PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Geniş anlamı ile salat - ve sorularım


mavera
22. October 2009, 11:20 PM
http://www.kubaru.net/sayfa11.html adresinden alıntıdır.

SALAT

''Salat'' sözcüğü ''salv'' kökünden türemiştir ve ''salv'' kelimesinin mastarıdır. Bunun gibi, Emir kipi olan ''salli'' ve çoğulu ''sallu'', geçmiş zaman belirten ''salla'' hep ''salv'' kökünden türemişlerdir.

Bugüne kadar yapılan Kur’an çevirilerinde ''salv'' kökünden türeyen yukarıda belirttiğimiz kelimelerin tümü ''namaz'' ve ''dua'' anlamlarında çevrilmiştir. En güvenilir kaynak olarak bilinen Ragıp El İsfahani her nedense ''salat'' kelimesinin açıklamasını geçiştirmiş; din bilginlerinin bildirdiğine göre salat ''namaz'' ve ''dua''dır demiştir. Ancak bu açıklamasına hiçbir kaynak göstermemiştir. Ne din bilgini ismi vermiş ne de bir kaynak eser belirtmiştir.

''(salv) sözcüğü, isim olarak ''uyluk'', fiil olarak da ''uylukları hareket ettirmek'' demektir. Bir kimsenin herhangi bir yüke destek vermek istediği zaman, uyluğunu (bacağın diz ile kalça arasındaki bölümünü) yatay hale getirip yükün altına sokarak destek sağlaması da bu sözcük ile ifade edilir. Emir kipi olarak (salv) kökünden türediği kabul edildiğinde (salli) sözcüğü, ''uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, çok çalış, çok gayret et, destek ol, sosyal yardım yap'' anlamındadır''.101 ''salv'' sözcüğünün mastarı ''salat''tır. Aynı bizde olduğu gibi ''yürü'' fiilinin mastarı ''yürümek'', ''git'' fiilinin mastarı ''gitmek'' de olduğu gibi ''salv'' sözcüğünün mastarı da ''salat''tır. Bu anlamda salat destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak, sorunların çözümünü üzerine almak, gerekeni yapmak anlamlarındadır.

Bugüne kadar yapılan Kur’an çevirilerinde ''salat'' kavramı karşılığı olarak ''namaz'' ve ''dua'' kelimelerinin kullanılması doğru değildir. Salat ''namaz'' veya ''dua'' değildir. Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan ''Kur’an’da namaz yoktur'' anlamı kesinlikle çıkarılmamalıdır. Söylediğimiz şey şudur: Namaz İslam'da vardır ama salat sözcüğünün karşılığı değildir.

Sayın Hakkı Yılmaz'ın belirttiği gibi Kur’an’da namazın kaynağı olan ayet Araf 55'tir:

''Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Kesinlikle O, haddi aşanları sevmez''.

Namazın tarifi bu ayette verilmektedir. Rabbinize tazarru ile dua edin; Rabbinize alçala alçala dua edin. Burada geçen ''tazarru'' kelimesi ''alçala, alçala'' anlamındadır. Ve namazdaki alçalmaları tarif etmektedir: 1.alçalma: el bağlayış ve boyun büküş. 2.alçalma: ellerimizi dizlerimize koyduğumuz bölüm. 3.alçalma: yere kapandığımız bölüm. Buradaki alçalma hem bedenen hem de gönül olarak alçalmadır. Rabbimizin büyüklüğü ve onun karşısında duyduğumuz acizlik duygusu gereği bedenen ve mannen tazarru ile alçalmak, bugün adına ''namaz'' dediğimiz eylemdir. ''Namaz'' kelimesi Türkçe değildir; dilimize Farsçadan geçmiş bir kelimedir. ''Namaz'' kelime olarak Arapçada da yoktur. Adına ''namaz'' dediğimiz eylemin Kur’an’daki aslı ve Türkçesi ''yakarmak''tır. Rabbimiz Araf 55 ile bizden alçala alçala yakarmamızı istemektedir.

Namazın Kuran'daki kaynağını tespit ettikten sonra biz asıl konumuz olan salata dönelim. Salatın uyluklamak, destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak, sorunların çözümünü üzerine almak, gerekeni yapmak anlamında olduğunu belirtmiştik.Salat kavramı içerisine tüm sorunlar girer; evin, ailenin, mahallenin, ülkenin, dünyanın sorunları salatın uğraştığı sorunlardır. Salat iki yönlüdür: 1.Zihinsel yön 2.Mali yön.

Zihinsel Yön: Eğitim, öğretim yolu ile bireyleri toplumları aydınlatmak, olgunlaştırmak.

Mali Yön: Çeşitli imkanlar ile bireylerin mali sıkıntılarını sırtlamak, iş imkanları sağlamak, emeklilere, hastalara yeterli güvenceyi vermek vs.

Yine Kur’an çevirilerinde yapılan bir diğer yanlışta ''ekimus salate'' kavramının ''namazı kıl'' ya da ''namazı dosdoğru kıl'' şeklinde tercüme edilmesidir. ''ikame'', ''kılmak'' ya da ''dosdoğru kılmak'' değildir. ''ikame'', dikmek ve ayakta tutmak anlamındadır. ''ekimus salate = salatı ikame et''tir. ''Salatı ikame et'', salatı dimdik tut, salatı ayakta tut demektir. Biraz önce salatın zihinsel ve mali yönünden bahsetmiştik. Bu anlamda salatı ikame etmenin zihinsel yönü: Eğitim öğretim için okullar açmak, düzenli bir eğitim sistemi kurmak ve bu sistemi ayakta tutmak, eğitim ve öğretim alanında sosyal sorumluluk almak. Bu görev devletin olmakla birlikte, kişilerin vakıflar dernekler vasıtasile yoksul çocukların özellikle kız çocuklarının okutulmasına ve aydınlatılmasına yönelik faaliyetleri de salatın ikamesidir. Salatın ikamesinin mali yönü ise: İş alanlarının açılması suretile işsiz ve aşsız kesimin kendi emeği ve onuru ile kendi ekmek parasının temini; Sosyal güvenlik kuruluşlarının teşkili ile emeklilerin ve kendine bakamayacak derecede yaşlıların sosyal güvencelerinin temini; yoksul ve yetimlerden bekar ve dul olanlarının her türlü çeyizleri ile birlikte evlerinin kurulması. Zihinsel ve mali yönü belirtilen tüm sorunların sırtlanması, dertlere deva olunması; tüm bunlar yapılıyor ise sistemin ayakta tuluması salatın ikamesidir.

