PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Mekke, insanlığa ve cahiliyye'ye toplumsal 'model' ortalaması


dost1
16. June 2009, 09:36 PM
Selamun Aleykum! Değerli Kardeşlerim!

Hüseyin Alan kardeşimizin çok değerli bir makalesini sizlerle paylaşmak istiyorum.


MEKKE, İNSANLIĞA VE CAHİLİYYE'YE TOPLUMSAL 'MODEL' ORTALAMASI 25.05.2009

Miladi 7. yüzyıldaki cahili Mekke, topluca Kureyş olarak adlandırılan bir toplumu ( Ulus ) ve alt kimlik olarak 12 farklı ana toplumsal grub ( kabile )'un yaşadığı bir yerleşim bölgesini ifade eder. Nufus sayıları konusunda ihtilaf olsa da yaşayan sakinlerinin 20 bin civarında olması mübalağa değildir. Özellikle Araplar nezdinde Kâbe nedeniyle öteden beri dini bir merkez olarak saygın bir yere sahip olan Mekke, 5. yüzyıldan itibaren de uluslararası ticaretin önemli bir merkezidir.
Kuzey-Güney, Doğu-Batı geçiş yollarında bir kavşak ve geçiş yeri olma özelliği, Rum ve Pers arasındaki siyasi rekabette bağımsızlıklarını korumalarına da bağlıdır. Yemen ordusunun eski ticaret merkezi olma özlemlerini yeniden kazanmak için açtıkları savaş da, Kâbe'nin Rabbi'nin onları mağlup etmesi ve Mekke'nin korunmasına şahitlik edenler ve duyanlar nezdinde, Mekke'lilerin saygın konumları daha da pekişmiştir. Dolayısı ile uluslarası topluluklar tarafından da tanınan imtiyazları ve prestijleri tescillenmiş bir topluluktur onlar.
Mekke'nin o dönem sakinleri; nüfusça kalabalıktır, güçlüdür, zengin ve şöhretli tüccarlara sahiptir. Savaşçı yapıları ile bilinen ve herhangi bir dış güce (Rum, Pers, Habeşistan ) haraç vermeyen özellikleri ile ( Hevazin, Sakif Oğulları, Medine'liler ve Amr Bin Sasa Oğulları, diğerleridir ) bölgesinde ititbar edilen önemli bir topluluktur.
Toprakları ziraate ve hayvancılığa pek elverişli değildir. Haram aylarda yapılan Umre-Hac ziyaretleri nedeniyle kalabalık ziyaretçileri ağırlarlar, beraberinde kurulan uluslararası fuar ve yerel panayırlar nedeniyle yapılan yüksek oranlı ticaretten çok para kazanırlar, toplumlararası rekabette ve ihtilafların hallinde prestijleri nedeniyle önemli rol oynarlardı.

Mekke'lilerin toplumsal yapılarını, siyasi-sosyal-ekonomik ve kültürel olarak tahlil ettiğimizde, özetle şunları sıralayabiliriz:
1-Bu toplumun ekonomik yapısı, politikaları ve ilişkileri bakımından, toplumsal ayrışmanın üç kategoride-sınıfta şekillendiği görülür; Merkezde iskân olmuş büyük zenginlerle elitleri ve onlara komşu orta boydaki zenginleri ile hep birlikte yaşamaktadırlar. Çevrede iskân eden ama zenginlerin işlerini gören fakirler, köleler, cariyeler ile mevla'lar oturmaktadır. Şehirden uzak mekân olan çölde ise, daha ağır şartlarda yaşayan ve her zaman saldırılara uğrayabilen bedeviler yerleşik haldedir.
Mekke ve civarı yerleşim bölgesinde kültürel olarak; medeni yaşam tarzı ve özellikleri daha baskın ve yaygındır. Gece baskınlarıyla yapılan talancılık, adam kaçırma ve cinayet gibi tetikçilik işleri, sınır muhafızlığı ve rehberlik gibi normal işlerle de şöhret olmuş bedevilik geleneği ve özelliğini sürdürenler ise, azınlıktadır.
Zengin olmak, servetin çokluğu ile övünmek ve yarışmak, birinci derecede önemli ve geçerli değerdir. Mekke'lilik gibi yerel aidiyet ve kimliklerin ötesinde, küresel değerleri benimseyen, uluslararası şöhrete ve ilişkilere de sahip zengin ve güçlü bir sınıf vardır. Bu grubun mekânları, eşyaları, çevresi özellikli, çocukları ve kadınları da seçkin ve gururludur.
Toplumda fakirler, yoksullar, yetimler, köleler, mekânları ve eşyaları ile ikinci sınıf vatandaştırlar ve bu sınıfa ait kadınlar, çocuklar da aşağılanır, değersiz sayılırlardı. Bu ikili sosyal yapının arasında, ikinci derecede zenginler ve orta boy kavimler bulunurdu. Bunların mekânları ve eşyaları da kendilerine göredir. Bu grubun kadınları, çocukları da gururlu ve saygındır.
Taif, Kureyş'lilerin hem zirât arazileri ve işletmelerinin olduğu ve hem de yazlık tatillerini geçirdikleri, Mekke'ye de yakın bir şehirdir. Havası ve iklim güzelliği ile bilinen Taif'de de, şöhretli tüccarlar ve önemli liderler vardır. Taif, başka özellikleri ile de önemli bir başka ticari-sınai merkezdir. Ayrıca Medine, Gazze, Şam gibi ticaret yolu da buradan geçerdi.
Kureyş'liler ticarette ve dış ticarette de uzmandırlar. Zirai mahsullerden sınai ürünlere kadar bir çok alanda büyük ticari ilişkileri, ona uygun siyasi bağlantıları vardır. Yüksek ticaret hacimlerinin olduğu her yer gibi Mekke'de de faizcilik, tefecilik, sanat, eğlence ve fuhuş gibi sektörler de çok gelişkindir.
Peygamberin amcası Abbas, çevrenin ve pazarın hem tefecilik hem de şarapçılık da namlı lideri iken, Muaviye'nin babası Ebu Süfyan da aynı şekilde en büyük zeytin üreticisi ve tüccarı olarak namlıdır. Ticari ortaklık ve paylaşım o kadar gelişkindir ki, bazen 5.000 deve kervanını çeşitli emtealarla yükleyerek, karşılıklı ticari malları taşıyan bir filo kurarlar, Gazze, Filistin, Şam, Ankara, Kayseri, Yemen, Habeşistan, Irak, İran, Hindistan ve Çin gibi uluslararası pazarlara çıkarlardı. Hafta da iki sefer, Mekke yakınındaki limandan (bu gün kü Cidde ) Habeşistan'a gemilerle karşılıklı sefer yapılırdı.
Ticari, sosyal ve insani ilişkilerde ve muamelelerde uygulanan kurallar, haksız ve adaletsiz değerlere ve ölçülere göre yapılırdı. Aristokratlar ve siyasi elitler servete ve soyuna önem veren buyurgan, kibirli insanlardı. Bonkörlüğü severler, ikram etmekten geri durmazlardı ama "müstağnî" idiler. Hizmetlerini ve işlerini gördürdükleri zayıf, yoksul olanlara ve aşagıladıkları sosyal gruplara iyi muamele yapılmaz, hakları gözetilmez, durumları ile de alay edilirdi. İnandıkları Allah'ları ve ikinci dereceden ilahları, onlardan elitleri ve aristokratlarını görüp gözettiği, üstünlüklerini onayladığı gibi, imtiyazlarını ahirette de devam ettirecekti!

