hiçbirisi bu ayetleri böyle anlamlandırmamıştır, kendi fikirlerini sorgulanamaz konumda göstermemişlerdir. Said Nursi’nin ve Risale-i Nur’un Kur'an’da işaret edilen bir müellif ve eser olduğu iddiası vahyî temellere sahip görünmemektedir. Bir ayeti anlamlandırırken, ayetteki cümle yapısı, ayetin bağlamı ve Kur'an bütünlüğü içindeki yeri dikkate almak gerekir. Ne yazık ki, Said Nursi bu yolu takip etmemiş, ayetleri tefsir ederken hurufîliğe eğilim göstermiş, ebced ve cifr hesapları yaparak, kendisinin ve eserinin isminin Kur'an-ı Kerim’de geçtiğini muhtemel gördüğü lafızlarla özdeş addetmiş, kendisini ve eserini kutsal bir konuma taşımaya çalışmıştır. Bunu yaparken nispeten estetik bir yolu seçmiş, ısrarla kendisini değil “ürünü”[12] ön plana çıkarmayı tercih etmiştir.

Kaynakça
Aksu, Hüsamettin, “Fadlullah-ı Hurufî”, İslâm Ansiklopedisi, TDV, Yay., İst., 1995.
Aksu, Hüsamettin, “Hurufîlik”, İslâm Ansiklopedisi, TDV, Yay., İst., 1998.
Erdeğer, Bülent Ş., “Apaçık Kur'an’ın Şifresi Olur mu?”, Haksöz, S. 140, 2002.
Firuzâbâdî, Muhammed b. Yakub, el-Kamusu’l-Muhît, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995.
İbnu Manzur, Ebu’l-Fadl Cemâluddîn, Lisânu’l-Arab, Daru Sadır, Beyrut, ts.
Kayacan, Murat, “Kur'an-ı Kerim’i Okuma Biçimleri”, Haksöz, S. 96, 1999.
Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed, el-Câmi’ li Ahkâmi'l-Kur'an, 11 c., Daru’l Fikr, Beyrut, 1995.
Nursi, Said, Risale-i Nur, www.ahmetberk.cjb.net. (Bu internet sitesi, Nesil Yayınları’ının 2 cilt olarak neşrettiği Risale-i Nur’u esas almıştır.)
Râzî, Fahruddin, et-Tefsîru’l-Kebir, 2. bs., 11 c., Daru İhyai Turasi'l-Arab, Beyrut, 1997.
Taberî, Muhammed bin Cerir, Câmiu'l-Beyan an Te’vîli Âyi’l-Kur'an, 15 c., Daru'l Fikr, Beyrut, 1995.
Yurdagür, Metin, “Bedir Gazvesi”, İslâm Ansiklopedisi, TDV, Yay., İst., 1993.
Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki Ğavamidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvil fî Vucûhi’t-Te’vil, 4 c., Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, 1995.
http://www.biblecodedigest.com 07.09.2004.
[email protected]

[1] “Ve derler ki: Dinleseydik, yahut düşünüp anlasaydık şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık!" Mülk, 67:10. İlahi mesaja davet edilen kimse önce onu dinlemeli ardından da üzerine kafa yormalıdır bkz. Râzî, 1997: X, 588.
[2] Hangi tefsir yöntemiyle ele alınmış eserlerin okunmasının Kur'an’ı anlamada daha faydalı olabileceğine dair bir tartışma için bkz. Kayacan, Murat, “Kur'an-ı Kerim’i Okuma Biçimleri”, Haksöz, S. 96, 1999, s. 38-40.
[3] Hz. Muhammed (s)’e bolca mucize verildiğine dair deliller büyük çoğunlukla hadislerden verilmiştir. Bir tefsir için böyle bir usüle başvurmak uygun değildir.
[4] Said Nursi’ye göre Risale-i Nur, Allah’ın ilham yoluyla gönderdiği ve yazdırdığı bir eserdir bkz. On Dördüncü Şua - s.1080; Emirdağ Lâhikası (1) - Mektup No: 28 - s.1697; Emirdağ Lâhikası (2) - Mektup No: 89 - s.1865.
[5] Yahudiler de İsrail’i kurtaracak beklenen Mesih’in geliş tarihini bulmak için cifri kullanmışlardır. Schimmel Annemarie’dan naklen bkz. Erdeğer, Bülent Ş., “Apaçık Kur'an’ın Şifresi Olur mu?”, Haksöz, S. 140, 2002, s. 50. Sabatay Sevi de Mesihliğini cifr kullanarak ilan etmiştir. Ilgaz Zorlu’dan naklen bkz. A.y.
[6] Bu tür bir eğilimin mensupları günümüzdeki Hıristiyanlarda da mevcuttur. Onlar da İncil’deki harflere sayısal değerler vererek, İncil’in Hz. İsa ile ilgili “Tutku” filmini çeviren Mel Gibson’dan, http://www.biblecodedigest.com/page.php/226, 07.08.2004, Saddam’ın yenileceğinden ve http://www.biblecodedigest.com/page.php/151 07.09.2004, Tevrat’ın bozulmadığından http://www.biblecodedigest.com/page.php/256 07.09.2004 bahsettiği görüşündedirler.
[7] Risale-i Nur’da Kur'an’ın Risale-i Nur’a işaret ettiği ifade edilen âyetler için bkz. Birinci Şua - s.831.
[8] “Şartlı cifr” ifadesiyle, ayette Said Nursi’ye veya Risale-i Nur’a işaret edildiğinin iddia edildiği ancak sayının tam tutturulamadığı durumları kastediyoruz.
[9] Rasulullah (s)’ın aynı zamanda savaşlar yapması rahmet peygamberi oluşuna engel değildir. Zira onun savaşı düşünmek yerine kibir gösterip inkârda bulunanlara yönelikti.
[10] Bu ifadeyi “Görüşüm yanlış da olabilir.” şeklinde anlamak da mümkündür. Sorgulanamazlığını mı sorgulanabilirliğini mi kastettiğini Allah bilir.
[11] S. Kutub, Mevdudî ve E. H. Yazır'ın tefsirlerine bakılabilir.
[12] Çoğu zaman da kendisiyle Risale-i Nur özdeşleşir. İkisinin de isminde nur kelimesi geçer. Kendisi asrın “her soruya cevap veren kimseye soru sormayan” bilgini, eseri Risale-i Nur da müceddid-i ekberidir. Kur'an ikisine de işaret eder. İkisi de bediüzzamandır.

Miralay
23. October 2010, 02:20 PM
Sayın Hakkaniyet;
Buyrun efendim size kapı gibi deliller.
Hala mantıksız mı bu kadar yazılanlar.
Benim anlayamadığım şey ise; sayın Dost1 o kadar zamanını harcayarak karşınıza deliller sunuyor. Siz hala bu yazılanları gözardı edrek edebiyat yapıyorsunuz.
Eğer Dost1 kardeşimizin yazdıklarında eksiklik yanlışlık var ise; lütfen burdan eleştirmeye başlayalım.

Yoksa kuru laf kalabalığından,hakaretleren,lagalugalardan kaçınalım isterseniz.

Kur'an'a vakıf birisi olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Lakin daha "hanif" kelimesinin manasını bilmiyorsunuz. Hanifliğin bir mezhep,cemaat,tarikat,vs.. olduğuna kanaat getiriyorsunuz.

Eğer Hakkaniyetten yanaysanız hakça yazarsınız ve sizin suallerinize verilen özellikle sayın Dost1'in cevaplarını zahmet ederek bir okursunuz.

Vesselam