Salat Peygamberimizden sonra namazlaşmıştır. Peygamberimiz cemaatini her gün üç vakit salata çağırırdı. Salata çağırmak için bugün ''ezan'' dediğimiz duyuru yapılırdı. Ancak peygamberimiz zamanında fazla sayıda riyakar insan vardı. Dinin emrettiği, İslam yolunda malıyla va canıyla didinmektir. Ancak o vakitler bu işi istemeden, sadece gösteriş amacıyla yapan insanlar vardı. Peygamberimiz bu riyakarları gerçek mümin Müslümanlardan ayırmak, onları samimi Müslümanlardan uzak tutmak istemiştir. Bunun için salatın önünden, yapılan tüm salat faaliyetinin ''Allah adına'' yapıldığı gösteren bir yakarış (namaz) ifa edilmiştir. Yakarış (namaz) bittikten sonra peygamberimiz cemaate dönmüş ve cemaatin ne sorunu varsa dinlemiş, gereken emirleri vermiş, aç varsa doyurulmuş, barınaksız varsa barınak temin edilmiş, zulüm varsa üstüne gitmenin yolları istişare edilmiş, savaş gerekiyorsa onun kararı verilmiştir. Yani Peygemberimiz zamanında uygulanan salat başta yapılan yakarıştan (namazdan) sonra başlamıştır. Emevi hükümdarları Muaviye ve oğlu Yezid zamanında yozlaşma başlamıştır. Mervan döneminde yozlaşma ve salatın terkedilmesinin ilk adımları atılmıştır. Bugün de camilerde hoca namazı kıldırdıktan sonra geriye döner. İşte salat bu geriye dönüşten sonra başlar, bütün sorunlar masaya yatırılır, uyluklanması gereken uyluklanır, desteklenmesi gereken desteklenir, eğitilmesi gereken eğitilir, her derde deva olunurdu. Bugün sadece dönmek kısmı kalmış, salat ifa edilmez olmuştur.

Şimdi Ahzab Suresi 56. ayete bir bakalım:

İnnellahe ve melaiketehu yusallune alen nebiyy, ya eyyuhellezine amenu sallu aleyhi ve sellimu teslima.

Yukarıda Ahzab 56'nın transkripsiyonlu (çeviri yazı) çevirisini verdik. Dikkat edileceği üzere iki yerde ''salli'' kelimesinin çoğulu şeklinde olan ''sallu'' kelimesi geçmektedir. Şimdi Diyanetin çevirisine bakalım:

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.

Diyanet, Kur’an’da 75 yerde geçen ''salat'' kelimesi ve türevleri ''namaz'' ve ''dua'' anlamlarında çevirmiş olmasına rağmen burada ''salat''ı olduğu gibi bırakmış ellememiştir. Anlaşılacağı üzere Allah'ın peygambere namaz kılması ve dua etmesi anlamsız olacağı için, ''sallu'' kelimesi ''namaz'' ve ''dua'' anlamlarında çevrilememiş kelime olduğu gibi ''salat'' şekliyle tercümeye alınmıştır. Şimdi Süleyman Ateş çeviri bakalım:

Allâh'ı ve melekleri, Peygambere salât etmekte (onun şerefini gözetmeğe, şânını yüceltmeğe özen göstermekte)dir. Ey inananlar, siz de ona salât edin, (onun şânını yüceltmeğe özen gösterin); içtenlikle selâm edin (ona esenlik dileyin).

Süleyman Ateş de Kur’an çevirisinde ''salat'' kelimesini Diyanet gibi ''namaz'' ve ''dua'' anlamlarında almış, ancak o da bu surede salatı elleyememiş. Ancak diğer ayetlerde ''salat''ı hep ''namaz'' ve ''dua'' anlamlarında çevirdiği için, bu ayeti de diğerlerine uydurabilme gayreti içinde bolca parantez açarak bir yerde ''Allah dua etmez namaz kılmaz ama peygamberin şanını şerefini yüceltir'' demek istemiştir.

Şimdi Ahzab 56'yı burada yer alan ''salat'' kelimesinin anlamlarını vererek Sayın Hakkı Yılmaz çevirisinden görelim:

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar/o'na yardım ediyorlar/ o'nun için gerekeni yapıyorlar. Ey müminler! Siz de o'na destek olun/o'na yardım edin/o'nun için gerekeni yapın ve o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın!

''Allah ve melekleri peygambere destek oluyorlar siz de destek olun'' denmektedir. Buradaki destek bugün anlaşıldığı şekli gibi salavat yarışlarına girip, Allah'ın bize yüklediği destek olma vazifesini Allah'a havale ederek değil bilfiil uylukları hareket ettirerek, çalışarak, çabalayarak, destek olarak, yardım ederek, sorunları sırtlayarak, sosyal destekte bulunarak bir yardımcı olmak demektir. Bugün çokça bilinen ve ''Allahümme salli ala muhammed ve sellim.." bir salavattır. Burada ''Ey Allahım! Muhammed'e sen yardım et, gerekli desteği sen yap ve onun güvenliğini sen sağla'' diyoruz. Allah bize Peygambere destek ol diyor; biz Allah'a ''sen yap'' diyoruz.