2- Kureyş, siyasi rekabet ve iktidar merkezi olarak da üç gruptur; a- Haşim Oğulları ve müttefikleri ( Abdu Menaf Oğulları, Esed Oğulları, Zühre Oğulları, Teym Oğulları, Haris Bin Fihre Oğulları ), b- Umeyye Oğulları ve müttefikleri ( Abdüd Dar Oğulları, Mahzum Oğulları, Cumah Oğulları, Adi Oğulları ) ve c- tarafsız olanlar ( Amir Oğulları, Muharip Oğulları )'dır. Kureyş'i Mekke'de yerleşik hale getiren, mevcut sosyal statülerini ve siyasi hiyeraşilerini kurumlaştıran Kusay'ın ölümünden sonra, oğullarından Abdüd Dar ile Abdü Menaf arasında başlayıp süre giden büyük çekişme ve siyasi rekâbet, yukardaki bloklaşmada belirleyici olmuştur. Peygamberin gününde bu rekâbet, Haşimi Oğullarından Ebu Talip ile Umeyye Oğullarından Ebu Süfyan arasında devam etmekteydi.
Siyasi rekâbet ve çekişme, Kureyş'in kadınları arasında da vardır. Toplumsal ve siyasi blokların kadınları; birlikte savaşmaya, sonuna kadar müttefiklerine destek vermeye, erkeklerini yüreklendirmeye karar verip rekâbete katıldılar, anlaşmalarını kutsallaştırmak ve topluca yemin etmek üzere Kâbe'ye geldiler. Birinci bloğun kadınları, içinde gül suyu bulunan bir kaba ellerini sokarak yemin ettikleri için "mutayyıbîn" adını aldılar. Diğerleri aynı şekilde, içi kan dolu bir kaba ellerini batırarak yemin ettikleri için "ahlâf" adını aldılar. Yani 'gül kokulu'lar ve 'kan içici'ler.
Kureyş'de bir iç savaşın çıkması demek, toplumun zayıflaması, güçlerinin parçalanması demekti. Bu durumda fırsat kollayan düşmanları tarafından şehir merkezinden atılmaları, Kâbe'nin prestiji nedeniyle sahip oldukları avantajlardan yoksun kalmaları, çölde tâlân'a mahkûm, sefalete ve her tür saldırıya açık hale gelmeleri demekti. Bir nevi toplumsal harakiri olurdu bu. Çünkü kendileri de benzer bir yolla Mekke'ye sahip olmuşlardı ve çöl şartlarını iyi biliyorlardı. Tarafsız kavimler, bu sebeple oluştu ve siyasi çekişmeler ne zaman iç savaşa dönüşecek olursa, onlar hemen devreye girerlerdi. Taraflar bu durumda hâkeme giderler, sonuç aleyhlerinde olsa bile karara uyarlar ve nihayet birliklerinin bozulmaması için uzlaşma böylece sağlanmış olurdu.
Mekke sakinleri arasında var olan bu bloklaşma ve siyasi rekâbetin doğru değerlendirilmesi, sonraki Müslümanlar ve bizler için oldukça önemlidir; bir taraftan risalet öncesi toplumun yapısal tahlili doğru yapılmış, diğer taraftan Mekki ayet ve surelerin anlam ve karşılığı daha isabetli okunmuş ve kurulmuş olur. Örnek olarak; hılafet sonrası gelişen ve günümüzde bile hâlâ etkisi süren siyasi-mezhebi ayrılıkların ve olayların arka planında, bu yapının rolü olduğu unutulmamalıdır. Yine risalet öncesi gerçekleşen ve yaygın olarak yanlış bilinen, aslında bambaşka bir karşılığı olan Hılf-ul Fûdûl'ün, yüz yıllar sonrasında, toplumsal plandaki ilişkiler ve dengeler doğru okunmadan yanlış bir analoji ile "insan hakları" savunuculuğu gibi İslam'a tamamen aykırı örgütlenmelere yanlış referans olabilmesi, hatırlatılabilir.
Keza, risalet davasının iç savaşa dönüşmemesi için Müslümanlara yapılan eziyet, işkence, kuşatma ve cinayetlerin bir denge gözetilerek yapılmasının sahici sebepleri bilinirse, benzer örnekliklerde benzer tecrübelerin ortaya konulabilmesinin modelliği ve meşruiyeti de sağlanabilecektir. Örnek olarak; mücadele de sertlik ve şiddetten uzak yöntemle neden meşru bir ortamın üretildiği ve sürdürüldüğü, "Habeşistan hicreti", "boykot", "Taif ziyareti", "eman", "fuarlardaki kimi görüşmeler" meselesi gibi stratejik öneme sahip kararların ve olayların da, bu bağlamda ve doğru anlaşılması demek, bir çok çalışmaya ve topluma uyarlanabilir örneklik ve meşru tecrübeler de demektir...
Yine buradan hareketle, Kur'an bir hayat kitabı olarak görülmez, ilk inzal edildiği toplumsal yapı doğru bilinmez ve siyasi-sosyal tahliller de doğru yapılmazsa, toplumsal olaylar ve ilgili vahyi bildirimler, bağlamından kopuk ve anlamsız olarak algılanacak, buna karşılık ayetler sapkın tecrübelere yanlış referans olarak yorumlanabilecektir. Sonuçta kitlelerin uyarılması ve ihtidası yerine saptırılmasının meşruiyet kaynağı da, böylesi yanlış algılara dayandırılabilecektir.
Ayrıca, risalet süresi boyunca Peygamber (s)'ın siyasi stratejisini doğru anlamak, rehberliği ve örnekliği bu bakımdan doğru tespit etmek, toplumsal tahlilleri ve dengeleri, yapısal ilişkileri ve tutumları da doğru değerlerdirmekle mümkün olacağından, konunun ehemmiyeti daha iyi açığa çıkmış olacaktır. Dolayısı ile toplumsal her mücadelede ve siyasi evrede, örnekliğin ve rehberliğin mücadele yöntemini, vahiyle bağlantısını, uyguladığı yol haritasını bulmak ( sahih sünnet ) için, Mekke'deki bu yapının ve dengelerin iyi tahlil edilmesi ile bağlantılı özelliği, konunun önemini açığa çıkartmaktadır.
Nihayet okunan Kur'an ayet ve surelerinin amacı, hedefi, mesajları ile birlikte hükümleri, tavsiyeleri ve yasaklarının yaşanan her hayatla ve toplumla yöntemsel irtibatı, böylece meşru ve sahih olarak kurulabime imkanınıda getirecekken sahici Kur'an okumalarından murad da böylece gerçekleşmiş olacaktır. Bu durumda Kur'an okuma faliyetlerinin, yaşamdan, toplumsal işleyişten ve ilişkilerden kopuk kuru bir metin okum faliyetine dönüşmesinden ve ürünlerin labaratuar çalışmalarına hapsolunmasından kurtarılıp, maksada uygun faliyetlere dönüşmesi de sağlanmış olacaktır.
Bu gün değişik coğrafyada ve benzer her toplumsal yapılarda yaşayan Müslümanların, yanlış dini algılarına dayanan hatalı yorumlarındaki bir sürü kargaşa, farklılık ve kafa karışıklığının da, buradan hareketle ortadan kaldırılabilmesinin imkânlılığı ve benzersiz özelliği de, dikkate değer bulunmalıdır.