Şimdi bir de Ahzab 43'e bakalım: Önce transkripsiyonlu çeviri.

Huvellezi yusalli aleykum ve melaiketuhu li yuhricekum minez zulumati ilen nur, ve kane bil mu'minine rahîma.

Burada ''salv'' kökünden türeyen ''salli'' kelimesi ile karşı karşıyayız. Diyanet ve Süleyman Ateş çevirilerine bakalım:

O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet eden; melekleri de sizin için bağışlanma dileyendir. Allah, mü’minlere çok merhamet edendir.

O (Allâh)dır ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmet eder, melekleri de (size acıyıp mağfiret dilerler. Allâh) inananlara karşı çok esirgeyendir.

Burada ''salli'' kelimesi Diyanet tarafından ''merhamet eden'' şeklinde çevrilmiş, Süleyman Ateş'te ''rahmet eder'' şeklinde bir çeviri yapmış. Yine burada da görüleceği üzere Kur’an’da yer alan ''salat'' kelimelerinin tamamını ''namaz'' ve ''dua'' olarak çevirmelerine karşılık, konu Allah olduğunda ''salat'' kelimesine dokunamıyorlar. Yukarıda verdiğimiz örneklerde yer alan ''salat'' kelimesi çevirilerinin de kendi içinde tutarsız olduğunu anlamışsınızdır. Ahzab 56'da ''salat''a dokunulmazken, Ahzab 43'te ''merhamet'' ve ''rahmet'' olarak çevrilmiş. Buraya sadece örnek olması için iki tercüme aldık. Bugüne kadar Kur’an çevirisi yapan bütün çevirmenlerde aynı hatayı görebilirsiniz.

Şimdi de Şuara Suresi 217-218-219'a Diyanet çevirisinden bakalım:

Ve tevekkel alel azizir rahîm. Ellezi yerake hîne tekum. Ve tekallubeke fis sacidîn.

Namaza kalktığında, seni ve secde edenler arasında dolaşmanı gören; mutlak güç sahibi, çok merhametli olan Allah'a tevekkül et.

Bu çeviriye göre, Hz. Muhammed gece ''namaza kalkmış!'', sonra da ''secde edenler arasında dolaşmış''. Bir insan neden namaz kılanlar (secde edenler) arasında dolaşır ki? Bunun anlamı nedir? Böyle anlamsız bir faaliyeti Kur’an neden konu etsin? ''Secde'' kelimesinin anlamı ''yere kapanmak'' değil ''teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek''tir. Transkripsiyonlu çeviride gördüğünüz gibi cümlede ne namaz kelimesi ne de salat kelimesi vardır. Olması gereken çeviri şöyledir.

''Ve sen kalktığın [elçilik görevini yapmak için ortaya çıktığın] ve boyun eğenler arasında dolaştığın zaman seni gören Aziz [mutlak galip] ve Rahîm'e [engin merhamet sahibine] güvenip dayan''.

Demek ki Hz.Muhammed gece namaza değil elçilik görevini yapmaya kalkmış ve yere kapananlar arasında değil saygıyla boyun bükenler arasında dolaşmış. Bu örneği ''salat'' kelimesi geçmeyen yerlere dahi ''namaz''ın yapıştırıldığı göstermek için veriyoruz.

Bir de Hud Suresi 87'ye bakalım; önce transkripsiyolu çeviri:

Kalu ya şuaybu e salatuke te'muruke en netruke ma ya'budu abauna ev en nef'ale fi emvalina ma neşa', inneke le entel halimur raşîd.

Süleyman Ateş çevirisi:

"Ey Şu'ayb, dediler, senin namazın mı sana, babalarımızın taptığı şeylerden, yahut mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor? Oysa sen, yumuşak huylu, akıllı(bir insan)sın!"

Diyanet çevirisi:

Dediler ki: “Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor. Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.”

Ayette müşrikler Şuayb'e bir soru yöneltiyor. Transkripsiyonlu çeviride görüleceği üzere ''Sana salatın mı emrediyor... ?'' deniliyor. Ancak her iki çeviride de ''salat'' kelimesi ''namaz'' anlamında çevrilmiş ve sonuç olarak ''Sana namazın mı emrediyor?'' cümlesi ortaya çıkmış. ''Namaz'' insandan Allah'a yönelik bir yakarmadır. İnsanın Allah'a yakarması, insana hiçbir şey emretmez. Ancak insanın dini insana yapması gerekenleri ve yapmaması gerekenleri emreder. Bu ayette ''salat'' kelimesi ''din'' karşılığı kullanılmıştır. Buradan da Rabbimizin ''salat''ı neredeyse ''din''le eşitlediğini ve ''salat''a ne denli önem verdiğini görüyoruz.

Namaz Allah'a yapılan yakarıştır. Peygamberimiz zamanında salattan önce ifa edilmiştir. Günde üç vakit beş vakit gitmemiz gereken şey salattır. Salat namaz ile başlar. Ama namaz salat değildir. Günde beş vakit toplumsal sorunlar için toplanıldığını düşünün. Aç mısınız? Yoksul musunuz? Mahallenizde huzursuzluk çıkaran insanlar mı var? Kur’an öğrenmek mi istiyorsunuz? Mahallenizde barınaksız biri mi var? Sokağınızdaki köpeklere işkence mi ediliyor? Haydi o zaman salata. Okumak istiyorsunuz ama üniversiteye gidecek paranız yok. Üniversiteye gidiyorsunuz ama harcınızı yatıramıyorsunuz. Mahallenizde hırsız var ama tek başınıza birşey yapamıyorsunuz. Haydi o zaman salata. Görevini yerine getirmeyen memurlar mı var? Mahallenizde yaşlı ve kendine bakamayan biri mi var? Devlet kuruluşlarını göreve davet etmek istiyorsunuz ama kimse ilgilenmiyor mu? Polise savcılığa şikayet edilmesi gereken biri var ama siz tek başınıza çaresiz misiniz? Haydi o zaman salata. Salatı bu denli ifa eden bir ülkenin önünde hiçbir şey duramaz. İnsanlık onur ve haysiyetine yaraşır bir yaşam istiyorsak salatı tekrar ifa etmek mecburiyetindeyiz. İnsanları ve toplumu cehaletten kurtarmanın tek yolu salat. İnsanları ve toplumu yoksulluktan kurtarmanın tek yolu salat. İnsanlara iş imkanı sağlamanın, karınlarını kendilerinin doyurmasını sağlamanın emeğinin karşılığında onuruyla yaşamasını temin etmenin yolu salat. İnsanın maddeten, manevi olarak ve kültürel yönden sömürülmesini önleminin tek yolu salat. Salatı bu denli ifa eden bir ülkenin önünde hiçbir güç duramaz.

Bugün namaz vakitleri olarak bilinen ve ezanla çağırıldığımız şey, namaz değil salattır. Namazdan önce yapılan ve adına abdest dediğimiz temizlenme işlemi de namaz için değil salat içindir. Bu anlamda çevirmenlerin bugün ''namaz'' diye çevirdiği ''salat'' kelimesinin geçtiği Kur’an ayetlerinin tümünün102 analizlerini tekrar yapmaları ve Türk Ulusunu bu hususta aydınlatmak zaruretleri vardır. 1500 senedir kimse bilemedi de siz mi bildiniz? Ya da bu kadar insan yanlış biliyor da siz mi doğruyu biliyorsunuz? Diye soranlara aşağıdaki ayeti hatırlatmak istiyoruz:

''Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "zann"a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar''(En'am, 116)

mavera
22. October 2009, 11:53 PM
Yukarıdaki yazıda zihinsel ve mali yönü olan salata odaklanıp, aklıma takılanları sormak istiyorum:

1. Yapısı : Salatın topluluk ile bir araya gelerek uygulanan yapısından bahsediliyor. Bu çerçevede, ideal durumda, Kuran'ın emrettiği salatın sadece camilerde / toplanma alanlarında uygulanabileceğini, evde fiziksel namaz / niyaz yapılabileceğini ancak bunun Kuran'da emredilen salatın karşılığı olmadığını söyleyebilir miyiz?

2. Zamanlama : Yazıda üç vakit beş vakit olarak geçmesini vaktin öneminden çok içeriğin önemi açısından ele aldım. Güneşin fiziksel ışıklarına sıkı sıkıya bağlı kalındığında, sabahın 04:30'unda bu toplantının yapılması mali boyut / eğitim - zihinsel boyut ya da sorun çözmek konusunda ne derece etkili olur kafamda oturmuyor. Saatin olmadığı bir toplumun Kuran'da bahsedilen vakitleri bu şekilde yorumladığı ve kullandığı düşüncesinden yola çıkarak, ortalama bir toplum ferdi için gün başı - gün sonu vakitleri olarak algılanması ve salatın toplumca bu şekilde uygulanması mümkün müdür?

3. Şekil : Sonuca dönük bir uygulama olarak salatın şeklinin serbest olduğu, salat içinde gerçekleştirilen fiziksel namaz / niyazın, bildiğimiz ayakta durmak - eğilmek - secdeye varmak olarak, diğer detaylarından arındırılmış şekliyle üç hareketle gerçekleştirilebileceği söylenebilir mi?

4. Dil : Topluluğun kendi aralarında sonuca dönük bir uygulama olarak kullanacakları salatın dilinin de doğal olarak o topluluğun dili olması gerektiği açık gözüküyor.

5. Abdest : Kuran'da belirtilen abdestin, eklemeler olmadan Kuran'ın belirttiği hali ile, salat toplantısına gelinmeden uygulanması gerektiği, tek başına evde yapılacak namaz / niyaz faaliyetinde bunun gerekli olmadığı söylenebilir mi?


Görüş bildiren olursa sevinirim, teşekkürler.

mavera
8. November 2009, 12:49 AM
sessizlikten anladığım şu: normal namaz zaten geçerli, salat kavramına getirilen yeni bir açıklama var, ancak bu yeni geniş kavramı şu an için normal bildiğimiz namaza ek olarak uygulayan kimse de yok (hayat geneline yayılmış olan anlayıştan / uygulamadan bahsetmiyorum, vakti belirlenmiş olan ibadetten bahsediyorum)

hiiic
9. April 2010, 08:39 AM
Yukarıdaki yazıda zihinsel ve mali yönü olan salata odaklanıp, aklıma takılanları sormak istiyorum:

1. Yapısı : Salatın topluluk ile bir araya gelerek uygulanan yapısından bahsediliyor. Bu çerçevede, ideal durumda, Kuran'ın emrettiği salatın sadece camilerde / toplanma alanlarında uygulanabileceğini, evde fiziksel namaz / niyaz yapılabileceğini ancak bunun Kuran'da emredilen salatın karşılığı olmadığını söyleyebilir miyiz?
İstersen evde tek başına sorunlara çözüm yolu ara istersen cemaat halinde istişare yaparak ara. Ama cemaat halinde yapılan daha faydalıdır çünkü farklı görüş ve fikirler ve bilmediklerin ortaya çıkar.