3- Mekke'de yerleşik olmak, Kureyş toplumundan olmak, sakinleri için çok şey ifade ederdi. Onların sosyal statüleri, üstünlük iddiaları, imtiyazlı hak kabulleri ve tarihsel dayanakları bakımından "atalar yolu" bağlantısı önemlidir, belirleyicidir. Şeref, üstünlük ve asalet ölçülerinde, kibirlilik ve mustağnilik gösterilerinde iddialarının temeli, atalarının inançları ve yolları ile doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle kabile asabiyesi ve statü türünden kuralları, bu asabiye ile meşruiyet kazanmaktadır.
Sayısal çokluk, güç, şeref, üstünlük, şöhret gibi en fazla itibar edilen değerler, kabile bağlarının yanında servetlerinin çokluğu ile de ölçülmektedir. Evlatların sayısal çokluğu ve kabilenin genişliği 'askeri güç'lerini, servetin bolluğu da 'ekonomik güç'lerini ifade etmektedir. Burada genel geçer değer yargıları da, toplumsal temellerinin bağlantısı ile sağlanmaktadır. ( Her hangi bir ulus toplumun değerleri, yüceltilmiş ve kutsanmış sembolleri, vatandaşlık özel bağları, tarihleri ile övünmeleri ve üstün tuttukları kimlikleri, kıyaslama ile daha rahat anlaşılabilir ) Kureyş'de başarılar, suçlar ve cezalar kollektiftir. Hürmet, izzet, kin, düşmanlık, kazanç, kayıp ve diyet tarzı önemli durumlar da kâbileye'dir, ortak bağlılığadır.
Hicazda bir Arap, eman anlaşması yapmadan, mevlalık veya ittifak bağlantısı kurmadan kavmini terk edemez, sınırları geçemez, başka diyarlara seyehat edemezdi. Aksi halde, muhtemel gelişmeler karşısında köleliği meşru, kanı ve canı helal sayılır, karşılığında diyet de ödenmezdi.
Mekke'de müslüman olan ve inancını ilan edebilen bir Muhammedî, işte bu kural gereği aynı zamanda ölümü de göze almak zorundaydı. 'Ben Müslüman oldum' demek aynı zamanda; kendi toplumsal aidiyetinden, kavmi bağlantısından kopmak da demekti. O güne kadar ki asabiyesinin güvenlik çemberinden kopan Müslüman, henüz korumasız ve zayıf olan yeni topluma, inanç toplumu olarak yeni inşa edilen Muhammedî'lere katıldığında, bu nedenle gelebilecek her türden karşılığı göze almış oluyordu.
Siyasi-sosyal dengeler, kişinin eski kavminin hala sürebilen manevi gücü yahut ferdi şöhreti vs gibi nedenlerlerle, yeni topluma (dine) girenler için her zaman ölüm cezası uygulanamasa da, işkence, eziyet, hapis, tecrit gibi muhtelif cezalar muhakkak uygulanırdı. Çünkü bunlar "birliği", "dirliği" ve "düzeni" bozuyor, "fitne" çıkartmış sayılıyorlardı! ( Ulus toplumuna, vatandaşlık bağına ve resmi ideolojiye esastan itiraz edenlerin başına gelebilecekleri ve uluslararası arenada vizesiz sınır macerasını göze alanların muhtemel âkıbetlerini, karşılıklı kıyaslayabiliriz! )

4- Dinleri ve kültürleri bakımından yapılarına gelince, Araplar çok tanrılı bir inanca mensupturlar. Çoğu kâbilenin kendi özel putları olduğu gibi, bunların aynısından kâbe'de de bulundurulurdu. İlahlar sıralamasında hıyerarşik bir diziliş vardır ve inandıkları Allah, tüm ilahların üstündedir. Ancak Allah'larının meleklerden kızları, putlardan yardımcıları vardı. O, kâinatı yaratıcı, insanları rızıklandırıcı, yağmuru yağdırıcı kudrette iken, yardımcılarından şefaati kabul edici vs özellikleri ile birlikte her işe de karışmazdı. Ahiret inançları fludur, inanmayanları olduğu gibi, farklı inanç taşıyanları da vardır. 'Atalar yolu' burada da baskındır, İbrahimî geleneğe bağlı olmaktan, İbrahimî dini sahiplenmekten dolayı üstündürler ve doğru yoldadırlar.
Hac, namaz, kurban, ikram etme, faziletli davranma, haram aylara riayet etme gibi ibadetlere önem verirler, Kâbe'ye hürmet ederlerdi. Hanifler olarak bilinen ayrı bir grup vardır ki, bunlar eski kitaplardan haberdardılar. Onlar ahirete inanırlar, toplumlarına mârufu emreder, münkerden nehyederlerdi. Bu grup kendi içinde çeşitlense de, sistematik tevhidi düşünüşü bilmezler ama bireysel bir kurtuluşu tavsiye ederlerdi. ( Risaletle bunların inançları da geçersiz kılınacaktır. Günümüz dünyasındaki tüm muhafazakârlar, kitap ehli topluluklar (kimilerine göre artık müslümanlar da ) ve dahi mutedeyyin dindarlar, sanki o günün hanifleridir... )
Çok tanrılı dinleri, aynı zamanda bireyselliği ve özgürlüklerini korumakta teşvik edicidir. Ortalama bir Arap, çöl şartları, çevre, mekân ve iklim dolayısı ile özgürlüklerine düşkün, engin bir duygu yapısına ve estetik bir duyarlılığa sahiptir. Günlük işlerini, savaş-barış gibi büyük, ticaret-siyaset gibi kurucu-yönlendirici, kabile içi ve kabileler arası hukuki olaylar gibi topluluk işlerini ve bir bütün olarak toplumsal tüm ilişkilerini, inandıkları dine, üstün tuttukları değerlerine, takip ettikleri atalarının yoluna ve geleneklerine uygun form da ve içerikte yürütürlerdi. Yazılı olmayan ama uygulamada ciddiye alınan kurallara sahiptirler. Buralarda liderlerinin aldıkları ortak kararları egemendir ve onların hükmüne boyun eğilir.
Araplarda "söz", "söylem", "şiir", "ifade" ve "dil" önemlidir. "Kâhin", "şair" ve kâbile'nin "şeyhi" de dolayısı ile önemlidir. Kamuoyunu belirleyen, geçerli değerleri yayan, ayakta tutan, izzet ve şerefi, üstünlük ve zilleti belirleyen, dile getirenler, sözün sahipleridir. Kâbile şeyhinin veya meşhurlarının sözü, şairin şiiri, kâhinin hükmü bu nedenle çok ititbarlı ve değerlidir. O söz ki 'değiştirir', 'aşağılar', 'üstün tutar', 'yıkar', 'yakar' ve 'yeniden kurar'dı. Bu sözün 'arkasında durulur' ve yine bu sözün 'uğruna can' verilir. Onlar için vahy, işte bu sözdü! Onların söz'ü, sadece bir ifade değil, aynı zamanda yukarda sayılan tutumları tescilleyen 'ahid'di.
( Bu gün kamu oyu oluşturan her aracın ve özellikle iletişim aygıtlarının etki gücü hatırlandığında, esasta değişen bir şey yoktur. Geçerli reel değerleri, şöhretli yalancılara ve bilim adamlarına tekrar ettirerek söyletenler ( Arapların ilahlarına denk düşerler ), tastik ettirenler, benzer işleri yapmaktadırlar. Öyle ya; bilimsel hakikatler putlaştırılınca bilim adamları, ilahlarlardan gelen haberlerle hakikat buyurduğunda şeyhler, mollalar da put görevi üstleneceklerdir. Ulus toplumların yüceltilmiş değerlerinin cari olması, küresel, modern-çağdaş yaşam biçiminin mitleştirilmesi, bilimsel açıklamalarla teyid edilince, tek gerçek olarak dayatılması ve eleştirilememesinin ardında da, benzer işler ve ilişkiler yatar. Bu günün insanına da vahiy, iletişim aygıtları vasıtasıyla gelmektedir! ..)