2. Zamanlama : Yazıda üç vakit beş vakit olarak geçmesini vaktin öneminden çok içeriğin önemi açısından ele aldım. Güneşin fiziksel ışıklarına sıkı sıkıya bağlı kalındığında, sabahın 04:30'unda bu toplantının yapılması mali boyut / eğitim - zihinsel boyut ya da sorun çözmek konusunda ne derece etkili olur kafamda oturmuyor. Saatin olmadığı bir toplumun Kuran'da bahsedilen vakitleri bu şekilde yorumladığı ve kullandığı düşüncesinden yola çıkarak, ortalama bir toplum ferdi için gün başı - gün sonu vakitleri olarak algılanması ve salatın toplumca bu şekilde uygulanması mümkün müdür?
Bazı ülkelerde sabahın erken saatlerinde hayat başlıyor. bizim uyuduğumuz saatlerde onlar çalışma masalarının başına geçiyorlar. Sabah erkenden başlayan bir çözüm arayışı elbette gündüzün erken saatlerinde hallolur ve güneşten daha fazla yararlanılmış olunur. Güneşi üzerine doğdurmamak dolayısıyla maddi ve manevi rızıkların dağıtıldığı saat ve şahitli olan bir zaman dilimi elbette müslümanlara güç kazandıracaktır.

3. Şekil : Sonuca dönük bir uygulama olarak salatın şeklinin serbest olduğu, salat içinde gerçekleştirilen fiziksel namaz / niyazın, bildiğimiz ayakta durmak - eğilmek - secdeye varmak olarak, diğer detaylarından arındırılmış şekliyle üç hareketle gerçekleştirilebileceği söylenebilir mi?
Evet diyebiliriz. Ayakta kuran meallerini hatırlayarak yada ayetleri bizzat okuyarak mesajı pekiştirir, rükuda rabbi över, secdede ise dua ile yardım dileriz. Salatımızda bize yardımcı olmasını ve bilmediklerimizi bize öğretip işimizi yoluna koymasını talep ederiz. Ayetlerin sıra ile okunmasınada gerek yok. Ve gönlünüzce dua edebilirsiniz. bu konuda hadisler bölümünde kutubisitteden bile alınmış örnek hadisler bulabilirsiniz. içiniz rahat olsun.

4. Dil : Topluluğun kendi aralarında sonuca dönük bir uygulama olarak kullanacakları salatın dilinin de doğal olarak o topluluğun dili olması gerektiği açık gözüküyor.
Kuranı kendi anladığı dilde okumak ve onu okuyarak öğüt almak, gelen ayetleri katipler ve diğer insanlarla tartışıp daha geniş ölçekli anlamaya çalışmak, ayetleri anlayıp hatata hakim kılmak peygamberimizin sünnetidir. Peygamberimiz bunları yapmış, kendi dilinde ibadet etmiştir. Peygamberimiz hiç bir zaman kuranı anlamadan okumamıştır, onu bir türkü gibi okumamıştır. Ehli sünnet inancını yaşamak isteyenler bu sünneti ayakta tutmalılar.

5. Abdest : Kuran'da belirtilen abdestin, eklemeler olmadan Kuran'ın belirttiği hali ile, salat toplantısına gelinmeden uygulanması gerektiği, tek başına evde yapılacak namaz / niyaz faaliyetinde bunun gerekli olmadığı söylenebilir mi?
Bir rivayete göre, peygamberimiz; eğer zor geleceğini bilmesem, dişlerini misvaklamalarını (fırçalamalarını) sünnet yapacaktım der. Abdeste ekleme olarak diş fırçalama, güzel koku sürmek ve güzelce giyinmekde var. Çünkü namaza durmadan önce güzel elbiselerle giyinmekte namaz adetidir.
Ey Âdemoğulları, namaz kılacağınız her vakit, elbisenizi giyin, süslenin ve yiyin, için, israf etmeyin, şüphe yok ki o, müsrifleri sevmez.

(Araf Suresi, 31.Ayet)
Kendi başınıza namaz kılarken, süslenip giyiniyor musunuz?

Bu onuda farklı yorumları bende almak istiyorum...

hiiic
9. April 2010, 08:45 AM
Ayrıca

Ey Âdemoğulları, namaz kılacağınız her vakit, elbisenizi giyin, süslenin ve yiyin, için, israf etmeyin, şüphe yok ki o, müsrifleri sevmez.

(Araf Suresi, 31.Ayet)

Ayeti çarpıtılmaya çok musait bir ayet :) eğer size deselerdi ki, namazdan önce mutlaka bişeyler yiyip atıştırman gerek diye :) delil olarak da bu ayet gösterilse :) Hayret gelenekçiler böyle bir fırsatı nasılda görememişler. Diğer ayetleri çarpıtmaya güç yetirdiler ama bunu unutmuşlar...

Namazın Farzı;
Hadesten taaret
setri avret
Mideyi felah (burası yeme içme farzı)
v.s......

Bu ayette nasıl ki yiyin için meali kendinden önceki namazla alakalı değilse, tuvaletten gelince yada kadınlarla ilişkiye girince yıkan ayetide böyle kendisinden önceki namaz abdesti hükmüyle bağımsızdır. Konunun yorumunu daha bilgili alimlerimize bırakıyorum. Sayın Hakkı ve Halil hocalarım sizin yorumlarınızı merak ediyorum.

dost1
10. April 2010, 04:00 AM
Selamun Aleykum! Değerli Mavera Kardeşim!

Yukarıdaki yazıda zihinsel ve mali yönü olan salata odaklanıp, aklıma takılanları sormak istiyorum:

1. Yapısı : Salatın topluluk ile bir araya gelerek uygulanan yapısından bahsediliyor. Bu çerçevede, ideal durumda, Kuran'ın emrettiği salatın sadece camilerde / toplanma alanlarında uygulanabileceğini, evde fiziksel namaz / niyaz yapılabileceğini ancak bunun Kuran'da emredilen salatın karşılığı olmadığını söyleyebilir miyiz?

Salat, kamu otoritesinin salat için yaptığı çağrı üzerine yapılır. Çağrıya gelenler de topluluk oluşturdukları için salatın uygulanabileceği uygunluktaki salat merkezlerinde yapılır. Bu salat, tazarrululu yakarış/namaz ile başlatılır.
Evde yapılan tazarrulu niyaz, Allahın emrettiği salat değil, Allahın emrettiği tazarrulu yakarışdır,niyazdır/namazdır.



2. Zamanlama : Yazıda üç vakit beş vakit olarak geçmesini vaktin öneminden çok içeriğin önemi açısından ele aldım. Güneşin fiziksel ışıklarına sıkı sıkıya bağlı kalındığında, sabahın 04:30'unda bu toplantının yapılması mali boyut / eğitim - zihinsel boyut ya da sorun çözmek konusunda ne derece etkili olur kafamda oturmuyor. Saatin olmadığı bir toplumun Kuran'da bahsedilen vakitleri bu şekilde yorumladığı ve kullandığı düşüncesinden yola çıkarak, ortalama bir toplum ferdi için gün başı - gün sonu vakitleri olarak algılanması ve salatın toplumca bu şekilde uygulanması mümkün müdür?

Salatın vakitlerini belirten İsra78,79 ve Hud 114’dür. Hud 114 belirtilen ifade “tarafeyin nehari" /gündüzün iki tarafı ve “zülefen minel leyl”/ gecenin bir kısmında şeklinde geçmektedir. Bunlar, salatıl fecri, salatıl işa’ ve yatsı diye nitelenen gece salatıdır.

Dinin tebliğ edildiği yerde hayatın başlaması sabah , akşam ve gecedir. Gündüz saatlerinde iklim nedeni ile hayat çok fazla hareketli değildir. Bu vakitleme o günün Arabistan'ının coğrafî ve sosyal koşulları çerçevesinde öngörülmüştür.
Kur’an evrensel ise ki, evrenseldir. Farklı coğrafya ve sosyal ortamlarda salât için en uygun zamanların belirlenebileceği düşüncesindeyim. Bu düşüncemi de Kur’an’da geçen ayetlerden anlıyorum.

Sözkonusu ettiğiniz Şafak sökmesi" ya da "tanyeri ağarması" olarak ifade edilen فجر - fecir sözcüğü, "gecenin karanlığının çatlayarak dünyanın aydınlanmaya başlamasını, sabahın ilk beyazını, insanın mutluluk duyduğu ve ümitlendiği o değerli anları" ifade etmektedir.

Ancak burada mecazî bir anlatımla, ilk gelen vahiyden bu sonuncusuna kadar, bütün vahiylerle yapılan uyarıların, verilen öğütlerin meyvesini vermeye başladığı ve insanlık üzerindeki küfür, şirk, azgınlık karanlığının vahyin ışığı sayesinde yırtıldığı ifade edilmektedir. Aslında bu tasvir bir topyekûn aydınlanma sürecini simgelemektedir.
Örnekleyecek olursak:
Müddessir Sûresinin;
32- Hayır… Hayır… Zannettikleri gibi değil. Ant olsun Ay`a,
33- ant olsun geceye, sırtını döndüğünde;
34- ant olsun sabaha, ağarıp ışıdığında,
35- ki o (Sekar) gerçekten en büyüklerden (büyük kanıtlardan) biridir.
36- Beşer (insan) için bir uyarıcı olarak.
37- Sizden, öne geçmek / ilerlemek veya arkaya kalmak / geride kalmak isteyen için.

Tekvîr Sûresinin;
17- yöneldiği an geceye,
18- nefeslendiği an sabaha ki,
ayetlerinde fecrin yaklaştığına işaret edilerek başladığı ilân edilen bu süreç, bu Sûrede fecrin/şafağın sökmesi ile belirginleşmekte, bundan sonraki duhâ=kuşluk vakti Sûresinde ise iyice ortaya çıkmaktadır.



3. Şekil : Sonuca dönük bir uygulama olarak salatın şeklinin serbest olduğu, salat içinde gerçekleştirilen fiziksel namaz / niyazın, bildiğimiz ayakta durmak - eğilmek - secdeye varmak olarak, diğer detaylarından arındırılmış şekliyle üç hareketle gerçekleştirilebileceği söylenebilir mi?

Salatın ne olacağını,nasıl olacağını salat için çağıran kamu otoritesi belirler. Tazarrulu yakarış/namaz salatın içinde değil, salatın başlamasından önce yapılandır ve salatın sadece Allah için yapılacağının açıkca yapılan ilanıdır.

Sözünü ettiğiniz hareketler Araf 55de emredilen tazarruen kelimesinin içinde vardır. Secde;Allah için yapılıyorsa Allah’ı otorite kabul etmek O’na teslimiyet göstermek demektir ki, bu hal bedene de yansır.
Secde,Yere kapanmanın adı değildir.

Secde;15: İnnema yu'minu bi ayatiNelleziyne iza zükkiru biha harru sücceden ve sebbehu bi Hamdi Rabbihim ve hüm la yestekbirun
Gerçekten Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman secde ederek(teslimiyet göstererek) yerlere kapanan ve Rabb'lerine hamd ile tesbîh edenler ve büyüklük taslamayanlar inanırlar.
İsra;107: Kul aminu bihi ev la tu'minu* innelleziyne utül ılme min kablihi iza yütla aleyhim yehırrune lil ezkani sücceda;
İsra;108: Ve yekulune subhane Rabbina in kâne va'dü Rabbina le mef'ula
İsra;109: Ve yehırrune lil ezkani yebkûne ve yeziyduhüm huşua;

De ki: Siz ona [Kur’ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’ân] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve, “Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’ân] onların huşûunu [alçak gönüllüğünü] artırır.



4. Dil : Topluluğun kendi aralarında sonuca dönük bir uygulama olarak kullanacakları salatın dilinin de doğal olarak o topluluğun dili olması gerektiği açık gözüküyor.

Evet.


5. Abdest : Kuran'da belirtilen abdestin, eklemeler olmadan Kuran'ın belirttiği hali ile, salat toplantısına gelinmeden uygulanması gerektiği, tek başına evde yapılacak namaz / niyaz faaliyetinde bunun gerekli olmadığı söylenebilir mi?