Özetle anlattığımız bu bölümde, risalet öncesi Hicaz civarı, Mekke ve orada yaşayan 7. yüzyıl Arap toplumunu, toplumun siyasi-sosyal-ekonomik ve kültürel yapısını ve işleyişini, ana hatları ile olsun hatırlatmaya çabaladık.
Bu toplum, Allah'dan gelen son vahy'in inzal edildiği ve son elçinin ilk göreve başladığı, 13 yıl boyunca da dine dayalı başka bir yaşam biçiminin, sonradan geleneler için de örnek gösterilen mücadelesinin verildiği toplum olarak önemlidir. Kur'an'ın hacim ( sahife ) olarak üçte ikisinin burada nazil olması, kıssa, mesel ve geçmiş peygamber örnekliklerinden parçaların neredeyse tamamının yine burada bildirilmesi de ayrıca dikkate değer ve önemlidir.
Orada inzal edilen sureler ve ayetlerdeki izahlar, buyruklar ve tavsiyeler, geçmiş elçilerin hayatlarından anlatılan kesitler, son elçi ve arkadaşlarını takviye edici, yol gösterici, ufuklarını açıcı, teselli edici, gönüllerini ve ayaklarını sabitleyici özellikte olduğu kadar, onları sürekli bilinç halinde tutan, inananların ve küfredenlerin akbetlerini de hatırlatıcıdır. Onlardan sonra gelen insan soyu için de bütün bir dünya hayatının tüm toplumlarda benzer özelliklerini, yaşantısını ve sonuçlarını da kuşatıcı ve özetler mahiyettedir. Zaten bir bütün olarak Muhammed (s )'in hayatı, geçmiş elçilerin olduğu kadar, gelecek nesillerin de hayatlarının tümünü kuşatıcı, kapsayıcı özellikte, örneklikte ve niteliktedir.
Mekke toplumsal yapısı bu nedenlerle, kendilerinden sonra oluşmuş veya oluşacak tüm toplumsal yapılara bir örnek ortalaması özelliğindedir. Bütün peygamberlerin Mekke'leri, Kur'an'da sadece ilgili ve kesişen ortak taraflarının bildirilmiş olmasına rağmen, benzer özellikteki toplumsal yapılarla paralelliği hatırlanmalıdır. Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi çağda-coğrafya da yaşamış-yaşayacak olursa olsun, hangi dil-renk-etnisite özelliğini taşıyor bulunursa bulunsun, hangi siyasi rejimde, sosyal yapıda ve hangi ideolojik düşüncelerle şekilleniyor olursa olsunlar, Mekke toplumsal yapısının temelde benzerleri, türdeşleri olduğu görülebilir.
Siyaseten tek kişilik temsilci krallık ya da çok kişilerle temsil edilen imparatorluk-cumhuriyet-demokrasi gibi rejimlerle yönetilen ülke ve topluluklardaki fark, bahsettiğimiz esaslarla ve temel iddialarla bağlantılarda değil, kuralları bozmayacak önemsiz ayrıntılarda, istisnalardadır. Görme becerisi olup da görebilenlere, toplumsal tahlil yeteneği olup da çıkarım yapanlara sözümüz âyân-beyândır. Ve dahi Kur'an'ı, murâd-ı İlahiye'ye göre okuyup işin özünü kavrayanlara, sözünde sadık olup tercihini yapan ve sorumluluk üstlenenlere de, her şey gün gibi aşikârdır.
Son kitap Kur'an'ın inzal edilirken boşlukta ve karşılığı olmayan bir yaşama değil, bilakis örnekleri her zaman bulunabilecek yaşanan ve yaşanması muhtemel bir hayata ve hayatlara, hayatın içinden müdahale edilerek 'inşası' istenen yeni ve özgün bir hayatın, süreçle orantılı ve mücadele edenlerinin ihtiyaçları karşılığında para pare indirilmiştir. Son elçi Muhammed (s )'in görev yaptığı Mekke toplumu her açıdan olduğu gibi bu bakımdan da önemlidir. ( Burada parçaçılık, tekfircilik, dar-ı harpçilik gibi benzer 'gulat' düşünüşler ve tutumlar kast edilmemektedir )
Bu konuda söylenecek sözün özü; doğru bir perspektif sahibi olmayı, sahih bir zihniyeti ve sistematik tevhidi bir düşünüşü kavramaktır.
Bu bakımdan Kur'an'ın doğru okunması ve anlaşılması, elçinin örnekliğinin ve rehberliğinin doğru bilinmesi; cahili her hayatın ve toplumun bütünsel bir İslami hayatla dönüştürülmesi, bu hedef doğrultusunda sahih bir hareketin gelişmesi ve yol haritasının çıkartılması ile ancak mümkün olacaktır. Mekke toplumunun önemi, doğru tahlil edilmesi bunun için gerekmektedir. Kur'an'ın daha isabetli okunması, okumanın anlaşılması ve anlaşılanın harekete ve hedefe yönelip kilitlenmesi de, böylece daha imkanlı olabilecektir.
Kur'anı doğru anlayan, tezekki işlemini gerçekleştirenlerden kendi aralarında yeniden bir Kur'an toplumunu canlandırması ve oluşturması, cahiliyyeden düşünsel-pratik anlamda ayrışması, bir Kur'an nesli inşa'sının hedeflemesi ve İslam Ümmetinin dirilişi ve birliğini hedeflemeleri beklenecekse; öncelik içinde yaşanılan cahili toplumların doğru bir tahlili ve toplumların İslam'la nasıl değiştirileceğinin bilinmesinde yatmaktadır. Buradan hareketle de olsa, model ve örnekliklerin, ölçülere uygun çalışmaların ihtiyacı olan yol haritası ve toplumsal-siyasi stratejinin çerçevesi de, aynı adresi göstermektedir.
Mekki sureleri bir de bu gözle okuduğumuzda, ayetleri bir de bu bakışla irdelediğimizde, anlatılmaya çalışılan şeylerin açıklığa kavuşacağını ümit edebiliriz. Nihayetinde Kur'an'ın bir ayeti, bir suresi, anlayabilene bütününün bir özeti gibi değil midir? Birbirini takip eden ve aralarında çelişkisi olmayan 'hak' beyanların, doğru algılandığında tek hakikatin uygulanabilir ayrıntılarından ibaret oldukları bilinmiyor mudur?
Bu konuda sözün özü şudur ki; doğru bir perspektif sahibi olmak için, sahih bir zihniyet ve sistematik bir tevhidi düşünüş gereklidir.