Görüş bildiren olursa sevinirim, teşekkürler.

Evet söylenebilir. Ancak yaşadığımız ülkede kamunun salat için çağrısı yok diye biz salatı hayatımızın dışına itemeyiz. Salat için yapılacak bir topluluğa katılmak için evden ayrılmadan önce Nisa 43 ve Maide 6 da salat için belirtilen şartları yerine getirerek topluluğa katılırız.


Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

dost1
11. April 2010, 04:13 AM
Selamun Aleykum! Değerli hiiic Kardeşim!

Ayrıca

Ey Âdemoğulları, namaz kılacağınız her vakit, elbisenizi giyin, süslenin ve yiyin, için, israf etmeyin, şüphe yok ki o, müsrifleri sevmez.

(Araf Suresi, 31.Ayet)

Ayeti çarpıtılmaya çok musait bir ayet :) eğer size deselerdi ki, namazdan önce mutlaka bişeyler yiyip atıştırman gerek diye :) delil olarak da bu ayet gösterilse :) Hayret gelenekçiler böyle bir fırsatı nasılda görememişler. Diğer ayetleri çarpıtmaya güç yetirdiler ama bunu unutmuşlar...

Namazın Farzı;
Hadesten taaret
setri avret
Mideyi felah (burası yeme içme farzı)
v.s......

Bu ayette nasıl ki yiyin için meali kendinden önceki namazla alakalı değilse, tuvaletten gelince yada kadınlarla ilişkiye girince yıkan ayetide böyle kendisinden önceki namaz abdesti hükmüyle bağımsızdır. Konunun yorumunu daha bilgili alimlerimize bırakıyorum. Sayın Hakkı ve Halil hocalarım sizin yorumlarınızı merak ediyorum.

Allah razı olsun. Öncelikle vermiş olduğunuz ayetin meali yanlış.

A'raf 31 ve 32. ayetlere birlikte bakalım.

A'raf;31:Ya Beniy Ademe huzu ziyneteküm ınde külli mescidin ve külu veşrebu ve la tüsrifu* inneHu la yuhıbbul müsrifiyn

A2raf;32: Kul men harrame ziynetellahilletiy ahrece li ıbadiHi vettayyibati miner rızk* kul hiye lilleziyne amenu fiyl hayatid dünya halisaten yevmel kıyameti, kezâlike nufassılul ayati li kavmin ya'lemun

Ey âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin, için, fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah savurganları sevmez.
De ki: “Allah`ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir -kıyamet gününde yalnız onlar için olmak üzere-.” İşte böylece Biz, ayetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

Bu pasajla ilgili olarak klâsik kaynaklarda Kâbe'yi çıplak tavaf eden Arap kadınlarının veya tüm Arapların bu Âyetlerden sonra artık Kâbe'yi çıplak değil de elbiseli olarak tavaf etmeleri gerektiğine dair birçok rivayet mevcuttur. Tefsirlerin hepsinde de bu doğrultuda açıklamalar yer almıştır.
Ancak biz, Âdem-İblis kıssasından bu yana anlatılanlarda geçen elbisenin beden giysisi olmadığına kani olduğumuz için söz konusu rivayetlere itibar etmiyor, burada hiçbirine yer vermiyoruz.

MESCİD:
Namaz kılınan yer olarak meşhurlaşmış olan المسجد - mescid sözcüğü, "secde edilen [Allah'a boyun eğilen] mekân, yer" demektir ki, bu tanımlamaya göre evrenin her yanı, yani her yer bir mescittir.

ZİYNET:
الزّينة - ziynet sözcüğü, dünya ve ahirette insanın onurunu yükselten şey; demektir. Bu şey mal–mülk, para–pul, süs eşyası, güzellik, yakışıklılık, sağlık, makam–mevki gibi basit dünya süsü cinsinden bir şey olabileceği gibi, iman, güzel amel, güzel huy, ahlâk, edep, vakar gibi gerçek başarı anahtarı cinsinden bir şeyler de olabilir. ( el–Müfredât; s. 218–219, "Zeyn" mad.) Kur’ân'da bu anlamlarda kullanılmış pek çok örnek mevcuttur.

İSRÂF:
الاسراف - isrâf sözcüğü de gerçek anlamı dışında, "harcamadaki aşırılık, savurganlık" olarak meşhurlaşmıştır. Sözcüğün esas anlamı "sınırı aşmak, hakka tecavüz etmek" demektir ve insan davranışlarındaki her türlü sınırı aşma bu sözcüğün kapsamına girmektedir. (Lisânü'l–Arab, c. 4, s. 563–564; el–Müfredât, s. 231, "Srf" mad.)

Mescid, ziynet ve isrâf sözcüklerinin yer aldığı 31. Âyet, Rabbimizin kıst’ı = hakk ve adaleti, dengeyi, orta yolu emredip aşırılığı men ettiği 28–29. Âyetlerin tefsiri mahiyetindedir. Burada insanoğluna verilen mesaj şudur:

Kişi, her yerde ve her zaman maddî ve manevî ziynetlerini takınmalı, "temiz ve bayramlıklarını giymiş olmalı, pis, kirli olmamalı" kişisel veya toplumsal tüm davranışlarında Allah'ın koyduğu sınırları aşmamalı, halim–selim, olgun ve onurlu olmalıdır.

Bu mesaja uygun kişisel davranış örneği olarak insanın yiyip içerken haddi aşmaması ve dengeli beslenmesi; toplumsal davranış örneği olarak da helâli haramlaştırmaması, haramı da helâlleştirmemesi verilebilir.

Rabbimiz bir şeyin helâl veya haram kılınmasını salt Kendine ait bir yetki olarak ortaya koyduğundan, insanların kendi kafalarına göre haramlaştırma veya helâlleştirme yapmaları tam anlamıyla hadlerini aşmaları anlamına gelmektedir.