MEKKE'DE MÜSLÜMAN OLMAK

Mekke, öteden beri biline geldiği ve sürekli üretilerek yaygınlaştırıldığı gibi basit, ilkel, kabilevi özellikler taşıyan; talan, hırsızlık, cinayet ve adam kaçırma işleri ile geçinen; kan davaları ve bedevi özellikleri dolayısı ile sürekli savaşan; siyasi nitelikli kuralları ve toplumsal kurumları gelişmemiş toplumlardan bir toplum değildir. Bilakis Mekke toplumu, özellikleri olan, devlet ve medeniyet kurma niteliklerine sahip, bunu da mevcut yapısında ve işleyişinde gösteren nitelikli bir toplumdur.
Döneminin bir İran'ı yahut Bizans'ı gibi kurumsal yapıları, şehirleri, muvazzaf ordusu ve yazılı kuralları olan bir toplum ya da imparatorluk değildir ama, kısa sürede onları mağlup ederek dönüştürebilecek ve kendi medeniyetini kurup yaygınlaştırabilecek kadar yetenekli, beceriklidir. O halde, onlar bir çok bakımdan gelişmiş, kuralları ve kurumsal değerleri içkin olan özellikli bir toplumdur. Dünya tarihinde böyle varlık gösterebilmiş sayılı toplumlardan da bir toplumdur ayrıca. Bu işi İslamlaştıktan sonra yapmış olmaları artı bir özelliktir ama, başka bir şekilde de yapabileceklerini gösterir nitelikte oldukları da bir vaka'dır.
Geleneksel yahut modern olsun, cahiliye özellikleri taşıyan her toplum, Mekke toplumundaki benzer özelliklerle tahlil edilmesi derken kastın doğru anlaşılması, kıyaslamaların doğru yapılması, bu nedenlerle önemlidir. Mekke toplumunu ayakta tutan, birliklerini temin eden, kendilerini oluşturan yüksek ve ortak değerlerinin varlığını olduğu gibi görmek de öyle. Nihayet toplumsal ilişkilerinde, güçlülük iddia ve potansiyellerinde, gelecek hayallerinde, kutladıkları müşterek sevinç ve hüzün günlerinde, toplumsal birlikleri ve ortaklıklarını pekiştiren oturmuş dengelerinde ve de sağlam bir bütün oldukları gerçeğinde, çok şey görülebilmelidir.
Ortak bir geleneğe, ortak bir asabiyeye, ortak bir toprağa ve yücelttikleri ortak bir geçmişe sahiptirler. Geleceklerini de ortaklaşa paylaşmaktadırlar. Her toplum gibi onlar da kendilerini üstün tuttukları özelliklere sahip, meziyetli ve becerikli niteliklerle donatılmış kahraman bir toplum olarak görmekteydiler. Kutsalları, sembolleri, saygı ile korudukları inançları ve itibar ettikleri değerlerinin yanında, kendilerini temsil edenlere karşı itaatkar tutumları ve işlerini yürüten liderlerine olan bağlılıkları, onları, ezberlettirilmiş sıradan, vahşi ve basit bir kabileden, batıcı ayrımla ilkel bir feodaliteden çok farklı kılmaktadır...
Kureyş toplumu da kendilerini bir arada tutan "zorunlu" ve "gönüllü" olmak üzere iki temel ilkeye dayandırmaktaydı. Orada da zorunlu kurallara her fert katılmak zorunda (yasal zecri'lik) iken, gönüllü kurallar rızaya dayandığından, hükümde ve uygulama da aynı şey beklenemezdi. Buna rağmen Kureyş'lilik birliği ve bağlılığında, kahir ekseriyetin gönüllü katılımı da mevcuttu.
Aralarından biri Peygamberlik davası gütmeye başladığında, o güne kadar yolunda giden toplumsal işlerinin ve hayatlarının, artık önemli bir değişiklikliğe uğrayacağı belli olmuştu. Muhammed (s)'ın işe öncelikle, toplumu ayakta tutan temel ideolojilerini (din ve asabiye), kuruluş ilkelerini ve yapısal hıyeraşilerinin meşruiyetini eleştirerek başlaması, dikkate şayandır. Eski yapıyı ayakta tutucu veya tamir edici niyet ve söylemde değil, eski yapıyı kökten değiştirici ve yeni bir toplum inşa edici olarak ortaya çıkması da, keza dikkate değerdir. Belli olmuştu ki, hemşerileri Muhammed, topluma hem 'zorunlu' ve hem de 'gönüllü' olarak katılmayı değil, hasarlı yanlarını tamir niyetli değil, içerden bir muhalefeti ve dolayısı ile bir noktada uzlaşmayı değil, tam aksine toplumun kurucu ve ayakta tutucu temellerine esastan muhalefet ederek değiştirmeyi, dönüştürmeyi ve yerine yeni bir toplum inşa etmeyi hesaplıyordu.
Peygamber, daha başlangıçta ve normal şartlarda topluma katılmayacağını, ortak değerlerinden esasa dair olanlarını redderek ve bunu da aleni dillendirerek işe koyulmuştu. Artık "söz" "Muhammed"e, "vahy"e, "ayetler"e ve "sureler"e aitti. Muhammed (s)'e "tabii" olup vahyi dillendiren ve arkasında duran "Müslümanlara" aitti. İşte bu sözdü Kureyş'i yıkacak, değiştirecek ve "yeniden inşa" edecek olan. İşte bu "sözün arkasında" durulacak, bu söz "uğruna can" verilecekti...
İşte böylece toplumu oluşturan zorunlu kurallar meşru direnişlerle yıkılacak, değiştirilecek, yok sayılacak ve nihayet gönüllü bağlılıkları da koparılacaktı. Bunun için güce, hazırlığa ve yeteneğe sahip olmadığı ama gerekli hazırlığın da bu yönde yapıldığı biliniyordu. Eleştiriler çok yönlü, muhalefet ciddiydi. Dolayısı ile Müslümanlardan zorunlu kuralları kopartanları olduğu gibi, izin alarak kopartamayanları da vardı. Rızaya dayanan gönüllü katılım durumuna ise, zaten iman etmekle baştan reddedileceği biliniyordu.
Her toplumda zora dayanan kurallara karşı durmak, açıklığa, meşruiyete, uzun vadeli hazırlıklara, sürekliliğe ve tutarlılığa bağlıdır. Gaybi yardım ve Allah'a olan güven, bu tarz çıkışlarda belirleyici bir farktır. ( Dünya tarihinde vahye dayanmayan tüm devrimcilerin korunma güvenliğini dayandırdığı iki dayanak vardır; toplumda çok güçlü aristokratik bir aileden olma veya güçlü bir dış yardımı yanında bulma ) Bu bağlılık ilk elde kopartılabilecek bağlılık da değildir.
Fakat rızaya dayanan gönüllü nedenler de, yine her toplumda olduğu gibi; 'ortak dil', 'ortak tarih', 'ortak kültür', 'ortak inanç', 'ortak bir gelecek tasarımı', 'birlikte yaşama', 'iktisadi-sosyal ve siyasi etkinlikler', ortak merasimler, ortak evlilikler vs gibi paylaşlan ve rahatlıkla yürütülen ortak eylemlilikler tarzı 'toplumsal katılım'lardır ki, tâ işin başında önemliydi.
Her şartta, her yerde ve her zaman işin bu kısmı, imani bir meseleye karşılık düştüğünden, Muhammed (s)'in ve arkadaşlarının bu gibi faaliyetlere ititrazsız razı gelmesi zaten mümkün olamazdı. Allah'a 'itât'in ve ona 'teslimiyet'in gerçek anlamı burada canlanmakta, 'velayet' ve 'vekalet'in karşılığı burada vucut bulmakta, dolayısı ile kendi aralarında otomatik bir 'topluluk' bu bağlarla kurulmaktadır zaten. O nedenle orada, bu gün anlaşılan gibi de olmadı zaten. Buna uygun stratejilerini, yeni kurdukları özgün ilişkileri ve örneklikleri de, ayrıntıları ile biliyoruz, onların...

Muhammed (s)'ın getirdiği yeni din; kendine has yeni bir yaşama biçimi, yeni değerlere göre yeni ilişkiler ve yeni bir toplum ( vasat ümmet ) inşası öngörmekteydi. Allah'ın, kitabında ve Mekki surelerde ısrarla bildirdiği bu duruma yönelik beyanları ve hakikatları bu doğrultuda özetleyecek olursak bu din;

A- İnsanların "yaratılışa dair" bildiklerini düzeltiyor, ezberlerini bozuyor yani değiştiriyordu; insan ve kâinatın, yerlerin ve göklerin ve içinde olan her şeyin yaratıcısı, yoktan var edicisi Allah'dır. Bu Allah gören ve gözetendir, işiten ve duyandır, bilen ve karar verendir, güçlü ve muktedirdir... İnsan, çevresi ile beraber kendisinin de sahip olduğu her şeyi Allah'a borçludur. O Allah ki, aynı zamanda tek İlah ve tek Rab'dir. Her şey ve herkes ona muhtaç, o ise hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç değildir.
O, hayata doğrudan müdahale ediyor, her an bir yaratılışta bulunuyordu. O hem yorulmuyor, onu uyku da tutmuyrdu. İşte, yaratılmış her varlığa nasıl davranması gerektiği, diğerleri ile nasıl ilişki kurulacağı, nelere dikkat edileceği ve nelerden sakınılması gerektiğini de size bu Allah bildirecek, yine nasıl olmanız ve nasıl yapmanız gerektiğini de size hem öğretecek ve hem de gösterecektir.
Yaratan, yaşatan, rızıklandıran, işittiren, duyuran, güzel bir şekille şekillendiren, nimetlerle donatan, onurlandıran, süre veren, eşyaya ve kadere hükmeden ve nihayet öldüren de oydu. İşte Rab olan bu Allah, kıyameti ve yeniden dirilişi de gerçekleştirecek, herkesi hesaba çekecek ve nihayet insanları hak ettiği yere ebedi olarak yerleştirecekti. Allah, aynı zamanda İlah da olduğu için ona kulluk etmeli, onu dinlemeli, ona sığınmalı, ondan istemeli ve ondan sakınmalısınız. Külli şey'in kâdir olan da oydu, kulli şey'in hâkim olan da O.

B- "Hayatın anlamı"nı değiştirecek, yeni bir anlam kazandıracaktır. Bu hayat sınanmak için yaratılmış, ona göre düzelenmiş ve imtihan edilecek olanlar uygun yeteneklerle donatılmıştı. Öyleyse bu dünya hayatını, bir oyun ve eğlence gibi görmeyin, kendi aranzda yaptığınız bir yarış gibi sanmayın. Her şey taktir edilmiş bir hesap ve düzen üzeredir. O halde ferdi ve toplumsal yaşamınızı Allah'ın kurallarına göre düzenlemeli, topluluklar arası ilişkilerinizi onun buyruklarına göre ayarlamalısınız. Tıpkı kâinattaki sizin dışınızdaki varlıkların bir ve aynı düzende oldukları, görevlerini eksiksiz yaptıkları ve ona teslim oldukları gibi.

C- Başı boş, amaçsız, sorumsuz ve hedefsiz olduğunu sanan insanoğlu, artık hayatına bir "değer katma"lıydı. Yapıp ettikleri her şey de hayır-şer, iyi-kötü gibi genel bir ölçüyü gözetmeli, bu ölçüyü koyma hakkı da Allah'a tanınmalıydı. Kullar yaşantısında bu ölçülere riayet etmelidir. Çünkü iyilik ve kötülüğün de bir bedeli, karşılığı vardır ve kesinlikle biliniz ki bir gün bu hesap muhakkak görülecektir. Bu bedeli ve karşılığı da insan kendisi tercih etmekte, kendisi kazanmaktadır.