Bu davranış hiç kuşkusuz isrâf sözcüğü kapsamına giren bir davranıştır. 32. Âyetteki Allah'ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızkları kim haram etmiş; ifadesi, insanların kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdukları yasaklara ve serbestliklere karşı Rabbimizin tavrını yansıtmaktadır. Bir istifham-ı inkârî "cevabı beklenmeyen soru" olan bu ifade, aynı zamanda bu konuda yanlış davrananlara da bir azar mahiyetindedir.

Bu noktada akla hemen altının ve ipeğin erkeklere haram kılınması gelmektedir. Oysa bu iki nesnenin erkeklere haram olduğuna dair Kur’ân'da herhangi bir hüküm yoktur. Dolayısıyla kendi kendilerine bir takım haramlar koyanlar, Rabbimizin Allah'ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızkları kim haram etmiş; sözlerinin birebir muhatapları olmaktadırlar. Ancak bu konuda dikkat edilmesi gereken asıl şey, sadece altın ve ipek ile sınırlı olmamak kaydıyla, Allah'ın kulları için çıkardığı bütün nimetlerin gurur ve kibre âlet edilmemesi veya başkalarının kıskanmalarına yol açacak şekilde kullanılmamasıdır. Çünkü nitelikleri ne olursa olsun, nimetlerin bu amaçlarla kullanılması, ilâhî ilkeler bakımından çirkin bir davranıştır. Meselâ, yaşadığı ortamdaki insanların standartlarının çok üstünde ve pek çoğunun mevcut imkânlarıyla asla sahip olamayacakları özellikte bir araba almak veya bir ev yaptırmak bize göre böyle davranışlardandır.

TAYYİBÂT:
طيّبات – Rızktan tayyibât, "hoş, sevilen, yararlı gıdalar" demektir. Bir gıdanın bu tanım kapsamına girip girmediği, bize göre kişisel görüşlerle tespit edilmemelidir. Geçmişte çeşitli kişilerin zevk ve görüşlerindeki farklılıklar, ortaya önemli ihtilâflar çıkarmıştır. Meselâ midye, istiridye, ıstakoz türü deniz ürünlerinin tayyibâttan olduğunu kabul edenlere karşılık, bunları habis iğrenç bulan ve haram kabul edenler de olmuştur. Aslında bir gıdanın yararlı olup olmadığının kararı ancak bu konunun uzmanları tarafından verilebilir. Dolayısıyla, bir şeyin tayyibâttan kabul edilmesinde kişilerin zevk anlayışları değil, bilimsel veriler etkili olmalıdır. Bu konuda Rabbimizin koyduğu genel ilkeler şunlardır:
(Mâide:4) Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki:"Size tayyibât [iyi ve temiz şeyler] helâl kılındı." Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın, Allah'a takvâlı davranın. Hiç şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.

(Mâide: 87-88) Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah'ın size verdiği rızklardan helâl ve temiz olarak yiyin ve inandığınız Allah'a takvâlı davranın.

(A'râf:157) Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçiye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nunla birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

Görüldüğü gibi Rabbimiz, özel hükümlerle belirlediği leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası için kesilen hayvan eti dışındaki bütün yiyecek ve içeceğin "tayyib" olanlarını helâl kılmıştır. Bu konuda ayrıca şu Âyetlere bakılabilir:
Bakara Sûresinin 57, 172; Mâide Sursinin 5; Tâ – Hâ Sûresinin 81; Müminun Sûresinin 51. Âyetleri.

Âyetteki Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir, –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere – ifadesinden, esas olarak ziynetlerin ve tayyibâtın dünyada da müminlerin olmasının istendiği anlaşılmaktadır. Çünkü bu nimetleri veren Allah'a iman eden ve bağlılık gösteren onlardır, dolayısıyla da bu nimetler onların olmalıdır. Bu, özünde doğru olmakla birlikte, bu dünyanın bir imtihan yeri olması sebebiyle dünyadaki süslerin ve temiz rızkların kâfirlere de verilmesi söz konusudur. İğreti dünya hayatında bu nimetlerle yaşayan, hatta belki müminlere nazaran bu nimetlerden daha fazla pay alan kâfirlerin, ödüllerin iman ve amel esasına göre dağıtılacağı ahirette bu nimetlerden mahrum bırakılacakları ise kesindir. Çünkü orada bu ödüller sadece müminlerin olacaktır:

(Ahkâf:20) Ve inkâr edenler ateşe arz edilecekleri gün onlara, "Siz iğreti hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz, artık bugün yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanız ve yoldan çıkmış olmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap ile karşılık göreceksiniz." (denir)

32. Âyetin İşte böylece Biz, Âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz ifadesiyle bitmesi, bilgisizlerin muhatap alınmadığını, bu söylenenleri anlayıp kavramalarının ve uygulamalarının onlardan beklenmediğini göstermektedir. Bu ifadeyi, bilgisizliğin bir toplumu ne denli aşağı bir duruma düşürdüğüne dair bir ima olarak değerlendirmek de mümkündür.
Kaynak:İşte Kur'an

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

mavera
11. April 2010, 04:01 PM
Merhaba. Ben başka bir sitede gördüğüm bir yazı üzerine, bu sorular üzerine düşünürken, bu siteye eklenmiş geniş Hakkı Yılmaz açıklamaları henüz yoktu. Daha sonra bu açıklamalardan çok faydalandım ve kafamda konu yerli yerine oturmuş oldu. Yine de gösterdiğiniz ilgiye teşekkürler.

Bu konu ile ilgili sayın dost1 tarafından asılan kapsamlı yazıların, bilgi almak ve kafalarındaki sorulara yanıt aramak isteyen kişiler için çok yardımcı olacağını düşünüyorum.

Şu adresten ulaşılabilirsiniz: http://www.hanifler.com/forumdisplay.php?f=236