D- Hakikatin ve "bilginin kaynağı" vahiydir. Vahiy'in bildirdiği dışında başka bir hakikat yoktur. Öyleyse ona teslim olun, onu size bildiren ve öğretene itaat edin. Size, sizden birini elçi olarak yollayan Allah, nasıl yapmanız gerektiğini de size onunla gösterecektir. Sizden öncekilerin de ne yaptıklarını ve nasıl karşılandıklarını size hatırlatacaktır. O halde Allah'ın sözü haktır ve sizler de ona kulak veriniz...
Muhammed (s), bu hakikatlar ışığında her şeyden önce bütünsel bir kavrayışı ve sistematik bir düşünüşü öğretiyor, buna uygun da bir dönüşümü teklif ediyordu. Tüm öğreti ve talep, temel ilke dediğimiz; evren ve hayat'a dair hakikat'in bilgisidir. Yaratılış, hayat ve ahiret bu hakikatin temelidir. Varlıklarla olan ilişkilerle ilgili yükümlülükler ve sorumluluklar da, o hakikate göre düzenlenmelidir.
Tüm bunlardan sonra;
Mekke'de Müslüman olmak demek; mevcut hakikat kabulleri ve dayanağının, önceden üstün tutulan ilkelerin en başta değiştirilmesi, yeni ilkelerle donanım demekti. Bu aynı zamanda flozofik bir değişimi, imanı bir dönüşümü, mutmain bir kararlılığı ifade ediyordu. Çetin ve zorlu olan bu değişim ve kabuldür. Bir kez bu değişimi ve dönüşümü gerçekleştiren insan, yani mümin olup teslim olan bir kul, artık başka bir şey olamazdı. İşte bu iş kolay bir iş, bu değişim kolay bir değişim değildir. Hayati bir karardır; bizzat bir tercihtir, zorlu bir süreç ister ve mutlaka sonuçları vardır. Bunun için ciddi bir çaba gösterilir ve karşılığı olan bedeli de ödenir. Bu bedeli ödeyenlerin imanı kıymetlidir, anlamlıdır ve geçerlidir.
Mekke'de hiç bir mümin, kolayına, hemencecik mümin olmamıştır. Zihniyetini değiştirmek, gönlünü mutmain kılmak, niyetini ıslah etmek ve hayatını yeniden düzenlemek gibi çok önemli bir değişim sürecini tek tek ve bizzat yaşamışlardır. Bunun, öylesine yapılmış bir eylem olmadığını, kolayına ve ucuzundan bir değişime karşılık düşmediğini, Muhammed'i örnekliği önünde ve hazırdan bulsa da birden teslim olmadığını, kendi değişimini gerçekleştirenlerin ilerleyen süreçlerde, her şeye rağmen geriye dönmediğinden, pişmanlık duymadığından ve hayatı pahasına uzlaşmadığından da anlıyoruz. Orada değişen ve yeni dine göre şeklillenenler, "anam babam sana feda olsun ey Muhammed" derken şaka yapmıyor, romantik slogan atmıyorlardı.
Mekke'de müslüman olmak; esaslı bir değişimden sonra hayata, beklentilere, kâr'a ve zarar'a, dostluğa ve düşmanlığa, evliliğe ve evlatlara, akrabaya ve topluma, servete ve güçlülüğe artık bir başka gözle bakmaktı. Bunların, bunlara bağlı olarak hayatındaki her şeyin anlamı değişiyor, hayatını değiştiriyor; davranışları, beklentileri ve hedefleri, bu tercihler pahasına farklılaşıyordu.
O gün Müslüman olmak; Muhammed'i tastik etmek, çokları için doğrudan ölümü göze almaktı. Mekke'de Müslüman olan kimileri de başka şeyleri göze alıyorlardı. Servetinden, dostlarından, imtiyazından, statüsünden, kavim-kabile bağlarından, şeref-üstünlük iddialarından, aşkından-sevdasından, gelecek hayalinden, velhasıl o güne kadar yolunda giden işlerinden ve hayatından kopuyor, onun yerine yep yeni bir hayata ve topluma, sıradan birisi gibi giriyordu. Dahası işkenceyi, dışlanmayı, horlanmayı, aşağılanmayı, ticareten iflası, eşlerinden ve dostlarından soyutlanmayı ve alaya alınmayı bile göze alıyordu.
Mekke'de Müslüman olmak; her şeyden evvel "vela ve beraa" bağının değiştirilmesi, nefsinde ve hayatında "tezekki"nin gerçekleşmesi, malını ve hayatını gaybi bildirime göre adaması, hatta ailesi ve kavmini dahi karşısına alması demekti ki, bu işler kolayına bir tercih olmamıştır. Kureyş toplumunun topyekün karşıya alınması, kavim-akraba ve ehlinin değişmesi, her türlü kötü muamele ve aşağılanmaya rağmen sadece sabredilmesi, bir işaretle her bir şeyin terk edilip başka diyarlara göç edilmesi demekti. Velhasıl sonu belli olmayan bir iddiaya kalkışmak ve tabiri cazise iyi kötü kurulu bir düzeni bozup sonu belli olmayan bir maceraya girmekti!
Ve Mekke'de Müslüman olmak; sıradan bir insan olarak, sıradan işlerle uğraşarak, sıradan hedeflere koşturarak sıradanlaşmaktan çıkıp, halife olduğunu hatırlamak, anılmaya değer olmak, kendinin farkında olmak, Rabb'inin büyüklüğünü tanıyıp yalnızca ona teslim olmak, büyük bir değişim yaşayarak büyük bir sevdaya, büyük bir davaya ve gerçek bir izzete sahip olmak demekti...
( Geçmişte de ve bu gün de kalabalıkların arasında Müslüman olanlar, olduğunu sananlar ve teslimiyetten karineler gösterenler, kolayına veya öylesine Müslümandırlar! Önlerinde buldukları İslam'a, hazırdan kondukları İslam'a ve çevresine tabî'dirler. Müslümanlıkları zorlu bir değişimin sonucu, kararlı bir tercihin sonucu, bir çabanın, bir gayretin, bir emeğin ve uğraşının dolayısı ile bir şeylerden vaz geçişin sonucu değil ve o nedenle bir şeye karşılık da değildir. Bunun içindir ki kolayına tartışıyor, kolayına uzlaşıyor, kolayına karıştırıyor, kolayına vaz geçiyor ve kolayına satıyor. Kolay elde ettiği dininden, kolayına da ayrılıyor. Tıpkı elçinin gerçekten de yiğit olan dostları ve ilklerine ( Allah selâmı cümlesinin üzerine olsun ) rağmen, ardından gelen ve saptıran, sapan nicelerinin de yaptıkları gibi... )

SONUÇ OLARAK

Muhammed (s), hemşerilerinin üstün tutup değer verdiği ve kutsadığı varlıklara, değerlerine ve her şeylerini borçlu oldukları dini iddialarına ve bütünlüklerini sağlayan asabiyelerine karşı gerçekte karşı çıkar ve yeni bir değerler silsilesi çerçevesinde yeni bir insan tipi ve toplumsal yapı önerirken, gerçekten de çok zor bir görevi ( belini kıran ) yüklenmiş olmaktaydı. Bir tek Allah'a güvenmek, bir tek ona dayanmak ama herkesi ve her şeyi karşıya almayı, ölümü bile aratacak dışlanmayı, terslenmeyi ve yalnız kalmayı göze almak, söylediklerinde ısrarcı olmak ve uzlaşmamak, kelimelerle anlatılabilecek bir iş değildir ama, bir ahlak ve bir teslimiyet gerçeği ve tecrübesidir...
Mekke'lilerin toplumsal temel dayanaklarını oluşturan iddialarından bir kısmının açıkça çürütülmesine bir kaç örnekle değinebiliriz;
a- "İbrahim Peygamber, müşriklerden değildi..." Sizler, inandığını iddia eden ey Mekke'liler, yalancısınız ve pislik müşriklersiniz!
b- "Ataları bir şey bilmiyor olsalar da mı..." Sizler ve atalarınız hiç bir şey bilmiyor, boş yere inatlaşıyorsunuz. İddialarınızın altı boştur. Atalarınız cehennemdedir, şayet sizler de değişmezseniz cehenneme atılacak, orada ebedi azapla azaplandırılacaksınız.
c- "Allah'ın nimetlerini sizler mi paylaştıryorsunuz..." Allah kime neyi taktir ederse, ona o ulaşır. Her nimet sahibi, bir gün ondan hesaba çekilecektir. Öyleyse bu konularda çekişmeyin.
d- "Onların şehirlerde dolaşması seni aldatmasın..." Çok övündüğünüz ve üstünlük tasladığınız zenginliğiniz ve iktidarınız, sizi cehenneme atılmaktan kurtarmayacak ve ziyan edeceksiniz.
e- "Ancak insanlara zulmedenler ve yer yüzünde haksız yere taşkınlık edenlerin aleyhine bir yol vardır..." Zalimler cehennem de çetin bir azapla karşılık bulacaklarken, inanmış, teslim olmuş ve arınmışlara, Allah bu dünyada da bir kurtuluş yolu gösterecektir.
f- "Hayır o, hiç Rabbine dönmeyeceğini sanmıştı..." Süreniz dolunca geri dönecek ve yaptıklarınızın karşılığını elbette göreceksiniz. Katımızda umduğunuzu bulamayacak, inkarcılığınızın bedelini sürekli ve alçaltıcı bir azapla kuşatılarak göreceksiniz.
g- "O gün ne mal ve ne evlat fayda verir..." Övünüp durduğunuz, müstağnilik ettiğiniz dayanaklarınız tamamen boşluktadır. Onlar size hiç bir fayda sağlamayacak ve perişan olacaksınız.
h- "Keşke bilselerdi... Biz Müslümanları, o gün günahkarlar gibi tutar mıyız hiç?..." Aşağılayıp durduğunuz Müslümanlar elbette nimetlere kavuşacaklardır. Size düşen sadece kör pişmanlık olarak kalacaktır.
ı- "Bir zaman gelir ki kafirler, keşke Müslüman olsaydık diye arzu ederler..." İnkar edip durduğunuz gün gelip çattığında kaçacak delik arayacak, yaptıklarınızdan dolayı çok pişman olacaksınız ama, nafile. Artık burdan geri dönüş yoktur.
j- "Sonra baktı, sonra suratını astı, kaşlarını çattı, sonra arkasını döndü, böbürlendi: Bu dedi, rivayet edlip öğretilen bir büyüden başka bir şey değildir. Bu sadece bir insan sözüdür.' Hem Allah'ın nimetleri ile kibirlenecek, servetine ve evlatlarına güveneceksin, hem de hakikat'e sırt döneceksin.' Biz bekleyeceğiz, sen de bekle, kaçamayacağın gün gelecektir..." Nihayet bütün dünyanın ortalama bütün büyüklenenleri, azgınlar, tuğyan edenler, küfredenler, imanlarına şirk karıştıranlar, varlıkları ile kibirlenenler ve ey yalanlayanlar ve ey mustağniler, sizler bekleyin. Biz de sabırla bekliyoruz. Süreniz dolduğunda, sıranız geldiğinde kaçacağınız hiç bir yer yok ve övünüp durduğunuz değerleriniz ve varlıklarınız size hiç bir fayda sağlamayacak...
Bu dünyada inanmayan, inancına şüphe karıştıran herkes görevini yapıyor, inancının gereğini işliyor. Ayetlerde bahsedilen bir avuç Müslümanlar da görevini yapıyorlardı. Bahsedilen ayetler de Müslümanların çok az oldukları, güçlerinin kötülükleri defetmeye yetmediği ama tartışmadan ve ayrışmadan da kaçmadığı zamanları ifade etmektedir.
Ayetler de bunu gösteriyor ama aynı ayetler, bağlamlarında başka bir şeyi daha gösteriyor; ey inanmış ve teslim olmuş kul, sen de sorumluluklarını hatırla, beşeri mücadeleni ver, bunlara karşı hazırlıklarına bak, müstakim duruşunu sabitle ve güzellikle sabret. Ayetlerden kolaycılığı, kulların yapması gereken işleri ve sorumluluklarını da Allah'a havale etmeyi çıkartmayalım! İnandığını söyleyen ama gereğini de yapmayanların, Allah (haşa) hizmetçisi değildir!
Sen de Allah'a sığın ve ona yönel ama onların iddialarına da karşı dur, hak ettikleri cevabı ver. Uyar onları, küçümse inatçıları, aşağıla Allah'a meydan okuyanları ama sakın onlara benzeyerek, onlardan olarak, onlarla olarak yapma bunu...
İmanını ve teslimiyetini ucuza kullanma, zalimler, müşrikler ve tuğyan edenlerle birlik olma, uzlaşma; diren, uygun olan neyse karşılık ver, sabırla ve inatla devam et ve sen de, evet sen de bekle. Takatın yetmiyor, teselli de arıyorsan eğer, bunalmışsan da şayet, bak o zaman sen gibilere, kitap da ne de çok hatırlatılıyor, değil mi?

Kaynak:Hüseyin Alan

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

Toslunba
22. June 2009, 11:04 AM
Seyid Kutup un Yoldaki işaretler isimli kitabında daha önce düşünmediğim çok güzel saptamalar okumuştum. Peygamberimiz o dönem bizans ve Fars baskısı ile sıkışmış toplumu Arap milliyetçiliğinde toplayabilirdi..Ama buna karşı çıkıp La ilahe illa Allah dedi... O dönem yoksul kesimleri bir araya getirip ezilenleri örgütleyebilirdi, ancak bununlada ilgilenilmedi ve yine La ilahe illa Allah dedi... Ailesinin ve Kabilesinin gücünü kullanarak bir tür federatif yapıya gidebilirdi ,kabile reislerine yönelerek onları izleyen toplumu peşine takabilirdi, ancak öylede yapmadı La ilahe illa Allah dedi... Doğruya, tek ilahı Allah olanın başka neye ihtiyacı olabilirki?